MEB İslam Ansiklopedisi 10 [10] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLAM ANSİKLOPEDİSİ İ S L Â M Â L E Mİ TARİH, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE Bİ YOGRAF YA LÜGATİ



MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE [A. ADIVAR v. 1955, R. ARAT v. 1964, A. ATEŞ v. 1966.] t KAFESOĞLU, T. YAZICI, N. M. ÇETİN TARAFINDAN LEYDEN TA Bİ ESAS TUTULARAK TELİF, TÂDİL, İKMÂL ve TERCÜME SURETİ İLE



NEŞREDİLMİŞTİR X 3 4 ; „zîra Allahın tehditleri gerçekleşir", bana bir de XXX, 60 ilâve olunmuştur); sabredenlere iki kat mükâfat vâdedümiştir (XXIII, 1 1 3 ; XXVIII, 54; krş. X X V , 7 5 ). Hatta XXXIX, 16 ’da, sabirün'un, tyaab ( bu kelime burada ölçü, tahdit mânasında kullanılmıştır) görülmeden, mükâ­ fatlarını elde edecekleri bildirilmiştir. Bu mefhûm, e i h â d hakkında ( msl. III, 14 0 ; VIII, 66) husûsî bir şekilde kullanılmıştır. Bu neviden bir siyakta mefhûm, s a b r ve s e b â t kelimeleri ile karşılanabilir. Bu kelimenin sonra, msl. Yusuf sûresinde {X II, 18 ),. oğlunun Ölümünü öğrenmesi üzerine Ya'küb ’u n « A r t ı k bana düşen—kadere rızâ ve teslimiyet (fa-sabrın c a m i î dediğini bildiren âyette şabr Un t e v e k k ü l ; r ı z â ve t e s l i m i y e t mânasında kullanıldığı görül­ mektedir, Şabr bâzan fö/5f { H; 45, *53 ) ün bir­ likte zikredilir. Müfessirlere görej bu âyette kelime oruç mânasındadır. Onlar buna delîl olarak da ramazan ayı için kullanılmış olan şahr al-şabr sıfatım gösterirler. Kur'an Ma, çakar ( XIV, 5 v.b.) ’e bağlı ola­ rak kullanılmış olan şabbâr sıfatına rastlanır; krş, abTabari, T a fs İr : »Kendisine felâket isâbet ettiği vakit teslimiyet gösteren ve mağ­ firete nail olduğu vakit de şükreden kula ne mutlu" ve Müslim, Zuhd, hadîs 64; „Mü’mi­ nin vaziyeti hayranlık vericidir ; her şey ken­ disine hizmet eder; kendisine iyi bir şey isâbet ettiği vakit, şükredici olur ve onun iyili­ ğine hizmet eder ve musîbet isabet ettiği va­ kit, teslimiyet gösterir ve bu da onun iyili­ ğine hizmet eder." Mefhûmun muahhar gelişmesi Kurban tef­ sirlerinde görülmektedir; bu tefsirlerin Kur’an dilinin kullanılışına ne dereceye kadar dâ­ hil bulunduklarını söylemek güçtür. Her hâlde bütün mâna farkları ile mefhûm aslen yunanı­ dır; zîra o revâkî ’ ataçaV 'a hıristiyânî sabır nefse hâkimiyet ve zühdt teslimiyeti içine al­ maktadır ( aş.-bk.). Tefsirlerin çok sayıdaki izahları üzerinde durmaksızın,sâdece Fahr alDin al-Râzi ( M afâtîh al-ğayb, Kahire, 1278} IH, 2oo âyeti hakkında ) Minkini zikredelim. Fahr al-Din al-Râzi dört şabr tefrik etmek­ tedir: 1. nassî mes’elelere, msl. tavhîd, tadl, nubuvva, macâd akidesi ve diğer ihtilaflı nok­ talara muzâf, yorucu zihnî çalışmalarda sabır ve sebat; 2. yapmakla mükellef bulunulan veya



kanun ile havale edilmiş olan işlerin tamamlan­ masında sabır; 3, mea'edilmiş olan fiilleri terketmekte sab ır; 4. musîbet v.b. hâllerde teslimi­ yet göstermek. Ona göre, muşâbara, sabrın hemcinsine ( msl. komşularına ve kendisi ile aynı kitap ehlinden olanlara) tatbiki, intikamın terki, amr bi 'l-m a r â f va ‘’l-nnhy eani H-munkar v.b. Şabr ’ın en büyük değeri Allahın bütün esmâ-i hüsnâsı arasında sabür isminin de yer almış ol­ masında görülür. Lisân ( bk. mad. ş-b -r) *a göre, sabür halım ’ın müterâdifidir; şu farkla ki, gü­ nahkâr, faalim Men hiç bir ceza beklemediği hâlde, şabnr ’un böyle bîr harekette bulunaca­ ğından emin değildir. Hadîste Allahın sabrı, işittiğinden dolayı hissettiği ezaya karşı hiç kimse onun kadar sabırlı değildir ( Buhar i, Tav­ hîd, bâb 3 ) şeklindeki i hâresinde en yüksek ifâdesini bulmuştur. Hadîste şabr, her şeyden önce, umûmî mâ­ nadaki metinlerde geçer; kendini şabr *a vere­ ne Allah şabr ihsâmnda bulunacaktır; zîra şabr en büyük lutuftur (al-Buhâri, Zakât, bâb 50; R ikâk, bâb 20; Ahmed b. Hanbal, III, 93). Bu­ rada da şabr, cihâd,da sabır ve sebata delâlet etmektedir. Bİr adam Peygam bere: — «Şah­ sım ve servetimle cihâda iştirâk eder, dâima ileri atılır, sırtımı çevirmez ve şâbiran ölür, teslimiyet gösterirsem, cennete girer miyim ?“ — diye sorduğu zaman, Peygam ber: —,,Evet“— diye cevap verdi ( Ahmed b. fianbal, Musnad III, 325). Msl. cemâat baskısına t a h a m m ü l e t m e k mânası ile de bu kelimeye rastlanmaktadır. ölümden sonra bir çok tecrübelere tabî tutulacaksanız da, semavî havuzun yanında bana mülâki oluncaya kadar sabrediniz ( h a v i ; al-Buhari, R ikâk, bâb 5 3 ; F it an, bâb 2 ; krş. Ahkâm, bâb 4 ; Müslim, imâra, hadîs 53, 56 v.b.). Umûmiyetle kelime şu darb-ı meseldeki gibi teslimiyet mânasındadır: { h a k ik î) şabr ilk darbededir ( innama ’l-şabr Unda H-şadmati H-âla veya avvali şadmatm ve yahut avvali *1şadmati, al-Buharı, Canâ3iz,h&b 32, 43 ; Müslim, CanSTz, hadîs 15 ; Abü Da’üd, Can5’iz, bâb 22 v.b.); fakat şu sar’ah bir kadının başka bakım­ dan dikkate şayan hikâyesidir: sar’ah kadın, iyileşmesi için, Peygamberden kendisine duâda bulunmasını niyaz eder. O da ona isteğin­ den vazgeçip, sabrederse, cennete gireceğini söyler ( al-Buhâri, M ariâ, bâb 6 ; Müslim, al-B irr va H-şila, hadîs 54). — Çok defa bu kelimeye teslimiyete has tâbir olan ihiişâb ( msl. al-Bu­ hâri, Ayman, bâb 9; Müslim, CanâHz, hadîs 1 1 ) ile birlikte rastlanmaktadır. Bununla şu hadis kudsi karşılaştırılabilir: — »Eğer kutum, iki gözünün ışığından mahrûm kalırsa, buna mukabil ben ona cenneti vereceğim "(al-Buhâri, M ariâ, bâb 6 7; Ahmed b, Hanbal, III, 283).



SABIR. Nihayet ahlâkî-zühdî tasavvufta çok büyük bir ehemmiyeti olan „ierk " manasına salıîb ha­ dîste çok tıâdir rastlanır ( yk.-bk., II, 42, 148 âyeti münâsebeti üe ), al-Buhar i ’nin Kitab alrikâk ( diğer hadîs mecmualarında zuhd babı olarak geçen bu bâb bu temayülün islâmdakİ en eski merhalesini belirtir) 'm ao. bâb» 7 arcama Me şeyledir : . , . ‘ Omar: — „Hayatımızın en İyi şeyini sabırda bulduk/' — Burada, yunanî te’sir hissedilir kî, ona göre, terk, hakikî insan, bakîm ve şehide yaraşır bir tavırdır. Kurban ve hadîsin şabr ’a dâir söyledikleri kısmen ahlâkî ve tasavvufî edebiyatta tekrar* lanmaktadır; fakat bu kelime burada bir nevî ifrn? ve hattâ daha üstün derecede bir tâbir ol­ muştur ; zîra şabr, bu tasavvufî fikrin ifâdesi için, esâs faziletlerden biridir. Diğer aslî mef­ hûmlar (krş. Niekoîson, J R A S , 1906 Ma sûfî ve sûfîliğîn türlü tarifleri) gibi, şabr ’ın da bir çok tarifleri vardır ki, bunlar, mefhûmu tamâmiyİe izah ve ifâdeden ziyâde, manevî zenginliği ortaya koyar; çok kıymetlidir; zîra mefhûmu ânî şimşekler gibi aydınlatmağa yarar, Kuşayri, Risâla (Bulak, 1287, s. 99 v.d .J’sinde şu numu­ neleri vermektedir : .—wAcı şeyleri, kaşlarınızı çatmadan, yutunuz" (Cunayd).—»Men'ediimiş şeylerden uzak durunuz, kaderin darbelerine tahammül ederek, susunuz; fakirlik üzerinize çöktüğü vakit, zengin görününüz"— wKade~ rİn darbelerine lâyık bir şekilde (husn al, adab ) sabr u sebat gösteriniz" ( îbn *At;â’ ), — »Konuşrnaksızm ve şikâyet etmeksizin, dar­ be atima eğiliniz". —»Şabbâr — men’edilmîş şeyler ile birden-bire karşı-karşıya bulunmağa alışmış kimsedir" (A b ü 'O şm â n ).— »Şabr — sanki sıhhatmiş gibi, dert ile kaynaşarak yaşa­ maktan îbârettîr". —^Tanrının yanında müte­ vekkil olunuz, kaş çatmayınız ve gücenmeksU zin onun darbelerini karşılayınız" ( ‘Amr b.'O s­ man }. ■—„ Kitâb ve sunan ’in emirlerine mutivaat "(al*Havvaş). —„Sûfîlerİn (harfîyen : âşıklan a) göstereceği şabr zâhidlerİnkmden daha güçtür" (Yahya b. M u'âz) .—„Her türlü şikâ­ yetten sakınma" ( Ruvaym ). —„AUahtan yar­ dım bekleme" ( Zu ’l-Nun ), —„ ıSM&r adı gibi­ dir" ( Abü ‘A li al-Dakkak ). —„Ü ç türlü sabır vardır: mutaşa bbir ’ların, ş56»> ’larm ve şabbâr ’ların şabr ’ı (Abü ‘Abd Allah b. Hafif}. —„ Şabr asla sürçmeyen bir attır" ( 'A li b. A bi Tâlib). — „Şabr, iyi ve kötü hâl arasında fark gözet­ meksizin, her İkisinde de ruh huzûrunu muhafa­ za etmektir; taşabbur, ağır bir felâket hissedil­ diği vakit, darbeler altında sükûnet bulmaktır" ( Abü Muhammed al-C u rayri; krş. d t a ç a tfa ). Bu edebiyat sâdece kelime oyunlarından ve tariflerden hoşl&nmakla kalmıyor, aynı zaman­ da, harf«i çerler vâsıtası He biri birin den farklı



5



mefhûmlar meydana getiriyordu, al*Şiblî bir adama: — „ 5 abredene en güç gelen hangi sa­ bırdır ? " —diye sorar. O da : - „ a l- Ş a b r f i 'Uah" — diye cevâp verir. Bunun üzerine, al-Ş ıb li: “ »Hayır" — der. Bu şahıs : — „ al-Şabr li 'ilâh" — der. a l-Ş ıb li; — „H ayır" — der. Bunun üze­ rine bu şahıs: — ,,al-Şabr ma'a'llâh" — der. a l-Ş ıb li; — „H ayır"— der. A dam : —»O hâlde hangisi ? "—diye sorar. al-Şibli de ona: —»Şabr 'ani Ulah" — diye cevap verir ve hemen-hemen muhâtabınm aklım başından alacak bir izâh ilâ­ ve eder { al-JjCuşayri, Risâla, s. 100, 9 ). a l-Ğ a z z S 1 i, şabr ’ dan ih y lf ’nm ikinci ki­ tabının, selâmeti te'min eden fazîletleri tasvir eden, 4. kısmında bahseder. Daha önce Kur'an Ma şabr ve şnkr ’ ün birİbirlerine bağlanmış bu­ lunduklarını gördük. al-Gazzâli, II. kitapta, ayrıayrı ve fakat aralarında içten bir bağ kurarak, iki mefhûmdan bahseder. Bununla berâber, on­ ların imtizacını K ur *an ifâdesi tarzı üzerine değil, hikmet üzerine bina eder: im ân— bîri şabr, diğeri şukr olan iki yarımdan terekküp eder. Bu şu hadîse dayanmaktadır: „Ş a b r — îmânın yarısıdır" ( krş. şabr ve şukr ’ü de bir­ leştiren daha yukarıda nakledilmiş olan ha­ dîsler }, sI-Ga2zâli, şabr ’ ı tarif etmek için, onu şu bakımlardan mütâlea etm ektedir: 1. şabr bn fazileti; 2. mâhiyeti ve mefhûmu ; 3. şabr ’m îmânın yarısı olduğu; 4. şabr ile müterâdif tâ­ birler; 5. kuvveti ve zayıflığı bakımından, şahr çeşitleri; 6. şabr ’m lüzumu hakkındaki fikirler ve insanın ondan nasıl vazgeçemediği; 7. şabr ’ın sıhhat bulması ve bunun çâreleri. — Bu tak­ sim, bütünü ile Bar Hebraeus tarafından, M*sayberânnütö ( krş, A. j. \Vensinck, Bar Hebrae­ us ’s Book o f tke Dove, Leiden, 1919, s. CXVH —CXIX ) için, Eihikon Mnda tekrar edilmiştir. Bu bölümlerden ancak şunlar zikredilebilir. Şabr, bütün dinî makâmât gibi, üç kısımdan te­ rekküp :m acrifa , £n/ ve ‘ama/. M a'ârif— ağaca, afyval — dallara, a'ntâl İse — meyvalara benzer. Üç çeşit varlık arasında sâdece insan şa h r'a sahip olabilir; zîra hayvanlar tamâmiyle arzÛ ve sevk-i tabiilerinin hâkimiyeti altın­ dadır; melekler, bunun aksine, tamâmiyle Allah sevgisi İle doludur; o suretle kİ, hiç bir arzû onları hükmü aitma alamaz ve binâenaleyh on­ lara galebe çalmak için, şabr ’a İhtiyaçları yok­ tur, Aksine insanda iki sevk-i tabi’î {bâ'iş) bir­ biri ile savaş hâllndedir: baz alma sevk-i tabi'* îsi ve din sevk-i tabiîsi. Birincisi şeytan ta­ rafından ve İkincisi ise, melekler tarafından tah­ rik edilir. Şa br, nefsânî sevk-i tabiînin aksine, dinî sevk-i tabi’îye sadâkati gösterir, Şa b r İki türlüdür : a. cismânî, zahmetli işleri icradaki faâl şabr veya darbelere ( felâketlere)



6



SABIR -



tahammül etmekteki âtıl sabrı bn Çeşit şabr Svülmcğe değer; b. mânevi mal. tabi'î arzulardan vazgeçme. Yerine göre, şabr mel bumn Hf f a, tabi al-nafs, şucaa, hilm, sa‘at al-şadr, kitmân ö/~sirr, zuhd ve konçla gibi, müterâdıfler ile ifâde edilmiştir. Mefhûmun bu ge­ niş teşmili, îmân husûsunda isticvâb edilmiş olan Peygamberin: — Jm â n sabırdır" — şek­ linde cevap verdiğini bize anlatmaktadır. Buçeşit sabır tamâmiyle medhe değer (mahmûd tamm). Sabırlarının kuvvetinin az veya çokluğuna göre, üç sınıf kimse tefrik edilir; a. kendilerin­ de sabrın devamlı bir bâl olduğu çok az sa­ yıda kimseler ( şiddîkün, mukarrabün ) ; b. kendilerinde hayvanı sevk-i tabi’îlerin hüküm sürdüğü kimseler; c. kendilerinde‘iki sevk-i tabi’î arasında dâimî bir mücâdele bulunan kim­ seler { mücâhidin ); belki Allah onlara tevec­ cüh edecektir. al-Cazzâli bize »fânilerden bî­ rinin üç türlü şö&ırım tefrik ettiğini söyleinektedir: nefsânî heveslerini terkcdenler ( fö'ibûn }; emr*i İlâhîye ( decretum dlvinum) baş eğenler ( zâhidün }; Alîahm kendilerine gönder­ diklerinden seyinç duyanlar ( şiddikün ). aî-ĞazzüUi, 6, bölümde mü’minin her türlü ahvâlde şabr ’a nasıl mû ,tac olduğunu göster­ mektedir ; a. sıhhat ve refahta; burada şabr ve şukr ’ün sıkı bir birleşmesi göze çarpar; b. geriatin emirlerini icrada, men’edilmiş şeylerden kendini korumakta, ister yakınımız tarafından, ister Allahm bir emri ile olsun, irâdemizin ak­ sine meydana gelen vakıalar esnasında. Şa br, sâdece iki sevk-i tabi’înın arasındaki mücâdelenin bir alâmeti olduğuna göre, te’ mîn ettiği şifâ dinî sevk-i tabiiyi kuvvetlendirebiten ve hayvânî sevk-i tabiîyi zayıflatabilen her şeyde mevcuttur. Hayvânî sevk*i tabi’î, ri­ yazet vasıtası ile, bu gevk-i tabi’îyî canlandıran her şeyden sakınarak, keza inziva ( 'a z la ) veya müsâade edilen şeyi { meselâ evlenmenin tatbiki) yapmakla zayıflar. Dinî şevk-i tabiinin takvi­ yesi, a. bize mucahada ’nin meyvalarını şiddet­ le isteten arzunun meselâ velîlerin ve Peygam­ berin hayatlarını okuma yolu ile tenbihi ile ; b. bu sevk-i tabi’îyi üstünlük şuûru zevk almakla bitecek şekilde gît-gide hasmına karşı mücâ­ deleye alıştırmak sûreti ile mümkün olur. B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredi­ lenlerden başka, krş. bir de Dict. o f the Techn. Terms, i, 823 v.d.; M. Asin Palacİos, La mysiiyae d ’ al-Gazzali (M el. F. O. Bey~ routh, VII, 75 v. dd.}; R, Hartmann, al-fCıi'* schairîs DarsteUung des Şûfîtum s { Türk. Bibi., Berlin, 1914, XVIII, fih rist); L. Massigno», aUHallaf mariyr mysiiçue de Vİslam Paris, 1922 ), fihrist; ayn. mil., Essai sur les



SÂBI. origines. . . de la mystique mtısulmane { Paris, 1922), fihrist. (A , J. W en sin ck .) S A B IR . ŞA B İR VEYA Ş A ER , s a r t*s a b 1 r, zambakgiller gurubuna dâhil bir A frika sarı­ sabır çeşidinin yapraklarından elde edilen ku­ rutulmuş hulâsa. Dioskurides "te de bahsi ge­ çen, arap tıbbmda çok ehemmiyet verilen, acı ve kuvvetli bir m ü s h i l i l â c ı . Bugün SokaÇrâ sarı-sabırı bu maddenin en iyi cinsi ola­ rak kabûl edilir, al-Dimaşki nebâtm iyi bir tasvirini veriyor ( Nahbat aUdahr, nşr, Mehren, s. 8 1}. Reçine istihsâli için bk. al-Nuvayrİ ve lügatler (bk. Lane, Lexicon, II, 1645}. B i b l i y o g r a f y a : O. Warburg, Die Pflanzenzoelt, 111, 448; I. Löw, Die Flora der Jtıden, II, 148 v.dd.; Abü Manşür ah Mu­ vaffak, Kiiâb al-abniya 661, 69 i v.b .; A . Braunmühl, Vor­ ye ve hey’ete dâir değerli eserler yazmak, felse­ lesungen über Geschickte der Trigonometrie fe tahsil etmek ve tabiplik yapmak ile meşgûî (1900), s. 46, 58, 8 1 ; L. E, Dickson, H istory olmuştur. 67 yaşında olduğu hâlde, 18 şubat •; o f the Theory o f Numbers ( 29x9 ), I, 5, 36; ' 0 1 ’ de Bagdad’ da ölmüştür. •* F. Woepcke, Notice sur une theorie ajoutie



SÂ Bİt par Thâbit d l *arithmeiigue speculative des Crecs ( J A , *852, XX, 420—429 }; L. Nis, Das fü n fte Buch der Conica des Apoîlonim von P erg a, (Leipzig, 1889); P. Duhem, Les origines de la staiiçue ( 1905 }, 1, 79—92; Dreyer, Ptanetary Systems (190 6), s. 276; E. Wiedemann, Über die Hebelgeseize bei den Mtıslimen ( Arch. /. G. d. Nw, 1909, I» 3 1 1 )î C. Prüfer ve M. Meyerhof, Die angebliche Augenheilkunde des Thâbit, Centralblatt /. Angenkeilkun.de ( 19 n , XXXV, 4 ve 3 8 ) ; E. Wİedemann, Die Şeh rift iiber den Qaras­ tan (Bibi, M a t h 1912, XII, 2 1—39}; Duhem, Systeme du Monde (1914), 1 1 , 1 1 7 v.dd., 238 — 246; H, Suter, Über die Ausmessung der Parabel von Thâbit { S B P M S , Erlangen, 3£9i 8,X L V İn ,6s— 86); F. Buchner, Die Şehri f i über den Qarasfnün { SBPM S, Erlangen, 1921, LII, 1 4 1 —188 ); E. Wiedemann ve J. Frank, Über die Konsiruktion der Schattenlinlen a u f korizontalen Sonnenuhren von Thâbit ben Qurra ( K gl. Danske Vid. Selskab, 1922, I V ) ; Tabii îbn Q u rra's arabiseke Ubersetzung der ’Açtojirıtıîirı 'Eloa.ymytı des Nikomachos von Gerusa ( nşr. W. K u tsch ), Beyrut, 1959; A. Mieli, La science arabe ( Leide», 1934), s. 82, 86; A, Björnbo, Thâbits Werk über den Transversalensatz (Erlangen, 1924); G. Schoy, Graeco-arabische Studien (h is, 1926, VIII, 35—4 0 ); C. Schoy, Die irigonometrisehen Lehren d e s , . . al-Bîrünî (Hannover, 1927 ), a. 74 v.dd. ( J. RUSKA.) Ş A B ÎT . [ Bk. SÂBİT.] S A B İ Y A . ( Bk. s e b ’ İYE.) Ş A B R . [ Bk. s a b ir .) S A B T . [ Bk, SEBT.3 S A B T A . [ Bk, SEBTE.] S A B T Î. [B k. SEBTl] S A B U !. [ Bk, sebû .] S A B U N . ŞÂBUN, s a b u n , germ. saipo, lat. sapo ve oafttbv 'dan gelen yabancı bir keli­ me olarak, şarka da g-çmİştir, PaulyAVİssowa ’ya göre ( Reall. d. ktass. Altert., 2. seri, II1, stn. 1 1 1 2) , eskiçağda bizim sabunu bilinmiyor id i; Plinius ’ta sapo bir saç boyası malzemesi ( rutilandis capillis ) ve aynı zamanda tıbbî merhem mânasına geliyordu; temizlenmek için, bâzan güzel kokuların karıştırıldığı bâzı killi topraklar kullanılırdı; fakat şüphesiz sabunun orta çağ boyunca, diğer köpüren temizlik mal­ zemesinin yanında kullanılmağa başlanmasına, vücudun ve çamaşırların temizlenmesinden başka, tıpta haricen çeşitli şekilde kullanılışı­ na da rastlanılır, imâli hususunda Laue ( Lexicon, IV, 1649) 'deki ifâdeler bunun çok yeni olduğu te’sirîni uyandırıyor. Kalıp hâlinde olmayıp, pişmiş nişasta kivâmında görünen



SÂBÜ&.



İS



„Magrib sabunu", umûmiyetle arap-sabımtı di» ye bilinir. B i b l i y o g r a f y a : îbn al-Baytar ( frns. tre. Lecîerc), II, 359 ; Abu ManşSr Muvaffak, Kitâb al-abniya 'an hakâ'ik al-adviya (nşr, Selİgmann ), s. 166 (tre. Abduî-Chalig Acbundovv ), Halle, 1893, s. 228. ( J. R uSKA.) S A B U N . [ Bk. sa bu n .] S Â B Ü R . SÂ B Ü R B. A r d a şir ( ? — 1026), A b Ü Na ş r , Buveybîlerden Bahâ ’al-Davla ’nm [ b. bk,] v e z î r î . Sâbür 380 (990/991) yılında vezir tâyin edildi İse de, uzun müddet vazife­ sinde kalmadı ve ertesi yıl azledildi. Fakat 382 (992/993 ) ’de tekrar bu mevkie getirildi. Ba­ hâ’ al-Davla, aym devirde Abü Manşür b. Şali» hân ’ı da vezir tayin etti ve her ikisi Büveyhîlerin vezirlik vazifesini birlikte îfâ etmeğe başladılar. Fakat, bir müddet sonra, deylemlî kuvvetler Sâbür ’a karşı memndniyetsİzliklerini izhâr etmeğe başladılar; evi yağma edildi ve kendisi de gizlenmeğe roeebûr oldu (38 3= 9 9 3/ 994). Refiki îbn Şâlihân tek başına vezirliği yürütmek niyetinde olmadığı için, bu me'mûriyeti Abu ’l-Çâsim ‘A li b. Ahmed deruhde et­ t i; fakat deylemliler sükûnet bulur-bulmaz, Sâbür tekrar döndü. Baha’ al-Davla 386 ( 996/ 997) ’da onu tekrar vezir tâyin etti. Bu defa sâdece iki ay vazifesinde kald ı; sonra al-Batiha ’ya geldi ise de, onun bu faaliyeti inkıtaa uğramadı; zîra 390 (999/1000) tarihinden iti­ baren onu Bagdad’da tekrar Bahâ* al-Davla ’nin veziri olarak bulmaktayız. Müteakip sene­ nin muharreminde ( kânûn 1. looo ) ücretli türk askerleri ayaklandılar ve sefere çıkmadan Ön­ ce maaşlarının verilmesini talep ettiler. S â ­ bür kaçmak zorunda kaldı. Türkler ile halk arasında çarpışmalar vuku buldu; bu çarpış­ malarda sünnîler türkler yanında yer aldılar ve karışıklıklar ancak büyük bir kan dökül­ mesinden sonra teskin edilebildi. Kaçışından sonra, Sâbür Bahâ' al-Dâvla ’ye bir mektup yazdı ve bu hâdiselerin kabahatini Abu ’l-Rasan b. Yahya adında bîr alevinin ve onun ar­ kadaşlarının üzerine attı ve bundan sonra Şîr a z ’a Bahâ’ al-D avla’nin yanma gitti ve on­ dan, bu şahısları tevkif etmek için, müsâade istedi. Fakat bu planı tatbik etmek için Vâsi£ ’a geldiği vakit, kandırıldı ve fikrinden vaz­ geçti. Bu arada Abu ’İ-Hasan Bahâ’ al-Davla ile barışmış idi ve 392 cemâziyelevvei başın­ da ( 1002 mart sonu ) Sâbür Bagdad ’a geldiği vakit mesele halledilmiş idi; Sâbür aym ay içinde şehri terketÜ ve yemden al-Batiha ’ya çekildi. 416 ( 1025/1026 )’da öldü. Vezirliğinin İlk zamanlarında (381 = 991/992 veya diğer rivayetlere göre, 383=993/994 ) 10.000 cildden fazla kitabı otan büyük bir kütüphane te’sis



it



SÂBÛR — SÂGÎLER,



etmiş idi. Bu kütüphane Tuğra! Bey ’ in Bagdâd ’a girişi esnasındaki savaşlar sırasında yanmıştır. 9 B i b l i y o g r a f y a : îbn al«Agir, al-Kâm il ( nşr, Tornberg), IX, 54 v.d., 64, 67 v.d., 71, 90, 115 , 1 1 9 , 2 4 6 ; The Historical Remctins o f H ilâl al-Sâbi ( nşr. Am edroz), bk, fihrist. (K . V. ZSTTERSTİEN.) S A B U R . [ Bk. SÂBÛR VE ŞÂPÛR.] S A B Y A , Ş A B Y A cenubî A rabistan ’ da b i r ş e h i r olup, ‘A s ir 'de, V ad i B iş a ’ nin merkez­ lerinden bîridir ve burada yetiştirilen bir mer­ kep cinsi üe meşkûrdur. Şabyg ( Niebuhr Ma Sab bea), turkier tarafından ’A sir ’in fethin­ den sonra, 1871 Me aym isimdeki bölgenin idare merkezi yapıldı ve sonra müstakil, babadan oğula intikal eden 'A sir emirliğinin merkezi olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : al-Hamdani, Cazîrat al-A ra b ( nşr. D. H. M üller), Leiden, 1884—1891, s. $4, 73, 3 1 7 ; Yâkût, Mıı'cam ( nşr. Wüstenfeld ), III, 367 ; V, 23 ; Marâşid al-iffilöt (nşr. T. G. J. Ju ynboll), Leiden, 1853, H, 146; K. Ritter, D ie Erdkunde von Asien {Berlin, 1846), VIII/I, s. 992; C. Niebuhr, Beschreibung von Arabien ( Kopenhagen, 177*'» s. 229ı *68, 293; F. Stuhlmann, Der K a m p f um Arabien zmschen der Türkei und England { Hamburgische Forschtmgen, 1916, I,__88), { A dolf G rohmann .) S A B Y A . [_Bk. sa b y A,] S A B Z A V A R . £ Bk. se bzv â r .] S A B Z V A R . [ Bk. se b z v â r .] S A C . S A C , t i k veya h i n d m e ş e a ğ ac i, Teciona grandis, mine çiçeği ailesine dâhil „Deylem kalkanı gibi" geniş, mızrak şeklinde sivri uçlan bulunan sert bir a ğ a ç. Onun asıl yaygın olduğu yerler H indistan’ın kurak kısımları, Burma, Siyam, Cava, arap kaynak­ larına göre de, şarkî A frika Mır, S ert ve ko­ yu renkli kerestesi deniz suyu te ’sirlerine. kar­ şı diğer kerestelerden daha ziyâde mukavim ol­ duğu için, Öteden beri en mükemmel gemi inşâ mâlzem&sİ olarak kullanılır, Haşerâttan da hiç müteessir olmaz. Esâs sevk limanlan Basra ve Mısır îdi. îbn al-Baytar ( tre. Lecîerc, lî, 233 ) toz hâline getirilmiş tahtasının ve meyvala* rtndan elde edilen bir yağın tababette kulla­ nılışından bahseder. B i b l i y o g r a f y a : O, Warburg, Die Pflanzentueltf IU, 166 y,d, (l evha); al-Mas*üdi { Paris tab.), III, 12, 56. ( j. RuSKA.) S A C \ [ Bk. SECİ.] S A C A H . [fik . Sec â h .] S A C A V A N D Î. [ Bk. se c â v en d î .] S A C C A D A . [B k , s e c c Ade .] S A C D A . [ Bk. Sec d e .]



S  C ÎL E R . S  C Î, admı s ü l â l e y i te’sis eden Abu ’l-Sae Man alan bir â i 1 e olup, III. ( IX.) asrın sonundan IV. ( X.) asrın başına kadar, ismen Abbasîtere tâbî olan A z e r b a yc a n M a h ü k ü m s ü r m ü ş t ü r . Bu âİİeyc mensÛp bulunan beş hükümdar şunlardır:



1. A bu *l -Sâc Dîvdâd b. Y ûsuf Dîvdest, aslen Uşrusana ’li olan bu türk kumandanı ha­ lîfe al-Mutavakkil ’in hizmetine girmiş ve 242 (856) yılında hacc yolunun idaresi ile vazife­ lendir ilmîştir ; 252 {866 ) Me Bagdad ’a dönün­ ce, Savâd Ma Mühammed b. ‘A bd Allah b. TShir için vergi toplamağa me’mûr edilmiştir. Bundan sonra, al-Mu'tazz zamanında, 254 (868) ’ te Haleb ve fpnnasrin ve 261 (874/875) yı­ lında da al-Ahvâz valisi olmuştur; bu vazi­ fede iken, Zancîeri hâkimiyeti altına almak is­ temiş ise de, damadı 'A bd aî-Rahman mağlûp edilmiş ve al-Ahvâz eyâleti Zan elerin eline geçmiştir. Şaffarilerden Ya'küb b. a!-Lays ta­ rafını tutan Abu ’l-Sac, Ya'kÜb'un 263 ( 875/ 876) yılında vezir al-Muvaffalç tarafından mağ­ lûp edilmesi üzerine, bütün mülkünü kaybet­ miştir, Bunun üzer ne kendisi Bagdad ’a geri çağırılmış ve dönüşünde 266 ( 879/880) Ma Cund a y -S ib ü r’da vefat etmiştir. D îvdâd farsçada „dev verm iş" ve divdest wdev elli" mânasına gelir. Bâzı yazmalarda te­ sadüf edilen dâvdâd ve dâvdest şekilleri bu kelimelerin eski telaffuzları ( devdâd ve devdest ) üe ilgilidir, 2. A bö 'U bayd Mühammed A fşîn , Y a'küb’un oğlu olup, 266(880) yılında, Zanclerİn mümes­ sili olan Abu ’l-Muğira ‘İsa b. Mühammed alMahzümi ’nin elinden Mekke 'yi alm ıştır; üç yıl sonra Cidde üzerine yürüyerek, al-Mahzumi ’ nin altm ve silâh yüklü iki gemisini ele geçirmiş­ tir. Kendisi Anbâr, T a rik al-Furât ve Rahba ’nin valisi olmuştur. Ahmed b. Tolun [ b. bk.] ’un 270(883/884) yılında ölümü üzerine, Abü ’ Ubayd îshâk b. Kendacik ile birlikte, Suriye 'yi ele geçirmek İstemiş ve bu teşebbüsünde halîfenin ordusu tarafından desteklenmiştir Şayzar yakınında mısırlılar mağlûp edilmişlerse de, ^Değirmenler { tav ahin ) muharebesinde" pusuya düşürülerek, hezîmete uğratılmıştır. Mu* hammed, müttefiki olan îshâk b. Kendaci^ iLe bozuşunca, Humgravayh’ e karşı harekete geçti ve Fırat yakınında eski müttefikini hezîmete uğratarak, Musul ’u aldı, 274 ( 888 ) yılında mı­ sırlılar üe arası açıldı ve muharrem 27$ ( mayıs-hazîraa 888 ) te Şam yakınlarında muhare­ beyi kaybetti ve Humus, Haleb ve Rakka ’yı elinden çıkararak, T e k r İt’e çekildi; sonra tek­ rar hücuma geçip, Musul ei varında kendisini takip eden îshâk b. Kendacik ’ı hezîmete uğ­ rattı.



&ÂCILER - SÂD. 376(889/890) yılında al-Muvaffak kendisini 70 v. dd., 130 v. dd., 145 i İbn al-A şir, alAzerbaycan’a vali tâyin etti. Çok geçmeden, Kâm il (nşr. Tornberg), VII, 55, 100, 190, cAbd Allah b. Haşan al-Hamazâni ’nin elinden 200, 279, 295, 328, 3 5 * i VIII, 7 3 - 7 6 , 105 v. Marâğa’yı aldı (280—893) ve Bagratîlerden dd., 124—12 8 ; F. Justı, Iranisches NamenErmeniye hükümdarı Sempad ’a bir tac ve di­ buch (Marburg, 1895), 8* 85> 25 3 » Weil, ğer hediyelerin götürülmesine, halîfe tarafın­ Cesch. der Chalifen, II, 491 ; Defremery, Medan, me’mûr edildi. 284 (897) yılında al-Mu'moire sur la fam ille des Sadjides ( J A , 4* tazid’a karşı ayaklanma teşebbüsü kısa bir s e ri; 1847, tX, 409—446; 1847, X, 396—436). ( C l . H u a rt .) zamanda onun tâbiiyeti ile sona erdi ve bun­ S Â D . ŞAD , a r a p a l f a b e s i n i n 14. h a r­ dan dolayı durumunda bir değişiklik hu­ sule gelmedi. Sempad’m elinden önce K ars’ı f i olup, sayı değeri 9 0 ’dır ( bk. mad. EBCED], aldı ve sonra onun merkezi olan Dvin [b, Ş a d *tn bugünkü basit şeklinin, harfin (aynı bk.]’i ele geçirdi. Bundan sonra aralarında zamanda iptidâi samı şeklîne de oldukça ya­ bir anlaşma yapıldı. Mühammed Berda'a ’da kın ) nabatî şeklinden nasıl çıktığı hakkında bk. mad. ARABİSTAN, Ar a f YAZISI, levha I. Ş a d vebadan vefat etmiştir (rebiülevvel 288 = eski devirden beri ve hattâ bugün sadâstz, di­ mart 9 0 ı). 3. YÛSUF, Mühammed A fşin ’İn kardeşidir.lin damağa teması ve sürtünmesi (M einhof’a Yeğeni Mühammed’in oğlu D İvd âd ’ı halîfenin göre, «sıkışık" olarak) ile çıkarılan bîr ünsüz­ sarayına gitmeğe mecbûr e tti; sonra Sempad dür. Sesin telaffuzunda dilin Ön kısmında uzun­ ile iyi münâsebetler kurarak, onunla müttefik luğuna bir kanal teşekkül eder. Bu husûsiyet­ oldu. Daha sonra Kakig Ardzrünİ tarafını tu­ ler daha Sıbavayhi tarafından müşahede ve tarak, muhtelif kaleleri ele geçirdi. Kendisine tavsif edilmiştir. Avrupa dillerindeki sesler teslim olan Sempad ’ı öldürttü. Sâmânîlerden arasında buna en yakını ilhak ( dilin damağa Naşr b. Ahmed ’in naibi olan Mühammed b. kapanması; Meinhof’a gor e, aynı zamanda «sı­ 'A li Suluk’ün elinden Rey, Kazvin, Zencan ve kışık" ) ile telaffuz edilen frns. son kelimesin­ Ebher şehirlerini alıp, 305 (917/9*8) yılın­ deki s ’dir. Bu sesin ş ’dan z ’ya { ve mütea­ da kendisine karşı gönderilen halîfe ordusunu kiben 2 ' ye) geçişi Sibavayhi tarafından yalnız mağlûp etti. Buna rağmen, Rey şehrini teslim d ’den Önce bulunuşu hâlinde müşahede edil­ etmeğe mecbûr oldu. 307 (9*9) yılında Mu’- miştir (m sl maşdar yerine mazdar). Bugün nîs ’i hezîmete uğratarak, Zencan ’a kaçmağa bu Hâl diğer sürekli ünsüzler Önünde de hâsıl zorlamış ise de, Mu’ nls kendisini Erdebü Önün­ olmaktadır (msl. Mısır ar. zuğayyart B« Eastw’ck ( Hertfort, 1852 ); j. T. Platts (London, 18 7 3); E. H. Whtnfield ( London, 1880); Edvvm Ârnold t London ve Nevv-York, 1899); R. H. Hyatt ( London, 1907 ); C. Hampton (Lon­ don, 1913 ); İtalyanca trc.; Gh. De Vîncentus (Napoli, 1873, kısmen); J. Pizzİ ( Lanc'ano, 1917 ). felemenkçe trc. i j. V. Diusberg (Amster* dam, 16 54); W. Bildendijk,,( Rotterdam, 1828 ); lehçeye trc.: Biberstein-Kazimirskİ (Paris, 18 76 ); Otv.inowski ( Varşova, 1879) ve meehûi biri tarafından 1882 ’de rusçaya tercüme edil­ miştir. Bu arada bir çok kimseler tarafından yapılan kısmî tercümeleri vardır ( bk. H. Masse, s. XXIV—XXXII)* Sa'di V n bu eseri bîr çok kim­ seler tarafından taklit edilmiştir. Bu tarzda ya­ zılmış olan eserler şunlardır: Mu'İn a!*Din alCuvayni, (ölm. 735S=I334', Nigâristön, Câmİ (ölm. 892 = 1487), BoAürisfün, SS’ili (ölm .9 2 2 = 13 18 ) ,Ravzat al-afabâb; Kemâl Paşa-zâde (ölm, 940—1.534), Ahmed Şirâzi Vakar, Ancuman-i Dâniş (1857}, Mavîânâ Macd, Ravz at-huld, Molla Tarzı, Madan al-cavâhir ( 10 2 5 = 16 16 ) , Muhammed Ş arif Kâşif, Hazân a bahar ( 10 6 3 = .1653 Kaâni, Parişân, Hargopal, JMunşi, Sunbulistan ( Grundriss d. Ph., 11, 296 v.d.). fiisutün ’un tertip ettiği külliyâtta bundan sonra Sa'd i'nin manzum eserleri gelmekte ve bunla­ rın başında da Büstân veya Sa dİ-nâma bulun­ maktadır. Abü Bakr b. Sa'd b. Zengi adına 655 (125? )*te yazdığı ve bizzat müellifi tarafın­ dan bir ad verilmediği, bâzan müstensıhler veya okuyanlar tarafından Sa di-nâma, bâzan da Gülistan adı île olan ilgisine bakılarak, bu eserin Bastan diye kaydedildiği anlaşılmakta­ dır {Bü&tân-i Sa'di, nşr. M. ‘A li Furügi, mu­ kaddime ), Ancak eser şarkta ve garpta daha çok Büstân adı ile tanınmaktadır. Şah-nâma vezninde {mutakörib : yazılmış olan eser, mâhi­ yeti itibârı ile, daha çok ahlâkî ve terbiyevî bir gaye .ile kaleme alınmış bulunan Kâbüsnâma ’ye benzemektedir \Rypka. îranische Literatar.geschichie, Le'pzig, 1959,8, 243 }. Ada­ let, ihsan, aşk ve mestlik, tevâzû, rızâ, kanâat, $erbiye^ ş :ıkür,,tövbe ve, münâcât gibi mevzû 1prj içine alan 19 bâbdan ibâyçt olap Büstün



39



’da, fikir ve nasihatlerin kuruluğu, kısa ve. gü­ zel fıkra ve hikâyeler ile giderilmiştir. İfâde her bakımdan sağlam olupv zamanında bâzı eserlerde rastlanan mübâlegah ve anlaşılmaz teşbih, istiare ve hayâller görülmez. Fikirler ve nükteler kolay ve güzel bir şekilde ifâde edilmiştir. Bu bakımdan bu eserde, Gülistan ’da olduğu gibi, sahl-i mumtani sayılacak İfâde­ lere sı|k-sık tesâdüf edilir. Bâblar arasında ir­ tibat sağlanmağa çalışılmıştır. (A ltaf Husayn Hâli, ffayât-i Sa'di, trc. Naşr Allah Sürüş, Tah­ ran, 131& h.ş , s. 61 v. dd.). Büstün da, Gülistan gibi, asırlarca İslâm âleminde büyük rağbet gör­ müş, medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, bir çok şerh ve tercümeleri yapılmıştır, 'Abd aî-Raşül (.1072 = 1662 >, 'Abd al-Vâ’iz al-Hânavi, Şayh Kadir 'A li tarafından farsça şerhleri ya­ pılmıştır. Ayrıca meşhur şâir Kasım Anvâr da eserden, Hulâşa-i Büstân adı ile, bir müntahabât vücûda getirmiştir. Yakın zamana kadar Anadolu ’da okunan Büstün muhtelif kimseler tarafından şerh ve tercüme edilmiştir. Hâlen bilinen ilk türkçe tercümesi kırşehirii şeyh Mas'üd b. 'Osman tarafından, ihtisar edilerek, Farkang-nâma-i Sa'di ( nşr. Kilisli M. Rifat İstanbul, 2342) adı İle, 755 ( i3 $ 4 ) ’ te yapıl­ mıştır, Bundan sonra Şehrî Mehmed Çelebî (Fâtih d evri), Surüri (ölm. 9 6 9= 1561 \ Ş em ’î ölm. 10 0 0 = 159 1 ), Südi (10 0 5 = 15 9 6 ) ve Ha­ vaî Bursavî ( ölm. 1608 ) tarafından şerhedilmîş olup, bu şerhler içinde en İtimâda şâyâm Südi ’ye âît olanıdır. Son olarak Kilisli R ifat ( İs­ tanbul, 1942 ) ve Hikmet İl*Aydın ( Ankara, *947 ; tarafından yapılmış iki tercümesi vardır. Eserin Avrupa dillerine tercümelerinden almancaya K. H. Graf (1850 ), fransızcaya B. de Meynard (Paris, 1870) ve İngilizceye H. W. Clarke ( London» 1879 ) tarafından tercüme edilmiştir. (Masse, s. XXII). S a d i ’nin külliyâtında Büs­ tân Man sonra yer alan farsça ye arapça kasi­ deleri, bir hükümdarın veya devlet ricalinin medhinden ziyâde onları dâima insan'ığa, âdil olmağa davet eden bir nevî nasihat-nâme mâ­ hiyetini taşır. Üslûp bakımından, diğer eser­ lerinde olduğu gibi, mutedildir, muğ'ak bir ifâde de kullanılmamıştır. Bu arada kasîde mâhiyetinde gazelleri de vardır {M avâ'ii-i Sa'di, nşr. M. 'A lt Furügi, mukaddime ). Kaldı ki, kasideler arasında şekil bakımtndaı. buna . benzeyen ve fakat muhteva bakımından ayrı olan şiirleri de bu bölümde yer almaktadır ( bk. msî. M. ;A li Furügi, s. 9—13 v.b.j. Hak­ larında kaside yazılmış bulunan hükümdar, devlet ricali ve ileri gelenler şunlardır: atabey j Muhammed, Sa‘d b, Abi Bakr, ’ A lâ’ al-Din | ‘ A ta Malik Cuvaynî, Şams al-D:n Muhammed ! Çııyaynij atabey Mu2affar al-Din Şelçukşaf}



•40



SA’Dİ



A b ıj bî'nt Sa'd, Kazı* Rukn al-Din, Şams al'Din Husayn Alakani, amir Ankİyânü, emîr Sayf al-Dia Muhammedi ve Terken Hatun. Hak­ larında mersiye yazdığı vak’alar ve şahıslar şuhlardır: Sa'd b, Abi Bakr, Abü Bakr b. Sa'd 'Zengi, emîr Fahr al-Din Abu Bakr, ‘ îzz al;Din Ahmed b. Yûsuf, 'Abbasi devlerinin ze­ vali ve al-Musta'şim. Bisutûn ’uıı tertibine gö­ re, kasidelerden sonra, Mulamma&t gelmekte­ dir. Mulammrfâi iki dilden ( arapça ve farsça) ve üç dilden ( arapça, farsça ve türkçe } teşekkül etmektedir. Bunu müteakip, sırası ile, 20 bendden müteşekkil tarci'ât ve hayatının üç devrine (gençtik, olgunluk ve ihtiyarlık) göre, tertip edilmiş Tayyibât, badâyt, havStim, ğazaliyâi-i kadim iİe döıt kısımdan ibaret ve 4 di­ vân teşkil eden gazeller gelmektedir. Sa'di şiirde bilhassa gazelleri üe şöhret bulmuştur. Filhakika gazeli bugünkü müstakil edebî şe­ kil hâline getiren o olmuştur.:'Kendisinden önce yazılmış gazeller, kasidenin bir parçası olan nesîb kısmına benzer. Onun gazellerinde­ k i hususiyetler şu suretle hulâsa edilebilir 5 bil­ hassa’ tegannî edilmeğe uygun düşecek vezinler seçilmiş, duygular, tasannu a kaçmadan, rahatça ifâde edilmiştir; tasvirleri canlıda. Dört kısım özere tertip edilen bu gazeller Hindistan’da, Multan hükümdarına gönderilmiş ve bu hüküm­ dar nezdinde bulunan meşhur şâir Husrav Dih‘lavi ( öîm. ^25 = 1325 }’ nin teveccühüne mazhar olmuş, o da Sa'di ’nin gazellerinde takip ettiği sıraya uyarak, şiirlerini, ömrünün devirlerine göre, dört1 divân hâlinde tertip etmiş ve Sa'di ’nin şiirlerindeki üslûbu ve ifâde tarzını benim­ semiştir ( Aİtâf Husayn, aym esr., s. 96—102 ). S a 'd i’nin müteferrik şiirlerinden (rubâ'lyat ve ''m ukaffa'ât) ibaret olan Sahibi ya ise, ismini Şâkib divân Şams al-Dîn Cuvaynı ’den almak ■ tadır. Muhtevası daha çok nasihat, güzellik ve aşka dayanmaktadır. Bundan başka müstakil 'olarak kıt’alârı, rubaileri ve müfredlerînde daha çok aşk hislerini ifâde etmektedir; Bunlarda "da zekâsının kuvvetini müşahede etmek müm­ kündür. Islâm âleminin büyük medreselerinden 'biri sayılan Bagdad’dakİ Nizamiye medresesin­ d e elde ettiği bilgileri, seyahatleri sırasında uğradığı muhtelif merkezlerdeki bilginler ile sohbeti, tecrübe ve görgüleri sayesinde arttır­ mak fırsatını bulan Sa'di hiç bir zaman öğren­ diği bilgi dallarından birinde veya bir kaçında derinleşmeği düşünmemiştir. O bu suretle’ elde ettiği bilgiler ile görgü ve tecrübesinin mah­ sûlü olan mâlzemeyi edebî eserlerinde kullan­ mıştır. Bu bakımdan eserleri, geniş bir muhay­ yileni» mahsûlü olmaktan ziyâde mevcut mal­ zemeyi* ustaca işleyen, kuvvetli bir zekânın mahsûlü sayılabilir. Filhakika onun eserlerinde.



bu malzeme ve fikirler ölçülü-biçili ve insanı sıkmayacak tarzda edebî sah’atlara baş-vurul­ mak sureti ile işlenir, Sa'di, îran ’da gazeli müs­ tâkil bir edebî şekil hâline getirmesi yanında, taklit edilemez yeni bîr nesir üslûbunun da mûcîdi sayılır. Hattâ şöhretini dahv^ziyâde belki de bu sahadaki muvaffakiyetine borçludur. O zamanında, biri n’sbeten sâde sayılan, biri res­ mî muhâberâtta 'kullanılan ve uçüncüsu de iamâmiyle müseccâ olan nesir tarzları bulmuş i:di. Kendisi bu üç nesir üslûbundan sonuncusunu ■ tercih etmekle beraber, bu türlü nesirde görü­ len ve çok defa can sıkan muvâzene v.b. gibi, bîr çok edebî san’atlara nesrinde daha az yer vererek, bunların yerine istişhad kabilinden şerhler nakletmiş ve çağdaşlarına nazaran arapça ilâve ve şiirlere daha az rağbet etmiş, âyet ve hadîslerden daha az nakiller yapmıştır. Nesrinde mânanın şekle feda edilmesi gibi,’ bir kusura da rastlanmaz, Sardî, şiir âan’a tında da, ıran edebiyatında yüksek bir yer İşgal eder. Gazellerinde şiir san’atı mükemmeliyeti yanında, sık-sık güzel teşbih ve hayâllere rastlanır. Şiirlerinde, az da olsa, Fird avsi’ nin, Asadi T ü si ’nin, Saha’ i ve Anvari, Zahir Faryâbi gibi, eski şâirlerin'te’siri görülür. Ancak bu sâhada da bir taklitçi olmaktan ziyâde başkalarından almış olduğu bâzı mâzmÛnları kendininki ile birleştirerek, yep-yeni bir hüviyet ile karşımıza çıkar. Büst ân ve Gülistan *da aynı beyitlerin tek­ rarına oldukça çok rastlanır. Anlattığı fıkrala­ rın çoğu'kulaktan duymadır. A yrıca şiir veya hikâyelerinde darb-ı mesellerden de faydalanmış­ tır. Sa'di, yalnız şarkta değil, garpta da umû­ mî bir şöhrete mazhar oldu ( Masse, s. 264 v. dd.). İmparatorlukların sukutuna şâbid olan, dünyama" fâniliğini, zamanın geçişini ve kaderi değiştirmek için girişilen cehİd ve gayretin faydasızltğım derînden hisseden S a'd i; yüksek zevklerde karar kılmış ve şiir ile san’at aş­ kına dâima sâdık kalmıştır, B i b l i y o g r a f y a ; Makalede zikr e di­ lenlerden başka, bk. Heari Masse, £s$m sur le poete ^oadı ( Paris, 1919); eA. HayyampSr, FarhangA sahanvarân ( Tebriz, 1340), s. 269 t, Sa'di hak kındaki eski ve yeni hemen-hemen bütün kaynaklar zikredilmiştir },



Fihrist-i maliâlât-i fârisi ba küfiş-i trac A fşa r t Tahran, 1340; Sa'di ve eserlerine dâir îran ‘da yazılan makaleler), I, bk. fih­ rist. Yâd-düşthâ-yi Kazvini ( nşr. İrac A f­ ş a r ), Tahran, 1339 i V, 104 v. dd. * Fransa ’da yapılan tetkikler için bk. Mohsen Şaha, Bibliographie Française de l 'Iran ( Tahran, 1951 )ı bk. fihrist; bununla birlikte diğer Avrupa tetkikleri için bk. j. Pearson, /n-



SADÎ -



SADÎLER.



miyetsiz maddî yardımlar bd sonuncusunun mevkiini sağlamlaştırdı. O da, bundan fayda­ S A D Î ^ Î . ŞADİKİ, bîr a l t ı n s i k k e n i n lanarak, şimalî Süs üzerindeki hâkimiyetini ge­ a d ı olup, bu isim Mysore sultanı Tipü ( 119 7— nişletti ve 150 9 ’da Sa’ d iler hanedanıma‘ kuru­ 12 13 = 1782—1799 ) tarafından verilmiştir. Sikke cusu ve ilk hükümdarı oldu, BÖylece XV. asrın ki pagoda kıymetinde ve I06 Habbe (6.86 gr.) başlarında kurulup, bugüne kadar devam eden ağırhğmdadtr. Bu isim Abu Bakr ’İn mârûf kün­ bu devlete sonradan- Fas sultanlığı dendiği yesi ile ilgili bulunmaktadır [ krş, mad. ŞEd DÎk ]. gibi, bu devletin 1858 yılına kadar payitahtı Sultan Tipü İsimleri Halîfe veya İmamlara göre olan Merâkeş şehrinin adından bozarak, avrupalılar bu memlekete Mar oc v. b. derler. seçmeyi âdet edinmiş idi. ( j. ALLAN.) Ş A D İK İ. ( Bk. SADÎKl] Burada kendilerinden ' bahsetmekte olduğu­ S A ’ D İL E R . BANİ S A ’ D, şimalî A fr ik a ’da muz Bani Sa’ d cedlerinî Haşan b. 'A li Tâlib •F a s ş e r i f l e r i s ü l â l e s i olup, 1544 yılın­ ’ e kadar çıkarır Bundan dolayı, onlar ş a rif da Fas ’ta Vattâsilerin yerine geçmiştir. unvanım alır ve hanedana umumiyetle al-Şu~ XV. asrın sonlarından itibaren poıtekizlilerra fa al-H asani ya denilir. Bunların cedlerinîn ve İspanyolların şimalî A frika ve1Ispanya Maki ‘ A li b. A b i Tâlib Men geldiğine dâir rivayet doğ­ İslâm ülkelerine karşı harekete geçmeleri ber- ru olmayıp, Peygamberin süt annesi Hal ima ’nin berîlerin vearaplaruı Hissiyatlarına dokundu ve mensup olduğu Bani Sa'd kabilesinden oldukla­ dînî şahsiyetler, şerîf ve Murâbıtlar [ b. bk.] idâ­ rını iddia edenler de vardır. Bu hanedan al-şurarisinde, bu harekete şiddetle karşı koydular. fâ ' at-sa*di ya tâbirini hiç bir vakit resmen kul­ : Kabilelere göte teşkilâtlanmış veya bir çok lanmamış ise de, tarihe geçmiş olduğundan, bu küçük tabî emirliklere bölünmüş, aralarında ad ile anılmaktadır. ; dinî bağdan başka hiç bir birleştirici unsur Bu hânedanın kurucusu Abu ’ Abd Allah bulunmayan, ekseriya biribİrlerİ ile çarpışan Muhammed halk arasında nufâz ve itibârım topluluklardan müteşekkil bir memlekette kud­ kuvvetlendirdikten sonra, büyük A b u ’ l-'Abbâs retsiz hükümdarlar hiristiyan müstevlilerin Ahmed âl-A Y ac’İ kendisine veli a hd tâyiiı etti. idaresine girmeğe mecbûr olmuşlardır. Yalnız Bu sırada Haha ve al-ŞaySşima şeyhleri gele­ 'İslâmiyet! tanıyan ve onun adına hareket eden rek, Portekizlilerin zulmünden şikâyetle yardım fakat devlet idaresinden bihaber olan murâ- İstediler. O küçük oğlu Abü :574 ) Muhammed Şayh al-Ma’ mün (16 0 5)



Muhammed al-Zeğûda ai-Valid -(16 35)



‘Abd Allah



‘Aljd al-Malik



r ‘ Abd al-Malik 1*6 30 )



Ahmed al*‘Abbâs dân deryası Uiuç Ali Paşa d® aralarında ; ve bu savaş esnasında Portekiz kıralı Don tanışıklık olduğundan, kendisini o da destek­ Sebastian, müttefiki Muhammed al-Mutavakkil ledi. Osmanlılarm Cezayir beyîer-beyi Rama­ ve Mülây Muîük öldü. Bunun üzerine, eski zan Paşa ’ya ferman yazılıp, yeğeninden ‘ Abd saltanat müddeîsi Abu V A b b a s Ahmed alal-M aiik’e bir mikdar arazi yelilerek, araları­ Manşür bl İlâh al-Zababi [ dğm. 1549 ‘da Fas nın bulunması emredildi. Muhammed al-Muta­ *ta], türklerin desteği ile 158 8 ’de Fas hüküm­ vakkil bu husûstakİ fermana itaat etmedi. Ra­ darı ilân edildi. Bu meşhur muharebenin 2afer mazan Paşa, 20.000 kişilik bir kuvvet İle ‘Abd haberini alan Osmanlı sultanı Murad İÜ. bir el­ al-Malik ’i yanma alıp, onun üzerine yürüdü, çiyi, bâzı hediyeler ile, Abıi İ- ‘ Abbâs Ahmed ’ e .Muhammed al-Mutavakkil de 30 000 .kişilik bir gönderdi ] ; A h m e d a 1-M a n ş û r türkler ile ordu, toplamış idî. Miknâsa civarında yapılan sulhu devam e ttird i; zayıflamış bulunmaları ve­ kanlı savaşta Muhammed al-Mutavakkil mağlup ya Avrupa ’da meşgul olmaları sebebi ile, porteolarak kaçtı. ‘Abd al-Malık 9 mart 1376 *da kizlüer ve ispanyollar onu bir müddet rahat Fas ’ta Bani Sa‘d tahtına oturtuldu. Abd al- bıraktılar. Bu müsait durumdan faydalanan Afı; Malik .1577 .yılı mayıs başlarında Sultan Murad med Sudan’ın fethine girişti. Bu teşebbüs Bani ’a, elçiler ile birlikte, 200.000 altın değerinde Sa'd hanedanının en şâyân-ı dikkat menkıbesi hediyeler gönderdi. î.uod Ahmed 1693 yılında, vebadan Öldü. Onun ‘ Abd al-Maük gerek Osmanlı devletine bağ­ ölümünden sonra üç oğlu taht kavgasına lılık ve hürmetinden, gerek İstanbul ’da kal­ giriştiler : a 1-M a’ m 5 n lekabı ile anılan ve Phidığı müddet esnasında türk saray hayatının lîpp III. tarafından desteklenen M u h a m m e d Üzerinde yaptığı derin te’şir sebebi ile, Magrİb f a l - Ş a y h ; ik'ncisİ türkler tarafından-destekle­ nen ve Fas ’ ta sultan ilân edilmiş olan Zidan id î; kaidelerini terkedip, bütün giyiniş v, b. husus larını Osmanlı tarzına uydurdu} hattâ cuma üçüncüsü de al- Vâşik bi Ulah lekabı ile anılan gün’ erı ve bayramlarda alay ile namaza çıkmağa ABU FÂSİS olup, kendisini Merâkeş ’te hüküm­ başladı. R a sa il ıSa'd/jya "de Osmanlı sultanları dar İlân etmiş idi. Abü Fâris türklere iltica edip, ile Sa'd şerifleri arasındaki münâsebetlere dâir j sonra cenûptan F a s ’ı ele geçirmeğe çalışan Zİmufassal malûmat bulunmaktadır ]. Fakat por j dân *1 mağlûp etmeğe muvaffak oldu ; fakat Fas teki zillerden yardım alan Muhammed al-Muta- j halkı 1604 ’ te suttan ilân edilen âl-MajmÜn ’a ta­ . vakkil ona hücum etti. Vâd Mahâzîn’de çok | bî olmağı tercih etti. Abü Fâris ’in öl-Ma’mün mühim .b îr karşılaşma (aç kıral harbi oldu ’un oğlu’ Abd Allah tarafından pldürüîmçsi İîç,



44



SA'DÎLER - SA’DİYE.



sıüddeîlerden biri ortadan kalktı. Fakat ha* 5. Abü Marvân 'A bd al-Malîk i. b. Mu­ jjatta kalan iki kardeş arasındaki mücâdele hammed al-Mahdi ( 1576). cksilmeyip, aynı şiddette devam etti, Zidân üç 6. Abu ’l-'A bbis Ahmed al-Manşür aî-Zaha bİ b. Muhammed al-Mahdi (1578 ). defa^ahta geçti ve indirildi. Abu 'A bd AUâh Muhammed ai-Şayh Sa'dilerin iktidara gelişlerini kendilerine borç­ a!-Ma’ mün b. Ahmed al-Manşür (1603 ). la olduklar» dinî şahsiyetler nufûz mıntaka’ aunAbu ’l-Fâris 'Abd AUâh Abu ’l-Vâşik: da şahsî kudretlerini sağlamlaştır malarına İm­ b. Abmed al-Manşür (1603 )• kân veren bu vaziyeti faydalı buluyorlardı. On­ Abu *1-Ma'âli Zidân aî-Nâşir b. Ahmed ların ,bu tutumu sultanları kendilerine karşı al-Mahfür { îûo3k harekete geçmeğe zorladı. 1610 yılında Larache 8. 'A bd AUâh II. b. Muhammed ai-Şayh şehrinin al-Ma'mün tarafından ispanyollara terki umûmî isyanın başlıca sebebini teşkil al-Ma'mün { 16 13). 9. Abu Marvân ‘Abd al-Malik b. Muhammed etti. Sonra denizde hıristîyanlara karşı girişi­ ak Şayb al-Ma‘ mün (16 23). len korsanlık harekâtı Tetuan ve Sala ’ya kadar jo . Abü Marvân ‘Abd al-Malik H. b. Z i­ uzandı. A b u M a h a l l i adlı bir sergüzeştçi Tâfiîâlt Vadi Dra'a ve Merâkeş şehirlerini dân (16 27}. • 11. Abü Yazid al-Valid b. Zidân 1635). ele geçirdi. 16 13 ’te öldürüldüğü zaman, hetnenıs . Muhammed at-Şayh aî-Şâni Aşgâr b, hemen bütün Fas ’a hâkim olmak üzere idi. Şimâî-i garbide Sala şehri ve civan al-Ayâşî Zidân ( 1636}. 13, Abü l-:Abbâs Ahmed b. Muhammed aladında bir din adamına tâbî: idi. Bütün bu karışıklıklar arasında Sultan Zidân, Şayh II. al-Aşğâr b. Zidân t J&54). Bu sonuncunun 165$ veya 16 58 'de öldürül­ 1637 senesinde ölümüne kadar, iktidarda kaldı. ‘ABD AL-Ma LİK, AL-V a LİD ye Muhammed Şayb mesi ile, Bani Sa'd hanedanı sona erdi. B i b l i y o g r a f y a : A. Cour, V eiabal*Aşğar adlarında üç oğlu 9 yıldan fazla bir lissement des dynosties des C herifs au Mazaman türklerin, hıristiyarifarın ve dînî şah­ roc ( Paris, 1904), s. IV v.dd. ’nda bahs­ siyetlerin oyuncağı oldu. Bunlar bu sırada edilmiş olan kaynaklar; ayn. mİ!., La D ybir muhalefet ile karşılaşmadan hüküm sürü­ nastie marocaine des Beni Waitâs ( Çonsyorlardı ; ‘A li Bü Dumayya adında biri Sûs ’un tantine, 1920), s. 1 13 — 234. E. Levi-Prohâkimi idi; Tâfüâlt türklerinin adamı olan vençal, Les kistoriens des Chorfa ( Paris, Muhammed'b. İsm â'il’e itaat ediyordu. Tatla 1922 ), bilhassa s. 87—140 ı Bani Sa'd hane­ ve Fas bölgesinde Dilâ zaviyesi murâbıtları danının tarihçileri h akkında;; E. Fagnan, Garb ve Habat ’ı kendi bölgelerine dâhi! etmiş Extraits inedits relatifs au Mağreb \ Ceza­ idi. Muhammed Ş ayh a l -A şğ a r 1636 ’da Me­ râkeş 'te hükümdar ilân edildi. Fakat o yalnız f yir, 1924 bilhassa Cannâbi ’nin vekayînâ» kendi şehri ile iktifa elti. Sultanın ölümünden ! meşinden alman parça İçin bk. s. 28$— 354 ve sonra bir nevî saray nazırlığı vazifesini gören j Bani Sa‘d hanedanı hakkında müellifi mechûl Karrüm al-Kacc iktidarı ele geçirdi; Sultan Mu- i vekayînâme için bk. s. 360—457 > Abd Allah hammed al-Şayb ’m oğlu ve halefi olan A hmeD | Gennün; R a sa il Sa'diya t Tetuan, 1954 ),: bil­ AL-'A b b Âs T hapsettirdi ve Şonra 1654 ’te onu | hassa s. 18 —35, 68—73, 87—92, 96— ıo ıf 142— 145, 157— îöo, 163, 183—189, 195—1H98Î Öldürttü. T âfilâit ’tan gelen alevî şeriflerinin Abu ’l-'Abbâs Ahmed b. Hâlid al-Naşiri alşimalî Fas ’a yerleşmeleri ile; aş.*yk. 100 sene i hüküm süren Bani Sa'd sülâlesi Abmed ile j Salâvi, Kitâb al-istiksâ li-ahbâr duval alson buldu. j Mağrib al-Akşâ (D ar al-bayzâ, 1955 )» V — VI, fihrist; Muneccim-başı Ahmed, Ş a h a if Bani Sa'd hânedân:n:n iktidara geç’ş sırala-j n ve tarihleri: i al-ahbâr (İstanbul, 1285 İH, 257 — 264 ; Halil 1, Abu 'Abd AUâh Muhammed Kâ'im bı*amr } Edhem { Eîdem ], Diivel-i islâmiye ( İstanbul, 1927 •, s. 66 v.dd. { A. C our .) Allah b. ‘ Abd al-Rahman b. ‘Ati i tahta çıkışı i [Bu madde N eş ’ ETÇAĞATAY tarafından tâ­ K ,0 9 )• I Abu’l-'Abbâs Ahmed âî A'rae (1524 kar­ dil ve ikmâl edilmiştir]. S A D ÎY A . [ Bk. ş a ’ d îy e .] deşi ile birlikte). S A ’D tY E . S A 'D ÎY A veya Ci&ÂViYA* adı­ 2. < Abu :Abd AUâh Muhammed al-Mahdi 1539 ’ dan itibâıen yalnız başına büküm nı kurucusu Sa'd al-Din al-Cibâvi, yâni ,Ciba, ( Havran ile Şam arasında) ’lıdan alan bîr ; a r î. sürmüştür. 3. Abu Muhammed 'Abd Allah al-Gâiib b. k a t. Sa'd al-Dİn al-Cibâvi *nin Ölüm tarihî için 700 ve 736 (13 0 0 /13 0 1 ve I 33S /U 36 ) ya­ Muhammed al-Mahdi 1557). 4, Abu ‘Abd AUâh al-^ütavakkil b. 'Abd ları verilmektedir . hakkında pek az malûmata sâh'bî?, Hulaşat al-asar, I. 34 'e göre, babası A'tiâb al-Gâîib ,1574 ),



Şayh Yî'n :s al-Şayban1 olup, gençliğinde Hav­ ran 'da, eşkıya başma geçmek sureti ile, ona İsyan etti; fakat babasının duaları neticesinde, kendisi dİ h'dâyete ulaştıran bir keşfe nail oldu. Depont ve Coppolani tarafından müracaat edi­ len kaynaklara göre, sıkı bir riyazette bulundu ve Mekke de dâhi), muhtelif mukaddes mahal­ leri zîyâret e tti; sonra Suriye ’ye döndü ve Şam 'da kendi adını taşıyan ve fakat Cunayd, Sari Sakati ve Ma'rüf al-Karhi ’den geçen bir silsile ile Peygamberin soyundan ‘mandara ka­ dar çıkan bir tarikat kurdu. Müellifi 1092 1 16 8 1) 'da vefat etmiş olan Hulaşat al-aşar ’de Bani Sa'd al-Din zühd ve takvası ile tanınmış bir Şam sûfîİer topluluğu i fâ'ifa) olarak görünmektedir; bunlar cuma namazından sonra Emevîler camiinde bir âyin İcra ediyorlardı ve kendilerinin de Kubaybât mahallesinde bir zaviyeleri var idi ki, tarikat kurucusunun soyundan gelenler KubaybâtL nisbes:nt buradan almışlardır (I, 33 ve II, 208), lbn Sa'd al-Din diye tanınmış {ayrı. esr.f IV, 160) ve bu iâîfen'n 98b (1578/1579) yılında şeyhi, olan Muhammed’in hâl tercümesi, tari­ katın sâdece onunla başladığı kanâatini uyan­ dırmaktadır; zira bu hâl tercümesi onun, ha­ yâtına bîr tacir olarak başladığını ve mucize kabilinden M ekke'de hidâyete ulaştığını nakl­ etmektedir. Kardeşlerinden biri kendisine- ka­ tılmış İdi ve bunlar idâri vazifeleri kendi arala­ rında taksim ediyorlardı; fakat hemen dâhili ihtilâflar bsş-gösterdi ve Muhammed tarikat yolu ile elde ettiği büyük servet sayesinde, bu tarikat mensuplar mm tt-k reisi ve Şam 'ın en nufûzlu şahsiyeti oldu. Muhammed loao 'de Öldü ve yerine oğlu Sa'd al-Din ’i halef bıraktı. Bu rivayette Bani Sa'd al-Din deliliğin teda­ visinde mütehassıs olarak gösterilmiştir. „Bir kâğıt parçası üzerine rast-gele bâzı çizgiler çt zerler ve hasta bununla, yâni içinde bu kâğıt parçasının ıslandığı suyu içerek, iyi olur. Bu suyu içmeden Önce, her çeşit müskirattan sa­ kınması lâzımdn ; ilâcı içtikten sonra, h= staaın, cemâatten birinin yazdığı muskayı dâima üze­ rinde taşıması lâzımdn Suyu içilmek Üzere ya­ zılan kâğıdın satır taunda ki kelimeler ile muskantn üzerine yazılanlar besmele 'deki kelime erin aynıdn". Sonra tarikat Mısır ve Türkiye de yayıldı: Depont. ve Coppolani. İstanbul ve eivârmda bun!arın tekkelerinin uzun bir listesin’ vermek tedir.



Bunla* Sa'd iya yi riîâiyenîn bir kolu say­ maktadırlar; fakat j . P. Br üwq ’ın müracaat ettiği kaynaklat on'arın kendilerine has bir taııkatîeri olduğunu v» tatta bundan tk:tıcİ bir şube- vücûda getirdiklerini ifâde ı der, J, P,



Brown (s, 5Ö)Jm da naklettiğine göre, bu-tari­ kat mensûpları on iki terkiİ külah giyer, sarım­ tırak bir sarık sarar ve yaya dolaşırlar ve saç­ larını da uzatırlar. Başlarına giydikleri kü­ lahın tülbenti uç köşe, ucu sivri, ali/-, dilimli­ dir (s. 214.). Kendilerinin yılanlar üzerinde hu­ sûsî bir te'slrleri olduğu söylenir. Lane zama­ nında tarikat Mısır 'da geniş bir şekilde temsil edilmekte idi ve m avtid’e takaddüm eden gün­ de dösa denilen âyini icra ederlerdi. Bu âyin esnasında, tarikat şeyhi yüzü-koyun yere uzan­ mış olan dervişlerin sırtına binerdi. Bundan bunlardan hiç birinin her hangi bir sûrette ıztırap duyduğu düşünülemiyordu. Bu âyin hidiv Tavfik tarafından msn’edildi. Dösa ’dan sonra mutâd olarak bir toplantı yapılıyordu; burada bâzı dervişler canlı yılanlar yiyorlardı; L an e’e göre, bu yılanların zehirli iğneleri daha' önce çıkartılmış veya bunlar sokamaz hâle getirilmiş bulunuyordu. Yılanın sâdece başım ve takriben dervişin baş-parmağı İle sıktığı noktaya kadar olan iki parmaklık kısmını yerlerdi. Lane 'in ikinci ziyâreti esnasında-bu âdet, böyle bîr gı­ danın şer’an mübâh olmadığı sebebini ileri sü­ ren tarikat şeyhî : tarafından, men'edilmîş idi. Dösa *yı, Allaha hayy ve Yâ da*im ■ denilerek yapılan bir zikr takip etmekte idi, Dösa çok eski devir suf tterinin, bîr çok nok­ talarda tabi’î kanûnlara tabî olmadığı sanılan sûfî riyazetlerine benzemektedir. Mısırlı tarih­ çiler buna telmihte bulunmuşa benzemiyorlar. Yalnız al-Cabarti müntesîplerini tâkatîerinden daha fazlasına tahammüle mecbur etmeyen balvetiye [ b. bk.] tarîkatini tavsiye ettiği vak t, kendisinde böyle bir fikir var idi (aş. bk.'. Da­ ta ’nm ne zaman ve nereden alındığını söyle­ mek bugün için mümkün değildir. Denildiğine göre, bu tarikat mensuplarmtıı bir san'at hâli­ ne getirdikleri yılanları teshir âdeti, Mısır ’da taıîkat kurucusuna atfedilmiş ve onun hidâ­ yete ermesine bağlı efsâneler ite izah edilmiştir. Tasavvufa dâtr eser yazan müellİîler bu tarîkate az dikkat etmişlerdir. Bu tarîkatten iyi bir şekilde Camı al-uşüDde bahsedilmiş ise de, akîdesî veya erkânına dâir en küçük bir işaret yoktur. Ne aî-Şa'rânİ ‘»in, Tabaküt ’mda, ne de 650 {1252 1253 'de ölen Sa'd ai-Dİn Hatnavi ‘nin tarikatın kurucusu olduğuna temas eden alCâmİ ’ııin Nafah.ât al-uns ünde bu-tarikat bahis mevzuu ed’lm'ştir. Bunun başlangıçta tıbbî-sihrî bir gayeye sahip olduğu ve inkişâfı sırasında bir tarikat hâline geldiği tahmin edilebilir. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Muhibbi, Halâşat al-aşar (Kahire, 1284 ); Depont ve Cop­ polani, Cortfriries religieuses musulmanes t Cezayir, 1897); E. W. Lane, lYanners and Customs o f the modern EgypUans \ London,



Ş Â ’DİYE — SAD R- ed -DİN. 18 7 1 ) ; J. P. Brown, The Dervishes ( London, 1886). ( D. S. Ma r Go lî ÖUTH.) S A D R . ŞA D R ( a .), g ö ğ ü s , aynı zamanda mecazî mânada çeşitli hislerin bulunduğu yer ; bundan başka b i r ş e y i n e n ö n veya en u s t k ı s m ı (bir mızrağın, bir vâdînîn, bir toplantı mahallinin' v.b.) ve nibâyet- ( şadr alkavm terkibinde) r e i s ve k a m a n d a n . K e­ lime bu mânalarda çeşitli unvan ve has isim­ lerde görülmektedir kİ, en mühimleri müteakip maddelerde verilmektedir, Ş A D R A 'ZA M * [B k . sadrâzam .] S A D R Â Z A M . ŞADR-A*ZAM ( a ., T.; S ad r - i ÂZAM sadrâzam yerine ), Osmanh imparatorlu­ ğunda » d e v l e t r i c â l i n i n e n b ü y ü ğ ü ­ n ü n " u n v a n ı olup, divânda [ b. bk.] baş-ve* zir veya birinci vezir için kullanılırdı. Kanûnî Süleyman ’dan itibaren vezîr-İ âzam [ b. bk.] için sadr-ı âzam, sadr-ı âlî, sadâret-penâh daha sık kullanılmağa başladı ve sadr-ı âzam unvanı yerleşti. Ahmed III. devrinde »kubbe vezirlerinin" lâğvlndan beri Sadrâzamların tâ­ yini bir nizâma tâbî olmayıp, sultasın arzusuna göre yapılıyordu. Sadrazamlığa seçilen kimse sultanın mührü bulunan bir yüzüğü alır ve dâima üzerinde saklardı. Sâhib mükr olmak sıfatı ile, o sivil ve askerî husûsta hükümdarın mutlak vekili { vekîl-i mutlak) idi ve kılıç ehli ( ehl-i s e y f ) ile ve kalem ehlinin ( eht-i kalem } bütün tâyinlerini inha ederdi. Ulemâ, sadrâzam gibi, bizzat sultan tarafından tâyin edilmiş olan şeyhülislâma [ b. bk.] tâbî İdi, Sadrâzam dîvâna [ b. bk.] riyaset eder, ay­ lık toplantılar yapar, haftada iki defa bellibaşlı me'mûrları kabul eder, muayyen vakitler­ de teftişler yapar (kol g e z e r ) ve yangınlarda yardıma koşardı. Sadrâzamın 8 muhafız ağası {ş â iir), 12 eyerli at (yedek), 13 çift kürekçisi bulunan yeşil tenteli bîr saltanet kayığı var İdî. Halk arasında göründüğü vakit çavuşlar alkış tutarlardı; Onun istediği vakit sultanın yanma girme imtiyazı var idi. Harp hâlinde sadrâzam baş-kumandan—serdâr-i ek rem { eîham) tâyin edilebilir ve Peygam­ berin sancağını ( $ancak-ı ş e r if, b. b k .) birlikte götürürdü. Payitahtta yerine bir kaymakam (kâ im malçâm, b. bk.) bırakırdı. Sadrâzam/M ısır hidivt gibi, şahsına bağlı, samı1, 1âli ve aşa f i lekapları hâriç; devlet lû, fehâmetlû veya haşmetlâ resmî unvanlarını kul­ lanmak hakkına sâhîp idi. Aynı şekilde kapudan-paşa ■ da Mahmud II. İslahatından ön cekivrİ ucu kesik ehram biçi­ minde; yaldızlı, eğri bîr şerit ile süslenmiş bir kavuk ( Iculavi, k a llâ v i) taşırdı. Bu vazifeye {sadâret-i uzmâ 'İ kübrâ ]) sahip olan kimse îdişah tarafından her an değiştirilebilirdi.



Azledilmiş olan sadrâzam hemen mührü teslim eder ve hayâtı bağışlanırsa, sürgüne gönderi­ lirdi. İrsî olmamak üzere, sadrazamlık, bir müd­ det Köprülü Şilesinde devam etmiştir. ikinci meşrûtiyetten ( 1908 ) sonra sadrâzam millet meclisi önünde mes’ ul id i; padişah sadr­ âzam İle şeyhülislâmı tâyin etmeğe devâm edi­ yordu, Sadrâzam diğer çalışma arkadaşlarım seçiyordu. Sadrâzam unvanı 1 teşrin II. 1922 ’de saltanatın ilgâsı ile birlikte kalktı. Son sadr­ âzam Tevfik Paşa, 1922 teşrin II. ayının I, günü saltanatın kaldırılması hakkında kanunun tat­ bikî netîcesinde, bu vazifeden ayrılmıştır. Tür­ kiye cumhuriyetinde hükümet reisine baş-vekil denilir. Mahmud II. 1838 ’de bu unvâîıı daha önce bir aralık sadrâzam unvâm yerine kullan­ mağı denemiştir (bk. Lutfî, Tarih, V , *15).' B i b l i y o g r a f y a ' . J. v. Hammer, Des osm. Reiches Staatsverfassung . ,, ( Wien, 18 15 ), II; ayn, mü., Histoire de l "’Empire Ottoman (Paris, 1 8 3 $ — 1 843) ; Mouradgea d ’Ohsson, Tabi. gen. de l ’Emp, Ott. (18 24), VII; Heidborn, Drait public. . . de VEmp. Ott. (Wien, 1908 ve müteâkip y ılla r); Abmed Râsim, Ösmûn/z tarihi (İstanbul, 1326 ve mü­ teâkip yıllar); Ayn A lî risâlesi; Âsaf-nâm e-i vezîr Lut f î Paşa ( nşr. Tschudi, Tiirk. Bibi. 1910, X II) ; Osmanh imparatorluğu sâl-nâmeleri. ( J . DENY.) Ş A D R A L - D İ N . [ Bk. SADR-ED-DİN.] S A D R - ed -DIN. ŞA D R a l -D i N Muham Me D B. İBRÂHÎM (? — 16 4 0 ); lekabı molla Şadrâ, Safevîler sülâlesi zamanında I r a n k e l â m â l i m i v e f e y l e s û f u olup, bir Fars vali­ sinin oğlu idi ‘v e lekabım üstün liyâkatinden, dolayı almış idi; bugün de ona akând ( »üstad" ) denilmektedir. Ş îra z ’da doğdu; uzun zaman Kumm dağlarında münzevî bir hayat geçirdi; İran ’da seyahatler yaptı ve İsfahan’da Sayyid Abu ’ I-Kâsîm Findîriski ’nin işareti üzerine, şeyh Bahâ’ i [ bk. mâd.  M İLİ ] ile emir Muhammed Bakir Dâmad ’ın talebesi oldu. Fars valisi Allah-Ver di-Han Ş ira z ’ da yaptırtmış ol­ duğu medresenin inşâsı tamamlanınca, o za­ man Kumm 'da bulunan Şadrâ ’ nm vatanına geri gelmesini istedi ve onu bu müesseseye müderris tâyin etti. Molla Şadrâ Ibn S in a ’ nın tâlimlerini ihya e tti; muctakid ’lerin tâkip ve tazyiklerinden kurtulmak için, kitmân tatbik ederek, akidesini kasden muğlak ifâdeler içiö; de gizledi. Muhöİn Fâ’iz, 'Abd al-Razzâk, kadı Sayyid Kummi onun taîebe'eridir. Yedi defa hacc için Mekke 'ye gitmiş ve yedinci seferin­ den dönüşünde, Basra 'da logo ( 1 640) ’âe Ölmuştur. Çök velûd bir muharrir olan molla Şadrâ, ekserisi KuAaıi ’m muhtelif sûrelerini tefsir-



SÂD^-ed-DİN -



SA’D-ÖL-FÎZR,



4?



'l&mJ..m lerden. ibaret olun 20 etİd kadar eser, mevsuk, hâdisedir. Şüphesiz, bu keçilerin vasm, yâni sahih hadisler hakkında bîr risale, Allahın kabilenin damgasını taşıdığı farzediliyordu. adâfeti ve birliği hakkında 50 risale, akide* Bunun tazammun ettiği esâs fikir bu kabilenin nin karanlık noktalan hakkında, Çumm dağ­ kollarının şarkî Arabistan ’uı her tarafına ya­ larında, kaleme' alınmış olan 44 eser, Rızâ Ku-- yılmış bulunmasıdır. Tamım kabilesi nesep h-Han tarafından zikredilen dört seyahat kitabı âlimlerinin tasavvur edemeyecekleri kadar çok yazmıştır. Britisb Museum ’da şeriat âlimleri­ eski devirlerde zikredilmiştir. Bunların nesepleri ne karşı bir tenkit ve dervişlerin müdâfaası olan hakkmdaki malûmat, diğer kabilelere dâir bil­ T a n bar muctahidin ile a/-Varidat al-kalbiya gilere nisbetle, daha çok hayât mahsûlleri ile („kalb ilhamlai'i") adlı eserleri bulunmaktadır. karışıktır ve bunların tek fâidesi, islâmdan bir B i b i i y o g r a f y at Rizâ Kuli-Hân, R av- az Önce ve bir az sonra .hangi boyların birizai al-şafâ-i N aşiri (Tahran, 1274), V 1ÎI birlerİni akraba kabul ettiklerini göstermele­ (şa’ıife numarası konulmamıştır, sondan bîr ridir, Şair âl-Ahtaİ onların gtniş ölçüde dağıevvelki sahife, burada eserlerinden bazıları bşına İmâda bulunarak: — „Her vadide Sa'dsayılm ıştır}; Ch.iRieu, Catalogue Pers. Mss, ‘ ler vardır"— der. Nesep âlimleri tarafından B rit. Mas, ( London, 1 38 ı ), II, 829°, nr. IX — zikredilen çok sayıdaki t â l i k o l l a r arasında X (Rızâ T a b rİz i’nin Zînat al-tavârih’i ile yalnız oğulları Ka'b ve al-Hâris 'ten gelenlerin 'Abd al-Karim al-Şahâvari’ yi zikrederler, kendilerini ası! Sa'dlerden sayabildikleri görü­ yazm., var. 554 ); de Gobineau;R eligions et lür. Hâlbuki diğer oğullarından, 'Abd Şams, CiiPhilosophies dans l ’Asie Centrale3 (Paris, şam, *Avf, 'Uvâfa ve Mâlik ’ten gelen nesiller ab1900), s. 80 v.dd.; G A L , II, 41 $ ;S u p p l., 11, n d diye adlandırılırlar. Bunların soyları hakkın­ 588 v.d. (CL. HUART.) ; da şüphe var id î; bunlar Bahreyn ’e yerleşmiş­ S A ’D-ÖL-FÎZR. SA 'D AL-FİZR, T a m i m lerdi ve bu mıntaka îran hâkimiyetinde iken, k a b i l e s i n i n mühim b i r k o 1 u n u n a d 1. oraya yerleşen iranîıîar ile iyice karışmışlardı. Bu garip fiz r kelimesinin tatmin edici bir Bunlar, sayılan bakımından, belki en mühim izâhı yapılmamış, dil âlimi Abu Manşur al- arap kabilesini teşkil ediyorlardı. Bu sebeple Azhari bunu izah edebilen bir kimseye hiç islâmdan hemen bir az önce cereyan eden satesadüf etmediğini söylemiştir. Bâzı lügat âlim­ vaşlarda ve fetihlerde büyük ölçüde hizmet­ leri ona „bırden çok" ve bâzdan „keçiler" leri görüldü. İsîâmm ilk zamanlarında adı ge­ mânasını verirler; fakat biz bu kelimeyi „böl- çen bir çok şahsiyet Sa'd al-Fizr’in muhtelif mek, yarmak, parçalamak" mânasına gelen kollarına mensup idi. Hilâfet İçin yapılan mü­ f-z-r fiilînden iştikak ettiren Ibn Durayd ’in câdelede 'A li târafdarı oldular. Son Emevî izahını doğru kabul edebiliriz. Buna göre, fiz r halîfeleri zamanında Horasan ’da geçen karışık „b!r yarık" veya „bir parça" mânasına gelmiş hâdiselere büyük ölçüde iştirak ettiler. Bunla­ olacaktır. A rap nesep âlimleri bu kabilenin rın bir çoğunun İran ’da yerleşmiş oidu^u an­ müşterek ceddi olarak, Sa'd b, Zayd Manât b. laşılıyor. Sa'd a l-F iz r’in bir kısmı da şimâlî Tamim 'i gösterir ve bu ismi izah için, muhtelif A frik a'ya hicret etmiştir ki, İfriljiya Ağlabihikâyeler naklederler kİ, bunların hulâsası şu­ îeri emirleri Onların neslinden geldiklerin’ d u r: S a 'd ’in çok sayıda hayvanı var İdi; muh­ idd:a edeılerdi. Bu kabilenin tâiî kollan bura­ telif annelerden dünyâya gelmiş oğullarına bun­ da ayrıca zi kredi lifleyecek t ir ; sâdece nesep ları otlamağa götürmelerini emretti. Çocukları âlimlerinin muhtelif toplulukların hangi soydan bunu reddettiler. Bunun üzerine, o da Mâlik geldikleri husûsunda aynı fikirde olmadıkları b. Zayd Manât kabilesinden olan akrabaların, na ve bu adın, yerini daha şümullü olan Tamim develerini gelip almaları için, haber gönderdi. ’e terkederek, çok geçmeden, tarihten çekil­ Sâdece keçiler kalınca, oğullarına aynı emri diğine işaret edilmelidir, Sa'd al-Fİzr ’e ' ve tekrarladı, çocukları koy unları gütmeği redd­ yakın akraba boylara verilen ehemmiyet, bun­ ettiler. Bunun üzerine, Sa'd, tehevvüre kapıfa- ların klasik edebî arapçanm zeminini teşkil tak, her kabileden araplar çağırdı (veya farklı eden bir arapça ile konuşmalarından ve en bir rivayete göre, hayvanlarını 'Ukâ? panayırına eski di! âlimlerinin arapçanm sarf ve nahvinin götürdü) ve orada toplananlardan, her keâtn, kaidelerini, muhtemelen Tamım kabilesinin yağma olarak ( intahaha) bir tek keçi alma­ lehçesine dayanarak, tesis etm:ş olmalarından sına müsâade, fakat birden fazla { f i z r ) alma­ j ileri gelmektedir. Bu açıkça, onların büyük masını da tenbib etti. Böylece keçiler mem­ ölçüde yayılmış olmaları ve bu sayede lehçe­ leketin her tarafına dağılmış olur ki, söylenil­ lerinin Arabistan ’ın hemen bütün bölgelerin­ diğine göre, „ben bunu al-Fizr’in keçileri de anlaşılmasının neticesidir. 1 tekrar bir sürüde toplanıncaya kadar bu İşi) B i b l İ y o g r a f y a \ Bk. arapça lügat-, asla yapmayacağım" darb-ı meselinin menşei bu lerde mad. Fizr , İbn Durayd, Kitâb al-iştikalş.



S â ’D-Öl -FİZR — SA FED , (nşr. Wüstenfeld), s. 150 v. d d .; A. A . Bevan, da ve Taberiye gölünün şimalinde, ai-Dimaşki The N ak S iz o f Ja r ir andal-Farazdak ( Leİ- (b ird e C u in et)’ nm K an an adını verdiği ve den, 1905— 1912), tür. yer.; al-Kallçaşandi, Yakut ( IH, .399) ’a göre, Cibâl 'Âmİla denilen Nihâgat al-arab ( Bagdad}, s. 236; al-Nuvay- (Y a k u t’un verdiği bilgiler esasen doğru de­ ri, Nihâgat al-arab (Kahire, 1342), H, 344 ğildir; bk. aş. Gaudefroy-Demombynes, s. 23 \ v.d,; İbn'A bd Rabbihi, a l-îk d a l-farid ( Kahi­ deniz seviyesinden aş.-yk. $00 m. kadar yük­ re, 13x6), II, 42; Kitâb td-ağânî, tür, yer.; sek bîr dağın üzerinde kurulmuştur. Buraya Wüstenfeld, Genealogische Tabelletı, L ve fih­ yalnız haçlılar oldukça büyük bir ehemmiyet' rist, s. 396; ayrıca islâmın ilk zamanların­ vermişlerdir; zîra XIII. asırdan önce i iç bir daki Arabistan*! bahis mevzuu eden hemen arap coğrafyacısı onu zikret metni ştir. Bununla beraber Şafad II; asırdan beri mevcuttur; çün­ bütün eserler. . (F . KR£NKOW.) S A F A . AL-Ş A FÂ , Mekke ’de k- ü ç ü k b i r kü Şephat Kudüs Talmud (/?öş haş-Şânâ, 11, z; t e p e olup, adı karşısında yükselen ah Mar­ trc. Schwab, ■ Vİ, 75 ) ’unda görünmektedir; ya gibi, ■ «sert kaya" veya «kayalar" ( krş. büyük bir ihtimâl ile bu josephe ’te geçen Tabari, T afsir, süre II, 153) mânasına gelmek­ (Bellum Jud>, II, fasıl XX, §6 ) Eâcp île de, aynı tedir, yer olmalıdır. Eski arap İmlâsı ile Ş a fa t yahut Mü’ mlnlerin, al-Şafâ ve al-Marva arasındaki Ş ifa t bu faraziyeye uygun düşer. al-Kalkaşandi sa'y ’i, Hâcar ’in susamış - olan oğlu için bîr kelimenin iştikakına dâir mülâhazalarım ismin kaynak bulmak iimîdİ İle, bu iki tepe arasında bu iki arapça şekline bağlar. yedi defâ koştuğunu nakleden efsânenin ( bk. Şafad, haçlıların işgal etmiş oldukları sahil msl, aİ-Buhari, al-E n biya, bâb 9) dayandığı bölgelerini Şam emirlerine ve daha sonra yak’ anın hâtırası İçin ifâ ettikleri bilinmektedir. Eyyûbîlere karşı koruyabilmek için istihkâm­ al-Şafâ ve al-Marva ’ nin evvelce câhiiiye devrin­ lar inşâ ettikleri mahallerden biridir ki, bilhas­ de dinî yerler olduğu isbât edilmiştir. Bir çok sa Belvoİr ( “ Şafik Arnün) hisarı ile Akkâ ’mo rivayetlere göre, buralarda al-Şafâ üzerinde İsaf gerisini korumak için bir müdâfaa hattı teşkil ve al-Marva üzerinde Nâ’iîa adında taştan iki ediyordu. Bundan dolayı tarihi A k k â ’mn tari­ sanem var İdi k î,. ziyaretçiler sa'ı/’leri esna­ h i ile sıkı-sı kı ya bağlıdır,-1140 sıralarında taç-sında onlara dokunmağa çalışırlardı. Nisabürİ iılar tarafından inşâ edilen hisar , daha çok V n tefsirinde { Kurban% If, 153) bu sanem­ Templier şövalyelerine (al-D âvİya) ait olmuş, lerin menşe’ine dâir Ş â f i'i’nin tasvibine maz- 1 1 5 7 ’de Kudüs kıralı Balduin, BanySs şehrin­ har olan şu hikâye - bulunmaktadır: İsaf' ve den dönüşünde; Nür al-Din ’in kuvvetleri tara­ N alla Kabe'de kendilerini sefahate vermiş ve fından mağlup edildiği zaman buraya sığınmak bu sebeple, taş kesilm’ş iki insan idiler. Bu nıecbûriyetinde kalmış idî. Şalâh al-Din; haç­ iki. taş, her kese ders olsun diye, al-Şafâ ve al- lılara karşı H attin'de kazandığı büyük zaferden Marva tepeleri üzerine konulmuştur. Zamanla ( 1 1 8 7 ) sonra, Ş a fa d ’İ muhasara ettirdi; ertesi bu taştan şekillerin menşe’i unutulmuş ve on­ yıl muhasaranın idaresini bizzat ele alarak, 5 lara İlâhî bir mâhiyet verilmiştir. ■ Başka bir hafta sonra 14 şevval 584 ,(6 kânun I. 1188) rivayete göte, orada bakırdan heykeller var ’te kaleyi zaptetti. Salâh al-D İh’in hayâtım idi ( krş. C. Snouek. Hurgronje, Met MekkcCan- yazmış olan İbn Şaddâd hukümdaıln yorulmak sche Feest, s, 26). Bir üçüncü rivayete göre bilmez bir gayret İle muhasara işlerine iştirakini de, bu iki tepe üzerinde ikamet eden ve gece­ tafsilâtı ile tasvir eder. Ordugâh Sür 'a naklr leyin bağıran şeytanlar var idî (al-Tabari, edildi. Miislümanlar bu fethe büyük bir ehem­ T afsir ’e göre). miyet atfettiler; zîra şehir «kendi toprakları­ B i b l i y o g r a f y . a Yakut; Mıdcam nın ortasında" ( İbn al-Aş ir ) bulunuyordu. On­ ( nşr. Wüştenfeld) IIÎ, 397 ; juynboll, Hand- lar 12x9 -veya 12 20 ’ de, frenkîerin tekraı zapt­ buch des İslâmischen Gesetzes \Leiden—Letp- etmelerinden korkarak, kaleyi tamâmİyle yık­ zig, 1910 \ s. 136 v.d.,; Snouek Hurgronje, tılar. 12 4 0 ’ ta Şam sultam at-Şâlih İsmâ'ii an­ . Het Mekkaansche Feest ı Leiden, — 1880), s. laşma ile Şafad ’i ( aynı zamanda Şafilç Arnün 1 1 4; Verspr. Geschriften, I, 7b v.d.; Well~ ’u ) Templier şövalyelerine iade e tti; çünkü hansen, Reste arabisehen Heidentams2 { Ber- Mısır sultam olan yeğenine karşı frenkler ile İttifakın böylece .sağlamlaşacağını umuyordu. ün, 1897 ), s. 77( B. jOEL. ) 1244’ te hvarİzmlilerin çıkardığı iç karışıklık­ Ş A F A . [B k. s a f â .] lar Celîie bölgesine intikal ettikten sonra, S A F A D . [ Bk. SAFED,] Mısır sultam Baybars [ b. bk,] kaleye, karşı, bîr S A F A R . [ Bk. s a f e r .] sefer, yaptı ve n günlük bir mu âsaradan.son­ S A F A V Î . 1 Bk, s a f e v îl e r ] . S A F E D . ŞA FA D , yukarı Celîie (G alilâa) ra ( İbnaİ-A şir ), I266: ( 19 şaban 664=26 mayıs de, bîr ş e h i r olup, Akkâ ’nın $0 km. şarkın­ 1 12&6 ) ’da orayı zaptetti (Avrupa kaynakları bu



SAfü Ö. hâdiseyi bir kaç yıl daha sonra cereyan etmiş olarak gösterirler). Ordugâh mensupları, verilen söze riâyet edilmeksizin, tamamen öldürüldü. Baybars şehri tahkim e tti; orada bir cami yap­ tırdı. Müteakiben 1291 ’de Akkâ düştii. Mem­ luk! er zamanında Şafad mühim bir merkez ola­ rak kaldı ve o zaman Su riye’nîn idâri bakımdan aynlnüfş olduğu mamlaka veya niyâba ’lerdea birinin idare merkezi oldu. Şafad niyâbesi bü­ tün Celîle ’yi, Akkâ ile birlikte, içine alıyordu. Bizzat şehir naibin oturduğu yer olup, 696 { 1296 ) Ma burada doğmuş olan hâl tercümecisi Halil b, Aybeg ve Mehren (s. V i ; aş. bk.) ’e göre, başta, 1327 ’de burada ölmüş olan coğ­ rafyacı al-Dİmaşki olmak üzere, diğer muhte­ lif arap müelliflerinin taşıdıkları ai-Şafadi nisbesinin de gösterdiği gibi, bir kültür merkezî idî. Şafad mamlaka 'sinin baş-kadısı olan al-'Oşmâni de bu devirde yaşamıştır (ölm. 780=1378) kİ, yazmış olduğu Târik Ş a fa d bugün kayıp­ tır ( Brockelmann, G A L, 11, 91). Şafad aynı zamanda hahamlık ile alâkalı tetkikler için de mühim bir merkez idî. Sonra şehir yavaş-yavaş ehemmiyetini kayb­ etti. 1 5 1 6 ’da burası da, diğer Filistin şehirleri gibi, muhârebesîz, Osmanh pâdişâhı Selim 1. ’in tâbiiyetine geçtikten sonra, eski niyâba ’ler başlangıçta muhafaza edildi ise de, bilâhare XVII. asırda bütün Filistin Şam büyük paşalı­ ğına bağlandı. Şafad Akkâ İle Sûr 'un da dâ­ hil bulunduğu bîr sancak merkezî oldu ( Kâtib Ç eleb i). Bu devir boyunca Şafad, Celîle Meki topraklarını muhafaza bakımından burayı bir müdâfaa kalesi olarak kullanan dürzîlerln emîri Lübnan’ lt Fahr al-Din 'in sık-sık hâkimiyeti altına girdi. Bu sebeple 1633 *te Şafad yakının­ da vukua gelen bir muharebede bu emîrin oğlu.'AÎİ öldü. 1750 sıralarında şeyh Zahir zamanında Akkâ eski kudretini kazanınca, Şafad de tekrar sevküleeyşî ehemmiyetini elde etti. Zahir ’in ken­ disi safadli idi ve babası şeyh fOm ar al-Zaydânı orada emir Paşir ’in temsilcisi olarak bulunmuş idî, Zâhîr zamanında şehir bîr zelze­ lede Hemen-hemen tamâmiyle mahvoldu ( 1 ?59 )» A kkâ ’da j 1775 ’te Zahir ’in mirasına el koymuş olan Cezzâr Ahmed Paşa aynı zamanda Şafad ’i de İşgal etti ve Bonaparte, akîm kalan A k­ kâ muhasarasından evvel, Ş a fa d ’e hâkim oldu (1799) ve hırada idareyi Zahir ’in bîr oğluna tevdî etti. -Müteakiben şehirden intikam alan ■ Cezzâr Ahmed Paşa şehirde tahribat yaptı. Büyük tahribata sebep olan 1819 ve 1837 zelzeleleri XIX. asrın en mühim hâdiseleridir. 1880’de Türkiye'deki İdarî İslâhattan sonra Şafad Beyrut vilâyetinde Akkâ sancağına bağ­ lı bir kazâ merkezi oldu ; şehir bugün İsrail ’in İsIŞm AnıildopedUî



4$



şimalînde bir bölgeye de ismini vermiş bulun­ maktadır. Zamanla şehrin nüfusu büyük değişikliklere uğramıştır. XIV. asırda orta derecede bîr şe­ hir olan Şafad ( Abu ’l-Fidâ’ ); J 7S9 zelzelesin­ den sonra hemen-hemen metruk bîr köy hâline gelmiş idi { Volney). Son devirlere âit bilgiler ekseriya şehir nüfusu ile kazânmkinin ayırt edilememesinden ileri gelen büyük farklar gös­ terir. 1900 ’de şehrin nüfusu, takriben 1/3 ’î yahudi olmak üzere, 15.000 civarında idi. 1492 ’de ise, 10.000 kadar yahudi bulunuyordu. Ge­ çen asrm ortasına doğru yahudilerin sayısında hayli eksilme olduktan sonra, arkasından faslı, cezâyîrlİ ve iranb yahudilerin mühim bir akını vukua geldi ve nüfus 1880 ’den itibaren Siyo­ nist muhacirler ile arttı. Şafad aynı zamanda yahudilerin hacc yeridir. Kâtib Çelebî ( s. 568 ) ’ye göre, İsrail kabileleri geldiği sırada Şafad etrafında Zabulon kabilesi yerleşmiş bulunu­ yordu, Şehrin civarında bugün kalabalık dürzîler oturmaktadır ( Öppenbeim ’e göre, Şafad ve A kkâ topraklarında 15.000 kişi) ki, bunla­ rın Lübnan Man göçleri daha al-Dimaşki za­ manında başlamıştır. Bizatihi şehir üç tepe üzerinde kurulmuştur. Bu tepelerden şİmâldekinde yahudİler oturur­ lar. Müslümanlara âit kısımda oldukça büyük dört cami vardır. Tepelerin arasındaki vadi­ lerde ve Taberîye gölüne doğru inen sırtlarda şehrin, bol mıkdarda buğday, arpa, mısır, zey­ tin, tütün, pamuk ve her çeşit sebze yetiştiren tarlaları ve bahçeleri bulunmaktadır. Oradan göl istikametinde görünen muhteşem manzara meşhurdur. Daha yukarıda hisarın harabeleri dağın üzerinde yükselir ve aUKaVa yahut aU KuVa adını taşır. Haçlıların hisarından hemenhemen hîç bîr şey kalmamıştır. Daha sonraki tahkimat inşâatından, al-Dimaşki ’ye göre, şüp­ hesiz Baybars tarafından yaptırılmış olan bü­ yük, yuvarlak bîr kulenin temelleri hâlâ görü­ nür ( bununla beraber Conder ve Kitchener bunu Zahir 'in bir yapısı kabul ediyorlar). Hi­ sarın altında ve yakınında al-Dimaşki tarafın­ dan mufassalan tasvir edilmiş olan bir menbâ vardır. B i b l i y o g r a f y a : al-Dimaşki, Mıhbat aUdakr ( nşr, Mehren ), Fetersburg, 1866; Abu ’I-Fidâ’, Takvim al-buldân ( nşr Reinaud ve de Slan e); İbn al-Aşîr, al-Kamil ( nşr. Tornberg ), XI, X II; İbn Şaddâd, al-



Nüvâdir al-sultânîya ( Recueil des Historiens des Croisades, Historiens Orientaux, HI, 118 v.d .); Recueil, Documents Occid*ntaux, 1, 11 (İL kısmın 435. sabifesinde şu-eser zikr­ edilmektedir: De constructione Castri Sapket, nşr. Baluze, Miscellaneat İ, 228 v. d.); i



SAFEt) — SAFEDÎ. R. Hartmann, Die geogr. Nachrickien . , . muhtasar bir hulâsasını ihtiva e d e r; bunlar {H a lil az-Zahir is Zubdai kaSf al-mamalik, ibilhassa fıkralardan ibarettir; fakat kİ tabın Tübıngen, 1907 ); Gaudefroy-Demombyoes, -esâs mühim kısmı türk sultanlardan bahseden La S y rie â Tepoyae des Mamelouks ( Paris, kısımdır; burada VII. (XIII.) asrın son yıllan 19 2 3); Kaikaşandi, Şubk al-a'şa ’dan tercüme !hakkında ki bilgilerimizi arttıran doğru tarih ve Kâtib Çelebi, Cihânnümâ ( İstanbul, 1145 ), s. vak’alar verir. Londra yazmasında bulunan 717 568— 569; V, Guerin, Description geogra- { 1 3 1 7 / 1 3 1 8 ) yılındaki büyük Ba'albek feyezanı phiçue, historiçae et arckeologigue de la Pa- hikâyesi ihtimâl kendisi tarafından yazılmıştır; lestine {Paris,. 1880), III/H; The Survey o f fakat bu hikâye diğer iki nüshada bulunma­ Western. Palestine (London, 1881 —1888 ; maktadır. Mısır halîfesi al-Mutavakkİl için ya­ I. Conder ve Kitchener, Memoirs o f the zılmış olan Brıt, Mus. nüshası 795 ( *392/1393) T opography. . . ( G a lile e ), I ; V. Cuinet, yılına kadar geçmiş olan hâdiseleri anlatmağa Sy rie, Liban et Palestine (Paris, 1896); Ş. devam eder; fakat ı ^ B ’ dea itib$ren, yalnız Şâmî, fCamfis al-cClâm, IV, 2956; Oppen- yazma nüsha sahibinin ailesi ile alâkalı vak’aheîm, Vom Mittelmeer zum Persischen G o lf îarı nakleder; ilk önce al-M utavakkil’in bir ( Berlin, 1899 ) ; S. Munk, Palestine ( Paris, şeceresi ( ı * 3 b ), sonra çocuklarının uzun bir 1845)} H. Lammens, La S yrie ( Beyrut, 1 9 2 1 ) ; cedveti gelir ki, oğlan çocuklar İle başlar ve C. F. Volney, Voyage en S y rie { Paris, 1787 ), kız çocuklar ile sona ere r; bunların her bîri­ II; E. Banse, Die Türkei3 (Braunschwetg, nin doğum gün ve saati gösterilmiş ve 794 I919}} G. le Strange, Palestine under the { 1 3 9 1 / 1 3 9 2 ) ’ten önce ölenler için, olum ta­ Moslems (London, 18 90 ); Jeıvisk Encyclo- rihleri verilmiştir. Aynı elden, fakat başka bir pedia, X, 633 v.d .; A. Neubauer, Geographie mürekkep İle yazılmış olan son yazı bir oğlan du Talmud (Paris, 1868 ); Lane Pooîe, Sala- çocuğun doğumunu 795 yılının 25 şabanı (6 din and the F ail o f the Kingdom o f Jerusa- temmûz 139 3) olarak tesbit eder. Her 3 yazma, yâni Brit. Mus. Add. 23326; Paris 1706 ve 22, lem (New York ve London, 1898). 19 31 yazmaları, ayrı adlar taşımalarına rağ­ ( J. H. K ram ers .) SA F E D Î. a l -ŞAFAD I, a l -Hasa n b. A b ! Mu- men, aynı eserin nüshalarıdır. B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde göste­ HAMMED ‘ABD A ll ÂH AL-HÂŞİmI, b i r M ı s ı r rilenlerden başka, bk. G A L , SuppL, II, 34 v.d. t a r i h ç i s i . Eserlerinde istitrat kabilinden (F , K ren ko w .) verilen bâzı kayıtlara göre, Mısır hükümdarı S A F E D Î. Ş A F A D I (1296— 1363 ),Ş a l Âh â Lal-Nâşir b. Kalâ’ ü n’un nedîmî, samimî bir dostu olmuş olmalıdır. Devrinin tarihi ile alâ­ DIn Ha l il b . A y b e g b . 'A bd A ll a h A bu ’ l kalı elde bulunan eserlerde onun bir hâl tercü­ ŞÂF‘, t ü r k a s ı l l ı , tanınmış b i r İ s l â m mesini bulmak imkânsızdır, VIII. ( XIV.) asrın e d i p , m ü v e r r i h ve â l i m i . 696 veya 697 başlarında Ölmüş olması icâp e d e r; zîra tari­ (1296 veya 1297 ) ’ de doğmuştur {al-D urar alhinde nakledilen son hâdiseler 7 11 ( 1 3 1 1 / 1 3 1 3 ) kamina, B; M. yazm., Or. 3034, aş.-yk. 694 h. yı­ yılma veya 714 ( 1 3 1 4 / 1 3 1 5 ) yılma’ aittir. Bri- lını vermektedir ; [ bu eserin Haydarâbâd, 1349 tısh Museum yazmasında, 63b’deki bîr kayda ta b .’da, 11, 87, 696—697 yılları verilm iştir]). göre, eserini 716 ( 1 31 6/1 31 7 ) yılında yazmış Bizzat söylediğine göre, tahsiline ancak 20 ya­ olduğu görülmektedir. Muhtemel olarak daha şında başlamıştır. Bize kadar gelmiş olan kendi önce vezirin dâiresinde bir me’ mûriyet elde et­ el-yazısı ile bir çok metinlerin isbât ettiği gibi, miş id i; çünkü M ısır’da 694 { 1294/1295 ) ’te çok güzel bir yazısı yar îdi. Zamanının en ve onn takip eden yılda hüküm süren kıtlık büyük üstadiannm derslerini tâkîp e tti; bunlar esnasında meydana çıkan yamyamlık durumu arasında nahivci Abu Hayyan ve şâir Şihab alhakkında bir tahkikat yapmak üzere, 694 ’te Din Mahmûd, İbn Sayyid al-Nas ve İbn N ublta vezir İbn al-H alili’den tâli mat aldığını nakleder­ zikrolunabilir. Sonraları meşhûr muharrirlerden ler ( Brit. Mus. yazm., &9b ). Kendisi kısa bir Şams al-Din al-Zahabi Üe Tâc al-Din al-SubMısır tarihi yazmıştır. Bu eser Paris yazmasın­ ki ’nin samimî dostu oldu. İlk vazifesi doğduğu da ( nr. 1706) Nuzhat at-mâlik va H-mamlük şehir olan Ş a fa d ’ de kâtiplik idi; sonra Ka­ f i muhtasar sirat man vali ya M isr min al- hire ’de, daha sonraları da Ha leb ’ de, Rahbe mulûk, diğer Paris yazmasında { nr. 19 31, 2z), ’de kâtip oldu; nihayet Şam ’da beyt~ül-mâl yanlış olarak, Fazctil Mişr adını ta ş ır; mama­ vekilliği vazifesini elde etti. Hoş ve hareketli fih Londra yazmasında başka bir ad vardır; bir insan id i; fakat hayâtını ar sonunda sağır ol­ buna nazaran, doğrusu, muhtemel olarak, bi­ du. to şevval 764 (136 2 /136 3 ) ’te, Şam ’da öldü. Şafadi çok velûd bir muharrir idi ve kendi rincisidir. Mısır ’m tabiat ve başka husûslardaki meziyetlerini saymakla başlayan İlk kısım ■ yazdığı hâl tercümesinde, eserlerinin 5 ° ° cildi İlk hükümdarların saltanat devirlerinin çok bulduğunu ve kâtip olarak yazdıkları ilâve edi-



SÂFEÖÎ. iecek olursa, eildlerin mıkdarmm hiç olmazsa iki mislim bulacağını bizzat söylemektedir. Onun hâl tercümesini yazanlar eserlerinin çoğu di­ ğer müelliflerin manzum veya mensûr eserle­ rinden yapılmış değersiz iktitaflar ile dolu ol­ duğundan, yalnız bunların en mühimlerini zikr­ etmekle iktifa ederler. Kendi seçmelerinde bulunan, muasır ve sonraki müelliflerin eser­ lerinde zikredilen pek çok sayıdaki şiirlerin­ den başka, aşağıdaki eserler, tamâmen veya kıs­ men, bize' kadar vâsıl olmuştur. Hakîkaten bun­ ların hepsi, ekseriya kendisinin de samimiyetle işaret ettiği üzere, daha evvelki muharrirlerden yapılmış iktitaflardır.— i. a l-V â fi İt ’l-va fayat, 30 ctİdiik çok büyük bir hâl tercümesi lügati olup, bâzı cildleri dağılmış bir çok kütüphane­ lerde bulunmaktadır. Bâzı cildleri numaralan­ mıştır ; fakat aynı muhtevaya sahip olan ctldler bâzan farklı numaralar taşır; bundan eserin muh­ telif müstensihler tarafından farklı büyüklükte cildîere taksim edilmiş olduğu neticesi çıkarıla­ bilir (bâzı eildlerin muhtevası için bk. Horovitz, M S O S . As., X/l|, 45* Brİtîsb Museum’daki yeni yazmalardan Or. 6587 'A li ’yi ihtiva etti­ ği hâlde, Or. 6643 Muhammadün ’u,Or. 3320 di­ ğer Muhammadün’u ibtivâ eder). a l-V â fi’de benzer başka eserlerde boş yere aradığımız bîr çok hâl tercümeleri buluyoruz ve bilinen cüdierde hâl tercümesi bulunan şahısların tam bir fihristi büyük eb’adda bir cild teşkil edebilir. Bu eserin ön sözü Amar tarafından neşredil­ miştir ( J A. t g ı ı — 1912, 10. seri,X V II—X IX). al-V s fi ’nîn, zamanına göre, bütün bilinen yaz­ malarına istinat eden daha teferruatlı bîr tet­ kiki G. Gabrieİİ tarafından R R A L, 5. seri, X X —X X V v.dd.’da yapılmıştır, Bu tetkike göre, umûmî olarak, iki atlama müstesna, bütün eser muhafaza edilmiş gibi görünmektedir ve muhafaza edilmiş olan kısımlar 14.000 'den fazla hâl tercümesi ihtiva etmektedir. [Bir kısmı bizzat Şafadi ’nin el-ya2isı ile olan alV âfi ’ nin İstanbul kütüphanelerinde bulunan nüshaları H. Ritter tarafından tavsil edilmiş­ tir: Revista degli siudii orientali, XII, 79 v.dd. Böyle nüshalara istinat edilerek, bütün eserin basılmasına başlanmış ve ilk cildi H. Ritter ta rafından neşredilmiştir ( Bibliotheca Isîamica, İstanbul, 1932, 6a )• diğer cildlerîne S. Dedering tarafından devam edilmektedir (1949, 1939, II— I V ) ]. —- 2. A*yân al-aşr va a'vân al-naşr, bun­ dan evvelki eserden çıkarılmış parçalardan mey­ dana gele» 6 cüdlîk bir eser olup, çağdaşları­ nın hâl tercümelerini ihtiva eder, İbn Hacar, Dar ar al-kâmina *si için, bu eserden pek çok parçalar almıştır. Yazmaları ihtimâl Escurial f nr. 1 71 7) ve B erlin’de bulunmaktadır Bu eser ’A bd al-Rahİm a l-V âsiti’nin Tabakâi al-



$*



hirkat a l-sâ fly a ’sinîn basmasında (Kahire, *3° $ )> Tarâcim acyân a l-a şr adı altında, zikr­ edilmiştir. — 3. Masâlik al-abşâr f i mamâlik al-amşâr, coğrafya kitabıdır; Tunus’ta Şadikiya kütüphanesinde bir yazması vardır. —- 4. Târih al-a vâfi, ihtimâl al-V afi ’den çıkarılmış başka bir eser; aynı kütüphanede bu eserin de bir yazması vardır. — 5. Tu}} fat zavi 7albâb, zamanına kadarki Mısır hükümdarları hakkında bir ur cüzedir; bu İbn ‘A sâkir ’in bir eserinin hülâsasıdır. — 6. N aki al-kîmyân f î nukat al-am yân, meşhur âmâ şahsiyetlerin hâl tercümeleri, Bn eser Ahmed Zeki Bey (P a şa) tarafından, 4 yazmaya dayanılarak, çok itinalı bir şekilde neşredilmiştir (Kahire, 1 3 2 9 = 19 1 1) , al-Şafadî burada, İbn Çutayba ’nin Kitâb al* m a'ârif ’inde tanınmış körler hakkında muhta­ sar malûmat ve al-Cavzi*’nîn bir eserini bulun­ ca, bu kitabı yazmağa teşebbüs ettiğini söyle­ dikten sonra, al-am â (»körlük") kelimesinin iştikakı ve hudutları hakkında geniş bilgi verir. Eserin başlıca kısmı alfabe sırasına göre tertip edilmiş olan büyük mıkdardaki hâl tercümele­ rinden meydana gelmiştir ; bunlar arasında bü­ tün İslâm devirlerine âit şahıslar hakkında çok malûmat bulunmaktadır. — 7- K iiâb al-şuür f i ’l-ü r, yalnız bir gözü kör olan şahısların hal tercümelerine dâirdir,— 8. Ahsan al-savâci* min al-nadi va it-râcit, müellif tarafından yazılmış mektuplar ile kendisine gönderilmiş olan mek­ tupları ihtiva eder; bunlardan çoğu tarihlidir. Brit. Mus,, Or. 1203 yazmasının ilk mektubu h. 7 4 5 ( 1344/1345 ) tarihini taşır — 9. Mnnşa'ât, mektuplarından meydana getirilmiş mecmua — 10. al- Tazkirai al-şalcihiya, kendi yazıları ile ka­ rışık olarak, başka eserlerden alınmış parçalar­ dan meydana gelen bir mecmuadır. Bunun kaç cüd olduğunu kat’î olarak söylemek güçtür; India Office (Arab. 3799 ) ’teki güzel ve eski yaz­ ma XLVHl. ve X L 1X. cildleri ihtiva eder. Bu iki cild göstermektedir ki, her cild Kurban ’m bir kaç âyetinin izahı ile başlıyor ve bunlar son derecede mütenevvî mâhiyette toplamalar ta­ kip ediyordu. Msl. muhtevası Flügel tarafından, Z D M G , XVI, 538—-544 ’te verilmiş olan Brit. Mus.. Or. 1853 yazması, 53b — 77b ’de İbn Fâris ’in Kiiâb al-itbâ‘ va ’l-muzâvaca'sınl ( Brünnow neşrinde bu nüshadan İstifâde edilmemiş­ tir ), al-Bâharzi ’nin şiirlerinden örnekleri ( 77b v.dd.) ihtiva eder. Brit. Mus., Or. 7301 yazması ( Kitâb al-makâsin va ’l-a&dâd adını taşımakta­ dır ) Camâl al-Din İbrahim b. Mahmüd al-'At* târ ’m tkiizâb f i ’1-mas‘ala va V-oavâb adlı tıbbı eserinden alınmış parçalan ( 55a) ihtiva eder. ,India Office, Arab. 3799 yazması, XLVIÜ, cildde, Amin at-Din Cübân at-Kavvâs ’ m Nak‘ al-vakctV va rakc al-vasaı adlı divânının, kendi el-



5*



S A F E D Î.



yazısı ile, seçmelerim 12 o b—26b), Abu 'A li İbn Furacca ’nin al- Tacanni *atû ibn Cinnî adlı ki­ tabından bir parçayı ( 7 1 b ), al-Şâhib 'İbn ‘Abbâd ’ m Rûznâmac ’inden bir parçayı ( çob ) ih­ tivâ eder. îbn Hieca ’nîn Samarât al-avrâk ’mda bu eserin basılmış parçaları bulunmaktadır ( Kahire, 1304, II, 182, 184, i 9 2 ) . - - ı ı . Dîvan al-fuşaha va tor cuman al-bulağâ?, al-Malik alA şraf için yapılmış bir müntehabât. — 12. Lav*at at-şâkî va dam*at al-bâki, sevdiği bir genç için yazılmış şiirler ve bir şahsm hayatı. De­ ğersiz olan bu eser ilk önce Tunus’ta 12 74 ’te, sonra 1280 ’de, daha sonraları İstanbul ve Kahire *de basılmıştır; bu eserin bir çok müslüman memleketlerde itibar gördüğünü İsbât eder. — 13. al-Husn al-sarik f î mi1at malih, müellif ve diğer muasır şâirlerin güzeller hakkında yaz­ mış oldukları loo kadar şiiri ihtiva eden, değer­ siz başka bir müntehabâttır,— 14, K a ş f al-hâl fi v a ş f al-hül, yazıları bir, fakat okunuş ve mâ­ naları ayrı kelimeleri, yâni cinasları ihtiva eden diğer bir şiir mecmuasıdır — 15, Lazzai al-sam1 f î ş i f at al-dam , göz yaşı hakkında müellifin ve muasırlarının şiirlerinden meydana getirilmiş bir mecmuadır, 37 fasla bölünmüştür. — 16. alRavz al-nâzim vaH-şağr al-bâsim, aşk şiirlerini İhtivâ eden diğer bir mecmua — 17. K a şf alianbîk *ala 'l-vaşf va H-taşbik, benzetmeler İhti­ va eden şiirlerden meydana getirilmiş bir müntebabât. — 18. R a şf al-zulâl f î v a ş f al-hilâl, hi­ lâl hakkında söylenmiş şiirlerden meydana gelen bîr mecmua (krş. nr. 33), — 19. R a şf al-rahik f i v a ş f al-hariîç, şarap üzerine yazılmış bir makama ’dir. — 20, a l-ö ay ş al-musaccam fi şarh Lâmiyat al-A cam , TuğrS’i ’nin meşhur kasidesinin şerhidir, ön ce bîrer-bîrer kelime­ leri, sonra bilhassa zamanının şâirlerinden alınmış bir çok beyitleri zikrederek, edebî san’atları İzah eder. Bu esere Ğayş al-adab allazi‘nsacam f i şark Lâmiyat al-acam adı da ve­ rilir (basm ası: Kahire, 1305, 2 cild hâlinde, bü­ yük boyda). — 21. Kitâb al-arab mm Gayş aladab, bundan evvelki eserden seçmeler ( basma­ sı : Kahire, tarihsiz), — 22, Kitâb iavşîk al­ sam* bi-'nki&âr ( inkisâb ) al-dam (K a h ire ’de, tarihsiz olarak basılmıştır; ihtimâl nr. 15 *e benzer ). — 23. Naşrai al-şa'ir *ala *l-maşal al­ ettir, îbn a l-A ş ir’in çok meşkûr olan al-Masal al-sötir adlı eserini tenkit maksadı İle yazılmış­ tır ; krş. Hoogvliet, Spec . e litt. orient. (Leiden, 1839), s. A 53. — 24. Cinân al-cinâs f î 'ilm albadi*, bilhassa bizzat müellifin şiirlerinin yar­ dımı ile meydana getirilmiş olan cinasa dâir bîr eser (basması: İstanbul, 1299), — 25. İh­ tira' a l - h i r ü güç beyitlerin lügat ve edebî san’ atlar bakımından izâhı, — 26. F azi al-hitâm *ani %tavriya va H-istihdâm, tevriye ve



başka bîr mana verecek şekilde değiştirilebile­ cek bâzı kelimelerin kullanılması hakkında. — 27. îbn al-'Arabi [ b. bk.] ’nîn al-Şacarat a l nu*mâniya fiH-davlat al-O şm âniya adlı, türk sülâlesinin hâkimiyeti hakkında kehânetleri ih­ tiva eden eserinin şerhi. — 28. fa v k al-kamâma, İbn Badrün ’un kasîdesi üzerine İbn 'Abdûn’un yazdığı şerhin ihtisârı. — 29. Tamâm al-mutun f i şarh risâlat ibn Zaydün, îbn Zay* dün ’un meşkûr risalesinin şerhi olup, hiç şüp­ hesiz üstadı îbn Nubâta ’nîn eserinden mülhem­ dir. — 3°* Kitâb ğavâm ii al-Şahâh, al-Çavhari ’nîn Şahah adlı lügatinin muğlak noktaları hakkında küçük bir eser ( müellif hattı ile 757 h. tarihli nüshası Escurial ’de bulunmaktadır, nr. 192) [ yine aynı tarihli olup, bütün çocuk­ larına, yâni oğullan Abü ‘Abd Allah İle Abû B a k r’e ve kızları Asma1 ile Salm a’ya okut­ tuğu nüsha, Çorum ’da Genel kitaplık, nr. 19 0 5 ’te bulunmaktadır; bk. A. Ateş, Çorum



ve Yozgat kütü phâneler inde bâzı mühim arap~ ça yazmalar, İslâmî ilimler enstitüsü dergisi, Ankara, 19 50,1, 6ı v,d.J. — 31, N acdal-falâh fi muhtasar al-Şahâh, Şahâh ’ın muhtasarı olup, burada mânası açık âyetler çıkarılmış, hatâlar düzeltilmiştir. Bu eser 757 ramazanında tamam­ lanmıştır. — 32. Haty al-navâhiz *alâ mâ f i 7Şahâh min al-şavâhid, Şahâh ’ta misâl olarak zikredilen beyitlerin ( şavâhid) izahıdır. — 33. al* Suyu t i Ş a fa d i’nin ve çağdaşlarının hilâl hakkındaki şiirlerini ihtivâ eden bir eser yaz­ m ıştır; kendisi bu şiirleri a l-Ş afad i’nm T az kira ’sînden almış id», ön ce bu esere burada nr. 1 8 ’de kaydedilmiş olan adı vermiş iken, bilâhare bunu R a şf al-ldâl f î v a ş f al-hilâl şek­ linde adlandırmıştır. Bu eser, İstanbul ’da, alTuh fa t al-bakîya (s. 68 - 7 8 ) İçinde basılmıştır. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hacar, al-Durar al-kâmina (B rit. Mus., Or. 3043 yazması; 1200; Haydarâbâd, 1349, II, 87 v.d.'i; İbn Kâzi Şuhba, Tabakât ( Brit, Mus., Add. 23362, var. 15$ ); al-Subki, Tabakât ( Kahire ta b .), VI, 94— 10 3; Hvândamir, f f abî b al-siyar { Bombay, 1857 ), IİI/H, 9 ; Amar, J A , X. seri, XVII—X IX ; Brockelmann, G A L, II, 3 1 v. dd.; Supph, 11,27 v. dd.; Hartmann, Das Mavaşşak, s. 8 1; Wüstenfeîd, Die Geschichtsschreiber der Araber, s, 423; Hoogvliet, Spec. elitt* orient ( Le'den, 1839 \ s. ı$ 2 — 158 alŞafadi ’nin şiirleri kendi devrinden sonraki hemen bütün müntehabâtta zikredilmiştir; al-Navâcî ’nîn Halbat al-kumaıji 'inin ve ‘Abd al-Rabim al-'Abbasi ’ nîn Ma*âhid al-tanşîş -’ında bundan geniş seçmeler vardır. (F. K renkow .) [Bu madde A. ATEŞ tarafından ikmâl edil­ miştir J.



SAFER - SAFEVÎLER. S A F E R . Ş A F A R , h î c r î y ı l ı n 2. a y ı ­ n ı n a d ı . Safer uğursuz olarak tanındığı için' ( bk. C. Snouok Hurgronje, De Atjehers, I, 219 ; Mekka, II, 56), bu aya s a f ar al-kayr veya şafa r al-m uşaffar de denilir. Bu kelime müslüman Tigre kabilelerinde şafar, açeliler tara­ fından, da Dapa telaffuz edilir. Wellhausen ’e göre, islâenİyetten evvel araplarda yıl safer adını taşıyan ve muharrem i!e safer aylarını İçine alan iki aylık bir devre ile başlıyordu; muharrem adının İslâmî devreye âit bir yenilik olduğu sanılıyor. Hakîkaten de an’ane İslâmîyetten önceki araplarm muharreme safer de­ diklerini ve eski arap telakkisine göre, hacc zamanı esnâsmda *umra ’nin aşırı derecede tak­ bih olunduğu ve ona ancak safer çıktıktan son­ ra müsâade edildiğini nakleder. Bu husus şu darb«ı meselde şöyle ifâde edilmektedir: îzâ barda *l-dabar va'a fa ’l-aşar va 'nsalaha şafa r hallati 'l-um ra li-man i'tamar, aş.-yk. şu dem ektir: »Develerin yaralı sırtlarının iyileşti­ ği, ( hacıların) izlerinin kaybolduğu ve safer ayı çıktığı zaman, *umra hacılarına tumra he­ laldir". B i b l i y o g r a f y a *. E. Littmann, Öber die Ehrennamen und Neubertennungen der islamischen Monaie ( D er İslam, 1918, VIII, 288 v. dd.); C. Snouck Hurgronje, De A tje ­ hers, i, 204 ; j. Wellhausen, Reste arabischen Heidentums2, s. 95; aî-Buhâri, Hacc, bâb 34 ; Manâkib al-anşar, bâb 26 ve al-l^astallâni ’nin şerhi. ( A. J. WENSINCK.) S A F E V ÎL E R . Ş A F A V ÎL E R , İ r a n ’d a başlangiçta bir t a r i k a t t e m s i l c i s i iken, sonradan kuvvetli siyâsî birlik kurmuş olan bir h a n e d a n d ı r . Bu hanedan adını Safeviye tarikatı reisi Şayh Şafi aî-Din [ b, bk.] ’den almıştır. Aslında siinnî olan bu zât yaşadığı İthantıİar devrinde tarikat merkezî olan Erdebil ’de büyük bîr şöhret yapmış ve etrafına kalabalık bîr mürîd kütlesi toplamağa ve bu suretle de İlhanlı dev­ let ricâlinm büyük saygısını elde etmeğe mu­ vaffak olmuş İdi. 13 3 4 ’te vefatından sonra ye­ rini sırası ile oğlu Şadr al-Din ( şeyhlik müddeti 1334—139 3', torunu Hvgca ‘Alt ( 1 3 9 2 - 1 4 2 9 ) ve onun oğlu Şayh İbrahim : 1429 —1447 ) almış­ tır. Bu zâtların şöhretleri zamanla kendi mem­ leketlerin^ dışına taşmış ve Erdebil, Irak, Suri ye, Anadolu ve İran ’m diğer bölgeleri ile Beli, ve Buhara gibi, daha uzak yerlerden gelen kim selerin ziyaret ve hizmet ettikleri bîr mahal hâ­ , line gelmiş idi. Bursa 'da bulunan Osmanlı pâdi­ şâhlarınca da şöhretleri bilinen bu zâtlara her yı‘ çerağ akçesi adı verilen hediyeler gönderilirdi Hkâca ’AH ’ye gelinceye kadar, tamamiyle sun m bir tarikat olarak tanınan bu teşekkül, adı



$3



geçen bu şeyh zamanında, şüHğe mütemayil bir mâhiyet aldı. Timur üzerinde büyük bir nüfuzu' olduğu anlaşılan Hvaca 'A l i ’ye, bu hü­ kümdar tarafından, köyleri ile birlikte, Erdebil verildi ve kendisine bu arâzî içinde her türlü kayıt ve şarttan âzâde olarak, müstakillen ha­ reket etmek hakkı tanmdı. Bu yüzden burası ayrıca cemiyete zararlı bir çok kimselerin de sığmağı hâline geldi. Bu arada îfvSca 'A li ’nin Timur üzerindeki nufûzu, kendisinin Anadolu ’da bulunan bâtınî zümreler arasında geniş tarafdarîar edinmesini de sağladı. Filhakika Timur ’un Anadolu ’dan beraberinde götürdüğü ve Hvâca 'A li ’nin şefaati ile serbest bırakılan ve kalabalık olduğu anlaşılan Türkmenîer, şey­ hin tabi’î müridi ve fikirlerinin yayıcısı oldular. Bunların bir kısmı Erdebil ’de kendilerine tah­ sis edilen bir mahalleye yerleştirildi; „Rumlu" ismiyle anılan bu zümre sonraları ortaya çıkan kızıl-baş kabilelerinin en kuvvetlisini teşkil e tti; bir kısmı da memleketlerine dönüp, onun lehin­ de çalışmağa başladı. Bunlar mevcûdiyetlerini borçlu bulundukları şeyhleri uğrunda hayatlarını feda etmekten çekinmeyen insanlar idi. Tarikat reisliğin’n babadan oğula intikal etmesi bu dinî topluluğun sonradan siyâsî bir birlik hâli­ ne gelmesine yardım etti. Ayrıca tarikat mü­ messilleri ile uzak mesafelerde bulunan mürîdlerİ arasında halîfe adı verilen mutavassıt kim­ seler bulunurdu. Tarikat Hvâca ‘A li ’nin toru­ nu Şayh Cunayd f b. bk.] zamanında tamâmiyle siyâsî gayeler taşıyan bir teşekkül hâline gelmiştir. Filhakika şiîliğİ tamâmiyle benimse­ yen bu zât, tarikat reisliği mes’elesînden amcası Ca'far ile arasının açılmasından dolayı, baba­ sının mürîdlerinden kendisine tarafdar olanları toplamıştır. Arrân, Azerbaycan, şarkî Anadolu ve İran ’m diğer bölgelerine de gitmek veya mürîdler göndermek sûrett île, kuvvetli bir da­ vet faaliyetine girişmiş, yer-yer isyanlar çıkart­ mış ve bÖylece o zaman Kara-Koyunlular idare­ sinde olan ülkesini terke mecbur olmuştur, Bir ara Osmanlı ve Karaman ülkelerine sığman, tarafdarlarmm çokluğu ve akidesinin bozuklu­ ğu yüzünden, buralarda tutunmayan Cunayd, sırası ile, tç-El bölgesinde, cenûb-i garbi Anado­ lu ’da ve Suriye ‘ntn şimalinde bulunan Türkmen aşiretleri arasında faaliyete başladı ve burada bîr emirlik kurmak istedi ise de, Mısır devle­ tinin müdâhalesi İle muvaffakiyete ulaşamayan hu emelini Trabzon rûm devletini ortadan kalJırmak ve onun yerini işgal etmek sûreti İle gerçekleştirmek istedi ve oraya gitti İse de. muvaffak olamadı. Ketîcede Uzun Haşan ’n> kız kardeşi ile evlenmek sûreti İle, Ak-Koyunlu ülkesinde daha serbestçe faaliyet gösterme! mkânıoı buldu. Bu arada 12.000 silâhlı müridi



54



SAFEVÎLER.



île güreü ve çerkes memleketlerine tertip et­ tiği akm siyâsî maksadım daha da açığa vur­ muş, Şirvan hükümdarı Halil ile vukû bulan savaşta Ölmüştür ( 4 mart 1460), Kendisi bu bakımdan Safevîier arasında bir devlet kurmak isteyenlerin İlki telakki edilebilir. Yarıda kal­ mış olan ba teşebbüse Uzun Haşan ’m kız kardeşinden doğan oğlu Haydar [ b, bk,] devam etmiştir. Filhakika Uzun Haşan ile olan kara­ betinden de büyük faydalar sağlayan Haydar, babasının yerine geçer-geçmez, Uzun Haşan ’m kızı .ile de evlenmek sureti ile, mevkiini bir kat daha kuvvetlendirdi. Haydar mürîdlerine on iki dilimli kızıl tâe giydirmiş, sarık sardırmış ve bundan dolayı da mensuplarına k 1 z 1 1-b a ş [ b. bk.] adı verilmiştir. Haydar, ilk iş olarak, babasının intikamım almak üzere, Şirvan hü­ kümdarı Farruh Yâsâr üzerine yürümüş ve fa­ kat savaş meydanında ölümü (9 temmûz 1488) ile geride bıraktığı ve aralarında îsm â'il ( doğm. 17 temmûz 1488 ) de bulunan çocukları, dayıları Sultan Ya'lçüb tarafından ölümden kurtarılmış ve sâdece îstahr kalesine, anneleri ile birlikte, hapsedilmişlerdir. Sultan Ya’küb 'un 1490 ’da ölümü üzerine, halefleri arasında çıkan İhtilâf dolayısı ile IsmâTl, annesi ve kardeşleri ser­ best bırakılmış, en büyük kardeş olan Sultan ‘A li, babalarının mürîdleri tarafından, tarikat reisi olarak tanınmıştır. Bu sırada Ak-Koyunlu hükümdarı Sultan Rüstem ün, muhaliflerine kar­ şı Sultan ‘A li ve tarafdarlarmdan fayda’anmak istemesi Safevî ailesinin Ak-Koyunlu devleti üzerindeki mıfûzunun artmasına yeşile oldu. AkKoyunlu hükümdarının bu tutumundan Sul­ tan ‘A lî de faydalandı ve Erdebil ’de tarikat mensûplarmm, daha doğrusu bir devlet adamı sıfatı üe etrafına toplanacak kuvvetlerin başı­ na geçmek üzere, T ebriz’den ayrıldı. Etrafına toplanan büyük kuvvetler Rüsteıjı Ü de endi­ şeye düşürdü, ön ce Sultan ‘A li ’yi Tebriz ’e getirip, nezâret altında bulundurmak, sonra da tarafdariarıni ortadan kaldırmak İstedi. Sultan ‘Â 1İ ’yİ geri çevirmek üzere gönderdiği kuvvetler ona yarı yolda ulaştı ve yapılan sa­ vaşta bîr kaza neticesinde Sultan ‘Al i ’nin ölü­ müne ve kuvvetlerinin dağılmasına sebep oldu­ lar ise de, daha önce Sultan ‘A li tarafından kendisine halef olarak seçilen küçük kardeşi îsmâ'it ele geçirilemedi. Babasının mürîdleri ta­ rafından G ila n ’da gizli olarak muhafaza edilen İsmâ'il R üstem ’in katli üzerine, henüz 13 yaşın­ da bir çt>cuk iken, büyük babası Uzun Haşan ’m bıraktığı devletin başına geçmek üzere, 1499 ’da gizlenmiş bulunduğu L â h ic S n ’dan ayrıldı. Rüstem’in ölümü He Ak-Koyunlu devletinde başgösteren saltanat kavgalarından faydalanmasını bilen İsmâ'iî, ötedenberı ailesine bağlılıkları



bilinen ve çoğu Anadolu ’ da sâkin olan Ustaçlı, 'Şamlı, Rumlu, Musullu, Hindli, Tekeli, Bayburtlu, Çapanlı, Kara-Dağlı, Karamanlı, Dulkadırlı, Varsak, A vşar ve Kaçar gibi, türk oymaklarını etrafına topladıktan, A rran i l e . Şirvan ülke­ sinin bir kısmını aldıktan sonra, Azerbay­ can üzerine yürüdü ve Ak-Koyunlululardan Etvend Bey ’ı Diyarbekîr ’e kaçmağa mecbur ederek, Tebriz ’e döndü ve saltanat tacını giy­ di. Elvend Bey ’in memleketini tekrar ele geçir­ mek için, giriştiği bütün teşebbüsler akîm kaldı. Şâh İsmâTİ bundan sonra sırası ile Irak-ı Arab ile Diyarbekir’ i zaptetti ve Elbistan ’a kadar gel­ di, Bu arada Afc-Koyunlu hanedanından kim; gördü İse, katlettirdi; ondan kurtulanlar ise, Dulkadırhîara, Mısır ’a ve Osmanh devletine sı■ ğmdılar. Saltanatını kâfi derecede kuvvetlen­ dirdikten sonra, Şâh îsmâ‘ i! İfrat derecede şiîliğe bağlanmış, sünnî. mezheplere karşı şiddet kullanmış, ezam aşhada arına cAUgan vali Al­ lah. şeklinde değiştirmiş, camilerde Abu Bakr/ ‘Omar ve ‘ Oşm ân’m lanetle anılmasını emret­ miş idi. Garpta düşmanlarını bertaraf ettikten ve komşu memleketlerde kesif bîr dinî teşki­ lât kurduktan sonra, 916. ( 1 5 1 0 / 1 5 1 1 ) ’da Ho­ rasan ’da Özbek ham Şıbanî ’ nın üzerine yürü­ dü. Yapılan savaşta özbekler yenildi, ban öldü. Alınan esirler arasında Babur Ş a h ’ m kızı ile kız kardeşi de var İdi, Şah İsma‘ il B ab u r’un kız kardeşine lâzım gelen itibârı gösterdiktin sonra, kendisini H indistan’ da B abu r’a iade'etti ve bu hadîse iki devlet arasinda İyi münâse­ betlerin kurulmasına vesile oldu. Şah Ismâ‘ 11 bu suretle İran ’da siyâsî birlik kurmağa muvaffak olmuştu. Ancak gerek ken^ di tarikatım yaymak için Anadolu ’daki telkin ve tahrikleri gerek sünnılere yapmış olduğu kötü muamele, şeh-zâde ve sonra Sultan olan Selim 1, ’in endîşesini mucip oluyordu. Niha­ yet arada teati edilen kırıcı mektuplardan son-: ra, Tebriz’e 20 fersah mesafede bulunan Çal­ dıran [ b. bk.]’da 2 receb 920 ( 23 ağustos 1514 } ’de iki hükümdar arasında vukû bulan şavaş Şâh Ismâ'il ’in mağlûbiyeti İle neticelendi [ krş, mad. SELİM î-j. Bu suretle İran ’da kurulmuş olan birlik yeniden dağılmak tehlikesine mârûz kaldı. Aş.-yk. 10 yıllık bîr karışıklıktan/ I sonra, 19 receb 930 (24 mayıs 1524 )’da Şâh İ s m a il’in ölümü üzerine, yerine 12 yaşında bulunan oğlu Şâh Tahmâsp geçti. Şâh îsmâ'i) sayelerinde büyük muvaffakiyetler elde ettîğ: türk boy ve aşiret reislerin'’ memleket idare­ sinde büyük salâhiyetler ile mühim mevkiler vermiş idî. Fakat bu hâl kendisinden sonraki­ ler için pek iyi neticeler vermemiştir. Bununla beraber İran sonraki siyâset ve mezhep bir­ liğini ona borçludur.



SAFEVÎLER. Şâh Tahmâsp. sinn-i rüşde ulaşıncaya kadar, aşîret reislerini o elinde oyuncak oldu. Bu ara­ da merkezî idare sarsılmış İdî. A şîret reisle­ rinde başlangıçta bir müridin şeyhine göster­ diği bağlılığın yerini, türlü yollardan le ’ min edilmiş olan servetler dolay ısı ile, mevkî ve ihtişam hırsı almış, her biri kendi bölgesinde mustaküen hareket etmeğe başlamış ve hattâ aralarında Tekeli oymağı gibi, devlete karşı baş kaldıranlar ve yenilince de, Osmanii devle* tine iltica edenler olmuştur. Bu arada Osmanlı devletinde görülen kızıl baş ayaklanmaları ve iltica edenlerin de teşviki ile bizzat Kanunî Sultan Sü'eym an’ın İdare ettiği ordular üç defa Azerbaycan, Irak-ı Acem ve Irak-ı A ra b ’ a girmiş, buraların hîr kısmı tahrip, bir kısmı da zaptedİlmiş idi. Nihayet 8 receb 962 ( 29 mayıs 1555 } tarihlî Amasya muahedesi ile Osmanlı baskısı bir müddet için bertaraf edil­ di. Bu arada Kanûnî Sultan Süleym an’ın âsî oğlu Bayezid ’in Şah Tahmâsp ’a sığınması i 23 teşrin I. 1559; tafsilât - için bk. Şerâfeddın Turan, Kanûnî 'nin oğlu şehzade Bâyezıd vakıası, Ankara, 1961, s. 123 v.d., 129 v. dd.), îk-: memleket arasındaki dostâne münâsebetleri tehlikeye düşürür gibi oldu İse de, mezkûr şehzadenin Kanûnî Sultan Süleym an’ın adama­ larına teslim ■>edilmesi ile, melhuz hâdiseler Önlenmiş oldu. . Sultan Süleyman ’ın ölümün­ den sonra da bu dostâne münâsebetler devam etmiş, Selim II. ’in ve Murad III. *m cüluslarını tebrik İçin, kıymetli hediyeler ile birlikte, Edirne ve İstanbul ’a iki sefaret hey’etı gön­ derilmiş oldu. Yine bu arada memleketinden sürülmüş olan Dehli hükümdarı Hümâyûn da Tahm âsp’a iltica etmiş ve onun yardımı ile tekrar tahtına, d ön ebilmiştir. Son derecede mutaassıp'bir msan olan Tahmâsp kendi oğul­ ları arasındaki ihtilâfları da bastırmağa mu­ vaffak oldu. 53 yıl gibi uzun bir saltanattan sonra, 15 safer 984 ( 15 mayıs 1576 ) ’te vefat etti. Kendisine halef olması lâzım gelen ve o sırada 45 yaşında bulunan Muhammed Hudabanda, âmâ olduğu için, saltanat diğer oğullan Hayda*" Mirza ile îsm â'il Mirza tarafdarlan arasında İhtilâf mevzuu olmuştur. Ustaçlı oy­ mağı ileri gelenleri, Haydar Mirza "mn, Rumîu, Avşar ve Tekeli ileri gelenleri ise, İsmâ‘ i'1 Mir­ za ’ mn saltanata geçmesini istiyorlardı. Neti­ cede İsm ail Mirza tarafdarİarınm arzuları ta­ hakkuk etti ve daha Önce babasına karşı gel­ diği için, 19 seneden beri, devlet merkezi Kazvin’in şimâi-i şarkîsinde olan Kahkaha kalesin­ de mahpûs bulunan îsmâ'i! Mirza, Ş âh îsm â 'il H. unvanı ile 27 cemâzîyelevve! 984 23 ağus­ tos 1376 ) 'te saltanat tacını giydi. Bu hüküm­ darın ilk icraatı bâzı kızıl-baş ileri geien!ert ile



şehzadelerin çoğunu ortadan kaldırmak oldu. Kendisi şafi’îliğe mütemayil olup, şîa ulemâsını saraydan uzaklaştırmış, onların yerine sünnî âlimleri ikame etmiş idi. Ayrıca camilerde, 3 halîfenin kötülenmesi nin menini ve bu mak­ satla mescİdlertn duvarına yazılan yazıların si­ linmesini istiyordu. Sünnî temayülüne rağmen, Anadolu kızıl-başları arasında tahriklere mey­ dan vermesi ve şarkî Anadolu ’da Osmanlı devletine tabî emirleri kendi taraflarına çek­ mesi He, ölümünden sonra Osmanlılarm Safevî devletine harp İlânına vesîle oldu ( Bekir Kü* tükoğlu, Osmanh-îran siyâsî münâsebetleri, İstanbul, 1962, 1, 17— 21 ; aksî iddîs İçin krş, Tâcbahş, İran dar zamân-i Ş a fa v ıy a , Tebriz, 1340 ş., s. 42). Mühim mevkiler îşgâl etmiş olan kızıl-baş reislerinden' çekindiği' İçin, onları azl­ edip, yerlerine kendisine bağlı tecrübesiz kim­ seleri getirdi. Zulmüne rağmen, ‘âdil unvânmı alan bu hükümdar şiirlerinde 'A dili mahlasını kullanıyordu. Kısa zamanda en yakınlarının bile nefretini üzerine topladı ve 13 ramazan 985 (24 teşrin U. 1577 i ’te, zehirletilmek sureti ile, Öldürüldü. Uzun müzâkerelerden sonra kızıl-baş reisleri tarafından Şah Tahmâsp ’ın bü­ yük oğlu Muhammed Huda banda saltanata ge­ tirildi. Ancak alîl ve âmâ olan bu hükümdar idâreden âciz olduğundan memleketi zevcesi idare etmeğe başladı. Bu arada i r yaşında bulunan oğlu Hamza Mirza velİahd olarak se­ çilmiş ise de, hükümet işleri tamâmiyle annesi tarafından yürütüldü. Merkezden uzakta bulun­ maları hâlinde, bu vaziyette» as*» 2T " 1CÖ X»n cO*_ ,j D ö fiES ^d c a -d d **0 w* w- »m* d >5 *3 «j tn __^pj « »T* m M c w* d UJ\l3 bO i! «1 d? t* ^



tC



-s



-S T



X"'»■eoo ■O X ! 1% Tı * : syo e luggo molto meçrâsı temizlenecek olursa, civar yerlerin nominato ne la Persîa, Sı in tutte quelle parti mahsûllerinin Marmara sahillerine kolayca nak­ & e chiamato segtieı, che vuol dir in nostro li mümkün olacakını hükümete bildirmiş, bu­ idîoma mastico ) bulunması ile sabit olmaktanun üzerine, Sakarya mecrası, menbâlarından dır. Süryânî metinlerde mastikaya, yetiştiği ye­ itibaren, iki me’ mûra tetkik ettirilmiş ve bun­ rin (C h io s) adı verilmek sureti ile,: k i ya denili­ ların hazırladıkları rapora göre, kanalın açtı­ yordu ( Löw, Aramaische Pftanzennamen, 3. rılması ve roecrâ üzerinde gerekli yerlerin te- 70); bunun aksine olarak, araplar adaya, mah­ mizletilmesi Aziz Paşa ’ya havale edilmiş ise sûlünün adt ile, Cazîrat at-Maş tiki diyorlardı; de, kendisinin ölümü teşebbüse geçilmesine Abu ’ î-Fİdâ’ { Takvim al-Buldân, aşr. Reînaud, engel olmuştur ( bk. İ. H. Uzunçarştlı, Sakar­ ll/l, 268 ) ve Dimaşki ( nşr. Mehreu, a.- *28 ) gi­ ya nehrinin İzmit körfezine akıtılması ile bi, burayı ilk zikreden arap coğrafyacılarında Marmara ve Karadenizin birleştirilm esi hak­ yalmz bu isme rastlanır. Orta çağda Sakız adası Filistin, Suriye ve kında vesikalar ve tetkik raporları, Belleten, İV, nr. 14— 15, s. 149— 174). Mısır gibi, şark memleketlerine doğru, hacc Yakın tarihte Sakarya adı, millî mücâdele­ ve ticâret deniz yolunun bîr uğrak yen olarak, nin en ehemmiyetli bir safhasını teşkil eden ehemmiyet kazanmış idi. Bizans İmparatorlu­ meydan muharebesi vesilesi ile geçmiştir. 22 ğunun gerileme devrinde, orta çağın ikinci ağustos— 13 eylül 1921 günleri arasında 22 gün yarısında ada Anadolu kıyılarına yerleşmiş süren bu savaşlar neticesinde, Ankara üzerine Selçuk beylerinin akutlarına uğradı. Kılıç yürüyen yunan kuvvetleri bozulup, nebrîn gar­ Arslan I. ’m kaym-pederi olan ve îzmir ’i elin­ de bulunduran Çaka Bey 1089 ’da bir aralık bına atıldılar [ bk mad. A T A T Ü R K J. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredi­ burayı ele geçirdi ( Anna Comnena, Alexias, lenlerden başka bk. Charles Texier, Descrip- VII, fasıl 8 ) ; daha sonra, adayı türk akınlarma tion de VAsie Mineure ( Paris, 1849), I* 56 karşı koruma vazîfesî, imparator tarafından, v.d .; P. de Tchihateheff, Asie Mineure. Des- 13 0 3 ’te katalonyalı ücretli askerlere bırakıldı cription physiyue, statistiyue et archeologique ( Muntaner, Chronik, fasıl 203 ve 206 ; Paclıyde cette contree (Paris, 1853), I, 136—■J 55; meres, Bonn tab., II, 344, 346). 1304 V doğru G . Perrot, La Galatie et la Bithynie ( Paris, Cenevizli Benedetto Zaccaria adayı ele geçirmiş 1862), 1, 151, 249; W. Diest, Von Tilst nach idî. Bir kaç yıl sonra (130 7 veya i3o&.*de) Angora ( P et-M itt. Ergz. H 1898, *25, 3* 30 türk gemisi adaya taarruz etti ( Pachynteres, 6 6 ) ; E. Naumann, Vom Goldnen Horn zu V I, 17 ) ve 1 3 1 4 ’ ten beri Benedetto ’nun halefi den Quellen des Eupkrais ( *893), s. a ? ; V. olan Martİno Zaccaria türklere karşı çetin Cuinet, La Turyuie d'A sie (P aris, 1894), a. müdâfaa savaşı yapmak zorunda kaldı, İmpara­ 329; Şemseddin Sâmî, Kamus al-a'lâm, IV, tor Andronikos Ilh 1329 ’da bu Cenevizliyi 2384; Mehmed Cemâl, Anadolu, İstatistikî, adadan kovdu ise de, 1 346 ’da başka bir Cene­ iktisâdı ve askerî coğrafya ( İstanbul, 1337' vizli Simone Vlgnosi burayı ele geçirdi. Daha =■ 1921 ), s. 184 v .d .; E- Chaput, Phrygie, sonra burası, 1566 ’ da kat’î şekilde, Osmaniı Exploration arckeologiyue ( Paris 19 4 1 ), I» hâkimiyeti altına girinceye kadar, Cenevizli Giustiniani ’lerin elinde kaldı ki, bunlara Sakız 92, 95—96. { BESİM Darko t .) S A K IZ A D A S I, Adalar denizinde, Anado­ adasının maone ’leri adt verilirdi. Fakat bun­ lu kıyısına yakın b i r a d a n ı n i s m i d i r ; lar adada tutunabilmek İçin, Anadolu beylerine „sakız“ aynı zamanda en iyi cinsi yalnız bu ada­ ve daha sonra Osmaniı pâdişâhlarına vergi da elde edilen, i s p i r t o l u i ç k i v e t a t l ı vermek ve gerektiği zaman gemileri ile onlara i m â l i n d e , t a b a b e t t e v e ç i ğ n e m e k yardımda bulunmak zorunda idiler. Meselâ i ç i n k u l l a n ı l a n m a d d e n i n a d ı d ı r . Aydın-oğuîlarına ve Saruhan beylerine senede Adanın yunanca ismi C h i o s ( %iov ) 500 ’er duka veriyorlardı, 1397 ’ye doğru bu ’tur Orta çağda çok makbûl olan ve şöhre­ beylikleri kendi topraklarına ilhâk eden Yıldı-



SAKIZ ADASI.



§5



rım Bayezid, Anadolu ’dao adalara buğday ih­ samaha havasından faydalanmıştır ( Leunelavius, racım yasak ettiği gibi, S a k ız ’a gönderdiği 60 Annales, s. 11 0 v.d .; Gerİach, Tage-Buch, s. gemiden mürekkep bîr donanma da adayı tah­ 50, 12 3 ; Zinkeisen, Gesch. des Osm. Reichs, rip etti (Dukas, fasıl XIII)* İzm ir’in Timur II, 900 v.dd,). tarafından zaptı { kânûn I. 1403 ) üzerine, maone >$99 senesi nisanında Bracciano dukası Vir’ler, Midilli hâkimler gibi, gâlip hükümdara ginîo Orsino, 5 Toskana kadırgası ile, Sakız vergi ile bağlandılar ( Şaraf ai-Din 'A li Yazdi, kalesine hûcöm etti ise de, büyük bir bozguna Zafar-nSm a, Kalküte tab.j H, 482; Dnkas, fasıl uğradı ve karaya çıkarttığı askerlerden 400’ü V I I; Historia del Cran Tamorlan, Madrid, kılıçtan geçirildi ( Na'imâ, Târih, 1280, I, 2 12 ; 1782, s. 2 3 0 ) ; daha sonra Çelebi Mehmed ve Sandys, Travailes,, London, 1658, s. 9 v. dd.; Murad IL, âsî Cuneyd V karşı 14 15 ve 1421 D[es Hayes de ] C[ourmenin % Voyage de ’de Sakız adası gemilerinden de faydalandılar. Levant en l*annee 1621 , Paris, 1632, s. 346 Sakız adasının vergisi 4.000 duka olarak tesbit v .d ,; Sagredo, Memorie istoriche de Monarchi edildi, İstanbul fethedilince, maone*ler Fâtih Ottomanni, s. 766 v. d d .; J. v. Hammer, GOR, Sultan Mehmed ’e sadâkatini te’yit ettiler ve IV, 297 v.d.), 1022 { 1613 ) senesinde bir Sicil­ hükümdar da onlara muhtariyetlerini bağışladı ya filosu Sakız adası veya Sisam adası civa­ ise de, vergileri 6.000 dukaya çıkartıldı. Bir rında, donanmadan ayrılmış 10 türk gemisin­ kaç sene sonra, Sakız adası Cenevizlileri düş­ den 7 ’sini zaptetti. 1645 ( 1055 ) senesinden manlar ile iş-bîrliği ettikleri için, adaya akm ya­ itibaren, Sakız adası G irit seferine gönderilen pıldı ; vergi de 10.000 dukaya ( ayrıca Bâbıâlî ’ye donanmaya uğrak oldu. sunulan 2.000 duka hâriç ) yükseltildi. İşte bu Seyyah Evliya Çelebî ’nin X V I I . asrın ikincişartlar altında Sakız adası 110 yıldan fazla yarısına ( 1 6 7 1 ) rastlayan tasvirine göre, Sakız bir müddetle bağımsızlığını muhafaza edebildi. kalesi deniz kenarında bir burun üzerine ku­ Bununla beraber denizden Mısır ’a giden hacı­ rulmuş olup, çevresi 2.700 adıma varıyor ve ların yolu üzerinde bulunan Sakız adası maone kara tarafında 50 adımlık bir hendek bulunu­ Merinin, harac-güzâr olmalarına rağmen, adanın yordu. Kale içinde yalnız müslümanlarm ve vakit-vakit korsan yatağı olması, hattâ devlet 1.200 kale neferinin oturduğu çok katlı ve kârdonanmasının hareketleri hakkında düşmanlara gir 2.200 ev var id i: bu evlerin damları ince casuslukta bulunulması, bu duruma son yeril­ taş levhalar ile örtülü olup, altlarında da sar­ mesini gerektiriyordu. Fakat Sakız adasının nıçlar mevcut idi. Sultan Süleyman camii, Yeni fethi Kanünî Sultan Süleyman *m uzun saltanat cami ( ökü z Mehmed Paşa camii — her ikisi devrinin; sonuna kadar gecikti. 1566 senesi de kiliseden çevrilmiş), ayrıca A bdur rahman baharında kapudân-ı derya Piyâle Paşa yetmiş Paşa ve Halil Paşa gibi, kapudanların camileri kadırga ile Akdeniz ’e çıkıp, adanın kalesi kar­ bilhassa zikredilmekte idi, Kale dışında ki­ şısına düşen Çeşme limanında demirleyince, bey­ remit Örtülü evler bulunmakta olup, şehrin $o leri telâşa düşüp, mûteber adamları ile hedi­ mahallesi, sâkinlerine göre, şöyle ayrılıyor­ yeler gönderdiler ise de, Piyâle P a şa ’ nın redd­ du: 2 müslüman, 40 rum, 3 yahudi, 5 frenk. Garp ocakları korsanlarının Fransa kıyıları­ etmesi üzerine, adalarının elden gideceğinden korkan Ceneviz eşrafı hep birden büyük hedi­ na ve gemilerine tecâvüz etmelerinden bîzâr yeler ile paşa gemisine gelince, kapudân-ı der­ olan kral Louis X IV ,’nin bunlara karşı vazife­ ya hepsini tevkif ederek, İstanbul ’a göndermiş, lendirdiği denizci Duquesne, 24 temmûz 1681 donanma ile Sakız adası Önüne gelerek, adaya (8 receb 1092) ’de 18 gemi ile Sakız adası birden asker çıkartmış ve kaleyi, kan dökül­ önüne geldi ve limanda teknelerini yağlamak meden, baskın ile zaptetmiştir. Buraya muha­ üzere, kıyıya çekilmiş 9 Trablus kalyonunu ve fızlar koymuş ve büyük kiliseyi de cami hâline aynı zamanda şehri topa tutarak, büyük tah­ getirmiştir ( Kâtib Çelebî, Tuhfat al~kibar f i ribata, ayrıca müslüman ve hıristiyan nüfus at fa r al-bihâr, nşr. İbrahim Müteferrika, 37^— arasında can kaybına sebep oldu ( Zinkeisen, 38a), Sakız kalesi paskalya yortusuna rastla­ ayn. esr,, V , 4 3; J. v. Hammer, ayn. esr., VI, yan 14 nişan 1566 ^ 24 ramazan 9 7 3 ) ’da zapte- 371 v.d .).Bâbıâlî Fran sa’ dan tazminat ve tar­ dilmiştir. Türklerin adayı ele geçirmesi, kato- ziye isted i; neticede bir uzlaşmaya varıldı. lik Cenevizlilerin tazyîkindan şikâyetçi olan XVII. asrın son senelerinde avusturyaldarn, yerli rumlar tarafından sevinçle karşılanmış, müttefiki olan Venedikliler 1694 eylülünde, pa bununla beraber Fransa elçisinin rieâsı ile, ka- pahk ve Malta donanmasından da yardım gö­ toliklerden isteyenlerin adaya dönmelerine ve rerek, Sakız ’a tecâvüz ettiler. Sakız kalesini kendi kiliselerine sahip olmalarına izin veril­ 1370 asker ile koruyan muhafız Silâhdar Ha­ miş, böylece Sakız adası da, diğer komşu ada- şan Paşa, yardım istediği kapudân-ı derya Hel­ lar gibi, Osmaniı hâkimiyetinin sağladığı mü­ vacı Yusuf P a ş a ’dan imdat alamamasına rağ-



96



S A K I Z Â D A S i,



men, 13.000 ’e yakın düşman askerînin 9 ey­ lülde başlayan kuşatma savaşma karşı direndi. Kale içindeki evler tahrip edildi. Nihâyet kale: „vıre“ ile 2 1 eylül 1694 ( 1 safer 110 6 ) ’te An* tonio Zeno ’ya teslim oldu. Müslüman nüfus 3 günde boşaltılıp, A nadolu’ya taşındı. Fakat Venedik işgali 5 aydan fazla sürmedi. Sakız adasının düşmesinden çok üzüntü duyan Ah* med H. adanın hemen geri alınması için, ilgi* lüere emir verdi. Anadolu beylerbeyi Mısırh-zâde İbrahim Paşa Sakız serdarlısına seçildi; ka* pudân-ı derya Yusuf Paşa azledilerek, yerine Amca-zâde Hüseyin Paga tâyin edildi. 48 ge­ miden mürekkep donanma 9 şubat 1695 (4 receb 1 1 06) giinü Anadolu’nun Kara-Burun yarım-adasi ile Sakız adası arasındaki boğazın şimal inedlıâlindeki Koyun (Spalm atori) ada­ ları önünde 60 ’tan fazla gemiden mürekkep Venedik donanması ile karşılaştı ve mîrî kal­ yonlar kapudam Mezemorta Hüseyin Paşa [ b. bk. ] ’mn maharetli hareketleri ile, bu donan­ mayı çekilmeğe zorladı. İkinci deniz savaşı 18 şubat günü Koyun adaları ile Sakız ’ın Kolokythie koyu arasında vukua geld i; Venedik amirali Benedetto Pisani maktul düştü; kur­ tulan gemiler önce Sakız adası limanına, son­ ra Istendil ( Tin os) adasına kaçtı. Bunun üze­ rine, 22 şubat 1693 ’te türk donanması Sakız adasma asker çıkarttı ve kaleyi kolayca zaptetti. Amca-zâde Hüseyin Paşa Sakız ada­ sı muhafızlığına getirildi. Adanın yerli ruan­ lan, katoüklerin düşmana yardımından şikâ­ yette bulundular ve bunlar da o güne ka­ dar kalmış olan imtiyazlarını kaybettiler; ki­ liseler ellerinden alınıp, rumlara verildi ( Râşîd, Târih, I, 199“'—200, 207^—209* ; Rycaut, H istory o f the Turks, London, 1700, s. 518, 525 v, d .; Kantemir, Geschichte des OsmanischenReichs, Hamburg, 174$, s. 646 v. d., 661 v. d .; Sathas, TouQxoîtçaı;ou|Z8Vî| 'EA.kdç, A ti­ na, 1869, s. 401 v. d., 414 v. d.; Safvet, Koyun adaları önündeki deniz harbi H, 8 0 ; Philippe Berger, L 'A rabie avant Mahomet d'apres les inseriptions (1 8 8 5 ); The Qur'ân ( trc. Palmer ), I ( Sacred Books o f the East, VI ), 147 v.d.; Caetanî, Annali delV Islâm, II/ı, yıl 9, § 34 i krş. II, 2, fihrist bk. mad. Salih. ( F r , B u HL.) S Â L İH . a l -M A LİK a l -ŞÂ LİI?, A yyü b N a c m a l - D I n . ( Bk. m e l Ik - ü s - s â l I h .)



SÂLİH . a l -MALİK al -ŞÂLİH, tfÂccl Ş a ­ la # al -Dîn. [Bk. MELİK-ÜS-SÂLlH.) SÂLİH. al -MALİK al -ŞÂLİH, Îsmâ 'I l 'ÎMÂD AL-DÎN [B k. MELİK-ÜS-SÂLÎH, EYYÛBÎ.)



SÂLÎH, S  L ÎH . a l -M A LÎK a l -ŞÂ LİH , İsmâİ L mine kıymetli hediyeler gönderilmiş olduğunu ‘İM» AL-DIn .C Bk. MELİK-ÛS-SÂLİH, MEMLÛK-] kaydederler. Şâiih 76S ( 1363/1364 ) yılında Öl­ Ş Â L ÎH . a l -M ALİK a l -ŞÂ LİH , İsm â İ L N ur müştür. Onun toruna Şâiih b. Dâ’ ûd (809— 8 1 1— 1406— 1408 ) ile Artuklu sülâlesi sona AL-DIn . [ Bk._MELtK-ÛS-SÂLlH.] S  L ÎH . ŞA LİH , a l -Ma l İK AL-Ş â l Ih ( Ş a - ermiştir. B i b l i y o g r a f y a : Abu ’l-Fidâ’ , Tarih LÂH AL-DÎN ŞÂLÎH), Kalâ’ ün ’un oğlu Sultan (nşr. Reiske ), V, 255, 295 5 Zettersteen, BeîMuhammed al-Nâşir ’İn oğlu olup, Memlûkler tr&ge zur Geschichte der Mamlükensultaarastadaki rekabetler neticesinde, 752 ( 1 3 5 1 ) ne, s. 158, 195, 198, 220; Lane-Poole, The ’de kardeşi Haşan in yerine seçildiği sırada 14 Mohammadan Dynasties, s. 168 v. d. yaşında bulunuyordu. Saltanatı esnasında emir­ (K . V. Z etterstee n .) ler arasındaki mücâdeleler durmadan devam et­ S  L ÎH . ŞÂ LİH b , ‘ A lî b . *A bd A l la h b , miş ve Suriye eyâlet valileri ile Kahire 'deki mer­ kezî idarenin devlet ricali arasında sür öp-giden ’A bbâ S A l -‘ ABBASİ [ Abbasî!erin vâli ve ku­ ihtilâf bu hâdiselerde başlıca rol oynamıştır. mandanlarından olup ], Savâd "da veya al-Bal* Şâlİh bir Suriye seferi esnasında, mevkiinin iti­ | ka’ ’da 92 { 7 10 / 7 11) ’de doğmuştur. Son Emebârı sayesinde âsîlerden taraf dar lar mı ayırma­ vî halîfesi Marvân b. al-Hakam ’i Mısır ’a ka­ ğa ve bu suretle zafer kazanmağa muvaffak ol­ dar tâkîp eden askerî kıt’anın, Abu cAvn ' Abd duğu zaman, Kahire ’de askerî kt Falar arasın­ al-Malik b. Yaz id al-Curcâni ile berâber, ba­ da mücâdeleler yeniden başlıyordu. Şâiih ’ in şında bulunmuş idi. 1 muharrem 133 (9 ağustos zevk ve sefaya düşkünlüğü kendisinin bizzat 750) ’te Mısır valisi oldu. 1 şâban 133 (4 mart devleti idare etmesine, bir eınîrin veya ta- 7 5 l } ’te Mısır valiliğinden ayrılarak, Filistin rafdarlannın kazandığı üstünlüğü ortadan kal­ vâliliğ’ne tâyin edildi. M ısır’da, kendisine ha­ dırmasına mâni oluyor, ayrıca emirlerin desi­ lef olarak, silâh arkadaşı Abu 'A vn bıra­ seleri altında da eziliyordu. Şâiih 7 5 5 ( 13 5 4 } kılmış idi. 136 yılı rebiülevvelinde (753 ey­ ’te h a l’edüdi ve yerine kardeşi Haşan ge­ lülü ) tekrar Mısır valiliği ile berâber bu ülke­ nin bütün mâlî işlerinin idaresi uhdesine ve­ tirildi. B i b l i y o g r a f y a : Weil, Gesckickte rildi; ayrıca İfrıİjiya valiliğini de deruhte et­ der Chali fen , V, 490 —499; al-Manhal al- miş, boylece bütün Magrib idaresi altında bir­ Ş â f i , Paris, arap. yazmalar, 2068—2073, leşmiş idî. 5 rebiülâhır 136 (8 teşrin 1. 753 )*da Mısır ’a gitmiş, fakat müteakip senenin 4 ra­ mad. al-Malik al-Şâlih Şâiih. mazanında ( 2 1 şubat 755 ) F ilistin ’de çıkan bir (M. S obernheim.) S  L ÎH . ŞÂLÎH, al -Malîk al -Ş âlîi?, Ş ams isyan üzerine, Mısır valiliğini ve mâlî İşlerinin AL-DİN ŞÂLİH, A r t u k l u î a r d a n bir hüküm­ idaresini gene Abü 'A vn ’e bırakarak, oraya dar. Rebiulâhır 712 (ağustos 1 3 * 2 } ’de Mardin gitmek zorunda kalmış idi. Sonraları Filistin ’i emîrİ al-Malîk al-Manşür Nacm al-Din Gazi ’nin de Suriye ile değiştirmeğe mecbur oldu ( 1 4 1 = ölümü üzerine, yerine oğlu al-Malik al-'Adil 758/759). B izans’a karşı iki sefere teşebbüs Im âd al-Din *Ali Alpı g eçti; fakat ancak 13 etmiş, oğlu al-Fazi Humus valiliğine tâyin edil­ gün hükümet sürdü. Sonra onun yerine kardeşi dikten sonra. K innasrin’de veya ‘Ayn Ubâğ Şams al-Din Şaliij b. Ğâzi Mardin hâkimi oldu ’da 58 yaşında Ölmüştür, S a lih ’in adı, Fouquet’nia koleksiyonunda ve al-Malik al-Şâlih unvanım aldı. Son devir Artuklulan gibi, o da mühim bîr varlık göstere­ ( P. Casanova, Catalague des piices de verre medi. Fakat onun, şarkta moğullar ve garpta de s epoyues byzantine et arabe de la collection Memiûkler gibi, rakip iki büyük devlet arasın­ Foayuet, M IFAO , 1893, V î, 370, nr. 140, 14 1 j da muhtariyetini muhafaza etmekteki mahareti bulunan iki damgada ve Haleb ’de 146 (763/ dikkate değer. Eski tarihlerde de onun hakkın­ 764), 148 (765/766} tarihlerinde basılmış ba­ da, Ilhanlılar ve Memlûklar ile sulhu idâme et­ kır sikkelerin kalıplarında ( H, Nützel, Kata­ tirmiş olduğundan başka, bir kayda tesadüf log der orientalischen Münzen in den KgU edilmez. 715 ( 1 3 1 5 ) yılında, İlhan Hudâbanda Museen zu Berlin, I, 328, nr. 2083/84 ve s. 329, 'ye metbûiyetini bildirmek üzere, îran ’a seyahat nr. 2086; îsmâil Gâlib, Meskûkât-ı kadîme-i etmiştir. Arpa Han ’ m eski rakibi olan Müsâ islâmiye katalogu, s. 284, ar. 769 v.d.) görül­ Han zilhicce 737 ( temmuz 1337 ) ’ de öldürülünce, mektedir. B i b l i y o g r a f y a : al-Kîndî, K iiâb alŞâlİh, bu vak’ayı bildirmek üzere, Mısır ’a, Sul­ vulât (nşr, Rh. Gucst, G M S, XIX, 96 —102, tan al-N âşir’ a bîr elçi göndermiştir. Bir yıl 105 v.dL); Abu ’l-Mahâsin, Annales (nşr. T. sonra diğer bir rakip olan Muhammed b. 'An* G. J. Juynboll), I, 359 v.d ., 366—372 ; albaroi ’nin ölümü haberini de, Mısır sultânına Maltırizi, H itai, I, 304, 306; al-Tabari (nşr. ulaştırmıştır. Sultan al-N âşir’m tarihçileri 741 13 4 1) yılında sultan tarafından Mardin hâki­ de G o e je }, Hî/i, 48—50, 73™ 7$> 81, 84, 9L



la A v. d., 124 v.ıi., 138, 353» İbn al-A ş ir, Kamil, V, 326 v dd., 344, 348, 354, 37o, 372, 38?} F, \VüsienfeM5 Die Statthalter von Âgypten zar Zeit der Chali/en ( A bh. G. W. G ött, 1875, XX, 2 v. dd), H; Corpas Papprornm Rain eri { Series arabica, nşr. A. Grohmann, 1/H, 108, 109), III. (A



dolf



G r o h m a n n .)



S  L tH . ŞÂ LÎH b. Mîrdâs A bu ‘A l ! A sad AL-DAVLA, hicrî V. asırda yakın şarkın b e ­ d e v i r e i s l e r i n d e n b i r i d i r ( şeceresi İbn Hallikân [ trc. de Sîane, Paris, 1842, 1, 631 ] tarafından verilen hâl tercümesinde bu­ lunmaktadır}. Bani K ilâ b ’a mensuptur. Onun sevk ve idaresinde bulunan bu kabile V. asrın başında İrak ’l terk ile, şimale doğru ilerileyerek, Halep, emirliğini ele geçirmiştir [ bk. mad. HALEB ]. Onun hayâtı ve hususi­ yetleri hakkında az malûmata sahibiz; bu­ nunla berâber, anlaşıldığına göre, cesûr ve azimkâr bir insan idi. Biz onu ilk defa 399 ( 1008) ’da, hakkında fazla malûmat bulunma­ yan İbn Muhkam ’ in müttefiki olarak zikr­ edilmiş buluyoruz; bu sonuncu, ele geçirdiği Rahbe ’ye karşı vuku bulan taarruzlardan ko­ rumak için Şâiih b, Mîrdâs ’ı yardıma çağır­ mış idi. İttifak sıkı ve samimî olm adı; bâzı ihtilâflardan sonra, ŞâÜîı ’in İbn Muhkam ’in kızı ile evlenmesi neticesinde, İkİ reis arasında bir uzlaşma vukû buldu, İbn a i- A s ir ’in açıkça ifâde ettiği gibi, Şâiih b. Mîrdâs, H iîia’yi mer­ kez İttihâz etti. Ailevî bağların onları birleş­ tirmesine rağmen, Şâiih ’in İbn Muhkam ile olan dostluğu devam etmedi. Hemen aynı yılda Şâiih kayın pederini katletti ve Rahba ’yi zapt ile orayı cuma hutbesinde halîfe olarak tanı­ dığı Kahire Fâtımîlerî adına idare etti. Ertesi yıl 400 ( 1009 ) ’de ilk defa Haleb işlerine [ bk. mad. HAMDÂNÎLER] karıştı. Orada Hamdânî memlûk Lu’ lu’ ’ ün oğlu Manşür Murtaza ’l-Davla hâkim bulunuyordu; fakat o rakibi olan, Sayf al-Davla ’nin torunu Abu ’l-Hiccâ tarafın­ dan mağlûp edilmiş idi. Abu ’l-Hiccâ Önce Ba­ ni. K ilâ b ’ı hizmetine aldı ise de, sonradan on­ lar kendilerine geniş topraklar vaad eden Manşür tarafına geçtiler. Onların yardımı ile Manşür iç’ n Hamdânîler ile mücadele etmek kolay olda. K ilâbiler dâima daha sık bir şe­ kilde istedikleri ve yağma ettikleri sahaları is­ tilâ ettikleri için, Manşür pek mâİüm bir hile­ yi kullandı; onlar ile müzâkerede bulunmak bahanesi ile, Kiİâbilerin reislerini bir ziyafete davet e tt î; onları ete geçirdi; bir kısmını öl­ dürdü ve bir kısmım da hapse attırdı. Bu ziya­ fet neticesinde, denildiğine göre, aynı zamanda bundan başka Kilâbilerden 1.000 kişi daha öl­ dürülmüş idi. Fakat bunun mübâlega olması Ansiklopedisi



intimâli vardır. Şâiih, M anşür’un lehine, karı­ sından ayrılmak mecbûriyetînde kalacak dere­ ceye düştü. Üç yıl zincirde îztırap çekti. Ancak 405 ( 10 14 ) ’te, bazılarına göre de hapishaneye sokturmağa muvaffak olduğu bir eğe sayesinde, zincirleri keserek bazılarına göre zincirleri ile, kaçmağa muvaffak oldu. Bir müddet saklı kal­ dıktan sonra, K ilâbiler azar-azar etrâfınds toplanıp, Manşür ’a karşı mücâdeleye giriştiler. Manşür yenildi; esir edilip, Şâiih ’in vurulmuş olduğu aynı zincire vuruldu. Müteakiben bâzı şartlar mukabilinde serbest bırakıld ı; 5.000 di­ nar, 7° gümüş dirhem ve 500 kat elbise verdi ise de, diğer şartları yerine getirmedi, bu şartlar kızını Şâiih ’e ve 405 yılı Haleb geli­ rinin yarısını Kitabilere vermesi idi. Bu sebeple Kilâbiler Haleb ’i muhasara ettiler ve Manşür, kale kumandanı Fath ’e güvenemediğİ için, bizanslılann yanma kaçtı (4 0 6 = 10 15 ); Fath Sa­ libi ile birleşti ve Haleb ’i Apamea Fatımî vâlisi 'A li b. Atımed al-'Acam i ’ye teslim etti. Manşür ’un kaçışma kızan halîfe ‘A li ’yi vali olarak tanıdı. Kendisini asad al-davla unvânını teveîh etti ve Haleb ’în bîr yıllık gelirinin vaad edilmiş olan yarısını verdiği Şâiih ve Fath ’e takdirlerini bildirdi ( 406—414 ’e kadarki Ha­ leb valilikleri hakkında bk. V, x, s. 118 ) . Mütemadiyen değişen valiler ile Fâtımîlerin hâkimiyeti bedevî kabilelerinin memnuniyetsiz­ liğine sebep oldu; bunlar 414 ( 1 0 2 4 ) ’te Fatı­ mî idaresine karşı birleştiler. Şâiih müteakip iki yıl içinde H aleb’i, H im ş’ı Baalbek ve Sayda *yı zaptetti ve hâkimiyet sahası Fırat kıyı­ sındaki Ana ’ye kadar uzandı. Fâtımîlerin kuv­ veti artınca, halîfe Zahir 420 ( 1029 ) ’de, Anuştİgın al-Dizbarî ’nin kumandasında yeni bir ordu gönderdi; Şâiih onunla mücâdeleye girişti. Şerîa ırmağı kıyısında, Ukhuvâna muharebesinde öldü; oğlu Naşr [ bk. (r.ad. ŞÎBL AL-DAVLA] ordunun bir kısmı ile kurtuldu ve Haleb hâki­ miyetini muhafaza etti. S a lih ’in hizmetinin ehemmiyeti kabilesini E lcezîre’den H aleb’e getirmesi ve orada bunları sağlamca yerleştir­ miş olmasındadır. B i b l i y o g r a f y a : Kamâl al-Din'Om ar b. al-'Adim , Zubdat al-Halab f i târih ffalab ( Petersburg, arap. yazm., Musee Asîatique, 522; Paris, 1666), Mirdâsîler devri hakkındaki çalışmalar için bk. J. J Müller, Historia M e rdasidarum ( Bonn, 18 3 0 }; İbn al A şir, Kâm il (nşr. Tornberg), IX, 148, 15ü v. d d .; İbn Hallikân ( trc. de S lan e), Paris, 1842, 1,6 3 1 ; bk. bir de madd. HAMDÂNÎLER ve HALEB. (M - SOBERNHEIM.) S  L tH . ŞÂ LİH B. T ARİF, f â m e s n â ( Fa ’ın garp kıyısı) B e r ğ a v a h a l a r ı n ı n p e y g a m b e r i ve bunların dînî dalâlet fırkaları



ıjo



SÂUH ~ SÂLİM



am kurucusu veya hiç değilse bunu» kendi­ sine isnat edildiği bir kimse olan bu şahsiyet hakkında kat’î olarak bildiklerimiz pek azdır. al-Bakri ’deki ve sonraki tarihçiler tarafından aynen tekrar edilen bilgilere göre, T a rif b. Şema’ ün b. Ya'küb b. îshak M agrlb’de VIII. ( m. s.) asırda haricîlerin çıkardığı isyanın mu­ harriki olan Maysara ’nin arkadaşlarından biri ve Zenata ile Zvâğalardan bir zümrenin başı id i; aralarında yerleşmiş olduğu tamesnâlılar tarafından, reis olarak, tanındı. Oğlu Şâîİh babasına halef oldu. Kur'an ‘m S a lih al-mız'mi­ nin ’İne işaretle kendisini Peygamberin vazife­ sini ikmâl etmek için gönderilmiş bir peygam­ ber iddia e tti; gizli tuttuğu mezhebini hazır­ layıp, tanzîm ettikten sonra, iktidarı oğlu a ly â s ’a bıraktı ve yedinci halefi zamanında geri döneceğini söyleyerek, şarka hareket etti, aîY âs da bu mezhebi gizli tuttu ve oğlu Y û n u s kendisine halef oldu; bu şahıs mezhebi ilân edip, bunu İH. (X.) asırda silâh gücü ile, bu­ gün garbı Fas ’ı teşkil eden miniakalatda yay­ d ı; fakat bu tarih k at’î değildir. Şâlih b. T a­ rif ’in halefleri Sala İfrânileri { XI. asrın b a şı), sonra Murâbıtlar (X I. asrın sonu ) ve nihayet Muvahhidler (X II. asrın ortası) tarafından mağlûp edildikleri devre kadar, Berğavâtalar üzerinde hüküm sürdü. — Diğer rivayetlere gö­ re, Şâlih aslen yahudidir ve Ispanya ’ da Barbât ’ta doğmuştur; Berğavatalarm adı da bu kasabanın adından gelmiştir. Fakat bu riva­ yetin hiç bir değeri yoktur. — Kim olduğu kat’ îyetle bilinmeyen S alih ’in gerçekten bu mez­ hebin kurucusu olup-olmadığı yahut bu mez­ hebi yaymış olan Yûnus 'un, mezhebi hakkında itimât telkin etmek için, bunu esrârengiz bir şekilde kaybolan ve geri geleceği önceden bil­ dirilmiş bulunan büyük babasına isnat edipetmediği sorulabilir. Bu berberîlerİn ruh hale­ tine daha çok uygundur, — Şâlifı b T a r i f ’in akidesi için bk. mad. BERĞAVÂTA. B i b l i y o g r a f y a ’. Mühim yegâne kay­ nak için bk, al-Bakrİ, Kitâb al-masâlik va 7mamalik ( Descriptİon de VAfriqne Septentrionale; kısmî nşr. de Slane ), Cezayir, 1857, s. 134— 141 ; bir de Rene Basset, Recherches sur la religton des Berber es (Paris, 1 9 1 0 ), s, 4 8 — 5 1 ; ayrıca bk, mad, BERGa VÂTA, bib­ liyo g ra fy a , ( H enri B a s s e t .) S A t ÎM . [ Bk, s â l Im.] S  L ÎM . SALİM ( A-), i y i m u h a f a z a e d i l m i ş , s a ğ l a m , k u s u r s u z . Salim ke­ limesi Kur'an ( LXVIII, 43 ’te ) ’ da, oldukça umû­ mî bir mânada, ancak bir yerde geçmektedir : „ . . . zillet onları ( îmân etmeyenleri) bürüdü; hâlbuki onlar bu secdeye, her şeyden salim ve sağlam iken ( vahum sâlimüna ), davet edilm iş-'



lerdi." Ayrıca müfessirler söfim ’ i Kur'an ’da sık-sık geçen Allahın isimlerinden Salam yeri­ ne kullanırlar. Bu salam kelimesi afat ( musi­ betler, zararlar ) ’ tan ârî mânasına gelen salim ’in benzeridir. K âlb salim ( XXVI, 89 ) de böylece, „ k u f r 'den ârî" olarak, İzah edilmiştir ( krş. XXXVII, 84). — U m u m i y e t l e salim, yeti­ ne göre anlaşılabileceği üzere, «kusurlardan ve hatâlardan masun" mânasına gelir, Msl. aynı şekilde t ı p t a sahih ( sağlam, hastalıksız) ile aynı mânada kullanılır ve hafif bir yaraya curh şalini denilir. — Paradan bahsedildiği zaman, aşınmamış, tam ağırlığını muhafaza eden ve ayrıca tenzilât veya kısıntıya uğramamış para yekûnunu ifâde eder. Her şeyden Önce sofim, yine sahih ile ayni mânada, gramer ıstılahı olarak kullanılmakta­ dır : s a r f ’ta aslî harflerinden hiç biri h u râ f d/- ; cilal ( illet harfleri } 'den biri veya hamza olma­ yan, harflerinde ta sfif (aym harfin iki defa ve ; yan-yana gelmesi) bulunmayan bir kelime sfi-~ Hm ’ dir. Nahv için de aym şartlar bahis mev­ zuudur, Ancak kelimenin sâde sonuncu har-' fi göz önüne alınır. Bu sonuncudan başka ' harfler arasında h a rf a l-illa bulunsa da, ke­ lime salim kabul edilir. Sarfçilar için olduğu ’ gibi, nahivciler için de: n ş r kökü salim ' d i?ı ■ r m y kökü safim değildir. Fakat by‘ sâdece nahivcilere göre salim ve isfanfîĞ (sırt üstü” yatmak, koku s f & ) yalnız sarfçilar için salim ’dir. Bu misâller aî.Curcâni tarafından T a'rifü t ’ta ve sonra da Müh, A İ â Tahânavi, K a şşâ f ' işiilâfaöt a l-f unun ’da safim maddesinde ve ril-’ mtşUr. Sağlam ( sahih ) cemiler bâza ucam ’ sa­ fim şeklinde ifâde edilir, — A r u z d a , tef’ilelerinde ( acza ), kabz, tcaff, h a b n v.b. gİbi, 7faf ve zihaf ât bulunmayan vez:nlere sâl irfı denilir; Krş. mad. ARÛZ ve lügatler ' msl. L is â n 'a t -■' ‘arab, XV, ortada, 18 3 ; Tâc af-cor3ş, V ül, 1 339 yk., 343. t W a l t h e r B jö r k m a n .)" ;



SÂLİM. SALİM, Mehmed E mIn fı' 6 8 8 --"; 1743 ), i ü r k ş â i r v e e d î b i . Şeyhülislâm 1 Mirza Mustafa E fend i’ niu oğlu olup, oemâzİyelâhır 1099 (mayıs 16 8 8 )’da İstanbul’da doğ-' muştur. Babası İlmiyeye mensûp olduğu için, daha beş yaşında iken, kendisine şeyhülislâm Ebû Sa’îd-zâde Feyzuîlah Efendi tarafından mülâzemet verilmiştir ( 110 4 ). Aynı yıl Yenİ-Bağ- . çeli Çelebî Efendi ’ nîn yanında tahsile haş­ layarak, tedrîcen hûsusî .hocalardan, bilhası sa babasından, zamanının ilimlerini öğrenmiş ve bilâhare hadîste Muhammed Salam aîİskandarâni’den İcazet almıştır, i 7. yaşında Eyyûb'da Siyâvuş. Paşa medresesine intisap/’ eden ( 1 1 1 6 = 1 7 0 4 ) Salim, 9 yıl içinde İs fâ ö -’ b u l’un muhtelif medreselerinde bütün tedris ’ payelerini sür’atle aşıp, şaban 112 3 (ağustos/



sâ lim .



is*



eylül 17 13 j ’te Süteymâniye dârüi-hadîsi mü­ yet 14 cemâziyelevvel 114 3 (25 kânûn I. 1739) derrisliğine yükseldi. Salim, aym yılın zilhicce­ ’te Anadolu kazaskerliğine getirildi {H adîifat sinde (kânûn I. 17 13 ) , Selanik kadısı oldu. al-cavâm ı, İstanbul, 1281, II, 13 6 ; Ali Sâtı *m Manzum bîr mektubunda, gelirinin azlığı do- Hüseyin A yvansarâyî’ye ilâve \ttiğf pıâlûmat) îâyisı ile, onun bn vazifeden şikâyet ettiğini ve 1144 ’te niâzûl oldu ( llâ v e li aşmâr al-tavârîh, görüyoruz {Dîvan, T o p k a p ısa ra y ı, Hazîne s. 185). 1148 ( 17 3 5 /17 3 6 )’de Rumeli kazaskeri İeütüp., nr. 915, 64»}. Bir takım yersiz hare­ oldu ve müddetini doldurup, 1149 ( 17 3 6 /17 3 /) ketleri, zevk ve işrete düşkünlüğü yüzünden, ’da mâzûl oldu ( ayn. esr,, s. 17 2). A li S âtı’, vâkî olan şikâyetler üzerine, 6 ay sonra bura- diğer kaynaklardan farklı olarak, S âlim ’in »îıtiarâk, Serez ’de ikameti emrolundu ( ce- 114 6 rebiülâhmnda (eylül 17 3 3 ) Rumeli pa­ mâzıyelevvel 1 1 2 6 = haziran 17 14 ; bk. Ahmed yesini alip, 1148 ’de arpalığı olan Sakız ’a nefyRefik, Hicrî X İl. asırda İstanbul hayâtı , İs­ olunduğunu ve orada bîr sene kaldıktan sonra, tanbul, 1930, s. 47—50). S e re z ’de 2 ay kal­ Mekke kadılığına tâyin edildiğini kaydetmek­ dıktan sonra,'İstanbul’a gelen Salim, babası­ tedir {H adika, II, 136). Yine aym müellife nın şeyhülislâmlığa getirildiği 1126 zilhiccesin­ göre, Sâlim Mekke kadılığında müddetini dol­ de (kânun I. 17 1 5 ) Galata kadılığına nasb- durduktan sonra, kendisine Trablusşam arpa­ olundu ve müteakiben 112 7 muharreminde ( kâ­ lığı verilerek, orada ikamete me’mûr olunmuş nûn II. 17 1 5 ) hatt-ı hümâyun ile kendisine ve 1 1 5 1 ( 17 3 9 ) yılında Ş am ’a gelmesi için,, Mekke payesi verildi. Fakat çok geçmeden, hac-emîr İ Haşan Paşa ile gönderilen ferman Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin mâzûliye- üzerine, 1152 muharreminde (nisan 1739 ) yolda trne sebep olan bir tertibinin ortaya çıkması iken, Şam yakınında Muhrip ’ta vefat etm iştir.. n'etîcesİnde babasının aziolunduğu 22 cemazi­ Daha önceki kaynaklar ( Müstakîm-zâde, R a ­ yülâhır Iİ27 (25 haziran 1 7 IS ) tarihinde, ken­ mız, Hüseyin A y vansarâyî, Es’ad Efendi, Hacı disi de rîkâb-ı hümâyûna arzolunan bâzı uy­ Tevfik ve Fatİn) ise, onun Rumeli kazaskerli­ gunsuz hâlleri sebebi ile, Galata kadılığından ğinden mâzûl en Şehzade-Başı ’nda Bozdoğan azledildi ( Silâhdar, Nusret-nâme, Üniv. kütüp,, kemeri civarındaki evinde günlerini geçirirken, nr. T Y 5983, 6176; ayrıca bk. Râşıd, Tarih, 1156 ( 1 7 4 3 ) ’da öldüğünü ve evi karşısındaki İstanbul, 1153, II, 113a, krş. ı-ıı» ve 120a), Kalender hâne mescidi bitişiğinde bulunan kab­ Silâhdar Mehmed A ğa Sâlim hakkında çok ristanda babasının yanma defnedildiğini yazar? ağır bir dil kullanmaktadır. Sâlim kendi az lar. Alt S â t ı’ daki malûmatı aynen nakleden, üne sadrâzam Dâmad ( Şeh id ) Ali Paşa ’yı Mehmed Süreyya, ilâve olarak, babasının m e-. sâbep gösterir ( Tezkire, İstanbul, 1315, s. zarı yanına Sâlim nâmına bîr taş dikildiğini 340 ). Bâbası ile birlikte receb ( temmuz ) ayın­ kaydeder. Babinger de, Mehmed Süreyya ’yı ol­ da Trabzon ’a ne fy olu udu ( Sicill-i osmânî, IV, duğu gibi tekrarlar, Sâlim ’ in çok muhtasar 420). Orada bir buçuk yıl kaldıktan sonra, olan mezar kitabesinde ölüm tarihi 1156 ola­ Boğaziçi’ndekî yalılarında ( Mîrgune sâhiîbâ- rak yazılıdır. Bursah Tâhir onun M ufrik’ta öl­ n e sî) oturmalarına müsâade edildi. Avdet es­ düğünü kabul ederse de, bunun tarihini 1156 nasında Bolu ’da 2 ayhk bir ikameti müteakip, gösterir. Bursah Tahir, başka bir eserinde Sa­ babası ile İstanbul ’a donen şâir 7 yıl mâzûl lim ’in 115 6 ’ da hac yolculuğu esnasında öldüğünü kaldı. Biı müddet zarfında kendisine önce Ke­ kaydetmektedir {Manâkib-iharb, İstanbul, 1333, şan kazası arpalığı verildi, rebiülevvel 1132 ( 12 s. 2 1). Alî Sâtı'ın verdiği n $ ı ve 1152 tarihle-, kânun II. 17 * 0 ) İstanbul payesi tevcih ve ar­ rinde bir baskı hatâsı olması çok muhtemeldir. palığına Balya kazası ilâve olundu. Sâlim bu Sâlim, zamanında mûteber şâirlerden sayıl­ arada Emîr Buharı tekkesi şeyhi Fazîuîlah mış, Nâbî de dâhil olduğu hâlde, bir çok şâir Efendi ’den ( Sicill-i osmânî, IV, 22) mabet aldı. onun şiirlerine nazireler yazmıştır. Kendisi bir IF32 ?de telifine başladığı şuarâ tezkiresini 1134 şiirine î$o kadar nazire söylendiğini kaydeder ( 1722) senesinde sadrâzam Dâmad İbrahim ( Tezkire, s. 79}. Sâlim bilhassa mesnevî tar­ Pâşa ’ya takdim etmesini müteakip, o yılın zındaki manzumeleri ile husüsiyet göster­ zilkadesinde ( ağostos/eyiûl ) İstanbul kadılığı­ miştir. Şairliğinden başka, hattatlığı da varna' nasbohmdu. Müddetinin tekmili ile 1 1 3 5 ’ te dır. Râmî Mehmed P a şa ’nm damadı idi. Müs­ azledildi { Şem’î, tlâveli aşmâr al-tavârih, İstan­ takîm-zâde onun daha sonra şeyhülislâm Feybul' 1295, s. 199). 1138 ( 1 7 2 6 ) ’ de ‘A ynı tari­ zullab Efendi ’nîn kızı ile de evlendiğini bildi­ hinin -tercümesi için kurulan hey’ete âza oldu- riyor. İntisâbı dolayısı ile tezkiresinde Râmî ğtr vakit/mâzûl bulunuyordu ( Çelebî-zâde Âsim, Mehmed Paşa ’nm muhitindeki şâirlere husûsî Tarih, İstanbul, 1153,906). B eiîg’in, tezkiresini bir yer vermektedir. teMif ettiği 1139 yılında hâlâ mâzûl idt {Nuhbat E s e r l e r i . Sâlim, aralarında muhtelif şerh a l-â şâ r, Üniv. kütüp., nr. T Y 1182, 326), Nihâ- | ve haşiyeler de bulunmak üzere, dinî, ahlâkî,



SALİM. edebî sahalarda, te’lif ve tercüme sureti ile, sto ’ye yakın eser meydana getirmiştir, Başhcaları Şunlardır: I. Tezkire, kendisin'n nâmım de­ vam ettiren asıl eseri bu olmuştur, V elât ta­ rihleri esâs olarak, 1099 (1687 ) — 1134 ( 172a ) arasındaki Osmanlı şâirlerini içine alır. Safâî ’nin 10 5 2 ’den başlayıp, 113 3 tarihine kadar gelen tezkiresinin son 34 yıllık devresi ile müşterek, olup, her iki eser birbirini tamam­ lamaktadır. Şâirlerin edebî şahsiyetlerinin de­ ğerlendirilmesinde müellif, Safâî ’ye nazaran, üstünlük gösterir. Safâî ’nin ifâdesini basit bu­ lan Salim, tezkiresini ona bir aksül’amel ola­ rak, çok münşiyâne bir üslûp ile, kaleme al­ mıştır. S a fâ î’yi, hatâlarına İşaret etmek sure­ tiyle, sık-sık tenkit eder. Salim çoğunu ya­ kından tanıdığı ilmiye mensûbu şâirlerin hâl tercümelerini tafsilâtlı olarak yazmağa bilhas­ sa ehemmiyet vermiştir. Kendisinin de hattât olması dolay ısı ile, hattat şâirlere husûsî bir alâka gösterir. 113 0 tarihine kadar olan hâl tercümelerinde Salim, Ş e y h î’nin Valçayi' al-fuzalâ ’smdan geniş ölçüde istifâde etmiştir ( krş Tezkire, s. 400). Eserin muhtelif yazmaları yanında, müellif hattı ile iki nüshası vardır. Bunlardan Süleymânîye, Es’ad Efendi kütüp., nr. 3872 'deki nüsha müsvedde hâlinde olup, Ünİv. kütüp., nr. T Y 2407 ’de kayıtlı Hâlis Efendi nüshası ise, nihâî şeklidir. Bu nüsha­ da 437 şâirin hâl tercümesi mevcuttur. Ese­ rin matbuunda şâîr sayısı noksan {4 15 ) oldu­ ğu gibi, çeşitli hatâlar da vardır. Topkapı sa­ rayı, Hazîne kütüp., nr. 127a ’de Müstakimzade hattı ile olan nüshası, eserin te’ lîfinden sonra hâl tercümelerinde meydana gelen de­ ğişikliklerin haşiye sürerinde ilâve olunması bakımından, ayrı bir ehemmiyeti hâizdir. İs­ tanbul kitaplıkları iarih-coğrafya yazmaları kat., 7. fasikül (İstanbul, 1947), s. 609—6 11 ’de eserin sâdece 4 nüshası kaydedilmiş, 3 ’ü Üniversite kütüp. ve 3 ’ ü de Topkapı sarayı kü­ tüphanesinde bulunan 6 nüsha gösterilmemiştir. Salim tezkiresine Râmİz zeyil yazmıştır. Fatİn E fe n d i’nin de R âm îz’i görmeden yaptığı ay­ rı bir zeyli vardır. — 2. D ivân, 1 münâcât, 8 na­ at, ı mi’râciye ile 6 'sı Ahmed III-, 2 *si Mahmud 1. hakkında 19 kasîde, 285 gazel, 1 tercî-i bend, 1 terkîh-i bend, 9 müseddes, 3 tahmîs, 1 1 manzum mektup, 24 tarih, 35 lugaz ve mu­ amma, 33 rubâîyât ve mukattaât ve 159 matla ve müfredattan müteşekkildir. Kasidelerin 7 ’si sadrâzam Dâmad Haşan, K&layİıkoz Ahmed, Baltacı Mehmed { 3 ), Dâmad İbrahim ve İsmail Paşa ’ lar nâmmadır. 3 kasidesi de şeyhülislâm Paşmakçı-zâde Ali ve Ebe-zade Abdullah Efen­ di ’ ler için yazılmıştır. Tarihler 1116 ile 1132 “anndadır ( Salim ’în divânında bulunmayan



bir çeşme kitâbesi için bk. İ, H. Tanışık, İs­ tanbul çeşmeleri, İstanbul, 194$, II, 57). Mes­ nevi tarzındaki manzumeler divânda mühim bîr yer tutar. Kasidelerinin bir kısmını mesnevi Şeklinde kaleme almıştır. İstanbul kütüphane­ lerinde dîvânın 3 nüshası bulunmaktadır ( Topkapı sarayı, Hazîne kütüp,, nr. 888 ve 9 15 ; Üniv. kütüp., nr. T Y 184). Bunlar içinde en mükemmeli Hazîne, nr. 915 ’teki nüshadır. Üni­ versite kütüp. ’deki nüshasında dîğçr ikisinde bulunmayan kasideler mevcuttur. Husûsî kütüp­ hanemizdeki nüshada mevcut bir kayda göre, şâir divânını ilk defa Kalaylı koz Ahmed Paşa ’ nm sadâreti sırasında ( 1 1 1 6 = 1 7 0 4 ) tertip et­ miştir.—3. Nayl al-raşâd f i al-amr al-cihâd. Savaş hususunda evvelki devirlere nazaran as­ ker ve ricalde müşahede edilen gevşeklik kar­ şısında cihâd ve gazanın dinî esâslarını ve fa­ ziletini göstermek maksadı ile kaleme alınan bu eser, 17 fasıldan i bâr et olup, türkçede bu mevzuda yazılanların en- mufassallarından biri­ dir. 114 5 ( 1733 ) ’te Mahraud I. nâmına yazılan kitabın, 1294 ( 1877 ) ’te türk-rus savaşma yakın günlerde İstanbul ’da bir baskısı yapılmıştır. — 4. tik d al-cumân f i târih ahi al-zamân tercü­ mesi. Bu kitap ‘A yn i ’nin umûmî tarihinin türkçeye çevrilmesi için, Dâmad İbrahim Paşa ’mn emri ile kurulan hey’ete dâhil olarak, eserin baş tarafından kendi hissesine düşen, hey'et ve coğrafyaya müteallik 1 1 cüz’ ünün tercümesin­ den i bâr ettir. Bursalı Tâhir, Salim ’in bu ta­ rihin 1 1 cildini tercüme ettiğini söylemekle hatâya düşmektedir. Salim tercümesinin başın­ da müellif ve esere dâir izahat vermiş, ‘A yn i ’nin hey’et ilmine uygun düşmeyen izâhlarmı tashih etmiştir. Tercümenin kendi hattı ile olan nüshası Süleymânîye, Lala İsmail kütüp., nr, 3 1 8 'dedir. Bu nüshada eserin aslında bulun­ mayan renkli 44 burç resmi, de yer almıştır. Salim müellifin Osmanlı hükümdarları hakkındaki bâzı yanlış kayıtlarım da düzeltmiştir ( 17 1a v.d.). .— 5. Salâmat al-însân f i m uhöfazat al-lisan, sarf ve nahve dâir 1730 ( 1 14 2 ) ’da te’ îîf ettiği arapça bir eserdir. Bursalı Tâhir, nüshası Süleymânîye,- reis-ül-küttâb Mustafa Efendi kütüp., nr. 10 8 8 ’ de olan bu eserin mü­ ellif hattı ile olduğunu söylerse de, yazı şek­ linin Sâlİm ’ in elinden çıkmış diğer eserlerden farklı olduğu görülmektedir. Eser kütüphane­ nin kataloğunda ( D efter-i kütüphâne-i Âşir Efendi, İstanbul, 1306, s. 69), yanlış olarak, müellif'n babası Mirza Mustafa Efendi ’ye ait gösterilmiştir, — 6 . Lugat~i Vaseâf. Nazmî-zâde Murtazâ ve Hüseyin Efendi İerin Vassâf tari­ hînde anlaşılması güç kelimeler için tertip et­ tikleri lügatin, türkçe bakımından yenileştiril­ miş ye tekrar tanzim edilmiş şeklidir (Salim,



SÂLİM Tezkire, a, 620). — 7. Mâhiyetü 'l-âşık, tasav­ vufa dâir, 4 ciîd olmak üzere, tertip edilmiş bir eserdir. — 8. Türkçe-farşça lügat. Müellif, tezkiresini bitirdiği tarihte bu son iki eserin henüz tamamlanmamış bulunduğunu bildirmek­ tedir, S alim ’in *133 ( 1 7 2 1 ) yılma kadar te’lif ve tercüme suretiyle meydana getirdiği çeşitli eserlerin listesi için bk. Tezkire, s. 338 v.d. Bunlar arasında A ka id imâm Tahavi tercü­ mesi de vardır. B i b l i y o g r a f y a ı Belîg, Nuhbat alasar (Ünîv. kütüp., nr. T Y 1182, 32b); Sa­ fâî, Tezkire ( Süleymânîye, Es ’ad Efendi kü­ tüp,, nr. 2549, t 3l a~ M ; Salim, Tezkire ( Süleymâniye, Es’ad Ef. kütüp., nr, 3872, 8*a_l>; Üniv. kütüp., nr. T Y 2407, 1253—128^, mat­ bu nüsha, İstanbul, 13 15 , s. 337—344 ); Müstakım-zâde Süleyman, Tuhfa-i hattatın (İs­ tanbul, 1928), s. 454; ayn. mil., Macallat al-nişâb ( Süleymânîye, Halet Efendi kütüp,, nr. 628, 247a); Râmîz, Tezkire (Süleymânîye, Es’ ad Efendi kütüp,, nr. 3873, 52»—6 ) ; Hü­ seyin Ayvansarayî, Vafayat ( Üniv. kütüp., nr. T Y 2644, s. 158 v.d.); ayn. mit,, HadUçat a/*cavSmrc (İstanbul, *281), i, 166; E s’ad Efendi, Bağç e-i safâen dûz (Üniv. kütüp., nr. T Y 2095, s, 151 v.d.); Hacı Tevfîk Efendi, Macmü’a al-tarâcim ( Üniv, kütüp,, nr. TY 192, 948); Fatin, Tezkire (İstanbul, 1275), .s. 177 v.d.; Muallim Nâcî, Esâmi (İstanbul, *308), s. 160; Ş. Sâmî, Kamus al-a'lâm (İs­ tanbul, 13 1 1 ) , IV, 2494; Mehmed Süreyya, iSicı7/-i osmdnî ( İstanbul, 1 3 u — 1315 ), IH, 3 ; Bursalı -Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri ( İstanbul, 1338 ), H, 23$ v.d.; J. v. Hammer, Geschickte des osmanischen Dichtkunst ( Pesth, 1838 ), IV, 247; Babİnger, Salim ( £ 7, İV, 1 2 2 ) ; ayn. mil., GO W ( Leİpzig, 1927 ', s. 272 v.d.; Sâdeddin Nüzhet, Türk edebiyatı tarihi ve numuneleri (İstanbul, *93* ), s. 509; İstan­ bul kitaplıkları tarih-coğraf ya yazmaları kat. (İstanbul, *947 ), fas. *, Türkçe umûmî tarihler, s. 55 v.d,; Bagdadiı İsmail Paşa, v4$ma’ al-m uallifin (İstanbul, *9SS )» !> 324-



( Ömer Faruk A k On.) S Â L İM . SÂLİM b . Muhammedb, Mubammedb .'İzz al -DIn



A bu ’ l -Nacâ ’ al -S anhürÎ



AL-MîŞRİ, m â l i k i f a k î h İ ve m u h a d d is olup, Sanhür ’da doğmuştur ; 2* yaşmda Kahi­ r e ’ye gelmiş, burada mâlikîlerîn müftülüğünü yapmış ve 3 cemâziyeîâhır 10 1$ (7 teşrin 1. 1606 ) ‘te ölmüştür. Yazmış olduğu bir çok eser­ den ancak H alil’in Mu h taşar ’ma yazd;ğı haşi­ yesi bize kadar gelmiştir ( bk. E. Fagnan, Cat. geyeral des mss, des bibi. publ. de France , Dep. V 1Iİ. Cezayir, nr. 1162 —116 4 ) ; bu eser artık Muhibbi zamanında pek yaygın değil İdi.



SÂLÎMİYE.



'$3



B i b l i y o g r a f y a : Muhibbi, Nulâşat al-aşar, İl, 204 ; Kâtib Çeİebî, K a ş f al-zunün ( nşr. F lü g e l), VII, 876; Ahmed Bâbâ, Nayl al-ibtihac (Fas, 13*7 ), s. 15 7 ; { İbn Farhün, al-Dibâc al-muzahhab, Kahire, 1329, kena­ rında, s. 12 6 ) ; Ben Cheneb, Etüde sur les personnages mentionnes dans Vicaza du ckeikk A bd al- Qâdîr al-Fâsy ( Actes du l Ve Congr. intern. des Or. A lg er, Paris, 1905, 1908, III, 487, § 304), GAL, Suppl., İİ, 416. (C . Bro ckelm an n .) S Â L İM . SÂ LİM b . S a v a d a al -T am îm î , ha­ lîfe al-Mahdi tarafından Yahya b. D&’ üd ’un azli üzerine, 1 muharrem 164 (6 eyîûi 78 0 )’ te Mısır valisi tâyin edilmiş, aynı senenin zilhic­ ce ayınm sonuna (25 ağustos 78 1) kadar bu vazifede kalmıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Kİndi, KitÖb alvulât ( nşr. Rb. Guest, Gibb Memorta! Series, Löndon, 1912, XIX, 1 2 3 ) ; Abu ’l-Mahmsin, Annales ( nşr. T. G. J, JuynboH), Leiden, *855, L 438—44*; al-Makrizi, H ifat, I, 307; F. WÜstenfeîd, Die Siatthalier von Agypten zur Zeit der Chalifen ( Abh. G. W. Goit„ 1875» XX, *2), ( A d o lf G rohm ann .) S A L İM ÎY A . [ Bk. s â ü m îy e .] S Â L İM İY E . SA LİM ÎY A , n a s s a d a y a ­ n a n b i r k e l â m m e k t e b i olup, sûfiyâne temâyyüîe sahiptir ve B asra ’da I1L-—IV. ( h .) asırlarda, sünnî mâlikîler arasında te­ şekkül etmiştir. 283 (896 ) yılında ölen S a h i a I-T u s t a* r i [ b. bk.] tarafından kurulmuş olan bu mek­ tep adını Sahi ’İn başlıca talebesi Abu 'A bd Allah Muhammed İbn Salım ( ölm. 297 = 909) ile oğlu Abu ’i-Hasan A h m e d İb n S a l i m (ölm. 350 = 960 ) ’ia adından alır kİ, bunlar bir-* birini t â kî ben mektebin başında bulunmuşlardır. Müfessir İbn Mneâhid’in dostu olan İkinci İbn Salim, talebesi ve haleü Abü Talib a l-M a k k i (Ölm. 380=990 ) ’nin K üt al-kulüb ’undakî medhtyeîeri ve hasmı Abü Naşr al-Sarrâc ( ölm, 377=987 ) ’m Luma* ( Nicholson tarafından ba­ sılmıştır ) ’ındaki tenkitleri ile bizce iyi bir şe­ kilde tanınmaktadır. Sâlimiya V n başlıca f i k i r l e r i , hasımlan hanbelîler, bilhassa Abü Y a'ia İbn ai-Farrâ’ ( ölm, 458= * o66 ) tarafından bÎ2e kadar intikal ettirilm iştir; bu şahıs onlardan 16 umdesini saymaktadır ( 10 umde G ilan i ’ye isnat olunan a l-G u n y a 'de tekrar edilm iştir): a. Allah her sn yaratıcı olmaktan geri dur­ maz ; yaratılmamış olan İşi { t a f 'i l ) böylece onu her tarafta, bilhassa Kur'an okuyan her okuyu­ cunun dilinde, aynı değerde olarak, hazır kılar. b. Allahın yaratılmamış bir irâdesi (m aşı’u ) ve yaratılmış olan kararları (ira d a) vardır; biranla,



134



SÂLÎMİYE — SÂL-NÂME.



Allah kendilerinin günahkâr olmalarını isteme­ den, yaratılmışların hatâları vukua gelir; şey­ tan en nihayet Allaha itaat etm iştir; kıyamet gününde Allah bir insan suretinde temeşsül etmiş bir hâlde, bütün yaratılmışlar tarafından bilâ-vâsıta idrâk edilebilir bir şekilde görüne­ cektir ( ia c a lli; bk. mad. HULMÂNİYe ). e. Şerîatin tatbiki iradî bir uyma eehdi ile tahakkuk eder ( ikiisâb, K arrâm ıya’nin bunun fıtrî olduğu nazariyesinîn zıddı); sabır sevin­ meden daha iyid ir; peygamberler evliyadan üstündürler; hikmet imânın aynıdır. d. Sûfİyâne ittihad, mü’mİn için, ezelden berî tâyin edilen nisbette, kendi şahsiyetfninj İlâhî Jb en " ’in şuurunu kazanmasıdır ( sirr al-rubUb îy a }. İbn al-Farra1 ’dan îbn at-Çavzi ve İbn Taymiya ’ye kadar hanbelî tenkitçileri bu iddiaların mûtezile ile yarı-yarıya akrabalıklarını ve baş­ langıçtan beri, muhtelif derecelerde al-Haîfâc, al-A ş'arî ve İbn H a fif’İn tenkit etmiş oldukları vahdâniyetçi temâyüllerini isabetle göstermiş­ lerdir. Bununla beraber Sâlim îya mensupları,, Karrâmiîer ile birlikte, ruhun (Ölüm ife ba‘§ b a d al-mavt arasında) ferden yaşamakta devam ettiğini kabul eden yegâne sünnî kelâm cilan olduklarından, Abu Bakr al-Vâsiti 'den başlayarak, sünnî mutasavvıfların ekseriyeti tercihan bunlara intisap etmişlerdir. al-GazzâH, hayâtının ikinci devresinde, İhya' ’sım bir şâlİmiya mensûbunun, Abu Tâlib al-Makki *n>n, K ü t ’una istinat ederek, kaleme almıştır. VI. ( h .) asırda Endülüs’te yarı-İsmâ'ili tasavvuf mektebi, İbn Barracân { ölm. 536— 1 1 4 1 ) ve İbn K a s iy ’den İbn al-'A rabi [ b. bk. ] ’ye ka­ dar, İbn T a y m iy a V n söylediği gibi, bir çok ievhid esâs ve İbarelerini Salim iya mektebinden almıştır. Sâiîm iya’nin diğer fikirleri an’anevî , bîr şekilde, Şâziliya [b. bk. ] tarîkatinde muha­ faza edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Abu Tâlib Muhammed al-Makkî, Küt al-kulûb (2 ciîd; Kahire, 1310, metin eskiden bir tashih ve tasfiyeye uğramış görünmektedir); İbn al-Farrâ5, al■ Mtıiamad f i usul al-din (Şam, Zâhİrİye ku­ tup., ar. tevhid 4$ ); *Abd al-Kadir al-Gilani, al-Ganya li-tâlibi farik al-hakk (Kahire, 1288), I, 83 v. d .; aî-M«k:addasİ ( B G A , U l , 12 6 ); İbn al-Dâ'i, Tabşirat al-avümm (T ah ­ ran, 1313, t;ş-basm.), s. 3 9 1 ; Goİdziher ( Z D M G , 1907, LXI, 73—8 0 ); Amedroz ( J R A S} 1 9 ı3, S. 572— 575 ) ; Massignon, Essoi sur les o rigin es . . . de la mystiçue mıısulmane (Paris, 1922), s. 264—2 7o ;ayn . mil., La passioa d'al-H allâdj, bk. fihrist, mad. Sâlim îya. (Lç>UtS Ma SSIGNON.)



SA L M A . [ Bk. ECE’.} , SÂ LM A N . [ Bk. SELMÂrî ] ' SA L M A N ÎY A . ( Bk. Selm ân Iy e .] ' ' SA L M A S. [ Bk. se l m â s .] SÂ L -N Â M E . SÂ L-N Â M A , geçmiş yıllar­ daki mühim hâdiseleri hulasa eden ve âit ol­ duğu yılın müesseseler ve hâl tercümeleri gîbî, çeşitli mevzûlarda son durumu kısaca bildi­ ren e s e r d i r . S a l nâmeler belli bir mevzu ve gâye ile de hazırlanabilir. *So/-n5mo, farsça sâ l („ysl“ ) ve n S m a {„ mek­ tup, k itap ") kelimelerinden mürekkeptir. A y ­ nı mânada n a v - s â l kelimesi de kullanılır, Bunlar türkçede ..yıllık" kelimesi ile kar­ şılanır, S â l - n â m a kelimesi ..almanak" ve „takvîm " ile karıştırılmaktadır. Aslında „her hangTbir şeyin doğru yerini gösterme" mânasını taşıyan takvim, günlerin, ayların, mevsimlerin, yılların ve bayramların bîr cedvelidir. Almanak ise, sâl* nâmeye çok yakın, fakat onun mevzûfarı yanında halka hitap etme mecburiyeti ile, ev idaresi, oyunlar, sağlık öğütleri, fıkralar ve mîzâhî resimler gibi, her şeye yer veren eser­ lerdir. Sâl*nâmeler devlet tarafından, resmî olarak, yayınlandığı gibi, husûsî müesseselerce de hazırlanabilir. Sâî-nâmelerin tarih kaynak­ ları arasında mühim bir mevkii vardır. Türklerde ilk resmî sâl-nâme, Osmantı im­ paratorluğunda XIX. asrın ortalarında, Koca Reşid Paşa ’nm teşviki ile, tarihçi Hayruİlah Efendi. Ahmed Vefik Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa ’nın müşterek çalışmaları netîces:nde neşr­ edilmiştir (12 6 3 = 18 4 7 ) . Bir kaç yıl sonra bu iş İle, Meclis-i maârif baş-kâtibi Behçet Efendi ile meclis âzasından Rüşdî Bey ’ler vazifelen, dirildi. Daha sonra bu vazife, bir irâde-i Şenîye ile, maârif nezâreti mektûbî kalemi hey’ etine verildi. Sonra, nezâret ve vilâyet sâl-nâ­ meleri neşre başlanmış (12 8 2 = 18 6 5 ), 6 1 yıf sonra da bunları, 2 yıl ara ile, husûsî sâl-nâmelerin neşri tâkîp etmiştir. (A li Suâvî İ288 = 1871 ve Ebüzziyâ ızgo— 1873). Bu arada Gaspırah İsmail Bey ’ în Sâl-nâme-i türki { Bağçesaray, 130 0 = 18 8 2 ) ’sİ de ayrıca zikredilme­ lidir. Bu eser Rusya *da yaşayan türklere âıt ilgi çekici malûmatı ihtiva etmektedir, Nîhâyet 1306 ( ı8 8 8 )’dan itibaren, devlet sâl-nâme­ sini me’ mûrîn-İ mülkiye hey’etine bağlıüicill-i ahvâl-i me’ mûrîn dâiresi hazırlamağa başlayıp, devam ettirmiştir. Çok muntazam bir şekilde çıkarılan Osmanlı devlet sâî-nâmesi her yıl bir az daha gelişmiş ve haemen büyümüştür. 1263 — 1297 arasındaki 35 nüshası taş-fossması olup, diğerleri matbaa harfleri ile basılmıştır ( Sâlnâme-i âevlet-i aliyye-i osmâniye, 1263—İ334 arasında 68 adet).



SÂL NÂME. Yine resmî olarak, nezâretlerce, çıkarılan sâl* nâmeler şunlardır (12 8 2 —1334 arasında. 46 2 d e t: i.-Harbiye nezâreti ve makam-ı ser-askerı; S â l-n â m e -i a s k e r i ( 1282 1326 arasında 17 - jtdet), Keçeci-zâde Fuad P a ş a ’ mn ser-askerlİ: ğtnde neşre başlanmıştır; Önceleri bahriye sı- nıfl da dâhil olmak üzere, ordu teşkilâtı, kad­ rolar, zabitlerin adları, nişanları, istatistikler v.K. îKtîvâ eder. '2 , Ticâret ve nâftâ nezâreti; R a sa d h â n e -i ■ â m ire sâ l-n â m e si {1288, 1 adet). Bu nezârete bağlı rasadhâne idaresince tanzim edilmiştir, 3. Hâriciye nezâreti; Sâl~ n â m e-i n e z â retti am û r-t h â r ic iy e ( 1302 — 1320 arasında, 4 adet). SİcîU-î ahvâi müdürîyetince hazırlanmıştır. Ta■ ■ rthçe, teşkilât, hâriciye nazırları, reîs-üi-küttâblar, elçiler, muahedeler v.b. gibi husösiarı ih­ tiva eder, 4. Bahrîye nezâreti; S â l-n â m e -i b a h rî (130 7 — 1330 arasında, 17 a d e t), fen hey’etînce ter­ tip edilmiştir. Tarihçe, teşkilât, zabitler, do» ■ nanmadakİ gemiler, vasıflarından v.b. bahseder, 5. Maârif nezâreti; M a â r if n e z â re ti sâ l-n â m esi ■ (13 16 — 1321 arasında, 5 veya 6 adet). Tarih• çe, maârif nazırları, teşkilât, me’ mûrlar, mek­ tepler ile İlgili çeşitli bilgileri ihtiva eder. 6. Mâliye nezâreti; R iisû m ât sâ l-n â m e si (1332, ; 1 adet), rüsûmât emânetinin umör-i tahririye ' dairesince hazırlanmıştır. Tarihçe, teşkilât, me • mûrlar, rüsum işleri, gümrükler ve gümrük hâsılatından bahseder. . 7. Meşîhat makamı; İlm iy e sâ l-n â m e si ( 1334, : I adet), meşihat-i ulyâ mektupçuluğu iaraftn• dan tertip edîlm:ştir. Teşkilât, şeyhülislâmlar - ve. lüzumlu bilgilen ihtiva eder. Resmî sâl-nâmelerin üçüncü gurubunu teşkil eden v i l â y e t sâhnâmelerinin ilki, şimdiki »bilgilerimize göre, 1282 tarihînde Trabzon’da neşredilmiştir.. Ş . Sâmî ( K â m â s a l-a 'lâ m , III, 1916 ) ’ye göre, bu tarihten önce Haleb vilâyeti • -mektupçuluğunda bulunan İbrahim Halet Bey F ih r is t -i v ilâ y e t - i H a le b adı ile, ilk sâî-nâmeyi " tertip etmiş ve içindeki istatistik, İktisadî bil-gîterden dolayı, Bâbıâiî ’nin dikkatini çekmiştir. 'Bu eser her vilâyete birer nüsha gönderilerek, bundan nümûne alınıp, sâl-nâmeler tertibi emr­ edilmiştir (krş, Ahmed Râsİm, İ lk b ü y ü k m u ­ h a r r ir le r d e n Ş in â s î, İstanbul, 1927. 7 v.d.). Sâl-nâme tertip ve neşrinde bâzı vilâyet idâreleri büyük gayret göstermiştir. Vilâyet sâlnâmeleri, âit oldukları vilâyetin idâri teşki­ lâtı, me’ mör listeleri, mahallin tarihi, eski eser­ leri, coğrafyası, İstihsâli, iktisâdı faaliyetleri, nüfusu v.b, ihtiva eder. Vilâyet sâl-nâmeierin?n listesi aşağıda verilmiştir (1282 —1336 arasım da, 537 adet).



*35



1. Adana ( 1287— 1320 arasında, 17 ad et); 2. Ankara (12 8 8 — 1325, 15 a d e t); 3. Aydın (1296— 1326, 25 ); 4- Bagdad (12 9 2 — 1329, 21 ); 5. Basra { 13 0 7 —1 3 2, 9 ) î Beyrut ( 1 3 1 0 — * 3 3 b ,9 ) ; 7. B it l i s i 13 10 —1318, 4 ) ; 8. Bolu ( 13 2 4 —1334, 2)5 9* Bosna ( 12 8 3 —1308, 1 5 ) ; 10. Bosna Herseği ( 13 0 1—- ? , 5 ) ; ir . Cebel-i Lübnan ( i3 ° 4 — *39, 6 ) ; 12, Cezâyir-i Bahr-î $efîd ( 12 8 7 —13 2 1, 2 2 ) ; 13. Diyarbekir ( 1286—1323, 22 ); 14. Edirne (12 8 7 —1319 , 28); *5-. Erzurum (12 8 7 — 1318, 1 7 ) ; 16. Girit ( 1292— 1310 , 3 ) ; *7. Haleb ( 12 8 4 - 13 2 8 , 3 5 ); 18. Hicaz ( 1 3 0 1 — 1309, 5 ) ; *9- Hüdâvendigâr (12 8 7 — 1335> 34 ); 20. İşkodra (1299— 13 15 , 5 ) ; 21. Karesi (13 0 5 , 1 ) ; 22. Kastamonu (12 8 6 — 132 1, 2 1 ) ; 23. Konya ( 1285— 1300, 30)5 24. Kosova (1296— 13 18 , 8 ) ; 25. Mâmûret-ül-Aziz (12 9 8 —1325, 1 0 ) ; 26. Manastır {12 9 2 — 1314 , 9 ) ; 27. Mısır (1288, 1 ) ; 28. Musul (130 8 — *330, 5 ) ; 39- Prizren (-1290, 1 ) ; 30. Selanik ( 12 8 7 — 1 3 2 5 ,2 3 ) ; 31. Sisam (18 9 1, 1 ) ; 32. Sivas ( 1287—1325, 1 7 ) ; 33. Suriye ( 12 8 $ — *3*8, 3 2 ) ; 34. Trabtusgarb ( 12 8 6 —13 12 , 13 ) ; 35. Trabzon (12 8 2 —1322, 2 4 ); 36. Tuna ,12 8 5 — 1294, 1 0 ) ; 37. ÜskÜp ( 1 3 1 1 , * ) î 38. Van U 315, O ; 39* Yanya (1288 — 1319, 9 ) ; 40. Ye­ men ( 1298—1314 , i * )Resmî olmayan sâl-nâmelerİn ilki, Türkiye adı ile, A li Suâvî tarafından 1288 ( 18 7 1) ’de P a ris’ te neşredilmiştir. Bu tarihten İtibaren bu eserlerin çoğaldığını görüyoruz. Husûsî sal­ nameler daha çok almanak vasfını taşır. Umûmîyetie resimli olup, münderecatiarı çok çeşit­ lidir. Bunların arasında ciddî ve değerli olan­ ları vardır. Bilhassa Ebüzzİyâ Tevfik ’in hazır­ ladıkları, nefis baskıları ile, dikkati çeker. Bunlar arasında sâdece belli bir mevzuu ( san’at, meslek, sıh h at) esâs alanlar da bulunmaktadır. Husûsî sâl- nâmeler şunlardır t 1. A li Suâvî, Türkiye (Paris, 1288 ve 1290, 2 adet). — 2. Ebüzziyâ Tevfik, Sâl-nâme-i hadîka (1290); Sâlnâme-i Ebüzzİyâ ( 1294 ) ; Sâl-nâme-i kamerî ( * 397) ; Rebî-i m ârifet t 1297—1305, 8 ad et); Nevsâl-i m ârifet (13 0 6 —1310 , 3 a d e t); Takvim-i Ebüzziyâ ( 1 3 1 0 —1317 , 3 adet, daha ziyâde alm anak); Takvim-ün-nisâ ( 1 3 1 7 ) . — 3- Meh» med A rif, el-Münakkah (1292 ). — 4. Ahmed Ihsan, Nevsâl-i servet-i fünûn ( 13 10 — 1314, 5 adet j 5 Sâl-nâme-İ servet-i fünûn (132 6 — 1329, 4 a d e t). — 5, Hüseyin Vassâf, Nevsât-i asr ( *3*3— 1315, 3 a d e t). — 6. Besim Ömer Paşa, Nevsâl-i âfiy et ( 1 3 1 5 — 1322, 4 adet). — 7. Nevsâl-i mâlûmat ( 1 3 1 5 — 1317, 2 adet), — 8. Selânikli Tevfik, Nevsâl-i askerî ( 13 16 ) , — 9. Osman Fertd ve Ekrem Reşad, Nevsâl-i TTsmânî ( 1325— 1327, 3 adet \ — 10. Nevsâl-i millî (*330)* **. Kanâat kütüphanesi, Millî nevsâl



136



SÂL-NÂME — SALUR



( *338—13 4 1, 4 adet}.— 12. Akçura-Oğhı Yusuf, kında tarihî malûmatımız azdır, BununLc be­ raber, eski zamanlardan itibaren diğer Oğısz Türk yılı ( 1928 ), Yukarıda sayılanlardan başka şu sâl-nâme» boylarının kaderini paylaştıkları, sonra İH ve Isığ ler de kıym etlidir: M usavver nevsâl-i meşâ- golü civarından Seyhun ırmağı kıyılarına gel­ k ir ( 1 3 1 4 } , Nevsâl-i Ai&î ( 132 1 ), Nevsâl-i Râ- dikleri, daha sonra Maveraünnehr ’ e, Hvârizm, gıb (13 2 4 ) , N evsâl-i bahrî (132 5 ), Musavver Horasan ve nihayet Anadolu ’nm fethini mü­ eczâcı nevsâli (13 2 8 ), Osmanlt H ilâl-i ahmer teakip hu boyun bîr kısmının şarkî Anadolu *ya gelip yerleştikleri tesbit edilebilmektedir cemiyeti sâl-nâmesi (132 9 — 13 3 1) , Şirket-i hay r i y e sâl-nâmesi ( 1330 ), N evsâl-i edebî ( tafsilât İçin bk. KÖprülü-zâde Fuad, Türkiye tarihi, İstanbul, 1923, I, bolüm 5). ( *34 o ), Büyük sâl-nâme ( 19 2 3 —192Ö ). [ Salurların umûmî Oğuz tarihi çerçevesinde­ Türkiye cumhuriyeti devrinde 1925—1941 arasında yayınlanan Devlet sâl-nâmesi ( sonra ki mühim yeri eski Oğuz an’anelerîni muhafa­ y ıllığ ı) Min sayısı 6 Mır. İstatistik umûm mü­ za eden destanlarda bilhassa belirmektedir. dürlüğünce 1928 ’den beri çıkarılan pek çok Raşid al-Din ’in farsçada Oğuz-nâme ’sindeki yıllık ise, nüfus, zirâat, sanâyî v. b. istatistik Oğuz yabguları ile ilgili hâtıralarda tesbit edil­ cedvellerinden İbarettir. Husûsî olarak hazır­ diğine göre, Oğuz Han ’m torunu olarak gös­ lanan, sayısı az yıllıklar arasından da şunlar terilen Dib-Yavku ile konuşan ve onu fütûha-, zikredilebiliri Matbuât almanağı (1933 —1938, ta teşvik eden Salurlu Ulaş Bey Mir ve İnal-Yav* 6 adet), Cümhûriyet almanağı (19 3 6 —1938, ku ’nun naipleri ve beyleri de, Salurlardan 3), Türkiye yıllığı (194 7— 1948, 2; 1962—1963, olduğu gibi, sonraki Y a v k u ’nun „vezîrİ" de Salurlardan idi. Salurlu Ulaş Bey ’in oğlu 2 ). ' B i b l i y o g r a f y a t Ebüzziya Tevfik, Salur Kazan, bilindiği gibi, Dede Korkut des­ Takvim-i Ebüzziyâ (t. sene 13 10 —1271 sene­ tanlarında ( yazılışı XIII, asrın son ları) ve leri için; Konstantmiye, 1310 ), s, 15$— 16 7; Şecere-î terâkime ’de birinci derecede rol oy­ Selim Nüzhet ( Gerçek ), 1933 almanak { basın namaktadır. Muhayyel bir destan kahramanı almanağı), İstanbul, ts., 35—42; Server R. değil, fakat X. asırda yaşamış tarihî bir şah­ İskit, Türkiye Ve neşriyat hareketleri tari­ siyet olarak kabûl edilen Salur Kazan Beg hine bir bakış ( İstanbul, 1939 ), s- 34 v.dd,, 96 ( Faruk Sümer, Dil ve T arih-C oğrafya fa kü l­ v.d., 356—373, 432—437; Selim Nüzhet G er­ tesi dergisi , XVII, cüz 3—4, s. 4 14 ), Dede çek, Vilâyet ve nezâret sâl-nâmeleri ( Akşam Korkut destanlarında, Bayındır Han ile birlik­ gazetesi, 18 haziran 19 4 1 ) ; M. Zeki Pakalın, te, »Türkistan ’ın direği ", »Karaçuk ( Sır-DerOsmanlı tarih deyim leri ve terimleri sözlüğü ya boyunca uzanan Karatav sıra-dağları) ’un (İstanbul, 1954), mad. SÂL-NÂME; M. Sert- kaplanı" diye- tavsif edilmektedir ( bk. M. E r­ oğlu, Resim li osmanlı tarihi ansiklopedisi gin, Dede Korkut kitabı, I, 144, 200 v.d ,; (İstanbul, 1958), mad. Sâl-nâme ve metinde 3. ve 7. d e s t a n la r B u r a d a Oğuz ilinde beyler-beyi durumunda olan Salur Kazan ’ın, bîr anılan sâi-nâmelerin bir çoğu. müsluman mücâhidi olarak, kâfirler ile savaş­ S A L S A B İL . [B k . s e l s e b Îl .] larından bahsolunuyor. Destanlarda verilen tas­ S A L U K . [ Bk. s e l û k .] virlerden bn kâfirlerin eski Oğuz yurdunun şî« S A L U L . ( B k. SELÛL.J SA LU R, O ğ u z l a r ı n Üç-oklu boyuna mâl ve şimâl-i garbisindeki Kıpçak türkleri ol­ mensûp bir kabilenin a d 1 olup, adı ve soyu duğu anlaşılmaktadır. Dede Korkut hikâyele­ Oğuz H an’ m altı oğlundan biri olan Dağ Han rinden 2. ve sonuncu ( 1 2 .) destan doğrudan’m büyük oğluna çıkar; metinlerde Sâlvür ( hu­ doğruya Kazan B e g ’e ait olduğu gibi, diğer sûsî kütüphanemdeki farsça bir Oğuz-nâma destanlarda da onun ailesi efradı rol oynamak­ ’de ) veya Salğur { D ivân luğât al-turk ; Ta­ tadır, 1074 ’te yazılmış olan Divân luğât alrt h-i gu zida) şekilleri nadiren bulunduğu hâlde, turk ’te müellif Kâşgarh Mahmud ’ un Karaçuk dağlarında yaşadığını söylediği Oğuzların, Sa­ Sâlur ve Ş â lm şekillerine sık-sık rastlanır. ( Salğur kelimesi trk. sal- fiiline fiilden îsîm lur Kazan Oğuzları olduğu, hattâ XII. asırda yapma ek i olan -ğıır lahikasının ilâvesi ile mey­ Horasan Ma kalabalık beyler gurubu idaresinde dana gelmiştir ve Raşid al-Din ’în Cam i‘ al-ta- görülen Oğuzların da Salur Kazan oğuzlarının vârik adlı eserinin Törih-i Oğuz w Türkân u ahfadı bulundukları tahmin edilmektedir ( bk. hikâyat-i cihangiri-i ö kısmında açıklandığı Faruk Sümer, ayn . esr,, s. 418). Abu ’l-Gâzi üzere ( bk. T A/, I, 192 ), „hücûma hazır, muha­ Bahadur Han [ b, bk. ] tarafından, yerli türbrip" mânasında olup, bilâhare Salurt Sahr şe­ men rivayetleri ile tamamlanmak suretiyle, killerini almıştır ( bk. Gy. Nemeth, A honfoglalâ, 1660/1661 ’de yazılan Şecere-i terâkim e'de ise, s. 39, 49 v. d. ]. Diğer bîr çok türk kabileleri Salurlar ile ilgili malûmat, bir az farklı olmak­ için olduğu gibi, Salurların da m e n ş e ’i hak­ la beraber, esâs İtibârı ile bâzı tarihî gerçek-



SALUR. îerî aksettirmektedir. Burada Salarlar He sa­ vaşanların Peçenekler olduğu açıkça görülüyor. Bir Peçenek ham yaptığı baskm neticesinde Alp-Salur K azan ‘m annesi Çiçekli ’yî esir ederek götürmüş, bilâhare bu hatun Peçenekleri mağlup eden oğlu tarafından kurtarılmış­ tır. Salur Kazan hakkındakî 7 kıt’aîık bir medhiyede belirtilen bu zafer' ( Şecere-i 1erâ~ kime, TTK, 4 8 ? ; F . Sümer, ayn, esr., s. 39 t v. ^ 1 X. asırdaki Oğuz-Peçenek mücâdelelerinin hâtırasıdır. Şecereli terâkime ’de Kazan soyun­ dan. gelen Salur beyi öğürcük A lp de, ataları ve oğullan ile birlikte, tanıtılmakta ve onun Kanglı türkleri ile savaşları nakledilmektedir. Bu da XII. asırda vukû bulan mücâdelelerin izleridir. Yine aynı eserde, Türkmen rivayet­ lerine istinat eden bilgiye göre, Oğuz ilinde beylik etmiş olan kadınlardan biri Salur Ka­ zan ’m . karısı B u rJa’dır. Bu hatun Dede Kor­ kut destanlarında da sık-sık bahis mevzuu edilir. Beylik yapan diğer bir kadm da, Salur Barçin adım taşımaktadır ki, bu hatunun Sır ırmağı kenarında, güzel çiniler İle süslü ve Özbekler tarafından Barçin 'm Kök kâşane denilen mezarı halk arasında meşhûr olmuştur ]. Selçuklu imparatorluğunun sukutundan sonra Salgurlar ( b, bk., Târih-i guzida, GM S, XIV/I, 503 ) hanedanı bunlar tarafından kurulmuştur { TM, J, 19 3 ; F. KÖpriiiii, Oria zaman iürk devletlerinde hukukî sembollerdeki m otifler, s. 50; Belleten, sayı 28, s. 252; Nemeth, gö st her., farsca Oğuz destanında da bu busûs belir­ tilmiştir, Bk. Faruk Sümer, ayn. tsr., s. 384 v. d., ayrıca bk. m&d. B A Y R A K ). Şâir hükümdar Kadı Bürhâneddic { b. bk.] de Salurlardan gelmektedir ( ‘Aziz b. Ardaşir A starâbâdİ, Bazın u razm, İstanbul, 1928, s. 42 ). Seiçuk-nâma tercümesine göre, Anado­ lu ’ya gelmiş olan Salurların, Erzincan emîri Mengücük ailesinden { Houtsma, Recueil, IH, 57} Bahrâm Ş â h ’ m ordusunda bulundukları görülmektedir; bundan, Salurların Kayı, Eaymdur vq Bayat kabileleri yanında Anadolu Sel­ çukluları tarihînde mühim bir rol oynadık­ ları neticesini çıkarabiliriz ( bk. Recueil, IV, fihrist ve J. Marquart, uber das Volksium der Komanen, s. 189. Abh. G, W. Gött., yeni seri, Berlin, 1914, XIII, nr. 1 ). Husûsî kütüphanemde bulunan bir Oğuz-nâm e'ye göre, Karamanlılar [ b. bk.] da Salur kabilesinin Karaman şubesine mensup olmalıdır ( aksi iddia için bk. ÎA , VI, 317 i mad. K A R A M A N L IL A R ) Kafkas Azerbay­ can! ‘nda Karamanlı adım taşıyan köylerin vaktiyle Salurlar tarafından kurulmuş olması muhtemeldir. Hicrî VII. asırda ( Nasavi, Histoire dü Sultan D jetal ed-Din Mankobirti, trc. Houdas, Paris, 189$, s. 264, 374, 383 ) bu semt­



13?



lerde rastladığımız kalabalık Türkmen züm­ releri arasında hîç şüphesiz, bu Karamanlılar da bulunuyordu. Oğuz boylarım muhtelif yerlere doğru dağıtmağa çalışan Selçukluların siyâseti sebebi He, Salurların büyük bir kısmı garba doğru göç ettikten sonra, M erv’ de ve Sarahs ’ta kalanlar Türkmen umûmî adı altında mü­ teakip asırlarda faaliyet gösterdiler. Bâzı âlim­ lerin fikrîne göre, 1380 ve 1424 yılları arasın­ da Semerkand, Turfan ve Su-Çeu yolu ile SıN in g ’e geldiler; orada yerleşerek, günümüz­ deki Kan-Su S a l u r l a r ı n ı teşkil ettiler ( bu sonuncuların nereden ve ne zaman göç ettik­ leri henüz tetkik mevzuudur ). [ Abu ’ I-Ğâzi Bahâdur H an ’ın diğer eseri olup, 16 6 5’te ya­ zılan Şecefe-i türk ’e göre ( Rızâ Nur, Türk şeceresi, s, 219 v. d.), Salurlar XVI. asırda, taşkı ve içki ( dış ve i ç ) Salurlar olmak üze­ re, iki bölük idiler ve umûmî hey’eti ile Salur boyu o zaman »Horasan Salur V * Er*San, Sa­ rig, Yomotlardan müteşekkil idi ve Horasan Salurları Hiva banı Sufyân Han ’a yılda 16.000 koyun ( berat koyunu) vergi vermeğe zorlanmış­ lardı. Ayrıca iç-Salurlar da yine yılda 16.000 ko­ yun ve bundan başka hanın sofrası için 1.600 koyun ( kazan koyunu ) veriyorlardı ( bk. TM, I, 196, not 1 ) ]. Soııra sayıca ve kuvvetçe küçül­ müş olan Salurlar, diğer Türk menler He yap­ tıkları mücâdelelerinde ve bilhassa İran arazi­ sindeki devamlı istilâları He yavaş-yavaş zayıf­ ladılar. F ath ‘ A li Ş â h ’ıu o ğ lu ‘A bbâs M irza’ya karşı bu şehzadenin 18 31 Me S arah s’a seferi esnasında mâruz kaldıkları büyük kayıplar ne­ ticesinde, ehemmiyetlerini kaybettiler. Ş i m d i k i v a z i y e t . Salurlar Sarahs et­ rafında toplu ve Heri-Rud civarında Rus-İran hududu Üzerinde dağınık bir şekilde yaşayan 1 ürkmenlerin en eski ve asili olarak nazar-ı itibâre alınmaktadırlar. Üç zümreye ayrılırlar: Yalavaç, Karaman ve Ana-Bölegi. Bu zümrele­ rin de talî şubeleri vardır. Evnevİç şu şube­ leri verir: Y alavaç: 1. Ordu-hoea, 2. Daz, 3. Bek-Sakar, Karam an: 1. Uğru- cİhli, 2. Bek-Gezen, 3. Aleyn. Kirçe Ağa : 1. Kırçe A ğa, 2, • Beş uruk (bütün bu isimler RMM, LVI, 66 v.d. imlâ­ sına göre kaydedilmiştir). Bu tâîî şûbeler ye­ niden aşiretlere bölünmüştür. Sayıları farklı olarak takdir edilmiştir. Dubeuz Sarahs etra­ fında 2.000 çadır, Petruşeviç 3.000, Vâmbery 5.700 ( mübâlegahdır ) çadır tahmin etmektedir. Son olarak, J, Castagne 3.000 çadır saydığın: söylemektedir. Kan-Su ’nun asıl Tibet ’e âit olan kısmında­ ki müsiüman Salurların sayısı 70.000 ( Gren a rd ’a göre, 50.000 ) olarak tahmin edilmiştir.



138



SALUR.



Bunlar, Urımvu Man merkez olarak Sin-Hoa- üçüncü büyük kolu Trablusşam bÖlgesmdeT'mg veya Salar küçük şehri etrafındaki T’ ao-Ho dir. Adları, bâzan arapçalaşmış şekli ile, Sal’ya kadar uzanan ve Sarı nehrin sağ kıyısında lur ve Salluriya şeklinde gösterilen Suriye Sa­ bulunan bir ülkeyi işgal etmektedirler. Sol sa ­ lur lanmn, vilâyet defterine göre, 25 i kadar hil üzerinde SirNing ve Hö-Çeu parasında ol­ cemâatleri var idi; Dulkadırîı ulusu arasın­ dukça arızalı ve. dağınık bir yol üzerinde bu­ da da iki küçük Salur oymağı görülmekte­ lunan bir yeri de işgal ederler. Bu türkler, fi­ dir. Anadolu Maki Salur şûheleri bugün tamâzikî yapıları ile, Kan-Su ’nun diğer müslüman- miyle yerleşmiş durumdadırlar ( kendi adları­ Ianndan açıkça tefrik edilirler; kendi dille­ nı taşıyan köyler ve diğer meskun yerler için ri olan türkçeyi muhafaza etmişlerdir, Gre- ■ bk. K öylerim iz, nşr. Dâhiliye vekâleti, İstan­ , nard Salarların lehçesine dâir malzeme neşr­ bul, 1936 )]. etmiş ve bunlardan onların menşe1 ve muha­ B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ ceretleri devrine dâir bâzı neticeler çıkarmış lerden başka bk. bir de A. Vâmbery, Bas ise de, bu malzeme ne kâfi, ne de itimâda ş a ­ Türkenvolk in seirıen etbnologischen und yandır, Salurlar sünnî hanefîierdir; dâima nakşeihnographîschen Beziehungen geschildert bendî tarîkatini benimsemişler ve .aralarında (Leipzİg, 1885}, s. 398 v.d. *, Rizâ Kulı Han, zikr-i cahri carı olmuştur, Çinlileri .hakir gör­ Relation de VAmbassade au Kharezm ( tror müşlerdir. Ch. S ch e fe r), Paris, 1879 ; Eiîsee Reclus, [ Salarların Daz kolundan bâzı kısımlara AlGeograpkie Ü niverselle, VI, 4 33; Dubeus, tay Ma, Kırgız, Kazak ve Başkurtlar arasında La Tartarie, le Beloutchistan et le Ne/ al tesadüf edilmektedir. Garp istikametinde göç (Paris, 1848 ), s. 9 1 ; A . Burnes, Travels into eden Salurlar, Osmaıılı devrinde, Anadolu türk Bokkara { London, 1839 ), H, 50—53 5 Greaşiretleri arasında mühim bir mevki tutar. Umu­ . nard, Le Turkestan et le Tibet, II ; j. L. Dutmiyetle Anadolu ’ nun şark ve cenup tarafların­ reuİl de Rhîns, Mission scientifique dans la daki Türkmenler zümresine dâhil olan Salarla­ Haute Asie (Paris, 1898, 11. kısım ), s. 457 rın en kalabalık teşekkülleri Sivas, Amasya, v.dd.; Ritter, Erdkunde, VII, 702; J . CasTokat ve Adana bölgeleri ile Suriye ’de ( Trabtagne, Rtıssie Slave et Russie Turque { RMM, lusşam ) bulunmaktadırlar. A yrıca Dulkadırîı Paris, 1923, LVI, 66 v.d.); L. Massignon, ulusu, arasında ve İsparta bölgesinde de Salur Annuaire da Monde Musulman ( 1 . yıl, 1923)' oymaklarına tesadüf edilir. Sivas havalisindeki s. 268 v,d .; J. v, Hammer, Histoere de VEmSalur kolu buradaki UIu-Yörük ulusuna dâhil pire Ottoman ( Paris, 1836 —1841 ), I, 9 v:d .; bulunuyordu. XVI. asrın ilk yansına âit def­ [ Abu *l-Gâzi Babâdur Han, Şecere-i türk terlerde Ak-Salur denilen bu Salur bölüğü, o (Türkiye türkçesîoe nakleden Rıza N u r), zaman, 5 kısma ayrılmış idi. Daha sonraları İstanbul, 1925,3. 219 v.d.; F. Köprülü, Oğuz bu Salurlar tedricen yerleşmişlerdir. Adana böl­ etimolojisine dâir notlar ( T M, 192$, I, 192 gesinde Ramazanh ulusu içinde yaşayan Sa­ v. dd,, 196 ve not 1 197, not 1 ); Gy. Nemetb, lurlar ise, Tarsus ile Bulgar dağı etekleri ara­ A hûnfogialö magyarsâg kialakulâsa ( Busındaki sâhada, Ulaş boyuna bağlı bulunuyor­ dapest, 1930), s. 39, 49 v. d .; M. F. Köprülü, lardı. 925 ( 1 5 1 9 ) tarihli Adana vilâyeti defte­ Orta zaman türk devletlerinde hukukî semrinde bu Salur şubesi, bir kısmı çiftçi olmak bollerdeki m otifler ( Türk hukuk ve iktisat üzere, 15 kadar oymaktan mürekkep gösteril­ tarihi mecmuası, *939, H, 5 0 ) ; ayn mil., Osmiştir. Bunlar da XVII. asrın ilk yarısında tamanlı imparatorluğunun etnik menşe'i mese­ mâmîyle yerleşmiş idiler. Diğer taraftan Ka­ lesi ( Belleten, 1943, sayı 28, s. 252 ve not raman, Köç-Hisar bölgelerinde de Salurların iz­ *, 270, not I ); F. Sümer, Osmanh devrinde lerine tesadüf edilmiştir. Bayezid II. zamanın­ Anadolu'da yaşayan bâzı Uç-okln Oğuz boy­ da, Konya havâlisinde Salur adını taşıyan 10 larına mensup teşekküller ( İstanbul Üniver­ kadar yer var idt ki, buralardaki Salarların Ana­ sitesi iktisat fakültesi mecmuası, 1952, XI, dolu ’ nün fethini müteakip bu havaliye yerle­ 453“ ~459); ayn. mil., Oğuzlara âit destânî şen Salurlar olduğu tahmin edilmektedir (bk. mâhiyette eserler ( Ankara D il ve tarih-coğ­ Faruk Sümer, IktLat fakültesi mecmuası, XI, ra fy a fakültesi dergisi, XVII, cüz 3—4, s. 456 ). Az mıkdarda olmakla beraber, Salurlarm 366, 369 v.d., 384 v.d., 390—396, 407—415, Hamîd sancağında ( İsparta bölgesi) görülme’ 418, 429), bir de umûmî olarak bk. ayn. leri höt hâlde onların „uç" Türkmenleri ara­ mü., X. yüzyılda Oğuzlar { ayn d erg i, 1958, sında bulunmaları ile alâkalıdır (U ç Türkmen­ XVI, cüz 3—4, s. 1 3 1 —162)], lerinin başmda Salur Beg adlı bir baş-buğ var­ ( K ö PRÜLÜ-ZÂDE F uad .) dır; bk. Aksarâyî, MasÖmarat al-ahbâr , nşr. (Bu madde İ. KAFESOĞLU tarafından tâdil Osman Turan, T T K , 1944, s. 71 ), Salurlarm ve ikmâl edilmiştir].



SÂM-SAMAK. S Â M . ŞÂM, N üfc [ b. bk.] ’u.n o ğ u l l a . r m d a n b î r i olup, dâima birine! planda zikredilir ve Şa'iabi ’nin Kişaş al-anbiya ’sm» . da Nuh ’un haşseten en büyük oğlu olarak ge‘çer. Yalnız münferit bir rivayet (al-T,abari, nşr. de Goeje, 1, 196) şu sırayı verir: Y âfiş, .Hûm, Sam, Bu sıra Bâbil Talmud’v, San, kedrin, 69b *de bulunan bîr yahudi rivayetine , uyar (fakat bk. bîr de al-Tabari, mezkûr nşr. ss. 2 2 3 ’teki Ahi al- Tavrat rivayetleri), Sam,Nüh . ’un en gözde oğludur. Yalnız Y&fis.üe babası­ nın bayır duasını paylaşmakla ( krş. Takvin, IX, 27 )1 kalmaz; fakat ölüm hâlinde bulunan babası onu kendisine halef tâyin eder ve ona busûsî vazifeler verir. Üstünlüğü soyundan gelenlere geçer; onun nesli husûsî bir güzelliğe sahiptir ve peygamberlik mevhibfcsi bu nesilde tecellî eder. Ş a m ’ın zevcesi Şalıb (Şulayb), N uh’un diğer oğullarının zevceleri gîbi,Kayn b. Adam neslindendir ve S a m ’ dan 4 oğlu olmuştur ki, bunların adları, Takvin, X, 2 2 ’de verilen adlar ,,île kolayca birleştirilebilir ; Sam ’ ın beşinci oğlu Aram ’m aynı anneden oîup-olmadığı kat’î bir şekilde bilinmemektedir. S âm ’ m nesli ara­ sında dâima araplar, çok defa da farslar ve ruralar.ve bâzan da yabudîler zikrolunur. Nuh, yer-yüzünü oğullan arasında taksim ettiği va* kıt, „ortayı", yâni Nil. Fırat — Dicle ve Seyhun~-Çeyhun arasındaki bölgeyi Sam "a verdi. ; S a m ’m kendisi M ekke’de ikamet etti. ■ Bi b l i y og r a f y a' . al-T abari ( nşr. de Goeje ), bk, fih rist; al-Dimaşki, Nuhbat al~ dahr (nşr. M ehren), bk. fih rist; al-Şa'Iabi, • Kişaş al-anbiyâ'. (Kahire. 1324), s. 38, alKisâ’ i, Kişaş al-anbiya (nşr. Eisenberg), 1, 98—102. (B. JOEL.1 SÂ M M İR Z A . SÂM M İRZA, A bu ’ l -N aşr , ş â i r v e m ü e l l i f olup, Safevîierden Şâb İş ma'il I .’in oğludur ( iekabı için bk. Hvândmir, tfabib al-siyar, Ul/IV, 101 ). 21 şâbân .923 ( 19 eylül 1517 ) ’te Merâga ’da doğdu { ayn. esr.t I1I/IV, 83). Durmuş Han b. 'A bdi Bey kendisine lala tâyin edildi. Daha çocuk yaşta bulunduğu sırada (927 = 1521 ), kendisine Hora­ san vâliliğ*!-verildi ise de, bu vazifeyi onun adına fitlen lalası Durmuş Han ifâ etmeğe baş ladtkian ancak bîr yıl sonra Herat ’ a gelebildi. 930 ( 1524 ) ’ da tahta çıkmış olan kardeşi Şâh Tahmasp tarafından, ikinci defa olarak; Herat valiliğine getirildi; bu defa Ağzıvar Han ta­ rafından korunuyordu. Sâm Mirza 941 ( 1534/ *S3S ) Me isyan etti ve K an de ha r ’ı, kuşattı ise de, 8 aylık muhasaradan sonra, Ağzıvar Han öldürülmüş ve kendisi affedilmiştir, 951 (1544') ’ de Şâb Tahmasp tarafından o ve kardeşi Bah,râm Mirza Hind-türk imparatoru Hümayun ’u karşılamağa me’mûr edildiler. 969 ( 1561/1562 )



139



’da tekrar isyana.kalkıştı ise de, muvaffak.olamayıp, Kahkaha kalesine hapsedildi ye 974 ( 1566/1567 ) ’te orada Öldü, ■ . Babası ve diğer kardeşleri gibi, şâir mizaçlı olan Sam Mirza daha çok Tuhfa-i Sam i adlı meşhûr tezkiresi ile tanınmıştır. Muasırı bulu­ nan şâirlerden aş,-yk. 700 kadarının kısa hâl tercümelerini, şiirlerinden seçme bâzı parça­ lar da nakletmek sûreti ile, ihtiva eden bu eser, D evletşâh’m Tezkire ’sinin bir zeyli mahiye­ tindedir. Kitap Sahi fa adı verilen 7 bölümden ibarettir : 1. Şâb Ismâ'il ve diğer şehzadeler, 2. seyyidîer ve âlimler, 3. vezirler ve diğer kalem erbabı, 4. şâir olmadıkları hâlde, şiir söyleyenler, 5. şâirler, 6. türk asıllı şâirler, 7. Kalk tabakasından gelen diğer şâirler. Storey, Persian Literatüre (London, 1953), I/lî, 799 ’da işaret edilen dünya kütüphanelerindeki yazmaları dışında, İstanbul kütüphanelerinde de yazmaları bulunmaktadır ( msl. Üniv. kütüp., nr. FY m , 760 ve Ayasofya kiitüp-, nr. 104 1), Eserin 5. ( Şâirler ) bölümü Hindistan ’ da Patna ( Alfahâbâd.) da, 19 34 'te neşredildikten 2 yıl sonra, kitabın tamâmı Vahîd Dastgîrdi tarafın­ dan T ahran’da basılmıştır ( 131 4 = 1936). A yrı­ ca bundan yapılmış iktibaslar ve seçmeler için bk. Storey, gösi. yer. Sam Mirza ’ nın bu tezkiresi dışında, bîr de aş.*yk. 6.000 beyitlik bîr divâni vardır ( M'A li Tarbiyat, Dânişmandân-i A zarbaycan> Tahran, 1 31 4 h. §, s. 172 v. dd.}. B i b l i y o g r a f y a : Hvândmir, Hablb al-siyar, 1H/IV, 83, 100, 104 ; Rizâ .Kulı Han, Maçma al~fuşqhâ ( Tahran, 1395 ), 1,34 ; L u jf 'A li Beg, Ataş-kada (Tahran, 1327 b.ş.), s. 1 5 ; Âzâd, H azina-i Am ir a ( Cavnpur, 1860), ş. 6 ; Mir Husayn Dost, Tagkira, (Luknov, 12 9 2 = 18 7 5 ), s. 148; Cb. Rieu, Cat. o f Pers. Mss. in the Brit. Mas., s. 3766; E. G. Brown.e, Hist. o f Persian Lite­ ratüre tınder Tartar Domination ( Cambrıdge, 1920), s. 459, 507, 51.4; J-v. Hammer, Gesch. der schonen Redekîinste Persiens, s, 379; S. de Saey, N E , IV, 273; O. Frank, Über dîe mor g e n i. H ss. . . im München, s-, 12 6 ; Flügel, Di e ar ab., pers. und türk. H ss . . . zıı İVien, II, 367 ; A. Krafft, Dîe arabischen , . . Hss. der Oriental, Akad. zu Wien ö ’de kibla, duâ sırasında mukaddes ceden verilen haberi minnetle karşıladı ve yahudi ile hıristîyana kendi dinini kabul etti- dağa doğru dönmede bulunmaktadır. Gerçekte rebildi. Yal.udî meşhûr Ka‘ b al-Ahbâr idi ve H arem ’e doğru dönme yahudİIcrce de bilin-



150



SÂMÎRILER.



inekte idi. Dânyâl ( IV, 10 ) dua etmek îçîn diz çöktüğü zaman, Kudüs ’ e doğru 3 defa döner. Fakat bu Samîrilerde dinî amellerinin bir kısmını teşkil eden esaslı bir nas id i; çün­ kü Garizim dağı üzerindeki menâsik onlar ile yahudiîer arasında en belli*başlı farkı teşkil ediyordu, Sacada ( mascid kelimesi bundan gelir ), ta* pınmağa yâni üfûhiyete tapmağa delâlet etmek üzere, araplar tarafından dışarıdan alınmış bir kelime ise, ârâmî olmakla beraber, yahudiîer in bunu dinî bir amele delâlet etmek üzere, asla kullanmadıklarım tesbit etmek dikkate değer ve kelime süryânî dilinde de bu umûmî mânayı almış görünmektedir. Sâ mir ilerde bii’akis Enşira ’da bulunur ve »üîûhiyete tapma, ibâdet" mânasında, mütad bir ıstılahtır. Peygamber ile, SSmirilerin tasavvur ettiği şekilde, Musa arasındaki muvazilik mühimdir. Müsâ, onlara göre, yegâne peygamberdir ve Allaha karşı gösterilen saygıya yaklaşan bir ihtiram mevzuudur, Müsi ’ya verilen en mühim sıfatlar yegâne peygamber, sâdık ve emin pey­ gamber, mucize ve hârikalar yapmak üzere, Allah tarafından seçilmiş elçi sıfatlarıdır; bun* dan başka kimse ona müsâvî deği'dir ve za­ manların sonuna kadar kimse onun gibi olma­ yacaktır. Musa *yı bu şekilde gösterme yabudi edebiyatında bilinmemektedir; burada Musa dâima Möşe Rabbenü, yâni «bize öğreten" veya «efendimiz Musa" ismi ile tanınmaktadır. HanN âbj han-ne^mân veya haş-Şâli^k Samîrilerde dâimâ aynı kalan ibaredir. Büyük bir ehemmiyeti olan bir noktaya daha husûsîyetle dikkati çekmek lâzımdır. Bîr mü­ kâfat ve ceza gününe îman husûsunda fatiha ’da bulunan bir beyân bahis mevzuudur. Sâ mi­ riler bunun menşe’ini Çeşniye, XXXII, 35 ’e çı­ karırlar ki, burada Tevrat âlimlerinin »İntikam ve mükâfatlandırma bana aittir (// )" okumala­ rına mukabil, Sâmiriler »intikam ve mükâfat­ landırma gününde (,l«-yöm)" okurlar. Yukarıda söylenilenler göz önünde bulundu­ rularak, burada Enşira ’nm bir az kısaltılmış bir tercümesini ve bilhassa bizim araştırmala­ rımızı ilgilendiren kısmını vereceğiz: »Senin önünde, merhametinin kapısında, ey Rabbim Allah ve babalarımın Allahı, kendi gü­ cüme göre, senin medhinî ve hamdini ve sa­ yısız büyüklüğünü bildirmek için, duruyorum. Zavallı ve zayıf olan ben bugün biliyorum ve gönlümde hissettim ki, sen yukarıda göklerde ve aşağıda bu yer-yÜzünde büküm süren Rabb, Allahsın ve senden başka ilâh yoktur . . . Se­ nin mukaddes adm ebediyen mübarek olsun. Birden başka Allah yoktur. Ey Rabb, biz ebe­ diyen yalnız sana tapacağız ve biz ebedîyen



yalnız sana ve peygamberin M usa’ya inana­ cağız; yalnız semin yazdığın hakikate, senin ibâdet yerin Garizim dağına, B etbel’ e istira­ hatın, mirasın ve ş ek?nâ (harem ) ’mn dağı­ na ve' ceza ve mükâfat gününe İnanacağız. Ehye aşer eh ye, Rabb bizim Allahı mızdır, Allah bir ve tekdir. İyilik ve rahmeti ne kadar son­ suzdur î Elindeyim, Rahmetini, iyiliğini diliyo­ rum ve kalbimin ve ruhumun en derinliklerinden bağırıyorum: Ey Rabbim A rap mahdî ’si ile Sam irilerin T âh eh ’i ara­ sındaki muvazilik de böyledir. Merasimler, namazlardan önce, a b d e s t ve gu s ü I ü n husûsî şekilleri de müslümanlar ile Sâm iriler arasında müşterektir ve n a m a z h a r e k e t l e r i n d e , her secdede ve husûsî durumlarda v.b. onlar ile müslümanlar arasın­ da kuvvetli bir benzerlik görülür. Bîr başka benzerlik de, bîr çok sûrelerin ba­ şında bulunan e s r a r l ı k e l i m e l e r v e h a r f l e r ile ilgilidir. Sâm iriler kanûmm (k işsa ) her bölümünü, bu bolümün içinden bü­ tününü temsil etmek için yeter derecede busûsiyeti olan münferit bir kelime alarak, göste­ rirler. Arapça tercümede ve bilhassa eski mus­ ka ve tılısımlarda bu kelimeler böylece bir nevî gösterici hâline geliyor ve serlevha vazifesini görüyor. Bu münferit kelimelerin husûsî cedvelleri de yapılmıştır. Tılısım ve muskalarda bu kısaltma bir derece daha ileri götürülmüş­ tür; burada, gösterici kelimeler, zarurî ola­ rak, ilk harfler olmayan, fakat çok zaman bu gâye ile seçilmiş orta veya son barf olan basit harflere İndirilmiştir. Bu busûsun aydın­ lanması yunanca sihir papiruslarmda ve latince tazarrûlarda aynı vetireyi bulmama bu sûretle asırlar boyunca âlimlerin maharetlerini ve ze­ kâlarını şaşırtm ış olan bir mes’eleyi halletmeme imkân vermiştir. Fakat sihri tatbikat dı­ şında, bu vetirenin başlıca değeri okuyucuya bahis mevzuu bölümü bulmasına yardım eden hatırlatıcı işaretler vazifesini görmek İdî. Şu hâlde sûrelerin başında bulunan o kelimelerin ve harflerin kullanılması da, muhtemel olarak, böyle olmalıdır. Bu durum karşısında sam iri an’ ane ve rivayetleri ile İslâmîyetinkiler ara­ sında mukayeseli tetkiklerin yapılması faydalı olacaktır. Samirilerin durumu islâmiyetin nihâî zaferi ile değişti; bununla, bu devirden sonra bile, arap edebiyatının Sam irilerin dini ve dinî ameller! üzerinde k a f i bir te’sîr yapmıştır demek iste­ miyorum. Gerçekte arap fütûbâtt yalnız siyâsî bir hâkimiyet değil, aynı zamanda dînî bir fü­ tuhat idi. Yeni din ıdâre altına alınmış halk­ lara bâzan zorla kabul ettiriliyordu. Yalnız »mü­ samaha edilen" bâzı dinler bundan istisnâ edi-



SÂMİRİLER.



*5*



liyordu, Başka milletlerin inanıp saygı göster* rında hâlâ ârâmî dili kullanıldığı hâlde, eski dil diğİ yeni kitaplar yerine, yenî bir mukaddes ve eski ameller ile münâsebetleri ilk koparan­ kitap konulmuş idi. Arap dili bu suretle mu­ lar olmuştur. Bu Sârairİleri, arap dilini almak kaddes yazıların dili oldu ve yalnız Kur'an ’m üzere, sâmiri*ârâmî dilini terketmeğe zorlayan, sûreleri, ibâdet metinleri arapça olarak yazıl­ hâdiselerin tabj’î neticesi idi. İlk dîl hakkında* mış ve okunmuş değildir; fakat duâlar ve İlâhî­ ki bilgi sür’atle kayboluyordu. Bu dil aslında ler de bundan böyle münhasıran bu dilde yazı­ ibâdet merasimlerine tahsis edilmiş olduğun­ lıyordu ve her kes bunu öğrenmek mecburiye­ dan, tercüme etmek mecburiyet! duyulan ilk tini duyuyordu. Bu dil arap hâkimiyeti altın­ Şeylerin dualar ve İlâhîler olması muhtemel­ daki bütün halkların yeni müşterek dilleri, bi­ dir. Bunlar, söylemiş olduğumuz gibi, Sâm iri rebirlerini anlamak için yegâne vâsıtaları oldu; dilinde yazılmış idî ve hissedilen ilk vazifenin öyle kî, git-gide yahudi ve Samirilerin de bir halka kendi dualarını anlaşılabilir bir hâle getir­ kısmını teşkil ettikleri milletler arasında diğer mek olduğu bedîhîdîr; Kitâb-ı mukaddesin ter­ cümesi çok daha sonra yapılmış olmalıdır; zira dil ve lehçelerin yerini aldı. İslâmiyet, Sâm iriler için, hıristîyanlık ve zer- acele hiç bir zarûret bunu mecburî kılmıyordu; düştîlikten ziyâde tehlikeli oldu. Naslarda ve İbranî dili mukaddes dil idi ve hâlâ boyledir amellerde büyük bîr benzerlik varidi ve bilhas­ ve şimdi Kitâb-ı mukaddes’e âit metinler İbranî sa saf Allah birliği her iki dinde müşterek idi. dilinde okunmaktadır. Targüm Kitâb-ı mukad­ Sâmirtlertn İslâmiyet tarafından cezbedîlmeleri desi dindarlara izah için kâfî geliyordu. Satabi’î idî ve kendileri, çok müsamaha ve iyi mirİlerden bizzat topladığım bilgilere göre, niyetli bir muamele gördüklerinden, eski dil­ kinşâ ’da tercümeden istifâde edilmesi XVU lerini, ârâmîyi terkedip, yerine arapçayı alma­ asrın sonuna kadar devam etmiştir. Bu vazifeye ları tabi’î idi. Bu suretle Sâm iriler konuştukları tâyin edilen kimseye haftavi denilirdi ve son ârâmî lehçesini yavaş-yavaş terkettiler, arapça h afiavî bu asırda ölmüştür. Targüm ’un İnşâdı konuşmağı öğrendiler ve bunun neticesinde, o zaman kesildi. Şuna dikkati çekmek lâzım­ yazılarında arapçayı kullandılar. Sâmiriler tara­ dır ki, bir arapça tercüme Targüm ’un yerin' fından konuşulan îeheen:n, mutlak bir şekilde, almamıştır. Targüm ’un ciddî bir tetkîkî arapyunanca değil, ârâmî olduğunu zikretmek ye­ çamn gittikçe artan te’siri hakkında bir fikir rinde olacaktır; eski Sâm iri rivayetlerinde yu- edinmemize imkân verir. Daha Önce İşaret et­ nancanın izi yoktur. Yahudiîer ve Sâm iriler çok tiğimiz gibi, sâmiri dili bilgisi sür’atle kayb­ uzun zamandan beri bu dili kullanmağı berta­ oluyordu; bu dar bîr okumuş-yazmış çevresi­ raf etmiş'erdî. Sâm ’r İlerin bütün eski edebî ne inhisar ediyordu ve bugünkü günde de hâ­ âbideleri kendilerine mahsûs olan bu husûsî ve lâ boyledir. Aralarında hâlâ eski sâmiri dili dikkate değer ârâmî dili ile yazılmıştır; yegâ­ ile konuşan bir rmkdsr rahip vardır; fakat bü­ ne istisuâ sabbath gününde ve bayram günlerin­ tün öteki Sâm iriler yalnız arapça bilirler. Za­ de okudukları ve husûsî vesileler ile de inşat et­ manla Targüm sâdece mûtad İsrar ile bağlan­ tikleri Kitâb-ı mukaddes metinleri îd i; bunlara dıkları dinî bir an’ane hâline geld i; zîra halk bir de k a tef denilen, ibâdet gayeleri için husû­ için mânasını kaybetmiş idi. Yavaş-yavaş bâzı sî bir tertibe göre toplanmış, Kitâb-ı mukaddes tâbirler, çok bilgililer iç*n bile, eskimiş bir hâ­ şiirlerinden teşekkül eden müntehabât veya seç­ le geldi ve tam bir kayboluşa kadar derecemeler ilâve olunuyordu. Bunun aksine bütün derece bir değişme görüyoruz. Eskimiş kelime duâlar, bütün manzumeler ve bütün İlâhîler bu leri izah etmek için, arapça şerh îugatları so halk ârâmî lehçesi ile yazılıyor, Tevrat ’ı da kuldu ve sonraları bu şerh îugatları metnin aynı dile tercüme ettiler ve -Targüm, bu se­ bir parçası hâline geldi. Devamlı bir kullanıp bepten, en eski yazılar arasında bulunmaktadır. sonunda, bunlar o kadar çok değiştirİHp-boOrtaya bir mes’ele çıkmaktadır : Sâm iri dilii zuldu ki, Targüm 'un toplanmasından sonra, kutne zaman arapça ile değiştirildi ? Burada ya- hean denilen ve menfadan önceki devrin bakihudîler ile ve aş.-yk. benzer olan aynı şartlar yeleri kabût edilen eski kelimeler olarak tav­ içinde inkişâf eden yahudi mezhepleri ile mu- sif edildiler. S. Kohn bu hatâyı ve bunlavâzîliğin büyük yardımı olabilir. Anlaşılabildtğii rın bozulmuş arapça kelimeler olduğunu tesbit kadarına göre, halkın arapçayı rahatça kulla­ etmiştir. Sonraları Targüm ’ un arapçaya tam nacak ve bunu ibâdetin edebiyatına sokacak: bir tercümesi yapıldı. Aynı Abu Sa’ ıd adım kadar eski lehçeyi unutması için en az ikii taşıyan iki kimseye İsnat edilmiş olan iki terasır, hattâ daha ziyâde zaman lâzım gelmiştir.. cümenin mevcut olup-ol madiğim tâyin etmek IX. asırdan önce hemen hiç bir şey bulunamaz,. çok-güçtür; fakat şimdilik muhtelif metinler ö y le görünüyor ki, yahud'ler arasında Karay- üzerinde o kadar az vesîka bulunmaktadır ki, lara benzer, muhalif mezhepler, ‘ Anân yazıla­ kat’î bir neticeye varmak imkânı yoktur.



SÂMİRİLER. Fakat bu mes’eîeyi halletmeği denemeden cn ce, kinoş veya defter ( en eski duâ ve İlâhî* ler dergisine bu isim verilir) ’ deki dualar ter­ cümesinin tarihlerini kat’î ve açık bir şekilde göstermek zarurîdir. Kinoş, itiraz edilmez bir şekilde, en eski devirden beri nakledilmiş olan ve butun yıl duada kullanılan malzemeyi ihti­ va eder. Eski, XUI. asrın ortasından kalma, Br. Mus. Or. 5034 yazması ile XIX, asrın orta­ sında ve sonunda baş-râhip Aron oğlu Yakob tarafından yazılmış olan yeni yazmalar arasında yapılan bir mukayese değer verilecek farklar göstermez. İstisnasız olarak, ibâdette kullanı­ lan bütün kitaplarda arapça samiri alfabesi ile yazılmıştır. Arap harfleri, yalnız dinî olma­ yan yazılarda ve ancak tamâmiyle yeni devir­ de, Sâmirilerin arap harfleri ile bir tercüme­ sini yapmağa başladıkları İbranî Kitâb-ı mu­ kaddes, metn:n yanında bulunmak üzere, kulla­ nılmıştır. Bu tercümeler edebî arapçaya değil, fakat bilhassa Filistin lehçesine yapılmıştır. Bundan başka SSmîriler, çok nâdir olarak, arap alfabesinin benzer harflerini biribîrlerînden ayırmak için, noktalama işaretleri kullanırlar. Gerçekte bu kitaplardan, Tevrat ( Tekvin, Levîlîier} ’m arapçaya tercümesi { Kuenen, Speçimen, Leiden, *8 gî — 1854 Abu ’l-Fath ’m vekâyî-nâmesi {nşr. Vİlmar, Gotha, 186$), Yûşa’ kitabı { nşr. Juynboll, Leiden, 1848) ve gra­ mere dâir bir kaç parça ( nşr. Nöldeke, G.GJV., nr. 17, 20) müstesna, hiç bîrinin basılmamış olduğunu söylemek lâzımdır. Bunları arapça olarak neşretmek husûsiyle samiri an'ane ve rivayetleri ile meşgûl olan âlimler arasında faydalı olabileceği kimselerin sayısını çok azalt­ mak olacaktır; hâlbuki bunlar, önce düşündü­ ğüm gibî, ibrânî-sâmîri şekilleri ile neşredilirse, bu araştırmalar ile ilgilenen daha çok sa­ yıda âlim bunlardan istifâde edebilecektir* Bun­ dan başka muhabere ile, henüz mevcut olan kitapların cedvellerinİ ve mümkün olduğu nîsbette, Sâmirilerin verebilecekleri kitâbiyat mâ­ hiyetinde malûmat da elde ettim. Bu malûmat son derecede karışık ve tezatlar ile doludur. Bînnetîce kitâbiyâia âit göstereceğim atıflar ancak çok kısa olabilir: zîra hâlâ meveut olan ve elde edilebilir bir hâlde bulunan bu yazıla­ rın ekserîsîn’n nüshaları Britîsh. Museum ’da dır. Rahip D. S. Sassoon, Sâmirilerden mühim mıkdarda kıymetli yazmaları, bu eserlerin yeninüshalarını ve bir de yukarıda zikredilen mü­ elliflerin, MunaccS’nın, Şams al-Din ve al*‘As» k a r i’nin, son zamanlara kadar Sâmirilerin elin­ de bulunan eserlerinin eski nüshalarım te’ min etmiştir. Steİnschneİder Avrupa kütüphanele­ rinde bulunan diğer bütün samiri yazmaları hakkında tam bilgi vermiştir. Bir de mühim



sayıda müracâat yerleri gösteren A . Covvley { Jetoish Encgclopedia, X, 67 v.dd.J’in maka­ lelerini, Samaritan Litu rgg ( Oxford, 1909 ) ’sini, husûsiyle II. cildin girişini (s. 17 v.dd.) zikr­ etmek lâzımdır, Bk, bir de W. G. Moulton ( Hastîn g *s Encycîopaedia o f R eligion and Eihics, XI, 161 v.dd.); Montgomery ( The Sama~ ritans, Philadelphia, 1907 ) kısa bir taslak ver­ mektedir. S a m i r i e d e b i y a t ı . S â m i r i l e r i n arap­ ça tercüme edebiyatının mümeyyiz vasıfların­ dan biri tercümenin h a r f i y e n olmasıdır. Asıl metin hemen dâima kelime-kelime çevrilm iştir; her iki metnin bîr sahife üzerinde, muvâzî iki sütunda karşı-karşıya yazılması kaidedendir ve çok zaman ihtimamlı yazmalarda, arapça satır­ da İbranî veya samiri dillerindeki ketime sayısı kadar kelime bulunur. Arapça samiri dilinin yerini almak üzere kullanılmış değildir ; burada yalnız duaların aslî dıÜn* artık anlamayanlara mânayı açıklamak için bulunmaktadır ve aynı mümeyyiz vasıf Kitâb-ı mukaddes ’în arapçaya tercümesinde, yeniden ve aynı derecede olmak üzere, kendini göstermektedir. D u a l a r ı n tercüme edildikleri d e v i r VIII, ve IX, { m. s.) a s ı r l a r a r a s ı n d a olabilir; O hâlde Kîtâb-ı mukaddesin tercümesi bir az daha mu­ a h h a r bîr d e v i r d e yapılmıştır. Eski yazmaların, bilhassa üç dilli olanların (A v ru p a ’da bulunan en eski ve tam yazma şimdi Britîsh Museum’daki yazm adır) metin­ leri Vilmar basması ile mukayese edilirse, çok ciddî bir takım ayrılıklar görülür. İhtimâl, nev’ioin en eskisi olan bîr başka yazma ( bendeki 1164 numaralı yazm a) da tetkik edilir­ se, ayrılıkların mıkdârı daha da artar. Bahis mevzuu olan yazma, bildiğime göre, arap harf­ leri ile yazılmış yegâne yazm adır; fakat İbranî ilâve metni ihtiva etmez. Son yaprağa bakıla­ cak olursa, bunu 1328 yılında yazmış olan müstensih bîr samiri değil, fakat pek muhtemel olarak Suriyeli bir hıristiyan idi. Bu bîr güzel yazı üstâdı îdi ve samiri kişşim ’ larınm, yânı 1 küçük bölümlerinin başlıklarını çok güzel bir samiri yazısı ile yazmış idi. Güvenilebilir bir metin elde etmek istersek, tenkitli bir araştır­ ma için bütün bu yazmaların mukabele edil­ mesi gerekir. Bu ayrılıklar nasıl uzlaştmlabilir ? Aynı adı taşıyan iki kimsenin aynı eser üzerinde çalış­ ması ve amelî olarak, bîribirinin aynı olacak şekilde iki eser getirmeleri az muhtemeldir. Hiç şüphesiz, burada XI, asır ile XII. asır arasmda yaşamış olan bir k i m s e n i » e s e r * bahis mevzuudur. Eser asırlar boyunca, de­ vamlı bir şekilde gözden geçirilmiş ve bo­ zulmuştur. Bu devamlı değiştirme ve tâdillerin



SAMIR1LER. sebebini Targürn’xm hâlinde aramak lâzımdır ; zira T ar güm bu teşebbüse derin bir şekilde te’sîr etmiştir ; müellif sonunda kendisini dua­ ların tercümesine sevkeden tatbikatı takip et­ miştir. Güdülen gâye samiri dili ile yazılmış olan aslî metinleri halka anlatmağa yardım etmek İdi. Burada ilk gâye ibranı metnin değil, 7 argüm ’ un yerini alacak bîr eser meydana getir­ mek idi. Arapça bir Targüm ârâmî Targüm ’ttn yerini almalı idi. Bununla tercümenin bil­ hassa o devirde henüz mütercim tarafından an­ laşılan Targüm ’un esâs alındığını da kastedi­ yorum. Mütercim şâmiri dilini rehber almış idi ve ibrâttî metni muhafaza ettiğine göre, şüphe­ siz, bunu da dikkat nazarına almış idi ; fakat Targüm ’a doğru dan-doğru ya istinat ediyordu. Şimdiye kadar fark edilmemiş olan bir vakıa Targüm ’un, hiç olmazsa, iki ayrı şeklinin mev­ cut olmasıdır. Arapça Targüm ’lar gibi, bun­ lar esâs itibârı ile birbirlerinden ayrılm az; fa­ kat bunlar hiç şüphesiz, muhtelif devirlere mensûp âlimlerin biribirini müteakip eseri göz­ den geçirmelerinin mahsûlü id î; bunlar şerh kelimeleri ekleyerek yahut kelime veya ibârelerİ değiştirerek, tercümeyi değiştirmişlerdir. Bu değişik şekiller başkaları arasında, üç dilli metinlerde ve muhtelif vesilelerle nüsha fark­ larını sahîfelerin haşiyelerine işaret etmiş olan Arotı oğlu baş-râhip Y a k o b ’ un benim için İstinsah ettiği yeni nüshada görülebilir. 7brgüm ’un bu iki şeklînin verdiği misâl, arapça tercümenin biribiri arkasından gelen müstensihlerî tarafından takip edilmiştir. Farklar bun­ dan ileri gelmektedir; bununla beraber bu farklar, Abu S a 'id ’e isnât olunan tercüme gibi, daha eski bir tek tercümenin meveûdiyetî imkânını bertaraf etmek için kâfî değil­ dir, Bunun tarihini tesbit etmek için, Tekvtn, bahis X ’da tesadüf edilen muhtelif milletlerin adlarının tercümesinde ve bir de Tevrat ’ta baştan-başa dağılmış bîr şekilde tesadüf edilen başka millet adlarının ve coğrafî adların ter­ cümesinde bâzı imkânlar bulunabilirdi. Arapça tercümede, Targüm'da. ve İbranî metinde te­ sadüf edilen adlar yerine, başka adlar konul­ muştur. Daha o zamanlar unutulan veya ne ol­ duklarının tesbiti güç olan eski isimler yerine, muasırları tarafından daha iyi bilinen, daha yeni adlar koymak âdetine, başkaları arasında, josephus ’ta ve Filistin Targümîm ’inde tesa­ düf olunuyordu. Bunlar tercümen’n veya daha sonra yapılan gözden geçirmenin tarihini tes­ bit için yardım edebilecek olan kayıtların bir kaçıdır. Şimdiye kadar arapça tercümeler dâima harfîyen yapılmış tercümelerdir. Bunlar arapçanın sâmîri edebiyatında kullanıl masının ilk merhalesini temsil ederler. Bununla beraber,



*53



bu edebiyat harfîyen tercümenin istibdadın­ dan çabucak kurtuldu ve arap muharrirle­ rinin misâllerini takip ederek, te’ lîf eserler için, arap dilini kullandı. Tarih sırası ile bu eser­ lerin ilki galiba Marka ’nra yazılar mm tercü­ mesidir. îbâdet dualarının bir parçası gibi, K i­ noş ’un içine sokulmuş olan manzûmelerinden bazıları, başka ibâdet İlâhîleri İle aynı zaman­ da, tercüme edilmiştir. Onun ârâmî-sâmirî di­ lindeki büyük destânî manzumesinin de aynı şekilde tercüme edilip, daha kolay elde edile­ bilir bir hâle getirilmiş olması tabi ’îdir. Bu tercüme mutlak bir surette harfîyen yapılmış bir tercümedir. Bu hâlde de arapça samiri harfleri île yazılmıştır ve arap alfabesi ile ya­ zılmış olan her hangi bir nüsha bilmiyorum. M arka’ nm bütün eserlerine sahip olup-olma­ dığımızı münâkaşa etmenin yeri burası de­ ğildir ; zîrâ öyle görünüyor kî, «hârikalar ki­ tabının" ilk kısmı ayrılmış, ya müstakil bir eser hâline gelmiş veya müstakil bîr ese­ rin nüvesini teşkil etmiştir. Marka Musa ’nm bayatını ve İbranî halkını Mısır ’dan götürdüğü zaman göstermiş olduğu mücizeîeri yazmağı kararlaştırmış idi ve burada Müsâ ’nm ölümü­ nün şairane bir tasvirî bulunmaktadır. Bu son kısım da aynı şekilde ayrılmış ve bir nüshası bende bulunan bir vekayînâmenin içine sokul­ muştur. Burada bundan bahsetmeğe mecbur oldum ; 2Îra daha sonra Müsâ ’mn doğumu hakkında arapça bir eserden bahsetmem gere­ kecektir ki, bu gâÜbâ Marka ’nm eserinin kayb­ olmuş kısmını veya daha ziyâde kaybolmuş sa­ nılan kısmını temsil etmektedir. Sâm irî edebiyatının hususiyeti alâkasının biz­ zat kendi üzerinde temerküz etmiş olmasıdır. Edebiyatları tenkit, hücûm veya müdâfaa ol­ madığı zamanlarda bile, Sâmîrİîer dâima mü­ dâfaa hâünde bulunurlar. Onlar hemen-hemen başlangıçtan itibaren bu vaziyeti almağa zor­ lanmışlar ve bunu bugüne kadar muhafaza et­ mişlerdir; onların sâmirî dİlmde veya hususi­ yetle kendilerine âit olan ve Kitâb-ı mukaddes ’in İbranî dilinden açıkça ayrılan bir İbranî dili He yazılmış, bu neviden çok mühim bir ede­ biyatları olmak icâp eder. Bu hâl onu tâkîp eden arapça samiri edebiyatının hususiyetini ızâh edebilir. İlâbîyâta ve tenkide dâir bir ta­ kım eserlerde fevkalâde bir aynilik vardır. Şark muharrirleri kendilerinden Önce yazılmış olan eserlerden, ekseriyâ müelliflerini zikret­ meden, tam bölümleri aynen almaktan çekin­ mediklerinden dolayı, burada bîr muharririn diğerine te’siri bulunamaz; fakat eserlerin muhtevaları arasında büyük benzerlikler müşâhade olunur. En yeni muharrirlerin nassî tâlimleri ile tenkit delilleri hemen-hemen en



»S4



SÂMİRİLER.



eskilerininkinin aynıdır, Nîsbeten yeni toplama île Sâmirilerde müşterek olan M i d r a ş î t e f eserlerde bulunanlar malzemenin büyük bîr s i r denilen ve mukaddes yazının kelimeleri­ kısmı eski eserlerde bulunanların bîr tekra­ ne tatbik edilen tefsir ile inkişâf etti. Bu son­ rından başka bir şey değildir. Mümkün olan ra, Müsâ ’nm ahkâmının muhafaza ve tefsirini yegâne izah müşterek kaynak vazifesini gören ve zamanla şifahî ahkâmı meydana getiren ve arapça olmayan bir yığın eserin mevcudiye­ amellerin tesbitini kendilerine tevdî ettiği 7o tinde aranmalıdır. Bu eski kaynaklar, sık-sık ceddin şehâdeti He takviye edildi. müracaat edilen cedlerîn sultasına dayanıyordu. II. Bu hâl benzer ibrânî ve samîri metinlerin te­ meli üzerine yapılmış olan arapça genişletme­ Bu araştırmaya ve zamanın tahribatı ve di­ lerin bîr çokları için açıkça görünmektedir. ğer ahvâl neticesinde maalesef nîsbeten çok Arapça genişletmeler sonraları onların yerini az şeye inhisar eden S â m i r i l e r i n a r a p ­ almış ve diğerlerim'n kaybolmalarına sebep ol­ ç a e d e b i y a t l a r ı n ı n çok kısa bir tasla­ muştur. Sam irilere münhasır olmayan çok alâ­ ğını çizmeği denemeğe devam etmeden önce, ka verici bir hâdise de aynı şekilde izah olu­ bu edebiyatın menşeleri ve inkişâfı He ilgili nur : Marlça ’da bulunan her Kitâb-ı mukaddes bâzı meselelere dikkati çekmek zarurîdir; çün­ parçası veya eski dualar dâima aslî dildedir kü bu edebiyat, bugün çok mahdut olmakla ve sâmıri harfleri ile yazılmıştır. Bu kitapların beraber, ş:mdi tamâmîyle kaybolmak tehlikesi­ yalnız Sâm irilerin kullanması için yazılmış ol­ ne mâruz bulunan eski a n’ a n e l e r i n yegâne duğu münâkaşa edilemez ve bu hâli He, XVII. bakiyelerini temsil eder. ve XVIII. asırlara mensûp, bilhassa Danafı aile­ Bunların meydana çıkmasının sebeplerini, sinden bâzı muharrirler müstesna, arap edebi­ bunları yaratan kuvvetleri doğru olarak ayırt yatının zenginleşmesine yardım etmemiştir. etmek, bizi bir çok asırlar geriye götüren bu Sâmirilerin yazdıkları arapça eserlerin te­ geçmiş mirasını tamâmîyle anlamak hemen-heferruatlı bir tasvirine girişmeden önce, tedricî men imkânsız olurdu, ilk önce y a h u d i l e r inkişâfı ve bu edebiyatın şu veya bu zamanda i l e S â m i r i l e r a r a s ı n d a bir m v â z î aldığı hususiyeti gösteren tarihî sırayı, müm­ 1 i k kurmak lâzımdır. Bu İki halk tamâmîyle aynı te’sirlere mâruz kalıyorlardı ve her ikisi kün olduğu kadar, takip etmeğe çalışacağım. Sâm iri edebiyatında Ön safta, tabi’î olarak, kendilerini çevreleyen ve derin bir sûrette üzer­ a n ’a n e veya daha ziyâde a n ’a n e v î a m e l lerinde te’sir yapan yeni rûha karşı cephe al­ ve şeriat ile alâkalı eserler işgal eder. SSmirİ- mak ve hareket etmek zorunda idiler. Eski âlemin an’anelerinin o kadar dikkate ler, akrabaları yahudiler gibi, çok uzun zaman­ lardan bert gayesi ahkâm kitabı veya Müsâ değer bir kısmım teşkil eden yahudi münaza­ mecmuası ile tahdit edilmiş olan yazılı an’aneyi raları Sâsânî hükümdarlarının sarayında çok tamamlamak olan şifahî bir dinî an’aneye sa­ İtibârda idi ve sonraları başka dinler ve baş­ hip idiler. Yahudilerde bu an’ane, Kudüs ma­ ka milletler ile ilk şiddetli çarpmadan sonra, bedinin tahribinden sonra, uzun müddet devam İslâmiyet!n harareti sükûnet bulunca, halîfele­ etti. Bu hâdise ibâdette ve mahallî an’anenin rin sarayları da muhtelif dinî akide ve fırka­ muhafazasında devamlılığın tam bir çözülmesi lar arasında bir çok kavgalara şâhid oldu. Böyneticesini verdi. Roma İmparatorluğu içinde lece, İsfâmiyetİn indifâı ile meydana gelen £ave daha uzaklara dağılmış olan yahudiler, bu­ hammür bu yeni hamura süryânî edebiyâtı vâ­ nun sonunda an'anelerini kaybetmek, bunun sıtası He konulmuş olan yunan felsefesinin ma­ bozulduğunu veya değiştiğini görmek tehlike­ yası He daha da arttı. İslâmiyet!» muhtelif tasine düştüler; bu da yeni fırkaların doğması­ rafdarlar: yeni mes’eleler ileri sürdüler ve eski nı kolaylaştırdı. Şu hâlde ilk asırlarda şifahi mes’eleler yeni bir ehemmiyet kazandı. Her ta­ an’anelerinin esâslarım yazı ile tesbit etmek raftan bir aydınlatma arzu ediliyordu; bundan zarûretîni hissettiler. Sâm iriler İçin durum ay­ dolayı mezhepler meydana geldi ve her cami, nı olmadı; aynı yerde İbâdetin devamlılığı ve her kilise veya her havranın mevkiini müdâfaa mahallî an’anenin muhafazası asla kesilmemiş etmesi ve mensuplarına halk arasında zihinlere İdî; baş-râhîpler, devamlı olarak, dinî ahkâma o kadar derin bir şekilde te’sîr eden mûdil mes’ eriâyete nezâret ettiler. Bununla beraber yahu- îeler hakkında tatmin edici cevaplar vermesi diler ile aralarında münakaşalı olan bâzı din gerekiyordu. Başkaları bir tarafta dursun, ya­ noktalarının veya ihtimâl kendi şifahî anane­ hudiler ile Sâm iriler tam bir hareket hâlinde lerini teşkil eden yaşayış ve günlük ibâdet ile İdiler ve yahudiler arasında bîr çok mezhepler İlgili, dînî amelleri, muhtelif telakki tarzları­ meydana ç ık tı; bunların en mühimi Karaynın çok eski bîr zamanda yazı ile tesbit edil­ lardır ve yahudiler islâmtara karşı olduğu ka­ miş olması şüphesizdir. Bu temayül yahudiler dar Karayiara karşı silâhlanmak ve mevkilerini



SÂMİRİLER. müdâfaa etmek zorunda kaldılar. Bundan do­ layı, yukarıda zikredildiği gribi, ilk İşleri K ı ­ t a b-ı m u k a d d e s i a r a p ç a y a t e r c ü ­ m e e t m e k oldu ve her tercüme kelâmı bir flokta-i nazara göre yapılmış husûsî bir tefsir damgasını taşır. Yahudiler arasında en gözde olanı al-Fayyümi ntsbesini taşıyan Mısır Man gelmiş, fakat sonra Bâbil 'de büyük bir yük­ sek mektebin başında bulunmuş olan Sa'adya İdi. O Kitâb-ı mukaddesi arapçaya çevirdi ve bil. assa Karaylar ile mücâdele e tti; milâ­ dî 94° yılma doğru öldü. Sa'adyâ, başka yazı­ ları dışında, ilk yahudi felsefe kitabı olan K itab al-amönat va 'l~Vtikadât adlı inançlar ve esâslara dâir büyük bir eser bıraktı. Sâmirilerin Sa'adyâ ’ nın bütün eserlerini tanıdıkları görü­ lecektir, Bu suretle yahudiler ile Sâm iriler ara­ sında husûsî bîr manevî temas kurulmuş oldu; fakat yahudiler tenkitlerinde Sâ miri teri bilme­ mektedirler; zîra, onlara göre,-Sâm iriler yahudiliğin dışında id iler: kâfir putperestler gibi, onları hakîr görüyorlardı ve bundan dolayı onları asla dikkat nazarına almamışlardır. Daha sonra Mısır Ma Sapkınların rehberi"' More han-Nebokîrn adh büyük eserini yazmış olan îbn Maymun ’u buluyoruz; bu eser yahudi akidesi nasîarının felsefî tefsiri ile Kitâb-ı mu­ kaddes tefsirine dâir en büyük kitaplardan biridir. Burada aynı zamanda, yalnız an’ ane ve rivayetleri sağlamlaştırıp, iyi bir şekilde ifâde etmek arzusu değil, fakat çağdaş felsefe yardı­ mı İle, şerîat ve merâsîmlerini tefsire tahsis edilmiş bir felsefe sistemi de bulunmaktadır; tenkit yazıları her tarafta bol-boî mevcuttur. Şimdi, Sâm iriler tarafına dönecek olursak, yahudiler İle Sâm irilerin fikrî hayâtında devir­ ler boyunca bir muvazilik mevcut olduğunu gö­ rürüz. Kendi rivayet ve an’aneierî dışında, de­ vamlı olarak, yahu dilere karşı yönelttikleri ten­ kitler Tevrat 'ta hulâsa edilmiş olan eski îmâ­ nın gerçek mümessillerinin yalnız kendileri ol­ duklarına dâir iddialarını i s bata tahsis edilmiş­ tir ; günlük hayatlarında f e l s e f î ve t a s a v * v u f î d ü ş ü n c e l e r de hâsıl olmuş idi. Yalnız islâmiyetteki muahhar felsefî sistemler hakkında bilgi sahibi olmakla kalmamışlar, fakat belki Marlça ’nın eserlerinde açık izleri bulunan yunam devrin yenî-Eflâtuncu tasavvufî düşüncelerinin bazılarım da muhafaza etmişlerdir. Ne olursaolsun, arapçada Kitâb-ı mukaddesin tercümesi ile başlayan ve hemen arkasından tefsirler ge­ len edebî çalışmalarının tezahürünü de görü­ yoruz; bâzı risalelerde Kitâb-ı mukaddesin daha kısa kısım larr ile meşgul olunmaktadır ve bunlar Philon ’un eski tarzını ve bir de daha muahhar tasavvuf! tefsirleri hatırlatan husûsî remzî bir şekilde tefsir edilmiştir. Mi­



*55



lâdî X. asrın ortasından XII. asrın sonuna ka­ dar giden ve ihtimâl daha sonralara kadar de­ vam eden bu çalışmaların merkezî, çok muh­ temel olarak, Sichem ( Nablus } idi. Bahsetmiş olduğumuz daha önceki devre âit imiş gibi görünen Kitâb-ı mukaddes tercümesi mes'eîesini bir tarafa bırakacak olursak, XI, asrı en iyi temsil eden muharrirler olarak iki isim görü­ nür : bunlar A b u ’l-H a s a n a 1-Ş S r i ile J o s e p h b e n Ş a l m a a l-'A s k a r i ’dir. İl­ ki hakkında hemen-hemen hiç bir şey bilinme­ mektedir. İkincisi bizce bir az daha iyi tanın­ maktadır, fakat yine de bilgilerimiz çok mah­ duttur. Abu İ-Hasan ’m, yahut ibranı adı ile A b Hasda ’nın ne zaman, nerede çalıştığı bi­ linmemektedir ; çalışmalarının vüs’ati, eserinin hususiyeti hakkında kat’î bir şey bilinmiyordu ve kendisinin bir rahip mi veya bir kanûn adamı mı olduğu da söylenemez. Çok ince bir soruşturma şimdi bu mes’eleler i bir az aydın latabilmeme imkân vermiştir. Sâm iriler ara­ sında toplanmış bilgilere göre, kendisi büyük eseri olan al-T abbâkh aş,-yk. milâdî 1030 ile 1040 arasında yazm ıştır: bu tarih galiba doğrudur. Nisbesi olarak al-Şüri verilmekte­ dir. Bununla beraber bu nisbenin Şür ile mi, yoksa daha çok kabule şayan gördüğüm üzere, Yûşa’ ( Josua ) Ma Sichem yakınında olarak zikredilmiş olan Şüri veya Şarktan adh bir yer ile mi ilgili olduğu söylenemez. Yazmalar­ dan birinin tetkikinden açıkça anlaşılmaktadır ki, kendisi bir leohen („râ h ip ") İdi ve bir râhip ailesine mensûp bulunuyordu; bu da ken­ disinin Sichem ’ de veya çok yakınında yaşa­ dığına dâir faraziyeyi kuvvetlendirmektedir, zlrâ köken ’ler, esaret He uzaklaştırılmadıkça, mukaddes dağdan uzakta yaşamamağı, bir kaide olarak, kabûl ediyorlardı. Şimdi bizzat kitaba geçelim. Gördüğüm yazmaların birinde bu ki­ tabın menşe’ı hakkında tamâmîyle husûsî bir rivayet verilmektedir. Bildiğim kadarına göre, elde hiç bir eski yazma yoktur ve 18 5 0 ’ye doğru, o zaman baş rahip olan ve gâlibâ araş­ tırma zevkine sahip bulunan ‘ Amrâm ’ın bu kitabın dağınık yapraklarını topladığı ve akra­ bası Pinejhas İle baş-râhîp olarak kendisine ha­ lef olan yeğeni Jakob ’a, birleştirdiği bu par­ çalardan bir suret çıkarmalarını emrettiği id­ dia olunur. Bu rivayetin hakikati ne derece­ ye kadar temsil ettiği söylenemez. Sâmiriler, alel’âde- müstensihler olmaları mümkün olan veya eski bir yazmayı sâdece bir az genışletebilen haleflerinin, müstensih değ'l, fakat şimdi ellerinde kendi adları İle dolaşan kitap­ ların müellifleri olarak göstermek iti yadında­ dırlar. Her hâlde kitap, bugünkü hâli ile, tamâmiyle tesadüfen yazılmış bir kitap gibi gö-



i 5*



SÂMÎRİLER.



rünmektedir. Büyük bîr mıkdardakt bahisler arasında bağ bulunmadığı gibi, bir sistem, bir tertip, sıralanmalarında bîr esâs da yoktur. Bu husûsî mâhiyet bîr mânada ayrı bir değere sa­ hiptir ; zîra müellifin daha Sneeden tesbit edil­ miş bir plânı takip etmediğini, fakat yalnız dâima eski riâyet ve an'aneler İle halkın emel­ lerini, Samirilerin hadîs ’inî tesbit etmek ve daha o zamanlar eski Sâm iri dilini unutmuş olan kendi halkına bunları tanıtmak arzusu ile hareket ettiğini gösterir. Bu müellif eskî yaz­ malarda bulunan metinleri sâdık bir tarzda tercüme ve tekrar ediyordu; bu metinler ihti­ mal şu ra da-bur ada anlaşılmaz bir hâlde i dî ; fa­ kat bütünü İle, halkın XI. asırdaki düşünüş ve dinî hayâtı hakkında doğru bir fikir veriyordu. Bu düşünüş ve hayat o zamandan beri değiş­ memiştir; bu da bunların Sâmirilerîn bağlı ol­ dukları gerçek sn'anayi, hîç bir te’sire mârûz kalmayan, Sâm irilere en kadîm zamanlardan beri nakledilmiş olan antaneyi temsil ettiğini gösterir. Tabi’ î bu sebepten dolayı ve bir de göreceğimiz gibi bu kitabın sırf felsefî mâhi­ yet taşıyan bir çok kısımları bulunduğu için, Çağdaşı Yusuf al-'Askari ’nîn hemen aşağıda bahsedilecek olan eserinin kazanmış olduğu şöhret! kazanmamıştır. Büyük ehemmiyeti dolayısı ile, burada tabi’î mümkün olduğu kadar kısa olarak, bahis mevzuu eserin muhtevasını teferruatlı olarak vermek lâzımdır. Bu eser he­ nüz basılmış değildir. İİk önce adından bahs­ edelim. al-Tabbah «aşçı" veya «kökçü-eczâeı" gibi muhtelif şekillerde tercüme edilmiştir; fa­ kat Sâm iriler bunu «gıda kitabı" olarak ter­ cüme ederler, zîra kısa bir girişten sonra, mü­ ellif aynı zamanda hayvanlan kesmenin mufas­ sal bir tasviri ile şeriatın gerektirdiği gibi gı­ daların hazırlanması ile ilgili her şeyi anlat­ maktadır. Bu kısımdan evvel İki bahis vardır ki, burada müellif Aron ailesinin üstünlüğünü İsrar İle gösterir ve bn aile mensuplarının an'anenin meşru vârisleri olduğunu, bunları an­ latacak ve kendilerine güvenilecek yegâne şa­ hısların onlar olduğunu söyler. Burada, bîr mâ­ nâda, müellif eseri yazmakta ve an’ anevî me­ rasim ve amellere temas eden kaideleri anlat­ makta kendi kendini haklı göstermektedir. Sonra şerîatin yemeğe müsâade ettiği hayvan­ ları, kuşlan ve balıkları, bir de bilhassa kuş­ lar ile yumurtaların temiz olanları ile temiz olmayanlarım ayırt etme vâsıtalarını tasvir eder. Sonra kan ve kan dökmek île ilgili bütün kaideler, kanın aktığı muhtelif yollara ve LevU liler ’de necaset ile alâkalı olan her şeye temas eder. Yahudiler üe Sâm iriler bütün bunlarda .ekseriya biri birlerinden ayrılırlar. Bunu yavrusu olan hayvanları yahudİIerİn öldürmeleri ve he­



nüz doğmamış olan hayvanlar lıakkındaki ha­ reket tarzları aleyhinde bir tenkit tâkip eder. Hiç bir geçiş kısmı olmadan, müellif sabbat ( «cumartesi günü" ) ’ta riâyet edilecek husûslar ile ilgili her şeyin teferruatlı bir tasvirine girişir; bilhassa yasak edilmiş olan çalışmayı tarif eder ve sabbat günü ile bayram günle­ rinde şarap ve alkollü içkiler içmenin, yasak olmasına da temas eder. Müteakip fasıllar şemitta ( «yedi yıl çalıştık­ tan sonra işsiz durm a"} ’dan, 50 senede bir Müsâ peygamberin şerîatince işsiz durmadan, yedinci ayda çalınan borudan, tövbe gününden bahseder; bîr bahis de yasak edilmiş izdivaç­ lara ayrılmıştır. O zaman muharrir, hiç bir geçiş olmadan, Y û su f’un sofrasına kardeşlerinin nasıl otur­ muş olduklarının güzel bir tasvirini ve rir; son­ ra gusül suları ve abdest alma usûlü hakkında yahudiler aleyhinde bir tenkit ile, Sâm irilerîn Bani İs r a il’den olduğunu reddeden ve sâmi­ ri baş-rahibinin Pinehâs neslinde gelmediğini de ileri süren yahudiler hakkında diğer bir tenkit gelir. Muharrir hamursuz bayramı kur­ banı ile ilgili her şeyin İnceden-inceye bir tasvirini vermek için en az 25 bahis ayırmış­ tır ; kuzunun seçilmesinden, zamanından, kur­ banın sebebinden, mayasız ekmek yemek lüzûmundan, Mısır ’da koyun kesilmesinden, ha­ mursuz bayramının Garizim dağı üzerinde kut­ lanması mecburiyetinden bahseder; bu dağın işaret edilmiş yer olduğunun ve başka bîr yer seçmemek gerektiğinin delilini verir. Bütün bunlar, bugüne kadar muhafaza edilmiş oldu­ ğu üzere, bir bayramı gösterir ve bu sebepten dolayı Sâm iriler için son derecede amelî bir ehemmiyet ta ş ır; onlar ile yahudiler arasın­ daki esâsh farklardan biri burada görülür. Bunlardan sonra şeriat hususunda samİri me­ tinlerinin doğruluğu ve mükemmelliği ile bura­ ya hiç bîr şey ilâve edilemeyip, buradan çıka­ rılamayacağı hakkında bahisler getir. Kitabın felsefî kısmı burada başlar. Müellif Allahın bir­ liği hakkın daki bâzı kelimelerin insana benze­ tilerek tefsiri aleyhinde, dünyânın bîr başlangı­ cı olmasını inkâr edenler aleyhinde ve „ş i'a " aleyhinde fikirler beyân eder. Allahın İbrahim­ ’e oğlunu kurban etmesi hususundaki emrinden, günlük amalinden, yabuditerin kibla hakkındaki münâkaşalarından bahseder ve bahisler ay­ nı insicamsız şekilde birtbİriai takip eder; bu suretle Isrâ’ il-oğullarının mev’ud yere giriş tarihi hakkında bir bahis gelir. Yeni ay ve aym görünüşünün hesap edilmesi mevzuunda yahudiler, Sâm iriler ve Karaylar arasında mev­ cut fikir ihtilâfını kaydeder ve buna uzun bir bahis ayırır, yahut meleklerden, Allahta bu-



&ÂMİRÎLE&. lünması mümkün olmayan sıfatlardan, Pey­ gamber ve resuller gönderilmesinin zaruretin­ den, samiri metnin sıhhatinden, mükemmel bir nüsha yazmanın zarûrî şartlarından da bahs­ eder. Sonra yine neeis olan ve olmayan kara ve su hayvanları hakkmda bîr bahis vardır. Müellif daha sonra peygamberliğin muhtelif derecelerini İnceler, hırİstîyan teslisinin aley­ hinde bulunur, Kur'an ’dan eş'ariyeden ve kadarîyeden, kudret helvasından (m ana) bahse­ der; Tevrat bütün diğer mahlûklardan önce yaratılmış olduğu için, bunun ikinci kısmının Yûşa’, tarafından yazıldığını iddia eden yahudiîerİ reddeder. Sonra baş-râhibin mükemmel­ liğini ve .sunhö { „şifâhî an’ ane" ) ’yi inceleyip, tövbe gününde küçük çocukların oruç tutma­ larına müsâade etmeyen yahudİlerî tenkit eder. Müellif dünyânın yaradılışı hakkında da yahudiler İle bîr münâkaşaya koyulur; rahiplerin yalnız meleklerin huzûrunda tamamlanan tak­ disinden, evlenmeden, bunun kanûn ve mera­ simlerinden ve son olarak, kabilelerin Müsâ tarafından takdîs edilmesinden bahseder. Son derecede kısa olan bu hulâsadan muh­ tevanın mütecanis olmadığı açık olarak görül­ mekte ve metne bu şeklînin ne dereceye ka­ dar müellif tarafından, yahut bunu bugün eli­ mizde bulunduğu hâliyle toplamış olan kimse tarafından verilmiş olduğu mes’eîesi ortaya çık­ maktadır. Maalesef yeni nüshaların doğrulu­ ğuna mutlak olarak güvenilemez; esasen bazı müstensihler bâzı parçaları çıkarmakta veya yeni parçalar İlâve etmekte tereddüt etmiyor­ lar. Nitekim bâzı nüshalarda geri kalan kısım­ lardan hiç de ayrılmayan ve müstakil eserler olarak telakkî edilmeyen bâzı bahisler bulunur. Başka yerlerde böyle bahisler müstakil eser­ ler olarak Ab Hasda ’ya isnat olunur. Bundan dolayı, aslında aynı derleme esere âit olma­ ları, fakat Sâmİriİerin ve diğer halkların mütâd tarzlarına uygun olarak, şu veya bu zamanda aslî eserden ayrılmaları ve müstakil adlar altın­ da eîden-ele geçmeleri ihtimâl dışında değildir; tövbe hakkındakî risale, al-Tavba veya kıya­ met günündeki cezalar hakkındakî risale, Kiiâb al-ma'âd böyledir; on emir ve bayramlar hakkındakî bir diğer risale de, ihtimâl al-M itâd da bunlar gibidir. al-Mctâd ve al-M i'âd adlarının benzerliği karışıklığa 3ebep olmuştur; fakat risaleler bİribirlerinden ayrı olarak mev­ cuttur. İki risale bir arada 12 bahis ihtiva eder ve müellif burada tövbeyi ve isyanı ince­ ler ve M usa’nın son tegannîsinin ( Tesniye, X X X II) tam bir tefsirini verir. Sâmirıler çok eski bir devirde bu tefsiri kıyamet hakkındakî görüşlerinin esâsı olaıak kabûl etmişlerdir: daha Marlta ’ da ve ondan da evvel görülür.



H?



Kitapta sonra cezâya ve öteki dünyâdaki ha­ yâta geçilir; bütün bunlar bu bahisten temsilî ve remzî bir tefsir ile çıkarılmıştır. Risalede sonra cehennem ateşi, üç temizlerin şefaati ve ölülerin kıyamette tekrar dirilmesi île meşgûİ olunur. Bayramlar hakkındakî al-M i'âd (? ) risale­ sinde Ab Hasda yeni ayın ve bayramların he­ sap edilmesi tarzım münâkaşa eder. On-emir hakkmda da bir tefsir vardır. Yetkili kaynak­ tan bütün bu risalelerin bir yazmada toplan­ mış olarak Sâmirilerde mevcut olduğunu öğ­ rendim. Yukarıda verilen teferruatlı hulâsaya naza­ ran Tabbâh müellifi Sâmİriİerin hadîs ’i deni­ lebilecek bütün sahaları ve bilhassa Sâmİriİerin yahudilerden ve sonraları Karaylardan bilerek ayrıldıkları bütün mes’eleleri toplamak iste­ miştir. Bu teferruatlı hulâsanın ehemmiyeti bir de bu eserin bahis mevzuu ettiği her şeyin günümüze kadar fiilen değişmeden kalması ve Sâmİriİerin dinî hayatları ile bâzı âmellerinin doğru tasvirinin, küçük bâzı istisnalar İle, bu eserde ve bîr az sonra bahsedeceğim derleme eserde aksettirilmesi vakıasından ileri gelir. Tabbâh *m muhtevâsına göre, daha önce o ka­ dar değer verdiğim Enşira ’ nin, yâni „îmân itirâfının11 esâsîı bütün unsurlarının elimizde bu­ lunduğu bedihîdİr. Kitabın mevzuu kendileri için yeni olmayan Sâm irİler müellifin hâl ter­ cümesi hakkmdaki bilgiler husûsunda yeter bir dikkat göstermemektedirler. Onlarm edebî an’ aneleri tamâmîyle karışık ve bulanıktır ve bir taraftan Sâmİriİerin eserlerin bâzı kısımlarım ayırıp, onları müstakil risaleler gibi göstermek­ ten çekinmedikleri ve diğer taraftan bir risa­ lenin bir müstensih tarafından hafifçe tâdil edi­ lebildiği ve o zaman müstensihîn kendinin ese­ rin müellifi olduğunu iddia ettiği yahut da eserin sonraları kendisinden istinsah edilen son mustensihe isnat edildiği hatırlanırsa, bir kitabın veya bir risalenin müellifinin kim olduğunu doğru bir şekilde tâyin etmenin kolay olma­ yacağı görülür; o zaman hakikî müellifin izini bulmak imkânsız bir hâle gelir. Hattâ Ab Hasda adı bu şekilde değiştirilmiş görünmek­ tedir; zîrâ emirler hakkındakî bir risale Yâpet adlı bir kimseye İsnat edilmiştir. Elimde bu­ lunan Sâm iri yazmaları cedvelinde benzer bir eser fJlbn Capet,, adlı birine isnâd edilmekte­ dir kî, Yâpet adı şüphesiz bunun bozulmuş bir şeklidir. Bu kitap hakkmda meçhul -bir müel­ life yanlış olarak isnat edildiğinden gayri bir şey bilinmemektedir; hâlbuki diğer taraftan benzer bir eser, yine yanlış olarak, Munaccâ ile aynı gösterilen Şams al-D in 'e isnat edilmek­ tedir (aş. bk.).



t$â



SÂMİRÎLEk.



Şimdi müteakip derleme esere geçiyorum. Bu eser muntazam bir şekilde tertiplenmiş olup, felsefî, temsilî_ ve tefsiri kısımları ihtiva etmez. Yalnız Sâmîriîerin dinî hayâtmmın ame* İî tarafı ile meşgul olur ve onların dinî mecel­ leleri hâline gelmiştir. Müellifi Y û s u f b. Ş a l ­ ın a a l-'A s k a r i nisbesini Sicheın civarında şimdi hiç bîr izi kalmamış olan bir kasabadan almıştır. Kitap, mukaddimesi dâhil, tam olarak muhafaza edilmiştir. Gerçekten aynı devirde yaşamış olmalarına rağmen, A b Hasda ’yı gâ« lîbâ bilmeyen müellif, kitabını ondan müstakil olarak, fakat aynı dış te’sirler altında yazmış olmalıdır. Müellif sâdece ecdat tarafından nakl­ edilen an’aneleri kaydettiğini açıkça söyler. Kendisi için derleyici olmaktan gayri hiç bir meziyeti olmadığını söyler ve kitabı yazdığı tarihi verir ( milâdî 1041 ). Bu kitap, hiç ol­ mazsa bundan önceki kadar mühim olduğun­ dan, Tabbâk *ın teferruatlı bir hulasasını ver­ memizi gerektiren aynı sebepler bizi bu yeni eserin de benzer bir hulâsasını vermeğe sevketmektedir. Kitabın adı K â fi ’ dir; yâni A lla­ hın sözü kendilerine kâfî olanlar için kâfî gı­ dadır ; bu da şu şekilde tefsir edilebilir: »ken­ dilerine Allahın sözü kâfî olan kimseler için tamam ve binnetıce amelleri yerine getirmeğe şerîati tâkîp etmeğe kâfî teferruatı veren ki­ tap», Kitap 36 bahis ihtiva eder, ilk bahis Tabbâh ’m ilk bahsinin aynıdır; rahiplerin üstünlüklerinden, imtiyazlarından ve hakların­ dan bahseder. Bunlar eski an ’ ane ve eski müesseselerİn muhafızlarıdırlar. Sonra kinşâ ’da merasimlere iştirak vazifesini, bu merasimlerin nasıl îfâ edilmesi gerektiğini ve takdîsin muh­ telif şekillerini münakaşa eder. Sonra yenmesi caiz hayvanların tasviri ile memnu olanlar üze­ rinde uzun-uzun durur; bu da tıpkı Tabbâk ’ta bulduğumuz gibidir. Bunu cüzam ve deri hastalıkları ve her türlü necaset, su ve ateş vâsıtası ile taharet, elbiseler v.b. hakkında bir bahis tâkîp eder. Sâmîriîerin bulunmadıkları bîr memlekete gitmemeği tavsiye edip, mümkün olduğu kadar Sâm iriler arasında yaşamak zarûretinden bahseder. Müteakip fasılda mukaddes dağa muntazaman hacca gitmek husûsu ince­ lenir. Sonra nâsıralılara bir bahis tahsis olu­ nur. Nâsırahlarm sisteminin Sâmiriler arasında uzun zaman muhafaza edildiğine ve aralarında kadın, erkek Nâsıralılar bulunduğuna işaret edilebilir. Sonra gelen fasıllarda nişanlanma­ dan, evlenmeden ve boşanmadan, esir satın alınması ile ilgili nizâmlardan, en geniş mâ­ nası ile katil suçunun yasak olmasından, ça lınmtş eşyaları iade etmek mecburiyetinden, faiz ^e murabahadan alım-satımdan, adaklar■ ıdn, Allaha nezrediimiş eşya ve şahıslardan,



f hayvanlan kesme tarzım tanzim eden hüküm­ lerden, sabbai *a riâyetten ve bununla alâkalı muhtejif an’anevî ahkâmdan, son olarak da, abdest ve akan su ile taharetten bahsoİumır, Burada Sâmîriîerin amelî bütün ihtiyaçlarım karşılayan dinî ve medenî tam bir m e c e l l e bulunmaktadır. Bu, Sâmîriîerin sonraki yazıla­ rında mütemadiyen müracaat ettikleri gerçek bir mecelle hâlinde kalmıştır ve Yûsuf ’un K â fi 'si­ ni topladığı zamandan şimdiye kadar geçmiş olan 900 yıldan fazla müddet içinde tatbikat da değişmemiştir. Şerîat hakkındaki bu eserler ile bu tefsir denemeleri dışında S â m î r i î e r i n e d e b î f a a l i y e t i m u k a d d e s y a z ı l a r ı n dâi­ ma devam edilen bir ş e r h i ü z e r i n d e t e ­ m e r k ü z etmiş görünmektedir. Bâzı risaleler, müellif adı olmaksızın bize kadar gelm iştir; bunlardan XI. asrın ortasında yazıldığı kabûl edilen ve elimizde ancak parçaları bulunan, biri muharririnin arap grameri İle dilcileri hakkında bir dereceye kadar bilgi sahibi olduğunu isbât eder ve Kıtâb-ı mukaddes ’in bütün muhtevasını iyi bildiğini gösterir. Eğer bu tefsir XI. asrın âit ise, bizi bizzat Kİtâb-ı mukaddes ’in çok daha eski bir arapça tercümesinin mevcut ol­ duğunu farzetmeğe sevkedecektir. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu tercümenin tarihi bir çok ciddî meseleler arzetmektedir. A dı bu ter­ cümeye bağlanan Abu Sa'id , Tekvin, XLV Iiçin ayrıca bir tefsir yazmış gibi gösterilir. Tevrat üzerise yazılmış olup, Abü S a'id b. A bı ’l-Husayn b. A b i Sa'id adlı birine isnât edilen bîr tefsir daha mühimdir. Burada bu adın Kİtâb-ı mukaddes tercümesi müellifinin tam adı gibi göründüğünü kaydedelim. Bilhas­ sa akrabalar arasında evlenmelerin memnû ol­ ması ile alâkalı meselelere müteallik bir fetva da ona isnât olunur. Kendisinin ihtimâl Abu *tH asan’ a isnât edilen eserin aynı olan M usa’nın On-emri hakkındaki şerhin müellifi, bir de Kitâb-l mukaddesin muhtelif bölümleri hakkında Neubauer tarafından neşredilmiş olan risalenin muharriri olduğu farzolunur. Sâm iriler bîr baş­ ka Abü Sa'İd daha zikrederler; fakat onun adı Ben D arta'd ır ve hangi devirde yaşadığı bilin­ memektedir (bununla Tabya b. Darta arasında bir münâsebet kurulabilse İdi, kendisi X. veya XI. asra mensup olurdu}. Sid re Makratâ deni­ len Sâm îriîerin Kitâb-ı mukaddes işaretleri hakkında bir risale ona isnât olunur. Bu işaret­ lerin bîr cedveli Kİtâb-ı mukaddes ’in çok eski bir yazmasının sonunda keşfolunmuştur. Abü S a'id b. Darta ’ nm S id re M akratâ denilen bu kısa risalesi bâzan Tevrat ’ın yeni istinsah edilmiş nüshalarının sonunda bulunmaktadır. Hiç olmazsa iki Abü S a'id ’in mevcut olması



SÂMİÎULE& büyük bir karışıklığa sebep olmuştur; butun metinler neşredilmeden bu karışıklık aydınla­ tılanı ayacaktır. ^Bundan sonra Samiriîerin Sicbem 'deki edebî faaliyetleri üzerine bir perde çekiliyor ve sah­ ne Şam 'a ve Mısır ’a naklediliyor. Bunun se­ beplerini uzaklarda aramamak lâzımdır. Haç­ lılar, memleketin üzerinden geçmeleri sebebi ile, Sâmirilerin edebî çalışmalarına nihayete erdirmeğe mecbur oldular. Haçlıların muasırı olan hiç bir muharririn N âblus’ta Sâmir ilerden bahsetmemesi alâka vericidir ve bizzat Sâmir iler de çok ıztırap çekmiş olmaları gereken bu karışık devre yal­ nız çok kısa bir telmihte bulunmuşlardır. Hiç şüphesiz eski edebiyatın kaybolması da bu devrin karışıklığından ileri gelmiştir, Sâm îrilerin yukarıda zikredilen yerlerdeki edebiya­ tından bahsetmeden önce, daha evvel anılmış olan ve bir çok asırlar boyunca halk fikrînin, hususiyetle arapça konuşan yahudilerin fikri­ nin hâkimi olan en çok dikkate değer iki yahudî müellifi sükût ile geçmemek lâzımdır. Biri Bâbil yüksek mektebinin Gaon ’u, yâni reisi olan Sa'adyâ ve diğeri tbn Maymun ’dur. Her İkisi de, başka yazıları ile olduğu gîbi, felsefî eserleri iie derin te'sirler yapmışlardı; ilki Kitâb-ı mukaddesi arapçaya tercümesi ile, arapça yazılmış ilk büyük felsefî eseri ile ve Karaylar ve başka yahudi mezhepleri aleyhin­ deki tenkitleri ile, İkincisi ise, sonraları, Mı­ sır ’da Karayîara karşı mücâdelesi sırasında ve yahudi şeriatının mühim esâslarını yazdığı za­ man büyük muvaffakiyet kazanmışlardı. İbn Maymun SSmİrilerin de görüş tarzlarına te’sir etmiştir. Suriye ve M ısır’da Sâmir İler çok eski zamanlardan beri yaşıyorlardı ve ancak son ikİ asırda buralardan kaybolmuşlardır. Hattâ, XVI. asrm sonunda, Scaliger zamanında Mısır ’da sâmir! cemâatleri varidi ve 1 6 1 1 ’de Dell a Valle Ş am ’ da sâmirİ kitabeleri bulunan güzel bir havra ile kendisine ilk ibrânî-sâmiri Kitâb-ı mukaddesini ve sâmırİ Targüm ’unu göster­ miş olan bîr mıkdar Sâmîri bulmuş i dî ; 1652 ’ de P a ris ’te yapılmış olan ilk baskı bu nüsha­ lara İstınâd etmektedir. Samiriîerin, bu mem­ leketlerde her zaman yaşamış olmalarına rağ­ men, edebî mahsûlleri büyük olmadı ve bu mahsûl Sİchem ’ de Samiriîerin meydana getir­ dikleri eserlerden bir ayrılık veya bunlara na­ zaran bir ilerİleme göstermedi. Aynı devirde memleketin hükümdarı huzurunda, muhtelif sul­ tan ve halîfelerin saraylarında yapıldığı bili­ nen münâkaşalar gibi, edebî ve dinî münâka­ şalar yapmak âdeti daha da inkişâf ediyordu; taraflar böyle münâkaşalar için notlar hazır­ lamağa mecbur idiler. Hem tenkit, hem mü­



*59



dâfaa mâhiyetinde olan oldukça mühim mıkdardakİ benzer yazıları bir dereceye kadar bu durum izâh eder. Şimdi Ş a m ’a geçelim, Burada bulduğumuz en şâyân-ı dikkat şahsiyet Garub-oğhı M un a c c â b. Sadaka Abu İ-Farac olup, «şâir oğ­ lu" diye meşhurdur. Bizzat Sâmîriler tarafından, yanlış olmakla beraber, Şams al-Din adı ile ve ibrânî-sâmiri adı olan Mfit ile de zikredilmiş­ tir. Oğlu Şadalça 1223 ’ten sonra Ölmüş oldu­ ğundan, babası olan Munaccâ ’ nm 1150 ’ye doğ­ ru şöhret devrini idrâk etmiş olması gerekir. Başlıca eseri, «Sâmîriler ile yahudiler arasın­ daki fark, sual ve cevaplar", M asail al-h ilâf olup, büyük bir eserdir ve bilinen en eski yaz­ ması XVİ. asrm ortasında, baş-rahip P in ehâs zamanında yazılmıştır. Bu eserin bîr kısmı ta­ mamdır ve bir çok nüshaları vardır. Öteki kısmı tamam değildir ve son asrın başında büyük rahip ‘ A m râm ’a ait olan nüshadan baş­ ka nüshası maalesef bilinmemektedir. Bu iki kısımda Sâm îriler ile yahudiler arasında farklı olan dinî ameller İncelenmektedir. Bunlar daha Önee zikredilmiş olan Abu ’l-Hasan İle Yusuf ’un eserlerinde mevcut ise de, burada çok bü­ yük mıkdarda teferruat vardır, çünkü Munaccâ yazılarını çok iyi bilir göıündüğü S a'a d y â ’ya karşı bir tenkide girişmiştir. Ona Tevrat üze­ rine yazılmış bir tefsir de isnâd olunur ki, bu eser yalnız vekayî-nâmesinde Abu ’l-Fath ’İn ve devri kat’î olarak bilinmeyen, ihtimâl XV. asra mensûp Abu ’l-Hasan b. Ganâ’im adlı müelli­ fin telmihleri ile bilinmektedir. Kendisinin aynr zamanda Tesniye, X, 12 ve «Emirlerin" ikinci levhaları hakkında kısa bir risalenin müellifi olduğu farzedilir. Nâbîus Sâmir ilerinin verdiği bîr bilgiye göre, ona Ya'küb ’un takdisi, Tekvin, X L !X hakkında bir tefsir de isnâd olunur; fakat bu muhtemelen bir hatâdır. Bu galiba daha evvelki müelliflerin birine itaat edilmiş olan aynı risale olacaktır. Bir az daha sonra yaşamış ise de, daha şim­ diden Munaccâ ’nın oğlu Ş a d a îe a ’yı zikrede­ ceğim. Kendisi al-Hakim (« ta b îp ") lekabı He ve büyük bir arap şâiri olarak tanınmıştır. Şam ’da al-Malik a l-A şraf’în sarayında tabip id i; hükümdar onun meziyetlerini şahane bir tarzda mükâfatlandırmış idi; 12 2 3 ’ten az sonra, H arran’da refah içinde ölmüştür, O hem tabîp, hem kelâmcı olarak faâliyeiSgösterdi. Kelâmct olarak Allahın mâhiyet ve birliği hak­ kında Tevrat ’a bir tefsir, rûh ve ebediyet hak­ kında bir risale, bîr de yasaklayıcı ahkâm ve­ ya memnu şeyler hakkında bir risale yazmıştır ( eğer bu bilgiler yanlış değil ise ve başka bir müellif ile karıştırılmamış ise, aş.-bk.). Tıbba dâir kitapları arasında şunlar zikrolunur: «Hip-



ıM



SÂMİRÎL.E&.



pokrates ’in Fuşül ’ü üzerine şerh", »basit İlâç­ lar hakkında bir risale", „tıp hakkında notlar" ve İbranî Y a ca‘köb b. Yişhâk adını taşıyan, 1201 ’dt, §am ’a bîr seyahat yaparak, burada iki yıl kalan ve mahallin en ileri gelen tabipleri ile bâzı tıbbî mes’eleleri münâkaşa etmiş olan Ka­ hire ’nin mümtaz tabibi yahu di A s'ad al-Mahalli ’nin kendisine sormuş olduğu tıbbî sual­ lere cevaplan ihtiva eden bir risale yazmış idi. Bu eserlerin çoğu maalesef kaybolmuştur. Biz­ zat Sâm irîler de bu tıp eserleri hakkında bir şey bilmiyorlardı; bunlar yalnız onun yazmış olduğu şiirleri de zikreden İbn A bi Uşaybi'a ve Kâtİb Çelebî gibi müelliflerin eserlerindeki kayıtlardan bilinmektedir. Son olarak, İbranîden tercüme edilmesi ve Sadaka b. Munaccâ ’ya isnat olunması gereken bir „H ayal" Men bahs­ etmek lâzımdır. Bu şimdiye kadar tamâmiyle mechûl İdî. Bu »Hayâl" Me müellif göğe çıka­ rıldığını, burada Müsâ, Yuşa’, Eleazar ( EU *âzâr } ve Pinehâs He görüştüğünü ve bunla­ rın kendisine gelecek vekayiî haber verdikle­ rini anlatır. Bir de adian başka hiç bir yerde bulunmayan bâzı çağdaşlarını zikreder. Mev­ cut yegâue yeni nüshada „Hayâl„*in tarihi 912 ( 1 506) olarak gösterilmiştir ; fakat burada son müstensibin verdiği tarih’ n bahis mevzuu ol­ duğu bedihîdİr. Eğer müellif Sadaka ise, ger­ çek tarih 603 (1206 ) olabilir. Samîrilere göre, Marlıib al-Katari adlı biri, Levîliler 'İn lanetleri ihtîvâ eden kısmı ( bahis X X V I} üzerine bîr tefsirin meşhur müellifidir. Bu müellifin 513 { 1 1 36 ) 'te yaşadığı söylenir. Sonraları şüphesiz kaybolmuş olan eski yap­ rakların bir kopyesi Aaron oğlu Jakob tara­ fından yapılmış olup, bâlâ N âblus’ta bulun­ maktadır. D i l t e t k i k l e r i Kitâb-ı mukaddes tet­ kikleri ile bir arada gidiyordu ve biz, XII. as­ rın ortasında, pek muhtemel olarak Şam ’da 14 bahistik bîr ibranı grameri yazmış olan Abü İshâk İ b r a h i m Abu ’l-Farac Şaras al-Din ’i zikredeceğiz; kendisi bununla Kitâb-ı mukad-1 des ibrânîcesini anlıyordu ; zîra Sâm irîler bu Kitâb 1 mukaddes ibra nicesinden bizzat Tevrat metninde bulunan ibrânîceden küçük farklar gösteren bir dili çıkarıp, inkişâf ettirmişlerdi. Bu müellif nahvi münâkaşa ediyor ve telaffuzu tesbit etmeği de deniyor. S Smir ilerin, bir kaç işaret müstesna, bugüne kadar sesli harfleri olmadığı göz Önünde bulundurulursa, bu nevî bir çalışma, onların İbranî dilini telaffuzları hakkında bize bilgi vermek bakımından, son derecede mühimdir. Bu risale, zamanının büyük rahibi olan 'A m râm 'ın kendisine okuduğu şekilde Tekvin metn:nİ transkripsiyon ile yazıp toplayan Pe-



termann tarafından, ilk defa olarak, yapılan çalışmayı bütün noktalan ile yeniden ele al­ mak bakımından da çok mühimdir. Risalenin müellifi arap gramerini mükemmel bir şekilde bilmektedir. Bu eserin bir muhtasarı, XIV. asırda, Pinehâs oğlu El'azar tarafından yapıl­ mıştır ki, sâm iri edebiyatı yeniden doğuşunu mühim mikyasta bu şahsa borçludur. Müellif Şams al-Dİn dîye anılır. Aynı lekap MunaccS ’ya ve bîr de oğlu Sad ak a’ya verilmektedir. Bu­ nun netîcesİ olarak, yukarıda zikredilen y a ­ s a k l a y ı c ı a h k a m a d â i r ' k i t a b ı n bu­ na isnat edilmesi gerekip-ger ekmediği şüphe­ lidir ; „zîra ahkâm üzerine tefsir" { T ifsîîr ham ışua) adı verilen iki eild hâlinde eski bir yazma mevcuttur kİ, yalnız bir tek eski yaz­ masının varlığı bilinmesine rağmen, birinci de­ recede mühimdir. Yûsuf al-‘A skari} kitabının ba­ şında, Sâmirüerİn Kitâb-ı mukaddeste 6 13 emir saydıklarını tesadüfen söyler. Bu, bir yahudi fi­ lozofunun tesadüfi bir ihtarına göre, ahkâmı saymak için hareket noktası hâline gelmiş olan rakamdır. Bu an'ane ne zamana kadar gider ? Bunu kat’î bir şekilde tâyin etmek çok güç­ tü r; fakat muhtemel olarak, V1IÎ. veya IX. asra âît olan H alâkot G edölot ’ta iki kısma bölünmüş bir hâlde, 613 emrin bir cedvelinin verilmesi denenmiştir; bu iki kısımda müsbet emirler ile yasaklayıcı emirler, başka tâbir ile, riâyet edilmesi gereken emirleri ihtiva edenler ile bâzı hareketleri yasak eden emirleri ihtiva edenler gösterilmiştir. Emirlerin bu tasnifi ö kadar mühim bir hâle gelmiş idi ki, bizzat îbn Maymun kendini yalnız bu çeşit bir cedvel yap­ mağa değil, fakat emirlerin aydınlatılması için, »Emirler kitabı" adı ile bilinen arapça bir şerh yazmağa mecbur hissetmiş idi. Bu kitap' XU. asrın ikinci yarısında yazılmış olabilir. Şu hâlde yukarıda Sa'adyâ münâsebeti ile gör­ düğümüz gibi, yahudilerin faaliyetleri ile te­ ması kaybetmemiş olan Sâ mir ilerin Yûsuf al‘ A s k a rİ’ nin K â fi 'sindeki kayıtları inkişâf et­ tirmek mecburiyetini duymuş olmaları ve ger­ çekten bu çeşit bir eser meydana getirmeleri imkânsız değildir. Bu kitap İbrahim b. Farac ’e isnat edilmektedir. Şimdiki Sâm irîler bunun Şams aU D in’İn eseri olduğuna iddia ve fakat aynı zamanda bununla Munaccâ ’yı kasdettik­ lerini İlâve ederler Kendisinin Şalâh al-Din E y y ü b i’ye takdim ettiği Muhazzîb a l-D in ’ in üstadı olması vakıası bunu isbât eder. Bu M u» h a z z i b a 1-D i n Yûsuf b. A b ı Sa‘ id b. Halaf mümtaz bir tabîp ve devrinin bütün ilim­ lerinde mâhîr büyük bir ilim adamı idi. Baalbek sultanının ve sonra kendisini vezir tâyin eden oğlunun tabîbî idi. 26 kânûn II. 1227 ’ de Öldü. Kendisi Tevrat üzerine veya Tevrat ’m



. ŞÂMÎr İLEîL bâzı 'kısımları üzerine bîr tefsir yazmış gibi görünmektedir; bununla beraber bu eser hak­ kında , başka bîr şey bilmiyoruz. Muhazzib alDin *in ölüm ta rih i,. Şams al-D in’in en geç XII. asrın ikinci yarısında öldüğü ve kahireli Ibn Maymun 1un bîr çağdaşı olduğu faraziyesi­ ni doğru çıkarmaktadır. Muhtemelen X. veya XIV. asra mensûp olan Gazzal Tabya b. Duvayk veya al-Duvayk Tev~ rat*a bir tefsir yazmıştır. Son zamanlarda İsac oğliiı Pinehâs ile talebesi Danafî Absakuah'ın eski .yapraklar üzerinde muhafaza edil­ miş olan Hurâc hakkında tefsiri istinsah et­ miş ve bunu Hurû.c Jun teferruatlı ve mükem­ mel bir tefsiri hâline gelecek şekilde tâdil edip, genişletmiş oldukları ileri sürülür; fakat Nâbİus ’ta edinilen bir bilgiye göre, bahis mevzuu eser yalnız H urâc 'un hem kısa, hem uzun ri­ vayetlerini ihtiva eder. Gazzal Tabya aynı za­ manda Bifeam'm takdisleri üzerine bir şerhin müellifidir, ki, bu eser kıyamet hakkında da bilgi verir; kendisi aynı zamanda, bir mânada bundan evvelki risalenin devamı olan »ikinci hükümdarlık" hakkında bir risale yazmıştır. Bn İki jnevzû, Abu ’!• Haşan ve başkaları gibi, bir Çok eskî müellifler tarafından da ele alınmıştır. Gazzal beş kiralın savaşı ve Lü| ’un kurtulma­ sından sonra İbrahim'in korkusu Ue M ısır'a İndiği zaman Y a 'k ü b ‘un korkusu (o bunu „ve o kurbanlar kesti" vagyizbah zehâhim âyetine bağlıyordu ) hakkında da bir risale yazmıştır. M ı s ı r ’a gelince, orada haklarında çok mah­ dut bilgi buliman Sürür ailesini buluruz. Aile mensâplarihdtm bîrine Tabya da denir ve bu şahıs „vahy sırları ile ilgili şüphenin kaldırıl­ ması" adlı bir tefsir de yazmıştır kİ, bundan yalöız 'Tevrat ’m son üç kitabı Britisb Museum ’da, XVIII. asra ait yegâne bir yazmada muha­ faza edilmiştir. Sâ mirilerde bunun bir nüshası 'yo k tu r, noksan olan İlk iki kısım da onlarda mevcut değildir. British Museum yazmasının ; "Sonunda söylendiği gibî, Tabya Şam ’a gitmiş ve'yağlı kuyruğun yenip-yenemeyeceği hakkında * Şaiıi halkı ile yapmış olduğu bm alD în («kıyamet günü") adlı eserin de müelh*



SÂMİRİLER fid ir; bu kitabı eski metinlerin yardımı ile toplamış olduğunu söylemek daha doğru olu r; bu hacimli bir eser olup, kıyamet hakkmdakİ sâmiri görüşünü, ebediyet, öteki dünya, ba*s-ü ba’delmevt, bir kelime ile gelecek hayat ile alâkalı bütün mes'eleleri teferrüâtl ile' ihtiva eder. Tekvin ’İa ilk kelimesinden başlayarak, Tevrat ’m en sonuna kadar Kitab-ı. mukaddes âyetlerini gözden geçirir ve kıyâmet ile alâkalı bir mâna verilebilecek olan her kelimeye ve her satıra an’anevî, temsilî ve taşavvulî tefsir­ lerini verir. Onun yasak edilmiş .evlenmeler ile yakın akrabalar arasındaki haram evlenmeler hakkmdakİ büyük eserini, T ifsû r a l-°râ y ö t 'unu da zikretmek lâzımdır. .İhtimâl XVI, veya XVII, asırda yazılmış olan bir kitap, sâmiri ahkâm ve rivayetlerinin tam bir hulâsası, hâlen Ya'küb'oğulları ile P i Dehâs­ ın oğullan tarafından kendi babalarına İsnat edilmektedir. Bununla berâber, giriş kısmında son iki asırda kaybolmuş olan sâm iri cemâat­ leri o devirde mevcut imiş gibi gösterilir; binâenafeyh müellifin en geç XVII. asırda yaşa­ mış olması gerektiği bellidir; fakat şüphesiz bu eser Pînehâs ile Ya'küb ’un seleflerinden biri tarafından İstinsah edilmiş veya yeniden işlenmiştir ve sonradan da bunlardan her biri tarafından yeniden istinsah edilmiş veya işlen­ miş olmalıdır. Bu kitabın adı Ijliilnk veya H i5/ Hır ve Sâmirilerİn menşe’lerinden, târihleinden ve inançlarından bahseden 10 bölüme lyrılmıştır. Pin*hâs*m bîr nevî ' bir İlm-i hâl (ma’ l i f ) tesbıt ettiği, yahut daha ziyâde Kitâb-j mu­ kaddes Heki tarih hakkında, gençlere öğretil­ mek üzere, bîr mıkdar sual ve cevâbı bir ara­ ya topladığı söylenir. Eserin büyük kısmı ef­ saneler den meydana getiriİnrş otan muhteva­ sı eskidir ve bunların alınmış olduğu muhtelif kaynaklara kadar İnilebilir, Bu kitap en mühim efsâiıe dergisidir; maalesef tamamlanmamıştır. ' Pin«has Gazzal ’m A 'dâd üzerine tefsiri gibi bâzı eski tefsirleri istinsah etmiş veya işlemiş­ tir ve onun A sâtlr üzerine arapça bir şerh yazmış olduğu söylenir. 1 Bir de, de Sacy ’nin XIX. asır başında Sâmirıler İte mektuplaşması kısaca zikrolunabilir; o zamandan beri meydâna çıkarılmış olan ve o devirde Nâblus dışında haklarında hiç bir şey bilinmeyen büyük mıkdardaki malzemesi sebebi İle muhteva şimdi ehemmiyetsizdir. Bu mektuplaşma münâsebeti ile bir arapça ve S â ­ miri dilinde mektup numuneleri dergisi de zikrolunabilir. Bu mektupların bazıları çok es­ ti, bazıları ise çok yeni görünmektedir. Ası! metinlerin çoğu sâmiri dihndedir; arapça olan­ lar sâdece terçümçterdep ibarettir.



SAMMA.



167



B Öylece günümüze kadar ki arapça sâmiri edebiyatının gözden geçirilmesini tamamlamış bulunuyoruz ve şimdi Sam ir ilerin edebî çalış­ maları tamâmiyie sönmüş gibi görünmektedir. Sâmirilerİn edebiyata dâir rivayetlerinin ka­ rışık ve mütenakıs olması dolayısı ile, oldukça ciddî müşkiller ile yazılmış olan hu makalenin gayesi yalnız mevcut eserlerin bir cedveîini vermek veya muhtevalarını hulâsa etmek ol­ mayıp, Sâmirilerİn gerçek mânevî hayatları hakkında şimdiye kadar mevcut olmayan bîr bilgiyi vermektir. Sâmİrİîerden Abu H-Hasan ’m Tabbâk H, Yû­ suf ■ al-cA skari ’ nin Kd.fi ’si, bilhassa, ibrânîsâm iri Kuşa’ kitabı ile mukayese etmek üzere, arapça Yûşa’ kitabını, iki muhtelif şekli ile, büyük vekayî-nâmeyi, Kabaşi ’ nin S irr al-Jfalb ’i ile K i beşem ’ i, »çünkü Allahın adından yardım diledim" ’i, H illü k ’u, M avlid Moşe ( Ramayht oğlu. Ism S'il) ’sînî, Tekvin üzerine Meşaima ’ nin tefsirini, Pînehâs’ın kıyamet günü hakkmdaki kitabını, baş-râhip Ya'küb rivâyetî ile Abu ’İ-Fath ’ia ve son olarak Md’l i f gibi, bir takım eserleri benim için yalnız kendilerinin kullanabildikleri ibrânî diline çevirmelerini ricâ ettim. Bütün bu tercümeler İbranî harfleri ile yazıldı; sonra onları İngilizceye çevirdim. Bun­ lar ilk fırsatta neşredilmeğe hazır bîr durum­ dadır. ( M. G a s t e r .) [ Bu madde, esâs itibârı ile, tâdil edilmiştir.] Ş Â M İT . [ Bk. nAt ik .3 S A M M  . SAM M Â, Sind ’de küçük bir r â c p 3 t k a b i l e s i n i n a d ı d ı r . Müslümanlığı kabûl eden râcpüt kabilesi Sumrâlar, Gazneli devletinin Sind üzerindeki tazyiki gevşediği zaman, 1053 He bu bölgede hâkimiyetlerini te’sîs ettiler ve Tur *u idare merkezi yaptılar. Bunlar hindû dininde bulunan rakîp râcpüt kabilesi Sammâları sıkıştırdılar ve çoğunu Kaççh ’a sığınmağa mecbûr ettiler. Sammâlar kendilerim himaye etmiş bulunan emir Çâvada ’yî 13 2 0 ’de buradan kovup, onun tahtım ele geçirdiler. Sammâlarm, Câdeca, yâni „Câdaoğulları" dîye şöhret bulmuş olan bu kolu, son zamanlara kadar Kaççh Haki R âo ve Navanagar ’daki Cam tarafından temsil edilmiştir. Sind ’de kalmış olan Sammâlar İslâmiyet! kabÛİ ettiler ve Sumrâların Dehli 'deki ‘A lâ ’ alDin Kalaçî kuvvetleri tarafından mağlûp edil­ mesi üzerine, 1333 He takriben iki asır S in d ’İ idare eden ve idare merkezi Thatha olan bîr sülâle kurdular, Navanagar devletini ele geçi­ ren kolun hükümdarı Abu ’l-Fazî, Firişta ve diğer muslu man tarihçilerinin kâfî delillere da­ yanmayan yarı-efsânevî İran hükümdarı Camş id ’ in adından iştikak ettirdikleri, mânası şup> h$îî bir kçfîıpe olan Cûm upvâprpî sldf»



ı6$



SAMMÂ — SAMSÂME.



İlk Câm ’m hindû adı olan Uoar, muahhar bir ihtidânm delilidir. Kardeşi ve haleli Cünâ o zamana kadar imparatorluğun eyâletleri için­ de bulunan yukarı Sind Me B ak h ar’ı ele geçir­ di ve Gucarât Han Dehlİ hükümdarı Muhammed b. Tuğluk’tan kaçan bir âsîyi himayesine aldı. Bunun üzerine Muhammed Sind bölgesini istilâ etti ise de, Cünâ ’yı cezalandırmağa fır­ sat bulamadan, 13 5 1 martında îndös sâhi 13er in­ de oldu. Hükümdarlarının ;öiümü ile düzeni bozulmuş bîr ordunun isteği üzerine, Muham­ med ’e yeğeni Firüz Şâh halel oldu, Fİrüz Şah hem sindlilerin, hem de onların müttefiklerinin tehdidi altında rie'at ettiği Sind Men ordusunu güçlükle kurtardı. Fîrüz Şâh sekiz yıl sonra mağlûbiyetinin intikamım almak istedi ise de, tekrar yenildi ve ancak G u carât’ta, felâketli bir rie’ at neticesinde, ordusunun bîr kısmını kurtarabildi. Ertesi yıl Sammâları yendi ve Câm, Cünâ ile yeğeni Bâbaniya ’yı esir olarak Dehli ’ye getird i; fakat Cünâ Mm oğla ile onun yeğenlerinden Tamâçi V n , kendisine tâbi sıfatı ile, eyâleti idare etme'erine müsâade etti. Mü­ teakiben Tamâçİ isyan etti ve onu itâat altına almak için Dehli ’den Cünâ gönderildi. Cü­ nâ onu Dehli ’ye getirdi. 1388 Me Tuğluk 11. ’un cülusundan senra, Bâbaniya ’nîn S in d ’e dön­ mesine müsâade edildi ,İse de, yolda öldü. Kar­ deşi'Tam âçi ona halef oldu ve onun hüküm­ darlığından sonra halefleri muhtemelen şu sı­ rayı takip etmişlerdir: 1, Salah’ al-Din, 2. Ni­ zâm al*Din, 3. 'A li Şİr, 4. Karşn, 5. Fath Han, 6. Tuğluk, 7. Raydan, 8. Sancar, 9. Câm Nanda adı ile tanınmış olan Nizâm al-Din, 10. Firüz. , „SammâUrm, iktidara geldikten sonraki tarîhij bir çok muharebelerde imparatorluk kuvvet­ lerine karşı mevkilerini muhafaza: etmek husûsunda gösterdikleri maharet ve ayrıca halkın büyük bir kısmım hindû dininden istâm dinîne döndürmeleri sebebi île ilgi çekicidir." Timur­ ’un istilâsından sonra, Dehli imparatorluğunun dağılması S İn d ’e istiklâlini te’min etti ve bu tarihten itibaren Sammâlar, her türlü tâbilik­ ten kurtulmuş olarak hüküm sürdüler. Onların arasında en büyüğü Çam .Nanda adı ile tanı­ nan ve 47 yıllık bîr saltanattan sonra 1509 Ma Ölen Nizâm al-Din II. idi. Sülâle, Nizâm alD in ’in oğlu ve halefi F irü z ’un Sind Me Arğün sülâlesini kuran Kandabar hükümdarı Şâh Beg Arğun tarafından 1520 Me mağlûp edil­ mesi ile sona erdi. Sammâ kabilesinin Sind'deki nüfusu takri­ ben 1.000.000 olarak hesaplanmaktadır. B i b l i y o g r a f y,a : Mır Muhammed Ma'şüm al-Bhakkari, Târih al-Sin d { nşr. U. M. Daudpota), Poona, 1938 ( Bbaudarkar



Inâtitute ); Şams-i Sirâc 'Afif, Târikti F îrü z Şâkî { Kalküte, 1888— 18 9 1) ; Şayh Abu ’iFazl, A 'in -i A kbari ( nşr. ve trc, Blockmann ve ja rre tt), Kalkijte, 1867—1877, *868 —1894 ■ ( Bibliötheca Indica Ser fes ). (T. W. H a i G.) S A M N .^ B k . s e m e n .]



SAMNAN. (Bİc. slMNÂN.]*: * S A M O S . { Bk. sîsa m O ’ Ş A M Ş A M . [ Bk. sam sâm .] ■ • • S A M S A M A . [ Bk. s a m s â m e .3 SA M SA M E* AL-ŞAM ŞAM A, arap * savaşçı şâiri*‘ A m r b. M a'd i k a r i b a l - Z u b a y d i ’ [ b. bk.]’n i n k 1 1 1 c 1 n 1 n a d ı olup, sağlamlık ve keskinliği ile meşhurdur. İyİ.arap kılıçları gibi; onun yapıldığı yer olarak cenubî Arabistan gös­ terilir ve ona mevhum bîr eskilik atfedilir: biz­ zat ‘Amr, sık-'sık zikredilmiş olan beytinde ( Ibn Durayd, s. 3 1 i ; ‘Ik d [ 1293 iab.],. I, 46; 11; 7o ; -İbn Badrün, s. 84; Tâc til-arâst V.I, 229) bu kılıcın , A d kavm inden"-İbn Z i Kayfân (b ir himyari boyunun bu âzası [krş. M. B a rt­ ınan n, Die arabisehe Frage, s. 331, 613 j Zü Cadan ailesine mensup son himyari hüküm­ darlarından birinin aynı olarak gösterilmiştir; fakat şâ'rin sâdece kendi kılıcının çok eskili­ ğine telmihte bulunnmş olması çok daha muh­ temeldir ) ’a âit olmuş bulunduğunu te'yît eder. . Şamşâma 'nin tarihi ve et değiştirmeleri ol­ dukça karışıktır : bizzat şâirin sağlığında kılıç, Peygamberin eşhâbmdan olan ve Enıevî aile­ sinin bir âzası bulunan Hâlid ti.,Sa'id b. a|A ş i ’nİn eline geçti. Kılıcın intikal şekli, bâzı farklar île, İbn -al-Kalbi ( Balâzur.i Me ), Abu ‘ Ubayda {A gani M e a l - Z u h r i (İ bn Hubayş ’ te ; bk. bibliyografya-)} . S a y f b. 'Omar .( Tabarî Me ) tarafından anîahlm ıştır.Bu sottuncuya göre, JHâlİd; bu kılıcı,, sahte Peygamber aj-Asvad .eÇ'Ansi [ b. b k .]’nİn islâmiyete karşı gi­ riştiği isyana katılmış bulunan,4Amr b. Ma di­ keri b ’i hezimete .uğrattığı ftaman, el,e .geçirdi, ilk üçüne, göre ise, bizzat 'A m r onu müslümanlarm elinde esjr bulunan kız, kardeşi ( veya zşvcesİ ) Reyhana için fidye-İ necat olarak Hâ­ lid ’e yermiştir. ’Amr, bu münâsebetle, bîr kaç beyti arap kaynaklarında ( İbn Durayd, s. 49; Lispn, XV , 240 v. b . ) sık sık zikredilmiş bu­ lunan bir şiir yazmıştır, ’Amr ’ın onu halîfe 'Omar ’e hediye ett'ğipe dâir rivâyet ( al-Tıbrizi, Hamâşa, nşr. Freytag, s. 397, 12—15 ’Çger­ çek olmaktan uzaktır. S u riye’ nin fethi (hicri 14 ) şırasındaki Marc al-Şuffar muharebelerinde, Hâlid b. S a 'id ’İn ölümünden sonra, Samsama onun yeğeni"Şa*id b. al-Aş i [ bk. SA'İD B. AL-'ÂSİ ] Mineline geçti; o da bunu Medine de iyinde mahsur bulunan halîfe 'Osman ’ı müdâfaa ederken kaybetti ( hicri 35). Kılıç Cuhayna kabilesinden bir be­



SAMSÂME — SAMSÂM-üD-DEVLE. devi tarafından alındı; 1 alîfe Mu'aviya zama­ nında kılıç bedevinin evinde tekrar bulundu ve eski sahibine iade edilerek, Bani ’ l-'A sî ailesi­ nin muhtelif âzâsı arasında el değiştirdi; ni­ hayet onlardan biri Sa'id ’m oğlunun torununun oğlu Ayyüb' b. A b i Ayyüb onu takriben 80.000 dirheme. halîfe at-Mahdi { 1 5 8 —16 9 = 775— 785) ’ ye'‘ sattı. O tarihten itibaren, Samsama kıy­ metli eski bîr hâtıra olarak, Abbâsîîerin hazî­ nesinde muhafaza edildi ve şöhreti büyümekte devam e tt i: Abu ’l Havi al-Himyari ( Câhiz, 0 ayavan, V , 30) ve Sal m al-HSsir gibi şâirler onun için medhîyeler söylediler. Muhtelif kaynaklar vâsıtası ile halîfe al-Hâdi (169 —17 0 = 7 8 5 —786), Harun al-Raşid { 1 7 0 — 19 3= 78 6 —809 ), al-Vâşîfc (227—232=^842—847) ve al-Mutavakkil ( 232—247 —847—8 6 1} 'in hi­ lâfetleri devrinde; ŞamŞâma hakkında malûmat mevcuttur. Bu malûmat al-Mutavakkil ’den son­ ra* kesilir. Bn meşhur kılıcın, bn hâlifeler elinde bulunduğu müddetçe, mükemmeliyeti hakkında nakledilen* fıkraların mevsuk olma ihtimâlleri âzdır. Bir az doğruya benzeyen bîr tasvir, T a­ ban, III, 1348, 4—s ’de al-Vâşik ’m onu kul­ landığına 'dâir : olanıdır. al-Vaşik bizzat 231 Ç84İİ/846)’de halîfeye karşı bir tertip hazırla­ makla ve K ur’an ’m mahlûk olup olmadığı mes­ elesinde, al-Ma’ mün’a muhalif olmakla itham edilen Ahmed b. Naşr al-Huza'i ’ yi onunla kat­ letmiş idi. Burada „bu ‘ kabzalı bir kılıç idi, kabzaya çakılmış olan üç çivi kılıç demirini kabzaya raptediyordu" denilmektedir, Meşhûr Sam sam a’nîn değerinin sâdece çok eski olma* s mdan ileri geldiği iyice anlaşılmaktadır. ■ al-Şamşâmâ adına gelince, bu: aynı mâna­ daki Tfiiişummİm *e müşâb’h olarak, kılıç demirîitiin !iyî v a sîiile ilgili bir sıfattan f ,.kesici" ) hdşka bir şây-değildir. Şamşâma çok defa, msl., aRFarazdâk:( Nakfitiz, s. 385, 4) ile bizzat ‘Amr BTMa'dîkatftb ( a!-Buhturi, tfamasa, nşr. Cheıkhd^ s: 83Î nr. 237 al-Kâli,-/4/nöfî, III, 154, 10 ), keza -Müslim - b. âî-VaÜd ( nşr. de - Goeje, • VI, İS1)' tarafından şiirlerde c:ns ismi olarak kul­ lanılınİştir; Schwarzlose iaş.-bk.) son şâirin şiirinin;''Amr ’in kılıcı hakkında- söylendiğim zannetmiş İse de, burada bahsedilen ve Harun âRRaşîd tarafından kumandanı Yazİd b. Mazyad ’e verilmiş olan kılıç, aynı şiirin 25. beyitİndeU ve İbn Hail i kân i 1299 tab., III, 299; 13T0 *tab., II, 284 5 Wüstenfe!d, nr. 8 3 0 1 ’m kaydından anlaşılacağı gibi, Peygamberin kılıcı Zü ’l-fakâri [ b. bk ] Mır.
Paris tab., VIII, 90}. Diğer taraftan elimizde âsurî şanaku ( Jtm e k " veya «birbiri ile çarpıştır­ mak" ) kelimesi vardır ve âlet eski sâmîler ta­ rafından çok iyi biliniyordu. Şanc kelimesi es­ ki arap edebiyatında da zikredilmiştir. al-Kutâm i şanc al-cinn ’i zikreder ve İbn Muhriz [b . b k .]’e Şannâc al-'ar ab denilirdi. Bu keli­ menin mübâlega ifâde etmek üzere kullanılan f müennes şekli Şann 5cat al-'araölekabı ile tauman al-A 'şâ Maymun ’un unvanında ve Mas-turâd adlı bir şabsın al-Şannaca adında bu­ lunmaktadır. Bununla beraber, bu hâllerde sırf âletin mi veya sâdece bir mecazın mi kastedilmiş olduğunu söylemek güçtür. Her ne kadar, çenk denilen mûsiki âletini göstermek üzere, cank [ bk. mad. Mİ’ZEF] kelimesi kullanılıyor ise de,^ ■ şanc ( > fars. çang) kelimesinin aynı zamanda ■ bâzı arap muharrirler tarafından «çeng" mâna­ sında olmak üzere kullanılması ile bir başka > karışıklık meydana çıkmaktadır. .Şanc veya şinc İslâm ülkelerinin şarkında umumiyetle zil mânasında kullanılmıştır; hâl­ buki garpta, orta çağdan ' İtibaren, zinc daha umûmî idi. Bu âlet çift olarak çalınır ve mûsikîde olduğu kadar, raksta da ölçü veya ahengi te'min etmek için bundan istifâde olu­ nur, Eski devirde zilin ahenk âleti olarak mu­ ayyen bir vazifesi olduğu İbn Zayla (Ölm. 440=1048 tarafından. KitâU a l-k â fi (var. '■ *35 ) 'sinde tesbit edilmiştir. Â let muhtelif şekil ve .eb’adda olabilirdi. Bugün parmağa takılarak kullanılan ziller umûmiyetle 4 veya 5"em. kutrundadır ve baş parmak İle orta par­ mağa • takılır. Resimleri Niebuhr ( I, levha XXVI ), Villoteau I levha CC, 26 }, Lane ( Mod, Egypt., 5. tab., s. . 366 ), Christianowitsch ( nr. 36 ), Lavignac ( s. 2794, 2936 )■ ve Sachsse (lev­ ha 8, nr. 36) tarafından verilmiştir. Bunun ör­ dekleri müzelerde, bilhassa Brüksel ( nr. 293 ) de ve New York (nr. 383) Ha bulunmaktadır. : Villoteau ’ye göre, şanc için diğer adlar şun­ lardır : zil ( > türkçe zıV ), kâs ( muhtemel olarak menşe’ de kâse şeklinde) ve sacca veya sacca şüphesiz sacca yazılması gereken bîr kelime). Suriye’de carî kullanmada fukayşa ve F a s'ta ■ eaı^ sa (Mantis'un küçültme şekli) tâbirle­



rini buluyoruzj bunların ilki şu kayfa [ aş. bk.] ’nin sesleri yer değiştirmiş olan şeklidir. Ş a laşil { müf. şalşal) tâbiri de tiz perdede ses uzatmağa yarayan bu şekilde madenî âletlerin hepsi için kullanılmış idi. Şanc kelimesi zil veya z ili gibi, fiil kökü şali (,>tınlamak, ses verm ek") olan ses taklidi menşe’ H bîr kelime­ dir. Bunlar bütün sâmî dillerde bilinmektedir. Saadİa ( Ölm. 941 ) arapça kökü ibrânî ş â la l’a benzetir ve Glossarium Latino-Arabicum ( XI. asır ) ’da Mazâmirt CL, $’ İn İbrânî selselim ( z i l ) ’den gelen arapça: muşalşalâi bulunmak­ tadır, Bîr çerçeveye bağlanmış küçük zilltr de kullanılmakta idî. Bu âlet çağana veya sağana adı ile tanınıyordu [ aş- bk.k Uçlarda birbirin­ den ayrılan' ve her birine küçük bir zil takılı olan iki veya üç kollu madenî bir çift kıskaca benziyordu Bu âlete bugün zi//i maşa denilir. Sâsânî san'atında bunun resimleri vardır ve îbn Hallikan ( Biogr. Dict., III, 49*} ile A nvâr-i Su hayli ’de zikredilmiştir. Bunun türklerden gelme iki örneği New York (nr. 353, 1 377) ’ ta bulunmaktadır. Tabak veya çanak . şeklinde e l. z i l l e r i mevcuttur. Savaş ve ruhanî merasim ■ mûsikî­ sinde kullanılır. İskenderiyeli Clem ent. ( Paedagogos) arapların . savaşta ziller ( xvp.patat) kullandıklarım söyler ki, bu ifâdesini, arap lugatçilerinin ayrı fikirlerine rağmen, galiba muasırı olan arapça şannâcat al-cayş tâbiri telkîn etmiştir. al-Cavhari şahn -denilen tas şeklinde bir âleti tasvir eder. Bu tunçtan ya­ pılmış küçük bir tas (tusayt) îdi v aynı ne­ viden başka bir tasa vuruluyordu. Bu tas, yân i. çanak şeklindeki zil, savaş, mûsikîsinde çök gözde .idi ve BadiSal-Zam ân at-Cazari (6 0 2 = 12 0 5 ‘te hayatta İ d i) ’ nin kendi kendine hareket eden âletlere dâir eserinde bulunan ve basılmış olan t The Legacy o f Islâm, res m 9 1 ; Schutz, Die pers.-islam. Miniaturmalerei, levha .11) askerî mûsikîye âit bir çok levha­ larda bunun resmi vardır. Bununla beraber bu devirde zile kâs kâsa veya ka‘ s deniliyor­ du, ve Naşir-i Husrav ( Safar-nam a, s. 43, 46, 47) bunu Fâtımîlerin harp mûsikî âletleri ara­ sında . zikretmektedir. A l f layla va layla ( 1, 66,-323; 11, 656; III, 150, 271, 274, 298) ’de bu tas şeklinde ktfüs veya kâs ât, tubül ( «da­ vul, tıram petler") İle birlikte, savaş ilm e le ­ rinde, sık-sık zikredilir. Şimdi el zilleri tabak şeklindedir ve şanc, zil ve kas adları ile bili­ nir ( Villoteau, ayn. esr. ; Russel, Aleppo, I, 15 1) . Villoteau Mısır zilinin çapım 24, 4 cm. olarak gösterir, Filistin zilinin bir örneği için bk. Sachsse (s. 66, levha 8). Askerî mûsikîde bu âletlerin sayısı İçin krş. mad. TABL-HÂNA. Bir buçuk aşırdan beri, Türkiye $il iıpâlâtı İjç



SANC. meşkûr idi ve her yıl İstanbul 'dan bîalereesi ihrâc edilirdi. Zil için orta çağda kullanılmış iki ad daha vardır1 ki, bunlar anılmağa d eğ er: şaffâkatân ve mu s a f i.:. Birincisi KitSb al-ağânı (V , 7 $ ) ’de bulunmaktadır ve İbn Hacar aî-Haytami (Berlin yazması, nr. S51 7. 19b) bunu sanc ( „zîl" ) ile mukayese eder. M usöfik ve m uşaf ika kelimeleri Gîassarium Latino-Ara bicum (-XI. asır) ve Vocabnlisia in Arabico ( XIII. asır ) ’da cymbalum ( „ z il" ) ’ua karşılığı olarak gösterilmiştir. Ç a 1 p â r e. Arapçada elleri birbirine vur­ mağa şafk, safk, taşfik, tasfili: ve taşfik de­ nilir; bütün bu kelimeler »el çırpma" mâna­ sına gelen ve ibrânî sapak ( H ezekiyd, XXI, 17 ) ile akraba olan fiil köklerinden iştikak eder. Ağaçtan veya mâdenden bir levhaya sa­ fih a denilirdi ve gâübâ »çalpâre, şak-şak" mâ­ nasına gelen m uşaffahât kelimesi bu kökten gelmektedir; Arap şâiri Labıd ( b. bk.] ölüle­ rine ağlamakta otan ' anvâh ) kadınların elinde musaffalfât bulunduğunu söyler. Çalpâre veya şak-şak için başka bir keleme Pedro de Alcala, Vocabulista A ravigo ( 150 1 } ’da bulunmaktadır. Burada m aciçuif i chapas para taner) ve mabîqm f { tarrenas chapas para taner) kaydedil­ miştir. Son kelimedeki b, şüphesiz yanlışlık ile, c yerine konulmuştur. Dozy bu iki kelime­ nin musâfiit "m aynı olduğu, yalnız seslerinin yer değiştirdiği fikrindedir; fakat bunlara te­ kabül eden kelimenin m aşâkif ( müf. m işkifa ) olması daha çok muhtemeldir; bunun ârâmî dilinde kökü ş ek a f ( „el çırpmak" ) ’tır. Bk. bir de Glossarium Latino-Arabicum ile Vacabulista in Arabico 'da şa k f ve şu kü f ( tesia \ Yeni devirde şukayfât rakkasların kullandığı küçük zillerdir t yâni frans. castagnettes). Bu şak­ şakların bir tasviri için bk. Kitâb al-buldân. Bodleian kütüp.. Or. 133. n*>. İran ve Tür­ k iy e ’de bunlara çârpâre (h arfiyen : »dört par­ ça" ı veya çâlpâre adı verilir i bk. H. G. Farmer, Turkisk Musical Instruments, J R A S, Bu küçük ziller İbn Haldun '>N E , XVII. 354 ) tarafından zikredilmiştir ve Villoteau t s.. 981 bunlara Mısır ’da aklığ denildiğini söyler Bunlar kâsatân (ih t’mâl frns. castagnette ve benzeri kelimeler bundan gelmektedir) adı ile tanındıkları İspanya’nın dışında o kadar itibâr görmemiştir. Nâküs adı ile bilinen ve v u r u l a r a k ç a l ı ­ n a n l e v h a l a r ayrıca incelenmiştir f bk. mad. NÂçÜS ], V u r m a d e ğ n e k l e r i . Cu eski müslü man mûsikîciteHn:n bîr çoklarının elinde gö rölen bit âlet olan kazib ..değnek, sopa" ) ’dîr. Bunun ne olduğunu tesbit etmek musikî âlım İçri kadar şarkiyatçılar için de U2up zamap bir



185



mes’ele olmuştur. Bu âlet gerek yer, gerek başka bîr şey üzerine vurularak, ahenk te’ mini için kullanılan bîr değnek İdi. İbn Hacar alHaytami ( r ç ^ ’de t,kazîb ile yastıklara (vasS ’ ıcf) vurma ( z a r b ) işi hakkında" başlıklı bîr bölüm vardır. Bu, A l f layla va layla ’de »sahte halîfe hikâyesindeki" bir hâdiseyi ha­ tırlatm aktadır; burada, uşakları meydana çıkar­ mak İçin, bir yastık ( mudavvara ) kullanılır. Burton mudavvara için, »yastık" mânasını ka­ bul etmedi ve bunun' yer: ne »tahta veya mâ­ denden dâire şeklinde bir levha, bir gong" ibaresini koydu Peygamberin kazib sesinden { ia k ia k a ) hoşlanmaması ve aym şeyin İmâm al-Şâfi'i ( al-Şalâhi, var. 79 } hakkında da nakl­ edilmesi dolayısı ile, kazib ’in sesi hakkında az-çok bir fikir edinilmektedir. İhvan al-Şafa’ ( I, 9 1 ) de İbn Zayla C235b) musikîde bu­ na bir yer verirler; bunun’a beraber kazib son zamanlarda kullanılmaz olmuştur ve yal­ nız heveskârlar ile halk arasında buna tesa­ düf olunur. Filhakika mukta&ab kelimesi git­ gide »nizamsız" veya »irtiealî" mânasını al­ mıştır. K ü ç ü k ç a n , ç ı n g ı r a k . Kâse, çanak ve­ ya mahrut şeklinde çıngırağa arapçada en zi­ yâde caras, buna karşılık küre şeklinde olan çıngırağa culcul denilir. Diğer taraftan caras büyük btr çan ( campana ) ve culcul küçük bir çan, çıngırak ( tintinnabulum } mânasında kul­ lanılır; bunun sebebi ihtimâl, birinci tâbirin büyük bir âletin çıngırakları, İkincinin de. küçük bir âletinkİ için kullanılmasıdır. İsiâmtyeiten Önceki devirde hayvanların boynuna küçük çan ve çıngırak takılırdı ve bir hadîse göre, Pey­ gamber kervan çanlarının sesinden hoşlanmazdı ve »yanlarında bir caras bulunan bir top­ luluğun yapına melekler gelmez" (bk. msl. Müs­ lim, Libâs, hadîs 103 ) mealinde bir hadîs riva­ yet olunur. Bir levha, bir zincir veya bir ipin üzerinde toptanmış bîr takım çanlara tabla denilir. Bu tâbir İhtimal İbrânî tabla ’dan alın­ mıştır; bunun da menşe’i, çıngıraklar ekseriya tahta bir levha üzerine takılı olduğundan, yu­ nanca m pXtt’dır. New Y o r k ’ta ( nr. 2639) bir tabla örneği vard ır; bunda en büyük çıngırak 5,8 X 10 cm.'dir. İbn Zayla ( 234^ j’nin bize Öğrettiği Ü2ere, savaş gürültüsünü arttırmak için olduğu gibi, düşmanı korkutmak için kul­ lanılan çanlar da var idi A l f layla va layla 111, 294 ) ’de, C arib de kardeşi 'A cib ’in hi kâyesinde, çanlar ( acrâs \ çıngıraklar ( calâcil ve bir de yuvarlak çıngıraklar ( k a lâ k il) taşı­ yan develer de katırların bîr muharebesi gö rulür, Cervântes ’e göre, İspanya Moriskosbı bunların savaş musikîsi âletleri olarak kul), mlmaşıpa tahpmmül edemiyorlardı.



186



SANC — SANCAK.



Çıngıraklar ( cu lcu l ) küre biçiminde id i; salşal, dabdab v. b. gibi, kelime menşe’ ini bir



bir saptan ibaret olup, tepesine bir mıkdar zincir ( şa lâ sil ) İle çınlamağa mahsûs olan ve gevşek bir şekilde zincir halkalarına takıl­ ses taklidinden almaktadır. al-Hal il (ölm. *75 “ 7 9 1) bir defin ( d u f f ) kenarına tesbit eddm’ ş mış madenî parçalar asılmıştır. 69. cm. uzun­ küçük zillerin ( şımîzc ) sesini çıngırakların ( ca* luğunda bîr örneği New Y o r k ’ ta bulunmak­ ÎS cil ) sesine benzetiyordu ( bk. HvSrîzmi, Ma- tadır. Ş a k ş a k a. Bu âlet umumiyetle şahşiha adı fa tih al-ulûm , s. 236). Gerçekten bu küçük çıngıraklar bâzan deflerin kenarlarına takıl­ ile bilinmektedir. İra n ’ da ve T ü rk iye’de buna mıştır [ bk. ma d. DEF ]. al-Muzarrid ( VJ. m. kaşık denilmekte olup, birbirine bağlanmış ve a sır) nefesli çalgılara ( m azâm lr ) cevap veren her bîri iç çukurunda bir tnıkdar küçük çanlar def çıngıraklarından ( ca lâ c il ) bahseder (bk. ihtiva eden iki tahta kaşıktan ibarettir. Umû* al-M ufazzaliyât, l, 165). Bu calâcil de, tabla miyetle buna bir sopa İle vurulur ( bk. Advielîe, şeklinde hayvanların da boğazına asılmakta idî s. 15 ve Lavignac, s. 3076 . A r m o n i k a v e „ G i o c k e n s p i e 1". İh­ ve Memlûkler zamanında, canilerin serpuşları­ na da takılıyordu { al-Makrizi, Hitat , I/H, 106 ). van al-Şafâ’ ( I, go ses verici kaplara ( a vâ n î\ Bunlar seyyar şarkıcıların eşyasının bir kısmını çömlek ( tarcaharât) ve çanaklara ( c a r â r ) teşkil ediyordu ve bu şarkıcılar da tıpkı Tal- işaret eder. Arapça armonika için umûmî mud yahudiligindeki deliler gibi ( Jastrow, Dict. ad tusüt idi ve İbn Haldun ( Ölm. 808—1406) Targ ., s. 5*8), bunları serpuşları üzerinde ta­ küçük sopalar ( kuzbân ) de çalınan hu tusüt şıyorlardı (Buckİngham, Travels , I, loo). Iran ’tan bahseder { N E . XVII. 354). İranh İbn ’da çana zang veya dara ve çıngırağa zangula Gaybi [ b. bk.} çömlekten yapılan ve notaları veya zanguliça denilir. Türkiye ’de bunlara, sı­ her birinin İçine konulan su seviyesi ile tâyin edilen söz-f kâsât ı harfiyen: »kâseler sazı") ra ile, çan ve çıngırak denilmektedir. Kampanaların inkişâf ettirilmiş bir şekli ’ı tasvir eder (78, 8 ı1»; IX (X V .) asır­ araptar tarafından bilinmekte id i; onlar bu da yaşamış bir arap müellifi armonikayı kifikri yunanlılardan almışlardı. Bu âlet Müris- zan ( »testiler" )• ve havâbi' ( »çömlekler" ! ad­ tus [ b. b k .J’un bir eserinde tasvir edilmiştir; ları İle zikr ve su muhle vâsim kaydeder ( Brit. bu müellif bunu yazıları hiç olmazsa IV. ( X.) Mus., Or. 236*. var. 173 ). İbn Hacar al-Hayasırdan beri ( Fihrist , s. 270) arapçada malûm tami (ölm. 9 7 3 = 15 6 5 ' sırçah çanaklar (şın z ) olan Sâ'âtus veya Sâtus adlı bir mısırlıya med­ üzerine kamışlar ( a k lö m ) ile vurulmasını tas­ yundur. Alete culcul al-şayyâh ( »gürültücü vir eder. »Glockenspiel" yalnız İbn Gaybi ta­ çıngırak" ) veya culcul al-şiyâh f »oktav çın­ rafından , 8*b : zikredilmiştir; kendisi bu âlet­ ten sâz-i al-vâh-i fü lö d ( »çelik levhalar sazı" ) gırağı" ; krş Mach,, IX, 26) deniliyordu. Çınlayan musikî âletlerinden biri de çağana adı de bahseder. Bu saz her biri ayrı bir ses ve­ veya sağana ( >farsça çağana ) idî. Bu âlet bîr ren 35 levha ihtiva ediyordu. B i b l i y o g r a f y a : Bk. mad. TABL ve çok şekillerde bulunurdu Biri üzerine 100 ka­ bir de Sachsse ( Z D P V, 1 9 2 7 ) ; A lf layla dar küçük çıngırak takılmış bulunan madenî va layla (Beyrut, 1 8 8 0 - ^ 1 8 9 0 ) ; İbn Zayla, bir tel çenberîn takılı olduğu tahtadan bir Kitâb a l-k â fi, (yazm Brît. Mus., Or. 2361 >; sap şeklindedir. Bir resmi için bk, Nıebuhr Burton, The Thousand Niğhts and a Night (levha XX V H İ). Bir başka şekline madenî mah( 1 8 8 5 — *888 ) ; Bonanni, Cabinetto armonirût biçim:nde küçük bir çardak takılm ıştır; co . . . ( 1722 ); La Borde, Essai sur la mubuna verilen chapeau chinois („çinli şapkası11) sigue ancienne et moderne ; 1 8 7 0 ) ; İbn Gay­ adı bundan ileri gelmektedir. Bu çardağa ve bi, Cami1 al-alhan ( yazm., Bodleian, Marsh, ufkî üç veya dört kola küçük çıngırak ve zil­ 282 ). ( H. G . F a r m e r .) ler asılıyordu. Bu XVIII, asırda Avrupa askerî ŞANC. [Bk. sanc .] musikîsine türklerden geçmiştjr ve İngiltere'de S A N C A K . S A N C A K , *. b a y r a k , s a n ­ „jingİlîng johnny" adı ile bilinmektedir ( bk. Farmer, JRise and Developm&nt o f MUitary c a k , ar. liva' ), bilhassa büyük eb’adda {bay­ Music, resim 9. Türk âleti için bk. Wittman, rak i ar. raya veya ‘akm j’tan daha mühim). Travels in Turkey [ 1803 ]). Şark hıristiyan- Sancak, bir yerde toprağa saplanabildiği gibi, ları bunun mirvaha ( harfiyen »yelpaze" adı ile devamlı olarak bir binaya veya bir gemiye bilinen değişik bîr şeklİji kullanıyorlardı. Bu de çekilebilir; 2. (denizcilik İstılahında) s a n ­ âlet Bonanni (s. 127, levha LXXXiX ), La Bor­ c a k , i k i n c i s a n c a k , g e m i n i n s a ğ t a ­ de 1 I, 282 v ve Villoteau s. 1008—10 10 ) tara­ r a f ı , s a n c a k t a r a f ı ; 3. ( e s k i î a s k e ­ fından tasvir edilmiş ve resimleri verilmiştir. r î t ı m a r veya hâşş (Osmaolı devletinde Dördüncü bir şeklini tarikat mensuplarınca muayyen Ölçüde); 4. T ü rkiye’de idârî bölge; kullanılan dabbüs teşkil eder. Bu âlet ağaç 5’ s a n c a k t i k e n i veya d i k ç p ı ( Burhân-i



SANCAK. £a£ı{, irk, trc.} s. 88,as = s i n c a n t i k e n i ( bu nebat için bk. Barbier de Meynard, II, 10 1, burada kelime farsça olarak kabû! edilmektedİr ), al-Çalkaşaodi { Şııbh al-aşâ, V, 458) ’nin XV. asırda belirttiği gibi, sancak ( < $anc-aJf } keli­ mesi sanc- ( müellif, yanlış olarak, sancı- şek­ linde göstermiştir ) fiilinden gelmektedir ( »bir silâhı veya ucu sivri bir şeyi düşmanın vücû­ duna veya yere saplam ak"; krş. Ş. Sâmî, Kâ~ mâs-ı tur k î, mad.). Şark türkçesinde t Boudagov) ve hattâ sırpçada eski bîr âriyet kelimede ( Mıklosich, Die türkischen Elemente in den südost-euı opâischen Sprachen, Wien, 1884, H> 50) görülen sançak şekli Orhun kitabelerin­ deki sanç- fiilinden gelir { krş. Thomsen, s. 4 2; Radloff, s. 132). Krş. bir de F. W. K. Müller, Uigurîca, II, 78,30, 86,43, Kazakçada şanş- { Radlo!f, Wörterbuch, IV, 949 ) ve altaycada şanışve çanış- { Katanov, O pıt îzsledovan ra, s. 42g ve 779 ) «sançmak, saplamak, dikmek, doğrult­ m ak"; bk. Mahmud Kâşgarî (X I. asır), Divân luğât aUturk, II, 17 1, 180, 182 ve III, 310. Sancak kelimesi «sivri uç" fikrini ihtiva eden bir ketime ailesine mensup bulunduğun­ dan, bunlar (bâzan ses bakımından hiç bîr de­ ğişikliğe uğramadıkları h âld e}, şu mânaları da ifâde edebilir: «zıpkın veya balık oku, çatal, sancı, karm ağrısı". Bu nevî iştikaklar için bk. sançığ, sancık, sancık, çançkt ( Tobol ), şantşkı ( kazak.) sarıcığı, sancı ( ve-bundan Osm. sancı-}. Buraya bir de Abu ’l-Fidâ* ’da ve Houtsma tarafından neşredilen Türkisch-arabischen Gtossar ( Leiden, 1894,3, 80 ve ar, metin s. 29) ’dakî şahıs adı olan sancar ( y a fa n ® ile izah edilmektedir ) ilâve edilebilir ki, bu isim sahi­ binin doğum yeri olarak gösterilen .Sincür ’dan ( krş. Recueil des Historiens des Croisades, 1872, I, Hişt. Or., krş. fihrist, mad. S in c a r ). ziyâde, sanc- koku ile ilgili olacaktır. Sancak kelimesi bir çok yabancı dillerde kullanılmaktadır ; son zamanlarda Balkan dil­ lerine ( krş. Mıklosich, ayn. esr. ve bir de Saîneanu, Influenta O rientala), daha Önce, arapça ( krş. Dozy, Supph, bk. bir de W. Marçaîs, Le dialecte arabe de Tlemcen, Paris, 1902, s. 270, str. 90 v.dd.j ve farsçaya geç­ miş olup, burada Burhân-i ffâtı ’a göre «nişan, alem ve altın toplu iğne, kuşak" mânalarına gelmiştir. Yeni fârsçada sancak ( aynen) sâ­ dece bir «toplu iğneye" ( «dikiş iğnesine" mu­ kabil ; kr$s- Nicoîas, Dict. français-persan, bk, mad. «epîngle") delâlet eder. Freytag, sancak kelimesin'n farsça olduğunu söyler; türkier de bunu kelimenin farsça imlâsı { s-n-c-a-k) ile yazarlar; bunun aslını teşkil eden sanç* fiili ise, nadiren s- He yazılmaktadır. Dikkate şâyân olan



187



bir husus da farsçada d ire fş k elim esin i „uç" mânasına kullanılmasıdır ( bk. Hindouglo, mad. pointe ve poinçon ). Burhân-i kati 1’da sancak ’ın değişik bîr şekli olan sancuk şeklî de gös­ terilmektedir. Eğer bu iranblar tarafından bor zulmuş bîr. şekil değilse, burada iranblar tara­ fından kullanıldığından dolayı muhafaza edil­ miş olan eski bir türkçe kelimeyi görmekteyiz. Sancak kelimesinin, türkçe -u k (-ık ) eki île ya­ pılmış bir şekil olarak, îzâh edilmesi pek müm­ kündür; çünkü bu ek geçişli fiillerden ism-i mef’ul yapmak için kullanılır; yâni «sancilmiş, di­ kilm iş". Fşjkat -ak eki yer adlarına delâlet et­ me temayülü ile { «tesbit edilmiş" veya tesbit edilebilen bayrak mânasına daha çok u y a r), Çok erkenden kullanışa hâkim olmuş olacaktır. Yukarıdaki iştikak ile ilgili teferruattan anla­ şılacağı gibi, kelimenin «ucu sivri direk öze­ rinde olan bayrak" mânasına kullanılmış olma­ sı daha çok muhtemeldir; fakat bu san cak 1m »bayraklı m ızrak" ( bu mâna Kalkışandı ’ den gelmektedir; orada rumk ile karşılanmıştır) şeklinde izâhınm imkânsız olduğuna delâlet etmez. Bunun dışında, ilk türk sancak ’ ının şeklini tesbit etmek güçtür. Bunlar üzerine at kuyruğu (veya yak-kuyruğu, bk. Hammer, Gesch. d , Osm, Reîches, X, 36 5) takılmış bîr sırıktan ibaret mi idi, yoksa eskiden beri doğrudan-doğruya bir bayrak mı idi ? Çalış ( veya şalış , İbn Haldun ; metni için bk. Dozy, Suppl., mad. çâlişi burada yanlış olarak: hâliş, Cev­ det Paşa ve Ahroed Râsim, bk. bibliyografya) ’a benziyor mu idi ? Belki de bu tâbirlerin mâ­ nası, bizim düşündüğümüzden daha az tahdit edilmişti ve yerine ve zamanına göre farklı kullanılıyordu. Tuğ [ b. bk.] tâbiri umûmiyetle »at kuyruğu" \ â lasında anlaşılmakla beraber, Kâşgarî ( 1, 169 ve III, 9 3; trk, trc. III, 12 7) ’ye göre, bundan yalnız «turuncu renkte ipek veya kumaştan yapılan bayrak" değil, hâkimi­ yetin diğer bîr timsâli olan «kös ve davul" da anlaşılırdı. İbn Haldun hükümdarın citr ’i, daha doğrusu çair ( fars. «hükümdar şemsiyesi" ) ’İ ile türklerin çafır ( Kâşgarî, I, 3 4 0 daha sonra­ ları çadır ’ını karıştırmaktadır, Türkier farsça kelimeyi daha eski türkçe çovaç (türk kağan­ larını u ipek şemsiyeleri ) tâbirine tercih et­ mişlerdir ( çovaç için bk. Kâşgarî, II, 149,17 ve îîl, 45,ıs ; krş. Anad. çoğaş ( «güneş ışığının düştüğü y e r") ve R abğuzi’deki cavaç (R ad­ loff, l Vörterb., İV, $9 ). İlk şe k li ne o lu rsa-o lsu n , sancak her h âlde S elç u k lu lard a h ü k ü m d a r l ı k a l â m e t i ola­ ra k k u llan ılm ıştır, İbn B ib i ’ nin tü rk çe m etnin­ d e ( n şr. H o u tsm a, Recueil , İ l i ) bu tâ b ir d âi­ m a sultan ile b ir lik te k u llan ılır ( sultanın san­



cağı), B u ra d a ( s . 1 3 5 v.d., 144, 169 v .d ., 289.



î 8$



SANCAK.



357 ) bu tabir müstahkem mevkilerin muhasarası münâsebeti ile geçmektedir ki, kalelerin fethini müteakip, sûrlarına sancak dikilmektedir. Bâzan (s. 135 v.d.) muhasara edilenler teslime razı oluyorlar ve belki de yağmaya karşı te’ minat olarak, kendilerine sancak gönderilmesini rica ediyorlar. Sultanın sancağı yanında bulunması zarurî değildir; tarihçi (s. 357} bize beyler­ beyinin hükümdarın sancağı ile nasıl sefere çıktığını anlatır. Komşu beyler ve Selçukluların tabileri uzun müddet onların imtiyazına hürmeten sancak taşımamışlardır, ancak Musul atabeyi Sayf alDin Gazi b. ‘İrnSd al-Din Zengi { ölm. 1 1 4 9 ) , başı üzerinde açılmış sancak taşıtan aşköb ala trâ f ’ın ilki olmuştur { İbn âl-A şir, Hist. des Atabeks de Mossoal, bk. Recueil des kist, or. des Croisades, 11/u, 167 ). Eyyûbîler de, selefleri gibi, hareket ettiler. Mısır sultam al*Malik al-’ A ziz 1198 yılında yeğeni al-Malik at-Mu'a2zam İsa Şam hâkimi olunca, kendisine «bütün dünyâya açmak üze­ re, sancak ile liva1 göndermiştir" ( K itâb alravzatayn, bk. Rec. des hist. des Croisades, Hist. Or., V , 117 . Eyyûbî hanedanından bir kız ile evlenm’ ş olan ve Mısır sultanı ilân edilen türkmen Aybeg 1250 yılında bir sefere iştirak etmiş ve onun iç:n hükümdar sancak­ ları . ( al-sanâcik Qİ-sul{ânîya ) açılmıştır ı bk. Abu İ-Fid â’ , Annales, nşr. Reîske, IV, metin, s. 516 ve tercüme, s. $15). Memlûklerde bir sancakdâr ( »hükümdarın sancağım taşıyan" ) ile her hangi bir 'alamdar arasında fark gözetilirdi ( Gaudefroy.-Demotnbynes, La S y rie 0 l ’epoyue des Mamelouks, Faris, 1923, s. X C V SÎ). Daha sonra türkler zamanında Cezayir ‘deki kullanı­ lışta bu iki ıstılah aynı mânaya gelmiş olmalı­ dır ; krş. M elanges Rene Basset, II, 35. Anadolu 'da, Selçuklu hâkimiyetinin sonla­ rına doğru sancak yeni bir metbû olan ilk Osmanlı hükümdarının temlik »lamellerinden biri oluyor. 1280 yılında, Karaca-Hisar bn Os­ man faraşından zaptından sonra, A şık Paşa­ zade "ye, göre ( İstanbul, 1332, s. 8 v. d,), Sultan 'Aiâ al-Dîn III., Osman ’ın yeğeni Ak-Timur vâsıtası üe, ona sancak ile takımım t sancak yarağı) göndermiştir; N eşri'de farklı bir ifâ­ de tercih edilmektedir ( krş. Nöldeke, ZD M G, XIII, 1859, s. 207 v. dd.). Âşık Paşa-zâde ’nin bu münâsebetle verdiği malûmata göre, Osman böylelikle sancak-beyi olmuş ve o günden iti­ baren kutba onun nâmına okunmuştur ( KaracaH isar'da ilk hutbe Dursun Fakİh tarafından okunmuştur). Aym müellife göre, sancaklar Aia-Sehir kumaşından yapılmakta id' (s. 56). Müstakil sultan sıfatı ile Osmanlı hüküm­ darları kendileri de gittikçe artarı bîr sayıda



sancak-beyleri nasbetmişlerdir Eski itibârını bir az kaybetmiş olan sancak, üzerinde dalgalan­ dığı araziyi de ifâde eder olmuştur; o zaman­ dan beri merkezî idaremn askerî ve közâî mü messili’ ğini üzerinde toplayan bîr idâri teşek­ küle de ad olmuştur. Sancak umûmî olarak, bir dirlik {d iri-lik «hayat, yiyecek, tım ar") veya daha sarih olarak, bir hâşş ( yılda 100.000 akçadan fazla hâsılatı olan dirlik iç‘ n kullanılan bir tâbirdir ) ihtivâ eder. Üst tabakayı beyler­ beylerinin büyük hasslan ve daha alt tabaka­ ları zıâm et, timâr ve kılıç gibi, ehemmiyetle­ rine göre sıralanmış, daha küçük tımarlar teşkil ediyordu. Sultan bâzan çocuklarını bir sancağın idare­ sine me'mûr ediyordu ( d'Herbelot, Bibi. Orie n t V, 1225 buna sancağa çıkmak denilirdi, Selânİkî, s. 286 } veya tekaüt edilen beyler­ beyi ve vezirlerine sancak tahsis ediyordu (msi. bk. Naîmâ. II, 2 3; IH, 336 ve tur. yer.). Tuğlu sancak-beyi veya mîr-tivâ ’ların ellerin­ de bulundurdukları bölgelerin üzerinde mülki yet değil, yalnız tasarruf hakları var >dı ve kendileri bu bölgelerin m utasarrıf '1 bulunuyor­ lardı. XVII. asra kadar çıkan bu tâbir (Naîmâ, II, 23 s, 179 13 ve tür. yer.) sonraları idârede muayyen bir dereceye alem olmuştur ( aş. bk.\ Bâzan sancak-beyi muayyen bir yıllık maaşı ( u lu f a ) olan bir me'murdan ibaret idi ve bun­ lara sancakların sâliyâne şeklinde verildiği tas­



rih edilirdi. Merkezden uzak olan Bagdad, Bas­ ra, Yemen, Habeş, Lahsâ ve Mısır sancakları ile Adalar denizindeki üç deniz sancağı ye, Kıbrıs sancağı böyle îdi ( Kâtıb Çelebi, Tulıfat al-kibâr, var. 07.'. XIX. asrın başlarında z j eyâlete dâhil 290 sancak var idi. Seferberlik hâlinde sancak-beyleri, kuman­ dan sıfatı ( m ir-livâ } ile, tâb'lerİ veya me’ mûrlan tarafından toplanmış otan bölüklerin ba­ şında. muayyen toplanma mahallîne giderlerdi ( msl. Rumeli 'de îsakçı ovası ). Deniz sancak­ ları bîr gemi teçhiz etmek ve deniz seferinde bulunmakla ( deryaya eşm ek ', bâzan da aynı zamanda kara harekâtına İştirak etmekle ( ka­ raya eşmek mükellef idiler Sancak tâbiri ayrı­ ca türk ve rrap deniz kuvvet'eri diline de geç­ miş ve muhtelif lügatlerde görüldüğü üzere, çeşitli mânalar almıştır. Msh Ali Şeydi, Resimli kâmûs-ı osmânî S İstanbul, 1325 ). I, 55; arapça iç:n krş Ben Cheneb, Mofs İurcs, s. 48. Brunot, Notes sur te vocab. marit. de Rabat t Pa­ ris, 1920), s. 80; bk. bir de J A , Kânun İl.— mart 1922, s. 109. İdare diİinde sancak sözü, umumileşmiş olan »bayrak" mânası İîe değil, fakat eski bir tâbir olarak, »tevcih alâmeti" mânasına kullanılmaktadır; mşl/ bir beyler-be^



Sa n c a k -



S a n c a k -i



y i için {Vâsı f, Tarih, [ 12 19 ], I, 81, 1 1 75 yılı­ na âît bir f* rmanda ). Mouradja d'Ohsson V göre ( bu malûmatın kaynağına işaret edilmemektedir ), devletin eyâ­ let ve livâlira taksimi Murad III. ( 1574—1595) devrinde yapılmıştır ı Tableau general de l*Empire Othoman, 1824, VII, 276 v. d.; J . v. Hammer, Gesch. des Osman. Reiches , IV, 237 v,d., 31). Bu ıslahat hakkında, gerek Peçevî, gerek Selânikî, hiç bir şey söylememektedir. Sultan Mahmudll., yeniçerilerin ilgasını (1826) müteakip ayanı ortadan kaldırınca ; bu 1837 ’de olmuştur sancök veya livâ yahut mutasar­ rıflık ’iar, kesin olarak, basit birer idâri bölge mâhiyet:nî almıştır. Sancağın mutasarrıf veya vâl'sî o zamandan beri bîr sivil me’mûr olup, »livâ paşası" olan m ir-livâ ’dan ayrılmıştır. Sancak veya livâ taksimi 8 teşrin II. 1864 ta­ rihli vilâyetler ( eski eyâletler 1 konûnu ( san­ c a k ’larm idaresi, bâb IV ve V, mad. 29—3 7 ) ve 2i kânûn II. 1871 tarihli kanun ( sancak Ma­ rnı idaresi, mad. 35—42 ve 90 1 ile muhafaza edilmiştir. Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 9 2 1 ’de san­ cak veya livâ ’ ları, ortadan kaldırmıştır. 1924 Teşkilât-ı esâsiye kanununun 89. maddesinde bu hususta şöyle denilmektedir: »Türkiye coğ­ rafî vaziyet ve İktisâdı münâsebet nokta-i na­ zarından vilâyetlere, vilâyetler kazalara, kazalar nahiyelere münkasemdir ve nahiyeler de kasa­ ba ve köylerden terekküp eder". B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredi­ len eserlerden başka bk. bîr de Cevdet, Ta­ rik (İstanbul, 1309 i, I, 30—33 { V â s ıf’t an naklen; fakat bu tarihçinin eserinin hiç bir neşrinde bu bâb bulunmamaktadır); Ahmed Râsİm, Osmanlı tarihi ( İstanbul, 1326— 1328 }, s- 7 î J- v. Hamıııer, Des Osm.. Reiches Staatsverfassung ( Wien, 18 15), II, 277—280 ; Muhammed aî-Sarahsi Şarh al-Siyar al-kabir (trk. *rc. Mehmed Münîb A y m tâ b î', İstan­ bul, 1241 { = 18 25 ', I, 73 v.d.; İbn Katdün, Mukaddima { nşr. Quatremere 1866. î/ll, 46 v. dd.; trc, de Siane (Paris, 1865 \ s. 48 v. dd. ; Ubicinİ, Lettres sur la Turquie2 (Paris, 1853 — 1854), I, 44 v. d d .; Belin, Du regime des f i ef s militaires en Turyııie (Paris, 1870; krş. J A, 1878 ); George Young, Corps de droit oitoman t Oxford, 1905 ), I. 3^, 4° v d., 47* S6, f>5 ( ° tarihlerde çıkan yeni kanûnlar için). t f. DENY.ı . S A N C A K -I Ş E R İF . SA N C A K -! ŞA R İF. P e y g a m b e r e â i t oldığa söylenen ve bili­ nen ve bugün stanbul’ da Topkapısarayı’nda m u k a d d e s e m â n e t l e r arasında saklanan s a n c a k bayrak \ olup, alem-i nebevi, alem-t şet î/ , livâ-i saâdeı ve livâ-i ş e r if adları A



ş e r İE.



anılmakta idi. Peygamber zamanında harpler­ de kullanıldığı sırada ise, bu sancak Kurayş ’in büyük bayrağına telmîben ve Kureyşlilerce çok hızlı uçan »tavşancıl" kuşu denıek olan ‘ Ukâb ismi ile mâruf idi. D'Ohsson ( Tableau general de TEmpire oitoman , II, 378 v. d.) tın kaynaklara atfen bildirdiğine göre, Peygam­ berin beyaz ve siyah renkte bir çok bayrak­ ları var idt ve bunlardan siyah renkte olanı ‘ Â ’iş a ’ nin kapı perdesi vazifesini görüyordu kî, ’ukâb tesmiye edilen ve muahhsren s a nc a k-ı ş e r î f diye tanınan işte bu idi. Pey­ gamberin hayâtında her kumandan askerî bay­ rak taşıyor ve her biri mızrağı elinde olarak, kendi kit’ası başında harp ediyordu. Bizzat Peygamberin iştirak ettiği Bedr gazasında ise, ilk defa Hamza sancak-ı şerîfi taşıdı; daha sonra Mekke ’üin . fethi günü ‘A li bu şerefe nâil öîdu. Peygamberin ölümünden sonra, ha­ lîfe Abu Bakr de islâmiyetm en mühim remiz­ lerinden biri olan bu sancağa karşı büyük tâzim göstermiş idi. İlk dört halîfe zamanında, kumandanlardan veya yüksek rütbeli emirlerden biri, her tarafta tazim gösterilen bu sancağı dâimâ ordunun önünde taşırdı. ■ Şam ’daki Emevî halîfelerine ve daha sonra da Bagdad ve Mısır Maki Abbasî halîfelerine geçen bu sancak, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim ’m Mı­ s ı r ’ ı fethinden sonra, Osmanlılara intikal etti (D'Ohsson, ayn. esr.. s. 383 v.d.). Sancak-ı şerifin Kahire ’den İstanbul ’a nakli hakkında türlü rivâyet ve kayıtlar vardır. Bunlardan ba­ zılarına göre, Yavuz Sultan Selim, Mısır ’dan avdetinde, onu beraberinde getirmiştir ( Uzunçarşılı, Osmanlı devletinin saray teşkilâtı, A n­ kara, 1945, s. 248). Ancak daha güvenilir kayıtlara ve kaynaklara göre ( Süheyîî, Tarîk Mişr al-cadid, Müteferrika tab,, var. 52 ve bun­ dan naklen J v. Hammer. trk. trc., V, 38 ; Silâhdar. Tarih, İstanbul, 1928, U, 14 \ Rodos muhasarası sırasında Mısır valisi Hayır-Bay ta­ rafından. Kanunî Sultan Süleym an’a gönderil­ diği merkezindedir. SÜâhdar tarihînin ‘ujjcSh ismini tasrih eylediği bu sancağın Hayır-Bay tarafından Yavuz Sultan Selim ’e gönderildiği yolundaki kaydında bir zühul bulunması ve hâ­ diselerin seyrinden de anlaşılacağı vecihle, Kanûnı Sultan Süleyman yerine, Selim 1. yazılmış olması muhakkak gibidir ve tarihî hakikatlere daha uygundur. Buna mukabil, Â l î ’nin, fendi devrine âit ve sancak-ı şerîf île ilgili olarak verd^ğ' bilgiden anlıyoruz kİ, Kanûnî Sultan Süleyman. Rodos fethinden sonra, sancak-ı şe­ rifi beraber nde İstanbul ’a getirmemiş, her se­ ne haçtlar ve »sürre alayı" ile beraber M ekke’ye kadar gîdtp-gelmesînî te’minen, Şam hazîneT|d'1 ahkoymuş ve bu hâl 1593 senesine, yâni



SANCAK-l ŞERİF. lo o ı tarihi ildeki Avusturya seferine kadar, de­ vam etmiştir ( Kunh al-akbâr, basılmamış nüs­ hadan naklen,. Uzunçarşılı, göst. ger.). Bu ta­ rihte Avusturya seferi münâsebetiyle Şam ye­ niçerileri ile birlikte ilk defa teberrüken mu* hârebe sabasına gönderilmek Üzere, getirtilip, Gelibolu yolu İle orduya, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Koca Sinan Paşa ’ ya gönderilmiş îdi ki, İstanbul’ a uğratılmadan gönderilmiş olması, ordu mensuplarım gücendirmiş, kendilerine İti­ bâr edilmediğini, aynı zamanda sancak-ı şerife de hürmet gösterilmemiş olduğunu iddia eyle­ melerine sebep olmuş idi. Bu yüzden ertesi sene sancak-ı şerif İstanbul’ a getirtilip, oradan Ma­ caristan ’daki harp sâbasma gönderilmiştir, İki sene bu suretle Şam ’dan İstanbul yolu ile cep­ heye ve kış münâsebeti ile de tekrar aynı yol­ dan Ş am ’ a gittikten ve gîdiş-gelîştnde hazînede saklandıktan sonra, 1595 senesinde seferden dö­ nüşte enderûn-ı hümâyûnda alıkonulmuş ve bir daha Şam ’a gÖnderilmeyerek, saraydaki emâ­ netler arasında muhafaza edilmiştir ( Al î ve Selânikî ’nin basılmamış kısımlarından naklen Uzun çarşılı, göst. ger,}. Bu tarihten sonra pâ­ dişâhlar ile ve onlar sefere gitmedikleri zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekremler ile beraber, sancak-ı şerifin sefere gönderilmesi âdet oldu. Pâ­ dişâh ile beraber ilk defa 1:596 senesinde Eğri seferine götürülmüş ve bu esnada sancağın ya­ nında 300 kadar seyyid ve şerif de beraber bu­ lundurulmuş idi ( Selânikî, göst, yer.). Sancak-ı şerifin, zamanla yıpranmış ve eskimiş bir hâle gelmesi sebebi İle, bu sıralarda yenilendiği, as­ len siyah renkte bulunan sancak-ı şerifin bâzı parçalarının, da, yeşil ipekli kumaştan yapılan yenisinin üzerine, teberrüken dikildiği anlaşıl­ maktadır. Sîlâhdar tarihinin, „mürûr-i zamanla eczâ-İ şerîfe müteferrika ofmağla dev!et-i aliyyede aslına göre üç sancak-ı şerif işletilip, her birine İkişer üçer kıt'a tâyin olunup, üç sancak etmişlerdir" kaydı da bunu te’yit etmektedir { Süâhdar, göst. yer.). Bu müverrihe göre, bun­ lardan biri mevkİb-i hümâyûna ile gidip, hırka-İ saadet yanından ayrılmaz, İkincisi hazîne-İ âmİrede mahîûz bulunur ve icâbında vezîr-i âzam ve serdâr-ı ekrem olanlara verilirdi, Sancak-ı şerifin sonradan aldığı yeşil renkten veya kılıfının da yeşil olmasından dolayı, X V 1H. asırdan itibaren, yeşil sancak mânasına, „lîvâ-î hadrâ" diye anıldığı da gorülmekb dir t Subhl, Tarih, var. 7,170,220 Seferlerde sancak-ı şerifin vezîr-i âzam ve serdâr-ı elentine teslimi, onun ordu de bir­ likte teşyi ve istikbâli merasim île yapılır; pâ­ dişâh huzuruna kabûi ettiği vezîr-i âzama san­ cağı bizzat tevdî eder ve avdetinde de yine kendisi alırdı. Ordunun çadırlı ordugâha açık-



masmdan bir müddet önce de, sandığından çıkarılarak, bîr mızrak üzerine takılması kanun icâbı îdi t bu busûstaki tafsilât için bk. Baş­ bakanlık arşivindeki bir hatt-ı hümâyundan naklen, Uzunçarşılı, ayn, esr., s. 251 ). Sancak-ı şerîf merasimlerinde muhtelif asırlarda, usûl ve kaideler bakımından bâzı farklar göze çarp­ maktadır ki, Nîmetî efendi kanûn-nâmeşindeki „Sancak-ı şerif ihracı merasimi" maddeleri ve XVIII. asra âît bir vesikadaki „sancak-ı şerîf çıkarılırken yapılan merasim" kayıtları bunun tafsilât ve teferruatını ihtiva eder ( bk. Tarik vesikaları dergisi, sayı 4 ; Uzunçarşılı, göst. yer.). Sancak-ı şerifin hizmetinde ve muhafazasın­ da bulunanlara „Iivâ-İ şerîf takımı" denilirdi. Tarihlerimizde de, seferlerde sancak-ı şerîf çı­ karılması münâsebeti ile, bir çok kayıtlara rast­ lanma ktadır ve bunlardan bazılarından bu hu­ sustaki kanun-nâmelerde mevcut olmayan bil­ giler elde edilmektedir. Msi. eğer padişah or­ du ile bir yere kadar gidip, orada vezîr-i âza­ mi serdâr-ı ekrem yaparak, daha ileriye gön­ derecekse, o zaman sancak teslimi merasimi yapılmakta idi. Nitekim 1683 te Mehmed IV. ’in, ordu ile Belgrad “a kadar beraber gittik­ ten sonra, vezîr-i âzami Merzifonlu Kara Mus­ tafa Paşa ’yı harp sabasına gönderdiği esnada bu merasim B elgrad ’ da icra olunmuş, şeyhül­ islâm île Şeyh Vânî Efendi ’ nin- de hazır bu­ lunduğu bu merasimde pâdişâh, serdâr-ı ekreme : — „ Sancak-ı şerifi sana ve seni A llaha emâ­ net eyledim, yardımcın olsun" diye İyi temen­ nilerde bulunmuş idi ( Süâhdar, göst. yer.). Di­ ğer taraftan, bu harplerin devamı sırasında, bilâhare Fâzıl Mustafa P a ş a ’nm muvaffaki­ yetli harp harekâtında bulunduktan sonra av­ detinde, padişah Süleyman II. da sancak-ı şe­ rifi karşılamak üzere, Davud P a ş a ’ ya kadar gitmiş ve sarayda vezîr-i âzamin elinden hür­ metle bunu teslim alarak, mahallîne göndermiş idi Sancak-ı şerîf için orduda ayrı bir çadır ku­ rulduğu gibi, muharebe sahasından avdetten Önce de, Davud Paşa ’da buna mahsûs bir ça­ dır kurulur ve pâdişâh İstanbul 'da ise, bu ça­ dırda orduyu İstikbâl ederdi. Seferlerde, Eğri sefernde de görüldüğü gibi, sancak-1 şerif ile beraber „sâncak-t şerif şeyhi" denilen ve seyyidlerden olan bir zât İle, bunun maiyetinde yine bir çok seyyidler bulunurdu. Muharebe esnasında ise, sancak-ı şerif serdâr-ı ekremin Önünde durur ve seyyîdleı ile hafızlar bunun etrafında Fetih sûresini okurlardı Vekayi-i tarihiye ve Zubdat a l-v a l'â y t 'den naklen Uzunçarşıh, ayn. esr., s. 256 r intikam savaşında yaralanıp ölmüş olan kardeşi Şahr için yazdığı mersiyelerde bu'mak mümkündür. Kadın'ar, teşviklerince öç'erİ alın­ mazsa, âdi fahişeler gibi hareket edeceklerini de söylerlerdi. ö ç ( şar ) bâzan bir diyet ( di ya ; b. bk. ) ile karşılanabilirdi. Umumiyetle kabul edildiğine göre, bîr İnsanın kanının diyeti 100 deve idi; hükümdar ailesine mensûp bir.'nîn diyeti ise, 1.000 deve saydırdı ( bk Mahmüd Şukri al-Âlüsi» ayn. e s r IH, 20 v.dd.}. Bunu katil ödemekle mükellef îd i; fakat ekseriyâ bütün kabile bu diyeti te'min edip, öcün meydana çıkaracağı



güçlüklerden kurtulmak isterdi. Şu var ki, kana karşılık kan istendirdi, ancak âciz ve haysiyet­ siz kimseler diyeti kabul ederlerdi; fakat bilhas­ sa kabile içinde Öcü gerektiren bir öldürme olur­ sa, İleri gelenler bunu diyetle bastırmak ister­ lerdi, Diyet kabul etmemekte İsrar edilirse, o zaman havaya bir ok ( sahm a l-ia k iy a ) atılırdı; bu ok kanlı olarak yere düşerse öcün kan dö­ külerek alınmasına, yoksa diyet kabul edilme­ sine karar verilmiş olurdu { bk. Mahmüd Şuk­ ri al-Âlûsi, ayn. e s r III, 18 v. d d ). İslâmiyet te kişaş [ b. bk. ] ve diyet kabûlünün tercih edil­ m esin i emredtlmesine rağmen, araplarda öç alma ve kan gütme âdeti, tarihte pek çok misâli görüldüğü ve türlü seyyahların müşahede ettik­ leri üzere, günümüze kad..r devam etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. H. Lammens, V A rab ie occidentale avant VHegire ( Beyrut, 1928), s 18 1 — 236; Ahmed Muhammed al-Hüfi al~Hayât a l-a rabiya min al-şi r al-câhili, 2, t ab. (K ah ire, 13 7 1= 19 4 9 }, s. 2 10 —217 ve bu yer­ lerde gösterilen kaynaklar. ( A. A l EŞ. ) Ş A 'R . [ Bit. SÂR.] S A R A . [ B k . İB R A H İM , P E Y G A M B E R .] S A R A . [ Bk. SARAY.] S A R A Ğ O S A . S A R A K U S T A , b ir İ s p a n ­ y a ş e h r i olup, şimdi bu adı taşıyan eyâle­ tin merkezi ve Aragon kıratlığının eski pâytahtıdır; Ebre nehrinin sağ sahilinde, 184 m. irtifada, sulak ve yeşil bir bölgenin (la Huerta 1 ortasında kâindir. Bugünkü İspanyolca adı olan Z a r a g o z a lâ tince Caesarea Augusta ’ ya te­ kabül eder ki, bu İsim a.U.c. 728 yılında, İte r­ lerin kadîm Salduba şehri yerinde Augustus ta­ rafından te’sîs edilmiş olan askerî bir iskân ma­ halline verilmiştir. Şehrin adı, ihtimâl G ot di­ lindeki Cesaragosia vâsıtası ile, Sarakıus^a (nisb esi: Sarakusti ) şeklinde arapçaya geçmiştir. Müslümanlar tarafından fethedildiği zamandan, tekrar hıristiyanlann eline düştüğü zamana ka­ dar, Saragosa dâima müslüman Endülüs impa­ ratorluğunun en büyük şehirleri arasında sayıl­ mıştır; coğrafî mevkii onun arap Ispanya’sının „yukan hudutları" ( al~§ağr al-a'lâ) baş-şehrİ olmasını te’ min etmiştir. îd r'si devrinde { XII. asrın ortası ), nüfusu çok kalabalık i di ; beyaz yumuşak yapı taşı ile inşâ edilmiş olan burçları sebebi ile, ona ,.Beyaz şehir" ( al-M adîna alBayzâ’ } adı da veriliyordu. Bahçelerinin mey­ veleri Endülüs ’ ün en iyi meyveleri olarak meş­ hur idi. Orada yapılan kunduz derisinden kürkler bütün İslâm âleminde taninm>ş îdi. Saragosa, daha 94 ( 7 12 /7 13 ) yılında, Tulay* tıla ( T oledo) ’dan az sonra, arap fatihlerin eli­ ne düştü. T ârik ’ın kendisine iltihâk ettiği Mu­ sa b. Nusayr, bu son şehirden ayrılarak, Sara-



SARAGOSA. gosa üzerine yüıüdu ve etrafını çeviren kasaba­ ları ve Castillos f „kaîe“ ve müstahkem mevki") Man ile birlikte burayı zaptetti. Eeja 'lı Is:dorre’a göre, şehir yağma edildi ve sakinleri son derecede ş’ddetlt bir muameleye mâruz kaldı. Yusuf b. ‘Abd al-Rahmân al-Fihri ‘nin emîrVği sırasında, Şumay! b. Katim [b. bk. ] buraya vâli tâyin edild ği zaman , 132 = 74 9 \ burası bü­ yük ve mühim bir müsîüman şehri idi; bu vali arap âsîler tarafından mu asara edildi ve yeri­ ni bunlardan birine bırakmağa mecbur oldu. Hicrî II. asrın ik nci yansı boyunca, Saragosa’da hâtırasını tarihçilerin bize naklettiği bir çok İsyanlar patlak verdi. Nitekim Charletnagne bn ordusu, 778 ’de, muhasara etmeğe geldiği zaman burası mahallî bir reis olan al-Kusayn b. Yah­ ya al-H azraci’nin elinde bulunuyordu. Frank kiralının bu anda birden-bire Rhein kıyılarına çağırıldığı bilinmektedir. Kendisi muhasarayı kaldırdı ve az sonra, Basklarm ona bir tuzak kurmuş oldukları Roncevaux (Roncesvalles) dar geçidinde hâtırası Ckanson de Roland tarafın­ dan ebedileştirilen kanlı bîr felâkete uğradı. İki yıl sonra, 164 ( 780 )’te Emevîlerden ‘ Abd alRahman I. Saragosa üzerine yürüdü ve burayı ele geçirdi. Fakat şehir halîfelerin eBnden çık­ makta gecikmedi ve 175 { 791 )’te Hişâm ku­ mandam ‘ Ubayd Allah b, 'O şm an'a burayı mu­ hasara ve zaptettirmek zorunda kaldı. 18 X( 797 ) ’ de, yeniden bir âsî orada istiklâlim ilân etti ve halîfelerin bu birbiri arkasından gelen syanları muvaffakiyetle veya muvaffaki yeisiz olarak bas­ tırmak için, imparatorluklarının bu ,,yukarı lıu duduna" askerî seferler yapmaları gerekti. Aym devirde ( VIII. asrın sonu ) saragosah bir ailenin, Bani K asi Merin, A rago n 'da büyük bir nüfuz kazandıkları görülür. Bunlar müslümanlığı kabûi etm’ şlerd i; bu âilen’n mensuplarından biri, Pampalona ’nm ilk kıralı lîiigo Arîsta 'nin damadı Fortunio oğlu Musa halîfe Htşâ n tara­ fını tuttu ve Saragosa *yı ona verdi. Daha son­ ra, IX. asrın ortasında, ailenin reisi Müsâ JI. Tutila ( Tudela ) valisi olmuş ve Fransa hudut­ larına akınlar yapmağa gıdan 'A bd al-Rahman II. ’m ordularına kumanda etm’ ştîr. Kendisi Por­ te k iz ’e çıkartma yapmış o'an Normaııları püs­ kürtmek için bu hükümdara yardım etti ve ha­ lîfe Muhammed’ in tahta çıkış tarihi olan 852 ’ de Saragosa, Tutüa ( Tudela )ve Vaş’-a (Huesca ) ile birlikte bütün „ yu karı hudut" onun hük­ mü altında idi. O hükümdar gibi yaşıyor, bi­ ri, tiy ın kıratlara, bu aıada fransrz kıralı Daz­ lak Charles a hediye gönderip, onlardan hedi­ yeler kabûi ediyordu. Fakat 86o'ta Liyün -. Leon) kıralı Ordofio I. tarafından mağlûp edildi ve iki yi! sonra Vadi ’l-Hicâra ( Guadalajara ) vâFsi olan damadı tarafından öldürüldü. Baıii K as’ ,



■Sol



onun ölümü üzerine, Kurtube haMfesîmn hâki­ miyetini reddetti ve halîfe Mulıammed de, onları güç duruma sokmak için, T ucibiler ile ittifak yaptı. Fetihden beri Arâgon ’a yerleşmiş olan bu arap ailesi kabile hukuku ile tanındı ve reis ‘ Abd al-Rahman al-Tucibi resmen başa geçi­ rildi. 888’d e ,‘ Abd Allah halîfe olunca, Sarago­ sa ’da kendi aleyirnde suikasd hazırlandığım öğrend’ğinden, Tucibi reisinin oğlu Ankar ( „bir gözü kör" } lekapJı Muhammed b. 'A bd al Rah­ m an’ ı şehrin valisini öldürmekle vazifelendirdi, O da 890’ da vazifesini yerine getirdi ve son­ raları halîfenin az saygılı bir tabii oldu. Niha­ yet son Bani K asi mensuplarını yok etti, reis­ ler! Muhammed b Lope 898’de öldürüldü, alAnk;ar 924’ te öldü. Yerine geçen oğlu Hâşim bütün aileye adım verdi ve 9 30 ’da öldü. Oğul­ ları, Bani Hâşim, halîfe 'Abd al-Rahmân 111. tarafından iyi muamele gördüler, fakat biri, Muhammed, 934*te ona karşı isyân etti. Liyün kıralı Ramiro II. ile ittifak yaptı ve halîfeye bir itaat gösterisi yaptıktan sonra, Navarre kırallığı dâhil, bütün şimali İspanya *da ona kar­ şı bir İttifak kurdu. ‘Abd al-Rahman onu itaat altına almak için sefere çıktı. K al'at Ayüb (Cala ta y u d j’ u zapt, sonra S arag o sa ’yı muhasara e tt i; Muhammed b. Hâşim teslim oldu, halîfe onu afv ve valilikte muhafaza etti. Oğlu Yahya 'A bd al-Rahmân III, ile al-Hakam H, 'in İspan­ ya ve A fr ik a ’da kumandanı vs975’ten itibaren de Saragosa valisi oldu. Daha sonra, Hâcib al-Manşür b. A bı ‘ Amir ’İn hâkimiyeti sırasında, Tueibt ailesinden bir Saragosa valisi, ‘ Abd al-Rahmân b, Mu^arrîf b. Muhammed b. Hâş;m, ona bir suikast hazırladı, fakat bn suikasdm Önü alındı ve vali 989 ’da idam edild'. Emevîlerin sukutu üzer'ne, bunun bir toru­ nu, Yahya, yukarı hudut" valisi oldu; onun al-Munz r adlı bir oğlu var idi ki, Islavlar île ‘spanya fcerberîierİne karşı mücâdele ettikten sonra, kendini kıral ilân etti ve Barselona ve K asti;ya kontları île ittifak yaptı. Onun hâki­ miyeti zamanında Saragosa ‘da sulh ve sükûn hüküm sürdü; şehir çok İnkişâf etti ve nüfusu kalabalıklaştı. Sarayında İbn Darrâe aî-Kastalli gibi şâirlerin terennüm ettikleri debdebeli bîr hayat sürülüyordu. al-Munzir 10 2 3 ’e kadar hü­ küm sürdü. - al-Muzaffar lekabı ile yerine geçen oğlu Yah­ ya. tahta çıkışından az sonra, Öldü ve yerini oğlu Mu’ izz at-Dav!a al-M unzr H. aldı ( 4 2 0 = 1029 \ 10 yıl sonra, kendisi ba’îfe Hişâm il. ’ı tanımak istemediği iç'n, akrabalarından biri olan kumandan ‘Abd Allah b. ‘Abd al-Hakam tarafından öldürüldü. Bu 'A bd Allah iktidarı



202



SARAGOSA,



ele geçirmedi denedi, fakat Saragosa halkı arasında isyan patlak verdi; o zaman Lârida (L e rid a )’nm müstakil valisi Abü Ayyûb SulaymSn b. Muhammed b, Hud, süratle gelip, şehirde nizâmı te’sis etti ve eyâlet tahtını ele geçirdi. Bu şahıs al-Musta'in unvanını aldı ve merkezi Saragosa olmak üzere, Bani Hüd( bk. V/ı, 577 v.d., mad. HUD) kırallığmı kurdu; bundan başka Lârida { L erid a), Tutile ve lCal’at Ayüb (Calatayud } nahiyelerine sahip İdi. 438 i 1046/ 1047 ) ’de ölümünü müteakip birbirlerinin oğlu olan şu şahıslar hüküm sürmüşlerdir: Ahraed al-Muktadir S ayf al-Davla, 474 ( 10 8 1) e ka­ d ar; Yûsuf al-Mu’tamin 478 {10 85 ) 'e kadar, Ahmed al-Musta'in I!., hıristiyanların kazan­ dığı Valtierra savaşında 503 { ı ı ı o ) ’te şehit düşmüştür. Oğlu *Abd al-Malik ’ tmad al-Davla 4 ramazan 512 ( 1 9 kânun II. ı ı ı 8 ) ’de Sara­ gosa *nın Sobrarbe hıristiy an’arı tarafından kat’î olarak zaptedilmeşine kadar hüküm sür­ dü; o zaman R u ed a’ya kaçtı. Bu hükümdar­ ların zamanına dâir maalesef aneak az tefer­ ruatlı bilgiler vardır ve tarihçilerin gösterdik­ leri yıllar ekseriyâ birbirine uymamaktadır. Saragosa, Hıristiyanların eline düşmesinden 9 sene önce, Murâbıtiar tarafından Sultan CA 1İ b. Yûsuf adına, 1 zilkade 503 { 3 1 mayıs ı ı i o ) ’ te zaptedümiş idi. Şimdi Saragosa ’da müs! uman devrinden kal­ ma eserler çok değildir; bunlar şüphesiz asır­ lar boyunca, şehrin mârûz kaldığı şiddetli mu­ hasaralar neticesinde, yeniden inşâ edilmiştir. „S eo ", yânı büyük kilise eski ulu camiin yeri üzerinde inşâ edilmiştir ve hâlâ şîmâl-i şarkî cephesinde, muhtemel olarak, arap devrinden kalma tuğlalar ve dört köşe çinilerden (azale jo s ) bir tezy'nat görülür. Bâzı vekayî-nâmeci ve coğrafyacılar tarafından nakledilen bir riva­ yete göre, ulu cami tâbi [ b. bk.] Kanaş b. 'Abd Allah al-Şan‘ âni ( öim. 100 = 718 /719 ) tarafın dan inşâ ettirilm iştir; kendisi, arkadaşlarından biri ile, mihrâb karşısında defnedilmiş olmalı­ dır. Cami Emevî halîfesi Muhammed b. ; Ahd al Rahman b. at Bakam zamanında, 242 (856) ‘de genişletilmiştir. Bugün S arag o sa ’ nm en mühim arap âbidesi A l j a f e r i a (şüphesiz arapça af-Ca'farîya ‘den: bu da Ca'far veya İbn Ca'far adlı bir şahsın adından alınmıştır; bu şahsın hâtırası, halk rivayeti dışında muhafaza edilmemiş gö­ rünmektedir) adı verilen saraydır. Bir çok mü­ him tadilata uğrayan ve bundan başka 1809 ’da kısmen tahrip edilen bu saray bugün kışla haline sokulmuştur; şehrin garp nihâyetinde bulunmaktadır. Buranın miislümanîar devrine âit kısmından ancak 22 m2 sahasında olan küçük



bir mescid kalm ıştır; bunun 14 m. yüksek­ liğinde çok güzel bîr kubbesi vardır; hâlâ yerinde duran sütun başlıklarına göre hüküm vermek gerekirse, kubbe çok güze! başlıkları bulunan mermer sütunlara dayanıyordu MıTırâb mavi zemin üzerine kabartma sıvadan bir süs ile süslenmiştir. 25 m, yükseklikte, mescide bitişik olan küçük kule { «halk şâiri hücresi'* denilir 1 şüphesiz aynı devirden kalmadır. Aljaferia’ nın müsiümanlara âit kalıntılarının Sa­ ragosa'da bir çok sarayları bunlardan yalnız birinin, al-Muktadir b. Hüd tarafından inşâ edilmiş olan Dâr al-Surör «sevinç e v i" ‘un adı nı biliyoruz ) bulunan Bani Hüd sülâlesi zama­ nından kalma olması muhtemeldir. Aljaferia hakkında müstakil bir kitap yazılması yerinde olurdu, zîra bu saray Kurtube halifeliğinin gü­ zel devri ile al-Hamrâ* asri arasında bir geç ş devrinin eseridir. Saragosa ’da doğmuş olan meşhur müstüman­ lar arasında burada tanınmış hadîs âlimi Abü cA li Husayn b. Muhammed b. Fierro İbn Hayyün al-Şadafi ’yî zikretmek yerinde olacaktır; kendisi İbn Sukkara adı ile tanınmış olup, 452 ( 10 6 0 ) 'de doğmuş ve 514 ( II2 o ) ’te «şehit olarak*' Cutanda savaşında ölmüştür. Müteakip asırda İbn al-Abbar onun şâkirdieri hakkında alfabe sırası ile tertip edilmiş bir eser (sın'tam ) yazmıştır ki, bu kitap F. C öder o tarafından, Bibliotheca Arabico-Hispana *nm IV cildinde neşredilmiştir (daha fazla bilgi için bk. J A , CCII, 1923, s. 223 ve not ı ). B i b l i y o g r a f y a t İdris', DescripHon . . . \ nşr. ve trc. Dozy ve de G o e j e s . 190/230 ( Simonet ve Lerc' undı, Crestomatia arabigoespaîiola, s. 5 3 ’te aynen tekrar edilm iştir); A 'm e ria ’ da bulunan müellifi meçhul eser : Description de VEspagne v nşr. ve trc. Rene Basset, bk. Homenaje d £). Francisco Codera, Zaragoza, 1904, s. 642 v.d.); E. Fagnan, Extraits inedits relatifs aa Maghreb (Cezayir, 1924), s. 66, 97, 127; Yâküt, Ma'cam ( nşr. W üstenfeld), 111, 78 v. dd., ( nşr. Kahire, 1324 V, 71 v. d d .; J. A emany Bolufer, La G eografia de la Pe~ ninsula Iberica en los escritores ar abes G ır­ nata, 1 921 ' , s. loı ve sık-sık. İbn al-'İzâri, aV Bayan al-m vğrib (nşr, Dozy, trc. E. Fag­ nan ), c. li, fih r is t ; c İli ( nşr. E LevîProvença! ', bk. fihrist-, İbn al-Aşir. al* Kâmil ( nşr. Tornberg. kısmî trc. E. Fagnan, A nnales da Maghreb et de VEspagne \ bk. fihrist-, al-M arrâkuşİ,al-M ucib (nşr, Dozy ), s. 4 1, 50, 85, 14 8 ; (trc. Fagnan', s. 5 0 ,6 i, 104, 18 0 ; İbn al-Abbar, a lffu lla t a lsiyarct bk. Dozy, N otices. . . , s. 224 v.d.); İbn Haldun, Kitâb al-ibar> IV, 163 v.d ; îbn A bi



SARAGOSA — SARASİNLER. Zar', Ravz al-kirtâs (nşr. Tom berg), s, 104 ,al-Ij[ulal al-m avşiya [ Tunus tab,), s. 7* v. dd.; MakkarI, N afh al-üb ; kısmî nşr. Dugat v.b.), I, 121, 170, 176, 288, II, 350, 767; R, Dozy, Histoire des musulmans d'Espagne, 1, III, I V ; ayn. mil., Essai sar Vhistoire des Todjibides ( Rechetchess} I, 21 1 —2 3 9' ! FCodera, E&tudios criîicos de historia arabe espanola (Zaragoza, 19 0 3 ) , s. 05—ılo ; Conçuhia de Aragon y Catahına por los musulmanes, s. 323— 360; Los Tochibies en Espano, s. 361 —372, Aroticias acerca de los Benihud', ayıı. mil., Decadencia y desaparicion de los Almoravides en Espaîia { Zara» goza, 1899), s. 12, 254 - 2595 ayn mil-, Tesoro de monedas ar abes descubierto en Za­ ragoza ( Mtıseo espcnol de antigüedades, Madrid, 1879, c. XI ve R R A H , 1884, c. IV ; Sanpere y Miquel, La reconyuista de Zara­ goza { Boletin de la R. Academia de Buenas Letras, Barceîona, 1903/1904, 11, 139— *5 7 ) ; Domingo y Gînes, Estudio critico sobre la conguista de Zaragoza por j4//onso I (Zara goza, 1 8 8 8 E l Castillo de la A lja fe r ia de Zat agoza ( B reve resena de las bellezos artisticas y de los recuerdos histöricos que encierra ), Zaragoza, ts,



(E. L evi-Provençal.) SARAH S. ( Bk. SERAHS.] S A R A H S Î t Ek. SERAHSI.] SA R A JE V O . [ Bk. sarayevo ,] SARANDİB. [ Bk. SERENDİR.] SARASİNLER, i r a p l a r a , aslında bun­ ların az veya çok büyük bir kısmına del âl et eden bi r tâ b ir. Bu ismin tarihi emin bir şekilde tespit edilebilen en eski zikri, milâdî l. asrın orta'anna doğru, Ana zar boslu Dioskurides tarafından te’iif edüm’ş olan 3tsQİ taT^tüTİç ( 1, bölüm 67; nşr. Wellman. Leipz'g, 1909—1914, s. 60) adlı risalede geçmektedir. Dioskurides, bu r sâlesînde „sarasin ağacının" ( Ö,XX(j’UOV dîtö 5 ev5 qou Supcty-rj-viKo-ö } bîr mah­ sulü olarak arap zamkı ( arap. m aki) reçine­ sinden bahsetmekte ve Petra tarafından geçer­ ken, idhâl edildiğini ve Hindistan zamkından (bunun için krş. Bretzl, Boianische Forschungen des Alexanderzuge s, s. 282 v. dd.) daha az elverişli olduğunu ilâve etmektedir. Bu risale­ nin en yeni nâşİrî, hakh olarak, bütün el-yszmalannm şahadetine rağmen, sâdece Dioskurides tarafından zikredilmiş bulunan m a d l a k o n yerli ismini İbranî Beçtolah ile te'mınat altına alınan m a l d a k o n ' a şekline ve £«Qascv)vbtoü *u da ’Açafky.oti şekline sokuyor. Aynı devirde yaşamış olan kadîm Plinius { Hist. Not., nşr. Detlefsen, VI, § I57)’de, iç mem'eket'n nafcatîîere komşu arap kabileleri



203



arasında Taveni ( Tayy ) ve Tatnudaeİ (ŞamÜd) gibi meşhâr isimler yanında Aracenî adını zikr». eder. Bu son ismin Saraceni olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Batlamyus ( II. asrın ortalarına doğru ), V, bölüm 17, § 3 He Sarakene ülkesini Arabia Petraea 'nm bir kısmım teşkil ediyor­ muş gibi zikreder ve burayı, kendisine göre, Paran körfezinden „Mısır yakınında" ( jtapd tfjv A’ tv'Uîtrov } Judaea 'ye kadar uzanan «Kara dağ• 1ar" ( ÖQq tâx$



diği olurdu. AvrupalIların müesseseîerinde çalı* tu r ). Bir çın kongsi ( »ticâret ş irk e ti") ’si ta­ ş'a'ri'' a'nieleler a ğ ı r a n g a r y a l a r a karşılık rafından yapılan dürüst olmayan bir Fcâret ancak çok az telâfi edici haklara sahip İdiler ve muamelesi Surakarta civarında, bîr çok zengin ü c r e t l e r i ç o ğ u z a m a n y e t e r s i z i d î . cavalı tacirlerin oturduğu ve cavalı tacirler ile T â h s i 1 tamâmiyle kifayetsiz idi. En nihayet, çinli tacirler arasındaki rekabetin husûsî bir Çın ilerileyip, inkişâf ettikçe, bâzı Çinlilerin, şiddetle devam ettirildiği Laweyan (Nglavvebilhassa yeni muhacirlerin cavaîılara karşı ta­ y a n } ’da, cavahlar arasında, öyle bir kızgınlık vırları o' kadar mütecaviz: bir hâl aldı ki, cava- yarattı ki, esasen çok gayr-i müsait durumda lilar bundan ağır şekilde inciniyorlardı. Çinli­ bulunan cavahlar Çin mallarına boykot yapmak lere karşı yapılan taşkm hareketler bunu İsbat için anlaştılar. S a r e k a t-İ s 1 a m bundan etmiştir. meydana geldi ve ihtimal bir kaç yıl önce bir fe. î k t i s â d i durum bozulmuş idî. 1830*3 cavalı İle bir kaç arap tacir tarafından kurul­ döğrtr, yerli halk bir felâket olan »Cultuur- muş olan Buitenzorg ’dakİ Sarekat Dagang İs­ stelsel", bilhassa kahve için kabul edilince, yerli lam örneğine göre, teşkilâtlandı; S. Dagang İs­ iktisadın serbest inkişâfı bİrden-bîre kesildi; lam adı her hâlde Surakarta ’da da kuHanıî1877 ’de, bu usûlün kaldırılması üzerine, Holanda m'ştır. Ne oîursa-olsun Surakarta Sarekat-Isidaresi 832.000.000 Holanda florini kazanmış lam ’ı tamâmiyle müstakil bir şekilde inkişâf idi ki, bu meblağ devlet masraflarının 21 % *ni etmiştir. teşkil ediyordu. Bunu hemen takip eden devir­ Sarekat-lslam çabucak ilk hedefinden ayrıldı. de, Avrupa sanayii ile nebat dikicilerinin çok H a r e k e t Çin mallarına boykot edilmesinin sert rekabeti yüzünden, orta sınıf ve köylüler muvaffakiyetinden sonra İ n a n ı l m a z b i r ğît-gıde İktisadî İstiklâllerini kaybettiler, aynı s ü r ’a 1 1 e gelişti. Bununla beraber harekete' zamanda uzun müddetten beri çinliter ile arap* iltihak edenlerin sayısının çok fazla artması, la f hemen-hemen münhasıran tteâret için aracı yalnız o devirde Çinlilere karşı tabiî olan kin vazifesini görüyorlardı. Yabancıların rekabetine ile izah edilemez; bu daha ziyâde daha büyük karşı kendilerini müdâfaa etmek İçin ne kadar bir hürriyet ve daha dar bir vesâyet isteyen kuvvet gösterirlerse göstersinler, bilhassa he- cavaldanri, Çinlilere karşı kazandığı muvaffaki­ men-hemeU tamâmiyle millî bir sanayi olan yetten sonra, birliğin başka yabancılar karşı­ »batik* demlen bir nevi basmacılık sana­ sında da kendilerine daha büyük bir1 itibâr yiinin' ( yılda aş.-yk. 90.000.060'fibrini temsil kazandırabileceğini düşünmeleri keyfiyeti ile ödiyordu; yerli sanâyiin kısa bir tasviri iç:n bk. izah edilebilir; yâni bu teşekkül davalıların, Koİöhiaal Verslag van 1920 , stri, 7) yerli ipti­ m ü s l ü m a n şiarı altında — sünnî olan Ladaî maddeleri yerine an'lin boyaları ve idbâl weyan ’da m ü s l Ü m a n l a r birliği bu şekilde edileli dokuma mahsûlleri kullanmasından iti­ kendiliğinden meydana çıkıyordu — bir zafe­ baren, bu düşüşlerinin mühim olmasına mâni rinin daha önce mahkûm edilmediğinin bir olmadı ( bıi iktisâdı düşüş hakkında daha fazla delilini verince, yukarıda taslak hâlinde göste­ teferruat için bk. Önder zoek riaar de minder d rilen durumda ( a, b, c bölümleri j umûmîyetie melyaart der inlandsche bevolking op Ja v a en duyulan bir boşluğu dolduruyordu ve bînnetîce Madoera, Batav:a, 1903 ™ t9 i4 , büyük fcöyda 32 Çinlilere karşı boykot hareketi ile Sİç bir alâ­ e,; bu hususta kurulmuş olan beye’ tîn raporu). kası bulunmayan kimseleri de içine alabiliyor­ c. Üçüncü olarak' h ı r ı s t i y a n l a ş t ı r m a du. M enşeleri ile alâkalı olarak boykot hare­ k o r k u s u zikr olunabilir; bununla beraber bu ketinden daha mühim olan cihet bu teşekkülün âmilîn daha sonraları te’şîri görülür ve müslü- bu kadar çabuk’ olarak' kurutup İnkişaf etme­ man' nufusüri Hıristiyan dîn hey’etler'nin çalış­ sidir. Cemiyetin tarihinin sonraki kısımlarında maları karşısında çıkardıkları kargaşalıklar, de­ bizi İlgilendiren cihet ayrı ayrı faaliyetlerden vir' ve yerlere göre, çok muhtelif olmuştur. Fa­ çok daha ziyâde, temayülünün umûmî' inkişâ­ kat daha canlı’ bîr hıristiyan propagandasının fıdır. Diğer taraftan Sarekat-lslam ’m menşe’! inkişâf ettirilmesi Holanda parlamentosu âzâ- ile inkişâfı arasında büyük bîr fark vardır kİ, İarindân, bir kısmında açık bir tasvip görme­ bu fark Cava halkının derin ihtiyaçlarından sinden' ve Mekke ’nîn buna karşı bâzı İhtarlar doğmaktadır, fakat bu, dış hâdiselerin kesin çekmesinden S,~î. ’ m reisleri kütle arasında te’sirî altında olmuştur: 1914 cihan harbinin kargaşalıklar çıkarm ak' husûsûnda istifâde et­ ilânı, 1917 rus ihtilâli, savaşın sonunda dünyâ tiler kî,'bu' dâ" halkın S - İ , ’a iltihâkı ile ifâ* İktisâdı işlerindeki çok büyük gelişme ve bunu desi ni buldu. . takip eden Avrupa ’nın çözülmesi. Dışarıdan ‘ Nisbeted ehemmiyetsiz bir hâdise. 1910 *da Sarekat-lslam ’a yalnız mütevâzî emellerinin S - k ‘ih kürulmâsihâ sebep olmuştur ( teşekkü­ gerçekleşmesmİ ve mahallî ihtiyaçların tatmilün'ilk yılları ile ilgili keâin bilgilerimiz yok- n:ni isteyen Cava halkına yabancı fikirler soIslâm Ansiklopedisi



14



210



SAREKAT-İSLAM



kuldu, Sarekat-İslam ’ın o kadar çabuk olarak kazanmış olduğu nufûzu az bir zamanda kayb­ etmesi neticesini doğuran dâbİİî buyiik bir za­ yıflık buradan gelmektedir. S a r e k a t - İ s l a m ' m t a r i h i uç devreye ayrılabilir: a. --Birinci millî kongreye kadar, b. Millî kongrelerin parlak devri, c. Radikal Sarekat-Ra'yat ’ın kuruluşu sonun­ da Sarekat-İslam ’m dağılması. a. İlk devirde mütecanis bir S.-î. ’den güç bahsedilebilir. Faal ye zekî bir insan, sürük­ leyici bir hatîb olan, fakat çabucak hudutsuz bir ihtirasla kor bir hâle gelen R a d e n U s* m a n S a y y i d T j a k r a A m i n a t a ’m nida­ resinde olarak, bu hareket doğduğu yerin dışı­ na, bilhassa Cava ’nm şarkına yayıld ı; Surabay a ’da T jak ra ’ nm idare ettiği ve uzun zaman Sarekat-İslam ’m en mühim neşir vâsıtası ola­ rak kalan S.-î. ’ın (Jtusan Hin dia { «Hindistan habercisii(, kânûn 1. 19*2 ) adlı gazetesi te’sis edildi. Sonraları Sömarang, Tj'röbon, Bandung ve Batavia ’da Sarekat-İslam şubeleri kuruldu. Sarekat-İslam ’a giriş çok kolaydı; kalabalığın merakı, gizli tam bir merâsim ile çevrili yemi­ nin telkin edici te’siri ve S.-I. ’ ın çok çabuk ar­ tan halk arasındaki şöhreti ona durmadan yeni âzâlar getirdi. Başlangıcın heyecan devrinde, 9 teşrin 11. 1 9 1 1 ’ de, resmen te'sis sırasında tesbît edilmiş olan nîzam-nâmelere her yerde riâyet olundu (âzâlann aralarında kardeşlik münâse­ betlerini ıslâh ve müsiumanlara yardım etme­ leri, kanün ile müsâade edilmiş olan her türlü vâsıtalardan istifâde ederek, halkın iktisâdı ileriiemesi ve içtimâi kalkınma için çalışmaları gerekiyordu '. Fakat az sonra, her Sarekat İs­ lam yalnız mahallî ihtiyaçları içha ve mahallî reislerin görüşlerine göre çalıştı. Bunlardan eavalılarm rekabet güçlerini arttırmak iç:n msl. kooperatif teşekkülleri kurarak halkın m a d d î m e n f a a t l e r i ile meşgul olanlarda oldu; di­ ğerleri aracılıkları ile, hükümet ve avrupalı efendiler tarafından yapılan su i s t i ma l l e re ç â r e b u l ma ğ ı denediler; daha başkaları da (msl. B atavia’ claki 13.000 âzası bulunan S.-I.) İslâmî vazîfe’erin daha doğru olarak tatbik edil­ mesini telkin edyordu. Yerli kadınların d u r u ­ mu n u n i s 1 â h e di 1 me si isteği de.ileri sürül­ dü; hattâ ç o c u k l a r i çi n bi r Sarekat İ s l am {Sntatsa M u lya) kuruldu. İ k t i s â d i s a h a d a Sarekat-İslam ’ tn mu­ vaffakiyetlerinin devamı kısa oldu. İlk ânın gay­ reti soğur-soğumaz kooperatif birlikleri olta­ dan kayboldu; eavalılarm mâliyeye dâir tahsil ve terbiyelerdin noksan olması bütün ikrisâdi çalışmalarda kotu te V r gösterdi; Sarekat-İs­ lam 'ın sermâyeleri çok zaman reisler tarafın



dan kazanç gayeleri ile kullanıldı. İ ç t i m â l s â h a d a , Sarekat-İslam, yabancılar ile cavalılar arasındaki münâsebetlerde, bu sonu ocu'ar lehdde umûmî iyileşme te'min etmiş olmakla gerçekten övünebilir; fakat sonra cemiyette bir düşüş hâsıl olunca, bu kazançların mühim bir kısmı yeniden kaybedildi. Reisler, şüphesiz, din bağının mâni olması icâp eden bir gevşemeden korktukları için, d i n î h u s u s l a r d a a l â ­ k a y ı m u h a f a z a e t m i ş l e r d i r . Sarekatİslam millî kongrelerden Önce, s i y â s î s â h a d a ancak ikinci plânda bir rol oynadı. S a r e k a t -1 s I a m ’ 1 n H o l a n d a i d a r e ­ s i ile i l k t e m a s ı , gâiibâ Çinlilere karşı ya­ pılmış olan müfrit hareketler (ağustos 1 91 2) sonunda, Surakarta Sarekat-İslam ’mın kısa bir zaman için kapanması olmuştur. 14 eylül 1912 ’ de Tjakra bir talepte bulundu. Bununla mer­ kezî hükümetin Sarekat-İslam ’ı tanımasını isti­ yordu. 30 haziran 1 9 1 3 ’ te hükümetin karârım aldı. Hükümet cevâbını çok bekletmişti. Biza­ tihi mütecaviz olmayan nizam-nâmelerîn tanın­ ması idarede ve o zamana kadar tâkİp edilen müstemleke siyâsetinde, esâs itibariyle yerliiebeayı vesayet altına almağa istinât eden si­ yâsette, bir dereceye kadar tesadüfi bir alt-üst olma mânasına geliyordu. Sarekat-İslam *ın re­ isleri çinlilere karşı taşkınlıkları Önleyemeye­ cek kadar zayıf görünmüşlerdi; vakıalar ça­ bucak güzel vaadler İle tam bir tezat teşkil edebiliyordu. Nİzam-nâmelerin Sarekat-İslam ’ ın meşrûJuğunu. kabûl etmek demek plan resmen tanınması halk kütlesi tarafından Sareket-İs­ lam 'ın bütün temayüllerinin mutlak surette tas­ vibi şeklinde telakki edilebilirdi, yahut hiç ol­ mazsa, reisler tarafından böyle tefsir edilebi­ lirdi. 29 mart 19 1 3 ’te, umûmî vali ile Sarekatİslam murahhastan arasında yapılan bîr toplan­ tıda, vâli Sarekat-İslam için şahsî teveccühü­ nü İfâde etti, fakat yapılan talebin kabul edilmes'ne manî olan teşekkülün tehlikeli zaafla­ rına da işaret e t t i; bu zaaflar arasında mâlî işlerin nefrete şayan bir tarzda sevk ve idaresi zikroiunabiîîr ( bu husus dâima zayıf nokta ola­ rak kalmıştır ). En sonunda, 30 haziran karar­ namesinde. amelî sebepler dolayıst ile, Sarekatİslam *m istemiş olduğu tanınma talebi redde­ diliyordu; fakat talep sâhib ne mahallî Sarekatİslam ’ larm kanunen tanınmasının belki redde­ dilemeyeceği bildiriliyordu; bu mahallî teşek­ küller kanunî haklara sâbİp ve mahallî şûbelerin âzâiarmdan mürekkep Alarak merkezî bir birlik hâlinde de birleşebileceklerdi. Mahallî Sarekat-İslam ’ lar mes’ul olacaklardı, yeminle­ rine bir tek şekil verilecekti ve bunlar hükü­ met tarafından mütecaviz telakki edilemeye­ cek şekilde tertip ve tesbit edilecekti. Sarp-



S AREK.Ât-İS LAM kat-İslam bu hükümlere uygun olarak teşkilât­ landı.. Eyâletlerde m e ’ m û r l a r ı n g ö r ü ş l e r i Sa­ rekat-İslam ’a umumiyetle Buitenzorg hüküme­ tinin görüşünden çok daha düşmanca oldu. Hü­ kümet ile alt kademeleri arasındaki bu tutum farkı yerli halkın hükümet hakkında hemen gös­ termiş olduğu itimatsızlığın nüvesi veya hiç ol­ mazsa en mühim sebeplerinden biri oldu. Baş­ langıçta» hattâ bâzdan resmen tanınmış olma­ sına rağmen, mahallî Sarekat-İslam ’ları yasak eden mahallî idarelerin muhalefeti ile alâkalı müteaddit şikâyetler sonraki kongrelerde en kuvvetli şekilde ifâde edilmiştir. Bu devrin a v r u p a l ı n ü f u s a hemen münhasıran Sarekatİslam ’a düşman kimselerden müteşekkildi. Zaman-zaman, bilhassa çmîilere karşı düşmanca gösterişler yapıldığı vakit, bunlar bîr sinir buh­ ranına kapılıyorlardı. A v r u p a h m a t b u a t ı n ifâdesi ilk önce umumiyetle nefreti i idi, sonra düşmanca oldu; oldukça sür'ati e inkişâf eden yerli matbuat bu tutuma karşı gittikçe artan bir şiddetle aksülamel gösterdi. Ç i n l i l e r , tabiî olarak, Sarekat-İslam ’a düşman id iler; a r a p l a r başlangıçta bunlar ile iyi münâse­ betler kurdular ve hattâ teşekkülün geiişmesİsinîn ilk kısmında büyük bir rol oynadılar; fa­ kat 19 13 başlarında, Sarekat-İslam ’ın indonezyşjı olmayan âzâJarj ancak İstisna olarak kabûl edeceği kararlaştırılınca, ve hususiyetle, Sarekat>İşIam ilerilemeye yönelip, bunların mu­ hafazakâr fikirlerini zedeleyince, araplar çekil­ diler. Sarekat-İslam ile B adi Ut ama arasındaki münâsebetler iyi, fakat seyrek idi; kongrelerde v.s. mutekabilen birbirlerine mümessiller gön­ deriyorlardı. b. M ü i e â k i p d e v i r d e s i y â s î u n ­ s u r S a r e k a t - İ s l a m ’ da i l k p l a n a ç ı k t ı ; diğer cereyanlar ve diğer siyâsî fırkalar ile mü­ nasebetler daha sıkı b îr: hâl aldı. Büyümekte olan Avrupa «radikalizminin" te’siri kendin: git­ tikçe daha fazla hissettirdi; I. S. D. V. (HoUn da Hindistanı sosyal demokrat fırkası) gibi Avrtıpalıların fırkaları Sarekat-İslam ’ı kendilerine çekmeği denediler. Sarekat-İslam 'm resmî temâyülü her yıl. daha çok «radikal" bir hâl aldı, fakat hareketin içinde ş ’ddetli muhalefetler baş gpsterdi. Tjakra meşru millî-demokrat hare­ ketinin mümessili idi; Söma'un çoğalmakta olan sol ekalliyet in:n reisi oldu. I S. D. V .‘nin İmanlı bir taraf darı olan bu genç adam, ilk olarak, ilk millî kongrede halkın huzuruna çıktı ve burada hükümete karşı ,-,pgrset" ( Holanda dilinde: verzet=ş.;,mukavemet") ’i tavsiye etti, fakat dinleyiederin dikkatini kendi üzerine, o kadar çeke­ medi; bununla beraber nutku dikkate şâyân îdi, zira halk hareketinin zayıflıklarına, msl. şiddet



2 ii



noksanına işaret etmek cesaretini gösteren yal­ nız o idi. Aristokrat sınıftan olan Tjakra ’ nm aksine, Söma'un alelade halk sınıfından idi ve çalışmaları Cava âleminde nâdir olan bir dü­ rüstlükte idi ve menfaat ile alâkası yoktu. A v­ rupa radikalizminin daha çok sayıda tarafdarı bulunan ikinci kongrede Sgmarang Sarekat-îslam ’mın reisi olarak bulunuyordu; üçüncü kong­ rede C. S.-î. (*= merkezî Sarekat-İslam)’ m âzası olmuştu. Tjakra onu merkezî S .-İ.’a istemeyeistemeye kabûl etm işti; halka kendi vaad et­ tiklerinden fazlasını vaad eden ve halkın ihti­ yaçlarını kendinden daha iyi anlayan bu ada­ mın işlerin idaresini ele almağa çalışacağından korkuyordu ve merkezî S.-İ. âzası olduğu tak­ dirde onu elde tutmanın daha kolay olacağını düşünüyordu. Bununla beraber, halk arasındaki şöhretini kaybetmemek içip, yavaş-yavaş ilk mevkiinden uzaklaştı, bu da muhafazakâr kana­ dın muhalefeti artırm&sı neticesini verdi. Mü­ teakip yıllarda S.- İ, ’m gelişmesinde Tjakra ile Shma'un arasındaki mücâdele hâkim olmuştur. Tjakra bîr çok defalar S.- İ. ’m içinde bir bölün­ meyi, büyük bir maharetle, önledi; fakat sonun­ da hâdiseler kendisinden daha kuvvetli çıktı, ve 6. kongre bir tercih yapmak mecburiyetinde kaldı ve Tjakra ’nm gıyabında S&ma'un, tarafdarlan ile birlikte fırkadan hâriç bırakıldı; fakat S.-İ. için iş işten geçmiş îdi. Aşağıda muhtelif temayüllerin ve muhtelif fi­ kirlerin açıkça teressüm etmek fırsatını buldu­ ğu mîllî kongrelere dâir bir az daha teferruatlı bilgi verilecektir. İ l k m i l l î k o n g r e , 17 —24 haziran 1916 ’da, Bandung ’da toplandı. A z zaman önce ( 18 mart) merkezî Sarekat-İslam kanunî bâzı hak­ lar kazanmış idi ve Cava'nın garbı ile Sumatra şubelerini merkezî S.-İ. ’dan müstakil bir hâle getirmek için yapılmış olan teşebbüs a kî m kal­ mış idi. A şağıdaki rakamlar S.-İ. ’tn genişle­ mesinin bir levhasını vermektedir; temsil edi­ len şûbeler: 52 Cava şubesi ( 273*377 âzâ), 15 Sumatra şûbesi ( aş.-yk. 76.000 âzâ), 7 Borneo şubesi ( 5.574 âzâ ); Seîebes ve Bali birer şûbe ile temsil edUm:ş idi. Tjakra, devrin en mühim mes'elelerini e?e aldığı çok heyecanlı nutkunda,. «millî kongre" adının değeri üzerinde ısrar edi­ yordu; S.-İ. kendine yeni bir hedef kabül et­ meli id i; m e m l e k e t b i r m î l l e t s e v i - , y e s i n e y ü k s e l m e l i îdi, S.-İ., ( H olanda} H indistam 'nm sür’atle muhtariyet kazanmasına, yahut idâri işlerde yerlilere daha büyük bir nufûz verilmesine yardım etmeli id i; bununla berâber eskt siyâseti fİ’len artık terketfen ve umû­ mî vâün'n yanına avrtıpalılardan, yerlilerden ve «Şarklı yabancılardan" mürekkep bir istişare ! ey'eti vermeği vaad ederek, «idâreye iştirak



ili



SAREKAT-ÎSLÂbî.



ettirme siyâseti" yolu"uzerinde ilk adımı atmak İsteyen merkez! hükümeti öğdü ( bk. Snouck Hurgronje, Verspr, Geschr., İV/II, 291—-306 ). Burada ve müteakip kongrelerde mümessilleri­ nin ekseriyetinin hiç anlamadığı bîr çok sözler' söylendi. Bununla beraber »K ur’an sosyalizm için son derecede mühim bir eserdir", Peygamber ( bir Hindustan Reviezo muharririnden naklen !) »sosyalizmin babası, demokrasinin müjdecisidir" gibi beyanlar, Avrupa fırkaları propagandacıla­ rının, hangi tarzların yardımı ile, akidelerine tarafdarlar kazanmağı denediklerini göstermek­ tedir. Kongrenin en mühim çalışması mahallî S.-İ.’lar tarafından arz edilmiş olan 86 teklifin, ekserisi mahallî şikâyetlere müteallik olup, 15 — 16 haziran tarihli Utusan Hindia ’ da, Tjakra’nın düşünceleri İle birlikte, yayınlanmış olan şikâyetler ile ilgili tekliflerin tetkiki oldu. Sâde insanlar olan desa ’lann, S,-!, vâsıtası ile, hangi ümitleri gerçekleştirmek istedikleri bu teklif­ lerde görülm ektedir: daha büyük bir hürriyet ve daha büyük bir şahsî istiklâl arzusu bu kong­ rede, daha sonraki yıllarda olduğu gibi, yeniden ifâde edilm işti; kalabalığı S.-î. 'a cezbeden bâzı reislerin müphem ve karışık siyâsî mefkûreleri değil, fakat kudretli bir teşkilât yardımı ile, di­ leklerini gerçekleştirmek ümidi id i; sonraları, SSma'un’un fırkası, S .- İ.’ın yaptığından daha iyi bir şekilde, yerlilerin menfaatlerine hizmet et­ meği vaad ettiği zaman, S.-İ. ’m neden dolayı bu kadar kolaylıkla terkedild’ğini bu durum izâh etmektedir. İ k i n c i m i l l î k o n g r e { Batavîa, 20 —27 teşrin I. 1 91 7; 281 mahallî teklif) S .-İ .'m müs­ takbel „Volksraad“ (V o lk sra a d ’ın teşkilât v.s. için bk, Koloniale Studien, c. I, te şrin i. 19*7, Extra Polİt:ek Nummer [ husûsî siyâsî sayı ], s, 169 v.dd, ) karşısında nasıl bir tavır takınaca­ ğım tâyin etmekle meşgul oldu ; bu istişare hey’etinde indonezyahîara verilen yer ve toplantı­ nın açılışının mütemâd!yen geri bırakılması da onları artık memnun etmiyordu. Kongre mer­ kezi S.-İ. ’m hedefini açıklayan bîr e s â s l a r b e y â n ı n ı tesbit etti: burada islâmîyet:n mükemmelliği te'yit edilmiştir ; fakat hükümet makamlarının mutlak bir tarafsızlığı istenilmek­ ted ir; yerli nüfusun ekseriyetîmn çok fena bir hayat geçirmekte olduğu müşâhadesîne istinat edilerek, merkezî S.-İ. »kâfir kapitalizmin" her türlü hâkimiyetine karşı mücâdeleyi kesmeye­ cektir (bk. K ol. Stadı en, göst. yer., s. 35 v. d .; bu cüz içinde bîr şerh ve devre âit siyâsî bilgiler İle birlikte S .-İ.’m çalışma programı ve siyâsî fırkaların idareleri tarafından verilmiş prog­ ramları hakkında teferruat bulunmaktadır). A vrupa’ daki karışıklıkların netîceîerî ü ç ü n ­ c ü m i l l î k o n g r e d e (Surabaya, 20 eylül— 6



teşrin I. 19 18 ) açıkça görünmektedir, Vcîks* ra a d ’m 18 mayıs 1 9 1 8 ’de a çim alsı ( Tjakra ve bir başka S.-î. reisi S.-İ. ’m mümessilleri idiler ) ile hâsıl olan yeni durum ve hâlâ arzûlanan İs­ lahat hararetle münâkaşa edildi. Her şeyden önce y e r l i n ü f u s u istilâ etmiş olan e tt d îş e bu kongrede in’ikâs etti. Daha önce İktisadî güçlükler ve bunun neticesi olarak, »kâfir ka­ pitalizme" karşı müstakbel mücâdele hakkında o kadar müessir olan telkinler, kızgınlığı art­ tırmış idî; bunlar felâketli neticelerini meydana koyacaktı: 19 17 sonundaki büyük grev ve 1918 sonunda Kudus ve Dgmak’ta yapılmış olan çok ciddî taşkınlıklar, fasılalar ile, 1924 yılına ka­ dar devam ettirilen İçtimâ! bir mücâdelenin başlangıcı oldu; yerli halkın iktisâdı zaafı ve bu esâs zaafa çâre olabilecek olan kudretin de bu­ lunmadığı göz önüne alınacak olur ise, mücâde­ lenin muvakkat olarak nereye gideceğinden şüp­ he edilemez. Cavahların Persgrikatan , K du m Tanı (»zirâat işçileri sen dikası") ve P .K .' B u ­ ruk { »işçiler teşekk ü lü ") adlı teşkilâtları bir kaç yıldan beri mevcut idi ve müteakip yıllar­ da geniş bir şekilde gelişmişti. Burada az sonra Moskova ’oın merkezî teşkilâtı tarafından des­ teklenmiş gibi görünen bu teşekküllerin çatış­ malarının teferruatına girilemez, bunların S.-î. ve S. Ra'yat { aş. b k .) ile münâsebetlerinden de . bahsedilemez; 1919 yılı başında bunlar Sasrakardana tarafından R.S.V. ( »esnaf teşekkülleri ihtilâcı sosyalist merkez Ö rgütü") birliğinde toplandı; bu da 1920 ’de parçalandı ve Djokyakarta ’ da mutedil bir merkez örgütü, ile Sfemarang ’da S&tnahın idâresinde komünist bîr örgüt teşkil etti ; bu iki Örgüt, Sema'un 'un mâcera ile dolu Rusya seyahatinden sonra, Madiun kong­ resinde ( eylül 1922) yemden birleşti. Çalışma­ ları hiç de işçilerin İşleri ile tahdit edilmiş ol­ mayıp, siyâset sahasına da yayılmıştır. Üç üncü kongr e ile dör düncü kong­ re arasındaki devir çok büyük bîr hareket dev­ ri oldu. Üçüncü kongreden az sonra,'A vrupa ’da patlak veren ihtilâl S.-î. ’ın da dâhil oldu­ ğu V otksraad ’ın muhtelif fırkaları tarafından teşkil edilmiş o'an »radikal merkezîleştirme" de­ nilen teşekkülün teşkilâtlanmasına fırsat verdi (16 teşrin H. 1918). Burada reisleri S .-İ.’m yeni veçhesini beyân ve nizamnamelerinde tarif edil­ miş olan hedefleri geçmek zaröretini Müdâfaa ettiler ( 14 teşrin II., 5 kânun I.; bk. Handelingen van den Volksraad, toplantı 19 18 — 1919, s. 17 5 —185, 518 —525). İşlerin gidişini yerli cemi­ yetin salim bir gelişmesi olarak telakki eden hükümet ( bk, Kolonîaal Verslag “itan 1919 , s 4 — 13 ) , merkezî S .- î.’m müfrit temayüller bakkmdaki tavrını { 2 kânûn I .; bk. Handelingeri v.s., s. '432 v.dd.) ve hususiyetle merkezî Sa-



SAREKAT-İSLAM. rekat-İslam ’ m hükümetin mahallî S.-İ.’Iarm hır çok defalar ifâde etmiş oldukları isteklere ça­ buk cevap vermediği takdirde bu teşekküllerin sebep olacakları karışıklıkların mes'ûliyetini üzerine alamayacağı tarzındaki te’yidini dikkatli b:r tenkide tâbi tutmadı; hareketin umûmî tav­ rım tesbit etmek şûbelerin değil, merkezî S.-î. ‘m vazifesi idî. Hükümet, n i z a m-n â m e 1e r e u y g u n o l a r a k , merkezî S.-î. ile çalışma­ ğa hazır olduğunu yeniden beyân ediyordu. —S.-î. için öldürücü otan bîr hâdise Cava ada­ sının cenûb-i garbisinde Preanger'de, G ar ut yakmanda, Tj imar eme desa ’smda vukua gelen hükümete karşı silâhlı bîr mukavemet hâdise­ sinde; yapılan araştırma sonunda, gizli ihtilâlci bîr teşkilâtın ( S .- İ .’ın sözde B şûbesi) meyda­ na çıkarılması oldu ( 4 —7 temmûz 19 19 ; hükü­ met komiseri Dr. G. A . J. Hazeu ’un bu hususta yaktığı bir telhis için bk. Handelingen van den Volksraad, Tweede gewone Zitting, 1919, Bi|İagen, Onderwerp ıo , s. 2—21 }. Bu B şubesi ile merkezî S.-î. veya S.-İ. arasındaki münâsebet biç de açık değ'ldir ( bk. H andelingen der Sta ten-Generaal, 19 19— 1920, Tvveede Kamer 22 kânûn !., s. 1158*»; Blumberger, Encyclopaedie van Ned.-lndie, zeyil, s. 15b; Kolon. Verslag van 1921 , s. 6 }. Tjakra merkezî Sarekat-Islam’m ve mahallî S.-İ. ’larm B şûbesi ile her hangi bir ilgisi olduğunu İnkâr etti ( bîr de bk. Handelîngen der St.-G. v.s., s. 115 3 b ; Hand. v. d. Volksraad, 19x9/1920, s, 90 v.dd., 94, 96, 106 — llo , 1 1 4, 2 1 1 } . Ne olursa-olsun, mzam-nâmelerden yeminler çıkarılmadığı v.s. takdirde, bir daha başka kanunî haklar vermemeğe hükümet karar verdi, (ihtimal haklı olarak) S.-İ. ’ın için­ de holandâlıiara karşı bîr temayülün hâkim bu­ lunduğunu düşündüğünden ( Kol. Versl. van 1920 , bahis B, s. 5 ), evvelki yıllarda yaptığının aksine olarak, mahallî hükümet makamlarına karşı bu cemiyeti manen desteklememeğe karar verdi, S.-İ.,’ hemen takip eden yılda, başka bir takım ciddî güçlükler ile karşılaştı; bunlar dış çalışmalarını felce uğrattı ve omi içten kendini sağlamlaştırmağa gayrete zorladı. D ö r d ü n c ü m i l l î k o n g r e (Surabaya, 26 teşrin 1.—2 teşrin II. 1919) bilhassa yakında kurulacak olan R. S. V. ( bir az yukarı b k .) mü­ nâkaşasına ve S.-İ. ’m onunla kurması gereken , münâsebetlere tahsis olundu; şu hâlde bu kong­ re burada sükûtla geçilebilir. Güçlükler yığıldı B e ş i n c i mi l l î k o n g ­ r e n i n tarihi merkezî S.-î. ’m mâlî ve siyâsî İdaresi hakkında ( Sinar Hindİa, 6—9 teşrin I., 1920 ’de komünist Darsan a Van gelmekte olan) şiddetli bîr tenkit ( b>, K ol, Versl. van 1921, stn. 6 ; Kol. Versl. van 1922 , stn. 9 ) sebebi ile, te’hir edildi; şübeler kendileri tarafından mer­



kezî S.-î, ’a havale edilmiş olan paralar hakkında hesap istediler. Merkezî S .-î, ’m birinci kâtibi teşrin İl. 19 2 0 ’de, B şûbesi işi sebebi ile. tev­ kif ve mahkûm edildi, Başka teşekküllerin git­ tikçe artan çalışmaları neticesinde durum git­ gide daha karışık bir hâl aldı. Nihayet 2—6 mart 1 9 2 1 ’de D jokyakarta’da toplanan b e ş i n c i k o n g r e Tjakra ’nm en farklı fikir cereyanları arasında bir uzlaşma yar­ dımı ile ve bir çözüm bulunamayacak en ciddî ve ağır mes’elelerî sonraya atarak, bütün Cava halk hareketinin idaresini merkezî S.-î. ’da te­ merküz ettirilmiş bir hâlde muhafaza etmek içm yaptığı son teşebbüs oldu. Uzlaşma yeni bir e s â s l a r p r o g r a m ı n d a vücut buldu; bun­ da { a ) yerli nüfusu bir köleler nüfusu hâline getirmiş olan Avrupa sermâyesinin Öldürücü nulûzu ıhüşâhade edildi, ( b ) islâmiyetin emirleri, esâs olmak üzere, kabul edildi—filhakika İslâ­ miyet, onlarca, şu esâsları emrediyordu: halk tarafından kurulmuş bir hükümet, amele şûra­ ları, çalışma meebûrîyeti ve bir başkasının ça­ lışması İle 2engin olmanın yasak edilmesi, toprak ve İstihsâl vâsıtalarının taksimi—, ve ( c ) S.-İ. ’ ın milletter-arası çalışmaya, islâmiyetin verdiği imkân hudutları içinde ve istiklâlini muhafaza etmek şartı ile, katılmağa hazır olduğu te’ yit edildi. Çok ciddî olan »parti disiplini" mes’elesi ( yâni bir S.-İ. âzâsınm başka bir siyâsî fırka­ nın da âzası olabilip-olamayacağı), merkezî S.» İ. ’m menfî olarak halletmek istediği ve komü­ nist fırkası ile çok sıkı şekilde bağlı olan sol kanadının müsbet olarak halletmek istediği mes’* ele ta’lik edildi. Programın ( a ) ve ( c ) bendleri komünistlerin arzularına tamâmiyle uymak­ ta olduğundan ve üstelik de bunlar ( b ) bendini kabûl edebildiklerinden, daha o zamandan ko­ münizmin S.-İ. içinde zafer kazandığım iddia etmeleri kolayca anlaşılabilir. S —î . ’ m içindeki mücâdelenin de hemen yeniden başlaması aynı şekilde kolayca anlaşılabilir, çünkü merkezî S.1. uzlaşmanın mânasının bu şekilde telakki edil­ mesine müsâade edemezdi ( bk. Ulasan Hin dia, 26 mart 1921). Münâsebetlerin kesilmesi a l t ı n ­ c ı m i l l î k o n g r e d e ( Surabaya, 6 -—10 teşrin 1 .1 9 2 1 ) vukua geldi.Tjakra hazır bulunmuyordu; ağustos 1921 ’ de tevkif edilmiş idi ( çünkü ken­ disi B şûbesi İşinde sahte yeminden mes’ûl sa­ nılıyordu; bununla beraber nisan 19 2 2 ’de ser­ best bırakıldı ve ağustos 1922 ’de berâatine ka1ar verildi ). Yerini alan reis bîr karâra varıl­ masına mâni olamadı: »parti d ’siplini" kongre âzalarının ekseriyeti ile kabul edildi ve Sema‘ un ile tarafdarları S.-İ. ’dan çek‘J4 ’ îer ( 8 teşrin 1, 1 9 2 1 } ; az sonra ( 1921 sonunda ) S.-İ. P ö r s a t u a n ve M e r a h S.-İ. (kızıl S-~î.) hâlin­ de birleştiler; merkezleri Sömerang idi.



a 14



SAREKAT-İSLAM.



c. Bu karardan sonra, S.-İ. büyük bîr za’falerde ekseriya din düşmanıdırlar, fakat köyler­ düştü. Radikal fırkanın meydana getirdiği ca­ de müslümandırlar; galiba bir dindar komünist? zibenin kaybolması sebebi ile, âzâlarm sadaka­ ler zümresi de vardır. S.-R. mütemadiyen hükü­ ti de kayboldu, Tjakra, serbest bırakılmasından met makamları tarafından takip edilm iştir: top?., sonra, S.-İ. için propagandaya yeniden başladı; lantıları yasak edildi, yayın ve söz suçları ce­ fakat büyük bir muvaffakiyet kazanamadı: baş­ zalandırıldı, komünist matbuat toplatıldı, fırka­ langıçtaki nufûznnun mühim bir kısmını kay­ nın rahatsızlık veren adamları, ihtiyatî hapisler, betm işti,-Yeni V olksraad ’da bir daha S .-İ.’ı Üe, zîyân veremeyecek bir bale getirildi. 3 1 ağus- ■ temsil etmedi. Şimdi mutedil bir Uerileme siyâ­ tos 1924 ’ ten sonra takipler daha çok şiddet­ seti takip ediyordu; Y e d i n c i k o n g r e m u ­ lendirildi ; bunun neticesi şu oldu: mutedil te?, hafazakâr bîr merkez olan Madiun Ma toplandı şekküller (S.-İ. v.b.) hakkmdaki görüş daha {17.—20 şubat 1923), Tjakra din ve İbâdet iş­ müsait bir hâl aldı, • . . .;J, leri ile meşgul olmağa başladı. Son yıllarda Ş .-İ,’ m C a v a a d a s ı d ı ş ı n d a k i ş û ,b e ­ müslümanlarm menfaatleri msl. M u h a m r n a - l e r i C ava şubeleri kadar mühim qlmaktap çok, d i y a gibi husûsî teşekküllere bırakılmıştı. Tjak­ uzaktır; şartlar başka idi, toprak S.-İ. tohumu­ ra Hindistan ’m „A I1 İndi a Moslim League" ör­ nu kabûl etmeğe çok daha az hazırlanmış, idk neğine göre teşkilâtlanmış olan b i r i n c i P a ­ 19 14 ’ ten itibaren, en mühim merkezlerde S.-İ. n i s l â m i z m k o n g r e s i n i n ( Tjirgbon, 1. teş­ şûbeleri te’sis olundu; bunlar, umümiyetle, ,daha rin II. 1922) reisi olmuş idi. Bu kongrede mil­ kesîf bir din hayâtı te’min etmeğe çalışıyorlar-, letler arası İslâmiyet meseleleri için canlı bir d i; bâzı yerlerde ifrata gidildi. Fakat heyecan, alâka görülmüştü; Mustafa Kemâl Paşa ( A ta­ çabuk yatıştı. Cava millî kongrelerine temsil türk ) ’ya bîr saygı telgrafı gönderildi; hilâfet ettikleri memleketin mahallî dertlerini kongre­ meselesinde Cava ’nm görüşü münâkaşa edildi, ye bildiren mümessiller gönderildi. Son olarak Volksraad ’da S.-İ. Hol anda Hindistan! anaya­ S.-İ. ile S.-R. arasında da mücâdele başlad ı; fa- , sasının gözden geçirilmesi ile İlgili bir kanun kat Cava ’daki mücadele derecesinde olmadı. , taslağı münasebeti ile, teşekkül eden i k i n c i C a v a d ı ş ı n d a kurulmuş olan i i k S.-İ, g â - , r a d i k a l m e r k e z î l e ş m e y e iltihak etti. libâ PalSmbang ’daki S.-İ. ’dır ( 14 teşrin ü. I9 i35te, cavahlar tarafından kurulmuştur). S.-İ. Fakat çalışmaları çok mahdut kaldı. S.-İ. ’ m çökmesine mukabil, r a d i k a l S.-İ. ’m te’sirî, mahallî şartlara göre, çok değişmek- • y ü k s e l m i ş t i r . Bu radikal S.-İ. ’m reisi olan te idi. 1921 yıllarına doğru A te ç ’te durum güç­ Söma'un Moskova rus sovyet hükümeti ile mü­ leşti, zîra bu bölgede S.-İ., bir çok gizli teşki­ nâsebetler kurdu. Amele teşekküllerindeki ça­ lât ile birlikte, Holanda aleyhdân bir propa- . lışmalarından daha Önce bahsedilmiş idi. Onun ganda yapmakta idi. S.-İ. Cambi ’de 19 16 ve mü, tevkifi 8 mayıs 1923 ’te yapılan büyük, demir­ teâkip yılların karışıklıklarında rol oynadı. Mi-, yolları grevine sebep oldu. Kendisi Holanda nangkabau sahasında Sumatra adasının birleş-, Hîndistanı’ndao dışarı atılınca, Holanda’ya git­ meşini hedef tutan temayül S.-İ. ’ m Çava te’siti ve orada „İndonezya halk hareketinin mü- rinden daha kuvvetli olmuştur. Ternate ve Ammessilİ*’ o’arak, komünist partisi idaresine girdi, bon adalarındaki faaliyet mühim olmuştur ve 1924 sonunda kendisi Ç in ’de id i; fırkası, bil­ bilhassa bu son adada radika! yön kuvvetle hassa Sun-Yat-Sen’in boîşeviklîğe iltihâkından temsil edilmiştir. Son olarak, genç S.-İ. ’m ge- , sonra, bu memleket ile sıkı münâsebetler kur­ üşmesinin - M e k k e ’den büyük bir dikkatle , muştur. —4 mart 1923 ’te, radikal S.-İ. ile P.K.Î. takip edilmiş olması, vâki asım sükût ile geçme- . ( »îndonezya komünist p a rtisi") Bandung’da mek lâzımdır; 19 10 ve müteâkip; yıllarda Mek- : birlikte bir kongre yaptı. Kızıl S.-İ. bu kong­ ke 'de bir dereceye kadar telâş hüküm sürüyor,-.,, rede S a r e k a t-R a ' y a t ( „halk birliği" ) adını, du ; çünkü Holanda hükümetinin indctnezyalı tealdı, P .K .Î. („Indonezya komünist p artisi") ile beâsma baccı imkânsız kılmak, isteme niyeti is­ sıkı bir münâsebet hâlinde propagandaya devam nat edilmişti. Halbuki, „G ava" haclarını o. Mek­ edildi. Sarekat-Ra'yat teşekkülü, P .K .Î. için, bîr ke sâkinlerinin esaslı bir geçim kaynaklan ol­ nevî hazırlayıcı bîr mektep olacaktı ve P.K.Î. duğa bilinmektedir (bk. Snouck Hurgronje, ’ye ancak bir az yetiştirilmiş talebeler kabul Mekka, H, bahis 4}. Galiba Mekke'ulema’s ıiie edilecekti. S -R. reislerine tahsis olunan mutâiea İndonezya ’nm müslüman yetkilileri arasında ve araştırma plânları, gazetelerin { bîtaraf ola­ hıristiyan hey’etînin çalışması hakkında muhâ-, rak ? ) naklettikleri inanılmaz cehalet misalleri­ bereler ve mukaddes camide indonezyalı din­ ne rağmen, mümtaz propagandacılar yetiştiril­ daşlar için husûsî dualar bile yapılmıştır. Böymiş görünmektedir. S.-R. din Üe meşgul olma­ lece de S .-İ.‘dan çok bahsedildi. 19 13 sonunda,. maktadır i bu teşekkül „meutraal köpada A llah" M ekke’de S.-İ. hakkında yazılmış.arapça bir ri- ,, (« Allah hususunda b îta ra f")’dtr; reisler şehir­ sâle biliniyordu ve bu risale sonraları Malezya



SAREKAT-İSLAM diline çevrildi M e k k e ’ de S .- t .’ ın b i r ş û b e s i k u r u l d u (şüphesiz bu şehirde otu­ ran İndonezyahlar için ); fakat bu şubenin ça­ lışmaları hakkında başkaca bir şey bilinmemek­ ledir. Bu şube Holanda Hindistam dışında ku­ rulmuş yegâne S.-İ. şubesi olmalıdır. H u l â s a olarak şunlar söylenebilir: S.-İ, Ho­ landa İle Holanda Hîndİstanı arasındaki münâ­ sebetlerin gelişmesinde mühim bir rol oynamış­ tır ; bu cemiyetin tarihi isiâmiyetîn uyanışı ta­ rihi için ve şarkî A sya'n ın uyanışı için mühim­ dir. S.-İ., geçen asırların sonlarından beri, Indonezya halkı arasında kendini hissettiren bîr ih­ tiyâcın, yâni daha büyük bir hürriyet ve daha büyük bir istiklâl arzâsunun ilk müstakil bü­ yük tezahürüdür. Reisleri bunu radikal ve bîr dereceye’ kadar millî bir istikamete yöneltmiş­ lerdir; fakat halk kütlesi nazariyelerîni asla anlamadı ve m a h a l l î i h t i y a ç l a r ı n a en iyi uyan hareketi destekledi. S .- î.’m 15 yıllık varlığı sırasında, Cava cemiyetinde dış bakım­ dan büyük bir değişme husule geld i; bunun se­ beplerini birinci dünyâ savaşı sırasında ve bun­ dan sonra husûle gelen hâdiselerde aramalıdır; İÇ gelişme bilhassa S.-İ. ’ın te’siri sayesinde baş!adı. Fakat bunun gidişi, tabiî olarak, çok daha yavaş olacaktır. B i b l i y o g r a f y a : Koloniaal Verslag van 1913 ( 1 9 1 4 —1 923' , bölüm C (Holanda Hindistam idaresinin yıllık telhisleri, Bijla-



gen van het Verslag der Handelingen van de Tweede Kamer der Staten-Ceneraal, Bijfage C ; ayn. esr., 1919 v.dd., bölüm B Stroomingen önder de inlandsche bevolkin g ); 1923 'ten sonra Verslag van Besiuur en Siaai van Nederlandsch-Indie . .. van 1924 v.dd., bölüm C sık-sık; Bijlage A (resmî kaynaklar). S.-î. hakkındaki makaleler için bk. Schalker-Mulier, Repertorium op de literatuur bet re ffe n d e de Nedertandsche Kolonien..., 4. tab. ( 1 9 1 1 —1915 \ La Haye, 19*7, s. 89, *33 --14 2 , 146, 299, 302, 309; 5. tab. ( 1 9 1 6 — 1920). La Haye, 1923, s. 128, 164—172, 183, 193, 202, 222 v.d., 257. Bunlardan başka bk. bir de A. Cabaton, La JSarekat İslamu ( R M M , 19 12 , XXI, 348 — 365 ); Der „Sarekat D agang İslam " un d der A ufru hr a u f Djanibi ( Deutsche Wochenzeitung fü r die Niederlande, 17 eylül 19 16 ); Bemerkenszuerte Stromungen in den Baiaklanden. Der S .I . ( Rhein. Miss. Ber., 19 17, s. 2 5 ); G. S ?mon, D er „Sarikat İslam" a u f Sumatra {A llg . Missionszeitschrift, 1917, XLIV. s. 123— 1 25), von Mackay, Der Mohammedaner Bund ..Sarekat Islâm“ ( Die Islamische Welt, şubat 1918); krş. J.T h , P. Blumb erg er, Der S -. /. in „Kriegsbeleuchtung“ ( Ko­



SARF.



215



loniaal Weekblad, 20 haziran 1918 '; O. J . A. Collet, L ’evolution de Vesprit indi gene aux Ihdes Orientales Neerlandaises { Bull. Soc. B el­ ge d yEt. CoL, 1920, XXV II, 461—524; 1921, XXVIII, s. 1 —75 [ayrı basm.; Bruxelles, 19 21]; krş. Kolon. Weekblad, 12 mayıs 1921 ve Ko­ lon. T ijd sch rift, 19 21,3. 538; P. H. Fromberg, De inlandsche B evjeging op Ja v a de Gids, 1914, nr. 10 ve 11 ); B. Alkema, De Sarikat 7s/am, Utrecht, t s .; J. Th. P. Blumberger, De Sarekat I$lamt en hare beteekenis voor den bestuursambienaar (K ol. T i j d s c h r 1919, VIII, nr. 2, 3, 4); ayn. mil.-,- Stemmingen en Siroomingen in de Sarekat İslam ( L a Haye, 1920); ayn. mil. Encyclopaedie van Nederlandsch-Indte2 { La Haye-Leyde. 1919, III, 694a— 703») ve Aanvullingen, 1922, s. 15&— 2i*>( 1924, 196a—2 o ia; C. Snouck Hurgronje, Versprei de Gesehriften ( Bonn-Leipzîg, 1924), IV/H, s. 395—402, 4 0 5-4 0 6 , 409 — 41 0; ayn- mil., Politigue musulmane de la Hollande (Paris, 1 9 u ) ve Verspr. Geschr., IV/II, s. 227—316. (C . C. BERG.) S A R F . S A R F , bir fıkıh tâbiri olarak, fakîhter tarafından şöyle tarif ed In rştir: mübadele edilen metâların bir kıymet ( şaman } vâhidleri olduğu bir s a t ı ş ( bay' ) m u k a v e l e ve m u a m e l e s i [ daha açık bir târîf ile, sikketi veya sikkesiz altın veya gümüşü birbirine kar­ şılık satmak, p a r a b o z d u r m a k t ı r ] , Ş a r f İlk önce s İ k k e l i p a r a m ü b a d e l e s i d i r , fakat her türlü altın ve gümüş mübadelesi­ ni de içine ahr. İsmin gösterdiği gibi ( s a rf kelimesi sa rra f veya şa y râ f isminden yapıl­ mış bir fiilin maşdar 'ıd ır ), sikkelİ paranın bozdurulması veya değiştirilmesi ârâmî men­ şelidir ( bk. Fraenkel, Die aram. Fremdzuörter im Arab., s. 182 v.dd.; Lambert, R E J İ 1906]. LU, 29 ). Ş a r f tâbiri islâmiyette gâiibâ ancak h. I. asrın sonlarına doğru çok kullanılır bir hâle gelmiştir. Buna muvazi bir vakıa olarak, Mâlik b. Anas al-Muvatta ’ ında ve kendisi ile beraber, mâlikîler sikkeli para bozdurmak { s a r f ) He altın ile altının veya gümüş He gü­ müşün mübâdeies’ ni (tartılarına göre ise, mu* ratala, ölçü veya sayılarına göre ise, mubâd a la ) birbirlerinden ayırırlar, fakat diğer fıkıh mektepleri böyle yapmaz; al-Ş â fi'i ( Kitâb alumm, 111, 3o)*de yalnız bir defa benzer bîr ad­ landırma bulunmaktadır: muvâzana. Murabaha hakkındaki hükümler ile sıkı bir şekilde münâ­ sebeti! olan ş a r f ile ilgili fıkıh hükümleri, bu mevzuda Kur'an ’da hîç bîr kayıt bulunmadı­ ğından, hadîse istinat eder. Bu hükümler şun­ lard ır: 1. Aynı cins . cins ) için, eşya vasıf ve iş ba­ kımından ayrı olsa da, mübadele yalnız müsâvî



2X6



SARF v - SARİ ABDULLAH.



mıkdar ( iam âşu l) ile yapılmalıdır. Ayrı, olan cinsler içi a ( gümüşe karşı a ltın }, bu büküm mûteber değildir. Yarıdan fazla kıymeti düşü­ rülmüş sîkkeli paralar metâ telakki edilmiştir (Talmud hukukunda da boyledir; bk. Lambert, ayn. esr., s. 32 v.d.} ve kâr ile ( m utafasilen) mübadele edilebilir. Bunun neticesi olarak, bun­ ların ziynet v.b. eşyası hâline gelmesi için bir ücret verilmesi, murabaha gibi, yasak edilmiş­ tir ; halbuki yeni fakîhler şekil değiştirmenin iş kıymetini kabû! ederler ve satışı s a r f telakki etm ezler.(Benatİ Fekar, s. 80}. 2. Karşılıklı ola­ rak mübadele edilen eşyanın alınması alış veriş yapanların ayrılmasından önce olmalıdır {al-takabuz kabl al-tafarruk ). Başka tâbirler île, ve­ resiye bütün muameleler hâriç bırakılarak, öde­ menin peşin ( n a k d ) olması istenilir (bu husus Osmanlı-Türk hukukuna geçmiş idi, aş. b k .). Boylece, msl. satın alma bedelinin yalnız yarısı ödenmiş olan bir gümüş çanak müşterek bir maldır, halbuki mâliki ve şâfiîlerde böyle bir satın alma tamâmiyle itibarsızdır ( h a fil). Hat­ tâ borcıı hesaplamak tarzında da fikir ayrılık­ ları vardır. S a r f ile başka bir fıkıh muamele­ sinin b i r t e k m u k a v e l e d e birleştirme­ nin yasak olduğu, pmûmiyetle bîr kaide olarak, kabû! edilir. 3. Mübadele edilen eşyâ, temellük edilmeden önce, kullanılamaz ve bundan istifâ­ de edilemez. 4. Hiç bir muhayyerlik şart koşulamaz (b iy â r al-şa rt); buna karşılık, kusurlar varsa, hıyar al-1ayb ( »kusur muhayyerliği" ) ve mşl. ziynet eşyasının satıp alınmasında kiyâr al-rıı’ya ( »görme muhayyerliği" ) kabul edilir. Fakîhler .sikkeli paranın bozdurulması veya de­ ğiştirilmesi sırasında bir fazlalık elde edilme­ sine imkân veren şer’î hiyleleri de tesbit etmiş­ lerdir ( al-Kudüri, al-Halabi, buna âıt bâb 'ın sonunda; al-Mudavvana, V 1H, 126 v.d.; Sachau, Muk. Recki, s. 281 ). Ulemânın hakîr gör­ düğü ve hemen-hemen hepsi yahudi olan sar­ raflar orta çağdan itibaren bir lonca hâlinde teşkilâtlanmışlardı ( Mez, Renaİssance des Islâmş, ,s. 449 î Young, Corps de droit ottoman, b.ÖHim 67, madde 6 v, dd.). Yeni İslâm devletle­ rinde paraların bozdurulması veya değştirilm esi içip husûsî kanûnlar vardır ( 12 8 1— 1861 *de Tür­ kiye için bk. Y ou ng,göst. yer.)-, krş. mad. RİBÂ. B i b l i y o g r a f y a - . Hadîs ve fıkıh kitaplarında ilgili bahisler için bk. al-Mudavvanai al-kubrâ (Kahire, 132 3), VIII,1 0 1 —:t$5; aî-Sarahsi, Kitâb al-mabsüt (K a ­ hire, 13 2 4 '. XIV, 1 —90; H alil b. İshSk, alMuhtasar ( tre. SantİIlana', Milano, 1919, H, 186 v.d d ., Querry, Droit musulman, 1, 4°8 _v, d d .; van den E erg. De contractu »do ut rfcs" (Leiden, hukuk tezi 186Ş), s. 1 1 0 —1 1 3 ; Emil ;Çphn, Der Wucher (Heİdelberg, 1903, felse­



fe tezi), s. 9—22; Dimitroff ( M S O S . As, 1908, XI, 15 5 ) ; Benali Fekar, V usure (.Lyon,.hukuk tezi, 1908), ş. 45 v. dd., 76 v. dd. f Felİx Arin, Recherches historiçues sur le s , operations usuraires ; Paris, hukuk tezi;, 1909 ) s. 60 v. dd. ( H e ffe n in G.) S A R I A B D U L L A H . S A R İ CA BD A L L A H EFEN D İ (1584— 1660), XVII- asırda, tasav­ vuf î ve siyâsî'te’ H'fati ile şöhret bulmuş m umt a z b i r t ü r k m ü e l l i f i ve r e ı ş-ü 1 k ü tt â b ı . Babası, muhtemelen Tunus veya Cezây ir taraflarından İstanbul *a hicret ejder ek, burada yerleşen Seyyid Muhammed adında bir Magrib şehzadesi olup, annes’ , vezirlik ve kaputan-ı der­ yalık gibi yüksek mevkilerden sonra, iki defa sadâret makamım işgal eden Halil P a ş a ’nm. kerdeşt beyler-beyt Mehmed P aşa'n m (ölm. 997 ) kızıdır. Kendisi eserlerinde künyesini dâ­ ima Abdullah1 b,_es^Seyyid ( veya eş-Şerî f ) Muhammed _ b. *Abd AÎİâh olarak kaydetmek­ tedir, Bu itibârla, Müstakirp-zâde ve onu tek­ rar eden Hacı Tevfİk ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi müelliflerin bunu' ‘ Abd Aliâh b. Muhammed b, İbrâhim suretinde göstermeleri doğru değildir. S icill-i osmânî ’ de babasının adı, yanlış olarak, Mahmud gösterilmiştir. Ken­ disinin Seyyid veya Şerîf unvanı ile zikrettiği babasının şerifler sülâlesine mensup olduğu anlaşılıyor. Abdullah E fen d i’nîn doğumu hak­ kında mevcut kaynakların hiç bir tarih ver­ memelerine ve sâdece Müstakim-zâde’nin ( Menâkib-i melâmiye-i şettâriye-i bayrâm îye, Süleymaniye, Nâfİz Paşa kütüp., pr. 1164, 6o«), 991 ( 1583 } tarihini zikretmesine mukabil, S a ­ hih Ahmed Dede ( Meçmû'at-ut-tevârih-i mevtev îy e , Konya, Mevlâna müzesi kütüp., ur. 3446, s. 1 75) bunu z9 safer 992 ( 12 mart 15841 olarak, gününe varıncaya kadar, tesbit etmiştir. Babinger, A . Gölpmarh ve Sa’ deddin Nüzhet de dâhil olduğu hâlde, müelliflerin ekserisi, Murad III. zamanında doğan Abdullah Efendi ’n’ n babasının Ahmed 1. devrinde İstanbul’a gelmiş olduğunu söylemek suretiyle, bir tarib hatâsına düşerler. Halil Paşa, Abdullah h bîr az büyüyünce, kendi dâiresine alarak, tahsil ve terbiyesi ile yakından alâkalanmıştır. Kay­ naklarda her hangi bir isim verilmeksizin, sâ­ dece, zamanmm Heri gelen ulemâsından t.ahsil gördüğünden bahsedilmektedir. Eserlerinden ve ahfadından La'lî-zâde AbdüJbâkî ‘nin kendisin­ den yaptığı nakillerden, onun erken yaştan itiba­ ren muhtelif tarikat erbabı ile temasa geldiği ve esaslı bir tasavvuf terbiyesi içinde yetiştiği öğrenilmektedir. Henüz bulûğa erişmediği bir rivayete göre de, 15 — 16 yaşlarında bulundu­ ğu sırada, babalığı Hacı Hüseyin Efendi ’nin rehberliği ile melâmilîğe İntisap etmiş ye yine



SAR



1



ABDULLAH,



aym tarihte İdris-i Muhtefî { Hact Aİİ el* Rû­ liğe uğraması yüzünden, 1037 şabanında (ni­ mî ) ’ye bağlanmıştır { La’Jî-zâde Abdülbâkİ, san 1628) Halil Paşa ile birlikte, kendisi de Menâkib-i melâmiye-i bayramı ye, s. 43 v. dd.; ba vazifeden a zî ol undu ve yeni sadrâzam HiisMuştaki mzâde, M enâkib-i melâmiye-i şetiârir rev P a ş a ’nm kendilerine zararı dokunmasın­ ye-i bayramiye, 6öfa v. dd. La'lî-zâde ’ nin bâz) dan çekindikleri için, tebdîl-i kıyafet ederek, yazma nüshalarında bu hâdisenin Sarı Abdul­ gizlice İstanbul ’a döndüler. Paşa, Hüdâî der­ lah 14 yaşında iken vukua geMiği kaydedilir). gâhına üticâ etti, kendisi de evinde gizlendi. Hacı Tevfik onun İdrîs-i Muhtefî’den inâbet A z sonra Halil Paşa Hüdâî ’ nin, kendisi de tarihini 1 0 1 8 . 1 6 0 9 ) olarak gösterir; L a ’lî-zâ- Koca Mustafa Paşa dergâhı şeyhinin şefa­ de 'nin bahsettiği yaşa göre, bu 1007— 1008 atleri ile, affolundular ( Müstakîm-zâde, Menâyıllarına, hattâ daha evvele çıkar. Devrinin kib, 73a; krş. H a tif at al-ruasa, s. 32 ; H adi kat Ya'kub Dede ( H elvâyî-Dede), Osman Emîr al-cavâm i\ 11, 203; Osmanlı m üellifleri, I, Etendi, Ramazan Efendi, Merkez Efendi halî­ 100). İstanbul Man dönüşü akabinde, sefer* fesi Şeyh Necmeddin Haşan Efendi gibi meş­ de bulundukları sırada ( 1 03 6) ölen Hacı Kahur tarikat sımaları He çocuk denilecek bir bâî yerine irşâd makamına geçmiş bulunan yaşta münâsebet kurmuş, hâmisi Halil Paşa Beşİr A ğ a ’ya bi’at etti ( 10 3 7 = 16 2 8 ) . Safâî ’nm şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî Efendi Men, ’nin belirttiğine göre, Beşir A ğa ile münâse­ paşanın, delâleti ile, ayrıca feyz almıştır ( Cav- beti, kendisinin bir ara hamzavî-meşrep oldu­ harat al~bidaya, Üniv. kütüp., nr. T Y 3792, ğu zanııma yol açmıştır. Halil P a şa ’nın ölümü 281», 275», 276a, 277b, 281b). Müstakîm-zâde ( 1 0 4 0 = 1 6 3 0 ) ile hâmİsint kaybeden Abdul­ ( T uhfa-i hattatın, s, 281 ) Sarı Abdullah ’m lah Efendi, uzun bir zaman resmî hizmetten ilk bi’atinin Azîz Mahmud E fen d i’ye olduğu­ çekilerek, bir uzlet hayâtı geçirdikten sonra, nu söylemektedir. Şeyhî de A z ’z Mahmud Şevval 1047 (şubat 1638 )’ de. rikâb-ı hümâyûn Efendi Men inâbe eylediğini kaydeder. Bizzat reis-ül-küttâb kaymakamlığına nasbolundu ve kendisi böyle bir inâbeden bahsediyor ise de Murad IV. ’ın maiyetinde Bagdad seferine işti­ ( Cav karat al-bidaya, 277b), zikredilen biatlerin­ rak etti. Fetih esnâsmda şehîd olan İsmail efen­ den hangisinin daha evvele âit olduğuna dâir di yerine re:s-üî-küttap tâyin edildi. Fetihten bîr sarahat yoktur. Abdullah Efendi, İdrîs-i sonra dönüşte, Dîyarbeîcır Me iken, 1048 zilhic­ M uhtefî’ nin vefatından { 1 024 rehiülevveî so- cesi başlarında ( nisan 1639) vazifesinden azlnu«nisan 1 61 5) sonra, irşâd makamına ge­ olundu. 1049 şabanında ( kânun I. 1639) Sadâ­ çen Hacı Kabaî ’ye bi’at etti. ret kaymakamı Hüseyin Paşa tarafından reis■ Sarı Abdullah *m gençlik yıllarında yalnız ül-küttâb kaymakamlığına getirildi, ( Topçuiarİstanbul Ma kalmayıp, dışarı da çıkmış olduğu Kâtibi Abdüİkadır, Tevârîh-i âl-i Osman, Vi­ yana Millî kütüp,, nr. 1053, $20»). 7 cemâziyelkendi İfâdesinden anlaşılmaktadır. Msl. 1 01 1 ( 1602/1603 ) Me Erzurum Ma bulunmuş, burada âhır 1050 (24 eylül 1640 )Me vazifesi Anadolu mâruf Ruşeni şeyhi Hacı Şeyh He görüşmüş İdi muhasebeciliğine naklolundu ( Topçular-Kâtibİ, ( Çavharat ul-bidöya, 274a“ b ), Aym zamanda, ayn, esr., 5276). Bir ay sonra da mansıbı cizye Halil paşa ’nıtı divîtdârı sıfatı üe, Abdullah muhâsİbciliğine çevrildi, 1060 yılı sonlarında E fe n d i’n'n, onunla birlikte, muhtelif yerleri do­ {kânûn II. 1650) piyade mukabelecisi ve 1065 laşmış olduğunda şüphe yoktur. Nitekim bu va­ muharreminde de (teşrin II. 1654) mensuh muzife-He, vezir iken paşanın yanında bir ara kataacisı oldu. H a lifa t aUruasa İse, onun 1060 E d irn e’ de bulunduğunu ve mürşidi İdrîs-i Muh- ’ta piyade mukabeleciliğinden, 1065 ’te de men­ tefî ’ye âit bir mes’ele hususunda yardımı do­ suh mukatascılığtndan mâznl olduğunu beyân kunduğunu. kendisinden naklen bilmekteyiz etmektedir. Müstakîm-zâde, ( Menâkib, 626) ile (L a ’lî-zâde Abdülbâkİ, ayn, esr., s. 47 v.d.). A li Sâtı’ ( fdadi kat al-cavâmîc, II, 203), diğer 1025-^**028 ( 16 16 i—1619 ) Mekî ilk sadrazam­ kaynaklardan farklı olarak, onu mensuh mukalığı ve şark ser dar lığı sırasında Halil Paşa Mm taacılığına 1069 (16 5 8 /16 5 9 )’da tâyin edilmiş maiyetinde Jbulunduğu muhakkak olan Abdul­ gösterirler. Mensöh mukataacılığı Abdullah lah Efendi, paşanın ikinci sadâretinde (10 36 — Efendi ’nin son resmî vazifesidir. Çok ilerileÎ037— 162&—1628), Abaza Paşa gailesini ber­ miş bîr yaşa gelen Sarı Abdullah Efendi, bun­ taraf etmek üzere şark serdarı olduğu vakit, dan sonra resmî hayattan çekilerek, Koca Mus­ tezkîreci olarak, onunla birlikte sefere iştirak tafa Paşa dergâhı yakınındaki evinde ibâdet etti. Bundan sonra onun me’mûriyet hayâtı mü­ ve te’lifât ile son yıllarını geçirirken, 23 sa­ him terakkiler kaydeder. Sefer esnâsmda ölen fer 1071 { 28 teşrin I. 166,0 ) Me vefat elti. Me­ Mehmed Efendi yerine safer 1037 (teşrin 1627) zarı, Topkapı Man Maltepe ’ye giden yol üze­ Me reis-iil-küttâb oldu. Ancak çok geçmeden, rindeki müstakil sofadadır (Mezar kitabesin­ Abaza Paşa ’ya karşı seferin muvaffakiyetsiz- de mukayyet bulunan bu tarihe mukabil, Şeyhî*



aı8



SARİ ABDULLAH.



ve onu nakleden müellifler onun olumunu 1071 recebinde = marl/ 1661 gösterirler. Müştakı mzâde (ayn. esr., 626} ve onu olduğu gibi tekrar­ layan Mehmed A li A ynî ’nm onun ölümünü 107a olarak kaydetmeleri tamamen yanlıştır. 1072 ’de vefat eden bir başka Sarı Abdullah ’tır, bk. Şeyhî, Vakayı al-fuzalâ, s. 342 ). A b ­ dullah Efend i’nin Resmî mahlasım taşıyan Mus­ tafâ adında bîr şâir oğlu olup, dergâfa-ı âlî ce­ beciler kâtibi iken, 1066 ( 1655/1656 ) ’ da Girid *de vefat etmiştir. Sarı Abdullah, münâsebet kurduğu çeşitli tarîkatlere mensup tasavvuf erbabından ayrı-ayrı feyiz almış olmakla beraber, ömrü boyunca bayram îi'ğe bağlı kalmıştır. Başka tarîkatlerden münâsebette bulunduğu şahsiyetler arasında M esnevi şârihi mevlevî İsmail Ankaravı ’yi de bilhassa zikretmek gerekir. Kendisi, her hangi bir yanlış zanna vesile vermemek maksadı ile, Mesnevi şerhinde tarikatının bayrâmîlik oldu­ ğunu ayrıca belirtmiştir. Yaşlılık devresinde te’lif ettiği bir eserinde kendisinden, aslen bay­ ramı, tarikatçe celvetî ve terbiyece mevlevî ola­ rak bahsettiğini görüyoruz {Nasihat al-mulûk iarğib, İs­ tanbul, 1269, s. 314 v.d .* Sicill-i osmânî, IVj 5 8 1; Ş. Sami, Kâmüs al-a'lâm, s. 2816 .V.d. ( ism’ n şekillerine dâir).



,



. ( F ranz BÂBINGERO



S A R I S A L T IK DEDE, t ü r k d e r v i ş i v e b e k t a ş İ v e l î s i. Hacı Bekîaş [ b. bk, ] ’ın muasırı olup, onun tarafdaHarından idi. Bu devirde Anadolu ’daki bir çok dervişler gibi, aslen buhârâlı olan Sarı Saltık ’ın hakikî adı galiba Mehmed ( Evliya Çelebi, Seyâhat-nâme II, *34, s—e) îdi. Hayâtı hakkında pek az şey bilinmektedir. Seyyid Lokman tarafından zaptedilen O ğuz-n& m e ’ye göre, Sarı Saltık Dede 663 (13 6 3 /12 6 4 } yılında, Dobruca’da BabaDağı havâlisinde bulunan 10.000— 12.000 kişi kadar olan türkmenleri idare etmiştir. Hulagu ’ nun gelmesi ( krş. I s l XI, 24 ) He ilgili ol­ ması muhtemel bu muhaceretin sebebi bilin* memektedî'r, O ğ u z -n â m e ( krş. J, J. W. Lagus, S e i d L o c m a n i e x lib r o T u rcico q u i ö g h u z n a m e in s e rib itu r e x c e r p ia £ Heisingfors. 1854 ] ve G. Flügel, Die â ra b ., P e r s . u n d T ü rk . H a n d seh r. d e r W ien e r H o f b ib l., II, 2 2 $ ) 'den başka



onun hakkında muasır hîç bir kayda sahip değiliz ve aynı asra tekabül eden Bizans kay­ naklarında ( msl. Pachymeres, Nikephoros Greg., Georg. A kropotita; krş. J . J . W. Lagus, ayn. e s r., s. 30 v. dd.}bu ususta hiç bir kayda tesa­ düf edilmemektedir. Bununla beraber bâzı ri­ vayetler mevcut olmalıdır. Msl. Evliya Çelebi ’ ye göre, Yazıcı-oğhı Mehmed Çelebi ı ölm. 8 5 4 = 14 5 0 } Sarı Saltık hakkında bir risale ve eski Oczakov valisi Kenan Paşa 40 k u r r a s a ihtiva eden bir Ş a lit k -n â m a yazmıştır (krş. E v İİy â Çelebi, a y n . e s r., III, 366, bir de bk, U , D. Smîrnov, O ç e rk is t o r ii tu re tsk o y U tera İu rı, bk. Korş V se o b şça y a is io r iy a lite ra tü r , Petersburg, 189*; burada bîr Salük-nâm e ’den parçalar verilmiştir}. Bu kaybolmuş kaynakların bîrinden kendi devrinde haberdar olan Evliya Çelebi Sarı Sal­ t ı k ’m, Besarabya ’da yerleşmeden önce, ArpaÇukuru, Sivas ve T o k a t’ta kaldığını nakletmek­ tedir. Burada iken, kendisine *acam denildiği rivayet edilir. Sarı Saltık hakkında elimizde bulunan en eski kayıt, İbn Battüta (II, 41 6} ’da bulunmaktadır. İbn Battüta, Sarı Saltık ’ tan aş.-yk. bir nesil sonra, onun Baba-Dağı ’ndakİ makamım ziyaretinden ve menkıbele­ rinden bahsetmektedir. İbn Battüta 50 yılitadar önce Ölmüş bulunan Sarı Saltık hakkında açık bir şekilde hiç bir şey zikretmemiştir. Bu sey­ yahın Bizans azizlerine dâir menkıbe ve kera­ metler naklettiği ve Sarı Saltık ’ı Bizans aziz­ leri İle karıştırdığı görülmektedir. Bununla beraber, Evliya Ç e le b i’ nin Sarı S a ltık ’a dâir naklettiği rivayet husûsî bir ehemmiyet arzeder. Buna göre, keramet gösterme kabiliyetini hâiz bulunan bu velî ölümünden sonra, »cese­ dinin bulunduğu yerin bilinmemesi, oratann müslümanlar tarafından ziyaret edilmesi ve bu



SAkl SALTIK DEtîE - SARIK. ziyaretler neticesinde bu memleketlerin İslâm hâkimiyetine geçmesi" ( krş. J. v. Hammer, G O R , VIII, 354 v .d . ; Evliya Çelebî, ayn. esr., U I ,i 3 î v.d. d,) için birinde naşı bulunan kapa­ lı altı veya yedi tabutu küffâr diyarındaki şe­ hirlere göndermelerini oğullarına vasiyet et­ miştir. . Evliya Ç e leb i’ye göre, bu emir mûcibince, tabutlar Baba-Eskisİ, Baba-Dağı, K aliakra, Bü­ zen (Rom anya) ve hattâ D anzîg’e kadar gö­ türülmüştür. Sarı Saltık ’a L ip k a ’ daki türk* lerrn islâmlaştırılması isnat edilir. Türk velîsi ile hıristîyan velîleri arasındaki karıştırmaya stk-sık rastlanır, fakat bu karıştırma Balkan memleketlerinde daha da sık görülür. Sarı Saltık Kaliakra (îC ilğ ra )‘da bir devir elinde esir bulunan hıristîyan prensesin kurtarıcısı ola­ rak görünmektedir (krş. Evliya Çe'ebî, 11, 137 v.d.; C. J. Jireçek, Da s Fürstenthum Bulgarien , W en, *890, s. $36; J. v. Hammer, Rumeli und Bosna, Wien, 1 81 2, s. 27; ArchaoL-epigrapkische Mıtteilungen, 1886, X, 188 v. dd.: Z D M G , 1922, LX X V I, 1 55) ve Evliya Çelebî bizzat, Sarı Saltık '1 azîz Niko'a ( Sveti Nikoia(. krş. ayn . esr.. H, 137 ) ile münâsebetdar gös­ terir. Sarı Saltık ‘in diğer makam ve türbeleri Kroja (krş. W ıssenschaftl. Miti e il ungen aus Boşnien, VII, 60 ; Ippen, Skutari, s, 71 v.dd.; A. Degrand, Souvenirs de la Haute*Albar.ie, Paris, 19 0 1, s 223 v.dd,, 336 v.dd.), Ed'rne 'de t Evliya Çelebî, Ui, 48 ı v.d.). azîz Spyridon / Spiridion ) ile münâsebetdar göründüğü K o rfu 'd a (krş. Ş. Sâmî, Kâmüs aFa'lüm , s. 2916), Mostar civarında B tagay’da ( krş. Sacir S ik iri^ Dervisklostorok es szent sirök Boszniâbant.Tûrân, Budapest, 19 18 ,.s. 605 v.dd.; Ev­ liya; Çelebî, VI, 474 ‘tebu'unduğuna göre, muahI pren teşekkül etmiş o l ma l ı K r o j a ve Cakova arasında bîr yer olan ve türbesinin bulunduğu iddia edilen ı krş. F. W. Hasluck, Annual o f the Britİsh School ai Athens, XXI, 122, nr. 3), azîz Naum { Sveti Naum ): yunan manastırında, Ohrida gölünün cenup sahilinde (krş. Ş, Sâmî, gost. yer.) bulunmaktadır. San Saltık, vaktiyle azîz Georges, sonra azîz Eiias. daha sonra azîz Simeon ve nihayet «Kara Konjolos" ( aynen böyle, Evliya Çelebî. Travels, nşr. J. v, Ham­ mer, 1, ı b ı , İstanbul tab'mda bu kayıt yok­ tur) ile bir tutulmuş idi. Bununla beraber. Sarı Saltık ’ın başlıca zi­ yaret edilen makamı Baba-Dağı ’ nda ( İbn Bat­ tüta gost. yer.*. Evliya. Çelebî, UI. 368 v.d.) bulunmaktadır. Sultan Bayezid 11. burasım bir ziyaret mahalli yaptı; daha sonra Sultan Sü­ leyman burasını ziyaret etti , krş. Histoire de (a cam pagn e , de Mohacz par Kemal Packa Zadeh, nşr. M, Pavet de Courtei.l|e, Paris, 1859,



i-î.2-1



s. 80 v.dd., 1 77; J* v. Hammer, G O R . III, 202). Sarı Saltık, nihayet «bozacılar" esnafının p îr ’î olarak görünmektedir (krş Evliya Çeîebî, I, 659; burada Sarı Saltık Ahmed Y esevi ’ nin hali f a ’si olarak gösterilmiştir ). At. Jaba, Recueil de notices et recits kourdes ( Petersburg, 1860 \ s. 94 v. d d ,’da bulunan Sâri Salte ’nin Sarı Saltık ile aynı olup-olmadığım tesbit etmek gerekir. Nev’î-zâde A tâî ( ölm. 10 4 4 = 16 3 4 ; krş. J. v. Hammer, Geschichte der osmanischen Dichts kunst, İH, 28ı ) 'nin Ham­ sa ’sînde olduğu gîbî, muahhar Osmanlı ede­ biyatında da Sarı Saltık adına tesâdüfedilir. San Saltık *m yarı tarihî, yarı efsânevî vaziye­ ti ciddî bir araştırmağa değer. Doğru olan ci­ het, Sarı Saltık ’ın büyük bir saygıya maz'har olduğu Balkanlar ’daki hektaşiler ile sıkı-sıkıya, alâkalı olmasıdır. Balkanlar ’da fA li taraf darla­ rıma (alevî ) tarihi karanlık kaldıkça, Sarı Sal­ tık hakkında ancak şüpheli mutalara sahip olabileceğiz. B i b l i y o g r a f y a t Metinde zikredilen lerden başka, bk. bîr de I. K. Dimitroff, Spisanie na Bulgarskata Akadem iya na. naukite ( türkmenler’n Dobruca’ya muhâcereti. hak­ kında A Sofya, 1915 ; F. W. Hasluck, A nnual of the Britlsh Schoöl at Atkens (19 12/19 13-), XIX, 203 v.dd., XX, 10 8 ; A . Degrand Sbuvenirs de la Hauie~Albanie (Paris, 19 0 1), s. 236 v.dd. (S a rı Saltık efsânesi); Grenard;J A { 1900 \ X V , 5 v.dd.; Küprülü-zâde Meh­ med Fuad, Türk edebiyatında ilk m utasavvıf­ lar ( İstanbul, 19 18 [= 1922]), si 23 v.d d , 1-26,1 284, 312 (Evliya Ç e leb î’den naklen); S a'd ' al-Din, Tâc al~tavârik, II, 44,6; ‘A li, Karık, al-ahbar (basılmamış kısım.); J. v, Hammer, G O R , 1, 1 22; I I ,.14 3 ; III, 202, 799; VIII, 354; ayn. mil., Geschichte der Osm. Dichtkunst, II, 259, not. 2 ; j , Deny, Sa ry Saltyq et le nom de la ville de Babadaği ( Melonges Em ile Picot, s. 1 1 ); ayn mil., Traditions populaires de Florina ( Remi e des Traditions populaıres. 1 91 9, XXXIV, zeyil).



( Franz Babinger .) S A R I K , müstuman şarkta, erkeklerin k ü ­ l a h , t a k y e veya f e s e t r a f ı n a s a r d ı k ­ l a r ı İ n c e b e y a z veya başka renkte k u-' ma ş , d ü t b e n d. Sarık mânasına olarak A v­ rupa dillerinde kuüam’an turban kelimesi, ay­ nı zamanda külah ( veya, fes v. b.) ile bir arada sarık mânasına da gelmektedir. Bu mânada' turban kelimesi, bu şekli ile; yalnız Avrupa-diller’nde bulunur ( alm, turban ; ingt. turban, turband. frns. turban, tulban\ itat. ve portekiz ispanyolcasında iurbante; Holanda düindö tulband; romence tu lipan; bunlar o İleolan .daha eski şekillerden gelmektedir : tol{l)i«



i



î â&



SARlK.



6an, tolipan, tolopan, tourbant, tourban, tor- için hiç bir şey isbat etmez, ancak muahhar ban te) ve umumiyetle, türkçenin aracılığı ile, müslümanların temayüllerini gösterir. Müslüfarşça dulbend kelimesinden iştikak ettirilir; manlar için, bir hadîsin hulâsa olarak ifâde et­ esasen J a l e " mânasına olan fransızca tulipe ke­ tiği üzere, sarık şunu ifâde ediyordu: »müslülimesi de bundan gelmektedir ( bk. Meyer-Lübke, man için vekar, arap için d e ğ e r"vakar l i ’l-musRomanisckes etymologisches Worterbuck, Hei- lim va eizz li H-arab ve yine bunlar için, delberg, 19 1 1, s. 682, burada, R evue des Lan- Peygamber tam mânası ile »sarık sahibi" ( ş5gaes romanes, LÎII, 54 ’e istinât edilerek, mar- hib a l-im â m a ) idi. Hattâ sarık yapan türk Us­ teau [ »çekiç" ], torbandalo denilen balığın adı taları ( dulbendciler), kendilerine pîr olarak, ile de bir yaklaştırma yapılır). Bununla berâ-^ bizzat Peygamberi seçm işlerdi; zîra Peygam ­ ber, turban kelimesinin Avrupa Maki yayılma­ berin, peygamber olmadan Önce, S u riy e ’ de sa­ sına bakılarak, diilbend kelimesinin zannedi­ rık ticâreti yaptığı ve bunları Mekke Men Boşle bileceği kadar şarkta yayılmış olmaktan uzak r â ’ya kadar gönderdiği rivayet olunur { Evîîyâ olduğuna, fakat farsça (v e kısmen tiirkçe) dil Çelebî, I, 590). Doğruluk ve sıhhati şüphesiz sabası ile mahdut bulunduğuna ve buralarda olan yegâne hadîs m enfîdir: muhritri ’e yalnız da aynı mânada başka tâbirlerin kullanıldığına karni s, sarâvil v. b. değil, sarık daı men'edildikkati çekmek yerinde olacaktır. Arapçada miştir. Bu hadîs al-BuhSrı ( Bâb alkarna im, »sarık" mânasında en umûmî kelime *imâma Libâs, bâb 15 )Me de bulunur ve ekserisi zayıf ’d ir; bu kelime de aslında yalnız türkçedeki olan öteki hadîslere karşılık teşkil eder. Msl. sarık mânasında iken, sonraları hem sarık, hem bu zayıf badîslerin birine göre, Adam, cennet­ takye mânasını, yâni fransızcadaki turban ke­ ten kovulduktan sonra, Cabrâ’ i l ’in başının et­ limesinin mânasını almıştır. Fakat bu tâbirler rafına sarmış olduğu bir sarık taşımış olmalı­ dışında, muhtelif miislüman memleketlerinde, dır ; bundan önce o bir tae ( töc ) giyiyordu. avrup alıl arca ekseriya doğru anlaşılmayan tur­ Adam Men sonra, boynuzlarını gizlemek içm, ban mefhûmuna delâlet eden ve bir de bunun sarık saran İskender Zu ’l-Karnayn olmuştur. ayrı-ayrı parçalarım gösteren pek çok tâbir Ekseriya zikredilen bir hadîste şöyle denilmek­ vardır; aşağıda bu tâbirlerin muvakkat bir te d ir: sarıklar araplarm tacıdır {a l-a n is in i cedveli verilecektir. tîcân a l - a r a b ) ; bu da türlü şekillerde izah Bu şekilde bir baş-ortüsünün menşe’i şüphe­ edilm iştir: diğer kavimlerde tâc ne kadar nâdir siz eski şarkta aranmalıdır: göründüğüne gö­ ise, sarık da araplarda o kadar nâdirdir; be­ re, daha bâzı âsûrî ve eski Mısır şekillerinde deviler yalnız ItÜiâh {k alö n is) giyerler veya sarıklı tâkyeye oldukça benzeyen bir külah bu­ hattâ başlarına hiç bîr şey giymezler-; v^ya lunmaktadır ( bk. Reimpell, Geschichte der baby~ İranlılar nasıl tâe ile süslenirlerse, araplar da îonischen und' assyrischen K leidung, s. 4 0 ; öylece sarık ile süslenirler; böyieee tâc naSıf Jo se f von îCarabacek, Abendlandische Künstler iranlılar için milli bir alâmet ise. sarık da'arap­ zu Konstantinopel, Denksckr. A k. Wien, 1918, lar için mîllî bir alâmettir. Benzer bir hadîs L X 1I, 87 v. d. ve bir de J . v. Hammer, G Ö R , şöyle d er: sarık sarınız da, boylece sizlerdeıi VII, 268 ve Staatsverfassung, s* 441 ). A rabis­ önceki halklardan ayrılınız (ftam m ü hâlifti tan ’da, galiba islâmiyetten önceki bedeviler *l-umam kablakum ). sarıklı takyeler giyiyorlardı ve uzun külahın Sarığı, kâfirler kârşısmda, müslümaniarm ayı­ bu baş-ortüsünün İran ’ a âit kısmı ve etrafına rıcı bir İşareti olarak gösteren hadîsler daha sarılan sarığın ise, bunun asıl arap unsuru ol­ sık tır: sarık islâmiyetin alâmetidir {al-amâUm duğu iddiası ileri sürülmüştür ( jacob, Altara- sime? al-islâm ); sarık îman ile kâfirlik arahinbisches Beduinenleben, s. 44, 237). da bir ayrılık alâmetidir { al-izıünia höciza İslâmiyet devrinde, sarık, zaman ile, üç a l â ­ bayn al-ku fr va ’l-imün veya bayn al-musli m e t hâline geldi : arap iç!n millî alâmet, müs- min va ^-müşrikin ); bizim ile müşrikler ara­ lüman için dinî alâmet ve askerî olmayan mes­ sındaki fark külah üzerine sarılan -Çarıktır lekler için, askerî vazifelere mukabil olmak ( fa r k mâ baynanâ va bayn al-muşrikîn alüzere, meslek ( bu da sonraları dinî ve idârî ‘amâ’im cala 'l-kalönis); yahut da gelecek­ vazife ve me’ mûriyetîer, vezöif-i diniye ve di­ ten haber verm e: ümmetim külah üzerine sâvâniye olarak, daha küçük İki kısma bölün­ rık sardığı müddetçe bozulmayacaktır ( lâ iamüştür ) a 1 â m e t i. zâlu um mat i lala 'l-fiira mâ labisü '‘1-amü’irh Peygamberin başına giydikleri ; hakkında bir tala *l-J$alâni$ ) ve kıyamet gününde insan ba­ Çok teferruat nakledilmektedir. Fakat bu ha­ şının veya külahının etrafındaki her sarık bâÜ* dîslerde sonraki âdetleri geriye, Peygamberin kası ( k a v r a ) için nûr alacaktır. Bil sûreîie zamanına götürmek temayülünü fark etmek »sarık sarm ak" »îslâmiyeti kabul etmek" İîe kolaydır. Şu hâlde, bunlar Peygamberin devri aynı mânaya gelmektedir. Bununla beraber, sa-



SARIK. nk sarmak islâmiyetin mecburî esâslarından ( farz ) d e lild ir; fakat bu sünnettir ( m«stahabb, stznna, mandnb ) ve sarık sarmak için, umûmî bir davet şöyle ifâde edilm iştir: sarık sarınız da, rüb asaletiniz artsın {i'tammü iazdâdü hilmu hususta çok serbest davranmıştır ve kendisi basan külah olmadan sarık, bâzan sarık olmadan külah, bâzan da, her ikisini bîrden taşırdı; evde ve hastaları görmeğe gittiği zaman, şüphesiz hem külah, hem sarığını çıkarırdı; fakat cemaatine hitap ettiği ve İnsanlar üzerinde te’sir yapmağı arzûladığı zaman, aslâ böyle yapmazdı. En sık görülen sarık rengi b e y a z d ı r . Bu Peygamberin sevdiği renk sayılır ve bir de cennet rengi telakki edilir. Peygamberin sarı­ ğının beyaz olduğunu gösteren bîr badis bu­ lunmadığı doğrudur; fakat şübhesiz bü beyaz rengin tam tabi’î bîr renk olmasından ileri gelmektedir. Bedr ’de müslümanlara yardım eden meleklerin beyaz sarık taşıdıkları söy­ lenir. Bunu takip edecek olan kayıtlar başka renk­ lerdeki sarıklardan bahsederlerse, bunda beyaz ile doğrudan-doğruya bîr tezat yo ktu r; zira bahis mevzuu renkler hâdiseler ile alâkalıdır ve böylece varlıklarının bir sebep ve mânası vardır. Bir başka rivayet m sl Bedr ’de melek­ lerin s a r ı sarıklar taşıdıklarını bize bildirir ve bu savaşmakta olan müslümanları teşvik içindir. Başka bir hikâyeye göre, yalnız Cabrâ’ it’in nûrdan yapılmış sarı bir sarığı, diğer meleklerin beyaz sarıkları var idi ve beyaz, yeşil, siyah, kırmızı v. b, sarıkları muhtelif zümrelere isnat ederek, meleklere dâir kayıt­ ları uzlaştırmağa çalışan hikâyeler de vardır. Peygamber ilk önce san rengi sevmiş, fakat sonraları bunu men’etmiş olmalıdır, M ekke’ye giriş sırasında ve K a’be kapısında hutbesi sırasında, bir de minber üzerinde ko­ nuşurken, Hudaybiya gününde ve hastalığı esnâsmda, Peygamberin siyah bir elbise giydiği bize nakledilir. Siyah renk hükümranlık (svfdad) İÇ!n, bir telmih ihtiva e d e r; a y n ı, zamanda si­ yah bütün renklerin esâsım teşkil eder. Abbâsıler Peygamberin M ekke’ ye girerken taşımış olduğu siyah sarığın miras yolu ile yanlarında muhafaza edildiğini iddia ediyorlardı ve Abbâ* silerin geleceğini önceden haber veren iddialı sözde bir hadîste Peygamber tabiî siyah sa­ rık taşımaktadır. Peygamber gâtibâ İlk Önce siyah ipekten (h a z z } sarığa müsâade etmiş, fakat sonraları bunu yasak etm iştir; harkânıya demlen sarıklar ( iştikakı kat’î olarak belli değildir; S u y ü ti’ye göre, < h-r-k „yakm ak") da siyahtır ^ e Peygamberin seferler esnasında böyle sarıkMaşıdığı söylenir. îslâmİyetin bir çok büyüklerinin siyah sarıklar taşıdıkları iddia edilir; mal. Haşan al-Başri, îbn al-Zubayr,



Mu'âvîya v, b . ; Suyüti siyah elbise hakkında bir kitap yazmıştır ( Şalac al~fuad f l lubs alsavâd). Muahhar müellifler > bilhassa haûb ve imam için, ekseriya siyah sarık talep ederler. Peygamberin İlk önce m â v ı taşımaktan hoş­ landığı, fakat sonraları söylendiğine göre, müsiüman olmayanlar da aynı ren gi taşıdıkları için, bunu men’ettiği > rivayet olunur. K ır r a ı z ı lehinde U hud’da (yahut Jdunâyn’d e) meleklerin kırmızı sarık taşıdıkları söylenir. Başka rivayetlere göre; GabrS’ îl Bedr ’ de kır­ mızı taşıyordu ve bir’ defa da 'Â 'işa ’ye kırmı­ zı sarık ile görünmüş idi. Peygamberin taşıdı­ ğı k itrîya denilen sarığın da kırmızı olduğu söylenir; Sarıklar için ekseriya yollu kumaşlar da kullanılmıştır; msl., san* kırmızı ve yeşil-kır­ mızı (Fesquet). Din tarihi nokta-ı nazarından, Peygamber soyundan gelenlerin çok iyi bilinen alâmeti olan y e ş i l sarık mühimdir. Peygamberin ye­ şil sarık taşımamış olduğunda ön’anede itti­ fak vardır ve binrietîce, yeşil renk' ne fıkıhta, ne de hadîste bir destek bulmaktadır. Muhak­ kak ki, yeşil cennet rengidir ve Peygamberin tercih etmiş olduğu renk olarak telakki edilir;1' bâzı rivayetler meleklerin Hunayn ’de ' ( veya hattâ B e d r’d e) yeşil sarıklar taşımış oldukla­ rını da söylemektedir. Fakat şeriflerin alâmeti olarak yeşil sarığın çok daha muahhar bir menşe’i vard ır; A bbasî halîfesi al-Ma’ mün,' 201 ( h . ) yılı ramazanında, sekizinci şiî imâmı ‘ A li al-R izâ’yı kendine halef olarak seçtiği’ zâ-man,yeşil giydirmiş olmalıdır; fakat ‘ A li al-Rizâ, vakitsiz olarak, öldü ve Abbâsîler tekrar siyah' renge döndüler ve hattâ ‘ A li soyundan ’ ge'efn-1 leri siyah giymek için tazyik bile ettiler ( bk; îbn ‘ Abdüs, Kitâb a l- v a z a r â nşr. Mark, s. 39'$’ v. d .), Bununla beraber; hiç olmazsa bir müd-’ det sarıklarında busûsî bir alâmet (şo^ /â) ol­ mak üzere, yeşil bir kumaş taşımış görünmek­ tedirler' ve bilhassa hürriyet devirlerinde ineni-' nûniyetle yeşil giyiyorlardı. 773 ( h .) yılında, Memluk sultam A şra f Ş s’ bân 'A li âiles^deh1 olanların sarıklara taktıkları şeridin (aİ-'aşâHb 'ala H-amâ'im ) yeşil olması gerektiği fermam-* m verdi ve 1004 ( h.) yılından İtibaren, bu de­ virde al-Sayyîd Muhammed al-Şarif öîau Mısır ’ıri türk valisinin emri üzerine, bütün shnğm yeşil olması icâp etti. Bu âdet M ısır’dan baş­ ka müsiüman ülkelere yayıldı; fakat bu iş işteri geçtikten sonra kabû! edildiği için, muhtelif vesileler ile, münâkaşa mevzuu olmuştur. Bu- . nunla beraber, şimdi umûmiyetle tavsiye edil­ mektedir. Son zamanlarda ‘ A li ailesihderi ofc mayanîarm bunu taşım am as^gerektiği, battâ: " Peygamber İle yalnız âiırie tarafından' akraba­ lığı olanların buna haklan olmadığı bir kanun'



§A&üt gibi sayılıyordu; fakat bu son noktada ekse­ riya buna riâyet edilmiyordu ( yeşil sarık için bk. Tarik atvar al- ama'im, al-M urşid, aylık mecmua, Bağdad, 1927 temmuz, II, 6 ; krş. bir de al-Sayytd Hibat al-Din al-Şahrastâni, al-Huztra şi'âr âl Muhammed, ayn. m e c m mart, 1926, I, 4, 106—108 ). Renk dışında, sarık âdabının diğer kaideleri de dinî hükümler ile tesbit edilm iştir: 1. Genç bir insan, ilk defa olarak, ne zaman sarık sar­ malıdır ? Sakalı çıkmağa başladığı zaman, bu­ lûğa erince veya aş.-yk. 7— 10 yaşlarında; bu noktada memleketin âdetlerine uygun olarak hareket edilmesi yerinde olu r; bununla bera­ ber sakalı çıkmadan önce sarık taşıyan kimse utanmazlık etmiş olur. 2. Bir sarık nasıl sarı­ lır? Peygamberin sarığını nasıl sarmış olduğu­ na dâir olan rivâyeierde buna cevap bulunmak­ tadır. Sarık ayakta, sağ el ile, sarılmalı ( şal­ var ise, bil’akis oturarak g iy ilir), başın etra­ fında sağdan sola doğru çevrilm elidir; sâdece başın üzerine konulmamalı, çenenin altından geçirilmeli ( taknik }, sivri ucu ( 'azaba) ve sa­ rığın büyüklüğü hususunda sun no ’ye uymalı­ dır. Bir elbisenin muhtelif kısmının her giyili­ şinde olduğu gibi, başmala söylenm elidir; hâl­ buki fyamdala yalnız yeni bîr elbise kısmı için söylenilir. Yeni bir sarık, mümkün olduğu ka­ dar ilk defa olarak, bir cuma günü sarılmalı­ d ır ; bütün bunlar ihtimamla bîr ayna önünde yapılmalı, fakat burada çok fazla zaman geçi­ rilmemelidir. Yüksek mevkîîı kimseler sarıkla­ rım iki uşağa da sardırırlar. Sayısız mıkdarda sarık sarma tarzı vard ır; bu hususta 66 raka­ mı verilir ve bundan da daha fazlası vardır. 3. Sarık üzerinde altından ve gümüşten süsler taşınabilip, taşınamayacağı mes’elesî hemen dâ­ ima menfî olarak halledilmiştir. Tarih boyunca, sarık şeklindeki tak yelerini böyle süsleyenler bilhassa kadınlar olmuştur. Buna karşılık, bâzı tahditler ile, ipek kabul edilmiştir, 4. Sarık, b i r t e v c i h a l â m e t i o l a r a k , büyük bir dinî ehemmiyet kazanmıştır; çünkü müslüman şarkta tam mânası ile hükümdarlık alâ­ meti olarak, ne tâc, ne de tâc giydirme var­ dır. Bunun en eski Örneği yine Peygamberin bir hareketidir; kendisi Humm [ b. bk.] su bi­ rikintisi yanında 'A l i ’ nin başına bir sarık koy­ muş ve 10 { h.) yılı ramazanında, onu Yemen valisi tâyin ektiği zaman, yine böyle yapmış­ tır ; sonraları, kendilerine güzel hareket tarz­ larım Öğretmek ve saygı te’min etmek için, her valinin başına sarık sarmış olmalıdır. Bu sün­ nete uygun olarak, Peygamberin halefleri, ha­ lîfeler vezirlerine ve sonraları sultanlara sa­ rıkgîydirm işlerdîr, BÖylece msl. al-Kalkaşandi { HI, 280 v. d.) Mısır Memlûk sultam Abu Bakr Ulam Ansiklopedisi



■ââs



b. al-Nâşîr ’m 742 ( h.) yılında Mısır Abbasî halîfesi Hâkim II. tarafından hükümdar tâyi­ nini tasvir eder. Bu münâsebetle halîfe beyaz şeritli { markama bi H-bayaz ) siyah bir boyun atkısı ( tarfaa ) taşımaktadır ve sultana etrafın­ da beyaz şeritler bulunan ( markümai al-taraf bi ’l-b a y â z } siyah bir sarık ( imâma savda ) sa ra r; daha sonra 801 (h .)’ de Naşir F a ra c ’e al-Mutavakkü tarafından hükümdarlık tevcihi tasvir edilm iştir; bu defa şu ifâde kullanılmış­ t ı r : 'imâma savda’ marka,ma, favk a h â tarha soWn’ markama («üzerinde şeritli siyah bir atkı bulunan şeritli siyah bir sarık'*). Aynı şekilde sarık müslüman hükümdarların vezir ve emirlerine vermek itiyadında bulundukları h İ l ’a 1 1 e r i n ( hil'a ) de esaslı bir unsurunu teşkÜ ediyordu ( hil’a tin bîr kısmım teşkil eden bir sarığın şairane bir tasviri msl. Mihyâr alDaylami [ ölm. 428—1037], D ivân, I, 2 4 2 ’de bulunmaktadır; Memlûk devrinde sarık ile bir hil’at tasviri için bk. Kalkaşandi, IV, 52 v. d.). M u h t e l i f m e s l e k l e r için sarıkların farklı olması kundan ileri gelir; bunlar o kadar in­ ceden-inceye tesbit edilmiştir ki, bunu bilenler sarıktan onu taşıyanın mesleğini hemen anlar­ lar. Umûmî bir tarzda, en büyük sarığa sahip olan, bilhassa dinî bakımdan, en yüksek ve en itibarlı meslek idi ve bazılarına göre, sarığın büyüklük bakımından ayrılıkları renk farklarından daha mühim idi. Mümkün olduğa kadar büyük bir sanğa sâhip olmak arzusu buna bağlıdır ve burada da din bakı­ mından örf ve âdetin te’sîri olduğu şüphesiz­ dir : her kes çok büyük sarık sarmamahdır, çünkü bu bir gasptır. Bunanla beraber, bn fi­ kir âlimler İçin mûteber değildir: bunların, muvaffakiyet kazanmaları istenilirse, dış görü­ nüşlerinden tanmabilnıeleri icâp eder. Bundan dolayı, âlimlerin husûsî elbiseleri, her ne ka­ dar eski âlimler aynı şekilde elbiseler giyin­ memiş İseler de, bir bid’at ( b id 'a ) değildir. Sarığın büyüklüğü hak kındaki bütün diğer ka­ yıtların ve 7 veya 10 arşm olarak tâyin edi­ len uzunluklarının Peygamberin verdiği örneğe göre tesbît edildiği iddia olunur. Bâzı husûsî misâller zikretmek için şunlar kaydedilebilir: Kalkaşandî ( ili, 2 8 0 }’de, 81$ ( h.)’te, bir müddet içîıı Mısır sultanı olarak istiklâl kazanmış olan Abbâsîlerden halîfe alMusta'in ’in sarığının tasviri bulunmaktadır; bu yuvarlak, göze hoş görünen ( l at i f a) yarım arşın uzunluğunda ve üçte bîr arşın gençliğin­ de arkaya sarkan bir ucu ( r a f r a f ) bulunan bir sarık idi ( hıristiyan patriği de, diğer ra­ hiplerden daha büyük ve daha muntazam bir sarığa sâhip idi). Fas s u l t a n ı n ı n elbiseleri de bize msl. Faz! Allah al-'Omari ’nin Masalık



tt



225



SARiîC.



al-absâr ’uun kısmî basmasında ( V a şf îfr ik iya va ’l-Andalus, nşr. Haşan Hu sn i ‘Abd alVahhSb, Tunus, 1923 ’ e doğru, s. 3 1 } tasvir edilm iştir; sarık tahannuk ve ‘azaba ile pek fazla büyük değildir; krş. IÇal.kaşandi, V , 2 0 3: uzun ve dar bîr sarık ile, Osmanlı pâ­ dişâhlarının başlarına giydikleri külah ve sa­ rık sık-sık tasvir edilmiştir, ötmüş otan pa­ dişahların sarıkları Bursa ve İstanbul ’daki tür­ belerinde muhâfaza edilmiştir ( J, v. Hammer, Staatsverf assung, I, 446). Bâzan da me­ zar taşları aynen bu başlıklar şeklinde yapıl­ mıştır. Yukarıda söylenmiş olduğu üzere, sarık umu­ miyetle a s k e r î o l m a y a n m e s l e k l e r i n alâmeti hâline gelmiş idi. Bu sûretle sarık ta­ şıyan ( şahib al-imâma : İbn Şiş, Ma âlim alkitaba, s. 34 veya rabb al-imâma ) sâdece as­ ker olmayan demektir ve bir de şöyle bir tâ­ bir va rd ır: fakîhlerin sarığım bıraktı, bunun yerine emirlerin külah ( sarbıtş ) ve elbisesini aldı ( Makrizi-Blochet, s. 335, ihtar ). Kalkaşandi al-muia'ammimün ’u bu mânada kullanır, msl. XI, 1 1 41 al-m. min arbâb al~va%a'îf ai­ dini ya va H-divâniya ve al-m. duna arbâb alsuyûf. Eski Türkiye ’de me’murlar muhtelif hizmetleri biribirinden ayırmak için sarıkların­ da muhtelif alâmetler, kuş tüyleri ve sorguç­ lar ( süpürge ve b a lık çıl) taşırlardı; askerler de cesaretleri sayesinde kazandıkları imtiyaz­ ların alâmetlerini sarıklarında taşırlardı { sor­ guç ve çelen k; J. v. Hammer, Staatsverfassung, I, 446 ). Fesquet kâtip ve âlimlerin çok katlı ve yukarı doğru yükselen bir sarık taşıdıklarına, tacirlerin ise, gevşek ve yassı, kölelerin de çok küçük bir sarık taşıdıklarına dikkati çeker. Bundan başka, m u h t e l i f m e m l e k e t 1 e r arasındaki ve bilhassa şark ( Suriye, Irak, Mısır, İran ) ile garp ( İspanya, şimalî A fr ik a ) arasındaki fark sarıkların şekillerinde tamâmiyîe görülür. Msl, Kalkaşandi ’ de ve Masâlik al-abşâr ’daki garp elbiselerinin tasvirîni ve buna karşılık yeni faslı muharrir Kattâni ’nia şark âdetleri hakkında verdiği bilgileri okuyarak, bu husûsta fikir edinilebilir. Müslüman İspanya ’da sarık ( taylaşan ; Masâlik, s. 42; Kalkaşandi, V, 271 ) az taşınırdı; fakat atkı ve sarkan uç { ' azaba) ile çene altından geçen kısım {taknlk }, gâlibâ, hiç olmazsa menşe'de, garp âdet­ leri gibi görünmektedir. -Türkler de, 159 6 ’da, İran elçisinin yollu ipekten dar bîr serpuş ta­ şıdığını görmekle hayrete düşmüşlerdi ( G O R, JV, 275 % Y e n i d e v i r d e , hemen bütün şarkta sa­ rığı bırakmak İşin bir temayül görülür. Arap memleketlerinde bunu taşımaktan çekinilir ve kadınlar ıîe gençler buna gülerek şöyle derler:



a l-d a ffa kayr min al-la f fa ( »teneşir sarığın katlanmasından daha iyidir” ); fakat muhafa­ zakâr çevreler bu temayülün delâlet ettiği ( bid'a*ya karşı şiddetle aksüi’amel gösteriyor­ lar ve sarık sünnetini ( sım na} hakîr görme­ nin dini terk ve artık inancı kaybetmeğe mü­ savi olduğu fikrini ileri sürüyorlar. Bıyık ve sakalın tıraş edilmesi, eski İslâmî saç taran­ ması ve tanzimi tarzının bırakılması da bu bid’ate ( b id 'a ) bağlanıyordu; bunlar dinden çıkmanın başlıca işaretleri telakki ediliyor ve bir çokları bunu kıyametin yakm olduğuna alâ­ met ( aşrât al-sâ'a) sayıyorlardı. Bilhassa sa­ rığa tahsis edilen çalışmalar arasında tenkit mâhiyetindeki bâzı yazılar, bu arada Kattâni ’ nin son yazısı, bu yeni İnkişâfa karşı cephe almıştır ve bunlara göre, bîr memlekete sarık sokmağa muvaffak olan kimse İyi bir sünneti yeniden canlandırmak ( ihya’ al-sunna) fazile­ tine sahip olacaktır. Bununla beraber, yeni in­ kişâfı durdurmak çok güç olacaktır 5 Türkiye ’de, 100 seneden fazla bir zamandan beri, res­ men sank yerine fes kabul edilmiştir ve 1925 ’te fesde yerini Avrupa tarzında şapkaya bırak­ mıştır ( bk. Orîente Moderno, V, 630 v.d.}, an­ cak din adamları, yalnız dinî vazifelerini îfâ ederken sarık taşırlar. Yeni İran ’da sarığın yerine kıılâh kabûl edilmiştir. Sarık asıl tahsis edildiği gayeye uymayan muhtelif şekillerde de kullanılmıştır; bîr kaç misâl zikredelim: ilk Önce iptidaî ietîmâî şart­ lar içinde: Sa'd î, jfîüsfün, s. 15 6 ’ da, çölde su­ suzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe İçecek veren bir adam görülür; bu şahıs külahını { kulâh ), su çekmek için, sarığım ( destâr veya m ayzar) ip yerine kullanır. Sarık ekseriya cep yerine ve bir de mücrim ve cânîleri bağlamak için, bîr kimseyi ve bir şeyi eğere raptetmek için, boğmak İçin kullanılmıştır. 16 23’ te İsyan etmiş olan ulemâ, Ak-Şemseddin ’in sarığını bayrak olarak kullanmıştır { G Ö R , IV, 590). Avrupa armalarında sank haçlı seferlerine gi­ denlerin işareti idi {Papyrus Erzherzog Rainer, Fukrer, s. 272). Turbo ve clançıılus nev’mden bâzı hayvanların sedef gibi kabuklarına da A v­ rupa dillerinde turban { » sa rık ") denilir: furban persan ( »İran sarığı” } » furbo cidarus, turban de pharaon { »fir’avun sarığı" ) clanculus pharaonis, turban turc ( »türk sarığı" ) =* balanus lintinnabulum { Grande Encyclopedie ) ve valeurs de turban ( »sank kıym etleri") ile Osmanlı borçlanmaları —boııs â lots turcs ( »ikrâmiyeli türk bonoları") ve bir de Os­ manlI bankasının tahvilleri anlaşılıyordu. Sarık ve parçalan için kullanılan çok sayı­ daki adların şimdi bir bütün hâlinde gözden geçirilmesi maksadı He, her tâbir için bâzı ka-



&ARI& yıtiar ve alfabe sırası île, bir cedvel verilecek­ tir, Bu neviden bir cedveli, Dictionnaire des vĞtements H ve Supplement ’mda bol mâlze.meyi toplamış olan Dozy hazırlamıştır; aşa­ ğıda kaydedilen her hususta ona müracaat et­ mek uygun olacaktır; daha önee zikredilmiş olan Karabacek, Brunot ve Kattâni ’nin muah­ har eserlerini de ilâve etmek lâzımdır, ‘A kâl, esmer deve kılından veya ipekli ku­ maşlardan kaîmca bir ip olup, ‘Anezeler ve Türkiye—Suriye hududundaki erkekler tarafın­ dan, asıl sarık yerine, kullanılır ( türkçede buna 'agel, e g d denilir ) ve k a fi ya ( türkçede kefye, k e f i y e ) denilen, ekseriya ipekli, baş-örtüsü et­ rafına umumiyetle iki, bâzan üç defa sarılır. *A m am a,*imâma kelimesinin başka bîr şekli­ dir. Lügatlere göre, a ile telâffuz yanlıştır, fakat Brunot (s. i 2 i ) ’ya göre, C ezayir’de bu şekilde telaffuz edilmektedir. Evlenmek iste­ nilen kadının velîsine hediye olarak verilmesi âdet olan, sarılmamış bir sarığa da bu îsîm verilir. ‘A rakiya, ter takyesi, sarığın üzerine sarıl­ dığı külahın altına, ter çekmesi için, giyilen ve ekseriya külâhm kenarlarını aşan hafif kumaş­ tan, küçük takyedir. Türkler buna sarık arâkiye'si derler. Bir de matraha tâbiri vardır; bir çoklan ‘arâkiya yazarlar ve bu kelimeyi Irak île alâkalı göstermek isterler ( Brunot, s. 12 0 ; K attâni, s. 33)^ 8u kelime halk arapçasmda alel’âde bir külah ( kalansuva ) ve es­ kiden Suriye ’de kadınların taşıdığı, kelle şeker biçiminde ve gümüşten olup, inciler ile süslü bîr külah mânasına da geliyordu. (ö^Tşühc, sarık bağı. al-Buhâri { Libâs, bâb 16 ) Peygamberin bir defa siyah 'işaba ta­ şımış olduğunu nakleder. Memlûklerde ‘ aşba, erkek ve kadınlar tarafından taşınan tartar ( aş, bk,) üzerinde bulunan ve bir deve hörgü­ cünü hatırlatan çift çıkıntı mânasına geliyordu (Karabacek, s. 7 1) ve son zamanlarda kadınla­ rın kullandığı ipekten müstati) şeklinde siyah bir baş-örtüsüuü ifâde etmektedir ( Lane, Manners and Customs, s. 50 v.d.), *A^aba, umumiyetle sank kumaşının dışarıya, »omuzlar arasına" sarkan ucudur. Sarığın bu şeklinin hangi devirde meydana çıktığını tesbit etmek güçtür; daha sonra bundan bahsetmiş olanlar Bedr ’de Peygamberin ve meleklerin bü nevî sarık uçları sarkıttıklarını söylemiş­ lerdir. İbn Taymiya ’ye göre, hattâ Peygam­ ber bu mevzuda bir rüya görmüş ve Allah kendisine bu ucun omuzlar arasındaki yerini gösterm iştir; fakat sünnet ehlinden bir çok müellif »tecsîm" ile mâlûl olduğu için, bu rüyayı reddetmişlerdir. Bu ucun sarkıtılması tavsiye olunmakta^ uçsuz ve tahnîk ’siz bîr sarık bid’at



Ûif



telakki edilmektedir. Ucun sarkacağı yer ve uzunluğu husûsimde fikir ayrılığı vardır; fakat en çok tavsiye edileni, omuzlar arasında dört parmak uzunluğunda sarkan uçtur. Sûfîler umu­ miyette bu ucu sol tarafta ta şırlar; çünkü bu taraf kalp tarafıd ır; sağ kulağın arkasında ta­ şman sank ucu Hafşİ sultanlarının imtiyâzı idi; imâmiye fakîhlerinîn, biri önde, diğeri arkada, iki uç sarkıtmaları gerekirdi ve »bağdadî" de­ nilen sarığın da iki ucu var idi. ‘-z-b kökünün VIII, (i/fi'cZ) vezni »uçlu sarık sarmak" mâna­ sına gelir. ‘Azaba ( ‘işâba'm n başka bir şekli?), gâlibâ Fas ve Mısır ’da altın ve inciler He süslenmiş bir serpuştur. Bayza, ası! mânası demir miğferdir; fakat Kattâni ( s. 3 ) ’ye göre, sank ile külah mâ­ nasına da gelebilir. Buğtâlc, bıığtâk veya buhtâk < buğlutâk, sa­ rıklı baş-örtüsü, bilhassa moğul ileri gelenle­ rinin hanımları ile prenseslerinin yüksek baş­ örtüsü mânasına gelebilir; bu baş-örtüsü altın ve inci He süslenir idi. Barnus, barnâs, eski devirde üste giyilen el­ bise olmayıp, yüksek bir külâb idi ve al-Buhâ­ ri (Libâs, bâb 13 ) bunu bu mânada kullan­ maktadır. Muahhar muharrirler, msl, Küalkaşandi ( V, 204), hâlâ bunu bu mânada kullanır­ lar : Fas sultanı yüksek bir beyaz humus taşır. Tabarnasa fiili bu kelimeye bağlanmaktadır, B u rtu l(la \ yüksek külah, bartala telaffuzu ile küçük takye; yeni arap dilinde bu kelime bir piskoposun fö c ’ı mânasına gelir. Farsçada kelime pertele hâline gelmiştir. D anniya ( ihtimâlik Külota ( krş. kallavta ), farsçada, kadınların denilirdi ( bk. B runot). taşıdıkları bir peçe veya bir çocuk takyesi Konfily Cezayir ve Tunus’ta kadınların baş­ ( g u ln ta ) manasınadır, lık veya takyesî, Kumma, kimrna ( cem. kum am ), başı sıkan K nb1, cem. akbö% M ısır’ da sarigin altına gi­ küçük takye ( bk. Abu ’l-Fidâ’, IV, 232, s ; K at­ yilen ve hattâ uyurken asıl sarık çıkarıldığı tâni, s. 40 v.d.). ve «sarık kürsüsü" {ku rs! al- imâma ) denilen Kur ziya, karziya, kur si ya. Bu kelime arapbu işe mahsûs bir sandalye üzerine konulduğu çaya ve berberîlerîn diline yabancı olup, fars­ hâlde, başta muhafaza edilebilen bir iç takye- ça asıllı gibi görünmektedir; bu bilhassa Mag­ s id ir; bu takye aş.-yk. bugünkü takye ( tâki ya ) ri b ve Ispanya Ma bulunur; burada beyaz ve ‘ar alçıya ’ye tekabül eder. B in bir gece ma­ yünden bir erkek baş-örtüsü veya berberîlesallarının Mısır metinlerinde, tâklya yerine, rîn, asıl sarık gibi, başlarının etrafına sar­ kab‘ kelimesi bulunmaktadır. K u b ‘ hatâ*i azrak dıkları yünden bir şerit mânasına geliyordu. bu neviden mavi Çin ipeğinden bir takyedir. Bugün bu kelime yalnız bir atkı mânasına ge­ M akrizi (II, l o g î ’ye göre, K ah ire’de sak al- liyor gibi görünm ektedir; krş. Brunot. akbâUyin adlı bir çarşı var idi, Kubba‘ a { kelLâti'a (ilâve ediniz: kalansuva ) başı sıkan danî Jfcöh'ö, suryânî knb'â, İbranî kâba* }, söy­ ( lâşilça) küçük bir takye mânasına gelir, fa­ lendiğine göre, bîr çeşit takye veya sarık ol­ kat bunun için aslî bir tâbir değildir 5 bk. Kat­ malıdır; fakat sütün başlığı mânasına da gelir. tâni, s. 37, 40, 43K âc bir ‘işâba ile giyilen bir kadm baş-örLibâa, lubbada, Mısır Ma alelade halkın tartüsüdür. Bu kelime ihtimâl Mısır ’dakî şimal baş altına giydikleri beyaz veya siyahımsı ke­ turklerintn giydikleri bir külâh mânasında kul­ çeden (Itbd) bîr takyedir; çok fakir olanlar, lanılan serağâc , seraküc ’dan gelmektedir. tarbûş ’suz ve sarıksiz olarak, yalnız bunu K â f i ya, halk dilinde k e f f i y e (cem. kava f i ), giyerler. arapçada, ital. ( s ) cuffia, VI. asır latİncesinde U şâm [ b. bk.], erkeklerin ağız peçesi. cofea, İspanyolca ( e s ) cof î a, portekiz dilinde M andil, m indil, yabancı bir kelime olup. îat. coifa, frns. co i f f e ’dan gelen yabancı menşe’İİ mantile Men gelmektedir; muhtelif şekillerde bir kelimedir; türkçe aş kaf {i ya) kelimesinin kullanılan kumaş parçaları mânasına gelir ise de bu menşe’ e bağlanması gerektiği söylenir. de, bilhassa İran ve Türkiye Me, sarık mâna­ Bu kelime Mısır, Arabistan ve Ira k ’ta bedevi­ sına da kullanılırdı. Şüphesiz Iran te’siri ile, lerin ve kadınlarının başlarına giydikleri müs~ Sa'Slibİ ve Makrizi gîbİ arapça yazan müel­ tatil şeklînde bir kumaş parçası mânasına ge­ liflerde de bu manada bulunmaktadır. lir; bu kumaş muhtelif renk ve ölçülerde, aş. Mctraka «ter çeken takye" demek olan Mra»yk. bir arşın murabba (aş.-yk. 68 cm.2 } kadar k iy a için kullanılan başka bir şekil, bez veya ipektir. Bu çapraz bîr şekilde katla­ M ayzar farsçada sarık mânasmdadır; ihti­ nır, uçlar sarkar veya çene altında düğümlenir mâl arapçada «peçe" demek olan mı zar ’den ve üzerine bedeviler ekseriya ve şehirliler he­ gelmektedir. men dâîmâ bîr sarık sararlar. Daha Memlûk­ M iğ fa r, m ikfar şeklinde de telâffuz olunur; lar d®vrinde Mıştr ’da bulunan ve Bin bir g e ­ harpte başı muhafaza etmek işin külâh ( kalori*



«3 °



SARIK.



suva ) altına giyilen demir tellerden dokunmuş başlıktır; Peygamberin Mekke ’ ye girerken, miğ­ fer giymiş olduğu söylenir. Savaşta, fakat bil­ hassa sakin devirlerde, askerler miğferin etra­ fına bir sarık sarıyorlardı ( Fries, Das Heeres­ mesen der Araber, s. 59). Bundan dolayıdır kî, türk pâdişâhı Sultan Murad IV. savaşta dâima sarığını miğferinin etrâfma sarmak âdetinde idi ( J. v. Hatnmer, Staatsverfassung , 1, 443)- —»Sa­ rığı çözmek" = DC, 55i Kramers ( E l , mad. ŞART). ( BESİM D a r k o t .) S Â R U C . [ Bk. su rûc .] S A R U H A N -O Ğ U L L A R I, garbî Anadolu 'da, m e r k e z i M a n i s a o l m a k ü z e r e , S a r u h a n b e y l i ğ i n i kuran bir sü­ l â l e n i n adı. Bu beyliğe adını veren Saru­ han Bey hakkında ihtilâf vardır. Şikârî ( Karamah-oğulları tarihi, s. 39 v.d .), Saruhan Beyi Moğul ve Selçuklu hükümdarının kapıcı-başısı olarak kabul eder. Bir elçilik d ol ayısı ile Sa­ ruhan ’ın Karaman-oğlu Mehmed Bey ’in yanı­ na geldiğini, geri dönmediğini ve onun hizme­ tine girip, mîrahûru olduğunu ileri sürer ise de, verdiği bu bilginin tarihî gerçeğe uyma­ dığı muhakkaktır. Buna karşılık, Celâleddin HvSrizmşâh ’ın Ölümünden sonra, Selçuklu hiz­ metine girenler arasında, Saruhan adh bir emir vardır. ‘Ala’ al-Din Keykubâd, bu emirleri Sel­ çuklu ülkesinin muhtelif bölgelerine türlü vazi­ feler ile dağıttı ( krş. İbni Bibi, s. 17*)- İşte, Saruhan beyliğini kuran emîrin bu kumandan­ lardan birinin (Saruhan) torunu ve A lp a ğ ı’nın oğlu olduğu tarihçiler tarafından kabul edil­ mektedir ( bk. t H. Uzunçarşılı, Kitabeler, II, 585 ayn mil., Osmanlt tarihi, Ankara, 1961, II, 73; Sarahan-oğulları, II. 43). Saruhan Bey, bir aşîret ve uç beyi idi (k rş. Yazıcı-zâde’den naklen Menteşe beyliği, s. 33 v.d ,; I. H. Uzunçârşılı, II, 75 v.d.) Saruhan B e y ’i, Germiyan oğluna bağlı bir uç beyi olarak göste­ rir. Osmanlılar zamanında Saruhanlılar ce­ mâati, Saruhan yorükleri Manisa sancağında yaşıyorlardı ( Saruhan-oğulları, Ij 69, 170). Yine bu zamanda, Saruhan Bey ’in bağlı bulun­ duğu ulusu bildirecek aşiretlerin de adlarını ye nerelerde oturduğunu bilmekteyiz ( bk. jSaruhanda yöriik ve türkm enler; Saruhan-oğul­ ları, I, 170—172 v. dd.). A şîret ve köy adları, Saruhan Bey ’in Hvârizm tür kİ erin den olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Osmanlılar zamanında Hor zum Barzı ve Güne Barzı bas­



â3 9



ları, Horzum Barzı yürükleri ( Saruhan-oğullart, ı, 159, 1 70) ve A la -Ş e h ir’în bu adlar ile anılan köyleri vardır. Kıy. ve uç beylerini, hattâ Osmanlıları bile Karaman-Oğullanna bağlayan Şikârî ’ nin İfâ­ desinden ise, Karamanlılar ile Osmanlılar ara­ sında Anadolu tahtı için bir rekabet bulundu­ ğu anlaşılmaktadır. Nitekim ona göre, Kara­ manlıların her savaşında Saruhan beyleri de onlarla İş-bİrltğî yapmış ve hattâ onlara vergi ve para vermişlerdir ( Karaman-oğulları tarihi, 50, 64, 71 v. dd.). Saruhan-oğulları bu arada mevlevî tarîkatıne girmiş ve Manisa ’da bir mevlevî-hâne yaptırmışlardır. Anadolu Selçuklu sultam Mas'ud IJ, ’un üme­ râsından olan Saruhan Bey 'in, uçtaki ilk faâliyeti, aynı sultanın ikinci defa tahta çıktığı yıla rastlar ( 13 0 2 ) . Bizans imparatoru Andronikos İL, K ıyı ucunda faaliyetin artması üze­ rine, garbî Anadolu ’ya oğlu ve ortağı Michaei IX. ’i gönderdi, Bu prens Manisa ’ya kadar gel­ di ise de, türk akıncılarına bir şey yapama­ dan Kıyı *ya çekildi ( Pachymeres 'den naklen Menteşe beyliği, s. 4 1)..Bizans’ a ya rdmia gelen katalonların müteakip senelerdeki faaliyetleri esnasında Saruhan Bey de bunlara karşılık, Manisa sınırları içindeki faaliyetini arttırdı ve 1 3 1 3 yılında M anisa’ yı fethetti (Menteşe bey­ liğime. 19). Bu fethe kardeşi Çuğa Bey ile Ali Paşa da katılmıştır. Buna göre Saruhan Bey kendi adı île anılan beyliği kurmuş, kardeşi Çuğa Bey ’e Demirci yöresini, diğer kardeşi AH P a şa ’ya Nif (Mustafa Kemal P a ş a ) ’ in idâresini vermiştir { Masâlik al-ab sar ’dan naklen Osmanlı tarihi, II, 74 ). Fakat Ali Paşa hak­ kında, şimdiye kadar hiç bir kayda rastlanma­ mıştır. Buna mukabil Çuğa Bey Demirci böl­ gesin! idâre etmiş ve bazı vakıf ve hayırlar yapmıştır ( krş, Saruhan-oğulları, II, 64; I. H. Uzunçarşılı, Osmanlı devleti teşkilâtına medhal, s. 176), Bu zâtın adı ile anılan Çuğalar cemâati ( bk. Saruhan ,da yöriik ve türkmenler, s. 42, 54) Çuğa, Çuğalu, Çuğaylılu köylerinin mevcut olduğunu biliyoruz ( bk. Tarihte Saru­ han köyleri, s. 37 ). Çuğa Bey ’in Ölümünden sonra Demirci’ nin idaresi Saruhan B e y ’in oğlu Devlethan ’a, onun Ölümünden sonra da Yâkub Çelebi ( Han ) ’ye bırakılmıştır ( Manisa tarihi, s, 4 0 ; Saruhan-oğulları, II, 60; Osmanlı dev­ letî teşkilâtına medhal, s. 176 ), Evliya Çelebi ( jSeyahat-nâme, IX, 49 v.d.) Demirci ’nîn Sa­ ruhan beylerinden Kara Mustafa Bey tarafın­ dan fethedildiğini yazmaktadır Saruhan Bey devrinin ileri gelenlerinden olup, N if’te bir i câmi yaptırdığı bilinen Hacı Emet Bey ’in ( krş. -Evliya Çelebî, ayn. esr., IX, 6 6; Ma­ nisa tarihi, ş. 91 ) Nif’i fethettiğine dâir Ev-



240



SAkÜHAN-OĞULtÂfcL



Jiyâ Çelebi ’nin kaydım ihtiyatla karşılamak lâzımdır. G rigoras, Saruhan Bey ’in aldığı yerlerin AlaŞehir ’den İzmir ve Ege denizi kıyılarına kadar uzandığım ( Osmanh tarihi2, 1, 4 0; Grigoras ’ tan naklen), Dukas ( trc., Mirmiroğlu, s. 5 ) ise, Ber­ gama ’ya kadar Manisa ve butun Megedon eyâ­ letini içine aldığını yazar. Elimizdeki vesikalara göre, Saruhan-oğuHarına ait şehirler şunlardır: A dala, Ak-H isar, Demirci, Gördes, Gördük, Ihça ( Turgutlu), Kayacık, Manisa, Marmara ( Tarhaniyat), Menemen, Menemen-Güzelhişarı, Nif, Mendehorya ( bk. Saruhan-oğuîları, I I ). Cami' alduval, bu cedvele Karacalar ile Foça ’yı ilâve ediyor. Saruhan ’ ın, gerek beylik, gerek OsmanlI­ lar zamanında, Karacalar adh bir kazası yok­ tur, Foça İse, Ceneviz cümhûriyetine bağlı bir koloni îdi. Foça ’da yaşayan rumları ve lâtinîeri Saruhan kuvvetleri daimî sûrette sıkıştırıyor­ lardı. Bu sebepten Saruhan Bey ite anlaştılar ve her sene 15.000 gümüş para vermeği taah­ hüt ettiler. Bu meblağı şehrin beyi her sene Manisa ’ya götürüyor ve Saruhan Bey ’e veri­ yordu ( Dukas, trc., Mir mir oğlu, s. 98 5 İbn Bat| 5ta da [ 11,337 3 bunu te’yit eder). Bu paraya karşılık Saruhan-oğullarmın Lâtinlere bâzı hak­ lar tanıdıkları anlaşılıyor. Saruhan Bey ’in, bey­ liği içindeki memleketleri hangi tarihte aldığı kesin olarak tesbit edilemiyor. Saruhan beyli­ ğinin sınırı şarkta Ala-Şehir ’in garbından garp­ ta İzmir körfezine, şimalde Bergama ’dan cenûpta Nif, Turgutlu ve Kemaliye ’ nin cenûbuna ka­ dar uzanıyordu. Beyliğin şarkında Germeyen [ b, bk. ], şimalinde Karasi [ b, bk. ], cenubunda Aydm beyliği var İdî, Boylece üç tarafı yeni ku­ rulan beylikler ile çevrilmiş olduğundan, yalnız kıyı tarafı genişlemeğe, gaza ve sefer yapmağa elverişli İdi. Bu sebeple Saruhan-oğulları denizci olmak zorunda kaldılar, XIV, asrın başında Sa­ ruhan B e y ’in 15 şehrî, 20 kalesi, 10.000 askeri, kardeşi Ali Paşa ’nın da 8 şehri, 30 kalesi, ok atmada mâhİr yaya askeri ve 8.000 süvarisi bu­ lunuyordu. { Osmanh tarihi2, İ, 74, Masâlik alabşâr ’dan naklen). Yukarıda gösterilen sebepler ile, denizci bir hükümet kuran Saruhan Bey bir savaş filo­ suna sahip idi. Saruhanhlarm Bu filo İle, Ege denizindeki adalara ve Balkanlara sefer yaptık­ ları tahmin ediliyorsa da, tarihleri ve kimlere karşı olduğu bilinmemektedir. Ancak Orhan B e y ’in B u rsa’yı alıp, Bizans’ ı iyice hırpalama­ ğa başlaması üzerine, Saruhan donanmasının bâzı faaliyetlerine şâ'ıit olabiliyoruz. Saruhanhlar Osman Ulara karşı, Bizans ve Aydm-oğul­ ları ile bir ittifak yaparak ( teferruat için bk. Düstur-nâme-i Enverî, Medhal, s. 26 v. dd-, Kantakuzenos ’den naklen), Gelibolu ’ya hücum



edip, ganimet ve esir ele geçirerek, memleket­ lerine döndüler ( 1 332 ; bk. Diistur~nâme-i En~ v e ri, s. 25 v. d d ; Medhal, s. 26 v. dd., krş. İbn Bat tuta, Seyöhat-nâme, II, 337 ). Umur Bey ’in hükümdar olduğu 1334 yılında, Aydın ve Sa­ ruhan-oğulları, 270 gemilik bir filo ile, Yuna­ nistan üzerine bîr sefer yapmışlardır. Bu sefer­ de Saruhan gemilerine, Saruhan Bey ’in oğlu Süleyman Bey kumanda etmiştir. Dastur-nâme-i E n verî, s. 36 v. d d ,; Medhal, s. 34 v.d.). Bu sırada Midilli ’yi zapteden Foça valisi Dominik Saruhan-oğlu Süleyman Bey île bir çok adam­ larını, biyle ile, esir etti. Andronik 111., âsi vali­ yi cezalandırmak için, bir donanma ile, Foça önlerine geldi. Şehri denizden kuşattı ise de, bir netîce elde edemedi. Bunun üzerine, müttefiki Saruhan Bey ’İ yardıma çağırdı. Saruhan Bey esir olan oğlu Süleyman ve arkadaşlarının, ken­ disine teslim edilmesi şartı ile yardımda bu­ lunacağını ileri sürdü; Andronikos III. bu şart­ ları kabul etti. Saruhan Bey getirdiği süvari ve piyade kuvvetleri ile Foça ’yı karadan kuşattı. Şehir 5 ay dayandı, im parator o zaman diğer müttefiki Umur Bey ’İ yardıma çağırdı. Umur Bey bir kısım gemisini, Saruhan Bey 24 gemiyi imparatorun emrine verdi. Müttefib al-mahlükât ( nşr. W üstenfeld), I, 318 v .d d .; İbn Haliikân, Vafayât al-dyân , 2. tab., I, 303 = 3, tab., I, 370 (nşr. Wüstenfeld, nr. 2iz }; al-Damiri, Hayât al-hayavân, 1. tab., 1, 46—4 9= 2. tab., I, 43 v.d,; Freytag, Arabam proverbia, I, 16 0; Caussin de Pereevaî, Essai sar l ’histoire deş Arabes, I, 96— 97; Sprenger, Das Leben and die Lehre des Mohammad, I, 134 v.dd.



türkçe satı ve bundan teşkil edilmiş olup, »ha? ber getiren, müjdeci, peygamber" mânasında geçen savçı kelimeleri, bu şahıs adının ash ve menşe*! hakkında bizi aydınlatmaktadır. Diğer taraftan sav kelimesi bu mânada Turfan me­ tinlerinde de geçmektedir ( krş. V. Thomsen,



Ein Blatt in türkischer Runenschrift azts Tur­ fan S P A W, 1910, XV, 30 2,4 ). Savçı kelimesi



bir çok türk lehçelerinde kullanıldığı gibi, ez­ cümle şark türkçesİnde, damat tarafından »ge­ line gönderilen haberci" mânasına, savçı hatun şeklinde görülür ( krş. H. Kâzım, 111, 3 0 ; Sü­ leyman, s . 1 8 3 ) . Savcı, şahıs adı olarak, X IV . asırda, Anadolu ’daki m oğul aşiretlerinde de geçmektedir. Msl. Murad I. ’ ın Karamanlılar ile yaptığı savaşta Turgud kuvvetlerinin başın­ da Savcı A ğa adında bir kumandan ( krş. Neş­ ri, Cihân-nümâ, neşr. Teschner, Leipzig, 1951, s, 62 ) Yıldırım Bayezid devrinde de „Savcıoğlu Ali B ey" (krş. Bihiştî, Tarih , British Museum, nr, 7869, var. 48) görülmektedir. Os­ manlI hanedanına mensûp bu isimdeki şeh-zâdeler şunlardır: I. S a v c ı B e y ( Saru-Yatı, Suru-Batı, SaruBalı, Saru-Tay, Saru -B ay}, Ertuğrul Gazı *nin küçük oğlu ve hanedanın kurucusu Osman Ga­ zi ’ nin kardeşi idi. 1288 yılında vefât etmiştir. A d ı en eski kaynaklarımızda umûm iye tle Saru-Yatı ( Â şık Paşa-zade, Neşri, Sâdeddin) ola­ rak geçerse de, yine X V . asır kaynaklarımızdan olan Oruç Bey tarihinde Saruntı ve SaruTay ( neşr. Franz Babinger, Oxford nüshası, s. 6,7 ve Cambrİdge nüshası, s. 82), Câm-ı Cemâ y în ’ de de Saru-Tay (Haşan b. Mahmüd Baya­ tı, nşr. Ali Emîrî, İstanbul, 13 3 1, s. 43 ) şek­ linde bulunmaktadır. Ancak gerek Oruç Bey tarihi, gerek Tâc al-tavârih bunun diğer adı­ nın da Savcı Bey olduğunu açıklamaktadırlar ( Sa'd al-Din, I, s. 14 ; Oruç Bey, Tevârîh-î (G. L evi Della V ida .) âl-i Osman, s. 6. Krş. bir de şahıs adı ola­ SATÎH B . R A Bİ'A . [ Bk. S A T İH B. R E B Î A , 3 rak kullanılan Saroîtu, bk, Nemeth A H onfogS A İlL , [ Bk. TÂLüT.] lalâ M agzarsâg kialakulüsa, Budapest, 1930, S A V A . [ Bk. S Â V E .) s. 288 ). Babası Ertuğrul ’un kabilesi ile, yurt S A V A D i [ Bk. S E V Â D .} tutmak üzere, Anadolu ’ya geldiği zaman, ken­ dilerine yer göstermesi ricası ile, Selçuklu sul­ S A V A K İ N . [ Bk. sevâk İN.] Ş A V B A N b. J b RÂHİM. [ Bk. zu ’ l -nün.] tam *Alâ5 ai-Dİn Kay-kubad nezdîne elçi gön­ derilmiş olmasından dolayı ( krş. İdris Bitlisi, S A V C -B U L A K . (Bk. savuç-bulak .] S A V C I. ŞÂVCİ, Osm an lı h a n e d a n ı ­ Heşt bihişt, Topkapı yazmaları, H. n r.: 1655, nı n ilk zamanlarında yaşamış b â z ı ş e h- 28*»; Oruç Bey, gost. yer, s. 6 ; Sa'd al-Din, z â d e ve ş a h ı s l a r ı n a d 1 d 1 r. Kelimenin ayn. esr., I, 14 ; Çâm-ı Cemâyîn, göst. yer.), aslı ve iştikakı hakkında şüphe ve tereddütler ona Savcı Bey denildiği kuvvetle muhtemel­ izhar edildiği gibi, Sâve ( sava, sava ) kelime­ dir. Savcı Bey *in Ertuğrul Gâzî devrinde­ sinden yapılmış bir sıfat şeklinde, Sâvect ($ 3 - ki gazalarda ve savaşlarda mühim roller oy­ nadığı muhakkak ise de, kaynaklarda buna v a c t , ş â v a e i ) olarak okunduğu da vâkidir ( krş. Redhouse, Zenker, Barbier de Meynard, Şems- dâir sarih bir bilgi yoktur. Babalarının Ölümün­ seddin Sâmî; E l , mad. s a WDJİ ). Ancak Kutad- den sonra ise, büyük kardeşi Osman B e^'in g u b i l i g ’de „söz, haber" mânasında kuliapılap idaresinde Söğüt hşvâlişipdeki savaşla» a k§-



SAVCI.



251



tıldı. Aşîrettn başma geçmek hususunda, büyük dilmemiştir, Necib Asım-Mehmed A rif (s. 596 kardeşine kargı bir iddia ve rekabete giriştiği­ v.d.)’in, Hayrullah Efendi tarihine ( II, 12 ) ne de şahit olmuyorum [ bk, mad. OSMAN ], bil’a- atfen, Osman G â z î’ nin, KÖprü-Hîsar fethini fciş, İbn Kemâl ’in de kaydettiği gibi, iki kar­ ( 1 3 0 2 ) müteakip, İl hanlı hükümdarı Gâzân deşi, Gündü» Bey ve Savcı Bey, Osman Gâzî Mahmûd Han ’ ın emrine imtisâlen ve diğer ’pin hizmetine girmişlerdir ( bk, Necib Âsim- Anadolu beyliklerinin yaptığı gibi, Anadolu Mehmed Ârif, Osmanlt tarihi, s. $72). Civar­ valisi Çoban Bey ’in maiyetine bir müfreze İle daki rum tekfurları ile yapılan mücâdeleler es­ gönderdiği Savcı Bey adındaki oğlundan bahs­ nasında, evvelâ 12 8 4 ’te İnegöl rum hâkimi ederlerse de, kaynağını bilmediğimiz bu malû­ ile vukû bulan bir savaşta Savcı Bey ’in oğlu mat da tereddüt ve şüphe ile karşılanırsa ye­ Bay-Hoca ( K o c a ' şehit düştü {Heşt bihişt , $ob)* ridir, Uzunçarşılı ’ nın, atıf yaparak, son zaman­ Osman Gâzî ’nîn 7o muhârîp île savaşmak üzere larda neşrettiği Osmanlı hanedanı şeceresinde yola çıktığını haber alan İne-GÖl tekfuru yol de ( Osmanlı tariki, Ankara, 1961, I, 2) Savcı üzerindeki derbendde pusu kurarak, kanlı bir Bey adında Osman Gâzî ’nin bir oğlu gösteril­ çarpışmaya yol açmış ve bu müsâdemede Savcı mişse de, bunu bîr zühûl olarak kabul etmek Bey ’in oğlu ve Osman Bey ’ in yeğeni Bay-Hoca de mümkündür veya  lî ’ nin yahut daha başka şehit olmuştur ki, bunun, yakında bulunan Ham- bir kaynağın kaydına istinaden, zikredilmiş ol­ za-Bey köyü arâzisindeki harap kervansaray ci­ ması ihtimâli mevcuttur. varında medfün olduğunu, ezcümle, Âşık Paşa­ III. S a v c ı B e y ( 1364 ?— 1385 ), Murad I. ’ m zade ( s. s ) 'den öğreniyoruz. Bu hâdiseden ür­ bir oğlunan adıdır. Doğum tarihi hakkında her ken İnegöl tekfuru Osman Bey aleyhine Kara- hangi bir kayda rastlanmadığı gibi, kardeşleri cahisar tekfûru İle ittifak edip, Flanos adlı bir Bayezid ve Yâkub Çeîebî ’ler ile aynı anneden kumandanın idaresinde, Domaniç derbendine doğma kardeş olup.olmadığı da bilinmemekte­ kuvvet sevk etmiş idi ki, daha önce bunu he­ dir. Ancak İdris BitHsî Yâkub Çelebî ’yi or­ saplayan Osman Gâzî bu geçidi tutmuş ve müt­ tanca oğul ve Savcı B e y ’i de küçük oğul tefik kuvvetleri ile, geçidin ilerisinde, İkizce olarak gösterir ( Heşt bihişt, Topkapı sarayı denilen bir yerde ( Hammer, D evletli Osmaniye kutup. Hazîne kütüp., nr. 1655, l66«;  lî ’nin tarihi irk, trc., I, 1 0 1 ’ d e: Erice ve eski adı ile Kunh aUahbâr, V , 67 ’ de Savcı Bey ’i büyük A grilum ) vukûa gelen muharebede Savcı Bey de oğul olarak göstermesi hakikate ve vakıalara bir çam ağacı dibinde şehit düşmüştür { 1288 }, uymamaktadır}, En büyük kardeşi Yıldırım Bu çam ağacında sonradan halk kandil yak­ B ayezid’in 761 ( 1360 ) ’ de doğduğu [ bk. mad. mağı âdet ettiği için, ağaca „kandiilİ çara" de­ BAYEZİD I.] ve her 3 kardeşinin de birlikte nildi. Savcı Bey, Söğüt ’te babası Ertuğrul Gâ* 767 ( 1365 ) ’de sünnet düğünlerinin Bursa Ma jsî’nin türbesinde defnedilmiştir, N eşrî’ nin bu yapıldığı ( Sa'd al-Dİn, I, 82 ) bilindiğine göre, münâsebetle ilâve ettiğine göre, Selçuklu sul­ Savcı Bey ’in Murad I. ’ın ük hükümdarlık se­ tanı Savcı Bey ’in şehâdetinî öğrenince, Kara- nelerinde doğduğu kabûl edilebilir. Filhakika cahisara karşı harekete geçilmesini Osman Murad I,, Rumeli Me yeni fütûhâta çıkmadan Beye bildirmiş ve bu hisarı bunun üzerine feth önce, Bursa ’ da, Çekirge ’deki cami, medrese ve imaretinin temelini atmış ve aynı zamanda üç edilmiştir ( Cihan-nüma, s. 86 ). II. S a v cı B e y ’in Osman Gâzî ’nin diğer bîroğlunun sünnet düğünlerini debdebeli bir şe­ oğlunun adı olduğunu  lî, Kunh al~ahbar { V, kilde, ulemâ ve meşâyihe değerli hediyeler ver­ 26 ) ’ da bildirmekte ve onun kahraman bir asker mek süratiyle, icra ettirmiş idi. Savcı Bey hak­ bulunduğunu belirtmekte ise de, diğer kaynakla­ kında eski vekayî-nâmelerimiz ya hiç bilgi ver­ rımızda Osman Bey ’in böyle bir oğlu olduğu hak­ memekte ( m sl  şık Paşa- zade, Oruç Bey, Neş­ kında açık kayıtlara rastlanmadığı için, bunun ri ve diğerleri) yahut da sâdece, Savcı Bey is­ mevcudiyeti ve taribî şahsiyeti meşkûktür. Hat­ yanı ile ilgili olarak, pek az malûmat vermek­ tâ bizzat  lî ’ nin diğer bir kaydı da bizi bu hu- tedirler { msl, Idrİs Bitlisî, Sa‘d al-Din, Âlî gi­ sûsta tereddüde düşürecek mâhiyettedir. ( Kunh bi ). Diğer taraftan Savcı Bey ’den bahseden aî-ahbâr, s, 67 ). Sicill-i osmânî, belki de  lî Bizans kaynaklarında ise, hem bu şeh-zâdenin (1* 37 ) ’ye dayanarak, Osman Gâzî 'nin bu nâm­ adı, hem de isyânın tarihi ve yeri üzerinde Osda bir oğlundan ve o devirde ümerâdan olup, manlı kaynaklarından çok farklı kayıtlar bu­ bir muharebede şehit düştüğünden bahsediyor­ lunmaktadır. Bu arada Franzes, Musa Çelebî sa da, bunun Savcı Bey ’in oğlu Bay-Hoca île adını verir. Dukas da Savuçio adını zikretmekle karıştırılmış olması mümkündür. Diğer taraf­ beraber, isyanın Gündüz { Kunduji) tarafından tan, Orhan Gâzî vakfiyesinde ( bk. Uzunçarşılı, yapıldığım söyler, Chaîcocondyle ise, daha sıh­ Belleten, sayı 19 ) isimleri sıraLnan Osman hatli olarak, Sauz adını yazar. Keza Franzes Gâ?î ’nin çocukları arasında Şaycı Bey kayde­ ye Dykaş bu İsyâp hakkındş her hangi bir t*a-



25



*



SAVCI.



rih vermedikleri gibi, Chalcocondyle de bun­ dan j 374 senesinden evvelki bir vak’a gibi bahseder ki, bu takdirde ıo yaşından küçük bir çocuğun isyanını kabul etmek İcap edecek­ tir. Her hâlde, bu gayr-i tabiîliğin farkında olan Hammer, hâdisenin cereyanını, bu 3 Bi­ zans tarihçisine istinâden, anlatmakla beraber, Osmanlı vekayı-nâmelerİnin kaydettiği tarihi esâs tutmuş, Zinkeisen ve Babınger de buna tabî olmuşlardır ( krş. Chalcocondyle, L ’ his-



toire de la decadence de V Empir e grec et etablissement de celui des Tarcs, frans. trc., Paris, *663, 1, 24 v. d d .; Franzes, türk. trc. Mirmiroğlu, s. 47; Ducas, türk. trc. Mirmiroğlu, İstanbul, 1956, s. 26; Hammer, türk. trc. I, 232, E /, mad. S A W D J Î ; Zinkeisen, G O R , I, 237 v .d ). Diğer ihtilaflı nokta isyan mahalli olarak Bizans tarihçilerinin Rumeli ’de şarkî Trakya bölgesini, Osmanlı tarihçilerinin ise, Bursa civarını göstermeleridir. Franzes ve Chal­ cocondyle, Savcı Bey ’in babası tarafından Rum­ eli ’deki bölgede, muhafız ve kumandan bıra­ kıldığı esnada ( Dukas böyle bir vazifeden de bahsetm iyor), imparatorun oğlu Andronikos ile anlaştığım ve her ikisinin, babalarının taht­ larım ele geçirmek maksadı ile, isyan ettiklerinî, topladıkları tarafdârları ile bulundukları mevkilere bakîm olduklarını, bu durumdan ev­ velâ haberdâr olan. Osmanlı hükümdarının im­ paratoru âsîlere karşı müşterek harekete da­ vet ettiğini, onun da oğlunu en şiddetli ce­ zalara çarptıracağı hakkında kuvvetli vaidierde bulunarak, tehalük ile bunu kabûl eyle­ diğini, neticede, İstanbul Man uzak olmayan bîr yerde ( Appicridium ) karargâhlarını ku­ ran Savcı Bey ve Andronikos üzerine pâ­ dişâhın hareket ederek, onları Dimetoka kale­ sine .kapanmağa mecbur bıraktığım, sonra da her ikis'ni gözlerine mil.çekmek suretiyle, ce­ zalandırdığını bildirirler ve ayrıca Chaicocondyle hâdiseyi acıklı bîr şekle bürüyerek, daha bâzi tarafgirâne tafsilât verir ki, tarihî haki­ katlere ne derecede uyduğu bilinmeyen bu ma­ lumatı, Hammer de aynen nakîetmiştir ( Chal­ cocondyle, göst . g e r ; Hammer, göst. yer.). Hâ­ disenin bizim kaynaklarımıza göre ve içerisinde çok daha fazla gerçek payı olduğu muhakkak bulunan cereyan şekli ise, şoyledîr: Murad I. 787 ( 138$ ) ’de Rumeli taraflarında yeni bir se­ fere çıkacağı sırada, Anadolu muhafazasına 3 oğlunu bırakmış, bunlardan Bayezid’e merkezi Kütahya olan Ger meyan ili ve Hamid ili vilâ­ yetlerini, ortanca oğlu Yâkub Çelebi ’ye Karesi itini, küçük oğlu Savcı Bey 'e de .Bursa’ yı, ida­ re ve muhafaza etmek üzere, tevdi eylemiş İdi. Â l î ’nin bu husûsta, mubâlegaya kapılarak ve diğer şehzâdeierden hiç bahsetmeyerek, pâdi­



şâhın o zamanki bütün Anadolu bölgesini Sav­ cı Bey ’in »hıfz ve harâsetine ısmarladığını" ve onu »vezârefc nâmı ile" Bursa Ma bıraktığım söylemesi tarihî şe’ aiyetlere aykırı görünmek­ tedir. Savcı Bey, hükümet merkezinde yalnız kalınca, gençlik saikası ile, her hâlde etrafın­ daki bâzı fesat ehli tarafından yanlış yola sevkedilerek, istiklâl dâvasına kapılmış, bir rivâyete göre, Rumeli ’ yı babasına bırakıp, Ana­ dolu ’yu kendi almak istemiş, böylece Bursa ’da Osmanlı tahtına cülûs eylemiş {H eşt bihişt, var. 16 6 ; Tac aEtavârîh, s. 1 0 1 ; Â lî, Kunh al-ahbâr, s. 67 ) ve hazîneyi zaptedip, adamlarına dağıtmış ve kendi adına hutbe okutmuş idî. Bu haberi alan padişah derbâl Edirne Men dondu. Gelibolu Man geçerek, Anadolu yaka­ sına gelince, oğlunun hareketinden haberi yok­ muş gibi davranıp, Savcı Bey ’i Biga tarafla­ rında berâberee ava çıkmağa davet ve Bursa Man hareketle kendisini karşılamasını emretti. Bu mealde bir menşûru alan Savcı Bey ise, as­ ker toplayıp, savaşa hazırlandı ve Bursa Man kalkıp, Kite ovasında askerini harp nizâmında tertipledi. Sultan Murad ordusu ile yaklaşınca, Nilüfer suyu kenarında oğlunun kuvvetlerinin mevzî almış olduğunu gördü. Fakat âsîler da­ yanamayıp, perîşan oldular ve Savcı Bey de ele geçirilerek, babasının huzuruna getirildi. Ken­ disine yapılan nasîhat ve irşâdlara karşı küs­ tahça bir tavır takınıp, itaat ve inkıyattan uzak olduğu ve pâdişâha karşı hoşa gitmeyen bir şekilde mukabelede bulunduğu görülünce, af ve merhametten uzak tutuldu ve evvelâ gözlerine mil çekilmek, sonra da idam edil­ mek sûr eti ile cezalandırıldı ( Heşt bihişt, var. 167 ; Tac al-tavörîh, göst. y e r., Â lî bu mes’elede tafsilât vermeyerek sâdece »tedâriki gö­ rüldü" demekle iktifâ etmektedir 5 Kunh al-ak~ bâr, göst. yer.). Ancak Feridun Bey Münşaât ’mdaki bir vesîka, pâdişâhın Rumeli ’ ye hare­ keti sırasında, ■ ( rebıulev velin başları 787=111san ortaları 1385) büyük şehzade B ayezid’e Edirne Men gönderdiği nâmedeki ifâdesi, Sul­ tan Murad ’m oğlunun hareketlerinden esasen şüphelenmekte olduğunu ve belki de, onun öte­ den beri bizans prensi Andronikos ile de dost­ luk münâsebetlerinde bulunduğunu bilerek, böyle bir isyân hareketine girişeceğini tahmin eyle­ diğini göstermektedir. Nitekim Bayezid bu mektuba verdiği cevapta, Yâkub Bey ’in ada­ let dâiresinde hareket ettiğini, fakat »Savcı Bey ahvâliçün Bursa kadısı bîr kâğıd gönder­ diğini" bildirmek sureti ile, bu şüphe ve tah­ minin yerinde olduğunu te’yit etmiş idi (şev­ val sonları 787=1385 sonları). Pâdişâhın bu münâsebet ile Kara man-oğlu Ma yazdığı mek­ tupta ise. Savcı B e y ’in Bursa Ma „b â iı : ehl-i



S a v Ci - SÂ V İ İesad ite ittifak" edip, dalâlet yoluna saptığı ve NÜufer ırmağı kenarında yapılan savaşta da âsîlerin mağlûp ve perişan edilerek, oğ­ lunun mahbus ve esir edildiği, sonra da göz nurundan mahrum bırakıldığı anlatılmış îdi ( Fe­ ridun Bey, M unşdât al-salatin, I, io7 v.d,). Savcı Bey Bursa ’da Sultan Osman ’ın türbe­ sinde medfundur ( Sicill-i osmânî, İ, 37 )• Savcı Bey *in âtlesi ve çocuklarının kalıp-kalmadığt, kaldı ise, akıbetleri hakkında Osmanlı kaynaklarında en küçük bîr kayda rastlanmamaktadır. Ancak, bâzı Bizans ve garp kay­ naklan ve bunlara dayanan bir kısım muasır tarihçiler, onun Murad adında bir oğlundan bahsederler kİ, belki de babası ile birlikte, göz­ lerinin kor edilmiş bulunması sebebi ile, eski kaynaklarda Caecus imperator Tur corum diye zikrediIdiği, evvelâ sırp despotunun yanına kaç: mağa muvaffak olduğa ve despot Stefan Lazareviç’in 1 41 1 ’de Mûsâ Ç e leb i’ye karşı yaptığı mücâdelede onu Osmanlı saltanatı müddeisi sı­ fatı ile öne sürmüş bulunduğu, Murad B e y ’in bilâhare macar kıralı Sigısmond ’a iltica ede­ rek (14 39 —*432}, Macaristan’da yerleşip ev­ lendiği, bunun da Dâvud Çelebi adında bir oğlu olduğu iddia olunmuştur. Hattâ Sigîsmund ’un, Osm anlılara karşı bîr haçlı ittifakı kurmak is­ terken, elindeki bu fırsattan faydalanmağı da düşündüğü söylenir. Kor şeh-zâde Murad ’ m, di­ ğer oğlu Orhan Ç elebi’ nin her hangi bir fa­ aliyeti görülmezse de, Dâvud Çelebi ’n’ n 1448 11. Kosova muharebesinde büyük amcası Mu­ rad i l . ’a karşı ve Hunyadi Jânos ile birlik­ te harp ettiği macar kaynaklarında bildi­ rilir. Mamafih Uzunçarşılı, yukarıda bahis ko­ nusu ettiğimiz Osmanîılann soy cedvelinde, Murad ’dan hiç bahsetmeyerek, Dâvud Çelebi ’yî Savcı B e y ’in oğlu olarak göstermiştir. Taf­ silât için bk. F. Babinger, D âvûd Çelebi, ein Osmanischer Throntuerber des 75. Jahrhunderts [ Sadost-Forsckungen, 1957, X V I, 297— 3 11 \ {M. T a y y îb G ö k b îlg în .) S A V D A ’ . [Bk. ŞEVDE.] S A V D A . [ Bk. sevdÂ.J S A V D A ’. j B k . SEVDA*.] S Â V E . S A V A ( eski Sâvae ), merkezî İ r a n ’da bir ş e h i r v e î d â r î b ö l g e . Kazvin — Kum ( Kazvin—S a v a : 22 fersah ; S ava—Kum ; 9 fersah ) ana yolu üzerinde bulunur. Bu yol hemen*hemen Mustavfİ tarafından tasvir edil­ miş olan büyük yola ( şâkrâh; Sümğân (? )—Sagzâbâd—Sava—Isfahan) tevafuk eder ve moğul*hrdan Arğün ve Ulcaytü zamanında, Sultani­ ye, İran ’ ın idare merkezi olunca, mühim bir rol oynamıştır. Kazvin —Sâvâ yolu, şimdi de şimalî İran ile cenûp eyâletleri arasında, ticâ­ ret için ehemmiyet kazanabilir, Şimdilik payi­



i&i



taht üzerinden geçen yeni kara yollan sebebi ile terkedilm iştir: IÇazvin—Tahran ( 22 fersah) ve Tahran — Kum { 22 Fersah ). Diğer taraf­ tan Sava arap coğrafyacılarının Hamazân — Rey (Tahran) muvasala hattı üzerinde 61 fer­ sahta gösterdikleri menzil olma ehemmiyetim de kat’î surette kaybetmiştir, Hamazân ve payitaht arasında seyr-ü sefer yolu şimdi, Navbarân — Zarand veya, bir sapma ile, Tahran — Kazvin — Hamazân (takriben 54 fersah ) üze­ rinden yapılmaktadır. Bu coğrafî mülâhazalar, şehrin ehemmiyeti­ ni kaybetmesini izah etmektedir. Sulama t e lis ­ lerinin bozulması neticesinde çol tedricen Sa­ v a ’ nin bulunduğu yerleri istilâ etmiştir. Sava, şarka doğru açılan bîr ovanın ( takri­ ben 50 km .X4$ km.) şimâl-i garbî köşesinde yer almakta olup, bu ovanın alt kısımları yavaş-yavaş tuzlu bataklıklar ile kaplanmıştır. Böl­ ge üç su akıntısından teşekkül etmiş bulunan Kara-Su ( M u stavfi’de: Gâvmâhâ veya G'âvm âsâ) ile sulanmaktadır; bu üç su akıntısın­ dan en cenupta ve en mühim olanı (Db-âb ) Bahtiyar i dağlarının ( C âp elâh ) şimal yama­ cından gelmektedir; garpta bulunanı, Hamazân Alvand ( Orontes ) ’inden inmekte ve şimalde bulunanı İse, Harrakan dağlarından çıkmakta­ dır. Kara-Çay, Sava ovasını kat’ederek, tuzlu sularım merkezî çölde sürükler ve burada kayb­ olur. Bu idârî bölgeyi sulayan ikinci ırmak Mazdakân-çay ( halk dilinde: Mazlağan-çay ) olup, Dar gazın (Hamazân ’in şarkında ) ’in ya­ kınından çıkar, Kara-Çay ’a muvazi olarak akar ve soldan (şim alde) onunla -birleşmeden Önce, Sava ovasının şimâl-i garbî kısmındaki bir çok sulama kanallarında kaybolur. Sava İslâm devrinden önce mechûldür. Tomaschek bu ad İle Avesta dilindeki sava, pebl. savaka «menfaat, fayda" (? ) kelimesi arasında bir yakınlık kurar. Farsça lugatlar söbc için «altın parçası" mânasını verir. Tomaschek’e göre, Sava Tabula Peutirıgeriana ’daki Sevavİ* cina veya Sevakina ’ya tekabül eder. İbn Havkal ’a göre, Sava deve ve devecileri ile tanınmıştır. Mukaddesi onun tahkimatını, hamamlarını ve pazardan bir az uzaktaki bü­ yük yol civarında bulunan bir ulu câmü zikr­ eder. Sava ’nin sakinleri ( Ulüscird ’inkiler gib i) şâfi’î idi ve on iki imâm tarafdarı mutaasıp şi’îler olan A v a ’ li komşuları ile daimî sûrette düşman vaziyetinde bulunuyorlardı. Moğullar şehri 617 ( 12 2 0 ) ’de tahrip etti ve aynı zaman­ da b ey’ete ait âletleri de ihtiva eden (Kazvin i) güzel kütüphânesini yaktılar (Y alfüt). Hamd Allah Mustavfi ( nşr. Le Strange, s, 62 ), Sava ’ nin dört nahiyesinin adını vermektedir : Sâva, Ava, Cahrüd ve Büsin ( ?) ; bunların sırası



H4



âAVfî.



ile, 46, 17, 25 ve 42 olmak özere, 130 koyu var idi. Hvgca Zahir aî-Din Savacı, Mustavfi ’nin za­ manına doğru { VIII.—XIV. a s ır), muhiti 6.200 arşın ( zar1 ) olan şehrin sûrlarım yeniden yaptırdı ve oğlu HvSca Şams al-Din şehre Rudabân civar köyünü ilhak etti. Mustavfi, S â v a ’ nin meyvelerini Övüyor, fa­ kat hububatı için farşça şu darb-ı meseli zikr­ ediyor: JK u m ’un şamam S â v a ’nin buğdayın­ dan daha iyidir" Sava ’ nin narları bugün de bütün İran’da meşhurdur. Avrupalı seyyahlar arasında, Marco Polo, -Sava („Saba“ ) ’yi üç mecûsî, hükümdarın Beytullahm ’e gitmek üzere, yola çıktıkları şehir olarak zikretmekte ve üç hükümdarın Beytullahm ’de dört köşeli bir binada gömülmüş ol­ duklarını söylemektedir. Bu irânî-hiristîyânî menkabe „reges Arabum et Saba dona adducent“ { Mezamir, L X X I1, 10 ) metinlerinin ma­ hallî halk ızâhma dayanmış olmalıdır. M, Polo tarafından nakledilen diğer bir hikâyeye göre ise, üç hükümdar, sıra ile, Sava, A va ve Tomaschek ’in Diz*i Gabrân ( Kaşan yolu üzerinde, Kum ’ un bir konak ötesinde) ile aynı kabûl ettiği hâlde, Yule ’ün Sava ile Abhar arasında aradığı Kal'a-i Ataşparastân ’da gömülmüş ol­ malıdırlar. Sava, Giosafa Barbaro { 14 7 4 ), Figueroa (1618 } v.b. tarafından zikredilmiştir. Chardîn Sava ’nin kısır toprağından ve sıcağından şi­ kâyet etmektedir. 1849 ’da, İngiliz konsolosu K. E, Abbot ’a göre, 1.000 nüfusa sahip olan s a v a ’de 300—400 ev bulunmaktadır; toprak kavır ile karışmadığı her yerde, fevkalâdedir; fakat şehrin şarkında 9 İngiliz mili bir mesa­ fede vaktiyle tuzlu çöle tesadüf ediliyordu, Sâva ’nin cenûbunda, 4 fersah bir mesafede eski bir şî’î merkezi ve pazar yeri olan Ava kâin idi ve bu pazar yeri, Sava ovasım Farâhân ( Irak-ı Acem } ovasından ayıran T afriş ’in tepelerinden gelen bir su akıntısı İle sulanıyor­ du. Tom ascbek’e göre, Ava Batİamyus ’un ’A[îu^ava’sına tekabül etmelidir, M ükaddasi’de Âva, Y&küt’ta Aba olarak geçmektedir. Âva ve Kum arasında tuzdan teşekkül etmiş ve topra­ ğının yumuşaklığından dolayı yanma yaklaşıktmyan Küb-i Namak bulunmaktadır; Haussknecht ona turkçe olarak Giden*gelmez adının verildiğini kaydediyor. Mustavfi zamanında Ava ’nin çevresi 5*00° edim idî. Houtum~Sciıindler eski şehrin harabelerinin yeni köyün (100 evli) yanında bulunduğunu, Şam'ün (S im eon?)’un türbesinin orada gösterildiğim söy­ lemektedir. Mustavfi, îsma’ il (Samuel) pey­ gambere atfedilen türbeden bahsetmekte, fa kat onu Sava ’nin şimalinde, 4 fersah mesafede göstermektedir.



Sava bölgesinin bütün halkı şi’îdir. Nüfûs iranhlardan ve türklerden terekküp etmekte­ dir. Türkler Şah-Seven mahallî zümresine men­ supturlar; bunlar arasında H ake kabilesi baki­ yeleri zikre değer. Sava bölgesine, oldukça sık bir şekilde, Halacistân ismi de verilir. Şah-Se­ venler S â v a ’ nın şimal-i şarkî ve cenûbunda bu­ lunmaktadırlar. Halaclar bilhassa Kum—Süit ânâbâd (Râhgird, Tâc*Hâtûn, Cahrud, T a friş) yolunun.şimalinde yaşıyorlar. Köylerinin çoğun­ da (Knndurüd, Mavcân, Sift, Fovcird, Kardec*ân) farklı bir tîirk lehçesi konuşulmaktadır:va rar om bâğka „bağa gidiyorum", hissi-ri „hava sıcaktır", hev~çe „evd e" yol havul dağ-arttı „yöl iyi değildir" v.b. Lehçe türkiyatçıların dikka tini çekecek değerdedir, (krş. mad, ŞÂH-SEVEN ) Sava X, { h . ) asırda ( Ibn Fakih ) Kum eyâ­ letinin bir kısmım teşkil ediyordu. Şimdi deği­ şik ıdârî teşkilât içine girmektedir; Bâzan ce­ nupta bulunan idârî bölgeler {mahallât,kazzâz), bâzan Zarand ( Sava ’nin şimâl-İ şarkîsinde ) ve Haramin (halk dilinde: Karağân) ile birlikte idare edilmektedir. Harakan İdarî dağlık böl­ gesi Kazvin ile Hamazan arasındaki kısımda bulunur. Üç bölük ’ten teşekkül e d e r: Aîşâr-i Bakışlu, A fşâr-i Kutılu ve K aragöz; Karagöz ’de, geçidin dibinde, Haradan ’m merkezi A va bulunmaktadır ki, bunu ses bakımından benze­ ri olan Sâva ile karıştırmamak lâzımdır. 1896 ’a doğru Sâva Iran hizmetindeki avusturyalı bir zâbit (von Taufenstein) tarafından idâre edildi. Burası XX. asrın başına doğru, Tahran ?dâki süvarî livasına bir nevî iktâ olarak verilmiş idi. Bu askerî teşkilâtın yüksek zâbitlerinden biri, livânın başlıca efradım te’ min eden, türk nüfusunu murakabe etmek için, S âva vâlisi vazifesini görüyordu. S â v a ’ ni n e s k i e s e r 1 e r i , ı, Kara-Çay su bendi (şehrin cenûp-cenûb-i garbisine aş.-yk. 20 km, mesâfede) VII, (XIII.) asırda, bir çok moğul hükümdarına vezirlik etmiş olan Şams al-Dİn Cuvayni [ b. bk. ] tarafından yaptırıldığı söylenir ( krş. Nuzhat al-kulnb, nşr. Le Stran* ge, s. 23 i ). Bu su bendi Safevîler devrinde yeniden inşâ edilmiş olup, Band-i Şâh *Abbâs adı He tanınmıştır. Su bendi iki tepe arasındaki geçidi kapar ve ölçüleri şöyledir: yükseklik aş. -yk. 20 m., uzunluk 30 m., üst kısmının kalınlı­ ğı 14 m., Yandan sol kıyı özerinde bir nevî ku le içinde helezon biçiminde yükselen yol vardır 5 kervanlar böylece kendilerine köprü vazifesini gören su şeddi üzerine çıkabilir ve garp-tarafın­ dan hafif bir meyil ile, sağ kıyıya inebilirler. Su bendinin altında nehrin açtığı su yolunu tıkamak sûretîyle, bu mühim te'sisi tâmir etmek için gi­ rişilen teşebbüsler şimdiye kadar semeresiz kal­ mıştır. Bu hâl, idârî bölgeyi barâbîyete sürükle-



BÂvE —



s â v u ç -b ü l a b L



MS



levha 2 1 ; H. Kiepert, Vorbericht iiber P ro f, inektedir. z, Kız-Kale, kademeli tepeler ortasın­ daki bir kayalık üzerinde olup, su bendinden uzak C. Haasknecht’s Orientalische Reisen ( Ber­ değildir. 3. S a v a ’de iki cami vardır; biri şehir­ lin, 1882), levha IV. (V . MiNORSKY.) de olup, Houtum-Scbindler ’ e göre, 1518 ’ de inşâ Bu şehir Peygamberin stresinde mühim bir rol oynar. Çok sık zikredilen bir riva­ edilmiştir; diğeri şehrin dışında, eenûp tarafın­ yete ( bk. A. Sprenger, Das Leben and die daki eski harabeler arasında bulunmaktadır. Gâitbâbu Mascid-i cam% Mükaddasi tarafından Lehre des Mohammad, I, 134 v.dd. ve Tb, NÖİ* deke, Geschichte der Pers er and Araber, s. zikredilmiş bulunan caminin yerini İşgal etmek­ tedir. Houtum-Schindler ’e göre, şimdiki cami 253 v.dd.) göre, Peygamberin doğduğu gece Sava civarındaki arazide bulıinan bir göl 1516 tarihîni taşımakta ise de, Dieulafoy onun ..ihyasını** Şâb TaSmâsp {930—9 8 4 = 1524 — ( buhayra ) kaybolmuştur. Bunun yeri XIII. ı$ 7 6 ) ’a atfetmektedir, 4. Bu camiin yanında, asırda K a z v ın i’ye de gösterilmiş İdi. Nakl­ *6 kadem yüksekliğinde, çok daha eski bir mi­ edildiği şekli ile, rivayet İran ile ilgili hu­ suslar hakkında bir bilgi gösterdiği için, bu nare yükselmekte olup, Gst-üste bendesi süsler teşkü eden pişmiş tuğlalardan yapılmıştır, j. vak’ada muayyen bir İran inancına bir tel­ Dİeulafoy bunu gaznelîler devrine bağlamakta ise mih bulunduğu düşünülebilir. Zerdüşt dîninde, 505 ( u n ) tarihini taşıyan Husravgird (Ho­ ■ deki kıyamet telakkisinde Kansava ( Kasarasan )Meki benzer bir minare ile kıyas edil­ oya-) gölü mühim bir rol oynar. Yeni Avesta, bu golü, şarkî İran ’da gösterir ve bu göl, mek sureti ile, bu minarenin de cami ile aynı devreye atfedilmesi daha uygun olacaktır ( krş. S icistS n ’ da Hâmün gölüne tekabül eder. Sarre, Denk. pers. Baukunst, Berlin, 1910, II, Zer düştün tohumu burada muhafaza edilmiş 112 v.d. ve Herzfeld, Khorâsân, /s/., XI, 170 ). olup, zamanın sonunda kurtarıcı Saoşyant bu tohumdan çıkacaktır. İra n ’da bir gölün 5. Büyük kapılı bir cephesi bulunan su deposu (ab-anbâr) XIII. asra ait olabilir ( Herzfeld, ayn. kuruması efsânesi, Peygamberin doğumu ile esr., s. 1 71 ) . ilgili ise, bu hiç şüphesiz, bu efsânevî gole Sâva asıllı meşhur kimseler arasında Yâ^üt, telmih ile olmuştur. Efsâne zerdüştî kurta­ şâfî’ î İmamlarının Heri gelenlerinden biri olup, rıcının beklemesinin sonunu remizler ile ifâde 484 ’ te ölmüş olan Abu Tahîr *Abd al-Rahman etmektedir. Nitekim aynı rivayette, Ctesib. Ahmed ’i zikretmektedir. Mustavfi Şayh phon sarayını tahrip eden zelzele İran hü­ ‘Oşmân Sâvaci ’nin şehrin yakınında bulunan kümdarlığının ve mukaddes ateşin sönmesi­ nin de Zerdüşt dîninin sonunu, remizler ile, türbesinden bahseder. Şâir Salmân-i Sâvaci i 7oo—778 = 130 0 — 1 376) hakkında bk. E. G. ifâde etmektedir. (H . H, SCHAEDER») Browne, A Hist. o f Pers. Liit. under Tartar S A V İ K . [ Bk. se v Î^.] Ş A V M , [ Bk. o r u ç .] Dominion { Cambridge, 1920 ), 260—271 v .b . ve S A V R . [ Bk. SE V İR,] mad. SALM AN. S A V U Ç - B U L A K . SÂ V U C -BU LÂ K , türk. B i b l i y o g r a f y a : W. Tomaschek, Zur kist. Topographie von Persien, 1} { S B sd'ak-bulak { „soğak p m a r") terkibinin farsçaA k. Wien, C lI, 154 —157 5) W. Barthold, /s- da tahrif edilmiş şekli. Sctvuc şekli daha Nuztor.-geog. ohzor İrana (Petersburg, 1903)» hat al-kulüb (7 4 0 = 13 4 0 ) ’da tesbit edilmiştir. s. 88 v.d .; Le Strange, The Lands o f the Bu adı taşıyan iki yer vardır: 1. Tahran’ a bağlı olup, büyük Tahran—Kaz­ East, Caliphate, s. 210 v.dd., 228 v.d. Bu üç müellif bütün arap kaynaklarını verirler, Bk. vin yolunun iki tarafında, garpta Karac ırma­ bir de Mustavfi { nşr, Le Strange, Gibb Me- ğına kadar uzanan bereketli b ö l g e . Şimalde morial Series, XXIII/I, 62 ); Zayn al*'Âbidin bir sıra tepeler onu Tâiakân Man ayırır. Bu at-Şirvânİ, Bastan al-siyâhat { Tahran, 1 31 0 ), tepelerin cenup yamacı üzerinde, payitahta kö­ s. 304; Yule*Cordier, The Book o f Ser Mar- mürünü te’ min eden Feşand kömür mâdenleri co Polo (London, 1903 ), I, 78—81 ; Keith E. bulunmaktadır. Bu yüksek yerlerden gelen Abbot, Geogr. JVofes) J R G S , 1855, s. 4— Kordan ırmağı Savuç-bulak idârî bölgesini su­ 10 ); Houtum-Schindler, Eastern Persian Irak lar. Hamd Allah Mustavfi köyleri arasında hâ­ { London, 1903), s- 129 v d . j H. Binder, Au len mevcût olan Sunkur-âbad ve Nacm-âbad Kurdistan { Paris, 1887), s. 380 ( âb-anbâr ’m adlarım zikretmektedir. Bölgenin merkezi Yangı fotoğrafı ile ); J. Dieulafoy, La Perse ( Paris, -İmim (bir türbe ile sun’î bir tepe) deni­ 1887), s. 165— 173 (su bendi, cami ve mina­ len yerdir. Bölgenin cenûb-i garbî nihâyetin­ de, sakinleri İran tâti lehçesi ile konuşan îştirenin fotoğrafları ile ). H a r it a la r . Houtum-Sehindîer, ayn. esr.; lıSrd kasabası bulunmaktadır. Aynı lehçeyi A . F. Stahl, Peterm. Miti., ilâve cüz, nr. 118 , konuşan diğer köyler ( Kazvîn istikametinde) levha I ; Th. Strauss, Peterm. Miti. ( 1905 ), şunlardır: Sagzı-âbâd, Şadmân, Ispiâvarın, Çâl,



s $6



s a v u £-b ü l a i £.



Siâhdahân. İştihârd halkının çoğa bahaîdir. K iverö) Alan boğazı istikametinde hemen-heHaritası için bk. A . F. Stahl, Peierm . Miit men müstakim bir hat teşkil ederek uzanır. fasc. suppl., nr, 1x8(1 896}, levha I ve Umge~ B ân a’nîn Dunes altındaki sol kıyısı ( Aîân-igend von Teheran { Gotha, 1892 }. Girgaga ) Türkiye ’ye âİI; idi. Hudut burada önce 2 .. Azerbaycan eyâletinin merkezi Savuç-Bu-KirerÖ meerâsını, sonra da K a n d il’e yönelmek îak olan c e n u p k ı s m ı , Savuç-Bulak vali­ üzere, Betüş ’u Iran ’a ve Kandöl ’ u da Türkiye leri T e b riz ’den tâyin edilirler. Savuç-Bulak ’ye bırakarak, K*alü mecrasını takip eder. vilâyeti, şimalde Urmiye golü, şimâl-i garbide  lân büyük yarıntısı dolayısiyle istikamet G ad ir-Ç ay’ın suladığı Suldüz ve Uşni idâri değiştiren sâdece küçük Vazna ırmağıdır. Bu bölgeleri ile ve garpta Türkiye—İran budûdunu ırmak, Kandil dağının büyük mahrutunun . çeteşkil eden yüksek Kandil silsilesi; cenupta nûb-i şarkîsinde, aynı adı taşıyan bol çayırlı Şiler İdarî bölgesini Batıa ’dan ayıran Sür-kev yayladan çıkar. K ‘alü ’nun garbında yarım bir silsilesi; şarkta Tatavü ile Cağatü (yalnız Sak- dâire teşkil eder ve derin bir boğaz vâsıtasiyle kiz İdarî bölgesi bu son ırmağın havzası üze­ Elcezîre düzlüğü ( Pijdar ) ’ ne çıkar ve niha­ rinde y a y ılır) arasında suların bolüm h a ttı; yet orada, sağ tarafta Küçük Zâb ile birleşir. D a ğ l a r . Büyük Kandil silsilesi, Savuç-.Buşimâl-i şarkîde, sağ kıyısı üzerinde kâin, Miyan-du-âb ( Bİkt su a r a s ı" } ’dan tecrit edilmiş lak ile Ravânduz ve Koy-sancak arasında du­ idâri bölge bulunan Tatavü ’nun kollan ile sı­ var gibi yükselir. Kandil ’e araplar Şa'rân, nırlandırılmıştır. Tatavü, aynı zamanda, bu son iranhlar Taht-i Şiröye ( Yakut, nşr. Wüstenbölgenin türkleri ile Savuç-Bulak Mukrileri ara­ feld, III, 298) ve ermeniler Zarasp ( Hoffmann, sında hudut teşkil eder. Auszüge, s. 249, 266) adını, verirler. Uşnü ve Bu hudutlar içinde Savuç-Bulak ’ ın takriben Si da kan arasında kâin meşhûr Keli-Şin boğazı 13 0 X 10 0 km. ’ lik sathı 12.500— 13.000 km2, ci- (takriben 2.800 m.) Savuç-Bulak *m şimalinde vârında tahmin edilebilir. ve bölgenin hudutları dışında bulunmaktadır. S u l a r ı . Mukrilerin oturduğu yer, Urmiye Savuç-Bulak ile Elcezîre arasındaki muvasalayı golü ve Küçük Zab ( Dicle ’nin kolu ) havza­ Vazna ve Âlân boğazlan ile daha az irtifâlı ları olmak üzere, İki havza üzerinde bulunmak­ (1800 m.) ve geçişi daha kolay olan Lâhicân ve tadır : birinci havzada üç ırmak vardır î 1. Balak ( R a y â t ) arasındaki Garüşinka geçidi sağ­ Cağatü ırmağı, nihayette yükselen Çihti-Çaş- lar. Mamafih hududun iki tarafındaki kavgacı ma dağından inerek, Bana ( şimâide } ile M an­ kabilelerin mevcûdiyeti yüzünden her türlü yan arasındaki İran toprakları İçine doğru münâkale ehemmiyetli şekilde kösteklenmiş idi. uzanan Şiler türk arazisinde a k a r; 2, Tatavü İCandil’in cenûp ucundan ayrılan ve Âlân ( Mustavf i : Tağatü } ırmağı ki, kaynaklan Kur- boğazının şimal yamacım teşkil eden heybetli tak ’ in cenûb-i şarkî ucunda bulunur; 3, Şa- sırta da işaret etmek yerinde olur. Bu sırta vuç-bulak ırmağı Maydân geçidinin ( Pasva ile Dârü ve geçidine de Havmıi adı verilir. Savuç-bulak şehri arasında ) şark yamacından Lâhicân ve Gadir havzası arasındaki uzun­ inmektedir. Küçük Zab (al-Zâb al-asfal) hav­ lamasına tepeler, pek azı ( Biçâra Çoğantû ),hâ­ zasında Küçük Zâb ırmağı Basra körfezi havza­ riç, ehemmiyetsizdir. Bu yükseklikler silsilesi sına bağlı olup, yukarı mecrası Lâhicân yüksek Tatavü’ya kadar devam eder. Bu tepeler bu­ yaylalarından teşekkül eder: şimâl-i garbî kolu­ rada Savuç-Bulak şehrini şimalde Şâri-verân nun ( Lâven ) kaynağı K a n d il’in şark sathı üze­ idâri bölgesinden ayırır; , bununla beraber, Sa­ rindeki Kelİşin tepesinin tam eenûbundadır; şi­ vuç-Bulak ırmağına bîr geçit verir, mal kolu ( Bârdt-meşe ) Uşnü yolu üzerinde CalKurtak tûiânî merkez kitlesi { en yüksek diân ’ dan gelir ; şimâl-i şarkî kolu ( Ava-&urü ), noktası 2.280 m.) K»alü sularını Urmiye golü Maydân geçidinin garp tarafından çıkar. Küçük havzası sularından ayırır; şimâide Çoğantû Zâb sağ taraftan Badinâvâ, Âva-Prdânan, Hi- zirvesi ile birleşir. dîrâvâ, Tâlestân ve Kazan siir’atli akar sula­ Mukrilerin oturduğu yerin şarkî kenarları rını sağ taraftan ve Kurtak boğazlarından çağla­ aşağıda gösterilen bir murabba şeklindedir: yarak dökülen ve Zey veya K ‘alü adı altında şimalde tepeler silsilesi, garpta Kurtak, cenup­ toplanan büyük suları sol taraftan alarak, ta, bir taraftan Tatavü ’nun, diğer taraftan Na­ ceııûba yönelir; fakat Sardaşt ’in altında bir­ maşİr ile Sakkız ’ın sularının taksim hattı den garbe. döner ve Âlân boğazından Dicle­ olan tepeler kİ, bunlar Kurtak ’m cenup ucu­ ’ye yol açar. Tam bu kıvrımda, güzel manza­ na birleşirler ve en yüksek tepesi Bardi-sür ralı Alöt köyü civarında, K'alü soi taraftan { »kızıl taş" ) ’dır. Nihayet şarkta Tatavü ve Bâna (sularım A lö t’un yukarısında P a l u ’ya Çağatû ’nun sularının taksim hattı yükseklik­ boşaltan Namaşİr bölgesi m üstesna) yatağını leri gelmektedir. Savuç-bulak çayı ve Tatavü yaran mühim bir kol alır. Bâna ırmağı ( Ava* suları şebekeleri ile yarılmış olan murabbaın



II. SE C C A D E . Gördes işi. (X V II. a s ır).



X. SECCÂDE. (XV, asır).



2. SECCADE. (XV. asır).



3. SECCADE. (XV. asır)



4, SECCÂDE (XV. asır)



5. SECCADE, ösmanlı saray seccadesi (XVI. asır).



6. SECCADE. Osmanîı saray seccâdesi (XVI. asır).



7, SECCADE OsmanlI saray seccâdesi (XVII. asır).



S, SECCÂDE OsmanlI saray seccâdesi. (XVII. asır).



.WV-' .



. . . ^ -,- n * ■ ■ ~ ;. ■■■■■;■



..



' ‘ ‘ '= s



!viTsî1*' -■



A e S fS Îl.



İİİİİS



¥■



,,,, m



* m



' ■.■ v ; ■■'. ■ ■ •■ ■ ■ •■ ■ ■■



■w 4¥ . ''C d İ a l- ı:* M « .i'



* ı



■■ 3rS'--'-'' s-îs*-. .'. .... !>*■■:■■■v ■'v'^:'■":':‘



■■■■■.■ ■



y*. ■ &w



.



's







lilPlKsSıİİ llllll İİE llilliiii IH H V: it ' -s i .r ■C '’■ ’■ ■-* -'A; -.AA ■ ■ :■. '■ ■ ■ '■ '■■ ■ -■ ■ -,;i:-V il‘r.7 ;f. 9. SECCADE Uşak seccâdesi. (XVI asır).



10.SECCÂDE Uşak seccâdesi (XVI asır).



- V.' ' -



:* >



»







,1



İ M



*



İ



\ A ;;'



H İ S iİ lllH İ iilB



11. SECCADE Konya işi. (X V II asır).



12. SECCADE Gördes işi (XVII. asır).



' 13, SECCADE. Lâdik seccâdesi (XVII asır).



.-.I "vs:»;-.v



14. SECCADE Ladik işi. (XVII asır).



\



v.:: '.y-,;■ .■■ ."T-.:-A • ■,''.; ■



■ '■ ■ S-.-./1';' '■'.. •:A v c > : .■î



S ^ \ .t A ,£ ^ V







tısı :■ . . ' i * \v -: \ /



; ■-,îi : .



I



• :f e



M i



(XVII. asır).



iş i-



: 1



(XVII, asır).



S AVUÇ. BULAK. içi son derecede a m a lid ir: burada münferit sarp dağlar, küçük tepeler ve bereketli vadi­ ler vardır. Cuüûpta ve murabbam dışında Sak kız [ b. bk.] ile Bana id ârî bölgeleri bulunmaktadır. Birinci bölge cenûb-î garbiden şimal*i şarkîye uzanmaktadır. Burası' Ç ağatü ’ nun şimal cihe­ tinde bulunan; kaynakları İle sulanmış olup, Savuç-Bulak murabbâı ve Bana topraklan ara­ sındaki köşeye düşer. Bana bölgesi, şark-garp istikametinde K ’alü-havzasına doğriı inen bir havza teşkil eder. Cauüpta Sür-kev («kızıl dağ" ) üzerinde ; kendi hududunu teşkil eder. Şarkta Şive~gvezan tepeleri bu bölgeyi Çağa* tü { Şâhib ırm a ğ ı)’ nun cenûpta bulunan kay­ naklarından ayırır, Şimâl-i şarkîde Keli-Haa geçidinin yükseklikleri sed gibi, Bana orman­ ları ve Sakkız çıplak tepeleri arasında yüksel­ mektedir. Şimalde kayalık Balü („m eşe“ ) kıs­ mı Bana ’nin başlıca havzasını hudntİandırır, Fakat Balü ’nun şimalinde doğrudan-doğruya K*aiü ’ya sol tarafından dökülen Namaşir ır­ mağı akar. Böylece Balü, K'alü 'nün sağ kıyısı Üzerinde Dârü ’nun karşısında münferit bir te­ peler zümresi teşkil eder. Şu hâlde Bana ’nin şimalde bu'unan hakikî hududu, Daşt-İtâl ile Namaşir kasabalarının şimalînde bulunan Bârdi-Sür dağı ile teessüs etmiştir, İ d a r î ( ve k a v r o î ) bakımdan Savuç-Bu* lak vilâyeti şu kısımlardan teşekkül etm iştir: I, Ası! M u k r i sahasında göçebe olamayan Mukrî ve Debokri aşiretleri sakindir. İdâre merkezî, Ravvlinson ’a göre, XVIII. asrın başın­ da kurulmuş olan Savuç-Bul ak şehridir. Ku­ rulduğundan 100 sene sonra, bu şehir 1.200 eve bâlig olmuş olup, bunun da 100 evi yahudi ve 30 evi de süryânîlere ait idî. Şehir büyüklüğü­ nü birinci dünyâ harbine kadar muhafaza etti. H. Schindler’e göre, şehrin mevkii şöyledir: 36° 45' 48“ arzında ve 450 47' tulünde. Deniz se­ viyesinden irtifâı 1.300 m. ’ dİr. Şu nahiyeler (m ahall) Mukri sahasının bu kısmım teşkil eder: 1. i d â r e m e r k e z i n i n c i v a r ı , 36 koy, 2. Ş â r-İ v e r S n — ( «viran şehir"). Çok zen­ gin olan bu nahiye idâre merkezînin şimalinde kâin olup, Debokrilere ait 68 köyü ihtiva eder. 3. A h t a ç 1 ( «seyisler "). Savuç-Bulak Mıyân-du*ab yolu üzerinde, Tatavü vadisinde; başlıca yeri Burhan olan 90 köyü vardır. 4. B e h i, Tatavü üzerinde, Savuç-Bulak—Sakkız ve Marâğa—Sakkız yolları kavşağında; 65 köyü olup, başlıca yeri, Mukrilterin irsî «sardâr" ’larmm güzel bir ikametgâhının bulunduğu Bokân ’dir. 5. T u r c â n , Bahi ’ nin cenûbunda olup, 38 köyü vardır. 6. G o v r u k - i M u k r i , Kur tak ’m cenûb-i şarkîsinde, Tatavü ’ nun kay­ naklan civarında; 24 köyü vardır. İslâm Ansiklopedisi







II. Mukriİere akraba ve aynı dili konuşan B i l b a s aşiretinin arazisi. Eski göçebe olan Bilbâslar şimdi kışlan, köyde geçirir, yazlan ikametgâhlarının yakınlarındaki yüksek yerlere (sa ra n ) çıkarlar. Daimî olarak Iran arazisinde kalan aşiretler şunlardır: a. büyük kısmı yerle­ şik bulunan kuvvetli ve cesûr bir kabile olan M a n g u r l a r : Savuç-Bulak çayı üzerinde ve El-Tamür ( Govruk ’ların munsabı cihetinde } ve NaTayn-i Mangur («at nalı", K u rta k ’m garp yü­ zü üzerindeki dağlar kadem esi), nahiyelerinde, fakat Mangurlafın ağa ’larının oturduğu mer­ kez Lâhicân ile Sardaşt arasında K ‘âlû ’hun sağ kıyısında bulunan Mergân ( Tirkaş ) ’dadır. Cem’an 148 koy Mangurlara aittir, b. P i r a n l a r. Eski Lâhicân ’da, Lâven üzerinde, Mergan ’m şi­ malinde yaşarlar. 30 köyden ibaret olup, bun­ lar arasında tam Garü-şinka tepesinin karşı­ sında Mutâva-tepe kaleciği bulunmaktadır, c. M a m a ş l a r . Merkezi hâlen harap olup, daha Yâîjüt tarafından zikredilen eski Pasva kalesi olan Yeni L âh icân ’da otururlar. Mamaşlar Berd-i meşe ( C aldİâh } vadisini ve Eski Lâhi­ cân ovasına açılan ağzı yukarısında Lâven nehrinin bütün yukarı kısmını kaplarlar. Suldüz ve Uşnü ’da Mamaşlar vardır. Cem’an yüz­ den fazla köyde otururlar, d. O c a h-k a-H i dr i şubesi yazın Vazna ’nin zengin otlaklarına gider, kışm da Köy~Sancak sıcak ovalarına inerler; fakat bu şube de İran ’da yerleşmeğe başlamış idi. III. S a r d a ş t arazîsi; şu şubelerden teşek­ kül e d e r; a, Kiaiü ’nun sağ kıyısında, bir kaymakamlık merkezi olan fakir Sardaşt köyü. b. Govruk ( G a v rİk ) aşîretî, önce zikredilen köylerden başka, K ’alü ’aun sol kıyısı üzerinde, Kurtak ’m ormanlık yerlerinde oturmakta olup, 100 ’ den fazla köyü vardır, c, Süesniler, Vazna, Sardaşt ve K*at5 ’nun kıvrıldığı yer ile Kandil arasındaki 68 köyde otururlar. Süesnilerin kol­ ları (Baryacİ, MÜkâri, Darmaİ, H arz-Alân ve A la n ) müşterek reisleri olmaksızın, dağınık bîr şekilde yaşarlar. Alan ’m merkezî olan Betüş ’ta güzel bahçeler ile çevrili 70 ev vardır. Bu­ rası Marâğa—-Savuç-Bulak—Sardaşt ve Süleymaniye ile Kerkük yollan üzerinde bulunmak hasebiyle, dikkate değer bir rot oynamış olmalı­ dır, Betüş ’un nehir aşağısında bulunan Teyy e t ’te K *35— *53; Thielmann, Streifzuge im Kaukasus ( Berlin, *875)» s. 3215 Hurşid Efendi, Seyâhat-nâme-i hudûd ( rns. trc. Gam azov), Petersburg, 18 77; G. Hoffmann, Auszûge ons syrischen Akten pers. Martyrer ( Abh. f . d. Ktmde der Morgenlandes, 1880, V ÎI/3, 208— 216 }; H. Schİndler, Reısen im nordıuestlichen Per sien (Z . G. Erd. Beri. , 1883, XVIII, 341^ v. dd.); de Morgan, Miss, scîent. en Perse, Etudes geogr. (Paris, 1895), 1 —44 (fotoğraf ve h aritalar) ; W. B. Harrîs, From Batum to Baghdad ( London, 1896), s. 162—233*, S. G. WÜson, Persian L ife and Customs, 2. tab. ( London, 1896 ), 99—122 ; A . Billerbeck, Das Sandschak Suîeimania ( Leipzig, 1898 ) ; A . lyas, Sâuc-Bulâk ( Donesenîya ross. kon­ sül. predstav., izd. Minist. Torgovli , 1914, nr. 3 8 ) ; E. Herzfeld, Pâikülî, Monuments



and inscriptîons o f ihe Early Hisiory o f the Sasanian Empire (Berlin, 1924).



( V. MîNORSKY.)



SAYDÂ.



rerler. Bundan sonra umumiyetle saçların ta­ ma iniyle kesilmesi veya kısaltılması ile, ehram­ dan çıkış gelir ki, bu da mas'S üzerindeki ber­ ber dükkânlarının çokluğunu izâb eder. Sa'y ’in, ‘umra veya fyacc hâricinde îfâ edil­ mesi mu’minm iyi, sevaplı hareketlerinden sa­ yılan Kabe etrafında dönüşler ( t a v a f ) gibi, müstakil bîr dinî merasim değeri yoktur. Sa'y, ‘umre Me veya gelişte ( liudüm ) veya toplu bir hâlde gidişte ( al- i f a z a ) yapılan tavafa bir ilâ­ vedir; fıkıh âlimleri bunun aslî ehemmiyeti, farz veya sünnet oluşu hususunda ittifak etmiş değillerdir. Akide bunu îfâ eden mü’minden ta v a f İçin istenilen dinî tam bir temizlik ( takara } mecburiyetini istememektedir. Sa'y, sür’atli hareketli bir ânı ile, t ava f ' a ve 'A ra fa ile Muzdalifa v. b. ’ya benzeyen ha­ reket hâlinde îfâ edilen bir ibâdettir. Şüphesiz eskiden ayrı bir ibâdet iken ifâ za ’mn 'A rafa ve Muzdalifa merasimleri ile birleşmesi gibi, Kabe ’de yapılan ibâdetler ile birleşmiştir. İsaf ile N i’ila adlı iki uîühiyete ibâdetin hâtırası riva­ yetlerde muhâfaza edilm iştir; bu da yalnız bir erkek ile bir kadının karam ’de zina İşledikle­ rini, İlâhî gazab ile taş hâline getirildiklerini, sonra orada kendilerine tapıldığım hikâye eder. Sonra müslüman an’aneleri bunları, bir az din­ lenmek için her biri bir tepeciğin üzerine otur­ muş olan Adam ile H avva hâline getirmiştir. Fakat ayrıca bu ibâdetin İbrahim ile ilgili ibâ­ detler halkasına sokulması için, bir az tered­ düt ile, gayretler sarfedilm îştir: İbrahim ’ in terk ettiği ve Ism â'ü ’in susuzluktan helak ola­ cağını gören Hâcar, çılgın gibi, bir tepeden diğerine yedi defa koşmuştur; yahut Allaha ibâdet için sa'y ’ı İbrahim çıkarmıştır ve sel çukurunun dibinde pusa kurmuş olan şeytanın elinden kurtulmak için, harval yürüyüşü ile yürümüştür. B i b l i y o g r a f y a ' . Bk. madd. HACC ve



S A ’ Y . S A 'Y ( A.), lügat mânası, „yürümek, çabuk yürümek, koşmak** olup, hacıların Mekke ’de yerine getirdikleri d i n î b i r m e n â s i k İ n adıdır. tUmra veya hacc ’ı ifâ eden bacı, Kabe etrafındaki dönmelerini ( t a v a f ) tamamlayıp, son bir defa olarak, Ha cer* İ esved ’ı Öperek, Zemzem kuyusundan su içince, Kabe haremin­ den Bâb al-şafâ1 ’ dan, sol ayağı ile, ç ık a r; bu esnada Kabe için selâm sözleri söyler, sonra sa'y menâsikini yerine getireceğine dâir niye­ tini ( n iy a ) gösteren sözler söyler. Kapıdan aş,-yk. $o m. mesafede bulunan ve al-Şafâ* de­ nilen yüksekliğe çıkar ve ayakta K a b e ’ye dö­ nerek, elleri omuzları hizasına kadar kaldırıl­ mış, avuçları göğe doğru çevrilmiş bir hâlde, burada duâ eder. al-Şafâ* ile küçük bir tepe olan al-Marva arasında, iki tarafında evler ve dük­ KÂBEİ, buna ilâve olarak: Gaudefroy-Demomkânlar bulunan geniş bir sokak, al-m asâ, uza­ bynes, Le Pelerinage de la M ekke, s. 225— nır*, hacı menâsikin gerektirdiği yürüyüşü bu­ 234, bilhassa Azraki, Kutb al~Din, İbn Curada ifâ eder. Hacı eski dere dibine { m a sil ) bayr, Nâşir-i Husrav, Muhammed Sâdık, Bakadar, tabiî adımlar ile, iner; ikisi solda, K a­ tammi, Burkhardt v.b. ’den naklen. be haremi boyunca, diğer İkisi karşıda bulu­ { Gaudefroy-Demombynes.) nan dört sınır taşı buranın hudutlarını tahdit S A Y ^ [ Bk. sa ’y .] eder; burayı harval veya habab denilen, tav a f S A Y A B İC A . [ Bk. sey AbICE.] ’takİ ramal ’e benzeyen daha sür’atli bir gidiş S A Y D A . Ş A Y D A 1, SİDON, Akdeniz k ı y ı ­ ile, geniş adımlar ile, geçer. Sonra, tabiî adım­ sında, Lübnan cumhuriyetinin cenûp bölgesinin lar ile, al-Şafâ1 gibi taş bîr takın yerini gös­ merkezi olan ş e h i r ( 45.000 nüfus ). Eski adı terdiği al-Marva ’ye varır ve aynı şekilde bu­ Sidon olup, garp memleketlerinde de şehir bu rada duâ eder. Böylece hacı dinî merasimin isim ile tanınır. yedi kısımdan birini yerine getirmiş olur, zira Fenike’ nin meşhûr ticâret şehri olan Sidon yalnız bir yürüyüşün kâfî olduğunu kabûl eden ’un adı Teli Amarna mukavelelerinde geçer. Bu­ bir -fikir istisna edîlîr İse, müellifler sa'y ’İn nunla beraber, araplarm Şaydâ’ dedikleri bu yedi yürüyüşten mürekkep olduğunu ileri sü­ şehir İslâm âleminde ehemmiyetli rol oynama­



SAYDA. mıştır. Balazuri ’ye göre, Y azid b. A b i Sufyân tarafından kolaylıkta zaptedümiştir. Rivayete göre, bu fetihte Öncü kuvvetlerini sonradan halîfe olan Mu'âviys sevk ve idare etmiş idi. Bu hadisenin 637 senesine doğru vukûa gel­ diği tahmin edilir. Arap coğrafyacıları Şaydâ1 hakkında az bilgi verirler. Burası İdâri bakım­ dan Şam ’a bağlı arazî içinde zikredilir, b u ­ dam a’ye göre, burası sözü geçen bölgenin as­ kerî limanı idi. Mukaddesi buranın müstahkem bir mevkî olduğunu da söyler. İbn Hurdâzbeh Antakya 'dan Gazze ’ye giden yolun bu şehir­ den geçtiğini kaydeder, İbn aî-Falrih ’e göre, Şaydâ1 en fazla takdire lâyık şehirler, en asîl eyâletler içinde sayılıyordu. Muhtemel olarak, bu hüküm sâdece edebî bir an’aneye dayanır, Mulcaddasi halkın konuştuğu dilin pek »çirkin* olduğunu söyler. Ancak haçlılar devrinde Şaydâ’ daha fazla gö­ ze çarpan bir durum arzettı. Haçlılar arapların Şaydâ’ adını Sagitta ( Sagette, Sayette ) ’ya çe­ virdiler. Yakut ’a göre, şehre îrbil de denilmiş olmalıdır. Haçlı vekayî-nâmelerine göre, şehir 110 7 ’ de kuşatmadan ancak bir mıkdar para Ödemekle kurtuldu. Bir arap kaydına göre, Baudouin 501 ( 1 1 0 7 / 1 1 0 8 } senesinde, donan­ ması Mısır gemileri tarafından mağlup edilip, Şam ’dan gelen bîr müslütnan ordusu da muhasaradakilerin yardımına koştuğu zaman, geri çekilmiştir. Frank rivâyetlerine göre, Şaydâ’ 19 kânûn I. u n ( îbn ai*A şir ’e göre, 20 cemâziyelevvel 5 0 4 * 4 kânûn I, ı ı ı o ’a tekabül eder) tarihinde haçlıların eline geçti. Kuşatma 47 gün sürmüş idi. Deniz tarafında 60 Norman ve Venedik gemisi şehri kuşatmış, kara tara­ fından da K udüs'ten gelen Baudouin Şaydâ’ üzerine yürümüş idi. Şehir, müsait şartlar ile, teslim oldu. Bu şartlara önce riâyet edildi ise de, daha sonra Baudouin halka 20.000 dinar vergi yükledi. Bu vergi şehrin refâhını mahv­ etti. 1 1 8 7 ’ de Salâh al-Din şehrî geri aldı (îbn a l- A ş ir ’e göre, 21 cemâziyelevve! 583, yâni 30 temmuz 118 7 ). Haçlılar döğüşmeden şehri ter ketmişler d i ; Salâh al-Din, istihkâmların bü­ yük bir kısmını yıktırdı. Şaydâ’ ’ da müslümanlar ile haçlılar arasında te şrin i. 119 7 (zilhicce $9 3) ’ de şiddetli bir savaş oldu ve geceye ka­ dar sürdü ise de, kat’ î bîr netice vermedi. Daha sonra aî-Malik al-'Adi! geri kalan tahki­ matı da yıktırdı. 625 ( 1328 ) ’ te Şaydâ’ haçlı­ lar tarafından yeniden işgal ve tahkim edildi. Daha sonra, 1249 ’da, Ayyub tarafından geri alındı. 1253 ’te Fransa kıralı Louis IX. bu şehri zaptederek, tahkim etti. 1260 ’ta moğullar bu­ rada tahribat yaptılar; aynt sene Tempİier şö­ valyeleri şehri ele geçirip, 1291 ’e kadar, bura­ da kaldılar. Nihayet t2Şl ’dç müşlgmaglar bu­



*61



rayı zaptettiler ve al-Aşraf bütün tahkimatı yerle bir etti. XVII, asır başlarında diirzî emîri Fahr al-Din ( 1 595- 71 634) şehri büyük ölçüde imâr etti. Yaptırdığı müstahkem saray harap olmuşsa da, avrupalı tacirler için inşâ ettir­ diği çarşı »Hân fransâvi* adı ile hâlâ mevcut­ tur. Aym şahıs, Şaydâ’ limanının türk donan­ masına üs hizmetini göreceğinden korkarak, Mısır limanı denilen cenûp limanını kullanılmaz hâle getirdi. 1791 ’de Cezzâr Ahmed Paşa fran­ gız tâeirîerîni şehirden kovdu, 1840 ’ta İngiliz ve Avusturya harp gemileri, mısırlılara karşı, Şaydâ’ ’yi topa tuttular. B u g ü n k ü ş e h i r , eski S id o n ’un yerinde bulunmakla beraber, son yıllara kadar, içeriye doğru eskisi kadar yayılmamıştır. Kıyı önünde bir yarım*ada uzanır ki, şimdi kullanılmaz hâl­ de bulunan büyük cenûp limanı ile daha küçük olmakla berâber, ufak gemiler tarafından hâlâ kullanılan şimâi limanını bu yarım-ada korur. Bu liman dalgalara karşı kaya çıkıntıları ile de korunur. Medhali yakınında karaya bir taş köprü ile bağlı küçük bir ada { ÇaFat aî-bahr), daha ötede, şimâl-i garbide daha büyük bir ada ( el-C ezire) bulunur. Şehrin cenûbunda, sun’î bir tepe üzerinde de, i£al‘ at al-Mu'ezze vardır. Şehrin ulu camii evvelce Saint-Jean şö­ valyelerinin kilisesi idi, Abu Nahla camii de Saint Michel kilisesi idi. Küçük ada üzerinde Saint Louis şatosunun harabesi bulunur ki, 1840 bombardımanı ile kısmen tahrip edilmiştir. Bi­ rinci cihan harbînde, Şaydâ’ teşrin I. 1918 baş­ larında, İngiliz kuvvetleri tarafından işgal, da­ ha sonra-fransızlara terkedildi ve Lübnan cum­ huriyeti hudutları İçine girdi. O sırada 12,000 kadar tahmin edilen nüfusunun 7.000 kadarı müslüman ve metâvaîüer, 2.000’i rum katolik kilisesi mensûbu hıristiyan ve marûnî idi ve 600 kadar da mûsevî var idi. Bu şehirde Roma katolik kilisesi, Amerikan dînî hey’etı ve mû­ sevî teşekküllerinin burada tahsil ve terbiye müesseseler! var idi. Şehir, kara tarafından, için­ de portakal, limon, nar, incir, badem ve armut ağaçları bulunan büyük bahçeler ile kuşatıl­ mıştır. Ticâreti mahdut olup, ipeği az mak­ buldür. Üzüm, hububat, pamuk ve mazı ıhrâc edilir. 1 9 2 1 ’de a î-F â râ b i’nin Kitâb İhsa al-ulum adlı kitabının ilk defa Şaydâ’ ’da 1îr fa n adlı mecmua tarafından basılmış olması buranın fi­ kir seviyesini gösterebilir, al-Nâbiğat al-Zubyâni (nşr. Ahhvardt, 1, 6) tarafından zikredilen Şaydâ’ şehrini Idavrân ’da aramak icâp eder. B i b l i y o g r a f y a : al-Baîâzuri, Futüh ( nşr. de G o e je ), s. 12 6 ; de Goeje, B G A bk. f i h r is t , mad. Ş a y d â ' ; İbn al-Agir,



SAYDA — SEÂLBÎÎ.



z6s



(nşr. Tornberg), fihristi Yakut ( nşr. Wüstenfeld ), III, 439 v. d d .; Güdemeister { Z D P V , VIII, 23 v.d.); Baedeker, Palastina and Syria-, Lorfcet, La Syrie d'aujourd'hui ( 1884), s. 94 v. d d .; G. Ie Strange, Palestine under the Maslems ıLondon, 1890), bk. fih r ist; [K â tib Çelebi, Cihan-numâ (İstanbul, 114 5 ), s. 587; müellif Şam eyâletine bağlı bir sancak olan Şaydâ’ livasının o sırada iltizâm ile bir paşa elinde bulunduğunu, A kkâ ve Beyrut ’un da buraya tabî olduğunu, Şam Man i kİ men­ zil mesafede olan ŞaydS* ’ da ipek v.b. ticâ­ reti ile meşgul bir kaç frenk taciri bulun­ duğunu kaydeder; Evliya Çelebî, Seyahatnâme (İstanbul, 1935), IX, 42$— 428; Sûlnâme-i vilâyet-i Beyrut , 1310 (kasabanın nüfusunu 10.73$ olarak verir; 8.287 müsliiman, 2.448 gayr-i m üsiim ); Beyrut vilâyeti, I, Cenûp kısmı ( Beyrut, 1335), s. 3 1 1 —328 (Osmanlı İdâresinin son senelerinde Şaydâ’ hakkında geniş malûmat verilir; şehrin nü­ fusu: 14.167 ve bunun 11.39 8 'i müslümandır)]. ( P . SCHWARZ.)



[ Bu



m adde



M e T İN



T



uNCEL



ta r a fın d a n



ta ­



m a m l a n m ı ş t ı r ].



S A Y F . ( Bk. S E Y F .) S A Y F a l - D A V L A . [ Bk. S E Y F -Ö D -D E V L E .) S A Y F AL-DÎN. I Bk. S E Y F -O D -D İK .) S A Y f L f Bk, SEYFÎ.3 S A Y H A N . [ Bk. SEYHAN.) S A Y H U N . [ Bk, S IR -D E R Y A .) S A Y I N - K A L E . S A Y IN -K A L 'A , cenûbî Azerbaycan Ma, Cağatü nehrinin sağ sahilinde, k ü ç ü k b i r ş e h i r ve bir i d â r e b ö l g e sİ. İdarî bölge cenûpta C a ğ lt ü ’ nun kolların­ dan biri olan Sâruk nehrinin bir az Ötesine geçmektedir. Şimalde Acar i bölgesi, şarkta Hamsa eyâleti ile hudutlamr, Bu ismin ilk kıs­ mı say - ile ilgilidir. Bu bölge bir türk kabilesi olan A fşarlar ile meskûndur; fakat bunların bir kısmı, Fath-'A li Şah ’m XIX. asrın başında Şıraz Man getirttiği Lür menşe’li Çârdavri (Ç ârdovii ) kabilesine yer vermek için, Urmiye ’ye hicret etmek zorunda kalmıştır ( ÇSrdavr bölgesi Şedmere veya Seymerre civarındadır). Ç â rd o v ii’lerin reisi Mahtmûdcik’ta oturmakta olup, yanında $.000 kişilik bir kuvveti var idi. Sayın-KaTa şehrinin 2.506—3.000 nüfusu ve küçük bir pazarı var idi. Şehir 1830 yılında Şayh ’Ubayd Allah idaresindeki kürtlerîn hücûmu ile tahrip edilmiştir. Şehirde eskiden Iran askerî birliği bulunuyor ve Cağâtü vadi­ sinden A zerbaycan’a giden yolu muhafaza al­ tında tutuyordu. Saym -Kal'a ’ nin A fşar bölge­ sinde Ker Porter ( Travels, II, $ 3 8 - $$2; Rİtter, IX, 81 6) tarafından tasvir edilen ve içinde yupancş kitabe buludan Kşr.eftü mağaraları ilç



Taht-i Sulayman (eski Gazaka, arap. a l-Ş iz ; krş. Marquart, Erânsahr, s. 108 ) bulunmakta­ dır. İçinde yüzen adası ile Çamh-göl de bura­ dadır ( Bâderli koyu yanında). Afşa/Iarın bir kısmı A h l-i ffa k k [ bk, mad. 'A L İ İL Â H Î ] mez­ hebine dâhildir; bunların mahallî reisleri Th. Bent zamanında Nazar-Bâbâ ile Gencâbâd Ma otururlardı ( krş. V. Minorsky, Nofes sur la secte des A h li tfalck, R M M , X L - X U , 1920, a. $3, Bu Saym -Kal'a şehri Sultâniya ’nin şarkında ve Abhar ırmağı yanındaki aynı ismi taşıyan ve XIV. asırda Mustavfi tarafından zikredilen başka bir kale ile karıştırılm amalıdır; bk. G. ie Strange, T k e L a n d s o f the East. Cdliph., s. 222. B i b l i y o g r a f y a ı H. Ravvlinson, ( J R G S 1841, X 40) ; H. Schindler ( Z G Erdk. Beri. 1883, XVIII, 3 2 7) ; Tb. Bent^ Scotch Geogr. Magazine, 1890, s. 9 1 ) ; A . F. S tabi ( Petermanns Mitteilungen, 190$, s. 33; bölgenin bir haritası ve yer-aîtı servet­ leri hakkında kayıtlar ile ) ; Jackson, Persia Past and Preseni, s. 12 1 v. dd.



_



(V. Minorsky.)



S A Y U N . [Bk Sey ’ ûn.] S A Y Y İ D . [ Bk. seyyîd .] S A Y Y İ D A N A F ÎS A . [ Bk. N E F İS E .) S E Â L İ B İ . AL-ŞA 'Â LÎBÎ, ü ç m ü e l l i f i n n i s b e s i.



1. A bü Manşür 'A bd al -Ma lîk b . MühamV. ( XI.) asrın en velûd müel­ liflerinden biridir. Hayâtı hakkında Nîşâpûr Ma 3$o ( 961 ) ’de doğduğu ve 429 (1 038 ) tarihinde öldüğünden başka bir şey bilmiyoruz [ ,/Tilki derilerinden kürk diken kürkçü" mânasına ge­ len aisbesi izah edilirken, onun kürkçülük yap­ tığı İçin, bu nîsbeyi aldığı söylenir (bk. msl. îbn Hallikan, Vafayüt, Kahire, 1948, II, 352). Ilİm ve edebiyatın himaye ve teşvik gördüğü bir devir ve muhitte yetişen al-Şa'âiibi, mu­ asırları Abü Bakr al-Hvârizmi [ b. bk.) ve Badi* al-Zaman at-Hamadâni [ b. bk,] yanında, zama­ nının en ehemmiyetli simalarından bîridir. Eserlerinde bîr âlîm olduğu kadar bir Öğreti­ ci ve bîr edebiyat muallimi hüviyeti aksettiren müellifin muhitinde bulunduğunu bildiğimiz emîr ve vezirlerin çocuklarına hocalık ve bil­ hassa Nîşâpûr medreselerinden birinde müder­ rislik yaptığı düşünülebilir. Eserlerinden bâzılarmı ithaf ettiği şahsiyetler arasında Me’ mûnîierden Hvârizmşâh Abu ’l-'Abbas Ma’ mün (hükümet yılları: 309—4o7s“ ioo8-—io i7 , .bk. t A , V /I, 264; VII, 7 0 1}, gazneli Sultan Mahmud’un kardeşi emîr Şâhib al-Cayş Abu ’i-Muzaffar Naşr b. N aşir al-Din Sebüktigin ( ölm. 4 11 ), Nîşâpûr reisliğini devamlı olarak ellerin­ de tutap MikâÜier ( bu aile için bit. H- Rİtter, M ED B . İS M  'Î L ,



s e â l İb L



Die Geheimnisse der Wortkun$t (A srâr aUbalâğ a) des ‘Abdalqâhir aUCurcânî, s. 27—3 3 ; Bayhalçi, Târık-i Mas udi, nşr. S a'İd N afisi, Tahran, 1332 Ş., 111, 969— 1009 ) ’ den A m ir Abu ’l-Fazl ‘ Ubayd Allah b. Ahmed al-M ikali (olm. 4 36 = 10 4 5 ) vardır. Ayrıca eserlerinde bunlar ve devrin başka Heri gelenleri ile mü­ nâsebetlerine dâir pek çok kayda tesadüf olunur ]. Seleflerinden intikal eden bilgileri işaret et­ mekte titizlik göstermeden ve çok defa kendi bilgilerini sık-sık tekrarlayarak, iktitaf sure­ tiyle vücûda getirdiği çok sayıdaki eserleri bilhassa kendi devrindeki şiirden ve belâgatien bahseder. En tanınmış ve bizim İçin en mühim eseri (zeyilleri ile birlikte) aİ-Şa'âiibi’ nin kendi nesli ve bir evvelki neslin edip ve şâirlerine dâir en mühim kaynaklardan biri olan Yatimat aUda.hr f i mahâsin ahi a l-û ş r ’dır. [ Mü­ ellif bu eserini h. 384 ’te bitirmiş ve sonra 402—407 yılları arasında ona son şeklini ver­ miş olmalıdır (b k .‘ A . İkbâl, Taİimma neşri mu­ kaddimesi, I, 4)]. Eserde bahsedilen şahıslar memleketlerine göre tasnif edilmişlerdir. YatU ma, esâs itibâriyle, çoğu zaman hâl tercümesine dâir kısa bilgiler ihtiva eden bir şiir dergisi­ dir. Bu tarz eserlerin çoğunda olduğu gibi, al-Şa‘â lib i’ nin eseri de farklı şekillerde yayıl­ m ıştır; bu husus Yakut (îrşâd, II, 3 2 0 ) ’tan anlaşılmaktadır. Yakut, K a h ire ’de bizzat mü­ elliften Ya'kub b. Ahmed b. Muhammed’e in­ tikal etmiş bir nüshada okuduğu bir fıkradan bahseder ki, bu umûmiyetie yayılmış bulunan metinde bulunmadığı hâlde, Şam baskısında ( III, 33 ) bulunmaktadır. Eserin Pertsch, Verz. der ar. Handss. za Gotha, nr. 21 27; G A L , I, 284; Suppl,, I., 499 ’da zikredilen yazma nüs­ halarına Ünîv. kutup., nr. A Y 662, 742 (2. kısım ), Lâleli kütüp., nr. 1959 ( 569 ’da istinsah edilm iştir), Kara Çelebî-zâde kutup., nr. 316 ( 589 ’da istinsah edilmiştir, noksan ), Pertev Paşa kütüp., nr. 449, Râgıb Paşa kutup,, nr. 1222 nüshalarını ilâve etmek lâzımdır. Yatıma iki defa basılmıştır ( Şam, 1304 ; Kahire, 1934 ); ayrıca Mavlavi Abü Müsâ Ahmed al-Halck ta­ rafından bîr fihristi neşredilm iştir: F a îd a t al‘ aşr, a comprehensive Index o f Persons, Places, Books . , . referred to in the Yatiman al-Dahr, the famous Anthology o f Thaâlibi, Kal küt e, 19 15 ( B ib i Ind., NS, nr. 1215 ). Bizzat müellif, bu eserine aş.-yk. aynı tertip ile, Tatimmat alYatîma adlı bir zeyil yazmıştır. Paris, Bibi., Nat. nr. 3308 nüshasına istinaden neşredilen (nşr. ‘A . îkbâl, Tahran, 1353 ş.) bu eserin muh­ telif nüshaları bâzı kataloglarda Z a y i aU Yatım , al-Şadr gibi adlar He zikredilir ( bk* G 4 L)



*63



Suppl,, I, 499 v.d.). Bununla beraber eserin adı Tatimmat al-Yatıma şeklinde eski müel­ liflerden bazıları tarafından kaydedildiği gibi ( bk. G A L , Suppl,, gost. yer.),bu müellifin ön sözünde de açıkça geçmektedir { Tafimma, I, 2). Eserin yazmaları G A L, Suppl,, göst. yer ’de zikredilmiştir. A yrıca bir nüshası Esad Efendi kütüp., nr. 2952/2 ’de bulunmaktadır. Yatimat al-dahr ’in verdiği malzeme itibariyle kısmen Taiimma ile birleşen diğer bir zeyli al-Bâharzi ( b. bk.; olm. 467=81076 )’nin Dam yat al-kaşr ’ıdır. [Kısm en basılmış olan (Ha­ lep, 1349) bu eserin yazmaları için G A L , I, 252; Suppl., I, 446 ’dan başka bk, H. Ritter, ayn . eser., s. 4 ]. Şiirleri mevzulara göre ayrıl­ mış bölümlerde toplayan bir başka dergisi K, Alışan mâ samı tu 'dur ki, bunun Köprülü kütüphanesindeki nüshası ( nr. 119 7, bk. O. Rescber, M S O S As., IV, 164 ), Kahire ’de Hıdiviye kütüphanesinde bulunan bir yazma­ sına istinaden basılan ( Muhammed Efendi Şâdik cA nbsr ’in tashih ve açıklamaları He, Ka­ hire 1324 ) nüshadan daha geniş olup, O. Resseher tarafından al ma ucaya tercüme edilmiştir ( et-Ta'âlibî , eüz 3, Leipzig, 1916). Bu kitabın zeyli mâhiyetinde yazılmış bulunan K. Man ğâba 'anhu ’Lmutrib ’in müellif hattı ile yazıl­ mış nüshası Lâleli kütüphânesindedir ( nr. 1946, bk. Rescber, M O, VII, 105, bundan istinsah edildiği kayıtlı bir nüsha İçı'n bk, Üniv. kütüp., nr. A Y 1327 ). Bu eser aU Tukfat al-bahiya ( İs­ tanbul, 1302, s. 230—294) içinde ve B eyru t’ta ( 1 3 0 9 ) neşredilmiş, O, Rscher tarafından atmancaya çevrilmiştir { MO, XVII, 31 — 198: XVIII, 8 1— 109). Yine bunlar gibi, şiir dergisi hâlinde, fakat çok defa şairlerin adlarını zikr­ etmeden K *H Sşş al-hâşş ( Kahire, 1326 ; Tunus, 1 293) ve K. T arctif aU turaf ( yazmaları için bk. G A L , Suppl., î, 5 0 2 ) elimizdedir. Yine bu tarz eserlerinden olan K . aUMuntahal veya Kanz al-kuttâb ’ da hususiyetle kâtipler için 250 şâirden seçilmiş 2.500 parça toplamıştır £ bk. FİÜget, Die a r . . . Hdss. der K . K . H ofbiblio * tkek zu Wien, nr, 242, diğer yazmaları için bk. G A L , î, 286, Suppl., I, 501, bir nüshası Üniv. kütüp., nr, A Y 4123 ). Bu kitaba türk şâiri Lâmiî ( ölm. 9 38 = 153* ) şerh yazmıştır ( bk. Toderîni, LU. Tarch,, II, app. X X X IV ), Burada, onun meçhul bîr müellifin Mu’nis al-udabâ' adlı dergisindeki şiirleri nesre çevirmek suretiyle H^Srizm şâh A b u 'l-’ Abbâs ’m emri He te'lif et­ tiği Naşr aUnaçm va hail a l-ik d min muhtar al-şı'r allazî y aşta m il1alayhi H-kitSb aUmutarcam bi-Mıİnis aUudabâ adlı kitabı da zikr­ edilmelidir ( yazmalar için bk, ö A L Su p p l, 1, 5 0 1; ayrıca Yeni-câmi, nr. 1188, 634 h, tafîbH; başmala» Şam 1300, Kahire ı Ş f )*



264



SEÂLİBÎ.



Eserlerinin ikinci bir kısmı k o l a y c a o k u nm a k i ç i » y a z ı l m ı ş kitaplardır. A ynı zamanda bunlarda her turlu faydalı bilgiler ve tarihî fıkralar bulunmakladır. Bunlardan K . L a t a ıf al-ma‘â r if ( nşr. P. de Jong, Leiden, 18^7 ve İbrahim al-îbyâri, Haşan Kâmil alŞayrafİ, Kahire, l 379/ i 96o), K . aU F a ra id va ’l~kalaid veya K . a l- lk d al-n afis va nuzhat al-calis (Kahire, 1317 , Nasr al-nazm ’ m kena­ rında; 1324, *3â7 i eserin oldukça eski bir yazması, Üniv. kutup., nr. A Y 76 M ır; yine aynı kütüphanede nr. A Y 3639 ve Hamidiye, nr. 1447/34 ’te birer nüshası v a rd ır ); K . al~ Mabhic i veya al-Mubahhic, Kahire. 1 334; eser­ den seçilmiş bâzı parçalar hâlinde ve A rba‘ rasâ'ilm uniahaba min m u!allaf â t . . . al-Şa‘âlibi içerisinde İstanbul, 1 30i ; eserin G A L , I, 386, S u p p L , i, got 'de gösterilen yazmalarına Esad Efendi kutup., nr. 3630/4 ve Yem-câmi kutup,, nr. 1188 nüshalarını ilâve etm elidir) ve mek­ teplere mahsûs adab ’in eski mevzûlarından olan eşyânm medih ve zemini hakkmdakî Hv&rizmşâh Abu V A b b â s Ma'mün’a İthâf ettiği K . al-Lata i f va H-zarâHf ( veya al-Z a rctif va H -lataif ) f i madfı makasın al-aşyâ3 va azdâdikâ ile Yavâkit al-m avâkit al-şay va zammih adlı iki eseri vardır (bunların yazmaları ve basmaları için bk. Cat. codd. ar. bibi, ac, Lugd. Bataviae, nr. 455, G A L , I, 286, SuppL, i, 501, ikinci eserin bâzı yazma nüshaları Üniv. kütüp., nr. A Y 608, Şehİd A li Paşa küiüp., nr. 20215, E s’ad Efendi kütüp., nr. 36 28 /11, Reis-übküttâb, nr. 1 1 6 1 / 1 , Yeni-câmi kütüp., nr. 990/2 ’ de bulunmaktadır). Bu iki eser meçhul bir müellif (Leiden, nr. 436) ve aynı şekilde Abu Naşr Afıraed b. *Abd al-Razz&k al-Makdisi tarafından birbirine ilâve edilmek sûretİyle birleştirilmiştir ki, bu eser birincisinin adı al­ tında 12 8 2 ’ de, BagdadM a, taş-basması sûre­ tİyle neşredilmiş, Cama*a f i mâ bayna kitabay al-Sa‘ âlibi . . . adı ile, Bulak (i296 )*ta, Kahi­ re (1275, »300, 1307, 1 3 1 0) ’de basılmıştır { yazmaları G A L , SuppL, I, $01 ’de gösterilen bu eserin bir nüshası da E s’ad Efendi kütüp., nr. 3630/1 ’de bulunmaktadır). Nihayet Gurar al-balâğa va dur ar al-faşâha veya Gurar al~ balağa f i H-nazm va ’l-naşr veya K . al-La âli va *l-durar (İsminde görülen başka küçük fark­ lar ve yazmaları için bk, G A L , I, 285; SuppL, i» 500 ) *i zikretmek gerekir. Bunlardan başka o bir çok darb-ı mesel, ve­ cize ve mesel hükmüne girmiş beyitlerden vü­ cûda getirilmiş dergiler tertip etti ki, bunlar­ dan önce K . al-Tam şil d(îöiv ^85 H, Burchardt, Reisekizzen aus dem Yemen ( Z G E B, 1902, s. 593 v. dd.); W. Hein, 1. V orlSufiger Be­ richt über die Reise nach Aden und Gischin ( Anz. Akad. Wien, 1902, XXXIX, 107 v.d.), 2. Südarabische Itinerarien { M G G W, 1914, LIV, 32 v. dd.); A. Beneyton, Mission d'etudes au Yemen (L a Geographie, 1913, X X V III).— G la ser’ in henüz neşredilmemiş ev­ rakı arasında, Grohmann onun günlük not­ larım çok sık zikreder, „buna aynı şekilde G. W. Bury, 1899 ’daki Bay hân seyahatinin tasvirinde atıflar yapar" ( ayn. esr., s. IX, 56, not i ! Expedition to B&hân, el-yazması; ay m şekilde s. 4, not 1 v.b.; Bury. Arabia în fe lix , London, 1915, sık-eık: The Land o f Uz, London, 1911 ve Notes); bir de Gla­ s e r ’in eS*yazması hâlinde hâtıraları; Ostjemen und Nordhadramaut, s. 139 v.b. — Aş.» yk. bugünkü Yemen 'e tekabül eden (Cebel Taaliş 'ten aş.-yk. 19° şimal arzı İle, cenûp kıyısına kadar ve şarkta aş.-yk. Havra ’ya kadar ) kadîm Saba'-Himyar devletinin bu­ günkü durıimu hakkında bilhassa bk. Zvvemer, Arabia (Chicago, 19 0 1 ) ; Raif Fuad Bey, Land und Leute im heutîgen Jem en (Peterm,



4&Ö



SEBÂ — SEBASTİYâ



M i t t 19 12, LVIII, 1 1 ) ; E, Behn, Jem en, Grundzüge der Bodenplastik und ihr Einfluss a u f K lim a und Lebezoelt { Marburg, 19 10 }, tez (meteoroloji, hey’et ve tabiat ilimleri bir tarafa bırakılırsa, Giaser, Bent ve başkalarının bir çok müstakil eserleri). W. Schmidt ve A, Grohmann'm kitapları daha önce anılmıştı. Cenup sahilindeki şim­ diki ticarî hareket için şu eserde bilgiler bulunmaktadır: Report o f the Aden Chamber o f Commerce ( Aden, 1898 ’den b e ri), Yukarıda gösterilmiş olan eserlere şunları da ilâve edeceğiz : Halevy, Eiudes Sabeennes ( J A , 7* seri, 1873, L H !» A. Zehme, A ra bien und die Araber seit 100 Jahren (Halle, 1875 ); D. H. Müller, I. Südarabische Studien { S B Ak. Wien, n 77» L X X X V I, 103 v. dd.), 2 Epigraphiscke Denkmaler aus Abessinien, Denkschr. Ak. Wten ( 1894), X L 1I I ; E. GSaser, 1. Ztoei Inschriften über den Dammbruch von Mârib {M V A G, 1897 ), 2. Altjem enische Nachrichten { München, 1906 \ 3. Die Abessinier in Arabien { Münc­ hen, 1895), 4* Punt und die südarabisehen Reicke { M V A G , 1899, s. 51 v. dd.}; H. Grİmme, Mohammed ( München, 1904); Hogarth, The Penetration o f Arabia (London, *905); J. Tkaü, Saba { R E, mad. Saba, stn. 12 9 8 — 1 51 1 , burada bu mevzuu hususiyetle Yunan , ve Roma eserlerini gözönünde bu­ lundurarak ete aldım). Eski kitabe neş’rleri (Bird, Fresnel, [i? E, stn 1400 ’ ü tamamlamak için, ayn. esr., stn. 1402 ’ye atıf yapacağım ; Mohl ’a mektuplar, s. 194 v.d. 'da Hsânî ihtar ile, kitabe çevri yazıları gibi suretleri Fresnel’den gelmek­ tedir ], Prİdeaux, Rehatsek, Langer [ nşr. D. H. Müller, Z D M G, 1883, XXXV II, 319 v.d.], Mordtmann, Derenbourg v.s.) Paris Corpus ’unda ( yk. bk.) ve daha sonraki eser­ lerde kâfi derecede gösterilmiştir. Sonraki eserlerden en geniş olanlarının adlarım ve­ receğiz: J. H. Mordtmann, I. H im jarische Inschriften und Altertümer in den Koniği. Museen zu Berlin ( Berlin, 1893 )> 2* Musee Im perîal Ottoman, Antiçuites H im yarites. . . ( Constantinople, 18 9 8 ); D. H. Müller, Siidarabisehe Altertümer im Kunsthistorischen Hofmuseum ( Wien, 18 99 ); H Derenbourg, 1, Les monııments sabeens et himyarites du Musee. .. de M arseille ( Rev. Archeol., 3. seri, 1899, X X X V ), 2. Repert, d ’Epigrapkie sim. ( 1 901 v.d.), 1, 1907, II, Inschriften der südarabisehen Expedition der Aka dem îe in Wien (18 9 9 ’ da toplanmıştır) arasında yal­ nız bir kaçı şimdiye kadar incelenmiştir (Rhodokanakis 'in neşriyatı arasında ). — Ce-



nûp-arap lehçeleri üzerinde yapılan tetkikler Saba’ mes'elesi için mühimdir. H. v. Maltzen (Z D M G , 1873, X X V II), buna hız vermiş ve başkaları onu tâkip etmişti. Landberg ’in çalışmaları çok kıym etlidir: Eiudes sur les dialeetes de V Arabie meridionale, I, Idadramoût, H, D atînah (Leiden, 19 01 — 1913)* Viyana akademisinin Şeh riften der südara­ bisehen Expedition (19 0 0 — 19 10 ), I — X ( Som ali, Mahri, Hazrami, Sokotri, Z far lehçeleri, L. Reinisc'ı, D. H. Müller, A. jahn, N. Rhodokanakis tarafından tetkik edilmiş­ tir J ’ İnde ve nihayet M. B ittn e r’in Studîen ’inde Mahri, Sokotri ve Şhavri için (S İS Ak. Wien, 19 0 1— 1910, CLXU ’ de ) çok roebzûl malzemeler bulunacaktır. ( j . TKATSCH.) S E B A S T Î Y A . [ Bk. s e b a s t IYe .] S E B A S T lY E . S A B A S T ÎY A , 1. Herodes ’in Augustos şerefine Sle^acnîrj ’ye tahvil ettiği es­ ki S a m a r i a ş e h i r a d ı n ı n a r a p ç a ş e k l i ( bâzan Sabastiya şeklinde de yazılmış olan) arapça adın tahmin ettirebileceği üzere, bu adı taşıyan diğer şehirlerde olduğu gibi, her hâlde Sg^dotsta şekli de mevcut olmuş olmalıdır.Daha geç kadîm çağda komşusu Neapolis ( S ehem, arapça Nabulus ) ’in büyümesi ile göl­ gede kalarak, küçük şehir ( îtoktMvtov) derece­ sine düşmüş olup, arap devrinde sâdece ehem­ miyetsiz bîr rol oynamıştır. Şehir, daha Abü Bekr’İn halifeliği sırasında,‘ Anır İb n al-'Â ş ta­ rafından zapt ed ild i; ahâlisinin can ve malı, baş ve arâzi vergisi Ödemeleri şartı ile, emniyet altına alındı ( al-Balazurİ, nşr. de Goeje, s 138 ; İbn al-A sir, al-Köm il, İL 388). Arap coğ rafyacıları arasında al-Battâni burayı ilk zikr­ eden müellif olmakla beraber, coğrafî mevkiini tâyin bakımından, Batlam yus’ a nazaran daha az isâbetli rakamlar vermektedir. Sabastiya, daha muahhar arap coğrafyacılarında Cund F ila stin ’in merkezi olarak görünüyor. Daha Hieronymus ve diğerlerinde mevcut rivayete göre, burada vaftizci Yahya ’ nm mezarı bulun­ maktadır (ibn aî-A şir, ayn. yer', Yahya b. Zakarîya*, XI, 333 ’te, yanlış olarak, sâdece Zakariyâ' ); bunun yerinde geç kadîm çağda bir basiiika ve haçlı seferleri devrinde ( XII. asrın ikinci yarısında) bir Yohanna kilisesi inşâ olundu ; bu sonuncusundan hâlâ kalıntılar mev­ cuttur. Garp kaynaklarına nazaran Sabastiya devre içinde tekrar piskoposluk merkezi oldu (Lequien, Oriens ehrist., III, Ğ50 v. dd.). Usama b. Munkiz, 1140 civarında, şehrî vts-örakaddes mahallini ziyaret etmiş idi. Şalâh al-Din, 1184 yılında, S a b a stiy a ’ya bir sefer yaptı. Şehrin piskoposu, 80 müslüman esirini serbest bırakmak sureti ile, Nabulus ’un uğradığı akı­ betten S ab as|iya’yı korumuş oldu (İbn al-A sir,



SEBASTİYE - SEBEB.



iâ g



ayn. esr., Xl, 333; A b u ’ i-Fidâ*, Annal., ReBrooks ( Jou n. o f Hellenic Studies, 1898, cueil des kist. orient d, croisad, I, 5 3 ; İbn XVIII, s. 193, not 3). Şaddâd, esr., III, 82 ; Epistoîa Baldaini, 4. Bu isimde, gûya Su m aysât’tan pek uzak bk. RÖhncht, Regesta regni Hierosol., nr. 683 ). olmayan bir y u k a r ı F ı r a t ş e h r i n i Y a ­ 1187 yılında şehir Hus&m al-Din 'Omar b. La- kut {ayn, esr., III, 33) zikrediyor. Bununla, çm tarafından, kat’î olarak, haçlıların elinden A ugustus’a izafetle Iuliupolis adını taşıyan ve alındı; Yuhanna kilisesi camie tahvil olundu belki de Sebasteia olarak da tesmiye edilen ve piskopos 'A k k â *ya götürüldü ( İbn al* A sir, Kapadokya Maki bîr şehir hatıra gelebilirdi; ayn. esr., XI, 357 ). fakat bunun daha ziyâde yukarı Nahr Alis B i b l i y o g r a f y a : ai-Battâni, K ilab (H aly s) ’deki Sivas ile bir karıştırma oldu­ zîc al-Şâbi ( nşr. Naili no, Pubblicazioni d. ğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Reale Osservat. di Brera in Milano, nr. XL/II, ( Honigmann.) 39, nr. 1 1 4 ) ; B G A, V, 10 3 ; VI, 79; VII, S E B B İH . SA BBİH , K u r'a n 'm LXXXV If. •329; Yakut, M açam {nşr. W üstenfeld}, III, s û r e s i n i n a d i , Bu sûre Mekke Me nâzîî ol­ 3 3 ; Derenbourg, Vie d'Ousâma, s, 188 v.d , muştur, 19 âyettir ; sabbift ( „tesbîh et, tenzih 486; arab. metin, s. 528, 6 1 7 ; Cuinet, La ve takdîs e t " ) adını ilk âyetinden alm ıştır; Syrie, s. 19 2; Thomsen, Loca San da, I, 102 ; yine aynı âyetin son kelimesine göre, al-a'lâ Sehürer, Geschichte d. jü d V o lk e s im Zeital- ( „en yüce, en y ü k se k ") adı İle de anılır. Fâsiier C hristi, H, 4. tab., s. 195— 198; R. Hart- last -ö Mır. Peygambere Allahı — veya onun yü­ mann, Palâ&tina unter den Arabern ( Das ce adım — teşbih ile şükranın! edâ etmesini Land der Bıbet, I/iV), s. 14 ; Baedeker, Pa- bildirerek başlayan sûrede onun kudretine İûtf last. u, Syrîen 6 { 1904), s. 195. Sâdece arap- ve ihsanlarına İşaret edilir. Peygambere işle­ lardan Önceki devreyi alâkadar eden ame­ rinde kolaylığa, başarıya ulaştırılacağı müjde­ rikan hafriyatının sonuçları üzerine bk. G. A. lenir. insanlara öğüt vermesi istenilir; bundan Reisner, C. S. Fisher, D. G. Lyon, H arvard faydalanacakların bulunup, bunların kurtulaca­ excavatiori$ at Şamaria 1908 — 1910, I (me­ ğı, imân etmeyenlerin karşılaşacağı azap hatır­ tin ), II ( plân ve ievha’a r ), Cambridge, 1924 latılarak, âhiretîn dünyâdan daha hayırlı oldu­ ■ ( H arvard Semitic Series ). ğu, bunun önceki peygamberlere gönderilen 2* § u & d r a l-ş a’ ra i y a M e b i r m a h a l . kitaplarda da zikredilmiş bulunduğu bildirilir. İbn Hurdazbeh ( B G A , VI, U 7 ) ’e göre, KiB i b l i y o g r a f y a : al-Jab ari, T a fşir lîkya sahilinde, Kurasiya ( Koçacfıov) Men 12 ( Bulak, 1322 — 1330 XXX, 96 ; al-Bayzâvi, mil uzaklıkta kâin başka kaynaklarca bilinme­ A nvâr al-tanzil ( nşr. Fleİscher), Leipzig, yen Iskandariya ’den 4 mil mesafede bulunur. 1846, II, 398 ; al-Nasafi, Madârik al~tanzil Burası eski ‘E^aıoüöoa veya Espetertri, yâni (Kahire, 1344), IV, 260; al-Râzi, M afâtih bugünkü A y a ş ’tır. al-ğayb (Kahire, 1 321 ), VIII, 377 ; R. BiaB i b l i y o g r a f y a : Pauîy-Wîssowa, chere, Le Coran (Paris, 1947 “ *95°), 11, ReaîenzykL, V, stn. 2228, mad. Blayussa; 32; M. Hamdİ Yazır, Kar'an dili (İstanbul, II, A, stn. 952, mad. Sebaste, nr. 5; To*935 — *939 ), VII, 5736 — 5769. maschek, S B A L Wien, 1891, Abk. VIII, [B u madde NiHAD M. ÇETİN tarafından ik­ 6 5; E. Herzfeld ( Ptterm , Geogr. MitteiL, mâl edilmiştir]. 1909, LV, 29, stn. 2). S E B E B . S A B A B ( a ,, cem. asbâb ), m e ş ş â î 3, Mevkileri mechûJ al-Marzubânayn ve Tüsf e l s e f e s i t a r a f d a r l a r ı n c a , ‘ illa ( cem. (?, Tarsus okunmamalı!) adlı yerler ile bir­ ti l a l ) ’nin yanında, s e b e b e d e l â l e t e d e n likte, 93 ( 7 1 1 / 7 1 2 ) yılında, al-'Abbâs b. al- u m u m î t â b i r . Bu iki tâbir, tamâmİyle dçjjû Valid tarafından zapt olunan bir A n a d o l u ve afata veya dîttov gibi A r is t o ’da umûmîş e h r i . al*Tabari ve Abu ’l-MahâsinMn bâzı yetle müteradif olarak kullanılmıştır. İbn Ruşd elyazmalarında buranın adı, yanlış olaıak, Sa- {Mâ ba'd al~tabBa, Kahire tabı, s. 15 ) sabah mastıya (veya buna benzer) şekilde yazılmış­ ile 'illa ’ nîn müteradif olduğunu bildirir, Ondan tır ki, buna dayanılarak, B roo ks’ın tahmin önce Abü Şalt ( Ölm. 1 1 34) manükında (Mad­ ettiği gibi, FirikyaMaki Bizans Mıofhna ’sı- rid tabı, s. 50, arapça metin ) bunları .aynı mn kasdoiunduğunu düşünmek güçtür. Bu mânada kullanır. Aynı şekilde bu iki kelimenin daha 2İyâde Firikyadaki SefJaotı) ( PauJy- müteradif olarak kullanılışlarına dâîr şark İs­ \ 7issowa, ReaîenzykL, II A, stn. 951. nr. 1 ) lâm âleminin en eski metinlerinden alınmış ile ilgilidir. pek çok misâl gösterilebilir. Her ne kadar A l­ B i b i i y o g r a f y a: İbn al- A şir, al~ lah, feylesoflarca mutâd şekilde, ilk ’illa diye Kâm il, IV , 457; al-Tabari (nşr. de G o e je ), adlandırılırsa da, sabab veya ilk sabab ile de II, *236 ve not b ; Abu ’l-Mahâsin, I, 2 51 ; aynı mâna ifâde edilir ( bk, İhvan al-Şafa'./îıİslâm Ansiklopedisi



19



SEBEB. s ala 41, Bombay tabı, s. 14 2; Fârabi, Abhadlungen, nşr. Dieterici, s. $7 v.d .; İbn Sina, Tise ra s a il, İstanbul tabı, s. 86, yukarda; Ğaz25li, Tahâfut, nşr. Bouyges, s. 2 58 13 ). Bundan dolayı lügatlerin ‘itfa ’yi ilk sabah ’e, sabah ’i de ikinci sabah ’e delâlet ettiğini kabul ediş­ lerini her hâlde düzeltmek gerekir. «Aristo ’ mm Uşülüciyâ ( nşr. Dieterici, s. 13, altta ) ’sı ulvî âlemin ilk 'illa ’leri ile süfli âlemin ikinci ‘illa ’ lerinî biribîrinden a y ırır: böylece her ikisine de 'ilal denilmiştir. Eski devirde, muh­ temelen, ekseriyetle 'illa ’ n:n kullanıldığını ve *ı7/o ve sabah tâbirlerinin millet ( ra tio ) ve sebep ( cansa )" olarak tercüme edilebileceği ileri sürülebilir. Fakat o zamanki felsefede sa­ bah ve ‘ illa arasında pek açık bir fark göze­ tilmiyordu. Şu husus da ilâve edilmelidir ki, illiyet münâsebetleri hakkında yazılan ayrı eserlere f i ’l-illa va H-madül adı verilmiştir. Başlangıçta işaret edilmelidir kî. Aristo fel­ sefesinin illiyet nazariyesi dinamik olmaktan çok statiktir [ krş. mad. KUVVA ], yâni her şey­ den önce mevcudun esaslarına ( dc^ou) veya unsurlarına saöaö denir. Bundan dolayı 'ilal ve asböb ’ın müteradifi olarak, aynı şekilde ava*il, mabadı, üşül ve istııkîsât ’a tesadüf edi­ lir. BÖylece msl. T avh id İ’ nin Mukâba&ât (K a ­ hire, 1929, s. l$ 6 ) ’ ında mabâdî veya ava*il şöyle sayılmıştır: cevher makûlesi için şekil ve madde, kemiyet için nokta ve vahdet, key­ fiyet İçin sükûn ve hareket. Fakat A risto ’nun Fizik ve M etafizik’İnin dört sabah ( bazen ashüÖ yerine ‘ ilal de bulu­ nur ) ’inîn (Phys., II, 3 ve 7 ; Met., I, 3 —7 ve VIII v.dd.) hudutları içinde kalalım. Bunun ne­ tice itibariyle tarihî bîr girişten ibaret olduğu görülür ( Met., I, 3 v.dd.) ki, buna göre, A ris­ to ’ nun illetler nazariyesi, kendisinden önce İzah edilmiş esasların bir terkibi olmalıdır. Eski tabİatcı feylesofların canlı maddesi, A ris­ to felsefesinde aldığı şekil ile Eflâtun felsefe­ sinin hareket esâsı ve „idea“ İarı olarak, Anazago ra s’ın nous’u, bir araya gelişlerinde mev­ cudun esaslarının tam ve imtizaciı bir terki­ bini vermiş olmalıdırlar. Maalesef okuduğumuz metnin (hususîyle Met., VIH v.dd.) bir nizâm içinde beyânı oldukça müphemdir ve „kuvve“ ve «fiil" nazariyesi ile karışmıştır. Bir husus her hâlde vazıhtır ki, bu da illetlerin, zamanın tevâlisî içindeki şartlarını değil, fakat daha çok mevcudu teşkil eden unsurları İfâde ettiği husûsudur. Fizikte en mühim yeri işgal eden madde ( ukrç \ metafizikte ise, hâkim vaziyette bulunan şey sûrettrr ( etSoç veya )• Bun­ ların her ikîsi, madde ve suret, muhtemelen, ci­ simleri teşkil eden unsurlar mânasına alınmış­ lardır, Madde münfail unsur, suret fail unsur­



dur ; bu sonuncu asıl mevcut veya eşyanın ta­ savvurudur ( bk. M et, XH, 4, 1070*»). Buna za­ hirî illetler olarak hareket ( tö ö &ev 15 /âvrjCRç, ■cö xtvoöv) ve gaye {xo oü evexa, tö *s\oç, tdyaffov ) esasları ilâve edilir. Fakat mevcuda­ tın bütün nevîlert bu dört illet içinde tasnif edilemez. Allah mutlak surette gayr-ı maddî­ dir. O kendisine doğru arzû ile hareket eden âlemin nihaî illetidir. Uzvî âlemde ( bk. Phys., II, 7 ve De Anıma, II, 4, s. 415 ' ruh mevcu­ dun suretinin fâU ve gâî illetlerinin vahdeti­ dir, Buna karşılık, msl. bîr evin yapılmasında dört İllet ayrılabilir; bunda maddeye,inşâ ede­ rim tasavvurundaki şekil, inşâ İşinin yerine ge­ tirilmesi ve gâye olarak İkamet eklenir. İşte A risto ’da bulunan budur. Fakat onun, bilhassa mevcudun suretine ehemmiyet veren dört illet nazariyesi, revâkîlere ve yenİ-eflâtunculara ait unsurlar bunlara ilâve edilmemiş olsa idî, müslümanlarda güçlükle bîr akis bu­ lacaktı. Revâkîlerin harekete getirici kuvvet­ leri (koyoı, kalimât ) hakktndaki telakkisi ve bilhassa Allahın her mevcâdun ve vakıanın ilk muharrik İlleti olarak ( Uşülüciyâ ’ya ve hiber de causis ’ e g ö re ) telâkki edilişi, meşşâîlerin illiyet nazariyesinin müslüman feylesoflar tara­ fından kabul edilmesini kolaylaştırmıştır. Bir az Önce zikredilen eserlere göre, Allah keli­ menin bütün mânâsı ile, ilk illettir ki, her şeyi bizzat ve icâbında da kısmen alt kademedeki akl ’lar vasıtası ile yerine getirir. Tamâmiyle saf olmayan, yâni az veya çok te'sirlenme ve alma kabiliyetine sahip bulunan bu akıllar ( 'u k â l} ’dan süflî âlem İcra edilmiş fiiller şek­ linde yaratıcı kuvvetler çıkar. Fakat illetler zinciri sonsuza kadar uzayıp gitmez, bu dizi, aynı zamanda, hem başlangıcını, hem sonunu Allahta bulur. O ( Lîber de causis, nşr. Bardenhewer., s. 1 03) yalnız kendisi ile vardır, aynı zamanda ' illa ve m a'lül yâni causa sut ’dır. Yeni-eflâtûncuiann görüş noktalarının de­ ğişmesi neticesi olarak, müslüman feylesofla­ rında dört illet ekseriya şu sıraya konulmuş olarak bulunur (bk. msl. İhvan al-Şafâ’, Risâla 40 [ seçmeler D ieterici}, s. 554 ve Hor ten, Die Metaphysik Avicennas, s. 367 v.dd.); t. fail, muharrik illet ( fa*il, mabda* al-haraka) 2. madde {hayâta, mâdda, ıtnsur \ 3. sûret (şöra), 4, gâye {gü ya, garaz, tamâm ). Her mevcût ve vakıanın illeti ilk ve son illet olan A llahtır; bu hususta kelâmcıiar ve feylesoflar m üttefiktirler; fakat teferruatta farklı bir ifâde kullanırlar Feylesoflara göre, illet ve netîce dâima hemzamandır, kâmil bir illet hiç bir vakit neticesiz olamaz. Zaman ba­ kımından değil, fakat kemâl bakımından vç



SİBEÖ sıra yönünden AHah âleme tekaddüm eder, A l­ lah âlemi düşünür, aynı anda âlem var olur. Onun Allahın düşüncesi ile heni-zaman bulunan oluşu hiç bir mukavemetle karşılaşmaz, ne mühlet kabul eder, ne kesilmeye { ta'iiİ ) uğ­ rar, Buna karşılık keîâmcılar, bir çok farklı şekiller ile, Allahın dileyen ve hür olarak ya­ pan bir illet ( daha doğrusu bir müsebbip) ol­ duğunu iddia ediyorlardı: o, dilediğini, dilediği gibi ve dilediği zaman yaratır. Gazzâli ’nin Tahâfut ’te müdâfaa ettiği görüş budur. Zâten ö, zaman içinde sebepler ve neticelerin tabiî teselsülünü ( talâzum al-a$bâb~tavallud) ifâde eden bâzı mu’tezilîlerin akidesini i’tizâl telâkki etmiyordu ( bk. Tahâfut, nşr. Bouyges, s, 377 ). İhvan al-Şafa islâmm aşın meşşâi feylesof­ lardan muhtelif görüş farkları ve bu cümleden olarak maddeden ziyâde, mevcudun sûretİnİ temyiz edici zatî sıfat (prîncipium indivîduaiionis ) telâkki etmiş olmaları ile ayrılırlar. Fârâbİ ’nîn eserlerinden bugün elde bulunan ve istifâde edilebilenler arasında dört illet hak­ kında müstakil kitaplar yoktur. Onun gayret­ leri, esâs itibariyle, bütün illetleri İlk ve son illet telâkki edilen Allaha götürmeğe yönelmiştir. Allah âlemi düşüncesi ile yaratır, bu yüzden biz zat müsebbibi olmak hasebi ile, umûmî olarak, her şeyi bilir, F â râ b i’nin halefleri, sonradan onun dört illet akidesini geliştirdiler; fakat bu kuvve ve fiil tasavvuru ve sudûr nazariyesi He kaplanmış bu­ lunmaktadır. İbn Sînâ İlliyet nazarİyesini farklı bir tarzda ele alır, Şi f a ( bk. Hor ten, Die M eiaphysîk Avicennas, VI, 367—4 4 i)'sm d a, bunu çok tafsilatlı olarak bahis mevzuu eder. Dayandığı umûmî farazîyeler ve vardığı tarif ve tâyinler aş.-yk. şunlardır: 1. illet mâİûl ile dâima hemzamandır; illetin kayboluşu ile malûl de kay­ bolur; 2, illet mâ'lûiden, eserden, daha yüksek, ehemmiyetli, bir mevkî işgal eder; 3. ilk illet ve her şey için vücûdu vacip olan Allah, mut­ lak olarak, basittir ve ancak İlâhî varlığın dı­ şında bir illetler çokluğu tefrik edilebilir; 4. Allahtan başka her varlıkta—Fârâbi de daha Önce .bunu söylüyordu— bir mâhiyet ( mâhîya veya hakika ) ve bir varlık ( vu cü d ) tefrik edil­ melidir; 5. bir şeyin mâhiyetinin iki illeti, mad­ de ve sûret, ay m şeyin varlığının iki illeti fail İllet ve gayedir; 6. nihâî gâye fail illeti tâyin eder ve böylece o fâil illetin de fail illetidir ( bk. İbn Sin a, tşâröt, nşr. Forget, s. 139 v. dd.). Ş ifa (bk. Horten, D ie Metaphgsik Avicennast V I ) ’smda o önce .fail illeti, sonra madde, suret ye gayeyi ele a lır; madde ve sûretten nis­ peten muhtasar olarak, fâil illet ve bilhassa gâî İlletten tafsilât He bahseder. Böylece onun



SâBriÂ.



İÇ İ



illiyet nazariyesi ilahiyatında en yüksek nokta­ sına erer. Aristo ’ nun tâlim ettiği gibi, her şey varlığının kemâline doğru gider. Böylece kud­ retin fiile doğru gelişmesi her şeyin gayesine doğru yönelişi ile aynı zamanda olur.— Burada bilhassa A risto ve şârihlertnden alınmış olan ge­ lişmenin hususiyetlerini bir tarafa bırakmak ge­ rekir. İbn Ruşd, talî noktalar hakkmdakİ tenkit­ lerini ifâde ederek, şarklı seleflerinin belli-başlı akidelerine iştirak eder; dört sebebi ( asbâb) sayar ve hemen dâima fâil { a l- f â 'il) illeti baş­ ta zikreder. Alemde Allah, zaman İtibâriyle de­ ğil, fakat sabahı ya (bu mücerret şekli işti­ kakı ibn Ruşd'den mî geliyor? bk. Tahâfut alTahâfutt nşr, Bouyges, s. 64, 17 v.d.)'sî İle tekadd üm eder. Onun İlliyet nazariyesi içîn bir de bk. Epitome ( trc. S. v. d. Bergh }, s. 2$ v.d., 98 v.dd, 17 1 v.d., 232 v.dd. Nihayet şunları da zikredelim: milâdî XI, asırdan itibaren, nasçt keîâmcılar asbâb at-ilm ( krş. u şS/)'i bilginin umumî kaynaklarını ifâ­ de İçin kullanmışlardır kî, bunlar da şunlar­ dır : his ile idrâk, nakil vc rivayet ki, buna iman da ilâve edilebilir ve akla dayanan araş­ tırma ( bk, J, Wensınck, The Müslim Çreed, s. 2 5 3 ı 2 6 3 } . Sûfîler ise,asbâb tâbirinden geçim ve maişet vâsıtalarını anlamışlar, Allaha olan mutlak itimatlarından dolayı, bunlara pek az değer vermişlerdir (bk. R Hartmann, K uschairis D arstellung des Süfitam s, s. 28--30). B i b i i y a g r a f y a ı Metinde gösterilen­ lerden başka bk. mad. 'ÂLÂM, ASAR, ve FAYZ, MÂDDA, NUR ve ŞART. ( T J. D£ BOER.) S E B H A . SE B H A , s ı ğ t u z l u g ö l . Sebha, şimalî A frika ve Sahra ’ya mahsûs bîr hidrografya teşekkülü olup, yüksek ovalarda çok rastlanır; denizle irtibatı yoktur. Sebha, aynı zamanda, satıh ve yer-altı akar-sular şebekesi­ nin toplandığı, kıyıları vâzıh sûrette çevrilmiş, bâzan dik yamaçlar ile sınırlanmış sığ bîr su çanağı manzarası gösterir. Yağmurlardan son­ ra, suların taşıdığı madenî maddeler bu çana­ ğın dibinde birikir. Kurak mevsimde sular tamâmiyîe veya kısmen buharlaşır ve zemin ku­ ru olarak meydana çıkar. Bu zemin bâzan düz ve tuz tabakaları İle kaplıdır, bâzan da tuz billurlarının biriktiği çatlaklar halindedir. Tuz tabakası altında bâzan çamur bâzan rüzgârla uçan kum veya tehlikeli bataklıklar bulunur. Bu tarif ve anlatılan vasıflar, bir şotf [ b. bk.] teşekkülüne de uyar. Sebha ve şot^Ian birbirinden ayırmak için, evvelkilerin zemini­ nin her zaman az veya çok nemli kaldığı ve İkincilerde ise, buharlaşmanın yeralh-suları ile beslenmeyi aştığı veya zeminin ufuklara kadar uzanan bîr ova manzarası arzettîği (garbî



292



SEBHA — SEB’IYE.



Amerika p la y a 'lan g ib i) ileri sürülmüş ise de, bu ayırma hiç bir esâsa dayanmaz. Aym ke­ simde iki tâbir de, arada fark gözetilmeksizin kullanılmaktadır. Msk Oran bölgesinde Oran sebha ’sı ile g a r b ı ve ş a r k î $ o ît ’larma, Büyük Sabra Ma Timimün ( Gurara ) s a b k c’sına, Ce­ nubî Tunus $ o ft darına ve Vargla, Siva v.s. sa b k a ’larma rastlanmaktadır. B i b l i y o g r a y a : Sabra maddesinde gösterilmiştir^ ( GEORGES Y v e R.) S E B İL . S A B ÎL ( A.), y o l demek olup, K ur*an Ma da kullanılmıştır: i. lügat mânası ile, msl. man istataa iiayhi sabîlan ( III, 9 1) ,.oraya yol bulabilen kîmse'*; 2. sabil Allah „AUah yo îunda" tâbirinde olduğu gibi, mecazî mânada kullanılışı için bk. mad. CİHÂD; 3 mecazen ha­ kîkî yol, Peygamberin yolu mânasında ya tayfrmi 'ttahazîu ma'al 7-rasSl* sabilan ( XXV, 29 ) »kâşki Peygamber İle birlikte bir yol tutaydun" ( yâni onun yolunu, hakikat yolunu takip etmiş olsaydım ), ibaresinde olduğu g ib i; 4. mecazen, bir şeye erişme, onu elde etme vâsıtası veya güçlüklerden, sıkıntılardan masun yol mânasına, a v y a c a l a H lâha la k u n n a s a b ilan ( IV, 14 ) „yaUut Allah onlar için bir yol açar**; 5. ibn als a b il wyoİ oğlu**, yâni yolcu yahut yurduna dön­ mekten âciz, yollarda kalmış bîçâre ki, merha­ met ve yardım mevzuudur. —Kelime bugün h a y r a t ç e ş m e l e r için kullanılır. Şark din­ lerinin çoğu gibi, İslâm da, tabiatİyle çorak böl­ gelerde ve iklimi kurak yerlerde, susuz kalmış yolcular için kuyular, sarnıçlar, çeşmeler tanzi­ mine büyük bir değer ve ehemmiyet vermiştir; saM /in bu son mânada kullanılışının, Allah rı­ zâsı için yapılan eserler hakkında kullanılan sa~ b il A lla k tâbirinden çıkmış olması mümkündür. B i b l i y o g r a f y a : Bk. lügatlerde bu kelime [son mânasında sn&r7 ve bundan tü­ remiş olup, türkçede kullanılan başka tâbir­ ler İçin bk. M. Z. Pakalın, O sm an lı ta rik d e ­ y im le r i v e te r im le r i sö z lü ğ ü ( İstanbul, 1947 — 19 36 ', III, 135 v.d.; C. Esad Arseven, S a n ’ af a n s ik lo p e d is i (İstanbul, 1953'., IV, 1772 'v.d.}. (T . W. Haig ) S E B ÎL U L L A H . [ Bk. CİHÂD.] S E B ’ İY E . S A B İ YA, y e d i (İmâm) t a r a f d a r l a r ı , y e d i - i m â m c ı l a r ; görülebilen imamların sayısını yedi ile tahdit eden ş i î z ü mr e l e r i n e i ş a r e t e d e n bir t â b i r d i r — İmamlığın babadan oğula, İlâhî bîr takdir ile nakledildiğine inanan meşıû halifelik taraMarı şî’aMa, 1 4 5 ( 7 6 2 ) yılına dtğru altıncı imâm C a'far al-Şâdik [ b. bk.J’ın (en büyük?) oğlu İsmâ'il, babasından önce ölünce, karışıklık baş gösterdi. Ekseriyet İs m a il’in yerine G a 'fa r’in bir başka oğlunu, on iki imâm taraf darlarının (isn â 'a şa riy a [b. bk.]) on iki İmâm dizisinde



yedinci olan Musa ’l-Kâşim'ı, diğerleri daha az dikkate çarpan oğulları Muhammed, 'Abd Al­ lah ve 'Ali ’yi koydukları hâlde, en dar meş­ ruluk tarafdarları Ismâ'Ü’e sâdık kalıyorlardı. Bunlar onun babasından önce öldüğünü inkâr ediyorlardı. Bu gaye ite getirdikleri sözde deliller bizzat rakipler! üzerinde de te’sir yapmış görünmektedir; bunlar IsmSi'li berta­ raf etmek için, onun ahlâkına hücum etmek mecburiyetinde kaldılar: babası, önceleri ken dîsinc tahsis etmiş olduğu halifeliği, kötü ha­ reketleri sebebi ile, ondan almış olmalıdır. Fa­ kat bu ayıplama’ar, bilhassa şarap içme ten­ kidi, imâma karşı teve’h edilmiş bir hücum olarak değil, fakat yedi İmâm tarafdarları nca. Şerîat hükümlerinin gevşetilmesine karşı olmak­ la izah edilebilir. Yedi' imâmctlar hareketi, menşeMen itibaren, yeknesak değil İdî. M u b â r a k i y a Ismâ'i) Me „d u rd u "; Ism â'ii onun için son imâm ve meh­ di [ b. bk.] oldu. Fakat ekserisi oğlu Muhammed’İn şahsmda imamlığı devam ettirir kî, bu da resmî al-Tâmm { ..tamamlayan**) ismi ile ka’im al-zamân [b . bk.] olmuştur. Fakat bu te’akkî, gerçekte, yalnız mezhebe sülük eden­ lerin bildikleri görünmez başka imamların ken­ disine halef olmaları vak’ası ile, bâzı talî fır­ kalarda değerini kaybetmektedir. Muhammed al Tartım ün mevkiine rağmen, asıl zümreler Ism â'H ’in adına bağlı kaldılar, Kendi mertebe silsilesi telakkilerine nazaran, yedi-imâmcılar, binnetîce V â k i f i y a V b ( ..duranların" ) pek Çok zümrelerinden birini teşkil ederler. Bu kısmen devrin siyâsî şartları ile izah olunabi­ lir, Abbasî halîfesi al-Manşür, 14 5(76 2/76 3) yılında, Medine Me al-Nafs al-Zakiya Muham­ med b. 'A bd Allah b. al-Hasan b. ‘A li Mln is­ yanını bastırmış idi, müteakip yılda bunun kar­ deşi İbrâh'm al-Başri de aynı şekilde mağlup edildi. 'AH soyu tarafdaıları mes’elesi böyîece muvakkaten halledilmiş idi, elde edilen netîee şu oldu: imamlarını gerçekten kılıçları ellerinde yaşayan ' Al i soyundan gelen o cesûr kimseler arasından seçen hareket tarafdarı çevreler ara­ sında bile, bir wCârüdiya‘* fırkası gizli mehdî saydığı al-Nafs al-Zakîya Me fJdurdu‘*. Nassî te­ lakkileri itibari ile muayyen şahsiyetlere bağlı bulunan ve gerçekte hiç bir şeye tekabül et­ meyen gerçek bir imamlığı tarihte kendileri ile birlikte sürüklemekten yorulmuş olmaları gereken meşruluk tarafdarları arasında da ye­ niden görünme ( , , 2 1 ıh u r") ümMi daha da kuv­ vetlendi.



Boylece İsmâ'ii ’in her kardeşi kendisinde „duran‘* tarafdarlara sâhip oldu; alay ile ken­ dilerine Ma mt ü r a (»yağmur ile sulanmış") ve daha sık olarak V â ^ i f i y a denilen Mu-



SEB’İYE. s â v i y a oldukça mühim bir fırka teşkil etti. Gerçekte bu zümreler de yedi-îmâmeılar adınm şumûlüue girerler. Fakat umûmî kullanma* da Sal/îya tâbiri İsm â'iliya ( b. bk.]’ niıı aynı­ dır. Bunlara göre—ancak bir asır sonra bu hu­ sûsim hesaba katılabiliri iş olduğu doğrudur—, „durma” her türlü siyâsî hedefi terketmeğe sevketmez. bu daha ziyâde o kadar te'sirİi olan doğuştan mukaddes bîr imam fikrîni muhafaza etmek ve ‘ AH İle Husayn ’in soyundan, ekse­ riya kabiliyetsiz olan ilk doğan çocukların te* sâdüfî şahsiyetlerinden kurtulmak için, en mâhirâne bulunmuş bir vâsıta idi. Böylece gizli yedinci imam Muhammed b. Ism â'îl’ in inziva­ sından çıkmış halefi olarak Hamdan Karmai gibi onun bizzat „yenİöen zuhûru” olarak Fa­ tımî S a'id b. 'Abd Allah b. Maymun gibi ( krş. Tabarİ, 111, 2218, Yahya b. Zikravayh ’in mu­ ammalı şahsiyeti hususunda) kendilerini bu imâmın det i { b. bk,] ’sî gibi gösteren insanlar tarafından sevk ve idare edilen yedi-imâmcıtar hareketi tarihin dış gidişi için de büyük bir ehemmiyet kazandı. K a r m a t î 1 e r, F â t ı m î l e r , H a ş ş â ş î n ve Hindistan, Iran ve Orta* Asya İsmâHHİeri Öyle bir takım züm­ relerdir ki, yedİ-imâmcıîar hareketi tarihe bun­ ların kisvesi altında girmiştir, fakat Dürzîler de ve bâzı görüşlere göre M a t a vi l a [ bk. mad. m O T E V A l Î , ve N u ş a y r î l e r köklerini eski Sab 'iya'd en alırlar. Fakat Sab'iya, siyâsî b’r hâdise olduğu ka­ dar, aslî dinî bir hâdisedir. Aynı anda imâraîarm sayısmt Ca'far ’in muhtelif çocuklarında tamamlayarak, yedide durdurulmasındaki şa­ şırtıcı durum, yukarıda sayılmış o’an siyâsî se­ beplerin esasen kâinatın ve tarihîn bütün hâ­ diselerini mukaddes sayıya, yediye göre tak­ sim eden bir dünyâ görüşü ile desteklendiği kabul edilirse, daha da kolay olarak izah edilmiş olur ve İsm â 'il’in babası Ca‘ f a r ’İ AÜab gibi telakki eden Hattâbiya ’nin misâli, Sab’ îya ‘rün teşekkül ettiği zamanda imamla­ rın İlâ üleştirilmesinde istisnaî hiç bir şey bu­ lunmadığını bize gösterir. Tabiî olarak yediİmâmctlann kelâmlarından bahsedenleyiz. Biz yalnız münferit, ayrı sistemlerin parça'armı tanımaktayız ve bunlar da ekseriya düşman beyânlar ile karanlıklaştırılmıştır. Kelâmda tam olarak yedi-imâmciSara âit gibi bakılabilecek şey irfânî bir kâ'nat telakkisi olup, doğ­ rusunu söylemek lâzım İse, bunda adlar ve eş­ ya hiç de sabit değildir. İlâhî sudur derecele­ ri şöyled ir: ı, Allah, z.kullî akıl ( e t k i ) 3. küüî rüh ( naf s ), 4, ilk madde, 5. mekân, yâni pleroma, 6. ilk zaman, yâni kenoma, 7, yer yüzii âlemi ve insan. Süflî âlemde, kurtuluş tarihîmn 7 peygamberi, yâni natîk (^konuşan") yanında



*93'



bu yedi sayısı yine bulunur: Adem ilk naitk ’tır, fakat umumiyetle ilk insan değildir; sonra Nüh, İbrahim, Mûsâ, ‘ İsa, Muhammed ve Muhammed al-Tâmm gelir. Bu natik ’ lann İkisi arasında 7 şamit („sessİz“ ) bulunur; bunların her devrede birincileri nâfik ’ın yar­ dımcıları olarak mühimdirler; /«fi£ { „ çözen, kurtaran” ) veya ases {„tem el“ ) unvanına sa­ hiptirler; ve ancak şS/mf ’lere varan bâtmî bir teVİl sâyesinde kazandığından nufikların din ve şerîatlerİ gerçek mânasını veya onların un­ surları ile halledildiğinden, şamit ’ler mühim­ dirler. Bu /atik ’lar şunlardır: Ş iş —Ş iş tarafdarlarınm irfânî mezhebi hatırlansın—, Sam, İsmâ‘ il ( Hâcer ’in oğlu). Harun, Petrus, ‘AH ve yedi-imâmcılar zümrelerinden her birinin kuru­ cusu, msb ‘ Abd Allah b. Maymun. Şam it ’ier ya­ nında 7 veya 12 ’lik zümreler hâlinde daha aşağı bir başka mertebeler silsilesi vardır ki her şeyden önce hııcca [ b, bk.] ’ler. ve detî ’ler bunlardandır. Fakat yedinci imâmı Allahın ay­ nı tutan bir teesit akîdesİ vak ’ası ile bâzı de­ ğişiklikler yapılmıştır; Ibn T abir al-Bağdadi ( s. 288 ) ’ nin bir müddet IsmâHli propogandası te’sİrine mârûz kalmış olan bir şahitten nakl­ ettiğine göre, ondan M usa’ ya görünmüş olan Muhammed al-Tamm ’ı görmesi istenilmiştir. Bir çok zümrelerde, msl. Hindistan îsma'ililerinde, kâinat görüşü ve bununla beraber kudsî 7 sayısına istinat eden devrî hareket tamâmiyle arka plâna geçmiş ve ‘A li, birinci imâm vasfı ile, Allah hâline gelmiştir. Burada yol yediimâmcıları ‘ A li-ü ahi [b. bk.] ’îere sevkeder. Hindistan Ism â'îlileri, ‘ AH ’ den itibaren A ğa Han Muhammed Şâh devrine kadar, 47 imâmsayarlar. İmâmın hemen yanında, tarihte ekse­ riya ehemmiyetçe bunları geçen hüccetler (/tızcca ) yer ahr. Peygamber ‘ A li ’nin hucca ’ si ola­ rak görünür. Fakat Peygamber buraya, asıl kasdedilmek istenilen Salman al-Fârisı nin ye­ rine ve makamına, siyâsî İhtiyat sâiki ile ko­ nulmuştur. Ruhun kurtuluşu için, yalnız sülük etmiş olanların bildiği sırlar mefhûmu mutlak şekilde zatûrî olduğundan, bunların Öğretilmesi artan bir ehemmiyet kazanmaktadır; bundan dolayı buna t a' l i m i y a de derler, Bâtmîliğe sülük 7 veya 9 sülük derecesi ile olur. Abd ai-Kahir b. T âhir (öi/n. esr., s. 282 v. dd ) bunlara şu ad­ ları verir: 1. tafarrus ( „arayjş" ), kazanmak is­ tenilen kimsenin ruhuna girmek ve sonra onun ite aynı saha üzerinde mevkî almak için, fevka­ lâde mâh:râne ve hemen-hemen teknik hâline gelmiş ruhî usûl; sonra 3. fu'ms, şakirde o za­ mana kadar sahip olduğu inancın,,bütün güzel­ liği” , yeni inancın önceden hissettiğinden çok daha güzel olduğu telkîn edilerek, gösterilir;



294



S E B ’ İY E ,



bundan sonra, 3, taşkik 'de o mamana kadar inancını derinleştirmiş olduğu tarz husûsunda «şüphe İle sarsılır"; böyle bir aklî melekeler yolu ile sülükten sonra, gerçek bilginin yalnız esrar ve örgütlerinde bulunduğu kaidesine göre, talebenin 4. rabt ve 5. ia'lik ile, esrarlı kuv­ vete «raptedilip, bağlandığı" zaman gelmiştir, 6, tadli s mertebesinde, gerçek derîn mâna, ta­ rihî bütün kehânetlerin ve şerîatlerin içinde gizlenmiş olduğu dış ve harf zarfından, remzî bir izah vâsıtası ile, meydana çıkarılır; o za­ man 7. id sis ( «sağlamlaştırma" ) oldukça uzun bir acemilik devri ile başlayabilir; bunun ta­ mamlanmasında, genç adam, «yeminli âhidler" ( mavâsik bi 'l~aymân ) ile vücut ve ruhunu bu ittihada verir, buna karşılık da, taahhütleri dı­ şında, 8. haV ’de ve 9. sulh ’ta daha Önceki bü­ tün nassî mecburiyetlerden ve başka bütün dış kanunlardan «dışarı çıkarılmış" olur. Bütün sistem görünüşte kasten Kurban âyet­ leri İle desteklenmiş; bu da muğlak telmihler ile başlayan mübarek kitabın bu hususiyeti He kolay olmuştur. Bundan dolayı şâkird kat’î bil­ giye sahip oluncaya kadar, «efendine ibâdet e t" ( K udan, XV, 99) âyetinin zikri ile, şim­ diye kadarki Allaha ibâdetinin yalnız bir ilk derece olduğunu öğrenince, bununla alâkalanır. İçinde batin ( « iç ") kelimesinin geçtiği âyetler sön derecede garip, çok az aslî bir husu­ siyeti bulunan remzier, te’vilîer sisteminin en kesin delillerini ( dicta probaniia) te*min eder, bu te'vilde sûrelerin başında bulunan ayn-ayrı harfler ve .imamların adları veya nassî tâbirler ile mahdut olmayan harf değerleri üze­ rine mu’esses geniş İsrail te’vilİ işe karışır. — Bir tek zümrenin ayırıcı bir çok işaretler ile gösterilmesi, msl. yedi-imâmcılarm Hurremîler [ bk. mad. HURRAMÎYA ] hareketi ve Mezdekîler hareketi gibi tamâmiyle ayn hareketler ile karıştırılması, bunların Bâtinîler [ bk. mad. BA TİN İ Y A ] arasında sayılması, hattâ ekseriya onlara Bâtİniler denilmesi, ve bu sebepten do­ layı, basımlarının kendilerine M u ' a t t i l a («bo­ şaltanlar, hiç bir şey kabûi etm eyenler") ’ya tekabül eden küfürler etmeleri, bütün bunlar İs­ lâm mezheplerinin durum ve münâsebetlerini aydınlatmağa yardım etmemektedir. Şimdiye kadar, yedi-İmâmctlarm fikirlerinin gerçek menşe'i, hükümleri ihtiyat ile karşılan­ ması gereken muharrirler kadar, bizce mâiûm idi. Sünnî mezhepten fırkalara dâir eser yazan­ lar bu fikirlerin yahudi, hıristiyan ve hattâ sâbii ve bilhassa parsı menşe’ini tasdik etmek itiyâdm dadırîar. fakat esasen onların yunan fel­ sefesi ve Her mes yazıları ite münâsebetlerinden şüphe ettikleri doğrudur. Yeni-eflâtuncu tefek­ kürlerin, parşİ esrarın ve hıristiyanlann «hazî­



neler m ağarası" ’nda bulunan ustûreler gibi ustûrelerin bir dereceye kadar kur'anî bir Örtü alıp, müstüman irfâm oluncaya kadar geçtiği yolun daha teferruatı ile keşfedilmesine ihtiyaç vardır. İhvan a U Ş afa [ b. bk.] ’nıs vâsıta ola­ rak oynadığı rol üzerinde de araştırmalar yap­ mak gerekir. Yedı-imâmcılarm bütün zümreleri müslüman lar, h attâ. şİ’îler tarafından çok gayr-i müsait bir tarzda karşılanmıştır. Bunlar ğulât [ b. bk.] ( «en sona kadar gid en ler") ve ekseriya hattâ İslâmiyet dışında gibi telakki edilirler; Öyle ki, bâzı mezheplere dâir eser yazanlar onları zikr bile etmezler. Bunun başlıca sebebi onların A l­ lahın Ülûhiyetini ve Muhammed Jin peygamber­ i m i n kat’î mâhiyetini haleldar etmeleridir. Fakat bunları dehrîler [ b. bk,] olarak göster­ mek ve boylece kendilerine tamâmiyle yabancı olan «materyalistler" ile karıştırmak için âfâkı olmaktan ziyâde tenkitçi bir muhâkemeye sâhip olmak lâzımdır. Onlar hakkında kötü hü­ küm verilmesine yardım eden şey yalnız ihti­ lâlci temayüllerinin, yedinci imâm adına yer-altı • siyâsî çalışmalarının sebep olduğu kızgınlık değil, fakat sıkı şeriatı gevşetmeleridir ki, bu hâlleri sırf ve tamâmiyle dine karşı, saygı­ sızlık ve lâubalilik gibi, görülmektedir." Gizli mezhepler için yapılan takip ve tenkitler on­ lara karşı da tevcih edilmiştir; livâta, kadın-, lar ile yapılan şaraplı gece işret âlemleri," on­ lar hakkında ileri sürülen kâfirlik, siyâsî ve ahlâkî «nihilizm" Avrupa eserlerine kadar geç­ miştir. Kabiî olarak İktİtafcıhğı reddetmeyen, bilâkis her dînî sistemin, maddî bîr şekil alır- al­ maz, çok dalls-budakh iktitafcı bir bütünü temsil ettiğini bilen yeni araştırmalar, yedİ-imâmcıların ilâhİyâtmm, veya İlâhî felsefesinin bazı­ larınca İnsandan o kadar uzak olan İslâmî A l­ lah fikrine karşı tabiî bir aksülâmeli temsil ettiğini gösterecektir; bundan başka umûmî olduğu iddia edilen ve bazılarında muhakkak olarak mevcut olan dme karşı kayıtsızlığın ( msl. Nasir-i Husrav ’in Rüşanai-nâm a ’sînin 373 v.dd. beyitlerinde yedi esâs günâh ile se­ kiz aslî fazilet husûsımda tâlim ettiği g ib i), şeriatın mücerret ve irtibatsız hükümleri mecmûasma gerçek bîr ahlâkî karşı-koyma denemes'ni temsil ettiğini de gösterecektir. Bu ba­ kımdan, Rüşandi-nâm a ’nin şâirin, İsmâHlileri» bir hacca ’si sıfatı ile. yedi-îmâmeılarm mer­ tebe derecelerinde mühim bir mevki kazanmış olup-olmaması, yahut eserin kendisini bu ce­ mâate girmeğe sevkeden iç durumunu açıkla­ yacak şekilde onun bu mezhebe bağlanmasın­ dan önce yazıtmış olup-olmaması mühim değil­ dir, ve muhakkak ki Haşşâşîn Tb. bk.] ve Karmatîier gibi bâzı yedi-îmâmcılar zümreleri öte-



ip



Ş E B ’ İY E -



İ\T



S® i



■ lü



W m :-



■■I ■ ;| | I



IH m



i v ■i i



■ İ. I I



*95



ki müsiümaniara karşı son derecede müsama­ hasın davranmışlardır; fakat M ısır’ da Fâtımîlerdeu bir çoğunun müsamahalı ve akıllıca ida­ resi bun'ara karşı tutulabilir. Banan, umûmî bir vasıf olmamakla beraber, bâzı zümrelere işti­ rakçilik isııât olunur. H. IV. ve V. asırlarda, mtisi uman müellifler bütün müslüman ülkelerde bun'ann genişlemesini ve dinî gayretlerini mü­ şahede ettikleri hâlde, bu eski zümreleşmeîer çoktan beri sabit ve donmuş bir hâle gelmiş idi. Fakat fikirleri harekete devam etmiş ve Iran 'dan uzağa şimale doğru ve Hindistan’dan bilhassa şarkî A frik a 'y a doğru yol almıştır. Gerçekte onları eski yedİ-imâmcilara bağlayan bağın şuuruna sahip oldukları hâlde, var-oluş tarzları mühim bir şekilde yenileşmiş idî. Si­ yâsî unsur çıkarılmış, dinî unsur hafifletilmiş* tir. Müslüman tesânüdü duygusunun bilhassa bu yeniciler arasında kendini devam ettirdiği­ ne dikkati çekmek zahmete değer. B i b l i y o g r a f y a : ‘Abd at-Kahİr b. Tâhir al-Bağdâdi, al-Fark bayn al-firak (Kahire, 1328), s. 265 v.dd.; İbn Ha2m, almilat va H-nihal (K ah ire, 1 321 ), II, n 6 ; Şahrastâni nşr. Cüret o n ), s. 16, 126 v.dd., 145 v. d d .; krş. bir de trc, Haarbrücker, II, 41$ t Şuhfur b. Tahİr al İsfarâ’iııi ( el-yazm., Berlin 2801 \ İmâmıya kelimesinde, 8. bo­ lümde: İstilâ’ Üİya, Mubârakiya . . . ve 13. bö­ lümde: B âtin iya; aî-İci, al~MavSkif (nşr. Soerensen ), s. 348 v. d. j Guyard, Fragments



diler kıssasına telmihler vardır. Bu istihalenin Ayla ( Kızıl deniz sahilinde ) ’de, Dâvüd zama­ nında vâkî olduğu söylenir. İslâmiyet sabt vecîbesini almamış, hatta onu açıkça reddetmiştir. Sabt ’ in emri hakkında Kitab-ı mukaddesin gösterdiği mucip sebep, yâni yaradılışın yedinci günü Allahın dinlen­ miş olması, isiâmîyette hoş karşılanmamıştır. Buna KuPan { L, 3 8 ) ’ da işaret edilmiş, hadîs­ te de, üzerinde ehemmiyetle durularak, izah edilmiştir. Goldziher bu husûsu aşağıda zikr­ edilen eserinde gösterir. Allahı insan suretinde tasvirlerinden dolayı yahudilere İsrarla yapılan muahezeler ekseriya doğrudan-doğruya bu söz­ de „Allalım dinlenmesi" mes’elesine dayanır. Yahudiliğe karşı yapılan ve tam bu noktada gittikçe acı bîr hâl alan tenkidin neticesinde, sabi, yedinci gün, bir çok hadîste zararlı bîr mâhiyet atmış ve »bir ihanet ve hiyle günü" veya kötü şeylere tahsis edilmiş bir gün ola­ rak telakki edilm'ştir. Diğer taraftan ya hu dİ sabt 'inin cuma ibâde­ tine numune teşkil ettiği düşünülebilir. Ha­ dîste bu hususta deliller bulunabilir ( \Vensinck, Mokammed en de Joden te Medina, s. 1 1 1 v. d.). Sonraları gelişerek, cuma günü, ya­ hudiler in S a it ’inden gelen veya her hâlde, onu hatırlatan bir çok hususiyet aldı. Bununla be­ raber cuma asla bir dinlenme günü vasfını al­ madı. Bu mevzûa dâir tafsilât için bk. mad.



relatifs â la doctrine des Ismaelis { NE, ı8?4ı XXU, 177 v.dd.); İvanov, Ismaelitica { Memoirs o f the Asîatic Socîeiy o f Bengat, 1922, VIII, 1 —76) ; al-öazzâli, Fazâ'ih albâtiniya (I, Goldziher, Sireifschrtft des Gazali gegen die B atinijja-Sekte, Leiden, 1916 ) ; I, Goldziher, Le dogme et la loi de 7 Islam , s. 201 v .d .; de Boer, Geschichte der Philosophie im İslam, s. 76 v. d d ,; krş. bir de de Sacy, Expose de la religion des Druses, I, L X I1I v.dd, ve bir de metinde zikredi­



B i b l i y o g r a y f a : KuPan *ın yukarı­ da zikredilen âyetlerinin tefsirlerinden baş­ ka, bk. bilhassa i. Goldziher, Die Sabbathins tit at ton im İslam ( Gedenkbuch zur Erinnerung an D. Kaufmann ), Breslau, 1900, s. 86— 105 ; ayn. mil., Islamisme et Parsisme, ( R H /?, 1901, X L İ1I, 27 v.d.); Becker, Zur



len maddelerdeki kitâbiyât. J I'-.;:; |i



SE B T E .



ı R. S trothmann.) S E B T , İbranî dU’ndeki şabbât kelimesinin arapça mukabili olup, İ s r â i i î l e r i n d i n lenme günü olan cu m a rte s i günü­ nü ifâde eder. KuPan (III, 1 5 3 ) ’a göre. sabt yahudilere Sina ’da, bir fariza olarak, emredilmiş idi. KuPan, XVI, 124 *e göre, sabt ..bugün hakkında ihtilâfa düşenlere" farz edil­ miştir kî, bunlar, müfessirierce, ya yahudiler, yahut da, daha kuvvetli bir ihtimal ile, yahu­ diler ve hıristiyanlardır, KuPan, VII, 162 — 165, İl, 65; IV. 4 6 ’ da sabt ’in İcâplarını ihlâl ettikleri için, maymun (veya domuz) şekline sokulmak sûreti He cezalandırılmış olan yahu­



CUM'A.



Geschichte des islamischen Kul tus { Der İs­ lam, 19 1® ) , III» 378 v.dd. ( = İslamstudien, Leipzîg, 1924, 1, 477 v.d d .); W. Rudofph,



Die Abhüngigkeit des Qorans von Juden~ tam and Christentum ( Stuttgart, 192a). s. 55 v.d.



( J . L . PALACHE.)



S E B T E . SA B T A ( garp dillerinde C e ü TA, bugünkü türkçede SEPTE), A fr ik a ’nın şimal-i garbisinde, kendi adı ile de tanınan Cebel-i Târjk boğazı kıyısında, 350 52' şimal arzında ve 50 18' garp tülünde bîr şehir olup. Fas ülkesinin Akdeniz kıyısında Ispanya’nın he­ nüz muhafaza ettiği 5 mevkiden birini teş­ kil etmektedir ve ly km2 arazî üzerinde 1960 yılı sonunda 73.000 nüfusa sahip bulunmakta idi Sebte şehri şark-garp istikametinde uzanan ve Cebel al-Mina adlı bir kaya kütlesi { üs­ tünde bir deniz feneri bulunur ) ile nihayetle-



296



SEBTE.



nen bir yarım-ada üzerinde kurulmuştur. Y a­ rım- ada ortasında da 194 m. irtıfâmda, Monte del Hactıo yükselir. Yarım-adanm berzah kıs­ mında yer alan eski şehir «Ciudad Antîgua" İse Monte del Hacho ’nun yamaçlarında basa* makvâri yükselen yeni şehir Almİna ’dan mey­ dana gelir. Berzahın Ötesinde memleket yük­ selerek, vadiler ile yarılan ve şimalde deniz üzerinde dik yarlar ile sona eren geniş bir yayla'hâlini alır. Serallo yaylası adı verilen bu yayla, İspanyolların Sierra Bullones ve faslıla rm Cebel Bü Yûnus veya Bü Yünaş ismini verdikleri Ancera dağ kütlesine yaslanır ki bu da R if Atlaslarının bir cüz’ ünü teşkil etmek­ tedir. Yanm-adanın şimal ve cenubunda iki koy bulunur ki, birincisi oldukça geniş fakat az muhafazalı, İkincisi daha küçük fakat iyi korunmuş durumda olup, gemiler için emni­ yetli bir demirleme yeridir. Bu tabiî imtiyaz­ larına rağmen şehir, Tanca ve hattâ Meliîla'ya uisbetle çok geri iktisâdı bir ehemmiyet arzeder. Buna karşılık Sebte, Cebel-i T a rık ’a mu­ âdil ve belki ona üstün birinci derecede bir askerî mevkî teşkil etmektedir. Şehir arap tarihçi ve coğrafyacıları tarafın­ dan Sabta ( şeh­ rin garp ciheti müstesna olmak üzere, her ta­ rafı deniz ile kuşatılmış bîr yarım-ada üzerin­ de bulunması doîayısı He, bu adı lâtİnce saepium kelimesi ile karşdaştmr. Bununla beraber akla en yakın gelen izah tarzı, Sabta adını, şehrin kurulmuş olduğu tepelere romahlar ta­ rafından verilmiş bulunan Septem ( fratres )= kardeşler adına bağlamaktadır. Sabta yarım-adasının Akdeniz ağzındaki mev­ kii pek erkenden fenikeliîerîn dikkatin! çek­ miş, onlar tarafından burada Abyîa müstah­ kem ticâret merkezi kurulmuştu. Kartacahlar ve onların vârisi olan romahlar da buraya yerleştiler ve bu sonuncular burada ju lia Trajeeta kolonisini kurdular. Milâdın V. asrında bu şehir Vandallar eline geçti ve bîzanslılar tarafından geri alındı. Bunlar Justinİanus dev­ rinde şehri tahkim ederek, ona Septa ismini verdiler, A rap istilâsı sırasında Sebte, burada hemen-hemen istiklâle sahip durumda olan kont juîien elinde îdi. ‘ Okba b. Nâfi: bütün magrib ’i geçip, S e b te ’ye yaklaşınca, kont kaleden çı­ karak, kendisine bir çok hediyeler getirdi ve tâbiiyetini kabû! etmek suretiyle, arap emîrine hâkimiyetini tasdik ettirdi (al-Bakri, Description de VAfri yue, trc. de Slane, s. 236'. Aynı müellife göre, Tarik ve kuvvetlerine



Ispanya ’ya geçmek üzere vâsıtalar te’min eden yine kont Julien oldu. Bir kaç yıl sonra araptar şehre girip-yerleşmek müsâade­ sin! aldılar. II. (VIII.) asır ortasında «haricî** isyanı az katsın şehri harabeye çeviriyordu. Tanca berbe­ rle ri şehri İstilâ ederek, arapları buradan uzak­ laştırdılar. ai-Bakrîi — «Sebte, vahşî hayvan­ lardan başka sakinleri olmayan, terkedilmiş ve harap bir şehir halinde kaldı** — demektedir. Bakdüra ’nin harabesinden sonra, buraya sığın­ mış olan Bale ve arkadaşları burada berberîler tarafından sıkı bir sûrette kuşatıldılar. Da­ ha sonra Sabta İdrisi devleti idaresine geçti. Îdrîs II. ün oğlu ve halefi Muhammed tarafın­ dan kardeşi at-Kâsim ’a Tanca, Tetuin ve Bas­ ra ile beraber, terk edildi; sonra al-Kâsim.hn kardeşi 'O mar ’e, nihayet onun oğlu olan ve bütün îd risi devletinde hüküm süren ‘A l i ’ye geçti. III, ve IV. hîcrî asırlarda Sebte, ismen bu devlete bağb görünmekle beraber, kurucu­ su Macakîs ( a l- B a k r i’ye gö re: Mâksen ) adlı birisi olan bir berberi hanedan tarafından idâ re edildi. Gumâra aşiretinden olan bu şahıs, müslümanlığı kabul edip, Sebte şehrine yerle­ şerek, Fas sultanı tarafından bu şehrin İdare­ sini kendine verdirtti ve bundan sonra şehre bir müddet Macâkİsa İsmi verildi. Bir asır bo­ yunca burası onun halefleri ‘ Işâm, nihayet Rızâ b. Mücbir tarafından idare edildi. Bu sı­ rada Keres civarından gelen İspanyol göçmen­ lerinin yerleştirilmesi yüzünden, şehrin nüfu­ su arttı; fakat Kurtuba halîfesi *Abd alRahmân al-Nâşir Sebte ’yî e!e geçirdiğinden (3x9 = 9 31), al-Riza mevkiini terketmek zorun­ da kaldı. Bu devirden İtibaren Sebte Magrib sultan­ ları ile Ispanya hükümdarları arasında çekiş­ me konusu oldu. Kendilerine A frika yolunu açan bu mevkii ele geçiren Kurtuba Emevtleri burayı ellerinden çıkarmamak için büyük gay­ ret saffettiler. : Abd al-Rahman al-Nâşîr, şehri çok sağlam bir taş sûr ile kuşattı; bir başka hükümdar al-Mina yaylası üzerinde istihkâm­ lar yaptırdı ve şehrin nüfusunu buraya nakl­ etmek için boşuna emek harcadı. Kalelere çok sayıda muhafız konuldu. Bu tedbir boşuna ol­ madı : 371 ( 979 ) ’de Bulukkİn b, Zirİ Sebte üzerine yürüdüyse de, Emevîlertn buraya yap­ tıkları büyük hazırlıkları görerek, şehri kuşat­ maktan vazgeçti. Hammâdilerden olup, kardeşi Yahya adma Tanca şehrinde vâlî bulunan îdris, daha talihli çıktı ve kaleyi zaptetti, Emevîler tarafından geri alman Sebte, nihayet Murâbıtlar tarafından kat ’î olarak ele geçirildi. Yusuf b. Taşfin Ün oğlu al-Mucizz tarafından kuşatılan Sebte, şiddetli bir mukavemetten



SEBTE. sonra teslim -oldu ve kale kumandam Ziya alDayla idâm .edildi {476=1083/1084). Muvahhidler çok geçmeden Murâbıtiarm ye­ rini aldılar. Daha 114 0 ’t a i ‘Abd al-Mu'min bu­ rayı ele geçirmek istemiş, -fakat Kâz i Tyâz tarafından geri -çekilmek zorunda bırakılmış îdi. 11.46’da şehir halkı kendiliklerinden İtaat ettiklerinden buraya muvahhidî bir vali gön­ derildi. Fakat 1 1 4 7 ’de yeni hâkimlerine karşı taş ka'dırarak, valiyi öldürdüler ve kendilerine Murâbıt Iıânedânmdan Yahya- b; G â n İy a ’yi oaşbuğ seçtiler: Bu isyan çabuk bastırıldı. 'A bd ai-Mu* miti Sebte ’yİ geri alarak, buranın idaresi başma en seçkin /kumandanlarından Sid Abü S a 'id ’i geçirdi. Daha :sonra halîfe Abü Y a !küb bu ehemmiyetli mevkie kendi kardeşi Abü ‘AH af-Hasari‘1 getirdi. Sebte halkıma serkeşlikleri, MuvaHh;cUere karşı bir-kaç isyan hareketi ile devam etti. al-Manşür devrinde, kardeşi Abü Muşa S eb te’ de kendini, al-Mu’ ayyad unvanı İle halîfe .ilân ettirdi ve daha sonra Murcia emîri İbn al-Hüd ile ittifak ettî ve bu sonuncunun müdâhalesi üzerine meşru halîfe, Sebte muhâşaraşma sop vermek zorunda kaldı (1234). Halîfe al-Raşîd, âsîlerin hakkından gelmek İçin, hıristiyanlâr ile ittifak ettî. 70 gemiden mürekkep bîr Ceneviz filosu Seb te’yi kuşattı ise, de, ele geçiremedi. S e b te ’nin tekrar Mu* vahhidlerîn eline geçmesi, halkının vefasızlığı yüzünden oldu; bunlar İbn al-Hüd ’a , karşı ayaklanarak, mümessilini şehiıîerîndeıı koğdu!ar ve şehrin kapılarını eski sahibine açtılar. Bütün bu hâdiselere rağmen, Sebte ’nin XI. ve XII. (m. s.) asırlar boyunca, .-.mâmur bir şehir olduğu tahmin ediliyor,,.Asıl şehir yarım-ada* nın ancak bir kısmım İşgal, ediy.ör, i.geri kalan saha bahçeler, bağlar ve .şeker ;kamışı tarlaları İle kaplanmış bulunuyordu ( ai-İdrisİ, goşt. yer.). Sûrlar içinde, a l-B a k ri’ye göre, antik yapıla­ rın izlerini, bu arada kilise-ve hamamların ha­ rabelerini seçmek hâlâ mümkün idi. Şehir hal­ kı Syâd aşiretine mensup araptardan Basra ve Az ilâ nahiyelerinden gelme Berberîlerden mü­ rekkep, bulunuyordu. Bunlar meyva ticâretin­ den ve balıkçılıktan çok kazanıyorlardı. al-.Bakri « ... Gerçekten hiç bir kıyı bu derece zengin değildir, aş.-yk. yüz kadar balık cinsî s a y ılır... Bu arada orkinos balığı da avlanır" demekte­ dir. Aynı coğrafyacıya göre, bu kıyıda mercan da çok bulunur ve Sebte şehri çarşılarında iş-; denerek, Gana ’ye ve başka Sudan şehirlerine kadar ihraç edilirdi. Bu ticarî menfaatler hal­ kın İlim tahsil etme hevesini kesmiyordu. Yine al-Bakri ’ye göre, «Sebte her zaman ilim mer­ kezlerinden bîri" idi. Muvahhidî devletinin parçalanması, • Şebte :çîn Jreniden karışıklıklar, devrini açtı Şehir.



297



halkı bir müddet Hafsilere tabî kaldıktan son» . ra Merînîlere İtaat e t t i; fakat bu itaatleri de pek kararsız oldu. Çünkü vakit-vakit Fas hû* kümdarlarioın hâkimiyetlerinden sıyrılıp çıkı­ yorlardı. Msl. Merîni Abü Y u su f' zamanında kendilerine al-'A zefi ’yî reîs seçtiler. a!-‘Azefi Sultana vergi vermek şartı ile burayı- elinde tutabildi ( İ273 ) *se dej çok geçmeden Gırnata hükümdarı ibn al-Ahmar tarafından mağlup edildi. Kaleye sahip olan bu ispahyalı hüküm­ darın desteklediği Merini bir saltanat davacısı olan Osman Abü ’l-'Atâ sultan Abü Ş â b it’e karşı harekete geçti İse de, bozguna uğrayıp, S e b te ’ ye sığındı ( 1 308i , Bunun üzerine' Abu Şsbit şehrî kuşatmaya teşebbüs ettiyse de; muhasara sırasında öldü ve Sebte onun halefi Abü R ab i‘ tarafından raptedildi. Bu hükümdar Don Jayine von A ra g o n ’un gönderdiği 50 ge­ mi ve 1.000 süvariden yardım görmüş idi, 1316 ’da sebteliter iktidarı ‘Azefilere vermek üzere tekrar ayaklandılar ise de bu teşebbüs sultan Abü Sa’ id tarafından şiddetle bastırıldı ve bu hükümdar, halkı inzibat altında tutmak için yarım-adamn en yüksek yerinde A frag adı ve­ rilen bir kale yaptırdı. Bununla ^beraber Abü 'îhân’ m Müsâ adlı bir oğlu Sebte’de karaya çıkarak; buradan Fas üzerine yürüdü ve orada hükümdarlığını ilân etti. Bu saltanat dâva cismi desteklemiş olan Gırnata hükümdarı, durum­ dan faydalanarak, Sebte kalesine muhafızlar yerleştirdi. Merînîlerin bîr ordusu şehri kuşattı ise de, Abu ’l-'Abbas adlı başka bîr saltanat davacısı tarafından dağıtıldı*-Bu sonuncusu hirhâyet galip gelerek, Fas ’a hâkim ojuncâ, Sebte "yi Gırnata, hükümdarına geri vermedi (1 387 ). Merînî.ler Ispanya müslü m anlarından geri:ialdıkları Sebte yi uzun zaman ellerinde tutama-, dılar : çok geçmeden onların y er ine. hirîstiy an­ lar geçti. 14 15 ’te Portekiz kıralı Jo a o I. Seb­ t e ’ye karşı bîr sefer açtı. önce, fırtına yüzün-:, den dağılan hıristiyan donanması: limanın ağ-r zınt 14 ağustosta zorlamayı başardı. 1P.ortekız-* filer, K â’ıd Salâh ’m :şiddetli mukavemetine, rağ­ men şehri ele geç:rerek, buraya don Pedro de Meneşes kumandasında muhâfiz kuvveti yerleş­ tirdiler. 1 4 2 1 ’de burada bir .'piskoposluk: kur­ dular. Bununla beraber TancaÖnündeki ; başa­ rısızlıkları ( 1 437 ) üzerine, S e b te ’nin: müslümanlara geri verilmesini kaböl eden bir mua­ hede imzaladılar. Bu anlaşma Cort.es-’ ler tara­ fından tasdik edilmediği için gerçekte, rehin olarak müslümanlar nezdinde bırakılan ve esa­ rette ölen don Ferdînand.’ın hürriyeti karşı­ lığı olarak Portekizlilerin elinde kaldı, i Portekiz 'İn PJıİlipp II. tarafından ilhâkı,( 1580) I üzerine Sebte İspanya hâkimiyetine . geçti; ve



I Portekiz’in tekrar istiklâlini kazanmasından



298



SEBTE — SEBTÎ.



sonra da İspanyolların etinde kaldı ve bu du­ rum Lizbon muahedesi ile kabûl edildi (1668 ). Bununla beraber İspanyol lar burada pek büyük güçlükler bahâsına tutunabildiler. Hıristiyan'­ ları Fas kıyılarında işgal ettikleri bütün nok­ talardan koğmağa niyet etmiş olan Mülây ta­ m a 'il’in hücumlarına karşı korunmak zorunda kaldılar. Vali don Francisco Varino ’ya Sebte ’ yi geri almak karârını bildirdikten sonra, şerîf 30.000 kişilik bir ordu ile şehri kuşattı. Müs­ tahkem bîr karargâh inşâ ederek kaleyi yakın­ dan abluka etti. Kale 600 piyade, 80 süvari, 60 topçu ve 120 din adamı tarafından müdâfaa ediliyordu. Muhasara 27 sene (16 9 3— 17 2 1} sürdü. İspanya veraset muharebeleri ile uğra­ şan ispanyollar A frika hâdiselerinden alâkala­ rını kestiler ve kuşatılanlara hiç bir yardımda bulunmadılar. Bu sırada, Cebel-i Tank *a 1705 ’ten beri bakim olmuş bulunan ingilizler, ba­ şarı elde edememekle beraber, Sebte ’ye yer­ leşmek istem işlerdi: böylelikle, boğazın çil te anahtarını ellerinde bulundurmayı düşünüyor­ lardı. Nihayet 172 1 'de yardım kuvvetleri ile A frika 'ya gönderilen Leves markisi faslıları siperlerinden çıkararak, onları Sierra Bullones ’e kadar tâkip etti. B ir kaç sene sonra Ş arif Mü­ lây ‘A bd Allah, Mülây İsmâ'il ’in teşebbüsünü tekrarladı. Dönme Rîpperda ’ nm tavsiyesi üze­ rine gönderildiği rivayet edilen ordu bozguna uğradı. İspany ollar böylelikle kaleyi muhafaza edebil­ diler ise de, bütün XVIII, asır boyunca komşu aşiretlerin tecâvüzlerine hedef olmakta devam ettiler. Bu duruma bir son vermek üzere 1782 ve 1799 Ma İspanya ile Fas arasında varılan anlaşmalar ile ispanyollara şehir etrafında bir arazi şeridi verilmesi kabÛl ediliyordu. Bununla beraber bu tedbir kabilelerin tecâvüzünü Önleyemiyor ve esasen bu hareketler Fas hükümeti tarafından durdurulmuyor veya durduruiatmyordu. Napoleon Bonaparte ’ın İspanya ’yı is­ tilâsı, az kalsın Sebte Mî n İspanya elinden çık­ masına sebep olacak idi, İngilizler Fas hüküm­ darının, durumdan faydalanarak, Sebte ’yi ele geçirmek istemesinden endîşe duyarak ve bu şehrin olduğu gibi kalması gerektiği neticesine vararak, burayı 18 10 —18 14 arasında işgal etti­ ler ve burayı pek isteksiz şekilde geri verdi­ ler. Sebte ’ye yeniden sâhİp olan İspanyollar, aşiretlerin ve bilhassa Anceralarm tecâvü­ zünden kurt ulamıyorlardı, Larache muahedesi ( 1 845) bu durumu düzeltmiş olmadı. Çarpış­ malar devam etti ve Anceralarm şehir civa­ rında ispanyollar tarafından yaptırılan tahkimâtı tahrip etmeleri 1859—1869 Fas-îspanya harbine yo! açtı. İspanya ordusu Sebte Me top­ lanarak buradan Tetuân üzerine yürüdü ve



ilk çarpışmalar Sebte etrafında Serallo yaylası üzerinde vukua geldi (ağustos—teşrin i!. 1859'. Vâd R âs ve Tetuin muahedeleri ile Sebte arâzisi deniz kıyısı ile Sierra Bullones ’te Ancera vadisi arasında uzanmak üzere 10 km. kadar genişletildi. [ İspanyollar 1904 anlaşması ile kendisine bu nufûz mıntakasmı te’min et­ mişlerdi. Buna dayanarak 1908—1909 senele­ rinde ve daha sonra 19 11 Me işgal sâhalarmı genişlettiler ( bk. mad. F A S ) ise de, bu saha 19 2 1—1924 yılları arasında R if mücâhidi Mukammed b. ‘Abd al-Karin ’in taarruzuna uğ­ radı ve nihayet ikinci cihan harbmden sonra 195b Ma F a s ’ın istiklâli tahakkuk etti 1956 senesi nisanında şimalî F a s ’ taki İspanyol hi­ maye bölgesi Fas sultanlığına iade edildi. İs­ panya şimalî Fas sahillerinde şimdi yalnız Ceuta ( Sebte \ Melilla şehirleri île diğer 3 küçük mevkii muhafaza etmektedir j. B i b l i y o g r a f y o : Eannes de Azurara, Chronica d* El Rei D. Joa o ( Lizbon, 1644 )> Ij kısım 3 ; Matthaeus de Pisano, De



Bello Septensi ( Ineditos de Historia poriugueza (Lizbon, 1790), I, 7— 5 7 ; £lie de la Pritnandaie, Kı7/es maritimes du Maroc ( R evae A fricain e , 18 7 2 }; Yriarte, «Sotıs la tente ( Paris, 18 5 3 ), s. 5—24 ; Budgett Meakin, The Land o f the Moors, s. 357 v. dd.; Moulieras, Le Maroc inconnu (Paris, 1899), II, .7 0 1—733. ayrıca bk. mad. FAS.



(G . Y ver .) [ B u m a k a le



B



e



SİM



DARKOT



ta r a fın d a n



ik ­



m â l e d i l m i ş t i r ].



SE B T Î.



a l



- S A B T 1, A



h m ed



b



. C



a ‘f a r



al



-



fazilet ve kerametleri ile tanınmış bir v e l î olup, 540 ( 114 5 /114 6 ) Ma Sebte Me doğmuş ve 6 cemâziyelâhır 601 ( 3 1 kânun II. 1205 ) ’ de Merâkeş ’ te ölmüş ve T&zrüt kapısı civarına def «edil­ miştir. Tahsilini sebieti meşhûr kadı ‘ İy â z ’ın talebesi olan Abü 'Abd Allah al-Fahhâr ’ ın ya­ nında yaptı. Dinleyicilerini kolayca İknâ eden bir hatîp, Kar'an ’ı gece-gündüz okuyan çok dindar bir kişi İd i; sadaka vermeği tavsiye edi­ yordu. Bİ22at kendisi, kendisine gelen sayısız hediyelerden ancak bir gün için kendisinin ve ailesinin muhtaç olduğu kadarını alırdı. Kötü­ lüğe karşı iyilik eder, yetim ve dullara karşı şefkat ve merhamet gösterirdi. Meslek hayâtının ilk çağında bir funduk ( „h a n ") ’ta oturuyor, ora­ da ders veriyor ve ücretinden muhtaç yabancı talebenin ihtiyaçlarım karşılıyordu. Şehrin so­ kaklarında dolaşır, halka hocalık eder ve şalat ’ı eda etmeyenleri bizzat döverdi. Bu velînin hâtırası, bir çok menkıbeler hâlin­ de, halkın hafızasında çok canlı olarak yaşa­ mıştır. Onun, bakkmdaki kötü muamelelerinden H a Z R A C İ, A



bu



’L - 'A b b â S



a



L - S a B T I,



SEBTÎ



SEBZVAR.



«99



dolayı vatandaşlarım cezâlandırmak için, hıris- bir ön ayağından tutuyordu. Araplar her iki tiyanlar tarafından Sebte ’ nîn zapted'Ieceğinİ burcun yıldızlarına, birbirleri ile girift: olmaları önceden haber1 verdiği rivayet olunur. Menkıbe­ sebebi ile, al-samârik { «salkımı ile burma dalı, ye göre, bu şehirden hareketinden sonra, Merâ- üzüm salk ım ı") adını vermişlerdir. keş velîleri tarafından çok kötü bir şekilde B i b l i y o g r a f y a : L. ideler, Uniersuchungen über den Ursprung imd di e Bedeııkarşılandı; bu velîler, bir gün ona gösterilen saygının kendilerine gösterilen saygıyı gölgede tung der Sternnamen ( Berlin, 1809 ), s. 278 bırakacağından endîşe ediyorlardı. Nitekim ha­ —280; Fr, W. V. Laeh, Anleitung zur Kehnt kîkaten Sabi i şehriıi başlıca hâmisi oldu. Fakat nis der Sternnahmen ( Lieİpzig, 1796); s. 138 kudreti uzaklara da yayıldı. Fas halk inancı onun (bu eserden ihtiyatla faydalanmak lâzımdır ), tüzgârlara da hukm eden bir kimse olarak gö­ (C. SCHOY.) rüyor ve deniz üzerinde fırtınayı hafifletmek har­ S E B Z V A R . S E B Z E V Â R , H erat yakımnman savurma zamanında lüzumlu rüzgârı estir­ ,da Sicistân 'a bağlı Asfizar veya Asfuzâr ( Ahmek için kendisine başvuruluyordu. Fas 'ta oldu­ roed Râzi, H a fi iklim , S e b z a r)’ın bugünkü ğu gibi, Cezayir ’in bir çok yerlerinde de, yeni adı. Herat ’ m cenûbunda kâin olup, Fara ’oın buğday mabs&lünüa ilk ölçeği, onun hürmetine," şimalinde 3 günlük mesafededir. Rehberlerde fakirlere verilirdi. Hâstan veya Câşân denmektedir. IV. ( X.) asırB i b l i y o g r a f y a : Ahmed Bâbâ, N a yl \)da bu bölgede, merkez olan A sfizâr Man ba§al-ibiihâc (Fas, 1 3 1 7\, s. 3 1 ; al-Makkari,JVo/A : ka dört müh;m şehir var idi. Sebzevar orata bual-t'ib (Leİdeo, 18 5 8 - 18 6 1) , II, 68, (Kahire, -yüklükte, meyve bahçeleri ve üzüm bağları ile 1302), IV, 355—36 1; al-Zahirat absanyâ {Ce­ i çevrili bir şehir olup, halkı sünnîdir, mezhep zayir, 1921 s. 4 2; Ahmed b. Hâlıd al-Nâşî- : bakımından ise, imam Şafi’ i [ b. b k .J’ye men■ ri al-Salâvi, â l - h t i k s ö Kahire, 13 12 ),I, - suptur. Vaktiyle, civarında bir dağın tepesin­ ■ 209; İbn al-Muvak^it al-M isfivi, T a tir al-an- de taştan Muzaffar kûh denilen bir kale bulufâ s f i H -tarif bi-şayh A bı 'l-A bb ü s (Fas, ; nuyordu. Bu mevkide ve civarında toprak o 13 3 6 ); ayn. mil, al-Saâdot ababâdiya f i * l - kadar yumuşaktır kî, su elde etmek için yeri bir tasi dar olmak üzere, Üç kenar süslüdür (şekil 13 — 14). Kırşehir seccadeleri çengelli mihrap şekilleri ile dikkati çeker. Kalan örnekler XVIII, asrın sonuna ve XIX. asra ait olup, şekil ve seccade plânı bozulmağa yüz tutmuştur. Dü­ ğümler kaba, renkler soluktur. İlk Örnekleri XVII. asrın sonuna kadar uzanan Mucur secca­ deleri Lâdik 'in devamı ve kolu gibidir ; Kırşe­ hir seccadeleri ile yakın bir benzerlik göste­ rir. Canlı, parlak renkleri ile göze çarpan Milâs seccadelerinde mihrap, üst kısmında bo­ ğumlu olup, bir baklava ştkli meydana getirir (, Şekil 1$ ). XVIII. asırda esâs zümreler yanında melez çeşitler gösteren Kırşehir seccadeleri Gördes



SECDE,



ve Lâdik şemasına göre yapılmış gibidir. Mu­ cur seccadeleri de Lâdik İle benzerlik gösterir. Milas seccadelerinde Gördes şekilleri, Uşak ve Bergama Man gelen tesirler ile, karışmıştır. Da­ ha sonra XIX. asırda seccadeler arasındaki ben­ zerlikler artarak, bölge hususiyetleri kaybolmuş­ tur. Çabuk solan kimyevî renkler ve kaba dü­ ğümler seccadelerin aslî şekillerinin bozulma­ sına yol açmıştır. İ r a n ' d a seccade çeşitleri çok azdır, eski­ den kalanları da pek mahduttur. En eski İran seccadesi 1436 tarihli bîr minyatür üzerinde resmî görülen seccadedir ( bk. Paris, Bib. N at, SuppL Turc 190, türkçe M ırâC‘ nâma) XVI. ve XVII. asırlardan itibaren asilleri kalan bu sec­ cadeler XVIII. asırda bozulmağa başlamıştır. İran halı san’atmda seccadeler hiç bir zaman mühim bir yer almamıştır. Mihrap şeklî çok değişmez, türlü çeşitleri yoktur. Tabiî ve gi­ rift kıvrık dallar, çiçekler, bulut şekilleri ve diğer şekiller bütün zemini kaplar. Kenarlarda çok defa talik veya nesib yazı ile âyetler ya­ zılıdır, K a f k a s seccadeleri mihrap, şekil ve kenar süsleri bakımından hendesî bir husûsiyet gös­ terir. Bunlar, Dağıstan, Kazak ve Şirvan olarak, çeşitlere ayrılır. Anadolu ‘mın te’siri kuvvetlidir. Dağıstan bölgesi seccadeleri en mühimleridir. İşçilik ve vasıfça üstün olan Dağıstan seccade­ leri çok defa tarihlidir. Mihrap şekli kademeli olup, çok defa Bergama seccadelerine benzer. Karşılıklı çifte mihrap şeklinde olanları da var­ dır ( şekil 16}. S e m e r k e n d eu önemli merkez olmak üze­ re, Türkistan, Buhârâ, Afganistan ile Belûcistan halı ve seccade yapılan diğer yerlerdir. Bunların mihrap şekilleri oldukça basit, havları uzun, dü­ ğümleri sıktır, sıcak ve parlak renkleri îie, dik­ kati çeker. Her çeşit kırm)2t, diğer renkler ile, tezat hâlinde kullanılmıştır ve bu renk hâkim renktir. Zamanımıza kadar gelmiş olanları XVIII, asrın sonu ile XIX. asra aittir. XVII. yüz yıldan başlayan Hind-Türk halı ve seccadelerinin merkezleri bilhassa Agra, Fethpur ve Lâhur dur. Bu seccadelerde çiçeğe karşı ilgi çok kuvvetlidir. Mihrap kırmızı zemin üze­ rine çeşitli renkte yüzlerce küçük çiçek ile ta mâmen doldurulmuştur. Mihrap kemeri dilimli­ dir. ( Oktay A slanapa .) SEC D E. S A C D A •; A.), namazda y e r e k a ­ p a n m a [ bk. mad. SUCÜD ). Bu kelime, mecâz olarak, tapma, ibâdet, kulluk gösterme mânasındadır. Sacda iki sûrenin ( XXXl I ve XLI) adı olarak kullanılmıştır. Bu iki ai-Sacda sû­ resini birbirinden ayırmak için, birincisine ( X X X II) ,.Lokman secdesi", diğerine ( X L I ) „Hâmîm secdesi" denilir. İkincisine h*m harfle-



SECDE - SECK



307



rİîle başladığıiçin H-m al-sacda de denilmiştir. fakat bunun için ayrıca faşıla [ b. bk.] tâbiri Bu iki sûrede fikirler ve hareket birbirine mü­ kullanılır— ve Kur'an üslûbunun bariz husûsişabihtir: Vahy edilen kitap takdim edilir ; îmân r yetlerinden birini teşkil eti ğinden, edebiyat naeden, zekât veren ve namaz kılan insanlar ; zariyeciierİ bunu inceden-inceye tahlil etm’şövülür; kâfirler tehdit edilir ve onlara tabîatte lerdir. Bunlara göre, şekil bakımından: seci’ Tanrının alâmetleri gösterilir. Nöldeke bu ikî şu kısımlara ayrılır : A . m ütarraf, fık ra ’ lann sûreyi üçüncü Mekke devresine koyar. İkinci­ sonlarında bulunan kelimeler ( *■ sac*, f â ş ila ) sinin Mekke eşrafından ’ Utba b. R a b İ'a ’ mn ayrı kalıplarda bulunur, yalnız son hariîerî, İslâmiyet) kabul etmesine sebep olduğu riva­ kafiye gibi, birİbirîne benzer; ikî fik ra sonun­ yet edilir, XXXII. sûre al-Mazâct (»yataklar") da bulunan vakara ve afvârâ gibi; B . tarşi\ ve al-Curıız (»kısır top rak"; diye de adlan­ iki fik r a 'â a bulunan kelimelerin hepsi, vez: n dırılmıştır. X U . sûrenin en çok kullanılan adı veya kafiye bakımından, birbirlerine uyar : inna 't-abrâr la -fi na>m va inna 7- { uccâr laFuşşilaİ ’tîr, »Ancak âyetlerimiz kendilerine ha tırlatlldıkta secde ederek, yere kapananlar ve f i cahim (K u r'an , LXXXH, 13 ) gibi; C. mu~ rabblarmın hamdı ile teşbih edip, tâat ve tavazL iki fik ra ’da son kelimeler, vezin ve İbâdetten bobürlenmeyenler âyetlerinize imân kafiye bakımından, bîrbirîerne uygun olmakla ederler. Yanlarını yataklarından ayırıp, korku beraber, fik ra *yı teşkil eden diğer kelimeler ve ümit ile, rabblarına duS eder ve kendilerine birbirlerine tekabül eder, fakat vez?n ve ka­ rızk ettiğimiz şeyden infak ederler" (XXXII, fiye bakımından birbirlerine uymaz. Bunda tür­ 15— 16 ). Dînî metinler okunması ve gece dua­ lü hâllere tesadüf olunur, a. surur m arfn'a va ları daha bu sûrelerin nâzi! olduğu devirde akvâb mavzü'a ( Kur'an, LX X X V JII, 14 ) misâ­ linde olduğu gibi, seei’den evvelki kelimeler zâhidter arasında âdet İdî. B i b l i y o g r a f y a : Kur'an ve tefsirleri; vezin ve kafiye bakımından birbirinden ayrı­ Th, Nöldeke- Schvvally. Gesckichte des Qor5 ns dır ; b. al-mursalât« ‘ıır f aa va 7- âsifât* ‘a ş fan ( K ur'an, LX X V II, 1 v.d.) misâlinde olduğu gt(Leipzîg, 1909), s. 144. bî, bu kelimeler vezince ayrı, fakat birbirleri ( B. C arra de V aux.) ile kafiyelid ir; c. haşata 'l-nâtik» va 'l-sâmit S E C E S T A N , (Bk. SÎSTÂN.] S E C Î’ . SAC* ( A,\ bir edebiyat istilâhı olup, va halaka 'l-hâsid“ va 'l-şâmit misâlinde oldu­ umÛmiyetle n e s i r d e k u l l a n ı l a n k a f i ­ ğu gibi, seci’den önceki kelimeler, vezin bakı­ y e demektir. Arapçada bu keîimen'n, yine mından birbirlerinin aynı ise de, son sesleri ıstılah olarak, bir kaç mânası daha vard ır: 1. bakımından birbirlerine uymaz ve nihayet bir nesir parçasında, birbiri arkasından gelen e?, inna a*taynâka 'l-kavşar fa -şa lli li rabbika iki cümlenin veya cümle parçasının ( filc r a ), va 3nhar ( K u r'an, CVİII, 1 v.d .J’da olduğu ses bakımından birbirine uygun olan, yâni bi- gibi, her iki fıkradaki kelimeler birbirlerine rİbtri ile bir çeşit kafiye teşkil eden son keli­ karşılık teşkil etmez. Şu kadar var kİ, burada kaydedilen ıstılah­ meleri ; buna karina de denilmektedir* Bu mâ­ nada sceİ’ nesre mahsûs olup, şiirdeki kafiyeye lar bütün edebiyat nazariyecilere tarafından tekabül eder. Bununla beraber şiirde kafiyeden kabul edilmiş değildir. Bâzan yalnız seci’ teşkil başka bîr de sac* ’in bulunabileceği kabûl edil­ eden kelimelere bakılarak, sec'in içinde bulun­ mektedir. 2. Yukarıda gösterilen şekilde iki duğu cümle veya cümle parçaları dikkat naza­ veya daha çok fik ra ’nın son kelimelerinin biri- rına alınmadan, sacı" ( = fascı5' ) şöyle tarif bîrierİ ile kafîyetenmesi; 3. içinde sac' bulu­ olunmuştur: mensur bir sözde, fik ra sonun­ nan musaccö1 ) söz. Bundan dolayı secili bir daki kelimelerin son'arında bulunan ses { lıa r f ) : sözde veya yazıda bir fik ra ’nm bütününe saca bakımından veya bunların vezin bakımından veya ııscö'a (cem a sö c i') ve seci'li söz söyle­ veya her iki bakımdan bîrden benzer olması­ yen veya yazana saccö', sgci' ve, mubâlega dır. Bu tarife göre, sec’in çeşitleri şunlardır: edatı ile, s«ci‘« denilmektedir. Seci’ mânasında 1. m ütarraf, bunda yalnız seci’ teşkil eden ke­ olmak üzere tasci* tâbirinin de kullanıldığı gö­ limelerin sonunda sesler birbirinin aynıdır rülür. ( = ^4 }; 2. mutavâzi, bunda aynı zamanda ve­ Seci’ bâzı müellifler tarafından alelade nesir zinler aynıdır ( = » C ) ; 3. mutavâzin, ya!nız 'le nazım arasında bir geçiş merhalesi olarak vezinler aynıdır ( iki fıkra sonunda bulunan görülür. Fakat nazmın nesirden sonra meyda­ m aşfüfa ile mahsusa gibi; bk. at-Mu’ayyad na geldiği te!ai;kîsTne dayanan bu görüş, tabiî­ bi ’ilâh ,al-Tirâz ii-asrâr al-balağa . . . , Kahire, dir ki, esassızdır ve aslında seci’ belki nazım 1332, II, 38—22 S e c i boylece yalnız fik ra İle birlikte, her hâlde edebî nesirden önce, teşek­ ’Jann sonlarındaki kelimeler ile tahdit edenler, kül etmiş olmalıdır. En eski menşe’i ne oîursa-ol- tarşi' ne v’in? nesirde ve şiirde bulunan büs­ sun, seci’ K uran ‘da da mevcût olduğundan — bütün müstakil bir edebî san’at sayarlar ki



3o8



SECİ».



{ bk, a l-fir â z , II, 373 v> dd,), türk ve ıran edebiyatlarında beyledir. al-Suyüti, al-îtkân f i *alnm al-Kur'ân { Kahire, 1287, H, n o v.d.' ’ında şu ıstılahları kullanır : m utarraf ■ » A ; mutavazi = C a ; mutavâzin, fik r a İardaki ke­ limeler, kafiyeleri bakımından değil, yalnız ve­ zin bakımından birbirlerinin aynıdır; msl. na~ m ârik« m aşfüfa va zarâbi mabşûşa { K ur'an, L X X X V II1, 15 v. d.) gibi; murassa* ( » f i ) ; mutama sil, iki fıkradaki kelimeler, vezin ba­ kımından, birbirine benzer, kafiyeleri bakımın­ dan da birbirlerine yakındır, ötayna huma ’/kitâb« ’l-mustabin va kadaynö huma ’l-$irâia ’tmustakim { K u r'an, XXXVII, 116 v.d.)’de ol­ duğu gibi. Sec’in şiirde de mevcût olduğunu iddia eden­ ler, bir şiirde bir beytin iki mısrâınm kafiyeli olmasını seci’ olarak kabul ederler. Türk ve İran edebiyatlarında bütün kaside ve gazellerin ilk beyitleri, tabiî olarak, bu şekildedir; a rap ede­ biyatında ise, bâzan bu şekilde olur, bâzan da şiirin her hangi bir beytinde, tesadüfen bu şe­ kilde seci’ler görülür. Buna taşri' ve böyle be­ yitlere muşar ra * da denilir. Burada sac* ile ilgili bir kaç tâbiri daha kayd­ etmek yerinde olacaktır: musaccd, seci’li söz mânasına geldiği gibi, beyitleri birbirine müsavi dört kısma bölünmüş, ilk üç kısmı kendi ara­ larında, dördüncüsü de şiirin asli kafiyesi ile kafİyelenmiş otan şİİr demektir. Buna Türk ve İran edebiyatlarında daha çok musammat adı veri­ lir ( bk. al-Tahânavi, K aşşa f iştilâfyât a l-f unun, I, 673, 667 v.d.), Buna benzeyen taştir bir beyi ti dört kısma bölüp, ilk mısrâdaki İki kısmı kendi aralarında, İkinci mısrâdakileri de kendi aralarında kafiyelendirmektİr ( bk. al-Tahanavi, ayn esr., I. 744). Sac\ bundan başka kısa ( kaşir ) ve ü2un { f a v i l) olmak üzere, İki kısma ayrılmaktadır. Kısa seci’ her bolümü ( fik ra umumiyetle kabül edildiğine göre, 2— 10 keli­ meden, uzun seci* ise. her bölümü 11 — 22 keli­ meden meydana gelen secî’ dir Bölümler t fik ra ) bunlardan daha çok kelimeden meydana gelmiş olursa, seci* artık te'sİrini yapmaz olur. .Sac^in bir hususiyeti de cümle içinde dâima v a k f Çb. bk.] hâlinde bulunmasıdır; yâni seci teşkil eden kelimelerin sonunda sarf ve nahiv bakımından bulunması gerekli olan sesliler ve tenvin düşer; msl. mâ ab'ada mâ fâ t va mâ alfraba mâ ât misâlinde, seci* teşkil eden fâ t ve at kelimeleri aslında fâta ve âtin olduğu hâlde, v a k f sebebi ile, bu şekilleri almışlardır. Edebiyat nazariyecileri sac* *i te’sir bakımın dan da incelemişlerdir. Onların isâbette tesbit ettiklerine göre, sec'in en te'sirli olanı kısa ola­ nı, bunlarında her bölümü ( fiffra iki kelime­ den meydana gelenidir çüokü bunlarda ses ben



zerlıği çok yakın olarak duyulur. Böyle kısa seci’ lerin en güzel ve teV rlisi iki bolümü müsavi sayıda kelimeden meydana getendir. Bin n e bö­ lümü İkinciden kısa olan seci’ler, güzellik ve te’sir bakımından, ikinci derecededir. En az te’sirli olan, hatta bir kusur sayılması gereken seci* bi­ rine! bölümü uzan, İkincisi kısa olandır, çünkü Ziya’ al-Din İbn al-A şir ‘e göre ( bk. at-Maşal al-sâ'ir f i adab al-kâtib va 'l-ş d ir , Kahire, 1358, I, 240 \ böyle bir sec’i okuyan veya dinleyen, ikinci bölümde daha uzak bir hedefe gitmeğe hazırlanırken, oraya varmadan, ayağı sürçüp, beride katan bir kimse gibi olur. Bütün bu hu­ susiyetler sec’in yâni seci’li bîr sözün güzel ve te’sirli olması için kâfi değildir. Sec'in boçerih olması için şu şartlar lâzımdır: I. kelimelerin iyi seçilmiş olması, 2, terkiplerin doğru ( f asi h j olması, 3. mânanın sec’ e değil, sec’in mânaya ta­ bî olması ve nihayet 4. seci’ li iki bölümden \ fik ­ ra) birincide İfâde edilen mânanın İkincide tek­ rar edilmemesi. Bir de secilerde kafiye gibi olan benzer seslerin sık-sık değişmesi şartı Heri sü­ rülür. Esasen, bu şekil çok güç olduğundan, an­ cak bâzı hutbe ve vaazlar böyle bir tek seci’ ile tertip edilmiştir. Seci'li bir soz veya yazı, yu­ karıda sayılan şartlan yerine getiriyorsa, güzel­ liğin son derecesine varmış kabfil edilir. Misâl­ lerinin incelenmesi ile tahlil edilip, bütün husu­ siyet ve şartları tesbit edilen sec’in en mükem­ mel misâllerinin K u r’an da bulunduğu muhak­ kaktır. Burada .Sûra/ al-Rafımân LV >, Sürat al-Kam ar ( L İV ) v.b. gibi bîr takım sûreler baştan-başa seci’li olduğu gibi, içinde seci’ bulun­ mayan hiç bir sûre yoktur. Esasen edebiyat nazarİyecilen de misâllerdin çoğunu K ur'an ’dan atmışlardır. Bununla beraber, seci* tâbirinin K u r-' 'an ın âyetleri hakkında kullanılmasının caiz olup-o>madığı münâkaşa edilmiştir. Bilhassa bir kısım kelâm âlimleri —bunların başında bütün E ş’arîlerile Mâtüridîler vardır—Kur'an için sac! değil, fâ şila tâbirini kullanırlar On‘ara göre. sac ile fasıla arasında şu fark vardır ; sac' ’in kendisi bîr gayedir, hâlbuki fâşila gaye olma ytp, mânayı takip eder. Bundan başka sac ,.kum ru ve güvercinin ötiişü" demektir; bu mânad» olan bir kelimenin de Tanrının sözü hakkında kullanılması doğru değildir , bu husustaki mü­ nâkaşaların teferruatı için bk. al-BâkİUâni, l'câz al-K u r’ân, nşr, Ahmed Şakar. Kahire, 1374 iq $4, s . 86 —95, 98 v.dd. >. Buna karşılık, diğer mezheplerde Kur'an hakkında da sac tâbiri kabûl edil di ğ> gibi, K ur'an ‘da sırf şekil sebebi ile kullanılmış seci’ler bulunduğu tsbât - edil­ meğe çalışılmıştır Nitekim K u r’an 'da dâ;mâ „Müsâ va Hârün" geçtiği hâlde bk msl.. Vi, 84; VII, 112 142 X, 75; XXVI. 48 v.b.); bir yerde : K u ran , XX, 70 ), sırf seci' sebebi île.



VjHarön va Müsâ" geçmektedir ( krş. al-Bâ^illân i.ayn .es r., s. $6,93 v d.). Yine bunlara göre, Peygamb«rden rivayet edilen ve seci’ aleyhinde imiş gibi gösterilen »a saca’ ™ ka-sac al-kuhhân ı „ k â h i n l b bk.J’lerin sec’i gibi seci’ mi kul­ lanıyorsun r" • hadîsi ( bk. Ziya’ al-DÎn Ibn alA şır, ayn. esr., 1, 194 v.d.ı yanlış izah edilmiş olup, asıl mânası »kâhinlerin hükümleri gibi hükümler mi veriyorsun?" demektir ve ha­ dîste bu türlü hükümler kötülen mİşti r ; yoksa, Peygamberin sözleri arasında çok mükemmel seci' örnekleri bulunduğu gibi, sırf sec'e riâyet edilmek için, bâzan kelimelerin şekillerinin de değiştirildiği vâkîdir ( bk. al Hafecî, S i r r al-fasâha , Kahire. 1350/1935, s. t68 v.d.). Araplar, islâmiyetten önceki devirde, bu şek­ li sık-sık kutlanmış olmalıdırlar. Bilhassa muşriklık devrin’n kâhinleri ile hatiplerinin ko­ nuşma ve nutuklarında böyle seci’ ier kullandık­ ları muhakkak sayılabilir. Şu kadar var ki, msl. şâir al-Nâbiğa al-Zubyâni (b. bk.)‘ nîn Gassântlerden al-Haris al-A'rac hakksndaki mensûı parçasının ı bk. a l - A ğ â n i1 , XiV, 3 v d.), Satıh | b. b k .j’ in ve Ş ik k ’ın kehânetlerinin (bk. msl. İbn Hişâm, a t - S ir a , Kahire, »355/ 193b, 1, 16 v. dd., 72 v.d .; Ahmed Zaki Şat vat, C a m h a ra t hu tab a l-’ a ra b , Kahire, 1352, l, 329 v. dd., d'ğer kâhinlerin sözleri için bk, a y n . e sr, : I,: 316 — 338 ), bütün bâbnde, bugüne kadar oldukları gibi, İntikal ettirilm iş olduğu kabul edilemez. Bundan başka yine seci’ li sözler hâ­ linde rv â y e t edilen eski üstünlük münâkaşa­ larının ( bk. al-Alûsİ, B u lû ğ a t-a ra b f i m a 'r ifa t a fy v â la l- a r a b '4, 1343/1924, I, 88 v- dd,) Zam ra b. Zamra, ai-Akra' b. Habis v.b. gibi hakemle­ rin verdikleri bükümlerin ( bk. C a m h a ra t hu tab a l-'a ra b . I ) ve bilgili kadınların sözlerinin i bk af- Alüsi, a y n . e sr., I, 339 v. dd,) veya kocala­ rım tavsif eden kadınların söyledikleri secile ­ rin ( bk. a!-Âlüsi, a y n . e s r., II, 28 v. dd , 35 v. dd.) detamâmîyle mevsûk oldukları kabûl edilemez. Esasen, başka şahâdetler yanında. Ibn al-Kalbi A K itâ b a l-a şn â m , Kahire, 13 3 2 , s. 12, s ) ’ nin de söylediği gibi, araplar islâmiyetten az önce meydana getrm iş oldukları hâriç, eski şiirle­ rinden hiç bir şey hatırlayamamaktadırlar. Bundan onların çok eski secilerinden hiç bir şey mnhâfaza edilmemiş olduğu neticesi çıka­ rılmalıdır, Bununla beraber, bir takım ta lb iy a Merin, yâni müşrik hacıların muhtelif haremlere hitaben söyledikleri sözlerin, İbn al-Kalbi { K itâ b a l-a şn â m . s. 8 t ve başkaları taralından kaydedilmiş oldukları şekilde, doğru olarak, nakledildiği muhakkak sayılmalıdır. Zira İslâ­ mî yetin İlk zamanlarında bunların hâtıralarının henüz canlı olması icâb eder. Bu ta lb iy a ler, ; hiç şüphesiz, kabilelerin eski bir dînî husûsiye*



ti idi ve Kuss b. SS'ida İle islâmiyetten Önce­ ki diğer hatiplerin seei’H nutuklarından ı bk. Ahmed Zaki Saf vat, a y n . esr., I, 35 ve tür. yer.) daha eski bir zamana âit olmaları gere­ kir. Peygamberin seci’ kullanan bir şahsı azar­ ladığı rivayet edilirse de, bu hadîsi nasıl an­ lamak gerektiği yukarıda gösterilmiş idî. îbu ‘ Abbâs da dualarda seci’den sakınmak ge­ rektiğini, çünkü Peygamberin bundan dâima sakındığını söylemiştir t bk. Buhâri,‘ -^a/ıîfı, oşr. Juynboll, IV, 194, 2). Bununla beraber onun söz ve nutuklarında secı’ ii parçalara tesa­ düf edildiği de yukarıda gösterilmiştir. Sec’in en mükemmel misâlleri, muhakkak ki. arapçanın belagat üslûp ve kaidelerine uygun olarak vahyeditmiş olan K u r 'a n ’ da bulunmaktadır ( bk. Zîyâ’ a! Din Ibn sİ-Aş ir, a y n . esr., II, 194, 204; at-Mu’ayyad, al-Tirâz, Hl, 25 v.d , 28 v.dd.). Bu sırada sahte peygamber Musaytama ’ niu de. K u r 'a n ’a benzetmek üzere, seci’li sözler söylediği rivayet olunur , bk. msl. İbn Hişâm, S i r a , IV , 223. ıs ). I. (VII.) asırda, eskiden olduğu gibi, heye­ canlı konuşmalarda, nutuklarda, hakemlerin hü­ kümlerinde sec'in kullanıldığı görülür. Bilhassa Küfe 'de bir şî’î hareketi meydana getiren al-Muhtâr al-Sakat i t öl m. 67=687, bk. mad, MUHTÂR), bir taraftan müphem ve muğlak ifâdeleri île eski kâhinlerin sözlerini, bir taraf­ tan da kelimelerinin ahengi île K u r 'a n ’ı hatır­ latan seci’li sözler söylüyordu ( k â n a y u sa c c i *, bk. Batazuri, /İnsoâ a l- a ş r â f , nşr. Goiteîn, Jerusalçm. 1936, V. 214, 273, bilhassa *18 v.d., 228, 235, 13 ; krş, Ahmed Zaki Şafvat, C a m h a ra t h u tab a l- a r a b , Kahire, 1352, II )• İslâmî arap edebiyatının ilk devirlerinde, I . — ili. ( VII, — IX.) asırlarda yetişmiş olan büyük naşirlerin, bu arada 'A bd sl-Hamid aUKâtİb, İbn al-Mukaffa*, al-CShiz v.b. ’larının yazıların­ da sec'i hemen-hemen h*ç kullanmadıkları görülür. Bununla beraber, bu Üslûp zamanla resmî ve husûsî mektuplaşmalara girdi ve mek­ tuplar çok az mâna ifâde eden seci’li cümle­ lerin bolluğu ile temayüz etti. Seci’ ile yazmak, IV. ( X.) asırda, bir kâtip için, en büyük kabi­ liyet alâmeti telakkî ediliyordu. Bu üslûba m am z&c adı verilirse de, bu sec’ in tamimiyle aynıdır. Bu tarzın en büyük mümessilleri alŞâbi ( Ölm. 384=994) ile İran ’da yaşamış olan Abu Bakr al-Hvârizmi (Ölm. 39 3 = 10 0 2 j ’dir. IV . ( X .) asırdan itibaren sec’in arapçada bütün edebiyat sahalarına yayıldığı görülür { bk. Zaki Mubârak, L a p ro s e a rabe au IV * s ie c le



d e l 'H e g ir e [ X e s ie c le ], P a ris.



I 9 3 1 )•



İbn Nubâta v ölm. 374=984 ) ’de^hutbeîer, yâni dinî nutuklar saham da en başarılı Örneklerini *Airayd ( ölm. 32la» j veren seci’li nesir, he-V



3 lo



S E C İ’.



933 ) ile başlayan ve B a d i' al-Zamân al-Hamdâat ( öltn. 39 8 = 10 0 7) iîe devam ettirilip, al* H ariri 'Ölm 5 1 6 = 1 1 3 2 ) ite erişüemeyen bir dereceye yükseltilmiş Matçâma [b bk.] edebi, yatınin esâsım teşkil eder. Secili nesrin fevkal­ âde başarılı mahsûlleri arasında Abu 'l-'A lâ1 al-M aarri ( Sim, 44.9 = 1057 ) ’nin, başta Risâİat al-ğufran V olmak üzere, mensûr eserleri zıkrolunabilir. al-'Utbi { olm. aş.-yk. 4 37= 10 56 ) *nin Târih aUYamini "si ve 'îmâd al-Din al-Kâtib ai-lşfahani t olm 5 9 7 = 12 0 1) ’nin eserleri ile se­ c ili nesir tarih sahasına da sokuldu. Fakat bu tarz, arap edebiyat nazariyecilerinin İhtarlarına rağmen, ekseriya mânayı tamâmiyle ihmâl eden bir takım ahenkli sözler yığını hâlini almakta gecikmedi. Fakat secili yazmak, bununla be­ raber, son devirlere kadar, nâsir ve şâirler için, büyük bir meziyet olarak telakki edilmekte devam etti. Arapça yazan büyük seci’ üstâdlarmm bir kısmını yetiştirmiş olan İran sahasında yeni farsça ile yeni İran edebiyatı doğarken, arap edebiyatında itibârı gittikçe artan sec'in bu edebiyata te'sir etmemesi imkânsız idi. Fa­ kat bizzat farsça attık bir edebî san’at teîakkî edilen bu şekle o kadar uygun değil idî ve dile girmiş olan arapça kelimeler henüz bunu müm­ kün kılacak mıkdara ulaşmamış İdi. Bundan do­ layı ilk farsça mensûr eserlerde ancak bâzan tesadüfi seciler bulmak kabildir. Fakat bu dile yeter mıkdarda arapça kelime girince, seci* de kullanılmağa başlandı. Farsçada sec*i ilk ola­ rak ve şüphesiz en mükemmel şekilleri ile kul­ lanan büyük sûfî ‘A bd Allah al-Anşâri { ölm. 4 8 1= 10 8 8 ) olmuştur. Arapça eserlerinde gâyet sâde ve hemen-hemen seci'siz bir dil kullanan bu sûfî başta Munâcât 1 olmak üzere, K a m al-sâlikin ( bk. nşr. Tahsin Yazıcı, Şarkiyat mecmuası, İstanbul, 1956—1963, I, İH—V )'in i ve daha bâzı risaleler ini baştan-başa musacca* olarak yazmıştır. Belki Kur'an te’siri ve etra­ fındakilere te’sir etmek gayesi ile bu şekilde meydana getirilen bu eserler İran edebiyatında her bakımdan eşsiz kalmıştır. Daha sonraki devirde yazılan Naşr Allah ■: V I.= XII asır ) ’ın Katıla va dimna tercümesi, Ham id al-Din (olm. 5 5 9 = 116 4 ) ’in Makâmöt* 1, Zâh iri-i Şa­ mardandı ( V I .= X 1I. asrın ortalan )'nin Sîntfbödnama 'si ve A ğröz aUsiyâsa ( bir misâl için bk. A . A teş, Farsça gram eri3, İstanbul, *963,8. 12 1— 127 ı ’si, Raşid al-Din V atvât ( olm. 5 7 9 = 1 1 8 3 ) 'm mektupları ve farsça mensûr eserleri, Muhammed b. Gazi al-Malatyavi ( VI. = XII. asrı*^ sonu ) ’nin R a via t a l-u k ö l ve B arid atsa'âda ( bundan bir misâl için bk. A . Ateş, ayn. esr., s. 138—14 1 )*si ve Varâvinİ ( V H .= XIII, asrın b a ş*)‘nin Marzubân nâmo ’si gibi



eserler bîr dereceye kadar muvaffakiyetli bir seci'li üslûp ile yazılmıştır. Fakat daha sonra seci* o kadar çoğalmıştır ki, âdeta nesirde esâs olması gereken mâna kaybolmuş, yerini secin ahenkli kelimelerine bırakmıştır. Sa'di ( olm, 6 9 1= 12 9 2 ) ’nîn Gülistan ’ı ve diğer mensur yazıları bîr tarafa bırakılırsa, bu hâl son za­ manlara kadar, İran edebiyatının bütün saba­ larında — V aşşâf ( VI11.= X I V . asır 1 in T aczt yat al-amşür va tazciyat al-a'şör adlı tarihi ile tarihte de olmak üzere— hâkim bir durumda kalmıştır. Seci' Osmanlı-türk edebiyatında da çok se­ vilen bir tarz olmuştur. Ancak türkçenîn bün­ yesi, farsça gibi, arapçaya kıyasla, çok farklı ol­ duğundan bâzı misalleri Cevdet P a şa !' b. bk .j’ nın Kısas*ı enbiyâ 'smda görülen ve fiiller ile teş­ kil edilmiş olan seciler müstesna, diğerleri cüm­ lelerin sonunda bulunmamaktadır { krş S a :d Pa­ şa, Mizan al-adab, İstanbul, 1305, s. 389 ). Bun­ dan dolayı türk edebiyatında sec'in târif ve tak­ siminde ekseriya arap edebiyatının kaidelerine dayanılırsa da, sec'in nevileri çok azaltılmıştır. Seci’de umûmıyetîe m utarraf ve mut avazı ne­ vileri gösterilir ( msl. bk. Ahmed Cevdetf Paşa], B e lâ g a ti osmâniye, İstanbul, 1299, s. 173 v.d.)î murassa seci' ise, ayrıca tetkik edilir. Fakat da­ ha sonraları, müstakil cümle sonlarındaki sec'e sac'-i maf/a£, bir cümle veya cümle bölümü içinde bulunan ve birbirlerine ekseriya bir atıf edatı ile bağlanan kelimelerdeki sec'e sae‘*i makay~ y a d veya s a c -i rabti denilmiştir ( Recâhzâde Mahmud Ekrem, T&lîm-i edebiyat, İstanbul, *299, »• 35* v.dd.)*, bundan başka bir de sac'-i mafr a k (ayn esr,, s. 354) gösterilmektedir. Ne olursa olsun, türk edebiyatında Sınan Paşa (öim. 891 = 1486)'nm yukarıda anılan ‘ Abd Allah alA nşâri 'nin farsça eserlerindeki üslûba benzer bir üslûp ile kaleme aldığı Tazarru* nâma ’si bunun muvaffakiyetli bir mahsûlüdür. X. = XVI. asırda, Fuzulî [ b. bk.j'nİn Şikâyetnam e 'si be Ravzat al-şuhadâ ’sı secili nesrin en muvaffaki­ yetli örnekleri olarak gösterilebilir. Fakat bu san'at türk nesrinde lüzumundan fazla ve ekseriyâ yersiz kullanılmış, belki türkçeye yabancı kelimelerin gittikçe daha çok mıkdarda girme­ sinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Resmî veya husûsî mektuplardan başlayarak, edebî nes­ rin her sahasında, tarih, ahlâk ve siyâsete mü­ teallik fikrî eserlerde ve nihayet hikâyelerde, bu üslûbun—âı enk bir tarafa bırakılacak olur­ sa—en kötü şekliyle, yâni maksadı lüzûonun­ dan fazla kelimeler ile anlatan bir üs!6p iie, ya­ zılmıştır. Bunun neticesi olarak bu üslûbun en muvaffakiyetli eseri sayılan msl. Narg’si i öim. 10 4 4 = 16 34 /16 35 ) ‘nin mensûr Hamsa ’si. bu­ günkü okuyucu için, okunmaz ve ele alınamaz



S E C İ’ bir eserdir. Bununla beraber, türk edebiyatında kültür yönü değiştikten sonra bile, seci* câzibesini kaybetmemiştir. Yeni türk edebiyatının kurucularından olan Namık Kemâl [b. bk.]’in ya* allarında sec’e rastlandığı gibi, Yakub Kadri Karaosmanoğlu da Erenlerin bağından adlı ese» rinde ( 1922 ’de basılmıştır ) de seci’Îİ bir nesir kullanmıştır. Fakat türkçecüik cereyanının kuv­ vetlenmesi ile, türkçedeki arapça kelimeler ile birlikte, seci* — daha doğrusu arapça kelimelere dayanan zorlama seci* —- de türk edebiyatından çıkmış bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredilen­ lerden başka bk. al-Câhiz, al’ Bayan va 'l-tabyîn ( nşr. Haşan al-Sandübi ), Kahire, 1545 1926, I, bilhassa s. 192 v dd., 198 v.dd.; Abu Hilâİ al-'As kar i. K ıt ab al- şina atayn al-kitâba va H’ şVr (İstanbul, 1320), s 199—203; 'A bd al-Kâhîr aî-Curcâni, A srâr al-balâğa {nşr. H, Ritter ), İstanbul, 1954, s, lo, 11 v.dd.; Ziya1 al-Din İbn at-Aşir, al’ M a sal a ls a ir f i adab al-kâtib va 'l-ş a ir ( nşr. M. M. ‘ Abd al-Hamid Kahire, 1358/1939, I, 193 —240; al-Taftâzâni, al-Mutavval (İstanbul, 1260), s. 412 v.dd.; ‘İzz al-Din al-Tanühı, Tahzib al-iz$h. , . altazi altafahu, . . al-K azvinî ( Şam. 1367/1948). I, 277—299; at-Tabanavi, K aşşâf iştilâhât alfantin, I, 670 v.d.-~ İ r a n e d e b i y a t ı için bk, Muh&mmed b. 'Omar al-RSdüySni, Kitâb al-tarcaman al-balâğa ( nşr. Ahmed A teş), İstanbul, 1949 ( Şarkiyat enstitüsü yayınla nndan), metin, s. 136 v,d .; Malik al-Şu'arâ1 Bahar, Sabk-şinâsi ya tarih-i tatavvur-i : naşr-i fârîsi (Tahran, 1319 ş.), H, İH, bil­ hassa 11, 2 31—244.—T ü r k ed e b i y a t ı için bk, Menemenli-zâde Tâhîr, Osmanlı edebiyatı (İstanbul, 13 14 ), s. 134 v .d d .; Süley­ man Fehmi, Edebiyat (İstanbul, 132 5), s. 353 —360; Reşid, Nazariy&t’i edebiye (İs­ tanbul, 1328), s. 122 —12 6 ; Muallim Nâcî, Istüâh&t-ı edebiye ( İstanbul, 1307), s. 208.



• ( A hmed A teş.) SE 'E R D . [ Bk. SİİRD.) S E F F Â H . (B k . E b ü - l - a b b a S .} S E F I d -K Ö H . [ Bk. sefîd -kö H.) SE FÎD -K Û H . SEFİD -KÖ H (S a Fîd-K ü h ) {..Ak-Dağ1’ ', Efganistan *m şimalindeki belli-başlı dağ silsilesinin adı. 341 şimal arzında ve 69° 30' şark tulündeki bir noktadan başlar, bu noktaya doğru Indus’ta A tak (takriben 33° 15' şimal arzında ve 72° 10 ' şark tulünde ) :in civarında, deniz seviyesinden 5,076 m. yük­ sekliğinde bulunan Sıkarâm zirvesi yükselir. Sefid-Köh, Kâbul ırmağı vadisini, Korraro vadisinden ve A frid i Tirab vadisinden a jırır ; dağ silsilesi cenûb-i garbiye doğru yönelen : ve Pscyn Dâg ve Toba adları ile tanınan bîr



SE F İN E .



3







takım tepeler He, takriben 3 1 0 15* şimal arzı ve 67° şark tulüne kadar devam eder. Bu son silsile cenubî Efgamstan ’ m su bölümü çizgisi­ ni vücûda getirir ve bu memleket ile Hindis­ tan arasında tabiî hudud teşkil eder. Asıl SefidKöh ’un şimal ve şark uçlan üzerinde Peşâvar ve C alala bâd arasında Hay bar ( b. bk.] geçidi ve 1841/1842 harbi esnasında Calâlâbâd ile Kâbul arasında İngiliz ve hİntti kuvvetlerin çok sıkıntı çektikleri sarp boğazlar-' bulun­ maktadır, Tarihin başlangıcından beri, Hindis­ tan ’ı istilâ eden bir çok kuvvetler bu silsile­ nin boğazlarından geçtiler ve bunlardan bazı­ ları, kat’ettiklerİ silsilenin bâzı kısımlarına dâ­ ir kısa tasvirler kaleme almışlardır. Silsilenin şimal uçlan çıplaktır ; fakat üst yamaçlar çam, sedir ve diğer ağaçlar ile örtülüdür ve cenüp uçlarının çoğu çam ve yabanî zeytin ağaçları İle kaplıdır. Vadiler, tarlalar ve içinde bol mıkdarda meyve ağaçları bulunan bahçeler manzûmesi hâlini arzeder. Nehir kıyıları çimen Ve yabanî çiçekler İle örtülü olup, soğut ağaç­ ları ile çevrilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Şayh Abu İ»Fazt, A 'İn -i Akbarı ( nşr, ve tre. Blochmann ve Jarrett), Calcutta, 1877, s. 1873— *894 ; lmpe~ rial Gazeteer o f India ( Ozford, 1908). { T. W. H a ig .) SE FÎD -R Û D . ( Bk. k i z i l - ö z e n 3 S E F ÎN E . A L-SA FİN A ( a .), umumiyetle „g e» m i" için en çok kullanılan kelime olup, en ge­ niş mânada taşıt demek olan markab ’den da­ ha ziyâde hususileşmiş bir mânada kullanılır. Arapça muhtelif gemi nevileri için pek çok ; tâbir vardır, fakat bunlar ekseriya yabancı kelimelerdir ve bu hususta şunu da kaydet­ mek yerinde olur ki, her hangi bir cinsten bir gemiyi göstermek için, umumiyetle asıl mefhûma delâlet eden kelime yabancıdır ( krş. Kindermann, ayn. esr., s. 112 v.dd. Hattâ markab ( „gem i“ ) kelimesinin aksine olarak en çok kullanılan safın a kelimesi de arapça de­ ğildir ( bk. ayn. esr., s. 108), fakat ,,gemi": için bu tâbirin kullanılması, diğer taraftan Fraenkel ( Die aram. Fremdza., s. 215 )'in te­ barüz ettirdiği gibi, karada seyahatlerin daha rağbette olduğunu isbât eder. Lisânı kullanılışı nokta-i nazarından gemi­ ciliğin araptar için aslında yabancı faızedilmesi, benzeri bütün hâllerde olduğu üzere { bk. msl. sük ), ancak safına kelimesinin kabul edildiği oldukça eski devir için mûteber olabilir. Çok sürmeden bu kelimenin yabancılığı unutuldu. Binâenaleyh bu durumda buna bağlı olan „gemi" mefhûmu uzun müddet araplara yabancı biı tasavvur olarak telakki edilemez. Çok münâkaşa edilen islâmİyetin başlangıcında,



3



«*



SEFİNE.



araplarm den'ze ve gemiciliğe g e r ç e k t e n a l ı ş m ı ş o l u p-o 1 m a d t ğ ı keyfiyeti baş­ kadır. ./Bu mes’eleye henüz kat’î bir hâl tarzı bulunmamıştır ve ekseriya leh ve aleyhte de­ liller zikr etmekle iktifa edilmiştir. Her şey­ den önce Kur'an ’ da bulunan deniz tasvirleri münâkaşalara sebep olmuştur. W. Barthold ( Z D M G , N F , 1929, VUI, 37 — 4 5) haklı olarak, Peygamberin deniz ve fırtınaları hak­ kında—ki bunlar Kur'an'm en vazıh tasvirlerini teşkil eder— bu kadar açık tasvirleri nereden ve na3il elde etmiş olabileceğini araştırmakta­ dır ve bu mes’eîe, «umûmiyetle deniz tasvirinin arap şiirine, bilhassa îslâmiyetten önceki şiire, yabancı olması dolay ısı ile şayan-1 dikkattir. Siyer-i nebevide Peygamberin her hangi bir deniz üzerinde, hattâ kıyılarında seyahatinden bahsedilmez" demektedir. Hattâ o vakitler mevcut olan Cidda, Şu'ayba ve Gazza { b. bk.] gibi limanlara gittiğinden de bahsedilmez. NöSdeke de Kureyşlilerin Habeşistan île ticâ­ retlerinden bahsettiği yerde (/s/., 19*4, V, 163, not 3 ), Peygamberin «belki bir defa biz­ zat oraya gittiği, çünkü K ur’an> X, 23, XXIX, 6$, XXIV, 40 'm kendisinin deniz üzerinde seyahatin dehşetlerini bizzat tatmış gibi bir ifâdesi bulunduğu" farazîy esini İleri sürer. Fraenkel ( ayn. es r., s. 2 1 1 ) Kur'an Man şu ne­ ticeyi çık arır: «Eski araplarm muhtemel ola­ rak memleketlerinin üç taraftan deniz ite çev­ rili olduğunu takdir etmeleri gerekirdi. Hiç ol­ mazsa kendini ticârete vermiş olan çevreler, Peygamberin mensup olduğu çevreler için, de­ nizde gidip-gelmeler çok mühim olm uştur"; aks> takdirde, ona göre, Kurban ’ın hiç olmazsa 40 âyetinde denizi insanlar için istifâde edile­ bilir bir hâle getiren Allahın lutfundan bahs­ edilemezdi. Fraenkel H abeşistan’a muntazam deniz seferlerini düşünecek kadar ileri gider; bir çok rivayetler { o zamanki Arabistan Ma habeş câriyelerin bulunması g ib i) arasında, hiç olmazsa ikisi, bu gemi seferlerine açıkça delâ­ let eder gibidir; bunların birine göre, Şu'ay­ ba Me karaya oturmuş bir geminin taşıdığı ke­ reste K a b e ’ nin inşâsı İçin kullanılmıştır ( T a ‘ bari, I, 113 5 \ diğerine göre İse, ilk Muhaci­ rim Habeşistan fa giden İki ticâret gemisine binerek, oraya göçmüşlerdir (T ab ari, I, 118 2). Fakat karaya oturmuş geminin açıkça bir Bi­ zans gemisi olduğu husûsunda sarahat mevcut­ tur ve ikinci bir yerde gemilerin arap gemileri olduğu bilhassa söylenmemiştir ( Lammens, La Mecyue, b 284== 380 Me yabancı gemileri dü­ şünmektedir ). Görünüşe göre, Arabistan ile karşı sahil arasındaki bu irtibat habeşhrîn elinde İdî; Barthold {ayn. eser., s. 4 3 } başka ımıtâlealar İle aynı farazîyeye varmaktadır.



Lammens ( La Mecgue, s. 289 = 385 )-—bâzı tezatlar ile karşılaşmakla beraber — babeşlerİn bîr deniz hâkimiyetinden bile bahseder ve Mekke vekayi-nâmelerinde hiç bir yerde Aksum ülkesi ile alış-verişte her hangi bir arap gemi­ sinin zikrini bulamaz { ayn. mil., L ’Arabie occidentale, s. 15 ). Diğer taraftan K ur'an Ma ve Sira Me gemiciliğe ait çok sayıdaki telmih­ lerin geniş vukûfu istilzam ettiğini kâbûl et­ mek mecburiyetinde kalır; fakat Peygamberin biç bir hemşehrisi ve hiç bir Tihâma bedevisi denizci olarak zikredilmez; araplar bu zanaatı Kızıl denizin yabancı sâkinlerine bırakmışlardı (ayn. m il, La Mecquet s. 283= 379 ). Eski şiirde deniz yolculuğunun zikirleri meyânında‘ Amr b.Kulşûm ’un M tıa lla ka 'sının 102. bey iti bilhassa dikkate değer. Burada Tağlibleri denizin sırtım gemiler He doldurmakla över. Fraenkel İn görüşünü destekleyen Goldziher ( Z D M G , 1890, X LİV , 165 v.d.) bu beyte mu­ hakkak çok fazla bir ehemmiyet verdiği hâlde, Nöldeke ( F ü n f MolaUaqat, I, 49 } Tağlibleri 0 «muhakkak deniz üzerinde gerçek bîr gemicilik yapmaları hiç bir şekilde bahis mevzuu olama­ yacağına" göre, «TağHblerİn bâzan F ır a t’ ı ka­ yıklar üzerinde geçmekte olduklarım" kabul et­ meğe temayül eder. Şu halde o hafyr kelime­ sinden Fırat in muazzam su kütlesini anlamak­ tadır. İfâdenin gelişine göre, burada şüphesiz su üzerinde bu nevî faaliyetin başka kabileleree bilinmemesi ve bunların bundan bir dereceye kadar korkmaları (aş. bk.) dolay ısı ile daha çok te’sir yapması icâp eden şâirin övünmesi ve mübalağası bahis mevzuudur ( jacob da böyle düşünmektedir, bk. Bedainenleben, s. 149 ). Bu münferit beyit bir tarafa bırakılacak olursa, Goldziher, ayn. esr., eski şiirde deniz ile deniz seferinin muhtelif anlarının, teşbih yolu İle, sıksık kullanıldığına işaret eder: hareket hâlinde bulunan kervan msl. çok defa yüzen gemilere benzetilmiştir. Fakat ekseri hâllerde hayli renk­ siz olan bu levhalar sahillerde meydana gelmiş ve sonraları tamamiyle kalıplaşmış bir şekilde başka yerlere geçmiş olabilir, şâirin şa ıs î bir tecrübesini düşünmeğe de lüzum yoktur. Y al­ nız nasib [ b. bk.]’în kalıplaşmış tarzını hatır­ latalım. Bununla beraber, deniz seferlerinin bilvesile zikirlerinin bîr esâsa dayanması gerektiğine, fa­ kat diğer taraftan hiç bir yerde deniz üzerinde mühim teşebbüsler bahis cnevzûu olmadığına göre, Wüstenfe!d ’ İn daha N G W Gott.. 1880, s. 134 ’te kabûl ettiği gibi, «Peygamberden ön­ ce araplarm Kızıl deniz ile Basra körfezi kıyı­ ları boyunca fazla deniz seferleri'yapmamış ol­ dukları" faraziyesi ileri sürülmüştür. Lammens de, La Mecyue, s. 2 8 5= 38 1, yalnız sâhiî yakın-



lamada mütevazı bîr balık avcılığına ve karaya oturmuş gemilerin tesâdüfî olarak yağma edil­ ire'erine ihtimal verir Arabistan 'da daha o zaman'arda görülen (Jdeoİz aşırı İdhâlât"a ge) nae, je.cob, ayn esr,, s. 149, „her hâlde ter­ sine çok defa yabancı ( hususiyetle Habeş ve Hind ) gemilerinin daha çok arap limanlarına .yanaştıklarını" farzetmekted’ r. İdhâlât çok bü­ yük mıkdardaki yabancı ticâret mallarının mev­ cudiyetinden anlaşılmaktadır. Hâlbuki A rabis­ tan, Freytag, Einleitung, s. 376 v d, ’da İşâret ettiği gibi, gemiler ile uzak memleketlere nakl­ edilecek mâhiyette az mahsûle sâîıtp İdi* Bununla beraber bu mülâhazalar birinci dere­ cede Hicaz ve ona komşu mmtakalar hakkında câridir, ve bunu hemen A rab istan ’ ın bütününe teşmil etmek mümkün değildir. Husûsİyetle bu mintaka için gemi seferlerinin inkişâfının diğer unsurları da az müsait idi. Karaya oturmuş ge­ mi rivayeti (yk. bk.) Mekke civarlarında kereste bulunmamasının açık bir delilidir. Kıyıda ne bü­ yük, ne iyi limanlar vardır ; Leukekome. al-Câr [ b, bk.] ve Şu ayba gibi bâzı eski demir atma yerleri sonraları tamâm yle terk edilmiştir ( bk. mad. HİCAZ Bizzat Kızıl denizden, fırtınaları ve bilhassa şimâî kısmında deniz seviyesindeki kayaları sebebi ile, çok korkuluyordu! bk. mad. B A H R AL-KULZUM ve Mez, Renaissance, s. 47b ). Bundan başka Arabistan ’ın, gemi seferleri îç'n i azırlayıeı mektep vazîfes nİ görebilecek gemi­ ciliğe müsait hiç bir nehri yoktur. Binâenaleyh hâlis bedevî ’ler tabiî olarak kendilerini uzun zaman mayi unsura güven­ mekten alıkoyan bîr su korkusuna sahip idiler. Bu hâl İslâmiyet devrindeki gemi seferlerinin başlangıcı üzerinde köstekleyici te’sir yapmış olmalıdır, aynı hâl bugün de müşâhade olu­ nabilir \ bk- L. Brunot, La mer dans tes tradition s. . . â Rabat et Sale, Paris, 1920, 1, 3 ). Nitekim Kur'an ’da ..dağlar gibi yüksek dal­ galar", „geniş, derin denizde üstünden kat-kat karanlık bulutların geçtiği kuleler gibi yüksek dalgaları kaplayan zulmetler" v.b. ( K ur'an, XI, 44; XXIV, 40; bundan başka X, 2 3; XI, 4 5 ; XXXI, 31 ; krş. bir de Noldeke. Delecius, s. 62 ’deki mizahi şiir ) bahis mevzuu olduğu za­ man da bu dehşet ifâde edilmektedir. İhtimal yine bu sebeptendir k», mekkeliler gemi seferi işlerini yabancılara bırakmışlardır ( yk. bk. 1, buna umûmiyetle bâzı mesleklere karşı gösle rilen hakir görme de inzimam etmiştir l bk. Goldziher. G7ohus, 1894. L X V 1, 203 v.dd,», A zdiler. 'Omân ’da gemicilik ve balık avcılığı ile meşgul olduklarından. Tamim kabilesi men­ suplan tarafından hakaret yolln »gemiciler" diye vasıHandıntırdı ( bk. mad. ARABİSTAN, & ve Wellhausen, Skizzent VI, 23). Bir de nabatî



gem icilerden ve m ünferit bir şekilde de yahu di gem icilerden bahsedildiğini işitiyoruz ( bk. Lyall, The Ditoâns o f 'A h !d v. b., G M S s 1913, XXI, VIH, 5, 6), Sonraları deniz üzerindeki seferlerin dostça ve düşmanca gâyeler İçin değeri nihayet anla­ şılmıştır ve Peygamberin ağzından deniz ticâ­ retine sarahatle müsaade eden ve denizdeki şehidlerin meziyetini yükselten hadîslerin riva­ yet edilmes'nde hayrete düşecek bir şey yok­ tur ( bk. Wensinck, Handbook, Barter ve M a rty r{s ) kelimelerinde; bundan başka Lam­ mens, V A rabie occ., s. »5 v.d.). Fakat bu mes’eienin hakkiyle kavranması için daha uzun bir zaman geçti. Hattâ Peygamberin Kureyşlilere şimaldeki pazarlarına gid'ş yolunu kapad-ğı 2aman, bunlar deniz yolunu seçecek yerde, çölde çok dolambaçlı bir yolu tercih ettiler (Lammens, La Mecquet s. 28$=» 3 8 1 b İlk halî­ feler hâlâ deniz üzerindeki her türlü teşeb­ büslere muhalif idiler. Halîfe ‘Omar, Akdeniz ve Kızıl denizdeki bir sıra muvaffakiyetsizl'ğîn tamâmiyle te’sîri altında idî (T ab ari, f, 2593, 2820; gemi seferlerini [ veya sırf dünyevî ga­ yelere yarayan gemi se ferierini ? ] men’etmiş imiş, bk. Goldziher, Z D M G , XL 1V, 165 v.d.'. Hattâ 'Omân ’a bir hücum yapmasını emrett'ği Bacİla kabîlesi reisi 'A rfaca b. Harşama alA zdı al-Bâr İki ’yi başarıya rağmen, bu hücu­ mu denizden yaptığı için, cezalandırmıştı l İbn Haldun, */6or, 1, 2 11 ). Bununla berâher, Pey­ gamberin ölümünden beş yı! sonra t 15 = 637 \ bir arap filosu, ‘ Omân 'dan hareket ederek, Bombay yanında Tânah 'a çıkarma yaptı ve Dayhul körfezine doğru da bir sefer yapıldı { Baîâzuri, FutSh, s. 431 v.d.). Fakat arap de­ nizciliğinin ilk kurucusu Mu'âviya olmuştur. Şimali Suriye ’yi tehdit eden bizanslılara karşı savaşlarında, bîr filo teşkili günden-gÜne da­ ha zarûrî bir hâl alıyordu. Fakat bunun ’ ç’ û, vali mevkiinde olduğundan, halîfe ‘Osman 'tn müsaade ettiği güne kadar, halîfelerin muka­ vemeti ile mücâdele etmek zorunda kalmış İdi. Gemi ve denizcileri bilhassa İskenderiye sağ­ lıyordu. M u 'âviya’nin Filistin kıyılarında filo için konak yerleri te’s;s etmesi de ancak son­ raları mümkün oldu i Baîâzuri, s. 117, fakat diğer rivayetler bunun aksini s ö y le r; bk. bir de tnadd. AKKÂ ve B E Y R U T ). Sudan çok çekin­ melerine rağmen, ..araplar çöl ve deveden, de­ niz ve gemiye hayret verecek kadar çabuk geç­ tiler" i bk. We!thausen, N G W G ött.. 1901, s. 418). Aralarında cesur amiraller, bunlar meyanında hassaten Busr [ b. bk.] ve Abu ’l-A ' var ( b. bk.J bulunmaktadır. Arap gemiciliğinin muahhar İnkişâfını gös­ termek, ana hatları ile de olsa, bizi bu maka­



3*4



SEFİNE.



lenin çerçevesinden dışarı çıkaracaktır. Yuka* rıda zikredilmiş olan İsla mi yetin başlangıcında araplarm gemi seferlerine iyice alışmış olup* otmadıkları hususunda bâzı mülâhazalar İlâve edelim. Goldziher ( Z D M G , X L IV # 165 v.d,)Hn «eski arapîar her hâlde deniz seferlerine alış­ mışlardı” , mutâleasma karşı «sonraları muayyen ölçüde denizden çekinme kendini göster­ di” fikrî pek tutunamaz ( tabletiyle, daha zi­ yâde aksi muhtemeldir). Bu İkİ hâlin bîr ara­ da yan-yana mevcut bulunmuş olması daha zi­ yâde akla yatar. Anlaşılan denizden çekinme keyfiyeti, Hicaz araplanna hâs bir vasıftır. İs­ lâmiyet sayesinde, bu eyâletin ahvâli ve telak­ kileri, söylemek caizse, örnek bir değer kazan­ dığından, bedevî Herin deniz korkuları da öyle bir şekilde tezahür etmiştir ki, bu, Arabistan yartm-adasmm bütün sâkinlerinin husûsi bir vasfı sayılmıştır. Fakat daha Arabistan ’tn coğ­ rafî vaziyeti dikkate alınırsa, her zaman İçin az veya çok inkişâf etmiş bir kıyı deniz sefer­ lerinin meveûdiyeti hemen farzediiebİIir, Hattâ Şarkta islâmiyetin zuhûruna kadar deniz üze­ rinde büyük teşebbüsler ananesinin canlı kal­ dığını görüyoruz. Mas'üdi ( Murnc, 1, 308 ) bi­ ze eski bîr rivayet nakletmektedir kî, buna gö­ re, eski zamanlarda Çin gemileri 'Omân, Bahrayn, Ubulla ve B asra'ya gelmişlerdir; bunun aksine olarak, buraların gemileri de Çİn İle münâsebetler kurarlardı. Bundan başka Azdi Herin gemi seferlerinden ( yk. bk.) ve daha son­ ra da 'Omân tâcirlermin deniz üzerinde eür 'etli seferlerinden [ bk. mad. VAÇVÂK] bahs­ edildiğini duyuyoruz. O hâlde, ileriyi gören bir valinin bir İslâm filosunun kurulmasına şiddet­ le muhalefet eden halîfelerin mukavemeti ile mücâdele ettiği bir sırada, müslümanlarm ilk deniz seferlerinin buradan H indistan’a doğru yapılmasında ( yk. bk.) şaşılacak bir şey yoktur. Araplar, görünüşe göre, gemiciliklerinin tari­ hini yazmamışlardır. Tabiî olarak yalnız büyük tarih kitaplarında değil, fakat geri kalan ede­ biyatta da deniz seferleri hakkında bol mıkdarda kayıtlar bulunmaktadır. Burada yalnız alâka çekici bir kaç ava'il zikredelim : arap dilcileri­ nin telakkilerine göre, denizde ilk seyahat eden arap kadını Peygamberin sahabesinden Yazid b. at-Hakam Hn annesi Bakra olmuştur { Kitâb alAğâniy XI, 100, str. 3, aşağıda), Makrizi ( H if«/, II, 189, 17 v.d.)’ y® göre, İslâmiyet devrin­ de, deniz üzerinde ilk savaş seferi yapan ve Bahrayn’den hareket ederek İştahr t b. bkjH fethetmeğe teşebbüs eden aU'Alâ’ b. al-Hazrami olmuştur; fakat bu teşebbüs tamâmîyle boşa gitmiştir {bu hâdise, iddiaya göre, 191*640 yı­ lında, binâenaleyh Bombay ’ a asker çıkarmadan sonra vukua gelmiştir, (yk. bk.). Emevî valisi Hac-



c â c ’ m katranlanmış ve parçaları çiviler ite tut­ turulmuş olan daha önceleri yalnız iplerle tuttutulurdu, keresteden yapılan gemileri denize indiren ilk şahıs olduğu rivayet olunur ( Câivz, H ayavSnt s, 4 i,to v,d.). »Dikilmiş” den îen bu gemiler, sonraları, biç olmazsa VII. < XIU.) asra kadar, Kızıl deniz ile Hoıd Okyanusu ’nun bir hususiyeti olarak gösterilmiştir. Bu gemilerin bu şekilde inşâ edilmelerinin sebebi türlü şekil­ lerde izâh edilmiştir. Mıknatıs dağları efsâne­ s i buna bağlanmalıdır ( b k . mad. M IK N A T IS , bun­ dan başka Mez, ayn, esr., s. 472 v.d. ve Reınaud, Relation d es voyages. . ., Paris, 1 8 4 5 , 1, ’te meydana getiriyor ( Tezkire, s. 4 V.d. ve 140 ). H arf sı­ rası tertibi yerine, İran tezkirelerinin şâirleri yaş, zaman, muhit ve mevkî gibi husûslara göre sınıflandıran tabaka tarzını esâs olan Heşt bihişt, Macâlis a l-n a fa is ’i takti den 8 fasla ayrılmış olup, şu tasnifi ihtiva etmekte­ dir: 1. devrin hükümdarı (Kanunî Süleyman),



SEHÎ BEY. II. şâir Osman’ ı padişahları ve şehzadeleri, IH. vezir, kazasker, defterdar, nişancı ve san­ cak beyi gibi devlet ricalinden şiir yazanlar, IV, şiir ite uğraşan ulemâ, V. kendts'n'n zaman­ larını idrâk edemediği eski şâirler, VI. genç­ liğinde kendilerine yetişebilip, münâsebet kur­ duğa evvelki nesillere mensup şâirler, VII. muâ sın olan şâirler, VHl yeni nesillerden yetişen genç şâirler. Eserini nasıl bir çalışma ile ve nelerden is­ tifâde ederek meydana getirdiğini açıklama­ yan müellif tezkiresi için belirli bir mehaz zikr etmemiştir, Yainız kendilerine yetişeme­ diği eski şâirler hakkındaki bilgileri çok yaş­ lı kimselerden dinleyerek, topladığını belirtmek­ tedir ( Tezkire, s. ^ ve 53 ). Ahmed Paşa, AkŞemseddin-zâde Hamdi ve nihayet Necati gibi Fâtih devri şâirlerinin bir kısmının hayatta bulunduktan devreden gelen bîr şahsiyet olma­ sı da müellife diğer tezkirecilerin yetişmeleri mümkün olmayan bir çok eski şâiri bizzat gö­ rüp tanımak imkânını te’min etmiştir. S e h î’ nin sahasında ilk deneme teşkil eden eseri ihtiva ettiği bilgiler bakımından tatmin edici olmak­ tan uzaktır. Müellifin eserinde çerçeves:nî müm­ kün olduğu kadar kısa tutmak isteyen bir zih­ niyet hâkimdir. Kendisinin eserinden dâima ..muhtasar" ve ..risâle'* tâbirleri ile bahsetme­ si de bunu gösterir. Esasen kendisine örnek olan İran tezkireleri de tafsilâtlı bilgi veren eserler değildir. Eseri yazmasındaki gayesinin şâirlerin unutuimamalanna çalışmak olduğunu söylemekle beraber, Sehî ’nİn 70’ini aşmış bir yaşın mahsûlü olan tezkiresini aynı zamanda bir mansıp te'mini maksadı ile, acele bir sûrette te’lif ettiği intibaı hâsıl olmaktadır Ni­ tekim kendisinin Necâtî gibi, gayet yakın bir münâsebeti olduğu ve bu sebeple hakkında en fazla bilgiye sahip bulunduğu şâir için verdiği bilgi bu yüzden sathî katır. Bir iki is­ tisna hâriç, tezkirede şâirlerin vefat tarihleri­ nin dahi tesbitîne çalışılmamıştır. Bu hususta divan, şiir mecmuaları ve tarih kitapları gibi en başta gelen me obalara müracaat iüzûmunu duymamış olan Sehî ’de, Latîfî ve bilhassa Aşık Çelebi *de gördüğümüz tahkik zihniyetini bul­ mak mümkün değildir. Bundan başka Sehî ’nin şâirlerin edebî hüviyet ve değerlerim tâyinde başarı gösteremediği de Aşık Çelebî 'den beri dâima ele alınmış bîr husûstur. Onun her şâ­ iri, aralarında bîr fark gözetmeksizin, hep aynı vasıflar ile değerlendirmesi kendisine tevcih olunan tenkidİerın başında getir. Sehî Fâtih devri Öncesi, bilhassa Bayezid I. ve şehzade Süleyman devri ile Anadolu beylikleri sahasında yetişmiş şâirlerden bir kısmım tes­ hile ve yahut haklarında malûmat toplamağa



3*9



muvaffak olamamıştır. Msl. Âşık Paşa! Nesîmî, Süleyman Çelebî, Giilşehrî, Nİyâzî İ Kadîm gibi eski şöhretler tezkirede yer bulamamışlar­ dır, Tezkirecimiz Anadolu ve Rumeli sâhast dışındaki sahalarda yetişmiş Osman!) devri türk şâirleri ile de meşgûl olmamıştır. Bu sebeple Azerî sahasının Bagdad havâlisinde Fuzûlî gibi en belirli simaları tezkirenin dışında kalır. Bun­ da husûsî bir zihniyetten ziyâde, Sehî ’ nin, La­ tîfî ve Âşık Çelebî kadar, İmparatorluğun çeşitti köşelerinde dolaşmak imkânını bulamamış olma­ sının te’siriai de düşünmek gerekir, Eğridirli Hacı K em al’in Câm V a l-n a z â ' ir ’i ile kendisinin tanıdığım bildiğimiz ( T e z k ir e , s. 135 ) Edirneli Nazmı ’ nin M acm a 1 a U n a z â 'ir *i gibi şiir mec­ mualarında yer almış olan şâirlerden bir kısmı tezkireye dâhil olamamışlardır. Ancak sayı ba­ kımından mütâlea edilirse. S eh î’ nin tezkiresine giren şâir mevcudu ile ondan evvel nazîre mec­ mualarında tanınan şâirlerin mıkdarı arasında fazla bir fark yoktur. Tesbit olunan şâir mev­ cudunun Eğridirli Hacı Kemal ’de 266, Edirne­ li Nazmî ’de 243, Sehî ’de ise, 229 olduğu gö­ rülür. Müellifin ismine rastladığı her şâiri eserine almadığı anlaşılmaktadır. Sehî, Osmanlı ülke­ sinde sayılarının ölçülemeyecek derecede çok olduğunu işaret ettiği şâirler içinde ancak mâ­ ruf olanlarını eserine aldığını ifâde etmek su­ retiyle, bir kısım şâirleri tasfiyeye tabî tutmuş olduğunu bize haber vermektedir ( T e z k ir e , s. 140). Şâirler arasında yapmağa çalıştığı ter­ cih ve tasfiyeyi onun zaman zaman açıkça be­ lirttiğine şahit oluyoruz msl. bk. Niyâzî, s. 92 ; Yakînî, s. t i3 v.d.). Bundan başka, bâzı şâir­ ler hakkı ndaki İfâdeleri göz Önünde bulundut ulursa, onun iddia edildiği kadar tenkit ve temyiz fikrinden mahrum olmadığını da teslim etmek gerekir ( msl. bk. Tezkire, s. 85, S â k î; s. 8 7 , G a z â lî; s. 8 8 , S â d rı; s. 90, V isâ lî). Sehî tezkiresinin gördüğü en mühim hizmet Osmanlı sahasında yetişmiş şâirlerin bir çer­ çevesini ilk defa tesbit ve te’sis etmiş olma­ sıdır, Onun meydana getirdiği bu hazır çer­ çeveyi, kendisinden sonra gelen tezkire müel­ lifleri daha çok geliştirip, zenginleştirmek im­ kânım buldular, Sehî B e y ’tn ortaya çıktığı yıl­ larda uyandırdığı alâka ile birlikte tenkide uğ­ rayan eseri — kifâyetsiz oluşunun da te’sİrt ile — başka müelliflerde bu çerçeveyi yeniden ve daha mükemmel işleyerek, bîr tezkire ha­ zırlamak ihtiyâcı ve hevesini uyandırmıştır. Heşt bihişi ’in te’ lifinden henüz $ sene geçme­ mi şiken, 950 1543 al-Câhİz, alBuhalü\ s. 114 ’e göre) ilk m üelliftir; sonra­ ları bu nevi bir çokları, bu arada da bizzat Câhiz tarafından takıp edilmiştir. Goidziher onun hasisliği medhiyesinde araplann millî hasletleri olan cömertliğe karşı bîr f«'ü6ı hü­ cumu görmektedir. Bundan başka, Sahi bu mevzû üzerine bir çok R asâ'il yazmış olmalı­ dır ve al-Huşri onun bu suretle edebî kudre­ tini göstermek istediğini söyler. Bir fıkrada şöyle anlatılır : vezir al-Haşan b. Sahi £ b. bk.], kendisine İthaf edilen hasislikten bahis bir risaleyi alınca, kendine verilmiş olan tavsiye­ leri memnûnîyetle kabul ettiği cevâbını vermiş ve bînnetîce Sabi ’İn ümit ettiği ihsanı ken­ disine göndermemiştir. Sahi ’ in diğer eserlerinin cetveli al-Fihrist ’te verilm ektedir; al-Câhiz ( Kitâb al-bayân, I, «4) bunlardan üçünün adım veriyor: K itâb alihvan ( al-Fihrist ’te Kitâb asbâsiyüs f i 'ttihâd al-ihvân ), Kitâb aFm asail { ihtimâl al-Fihrist ’teki Kitâb divân al-ras&İt ’in a y n ı) ve Kitâb al-mahzümi va H-huzaliya ( al-Fihrist ’ te aynı kitap adı ). Eserlerinin büyük kısmı her hâlde edebî yazılara âit id i; bununla beraber alFihrist ’in en son yerde zikrettiği Kitâb tadbir al-mulk va *l-siyâsa*sİ S a h i’in siyâset san’atı İle de meşgul olduğunu gösterir. Muhtelif mu­ harrirler tarafından zikredilen bâzı parçaları­ nın gösterdiği üzere, kendisi şâir olarak da itibâr görüyordu; bununla beraber, al-Fihrist ’e göre, aş.-yk. 50 yapraktan fazla şiir bırak­ mamıştır. Bundan başka, galiba ince zekâlı bir insan olarak şöhretine ilâveten bir de İnce zevk sâhibi olmak şöhretine sahip idi ( Ibn Halfikân ’ın naklettiği fıkra ): arap edebiyatın­ da buhala ile akala arasında bir münâsebet de var idi. Sahi b. Harun ’un başlıca hayranı ve halefi, bir az daha genç olmakta beraber, muasırı



SEHL-Oî-TOSTERt ] olan Câhiz £ b. bk.] olmuştur; Câhiz hattâ j eserlerinden bazılarım üstadının verdiği ad ile yayınlamış ve Kitâb al-buhalâ1 ’sında ha­ sisliği edebî bir mevzû olarak ele almakla onu taklit etmiştir. Kendisi Sahi ’i bütün edebî ne­ vilerin yüksek bir mümesssili sayar Petersburg, 1909 ) î Laurent, Sur la date d es eglises de Saini-D em itrius et de Sainte-Sophie d Salonique ( B y z . Zt. 1895 ), IV ; W. Miller, Salonica ( E ngl. kist. Reviem, 19 17 ); Smirnof. Sur la date des mosdîques de Sainte* Sophie de Salonique ( Viz. Vremennik, 1898, V ve V ü , 1900 ); Strzygowski, Die Sophienkîrehe in Saloniki { Oriens ekristianus, I ) ; Tafralı, Thes$atonique des origines au X I V . siecle (Paris, 19*9)5 Diehl, Saloniçue (P a ­ ris, 19 2 0 ); Heyd, Histoîre du commerce du Levant {Leipzîg, 1885—1886), 1—II; R. Pococke, Deescr. o f the East ( London. 1745 ), II, 2 , s. 148—15 1 (bk. levha L X İ V ) ;F . Beaujour, Tableau du commerce de la Grece (Paris, 1800), I I ; W. M. Leake, Trav. in Nortk Greece (1806 ), III, 2 3 5 -2 5 7 ; E. D. Clarke, Travels (18 0 2 ), IV, 348; E. M. Cousinery, Voyages dans la Macedoine ( Pa­ ris, 18 3 1), II* 23—56; A . Prokesch von Osten, Denkzourdigkeiten w. Erinn% a. d. Orient, IH, 636—66 2. T ü r k ç e k a y n a k l a r . Âşık Paşa-zâde, Tarih (bk. fih ris t); Sa'd al-Dîn, 7*öc altavârİh, I, tür. y e r.; A lî, Kunh al-ahbâr, V, tür, yer.; K âtib Çeîebî, Takvim aF lavarik ( İstanbul, 114b ) ; Neşri, Cihan-nümâ. II ( nşr., T T K ) ; Lû tfî Paşa, T a rih ; Başvekâlet arşi­ vi, mühimme defterleri (bk. fih ristler): nr. 143, b. 934 tarihli Selanik, Drama ve Serez kazaları ile Selanik müstahfazlanniu timar ve evkafını gösterir; nr. 959, h, 1273 tarih­ li Selanik, D ra m a ... köyleri ile vakıf köy­ lerini ihtiva eder; nr.'424, XVI. asır Sela­ nik mufassal defteri; Musa Kâzım, Aynoroz tarihçesi { T O E M, sene İV ); Hor taç camii (Servet-i fünûn, 1309, V, 2 0 ) ; Sel&nik Mek-



&ELÂNİK ieb-î idâdî-i mülkîsi ( Servet-ifü n û n , V , 33 ); Selanik askerî dâiresi (albüm, Üniv. kütüp., T Y 91016 ); Selanik haritası (Üniv. kutup., T Y ç ' i S î , 92974) ; Selanik liman) haritası (Üniv. kütüp., T Y 9348$, 93489); Kasimıye eâmü ( Şehbâl, 1328, l if ,- s. 349); 7322 hicri senesi Selanik sâl-nâmesi ( *8. tab.); A li Cevad, Memâlik-i osmântyenin tarih ve coğrafya lügati ( İstanbul, 1313 ), s ■439—447; Ş- Sâmî, Kamus al-'alâm { mad. Selânik Bk. bîr de Kari Brsun, Türk Reise ( Wiesbaden, 1875 ), II, 129—30 2 ; Rupprechfc von Bayern, Reıseerin. o, d. Siidosten ( Müacben, 1923), 123—13 6 ; Oberhummer, Griechenland, Handb. der geogr, IVîssertsch. ( Südostu Südeuropa,s. 2 5 0 ); L. Schultze, Makedonien . ( Jena, 1927 ), s 104, 218—223; A. Isehirkov, G rad Solum ( Sofia, 19 11 ); Sbornik Solum { Sofia, 1934 ) î Miiti Geogr, Ges. Wien (19 3 1 ), 72 v.dd,; C Loesch, Volk ıınd Reich ( 19 3 1) , s. 289 —308; Kİ. Nîkoiaîdes, Griechenland A n ie il an den Balkankriegen ( Wien, 1914). ( M. T a y y Ib G ö KBİLGIN.) S E L Â N İK Î, S E L Â n I k Î, Mu st a fa (?— 1600), d e ğ e r l i bîr O s m a n l ı t a r i îı ç i s İ olup, hayâtı hakkında bildiklerimiz XVI. asrın ikin­ ci yansına ait kıymetli bir vekayi-nâme olan eserindeki kayıtlara dayanmaktadır. Selânik­ li olmadığına dâir G. Eiezoviç ( Selânikli Mus­ tafa E fe n d ija i njegova istorija, s. 78 v.d.) ’in mütâleaîarı esassızdır. Nitekim 1565 ha­ ziranında, babasının Selanik’te ölümünü öğ­ renince, vezîr-i âzam Sokullu MehmedPaşa ‘nın konağında Fetih sûresi okumakta iken, »sıla-i rahm" bahanesi ile izin alması, eserinde ken­ disini »Selânikî Mustafa" ve »Selanikiii“ ( Se­ lânikli Mustafa, Tarih, Üniversite ku tu p, nr. T Y 6027. 2ib. J91*1 ) diye zikretmesi Selanik ’e olan nişbetî hakkında şüphe bırakmamakta* dır. 1566 Sigctvar seferine vazifeli olarak ka­ tıldığına d â r eserinde bîr işaret yoktur. A n­ cak ilerideki mesleği ve eserinin mu.tevâsı göz Önüne alınırsa, onun dâ;ma divan-ı hü­ mâyûn kâtipleri arasında bulunduğu tahmin edilebilir. Selânikî 'n‘n tasrih ettiği ilk devlet hizmeti Haremeyn mukataacılığı • olup, hangi tarihte tâyin olunduğu bilinmeden bu hizme­ tinden 988 rebîütevvelİnde ( nisan/rnayıs 1580) azledilmiştir ( Selânikî. Tarik, İstanbul, 1281. s, 159 ). Daha sonra, 4 ser.e müddet ile. Ni)ancı Mehmed Paşa *nın di vitclarhğını ..yaptı {ayn. esr., s. 16 1 j, öıdemir-oğlu Osman Paşa sadârete geçtiği sırada bu hizmette bulunu­ yordu. Bu sıfat ile, Safevî elçisi İbrahim Han ’m dîvâna kabûtünü görmüş (s. 1 8 1 ', Üskü­ dar ‘da Tebriz seferine hazırlanan vezîr-.İ âza-



SENÂNİKI.



349



ma nişancı ile tuğralı ahkâoı kâğıdı götürdüğü zaman, Özdemir-oğlu kendisine İhsanda bulun­ muş ve kaymakam Mes*h Paşa ’ya Selânikî ’ye iyi bir vazife vermesi için »sipariş-nâm e" gön­ dermiştir (992 şevvâj sonları —teşrin I./teşrinIf. 1584, ayn, esr., 64b ve s. 18Ş v.d.). Ancak bu tavsiyenin tahakkuk edip-etmedİğ'ne dâir b ir kayıt yoktur. 22 zilhicce 99$ { 23 teşrin 11. 1587 ) ’te selân:k î ‘ye Silâhdar kâtipliği verildi ' s* 23$ }. Bu hizmet İle 996 cemâziyelâhırında ( rtİsan/mayis 1588 ) G2n.ce seferine me’ mur edi­ len müverrih, aynı yılın 10 şabanında ( 5 tem­ muz ) Erzurum’da serdar Ferhad Paşa'nın ça­ dırında bulunuyordu (s. 243 }. Bu seferde, hu­ sûsiyle Gence kalesi inşâatındaki hizmetine karşılık olmak üzere, ulûfesi üç akçe arttırıla­ rak, kendisine dergâh-ı âlî müteferrikalığı ve­ rilmesi serdar rüûsunda yazılmış İdi (s. 313). Gence seferi sonunda sîpâhî oğlanları kâtipli­ ğine nakledildiği anlaşılan Seiânikît Erzurum ’da Ferhad P a ş a ’ nm maiyetinde iken, sipahile­ rin tamamen İstanbul’a gelmesi sebebi ile, kendisinin de dönmesi hususunda emir alarak, 997 ramazanında v temmuz/ağustos 1589) mer­ keze ge)m!ş, sipahiye uİûfelerini dağıtmış, fa­ kat çok geçmeden, 25 şevvalde (6 e y lü l) se­ bepsiz olarak, azledilmiştir. Bir Ömür sonunda elde ettiği mansıbının henüz yeni çıkmış bir talebeye verilmesinden müteessir olmuş İdî. (s. 258). Bir buçuk sene kadar sonra, halefi­ nin azil ve nefyed ildiğin den bahsederken, vak­ tiyle kendisine haksız isnatlarda bulunmuş ol­ masının eezâsım çektiğini ifâde etmesi (s. 273 v .d .) üzüntüsünün hâlâ devam etmekte ol­ duğunu göstermektedir. 988 seferinde ( kânun ÎI. 1590), vezîr.l âzam Koca Sinan Paşa vazi­ fesi bulunmayan Selânikî ’yî çağ.rtmış, gelmek üzere olan Safeyî sefaret ey’eti ve Haydar Mirzâ ’nın misâfir edileceği sarayı hazırlatması ve misafirler için, yapılacak masraf m sarfını deruhte etmesini ona tenbih etmiş idi (s. 261}. Selânikî, bu hizmeti dolayısı ile,, elçilerin ve şehzadelerin karşılanması ve ağırlanmasını can­ lı bir şekilde tasvir eder. Ferhad Paşa, vezîr-i âzam olunca, 13 şevval 999 (6 ağustos 1591 ) ’ da Selânikî *yi isteyip, onu kendi tarafından rûznâme yaznuğa me’mur etmiş (s, 295), daha sonra uhdesine Anadolu muhasebeciliğini de vermiş :di. Fakat Ferhad P a ş a ’mn sadâretten azlî, diğer yakınlan gibi, Selânikî ’n’ n de mev­ kiini kaybetmesine sebep oldu t 4 rece'.} 1000 = 16 nisan 1592, ayn. esr,, s. 312 v.d.). Selâ­ nikî, 17 .recepte t 29. nisan) yeni vezîr-i âzam Siyavuş Paşa'nin bîr arzuhal vererek, Gence seferinde istihkak kesbett’ği yeri istemesi üzerîne, 45 akçe yevmiye He, dergâh-ı âlî müteferrikalığına dâhil edildi.( s> 313 ).



Ülkesine Safevî kuvvetlerinin girmesi karşı­ sında Osmanlı devletine ilticaya mecbur ka­ larak, İstanbul ’a gelen Gîlân bakîmi Han Ahmed !in mihmandarlığı Selânikî'ye verilmiş idî (s. 345 ), Müverrih,huzura kabulünden bir gün Önce (8 rebiülâhtr 1 0 0 1 = 1 2 kânun lî, 1593) Han Ahmed ’e pâdişâh tarafından verilmiş olan iki hiFatı götürmeğe me’ mur edildiği gibi (s* 349), ilmini ve fazlını takdir ettiği misa­ fir hükümdarın yakınlığım kazânârak, ona kendisinin »mütetebbî k işi" olduğunu kabul et­ tirdi ( s. 346, 348 v.d.). Vezîr-İ âzama Selâ­ nikî ’ nin mihmandarlığından memnun kaldığını ifâde eden Han AHmed ( ayn, e s r 126») hü­ kümetten umduğu alâkayı göremediğinden do­ layı, me’yus olarak, Kerbelâ ’yı ziyaret arzusu ile, İstanbul Man ayrılmak isteyince, Koca Si­ nan Paşa Selânikî ’yi çağırtarak, dostluğunu kazandığı misafir hükümdarı bu niyetinden vazgeçirmeğe çalışmasını tenbih etmiş; ancak müverrihin tavassutu fayda vermemiş ve Han Ahmed, Bagdad hazînesinden ta’ sisat tâyin olu­ narak, gönderilmiş idi ( 127a v.d.). Daha sonra Bagdad Man da Şirvan ’a gitmek istemekle dev­ let erkânının vehmini tahrik eden Han Ah­ med, Gence ’de tevkif edilince, Selânikî ’ ye mektup yazıp, uğradığı muameleden dolayı şi­ kâyet etmiş, nitekim müverrihin vezîr-i âzam nezdındeki şefaati de semere vermiş idi (zilka­ de ıoo2 = temmûz 1594, 1568) 1002 zilhiccesinde ( eylül 1594) matbah-ı âmi­ re kâtipliği inKİlâl edince, geçimini kolaylaş­ tıracağı ümidi île, bu hizmete tâyinini istedi ise de, kazasker Sun’ullah Efendi ’nîn tavsiye­ sine ve vezirlerin Selânikî *ıdn liyâkatini tes­ lim etmelerine rağmen, bu hizmet başkasına verildi. Selânikî, bu vazife İle, ehliyetsizler elinde matbah-i âmire masrafının arttığını dev­ let erkânına İzah eder (158 » ). Ahmed İ l i . ’in eülûsu üzerine, İstanbul'da kalan, serhatten kışlamağa gelen ve yeni çıkan sipahiye cülüs bahşişi dağıtılmasına Selânikî nezâret etmiş idi ( cemâziyeîevvel/receb 1003 » şubat/nîsan 1595, I79tt» 184*, 186a). Ancak Yanık seferinden gelen sipahiden 150*31 ulû* felerinİ almayıp, nasihat eden vuzerâyı taşla­ dıklarından, bunlar yeniçeriler tarafından da­ ğıtılmış, SelanikPye emânet edilen ulûfelerî, yine onun nezâreti ve vezir İbrahim P a ş a ’ nın hazânı ile, sonradan dağıtılmıştır ( şaban 1003 s=nİsan/mayıs 1595, var. 188 v.d-, ıgo6 ). Bir hizmet ümit ederken, 1003 ramazanının ük günü { 10 mayıs 15 9 5 ) sipâhî oğlanları kâtip­ liğinin başkasına verilmesi karşısında, Selânikî, kendi tâbiri ile, »baka kaldı** ( * 9 ib ). A n ­ cak bir sene sonra, 6 ramazan I004 {4 mayıs 1596 ) ’ te, ve2Îr-i âzam İbrahim Paşa tarafından



nakle me'mur olduğu tüznâme-i hümâyun hiz­ metine ek olarak, evkaf muhasebecisi tâyin; edildi (235a), İki sene çalıştığı bu hizmeti yanında, 1005 rebiüiâhırmda ( teşrin U./kânnn I. 1596 } sadâret kaymakamı tarafından, Haçova muharebesinden önce ordudan kaçanların İs­ tanbul Maki mülklerinin müsaderesine me’mur edildi ( 2578 v.d.), 25 ramazan 1006 ( 1 mayıs 1598 }M a evkaf muhâsebeciliğinden azledilen Selânikî (2938}, 1007 şabanında seferden ge­ len kula ulûfe dağıtılmasına nezâret etmiş (314»), aynı yılın 14 ramazanında ( 14 nisan 1599) ise, ikinci defa Anadolu muhâsebedsî tâyin edilmiştir (316 » ), Zikredilen .ramazan ayı son iarmda, seferden gelen sipahinin altı aylık ulufesi, yîne Selânikî ’nîn eli ile, dağıtılmıştır {3 16 b ). Eserinin birden bire kesildiği 1008 şevvalinden ( nisan/mayis 1600) sonra Selânikî ’ nîn fazla yaşamadığı tahmin edilmektedir. En küçük hâdiseleri bile günü gününe kaydettiği eserine devam edememiş olması eserinde nak­ lettiği en son hâdiselerin tarihi ile ölümü ta­ rih’ tı:tı ayniyetinin veya' bîribirini hemen ta­ kip etmiş olmasının delili sayılmıştır { Ahmed Refik, Â lim ler ve san'aikârlar, s. 49 )* Meza­ rının Tesaîya Yenişehir! ( Larissa ) ’nde bulun­ duğuna dâir rivayetin ( M. Tabir, Osmanlı müelliflert, HI, 68 ) doğruluğu şüphelidir; muhte­ melen İstanbul Mâ ölmüştür. Selânikî'nîn şahsî kıymeti şüphesiz deruhte ettiği hizmetlerden ziyâde, çok yakından müşâhede ve takip ettiği bîr devrenin tarihini, büyük bir dikkat ve titizlikle, en ince teferru­ atına kadar yazmış olması ile ölçülmelidir. Elimizdeki mevcut şekli ile eseri 1 safer 97* ( 20 eylül 1563 ) Men 1008 şevval ortalarına ( nisan'm ayıs'11600 ) kadar cereyan eden Yeke­ yi! ihtiva eden bir „rûz-nâme“ , bir muhtıra ma­ hiyetindedir.. Bizzat iştirak ettiği Sigetvar seferinin hikâyesi ve bâzı müteferrik vak’alar istisna edilirse, Tarik ’i, husûsîyle Murad 111. ’ ın cülusundan itibaren, Osmanlı hükümeti merkez1ni işgal eden hâdiseleri tafsilâtı ile ân» Utmaktadır. Ancak katıldığı Gence seferi dolayısı ile, t588™ ı$89 İstanbul vekayîini, riva­ yete dayanarak, kaydetmiştir. Bilhassa saray teşrifâtı, tâyinler ve aziller, mâlî sıkıntılar, ka­ pı* kulu askerlerinin isyan ve muhalefeti büyük bir vukuf ve kudretle tasvir edilmiştir. Müver­ rih, deruhte ettiği hizmetlerin imkânlarından faydalanarak, divan-ı hümâyûnda saklanan ve­ ya muamele gören vesikaları görmüş, intisap ettiği mes’ul devlet adamları ( msl. Feridun Bey ve dolaytsı ile Sokullu Mehmed Paşa, Bâkî, Sun’ulloh Efendi v,b. 1 sayes’ nde, pek çok vak’anın cereyan şekline ve içyüzüne nüfuz S etmiş ve vekayii günü gününe yazmıştı». Her



SELÂNİKÎ - SELÂVİ hangi bir te’ lifi kaynak olarak kullanmış ol­ masına ihtimâl verilemediği gibi, zikredilen vasıflan dolay ısı İle, onun eserini muayyen bir devre hakkında kaleme alınmış vekayî-nâmeler ile mukayese İmkânı da yoktur. Selânikî biz­ zat gördüğü, işittiği veya vesikalar delâleti İle nüfuz-ettiği hâdiseleri sadece nakil ve tasvir, etmekle iktifa etmemiş, husûsiyle eserinin »has­ bıhâl", »şikâyet-î rüzgâr" başlığını taşıyan mü­ teaddit bahislerinde devrinin vekayiin:n tenkidi­ ni yapmış, hırs ve rüşvet ile devletin sürük­ lendiği ahlâkî ve İktisadî çöküntüyü belirtmiş, muhtelif vesileler ile zamanının ruh haletini aksetti rmiştir. Bütün bn hususiyetlerine rağmen Selânikî ’nin Tarih *i uzun zaman alâka görmemiş,—bu­ gün için bilindiğine göre, Üniversite kütüp,, nr. T Y 2608 'deki 10 8 4 = 16 73 istinsah tarihlî eksik nüsha istisna edilirse—, ne istinsah edil-: iniş, ne de kaynak olarak kullanılmıştın Ancak, sadrâzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa, eli­ ne geçen bîr nüshasını takdir ederek* önce Ahmed HL, sonra kendisi ve yakınları için müteaddit nüshalar istinsah ettirmiştir (Nuruosmanîye' kütüp., nr. 3132 ve Üniversite ku­ tup., nr. T Y 2385 nüshalarının sonundaki, müstensib Mehrâed A v f î’nin »hatimesi"). Bu sûretle istinsah edilmeğe başlayan Tarih-i S e lâ n ik î*nin müteaddit kütüphanelerde muhtelif nüshaları bulunmaktadır ( bk. İstanbul kütüphâneleri tarîh-coğrâfya yazmaları katalogları, I, 256— a $9» i l nüsha; F.- E. Karatay;T o p k a p ı sarayı rnüzesi kBiüphânesî türkçe yazmalar kataloğu, İstanbul, 19 6 1,1,2 4 2 v. dd., 5 nüsha; Üniversi­ te kutup., nr. T Y 2608, 2380,6027; Türk tarih kurumu kutup., nr. 59, Ankara dil ve tarihcoğrafya fakültesi, İsmail Sâib Seneer kütüp., 1/16 x 4 ; Uppsala, Un. Bibi., nr. 284, bk. Tornberg, Codices. . . , s. 196 v. d .; Wien, Nat. Bibi,, nr. 1030, bk. Flügel, Kat,, II, 246 v .d .; Paris, Bibi. Nât., suppi. Turc, nr, 1060, bk. Blochet, Cof., II, 149 v .d .; Rouen, bk. Babinger, G O W, s. 414). Tarih-i Selânikî ’ nin üçte birinden bir az faz­ lasını teşkil eden ve 13 rebiülâhır 1001 ( 1 7 kânÛn II. 159 3) vekayüne kadar olan kısmı basılmış (İstanbul, 12 8 1) ve eserin sonunda, Tarih-i Naîmâ ’da tafsil edildiği mütâleası İle, geri kalan kısmının tab’mdan sarf-ı nazar olunduğu kaydedilmiştir. Ancak eserin bu kıs­ mı da, basılan kısmi gibi, sonraki iltİkatî eser­ lerde bulunmayan tafsilât ihtiva etmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Cemâleddin,  yitıe-i zu refâ, Osmanlı tarih ve m üverrihleri (İstanbul, *3x4),s. 36; Htlmi-zâde İbrahim Rif’at, Müverrihindi Osmâniye ı SelânikH M âlâtnat} 1314 , IV, 82* ) ; Ahmed Refik, M üverrih



IS*



Selânikî M ustafa E fe n d i ( Yeni mecm., 1917, sayı 5, s. 89—92 î sayı 6, s. 109 -— 1 1 2) ler ve san’atkârlar { İstanbul, 1924), s. 34-r58; ayn. mil., Selânikî (İstanbul, 1933 ); Bursalı Mehmed Tâbir, Osmanlı m üellifleri (İstanbul, 1342), HI, 68; F. Babinger, Die Ğeschichtsschreiber der Osmanen und ihre Werke (Leîpzig, 1927V s. *36 v.d .; ayn. mli., SELÂNİKÎ ( £ * / ) ; G lişa Elezoviç Selâ­ nikli M ustafa E fe n d i fa i n jegova istorija ( G L A S , Srpska Akademije Nauka, C X C îlf, Odeljenje druştvenih nauka, 96), Belgrad, *949, J*- 73” îo 3. _ . (T . H.) S E L  V İ . A L-SA L V İ { veya a l - S l  V Î ), Şlh â b a l - D în



A



B. H a MMÂD



a



bu



’ l - 'A



bbâs



L - N â ş İRÎ



A i ^m e d



b.







l Id



( 1835— 1897), f a s l ı



b i r t a r i h ç i olup, 22 zilhicce 1250 (20 ni­ san 1835 ) ’de Sale ( SİS ) ’de doğmuş, 16 cemâzîyeîevve! 1 31 5 £ 13 teşrin 1. 1897 )'de aynı şe­ hirde ölmüştür. Müellifin şeceresi doğrudaadoğruya F a s ’taki Naşirİya tarîkatînîn kumcu­ su olup. Vadi Dar'a ( Drâ ) boğazında Tâmgrut adlı türbesinde ( züvîya ) gömülü olan A h­ med b. Naşir ’a kadar çtkar. Kendisi bir dere­ ceye kadar âlimler şehri olarak şöhrete sâhîp olan ve memleketin ilim merkezi Fas ’m bir küçük şöbesi İntibaını uyandıran doğduğu şe­ hirde tahsil etti. Başlıca hocaları Muhammed b. ‘Abd al-'A ziz Mahbuba ile kadı Abü Bakr b. Muhammed 'A vvâd idi. Din ve fıkıh saha­ sındaki tahsilini ihmâl etmeden, mufassal ola­ rak, lâd'nî arap edebiyatını tetkik etti. A h­ med al-Nâşıri al-Slâvi, takriben kırk yaşların­ da iken, devlet çiftliklerinin idarecisi veya kâtib-i adlî olarak, şerifliğin adlî idaresine inti­ sap etti. Burada, fasılalı olarak, az-çok mühim vazifelerde bulundu, önce, 1292 ’den 1293 (18 7 5 — 1876 )*e kadar, D âr at-Bayzâ’ (Casabİanca) ’da yaşadı, sonra hükümdar ailesi em­ valinin idaresi için, iki defa Marrâkuş ’ ta bu­ lundu. Bir müddet al-Cad i da ( M azagan) ’da gümrük me’mûru olarak kaldı. Daha son­ ra bîr müddet Tanca ve F a s ’ ta ikamet etti ve Ömrünün son senelerinde kendisini tedri­ se hasrettiği baba ocağına, S a îe ’ ye döndü, öldüğü zaman Sale mezarlığında Bâb Ma'allifa denilen kapının dış tarafına gömüldü. Görüldüğü gibi, al-Nâşiri al-Slâvi hey’et-İ umûm İyesi île sâdece ş e r i f l i ğ i n k ü ç ü k b i r m e ’m û r u, bunun yanında e d i p ve t a r i h m ü e l l i f i d i r . Fas dışında da kendi­ sine büyük bir şöhret te’ min eden tarihî ese­ rinden başka, kendini tanıtmağa ve ona zamanı­ ma mağripli müellifleri arasında mümtaz bit mevki verdirmeğe yeteceğinden şüphe edilme­ yen bir çok eserler bırakmıştır. Bunlar benim H istoriens des C h o rfa (s. 353, not * ) ’da ba-



■ .



.__________ .



■ ■■_________ - ______________________ ■



S E L AV L



.



________________________' ......................................... '



U İ.



: ,7 j .



his mevzuu ettiğim 6 küçük yazısı hariç, şua­ kaynakları tanımak fırsatını verdiğinden, tam la rd ır:-t. tbn al-V annân’ın bîr şiiri olan Şa- bir Fas tarihi yazmayı düşünmüş îdL Eserini makmak'iya *n:n şerhi ki, buna Zahr al-afnân 15 cemâzîyelâhır 1298 ( 1$ mayıs r88ı ) *de, min hadi kat İbn al-Vannân diye adlandırmış­ A levî sultanı Mavlay al-H asan’m saltanatı: tır ( taş-ba-.m., Fas, 1314, 2 c ilt ) ; 2. 7Vzfm sona ermeden bitirdi. Eserini buna İthaf etti aUminna bi-mısrat al-sunna (Rabat, yazm., Fakat kendisine hiç bir ihsanda bulunulmadı. Bü hükümdarın Ölümünden sonra* müellif ese­ nr. 66, bk benim Catalogue, I, 23), İ s l â m î ti r k a l a r a t o p l u b î r b a k ı ş ; 3. TaVat rini sultan Mavlây /A b d al-*A ziz’în tahta cual-muşiari f i *l-nasab al-Ca fa r i ( ta ş basm., ûlsu senesine kadar : devam ettirerek,< Kahire Fas, 2 cilt, fransızca hulâsası için bk. M. Bo- ’de bastırmağı kararlaştırdı. BÖylece îsiikşâ din, La Zaouîa de Tamegrout, Archives B er- 13 12 (18 9 4 ) yılında ■ K a h ire ’ de 4 cilt olarak * beres, 1918 Kendis‘n>n de mensup olduğu Nâ- yayınlandı. al-Nâşiri al-Slâvi tarafından faydalanılan, şiriya şerîf âilesî hakkında m ü s t a k i 1 b i r e s e r oîup. yazarın 1309 { 3881 ) ’da bitirdiği onunT bîr çok kısımlarını meâlen veya aynen bu eser, verd’ğî bir çok alâka çekici malumat aldığı arapça kaynaklar için ■ yukarıda: işaret ile, Tâmgrüt zaviyesinin iyi bîr tarihidir, Ta­ edilen çalışmayı göstermeğe mecburum- Tarih­ rihçi, az muteber delillerin yardımı ile, aile çimiz arapça kaynakların dışında, A v r u p a şeceresinin mevsûkİyetîni ortaya koymağı de­ k a y n a k l a r ı n d a n d a i s t i f â d e y i dü­ nemiş, böylelikle bütün münâkaşaları ortadan şünen ilk faslı m üelliftir; yalnız tesadüf bun­ ları ona tanıtmıştır. Bu eserler Portekiz hâ­ kaldırmağa çalışmıştır. •Ahmed al-Naşiri al-Slâvİ'nîn esâs eseri K i- kimiyetinde Mazagah (ar.;: al-C ad ıd al tarihin­ İöb al-isiikşâ li-ahbâr duval al-M ağrib al-aksa den bahseden Lutis Marîa do Couto: de' Albu’dır. Bu eserin- neşri Magrip tarih yazıcılığında querque da Cünha 'ma Memorias para historia misli görülmemiş bir hâdise olmuştur. Müellif d a . praça d e Mazagao ( Lizbon*: .1864 1 ; ye Masâdece mahdut bir tarihî eser değil bil’âkis, nuel P. Castellanos ’un DescripciÖn historica üstelik şarkta basılmış*- memleketinin tam bîr de Marruecos y breve. reseîia de sııs : dinâstitarihini takdim etmektedir, Avrupalı şarkiyat­ as (Santiago, 18 78 ; Orihuela, 1884; Tanca, A çılar tarafından mevcudiyetine işaret olunma­ 1898) ’ tır. Mes’eleleri ele alış tarzında al-Nâşiri al-Slâsından itibaren, bu eser kısa zamanda şimalî Afrikalı tarih yazarlarının dikkatini çekti. Ese­ vl tarihînde tıpkı memleketin tarih pazarları rin dördüncü kısmının (A levîler hânedâm ta­ gibi hareket etmektedir. Lâkin arada-şırada rihi ) fransızca tercümesinin Archives Maro-, tenkidi bir görüşe sahip olduğunu.belli etmek­ caînes ’deyaym îanarak,arapça bilmeyenlerin de tedir. Bilhassa onun- tesadüfen tarih yazarı, tstifâdesî/sağlanıhca, eser onların da çalışmala­ fıtraten edip olduğu farkedilir. Bâzan o hay­ rında sık-srk mİirâcaafc.ettikleri bir kitap oldu. li büyük bir fikrî istiklâl ve ileri . görüşlülük Bu tarihî, eserdle Mağrip tarih yazıcılığının gösterir. O s l ü b u a ç ı k ve düzgündür, an­ diğer mahsulleri' arasındaki benzerlik çabuk cak nadiren mecazın ve seci'H nesrin musanna fark ölündü; kitap, öteden beri yazılmış olan­ İfâde tarzını kullanır.: Yazar belki de faslı ların iltikatı olup,: onun takdire değer hiz­ yazarların lisanını en kolay ve en zarif bir şe­ meti,-evvelce memlekette yazılan tarihî-eser­ kilde kullananıdır. Istikşâ ’ mn arapça baskısının İV. cildi Chrolerde ve tercüme-i hâl kitaplarında dağınık olarak bulunan siyâsî tarihe ait malumatı mü­ nique de la dynastie talaouie au Maroc adı teselsil bîr öietîn içinde takdim etmesidir. Bu­ altında E. Fumey tarafından fransızcaya ter­ nunla beraber, a l-S lâ v i’ nin vatandaşları ara­ cüme edilmiştir { Archives Marocaines, Paris, sında, kendisinden öncekilerin kısmen ele al­ 190&— 1907,. IX ve X ). î. cildi de A, Grau.lle dıkları mevzua, çekinmeden, nîsbeten- tam ve G. S. Colin tarafından fransızcaya tercü­ oîürak sunan ilk zât olduğunu kabul etmek me olunmuş, aynı mâcmoada yayınlanmıştır lâzımdır, Buna rağmen, esâs maksadı bu de­ (Paris, 1923, 1923, XXX ve X X X I). B i b l i y o g r a f y a . ; al-Nâşiri al-Salavî ğil İdİ. Kitâb al'istiJşş5 terkibi eseri için ’nîn hayâtının ve eserlerinin umûmî bir tasbaşlangıç noktasının F a s ’ta Marİni hanedanı hakkında hayli mufassal bir tetkik, olduğunu , viri. E. Levi-Provençal, Les Historiens des C h o rfa ; . essai- sur ta litterature historigue d :ğer bir yazımda ( ayn. yer., s. 357—360 t orta­ et biögraphique au Maroc du au ya koymuştum O K a ş f al-'arin. f i luyâs Bani X X ^»& siicle ( Paris, 1923), ,s - 350--368 ’de Marin adını verdiği bu kısım için bilhassa ibn bulunur. Oradaki notlarda bu yazar hakkınA bi. ZarVm ve İbn Haldun’ un eserlerinden dakî -bütün neşriyat vardır. faydalanmıştır. F a s ’ın muhtelif payitahtlarına (E . L f.Vİ-Provençal .) tâyini ona diğer Fas hanedanları hakkmdakİ



SELÇUKLULAR.



$53



S E L Ç U K L U L A R * XI. asırda orta-şarkta lay, T D K , I, 478) en doğru telâffuz olduğunu kurduktan büyük imparatorluk ve bunu takip belirterek, muahhar türk kaynaklarından da bu­ eden dev'etler ile turk-îslâm ve dünya tari­ nu te’yit edecek misâller vermiştir ( Barthoîd, hî üzerinde geniş ve devamlı te’sirler yapmış Orta A sya türk tariki hakk. dersler, İstanbul, olan bir t ü r k t o p l u l u ğ u n u n adı. Büyük 1927, s. 9 1). Daha sonra bu mes’ele Üzerinde e k seriyetti Oğuzlar teşkil etmek üzere, çeşitli duran L. Râsouyi ( Selçuk adının menşe'ine tÜrk kütlelerinin meydana getirdiği bu toplulu­ dâir, Belleten, sayı i o , 1939, s. 377“ 3^4 k çe­ ğun. bidayette Oğuz baş-buğtanndan S elçu k ’a şitli delillere dayanarak, adın Selçuk (S elçu k ) bağlanmış olduğu için, Selçuklu diye anılan olması gerektiği üzerinde ısrar etmiştir ki, bu hanedanı, İran ve Irak ’ta, Kirman *da. Suriye ’de telâffuz şekli XII. asır arap müellifi al.'A zim i ve Anadolu ‘da kurduğu devletler ite, 300 yıl­ ( nşr. CI. Cahen, J A , 1938, s« 36 0) ve-farsça dan fazla bir müddet devam etmiştir. A n is al-kulub müellifi Kadı Burhan al-Din alI. S i y â s î t a r i h , 1. Selçuklular ve ta­ A navi tarafından da açıkça kaydedilmiştir ( bk. rih sahnesine çıkışları, 2. Selçukluların M. Fuad Köprülü, Selçuklu tarihinin y erli kay­ H orasan’a gelişleri ve ilk Selçuklu dev­ nakları, Belleten, sayı 27, 1943, s. 474, metin leti. 3, Selçuklu istiklâl savaşı ve fütuhatı, s. Soı v.d.). Buna rağmen, iranlı ve arap mü­ 4. Büyük Selçuklu imparatorluğu. elliflerin büyük çoğunluğu tarafından, arap II, B ü y ü k S e l ç u k l u i m p a r a t o r l u ­ İmlâsı ile, Salcülj: olarak zaptediien ve bÎ2e de ğ u n u n p a r ç a l a n m a s ı . 1. Irak ve böyle intikal eden adın Selçuk telâffuzu tÜrkHorasan Selçukluları. 2. Kirman Selçuk­ çede umûmî bir hâl almıştır. luları. 3, Suriye; Selçukluları 4, Anadolu Selçuk şeklinin „küçük sel" mânasına geldi­ Selçukluları* ğini ileri suren Râsouyi ( ayn, esr., s. 380 v.dd.) -HI. S e l ç u k l u İ m p a r a t o r l u ğ u n u n y ü k ­ ’ye göre, Oğuz baş buğu S elçu k ‘un orta A s­ s e l i ş s e b e p l e r i . - i . Horasan’da yer­ y a ’ da Kırgızlar tarafından bâzan Muz-(Buz-) leşme; 2. Selçuklu devletinin vasfı ve Tağ denilen Seî-Tağ civarında doğmuş ve adı­ bünyesi. 3. Kavmt- hususiyetler. 4, Hü­ nı da bu dağdan almış olması muhtemeldir. kümdarlık telakkisi. 5. Amme hukuku Diğer taraftan kelimenin Salçuğ şekli ile türkanlayışında değişiklik. 6, Cihan hâkimi­ çede „ mücadeleci" mânasında olduğu belirtil­ yeti fikri. 7. Selçuklu siyâsetinin mâhi­ miştir ( Oeuvtes postkumes de P. Pelliot, Pa­ ris, 1950, II, 176, not 2). yeti. 8. Türkmen göçleri ve netîeeleri. IV. S e l ç u k l u hâkimiyetinin y »S elçu k ‘un âilesî, gerek tarihî kaynaklardan, k ı l ı ş s e b e p l e r i . 1. Veraset mes’e- gerek sikke ve damgalardan açıkça görüldüğü iesi. 2. Halsfe-sultantar mücâdelesi. 3. A ta­ üzere, Oğuzların Kınık oymağına mensup idi beylerin tahakkümü. 4, Dış müdâhale. {A hbâr abdavlat al-salcukîya, tre, N, Lugal, V. S e l ç u k l u l a r d a t e ş k i l â t . 1. Hü­ T T K , Ankara, 1943, s. 2 ; Divân luğât alkümdar. 2. Saray teşkilâtı. 3. Hükümet turk, I, S5 î ‘ Unvan al-siyar ‘den naklen alteşkilâtı. 4. A skerî teşkilât. 5. A dlî teş­ 'A y n i, 'Ik d al-cum&n, türk. tre., Topkapt, Bagkilât. dad köşkü, nr. 277,3. 3606; Yazıcı-oğtu, TevâVI. Î c t i m â î v e f i k r î h a y a t . 1. İeti- rih-i âb i Selçuk, Topkapı, Revan köşkü,nr. 1391, mâî durum. 2 İktisadî-ticarî durum. 3. Di­ ı8« v.b .; Barhebraeus, türk. tre. Ö. R. Doğrul, nî hayat. 4. İlim, edebiyat ve satı’al. T T K , 1945, L 298 ; İ. Kafesoğlu, Sultan MeVII. D ü n y a t a r i h i ve S e l ç u k l u l a r . likşah devrinde Büyiik Selçuklu imparatorluğu, İstanbul, 19 5 3 , s- 146 ) ve babası Dokak veya I. SİYÂSİ TARİH. Tokak (telâlfuzu için bk. îbn Hallikân, Vafa1. S e l ç u k l u l a r v e t a r i h s a h n e s i n e yat at-a'yân, T uğrul B eg m addesi) adını taşı­ ç ı k ı ş l a r ı . Hanedanın ceddi olan Selçuk ’un yordu ( bk. Maîik-nSma ’den naklen, İbn aladı; telâffuz bakımından, münâkaşalara mevzü AcHm, Târik Halab, Topkapı, Ahmed III., olmuştur, ilk defa türkçedeki ahenk kaidesi nr, 2923, 111, 268i>; Ahbâr, s. 1 v.d.; İbn üzerine dikkati çeken Marquart adın Saîçuk al-A şir, at-Kâm il, 423 senesi vekayîi v.b.), Bâ­ şeklinde telâffuz edilmesi gerektiğini İleri sür­ zı kaynaklarda, msl. Râvandİ, Rahat al-şudür, müş ve ismin böyle kaydedildiği XIII. asır er- nşr. M. İitbâl, G M S , N. S., II, 19 21, s, 88; meni tarihçisi Kiragos *un eserini misâl gös­ türk. tre., A. Ateş, T T K , 1957, I, 86; Anis termiştir ( bk j. Marquart, Uber das Volkstam al-kulûb. Belleten, sayı 27, s. 475. 5 0 1; Yazı» der Kemanen, Berlin, 1914, s. 187). Sonra W. d-oğlu, ayn. esr., s. 18“ ; Cam? al-tavârih-i Barthoîd, XI. asriu meşbûr türk âlimi Kâşgar- hiasani, Fâtih kütüp., nr, 4307, I7 ia v .b .’de gö­ h Mahmud tarafından tesbit edilen Selçuk şek­ rülen Lukmân şekli yanlış olup, Dokak ’tan bozuImaıLr. DnkaJc Oğuzlar arasında Temir-Yalığ linin bk D ivân luğât al-turk, tre. Besim İttim Ansiklopedi*1



23



354



SELÇUKLULAR.



( »demir yaylı" > lekabı ile anılmakta İdi ki, bu Muntacib al-Din Badi', ' Atabat al-katabj. oşr. lekap, onun İşgal ettiği yüksek mevkii göster­ 'A , İkbâl, Tahran, 1329 ş,, s. 3 3 ; Rahat, s 9 1 ; mesi itibârı île, ehemmiyetlidir ( eski türk ana- türk, trc„ s, 90 v.b.), Böylece eski türk han­ nesinde yay hâkimiyet alâmeti olup, metbûluğu ları veya türk beyleri soyundan geldiği açıkça temsil ederd i; bk. Osman Turan, Eski türklerde görülen Selçuklu ban edanın 1, CâmV al-ta varik hukuki sembol olarak ok, Belleten, sayı 35, ’teki temelsiz bir rivayeti ( bk, Topkapı, Hazî­ *9+5» *• 35—318)* Kaynaklarımıza göre de, o ne. nr. 1653, 302!») nakleden bir XVI. asır mü­ bu lekabı ile bütün Deşt-i Hazar türk oymak­ ellifine ( Sayyid Lukman, bk. F. Babinger, ları tarafından tanınmış olup { Malik~nama ’d en G O W, s. 164 v.d.) istfnâden, Kerakuci adlı naklen, R a via t a l-şafa \ Luknov, 1308, IV, 85), bir çadırcıya ( hargâh tıraş } bağlamak teşeb­ türkierin reisi ve her hususta onların mercii büsünün ( Z. V. Togan, Umûmî türk tarihine îdi t ibn al-A gir, gost. y e r burada müellif ta* g iriş, İstanbul, 1946, s. 175 v.dd.) yersizliğini rafından lekap arapçaya al-kavs al-hadi d şek­ ayrıca belirtmeğe lüzum yoktur. lînde tercüme edilmiştir. Dokak adının Vakak Dokak ile kendisine tabî kütlelerin, A ral golü şeklinde kaydedildiği Ahbâr al-davlat al-salcû- şimalindeki yurtlarında iken, Hazarlara mı, yok­ kıya, s. 1 *de «demir yaylı" tâbiri Dokak adının sa Oğuz yabgu devletine mi tabî bulunduk­ tercümesi olduğu sanılmıştır) ve kuvvetli ol­ tan mes'elesi henüz münâkaşa mevzuudur. X . duğu için, kendisine böyle denmişti i Barheb- asırda Hazar devletinin kuvvetine işaret eden raeus, I, 292). Aral gölü civarındaki Oğuz dev­ bâzı tetkikçiler yukarıda zikredilen İbn Has­ letinde (krş. O. Pritsak, Der Untergang des sül ’ün kaydına dayanarak, Dokak'ın Hazarlara Reiches des oğuzischen Yabgu, F. Köprülü ar­ bağlı olduğunu iteri sürmüşler ( O. Pritsak, ayn. mağanı, İstanbul, î 3, s. 397—4 10 ; Mehmed esr., s, 400; D. M. Dunîop, The H istory o f the A . Köy men, Büyük Selçuklu imparatorluğu­ Jetoish Khazars,Prİacetoa, 1954,5. 258 v.d.) İse nun kuruluşu, I, D T"C F dergisi, Ankara, de, Dokak ’in bayatta bulunduğu tahmin olunan 1957, XV, 1—3, s. 97 v.dd.ı vazifeli olduğunu I sıralarda Hazar devleFnİn hayli zayıf durumda ( Malİk-nâma ve bundan naklen A h b â r..., İbn bulunduğu (Hazarların 965, 969 yıllarındaki al-A şır, Barhebraeus, ayn. yer.) gösteren kı­ mağlûbiyetleri hakkında bk. Akdes N. Kusa bilgi dışında (İbn Hassül, T a fzil al-atrâk, rat, Peçenek farihi, İstanbul 1937, s. 90 v.d.) nşr. ve trc, Şerefeddin Yaitkaya, Belleten, sayı ve Peçeneklerin tazyiki sebebi ile de komşu­ 14 —15, 1940, s. 2 6 5’te Hazar melikinin ya­ ları Oğuzlar ile ittifak etmek zorunda kaldığı nında bulunduğu söylenir ) malûmat sahibi ol­ düşünülürse, bu tâbiiyet keyfiyetinin şüphe ile madığımız Dokak, türklerde kudretli hanedan­ karşılanması gerekir { krş. Cl. Cahen, Le M alara bağlılık hâiet-i rûhiyesi ile birlikte adı lik-nameh et Vhistoire des origines sel fa k i­ geçen bölgedeki türklerce üst tanınan kudretli rie$, Oriens, 1949, ÜI» 4* )* Kıpçak çölündeki bir baş-buğ olmasından da anlaşılacağı üzere, Oğuzların reisi bulunan Dokak ( Malik-namâ, eskiden beri riyaset mevkiini elinde tutan bir göst. yer.) ’m bu iki kaynakta ifâde edildiği gibi, aileye mensup idi. Nitekim daha Tuğrul Bey za­ Hazar melikine bağlı bir kumandan değil, fa­ manından itibaren tarihî kaynaklar Dokak nes­ kat Oğuz devleti içinde nufûzlu bir baş-buğ linin asaletini belirtmekte müttefiktirler. Tuğ­ olduğu (M. Köymen, ayn. esr., s. 1 03) veya rul B e y ’ in inşâ dîvanı reisi ibn Hassül, bugün aynı devlette «federatif" bir kuvveti temsil kaybolmuş bulunan tarihî eserinde, Selçuklu ettiği ihtimâli umumiyetle kabul edilmiştir (t. ailesini efsânevî t Ürk hükümdarı A trasyâb Kafesoğiu, Selçuklu ailesinin menşe'i hakkın­ ( Al p Er Tunga )'a bağlamakta ( bk. Hamd A l­ da, İstanbul, 1955, s. 2 1—a j ı F . Sümer, X . yüz lah i Kazvini, Târih-i guzida, G M S, 1 91 1 , 1, yılda Oğuzlar, D T C P dergisi, Ankara, I9$8, 434) ve T a fz il al-atrâk adlı eserinde de (gosı. XVl/3~~4 149 v.d.}. Nitekim Oğuz devletinde y e r), ailenin şerefli bîr nesebe sahip bulundu­ yabgudfctı sonra gelen en büyük şahsiyet ol­ ğunu tasrih etmektedir, Selçuklu vezîri meşhur duğu devlet idaresindeki mes’ûl mevkiinden an­ Nizâm al-Mulk ise, hanedan mensuplarının ba­ laşılan Dokak, yabgunun bir türk zümresi üze­ badan oğula hükümdar olduklarını kaydetmiş rine yapmak istediği sefere itiraz etmiş, bu ( Siyâsai-nâma, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1891, yüzden çıkan kavgada kendisi yüzünden yara­ s. 7, nşr. Halhali, Tahran, 13x0 ş., s. 6) ve lanmış, fakat gürz ile vurduğu yabguyu atın­ Tuğrul B e y ’ İn 435 ( 1 043) yılında halîfeye bir dan düşürmüştür ( Malik-nâma ’den naklen mektup gönderdiğinden bahseden Barhebraeus R aviat al-sa f S1, göst. yer.). İbn Hassül *ün Do­ ( ayn. e s r s. 299) sultanın bu meptupia ken­ kak İle oğlu Selçu k’u biribırine karıştırdığı bn disinin neslen hükümdar ailesine mensup oldu­ mücâdeleyi bahis mevzuu eden bâzı kaynaklar ğunu yazdığını belirtmiştir. Ailenin bu asaleti Dokak bn İslâm ülkelerine karşı tertiplenen daha başka kaynaklarda da zikredilmiştir (msl. sefere mâni olduğunu kaydetmekle ( Ahbârt



SELÇUKLULAR.



35$



3. i ; İbn a)-Asir, 432 yılı. vekay» ), bu Oğuz göçünün daha ciddî sebeplerden doğması baş-buğunu İslâm müdafii olarak göstermek İs­ gerekir kî, bu husÛsta kaynaklarımızda kâfi temişlerdir. Fakat 875—885 yılları arasında vu­ derecede aydınlatıcı bilgi mevcuttur. Tarih­ ku bulduğu tahmin edilen bu hâdise ( Mehmed teki büyük türk göçlerinin çoğunda olduğu A, Koy men, ayn. esr., s. loa ) sıralarında İslâ­ gîbİ, burada da başlıca göç sebebinin yer miyet! n Oğuzlar arasında yayılmış olması ihti­ darlığı ve otlak kifayetsizliği olduğu anlaşılı­ mâlden uzak bulunmakla beraber, o tarîklerde yor. Orta A sya ’ dan garp ye yakın-şark İsti­ diğer Oğuzlar ile birlikte Kınık .oymağının ve kametindeki göçlerin umûmiyetle yer darlığın­ Dokak ailesinin dinî durumu sarahatle aydın­ dan vukua geldiği Şaraf al-Zamân-ı Marvazi lanmış değildir. Vaktiyle Selçuklu ailesindeki İs* ( T abâyt al-hayavân, nşr. V . Mtnorsky, 1942, râ’ il ve M ikS’ il gibi adlara istinaden,bu ailenin s. 29 v,dd., 9 5 ; metin s. 18 } tarafından belir­ hıristîyan olduğu ( W. Barthold, Orta A sya Wû tilmiş, Selçuklu göçünden bahseden kaynak­ M oğul fÜtâhâtma kadar hırisiiyanlık, T M ,\, lardan bir kısmı İse, Selçuk ’ un emri altındaki 78) veya musevîîiği kabul ettiği (D. Dunlop, oymakların, kalabalık oluşları ve yerlerinin kâfi ayn. esr., s. 261 ) ileri sürülmüş ise de, bu hu­ geimeyİşt yüzünden, Maverâünnehr’e doğru İn­ susları te’yit edecek başkaca delîi bulunmadı­ diklerini tasrîh etmişlerdir ( Rahat al-şttdnr, s, ğından, bu iddialar kuvvetli temellere dayanma­ 8(>; türk. trc. s. 85; Cama! al-Dtn K arş i, Mülha­ yan istidlaller, olmaktan ileri geçememiştir. kat al-Şurâh, nşr. W. Barthold, Turkestan, I, Oğuzların ancak X. asrın ikinci yarısından iti­ 1 35; Hamd Allah Mustavfi, Târih-i guzida, baren müslüman olmağa başlamaları ( F. Sümer, I, 434 )* Selçukluların Mâverâünnehr ’de ve Ho. ayn. esr., s- 145 ) ve Dokak soyundan ilk müs­ rasan 'da İken de, çok kalabalık oldukları ma­ lüman şahıs olarak Selçuk ’un gösterilmesi ( A h ­ lûmdur. Oğuz devletinin kışlık merkezi, Hazar bâr, s. 2; İbn al-A g'r, gost. yer.) sebebi İle, ile Aral arasındaki Yeni-Kent şehrinden (bu­ Dokak *m da İslâmiyet ile alâkasının mevcudi­ gün Can-Kent deniliyor ve harabeleri vardır, yetini kabille imkân yok gibidir (krş. Cl. Ca- bk. Barthold, D ersler, s. 53 ) ayrılırken de Sel­ hen, he Malik-nâmeh s. 42 ). O sıralarda Sel- çuk'un beraberinde, başta Kmık oymağı men­ çuklu ailesinin henüz kamlık ( şamanlık ) inan­ suplan olmak üzere, diğer Oğuz kütleleri ile cında bulunduğuna hükmetmek yanlış olmaz. birlikte, külliyetli mıkdarda at, deve, koyun X. aşırın başlarında doğan Selçuk, babası Do­ ve sığır getirmiş olmaları da bunu te’yit eder kak olduğu zaman, 17— 18 yaşlarında İdi (M. ( Malik-nama ’den naklen Barhebraeus, 1, 292). Köy men, ayn. esr., s. 102). Yabgunun yanında Selçuk Sır-Derya { Seyhan î ’ mn sol kenarında yetişmiş ve daha sonra babasının devletteki yine bir Oğuz şehri olan Cend ’e geldi ( ihti­ yüksek mevkiini işgâl ederek, Yabgu Oğuzları­ mal 960’ı tâkip eden yıllarda). Yeni-Kent’teo na sü-baş] („ordu kumandam") olmuştu. Hü­ uzak olmayan ve Barthold ün belirttiği üzere kümdar ailesinin itâbî menşeİi olduğu inancına ( bk. D ersler, ayn. yer.), Mâverâünnehr'den dayanan eski türk an‘anesi gibi ( bk. İ. Ka- gelen muhacir müslümanlartn oturduğu, türkfesoğlu, Melikşah . . s. 14 1 v.d.), türklerin ta­ ler ile İslâm ülkeleri arasında bîr sınır şehri rih boyunca eski ve asil hanedanlara karşı olan C e n d ’e Selçuk'un gelişi tarihte mühim duydukları meelûbiyelten dolayı, babası gibi, bir çağın başlangıcı olmuştur. Zâten bir çok kalabalık Oğuz kütleleri başında bulunduğu türk küilelenn’ n kalabalık şekilde islâmiyete muhakkak olan ve bu defa sü-başt sıfatı İle girdikleri bu devirde, dinî telakkilerine yaban­ devletin asker! kudretini elinde tutan Selçuk cı olmadığı ve esasen sâkinlerinin bir kısmı ’un Yabgu ile arasının açılmasında iktidar için türk olan ( bk. Kâşgarlı Mahmud, D ivan, İM, gizli mücâdele rol oynamış görünmekte ise de, 149 ) bir müslüman muidinde yaşamak için hatunun ( Yabgu ’aun zevcesi) kocasını Selçuk’a zaruretten başka, siyâsî imkânlar sağlamak karşı tahrik ettiğine dâir olan rivayet (Ahbâr, bakımından da lüzumlu gördüğü İslâmiyet! kas. a; İbn al-A şir, gost. yer. i Barhebraeus, I, bûîü düşünen, boyleee yeni muhitin siyâsî ve 29a; Kavzat al-şa/S’, gost. yer.) ve buna isti* [ İçtimaî şartlarını kavramakta büyük bîr maha­ nâden Selçuk ‘un memleketten 100 atlı ile kaç­ ret göstermek sûretiyle, devlet adamlığı vasfı­ tığı hükmü (M. A . Köy men, ayn. esr., s. io&, nı isbat eden Selçuk, bu düşüncesinin gerçek­ 1 1 0 ) sağlam esaslardan mahram görünmekte­ leştirilmesini etrafındakiler ile kararlaştırdık­ dir. Devlette ve memleketindeki durumunu tan sonra, Bubârâ ve HvSrizm gîbî, civar İslâm bel:rttiğimiz Selçuk’ on cenuba doğru hareketi ülkelerinden dîn adamları istedi ve kendisine ile başlayan ve Barthold tarafından şimalden bağlı Oğuzlar ile birlikte müslüman oldu ( Bar­ Kıpçakların Oğuzları sıkıştırmaları ile İzah hebraeus, J, 293 ; Ravzat al~şajâ\ göst. yer.). ed’ lmeğe çalışılan ( bfc. Orta A sya türk ta~ Bundan sonra, kaynaklarımızda kendilerinden rihi hakkında dersler, a. 102 > bu büyük Oğuz bahsedilirken, Selçuklular (Salcüİcıyân, Sala-



35*



SELÇUKLULAR.



cika) diye andan ve aynı zamanda, yine kay* naklarda. belirti bir türk zümresinin adı olma­ yıp, önce Kartuklar, sonra Oğuzlar arasında, îstâmiyete girmezden evvel dahî siyâsî bir tâ­ bir olarak kullanıldığı anlaşılan Türkmen l bk İ. Kafesoğlu, T ü rk m e n a d î, mânası v e m â h iy e ­ ti, J . D e n y a rm a ğ a n ı, T D K yayını, Ankara, 1958, s. 1 3 1 — 133, frns. tre. tç:n bk. O r ie n s , 1958, XI, 146— 15 0 ) adı ile de zikredilen bu turk kütlesi, boylece siyâsî ve içtimâi yönden, yeni bir hüviyet kazanmış oldu. Oğuz yabgusunun, yıllık vergiyi tahsil etmek üzere, Cend'e gelen me’müriarına, kâfirlere haraç vermeyece­ ğini söyleyerek, bunları uzaklaştıran ( Ibn al* A şir, göst. yer.; R a v z a i a l-ş a fö ? , IV, 72 ) Sel­ çuk, İslâmiyet için cihâda hazır gâzî sıfatı ile, Oğuz devletine karşı mücâdeleye giriş'yordu. Boylece vukua gelen ve kendisine bilâhare alMalik al-Gazi Selçuk (İbn Funduk, T â r ih - i S a y h a k , nşr. Ahmed Bahmaııyâr, Tahran, 1317, ş.,s. 7 1 ) denilmesine sebep olan savaşlardan iki mühim fayda te’miıı e tt i: evvelâ bir kısım müslümanlann yardımlarını ve muharebelere katılmak isteyen türkleno kendisine iltihakla­ rını sağladı, sonra da C en d ’de ve havâlisinde, Yabgu hâkimiyetini kırarak, müstakil bir idâre kurmağa muvaffak oldu. Kuvveti gittikçe ar­ tan Selçuk, bu müstakil hüviyet altında komşu devletler ( msl. Sâmâuîlçr ) tarafından tanın­ mak sûretîyle, milletter-arası siyâset sâhasmda aldığı mevkiin büyük ehemmiyetini, Mâverâiinn e .r ’deki Samanı devletinin kendisinden yardtm istemesi üzerine, oğlu ArsSan ( İs r S 'il) ku­ mandasında gönderdiği kuvvetler ile, bu dev­ lete Karahaniılara karşı galibiyet sağlayarak, isbat etti ki, bu sebeple Selçuklulara BuhârâSemerkatıd arasında ve Karahaniılara karşı ol­ mak üzere, sınırda, Nür kasabası civarında, yeni topraklar ( y u r t) verilmiş idi. Hamd AiIStı Mustavfi ( T â r ih - i g u z ıd a , 1, 434) Selçuk­ luların Mâverâünnehr’ e gelişleri şeklînde va­ sıflandırdığı bu hâdiseyi 375 ',985/986) yılında göstermektedir. Fakat her hâlde KarahanUlar hükümdarı Buğra Han ’m 382 ( 992 ) ’de, Semerkand 'dan dönerken, o civardaki Oğuz kuvvet­ lerinin taarruzuna uğramış olmasından al-‘ Utbi, T â r ih at- Y a m în i— Manini, Kahire, 1286, 1, 176 ; Bartbold, T u rk es ta n , s. 260) da anlaşıldı­ ğına göre, hâdise son tarihten, yâni 992/993 ’ten önce vuku bulmuş olmalıdır, Nür bölgesi­ ne gelen Selçuklular Arslan ’ ın emrindeki Türkraenler idi. Selçuklular bu yeni muhitlerinde karşılaştıkları ve Mâverâünnehr için mücâdele hâlinde bulunan Karahantılar ve SâmânUer gibi, biri türk, diğeri iranh büyük ve teşkilâtlı iki devlet arasında, siyâsî mehâret ve cesaretleri ile, muvaffakiyetler sağlamağı başardılar. 992



’de Sâmânî payitahtı Buhara *yi zaptetmiş olan Karahanlı Buğra Han Hürün 'un hastalığına ilâveten Türkmen baskısı dolayısı ile, buradan çekilmesini müteakip, Oğuz yardım) sayesinde Mâverâünnehr ’e tekrar bakim olan Sâmânî hükümdarı Nüfc îl. b. Manşür ’ua ölümünden (997 } sonra da Sâmânî devletindeki devamlı iç karışıklıklar (Faik , Abu ‘ A li Simcür, Bektüzün mücâdeleleri) ve Nüh İL 'un oğlu Man­ şür I L ’ un Öldürülerek, yerine kardeşi ‘ Abd alMalik II. 'in geçirilmesi gibi hâdiseler ile daha cenupta yeni ve kuvvetli bir devlet hâlinde gelişen Gaznelilerİn Sâmanîler aleyhine Hora­ san işlerine müdâhaleleri Selçukluların Mâverâ­ ünnehr bölgesine olan alâkalarım arttırm ıştır. Karahanlı Naşr Îlig-H an'm Buhârâ'yı tekrar zaptederek ( teşrin I. 999), ‘ Abd al-Matİk İle hanedan azasım kendi payitahtı özkeod ’e göndermesinden sonra, Sâmânî devleti fiilen yıkılmış olmakla beraber, ‘ A bd al-M alik'in kaçmağa muvaffak olan akrabası Abü İbrahim al-Muntaşir, Horasan *daki mücâdelelerden neti­ ce alamayınca, yardım sağlamak üzere, Oğuz­ lara ilticâ etmiş ve Selçuklular, yanlarında alMuntaşir olduğu hâlde, Karahanlı kumandanı sü-başı T ig în ’i ve müteâkiben Semerkand ci­ varında, bir gece baskım ile, Naşr İlig-Han *1 msğlûp etmişler (ağustos 1003 ), daha sonra da kendilerinden bir müddet ayrılm ış otan afMuntaşir ile beraber, Usruşana ’de haziran 100 4 ’te Karahanlı kuvvetlerini üçüncü defa bozguna uğratmışlardır ( al-'U tbi, Manîni, I, 17 6 ; Ibn at-Aşir, gost. yer>\ G ardızi, Zctyn al-ahhâr, nşr, Muhammet! Mirza f^azvini, Tahran, 131 5 ş,, s. 49 v.dd.; Barthold, ayni, e$r., s. 259—270, M. A . Köymen, ayn. e s r s. 126— 140). Selçuk* luiardan yüz çeviren bu son Sâmânî mümessi­ linin oaşamızhğı ve Ölümü ile neticelenen bü­ tün bu hâdiselerde rol oynayanlar yine Ara­ lan 'a bağlı Türkmenler idi. Burada hanedan âzasından her birinin kendine bağlı kuvvetler ve oymaklara sahip olması şeklindeki eski türk an’anesinin bir örneği görülmektedir ki, daha sonra da Selçuklu ailesinde devam ettiğini bil­ diğimiz bu durum dışında, Selçuklu hanedanı mensuplarının taşıdıkları yabğu, yınat, inanç, bey v.b gibi unvanlar da Selçuk 'un idaresinde kurulan yeni hükümette eski Oğuz devlet teş­ kilâtının aynen tatbik edildiğini gösterir. Uzun Ömürlü olduğu kaynaklarda belirtilen Selçuk, boylece dünya tarihinde sürekli te’sirler uyan­ dıracak otan Selçuklu imparatorluk ve devletle­ rinin temelini atıp, onu teşkilâtlandırdıktan ve savaşları ile sağlamlaştırdıktan sonra, büyük türk-islâm devletinin kurulduğu yer ve ayrıca bir hudut şehri olarak da siyâsî ve tarihî ehemmiyeti dâima takdir edilen t bk I. Kafes-



SELÇUKLULAR. oğlu, Harezmşahlar devleti tarihi, T, T. K. ya­ yını, Ankara, 19 5 6 ) 8 . 9 i v.d.) CendMe 1 0 0 9 ’a doğra, 1 0 0 yaşlarında olduğu hâlde, oldu ( Ahbâr, s. 2 ; İbn al*Aşir, göst. y e r .; CL Cahen, Le Malik-nâmeh, s. 44 v.d.}. Türkmen hükümdarlarından birinin kızı ile evlenmiş olduğu rivayet edilen Selçuk ( A y bek al-Davâdâri, K a m ol-durar, Topkapı, Ahmed 111. kutup., nr. 2932, IV, 99b Men naklen M. A . K6ymen> ayn. esr.. s, 118 , not 3 )’ un 4 oğlu olmuş id i: Mika’ il, Arslan { İsr&’ i i ), Yûsuf, Musa. En büyük oğlu olan M ıkâ’ İl, babası ha­ yatta iken, bir savaş esnasında olmuş (995’ tea sonra} olduğu için, onun iki oğlu Çağrı ve Tuğrul dedeleri Selçuk tarafından yetiştiril­ miştir ( Malik-n âma Men naklen Ravzai dl-şaf â \ gös. yer.}. Oğuz devlet teşkilâtına uygun olarak, yabgu unvanım taşıyan Arslan, Selçuk 'tan sonra idare başına geçmiş, erken öldüğü tahmin edilen (9 9 5 'ten som a) Yusuf, inal un­ vanı ile ve inanç unvanı aldığı tahmin edi­ len ve bilâhare Yabgu olarak uzun müddet yaşayan { Ölm. 1064 *ten sonra} Musa, Arslan 'm yardımcısı durumunda mevki almış, o sırada en çok 14 — 15 yaşlarında bulunmaları gereken Çağrı ve Tuğrul kardeşler ise, „bey“ olarak idaredeki yerlerini almışlardır { çok karışık olan Selçuk ’un oğulları mes'elesi hakkında son bir tetkik için bk, İ. Kafesoğlu, Selçuk 'un oğul­ ları ve Ior«n/arı, TM , XIII, 1958, 1 1 7 —130 ). Selçuklu âİlesİ mensûpİarımn, yukarıda belir­ tildiği üzere, Arslan Yabgu *nun yüksek hâki­ miyetinde bulunmakla beraber, eski devlet ni­ zamı İcâbı, her bîri kendine bağlı Türkmen kütlelerinin başında olarak, Mâverâünnehr ’e in­ dikler! zaman, «müttefikleri" Sâmânî devleti ortadan kalkmış ve Buhara—S emer kand böl­ gesi üstelik Gazneiiier ite Bal­ han ve Dihistan bölgesine çekilmişler, bîr kıs­ mı da Kirman 'a inmişlerdir (G a rd iz i, s. 70 v. d .; İbn al-Agîr, göst, g e r .; Bayhaki, s. 88, $21 ve bk. M. A. Koy men, Büyük Selçuklu imparaiorluğunun kuruluşu, II, D T C F dergisi, Ankara, I 9S7> XV /4, 29 v. ddt). Sultan Mah« raud ’un, Horasan 'dan çıkarmakla beraber, kat’î itaate alamadığı Türk menleri dâima tehlikeli addettiği, kendi devlet sınırları dışında dahi onları takip etmeğe çalışmasından bellidir. K ir­ man ’a gidenler, oranın Büveyhî hâkiminin 1028 ’de ölümü üzerine, Isfahan 'a geçerek, 'A la 1 alDavla K âk ü ya’ye iltica etmişler ise de, Sultan Mahmud ’un siyâsî baskısı neticesinde, kendi­ lerini öldürmek için hazırlanan tertiplerden müşkİlâtla kurtularak, maiyetlerindeki Türkmen kütleleri ile birlikte garp istikametinde hare­ kete geçmişlerdir. Bunlar Boğa ve KÖk-Taş ile diğer iki reis idi. Bununla beraber, Sultan Mahmud öldükten sonra, yerine geçmek isteyen oğlu ve o zaman Rey valisi Mas'üd, kuvvete olan ihtiyâcından dolayı, yine Oğuzlara müra­ caat ettiğinden, Balhan ’a çekildiğini söylediği­ miz Yağmur ile birlikte, Azerbaycan ’a doğru gitmekte olan Boğa ve KÖk-Taş ’ı tekrar H ora­ san ’a davet etmiş îdi. Bu Türkmenlerden bir kısmı, teşrin II. ıo 3 o ’da, Gazneli ordusunda Mekrân ’m zaptında yararlık göstermişler, Irak ’ta, Hindistan ’da Lâhur ’da faydalı hizmetler görmüşlerdir (Bayhaki s . 68, 404; İbn al-A şir, ^ösf. 17er.). Fakat Oğuzlara hâlâ da gü yen e me­ yan Sultan Mas'üd ’un, vezîrîn haklı itirazla­ rına rağmen, Türkmeoleri Gazneli kumandan­



larından Hâeib H um âr-Taş’m emrine bağlama teşebbüsü ve bu hususta İrak baş kumandam Taş-Ferrâş ’a verdiği emir ile, onları tazyika ; başlaması ve nihayet, Türkmenlerinden ayrı bu­ lunan Yağmur başta olmak üzere, Ir a k ’a gön­ derilmiş olan Oğuzlardan 50 kadar reisin Taş tarafından öldürülmesi ( 4 2 4 = 10 3 3 bahan, bk. İbn al-A şir, gosi. y e r ,; Begbars al-Manşüri, Zubdat a l-fik ra , Fayzu İlah Efendi kütüp., nr. 14 59 , $7“ ) Mâverâünnehr ’den mütemadiyen yeni İltihaklar ile artan Türkmen kütlelerinin intikam hissi ile ayaklanmalarına sebep olmuş, boylece Merv, Tirmiz, Tûs, Serahs, Nesâ, B&dğis, Bâverd ve Dihistan bölgesinde, bilhassa Yağmur ’un oğlu riyasetinde, Horasan ’m gar­ bında, Gazneİiler ile mücâdele alevlenmiştir. Kendine karşı Ceyhun Ötesindeki üçlü ittifa­ kın te’sirlerine Horasan ’ı kapamak maksadı ile türlü tedbirlere de baş-vurmak zorunda kalan Sultan Mas'üd vezîri ve en büyük ku­ mandanlarını, çeşitli yollardan bu mmtakaya sevk ettiği ve kendisi de yoİ8 çıktığı hâlde, tutamadığı Türkmenler Rey, Damgan havali­ sini alt-üst ettiler ve filler ite mücehhez Gaz­ neli ordusunu bozgun ’a uğrattılar, T aş ’ı ve diğer mübim kumandanları öldürdüler. Bîr Gaz­ neli mukavemetini daha kırdıktan sonra (10 34 ), Azerbaycan ’a yöneterek, daba evvel oraya gelmiş olan soydaşlarına katıldılar (Cüzcâni, I, s. 292 v d. ayrıca bk. M. A . Koy men, ayn. esr., il, 34, 3 6 -4 0 ) . Yukarıda söylendiği gibi, Selçukluların yar­ dımı ile Horasan ’ı zapta hazırlanan Hvârizmşâh H aru n’un ortadan kaldırılması zor olma­ dı ; o bir suikast neticesinde öldürüldü { 426 cemâziyelâhlr—nisan 10 35) ve gerçekten de Gazneli devletinin hem iç, hem dış mes’ ele ola­ rak düşünmek mecburiyetinde kaldığı en mü­ him hususun Selçuklu-Türkmen mes’elest ol­ duğu, Selçuklular hakkında Gazneli vezirinin düşüncesinde haklı bulunduğu bîr kere daha anlaşıldı. H arun’un Ölümü dolayısı ile bîr des­ tekten mahrum kalan ve aym zamanda bir yan­ dan Şâh-Malik ’in, bir yandan da A li-Tigin oğul­ larının tazyiklan altında bulunan, son baskm yüzünden bayii zayıflamış olan Selçuklular için, Gazneli devletinden izin almaksızın, H orasan’ a geçmekten başka çare kalmamış idî ( Bayhaki, s. 687 v, d .; Cüzcâni, I, 292 ). Tuğrul ve Çağ­ rı beyler, yanlarında Musa Yabgu ve kuvvet­ leri, Ymallılar (Yusuf Y ın a î’m oğlu, Tuğrul Bey ’in ana-bir-kardeşi İbrahim Yınal ve kuv­ vetleri ) olduğu hâlde, 1035 mayıp ayında Cey­ hun ırmağını aşmak suretiyle Gazneli toprakla­ rına girdiler. Sayılan ez İdi, fakat Merv ve Nasa ’ya doğru ileriledikçe çoğalıyorlardı { Bayta$lj;i, yosf, yer . ve s. 470). Horasa» *da kalmış



SELÇUKLULAR. olan kısmen reîssiz Türkmenler ve ayrıca Hvgrîzmliler eski Selçuklu reis ailesinin bu iki namlı mensûbu etrafında toplanmakta tereddüt etmiyorlardı. Selçukluların böytece H orasan’ a geçişleri tarihin mühim hâdiselerinden bîrini teşkil etmiştir. Zîra biri cesaret ve şecaati, diğeri hâiz olduğu yüksek devlet adamlığı va­ sıfları- ve siyâsetteki zekâsı île tarihte şöhret yapan Çağrı ve Tuğrul kardeşler en büyük iki türk-istâm siyâsî teşekkülünden ilkinin, Sel­ çuklu imparatorluğunun temellerini Horasan ’da atmışlardır. Selçuklu reisleri N a sâ ’ya geldiklerinde, Gaznelİlerin Horasan vezirine mektup yazarak, yersizlikten nıüşkü durumda olduklarım, bu­ rada kendilerine yurt verilmesi için sultan nez« dinde aracılık yapmasını rica ettiler ( Bay ha ki, s. 470 v.d.). Bu haberden büyük telâşa kapıldık­ ları görülen Gazneii devlet erkânının, derhâl yaptıkları toplantıda. Sultan Mas'üd ’un sür’atle onların üzerine yürünmesi fikrine karşı, o zaman 10.000 kişilik bir süvari ordusuna sa­ hip oldukları bilinen ve esasen gelişmeleri ha­ zırlıklı olarak ve dikkatle takip edilen Selçuk­ lular mes’elesini daha doğru tahlil eden Gazneti vezîrinm ihtiyat tavsiyesi yerinde görül­ dü. Bunun üzerine Selçuklulara karşı Nasâ ’ya değil de, şimdilik Nişâpür ’a giden sultan, ora­ da kendi fikrinin tatbikatına girişti ve „bütün Türkistan ’ı zapta yetecek" bîr ordu hazır­ lattı t Bavhalji, s. 482, 488 ). Fakat Hâcib BegToğdı kumandasında harekete geçen ve filler ile takviye edilen bu ordu Nasâ sahrasında Selçuk­ lular tarafından müthiş bir mağlûbiyete uğra­ tıldı (426 şâban=lQ 3$ haziranının son hafta11 î Bayhaki, s. 483; Gardizİ, s. 80 v .d .; A h * >âr, s. 3 v.d.}, Selçukluların Gazne devletine karşı kazandıkları bu ilk zafer kendilerine bü­ zük bir itimat sağladığı gibi, burada bir dev’et kurmak imkânının mevcut olduğunu onlara gösteren ilk alâmet olmuştur. Nitekim zafer­ den sonra iki taraf arasında „eiçİler" teâtî edilmiş ve Gazneii devleti tarafından Selçuk­ lulara bîr nevî muhtariyet tanınmıştır: Nasâ, Farâva ve Dibistân vilâyetleri üç Selçuklu rei­ sine veriliyor, ayrıca onlara hii’at, menşur ve sancak gönderiliyordu \ ağustos 103$, Beyhaki, s, 492- Cüzcâni, I, 294), Fakat Selçukluların ^ununla iktifa etmedikleri muahedeye riayet­ sizliklerinden ve akmlarmı Belh İle Sis t an 'a kadar genişletmelerinden ve Hvârizmşâh İs* ma'iî de siyâsî münâsebetler kurmalarından, Horasan 'dan üç vilâyet daha istemelerinden anlaşılıyor. Bunun üzerine Mas'üd, Türkmenleri Horasan ’dan bu defa tamâmiyle çıkarmak için, tekrar büyük bir ordu topladı. Fakat şim­ diye kadar d* belirtildiği üzere, siyâsî gö­



361



rüşten uzak ve üstelik de zevk ve safâya düşkün bîr adam olan Sultan Mas'üd, Gazne devletinin başında dolaşan bu büyük tehlike karşısında dahi muharebenin idaresini kuman­ danlarına bırakıp, kendisi Hindistan fütûhâtma gidiyordu. Nişâpür ’da bulunan Gazneii or­ dusu baş-kumandanı büyük Hâcib Sü-başı, Hin­ distan ’daki sultandan aldığı kat’î emir üzerine, Selçuklulara karşı hareket etti ve Serahs ya­ kınlarında vukua gelen savaşta (1038 mayısı­ nın 3. haftası), bilhassa Çağrı B e y ’m büyük gayretleri ile, ağır bir hezimete uğradı ( Bay­ haki, s. $36—545 ; M. A. Köymen, 11, 6?— 88), Bu ikinci Selçuklu zaferi Horasan kıt’asını doğrudan-doğruya Selçuklu hükümranlığına sokan bir istiklâl savaşı mâhiyeti taşımaktadır. Eski türk devlet an’anesi gereğince, Selçuklu reisle­ ri ülkelerini bölüşmüşler, Çağrı Bey Merv ’e, Mu­ sa Yabgu S erab s’a sahip olmuş. »âdil padişah* Tuğrul Bey Bayhaki, s. 552 1 ise, H orasan’ ı» baş şehri Nişâpür ’ u almış idi. İbrahim Yınal ’ın oncu ve temsilci sıfatı He, Gazne kuvvetleri tarafından terkedilmiş olaa Nişâpür ’a gele rek, halk ile yaptığı konuşmadan Selçuklu reis­ lerinin öteden beri İsrarla gerçekleştirme!, istedikleri devlet kurma hedefi ve bu devle ti ı başına da Tuğrul Bey ’İn geçirildiği sarâhatU anlaşılmaktadır, M erv’de »malik al-mulük" un­ vanı ile Çağrı Bey adına hutbe okunurken ( İbo al-A şir, 432 senesi vekayii ), İbrahim Y m a l’m „al-sultân al-nuı'aşzam" Tuğrul Bey adına hutb< okutmağa başladığı (m ayıs 1 038) N işâpü r’ ( haziran ayında parlak bir merasim ile TuğruBey girdi. Maiyetinde 3.000 atlı var İdi. Kolun da, türk hâkimiyet alâmeti olarak, yay taşıyor du. Sultan M as'üd’un oradaki tahtına oturduğt zaman, şehrin en sayılı adamı olan Kadı Şâ'U kendisine »efendimiz !" diye hitap etmişti ( Bay­ haki, ü. 553 ). Derhâl yeni Selçuklu devletin teşkilâtlandırmağa geçildi ve etrafa me’ murla tâyin ve «ski türk an’anesİ gereğince zaptediie cek mahaller, Tuğrul Bey tarafından, diğer Sel çukiu reislerine tevcih edildi. Abbasî balîfes al-Kâ’im bi-amr Allâh tarafından Nişâpür ’ı elçi gönderilmesi Selçukluları, haklı olarak memnûn etti; zîra bu, halîfenin Horasan bâ< kimi ve bütün Türkmenlerin başı olarak Tuğ­ rul Bey »i tanıması demek İdi ( Zubdat al• naşra, s. 4 v.d .; Barhebraeus, 1, 296; Bayhaki; S, 550—554; M. A. Köymen, ayn. esr., II. loo), 3, S e l ç u k l u i s t i k l â l s a v a ş ı v e f üt û h a t. Horasan hâdiselerini haber alan Sul­ tan Mas'üd ’un sür’atle harekete geçtiği sıra­ larda Çağrı Bey Tâiakân ve Fâryâb taraflarını zapta uğraşıyor, süvarilerinden bir kısmı da Belh kapılarında görünüyordu. Sultan 300 sa­ v a ; fili İle mücehhez 50.000 süvari ve piyade*



3.62



SELÇUKLULAR.



den mürekkep bir ordu başında Belh ’ e geldi ve sür ’atle Serabs ’ a doğru yöneldi. Sultanın kumandasında otan ve bütün Türkistan 'm da mukavemet edemeyeceği kadar büyük ve teç­ hizattı otan bu ordu ( Bay haki, s. 554, 569) et­ raftan katılan yeni kuvvetler İle durmadan ar­ tıyordu, Çağrı Bey Serahs ’ta idi. Tuğrul Bey de Nişâpûr ’dan harekette oraya gelmiş ve 20.000 süvari ite M erv’ den gelerek, onlara il­ tihak etmiş olan Müsâ Yabgu ile Selçuklu re­ isleri bir araya toplanmışlardı. İçlerinde muha­ rebe etmek kararında olan, bilhassa, Çağrı Bey idi. Ramazan 430 (m ayıs 10 3 9 )’da başlayan ve uzun süren muharebelerde Selçuklular mukave­ met edemediler ve yıpratma savaşları yapmak üzere, dağınık şekilde, çöllere çekildiler. Gazneli ordusu tarafından sahralarda takip edil­ meleri imkânsız idi. Bu esnada Sultan Mas‘ üd N işâp û r’a girdi ( safer 4 3 l= te ş rin II. 1039). Selçukluların yer-yer ve devamlı taciz akınlar» arasında Gazneli ordusunun sahra savaşları için yetiştirilmesine çalışıldı. Bahar gelince, Selçuk­ lular yine Çağrı B e y ’in İsrarları neticesinde ortaya çıkıp, Sultan M as'ûd’u karşılamağa ka­ rar verdiler. Sultanın kumandasındaki Gazneli ordusu Önünden tedricen Serahs 'tan şimale, çöle doğru çekildiler. Bu yolsuz sahada bütün kuyuları bozuyor, arkalarından gelen ve fasıla­ sız ara hücum ve baskınlar ile maneviyatlarını sarstıkları, aş.-yk. 100.000'lik orduyu susuz bı­ rakıyorlar idi. Nihayet Selçuklular Merv yakı­ nındaki Dandânakân ( Yâltüt, Mu‘cam, 11, 477 ) hisarı önünde savaşı kabul ettiler ve 3 gün bo­ yunca bütün şiddeti ile devam eden savaşta Gazneli ordusunu korkunç bir hezimete uğra­ tarak büyük kısmını imha ettiler ( 7 —9 rama­ zan 4 3 1= 2 2 —24 mayıs 1040} hazîneleri ve sayılamıyacak kadar çok mıkdarda silâh, malze­ me ele geçirdiler. Sultan Mas'ud, loo kadar maiyeti üe, kaçabildi ise de, Hindistan’a gider­ ken, yolda kendi adamları tarafından öldürül­ dü ( Bayhalyİ, »• 57* v. dd., 6 16 —626; G a rd iz i; 8$ v.d.; A k b â r s. 8 v.d.; Zubdat al-nuşra, s, 5; İbn al-A sir, gbst. y e r .; Cüzcâni, 1, 296 v.d.; Rahat al-şudür, 100 v.d.; tafsilât için bk, M, A, Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğu mm kuruluşu, III, D T C F dergisi, Ankara, 1958, X V I/3—4, s. x—53 ). Bu, Selçuklu istiklâl savaşı idi. A rtık C end’e geldikleri yıllardan beri süre-gelen çetin mücâdelelerden sonra, emellerine kavuşmuşlar, H orasan’ da müstakil bir devlet kurmağa muvaffak olmuşlardı. Muha­ rebenin son günü, cuma namazını müteakip yap­ tıkları toplantıda, Tuğrul Bey ’i Selçuklu devletinin'lıul t a n ı ilân ettiler,O devrin âdeti ge­ reğince, oivar hükümdarlara fetih-nameler gön­ derildi. Daha sonra ay m ay İçinde Merv ’de



akdettikleri ve Tuğrul B ey ’ in bir konuşması üe açılan büyük kurultayda mühim kararlar aldı­ lar. Bu kararlar gereğince, Tuğrul Bey ’in im­ zasını taşıyan bir mektup, Selçuklu elçisi Abu İshâk aİ-Fuk;kâ'i ile, Bagdad ’a gönderildi. Ha­ lîfeye hitap eden bu mektupta son durum arzol unu yor ve Horasan ’da adaletin ikame edil­ diği, Jbalc yolundan ayrılınmayacağı, amir al-mu1m inin’e olan sadakat belirtiliyordu { Bay hak İ, s. 628; Zubdat al-nu&ra, türk. trc. KtvamÜddin Burslun, T T K yayım, İstanbul, 1943, s. 3 ; Barhebraeus, I, 299; Rahat al~şudur, s. 103 v.d., türk. trc,, s. 102 }, Cihanın fethi ile ilgili türk fütuhat anlayışına müstenit alman karar tatbikatından olmak üzere, eski türk devlet an’anesi gereğince, ülke ve İleride zaptedilecek memleketler Selçuklu hanedanına men­ sup üç reis arasında taksim ed ild i: Serahs ve Beth şehirlerinin dâhil bulunduğu Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge, merkez Merv ol­ mak üzere, malik al-mulük Çağrı Bey ’e ve Herat merkez olmak üzere, Büst ile Sîstan havalisi Musa Yabgu ’ya verildi ve sultan sıfatı ile payi­ taht Nişâpûr ’da kalan Tuğrul Bey, İrak ve garp bölgesini kendine aldı. Hân eda nm İkinci derecedeki diğer âzasından İbrahim Yınai Kuhistân’a, Kutalmış (Arştan Y a b g u ’nun oğlu) Gurgân ve Damğân ’a ve Çağrı Bey ’in oğlu Kavurd Kirman havalisine tâyin edilmişlerdi; bun­ lar Sultan Tuğrul Bey ’ in emrinde idiler ( Zub­ dat al-nuşra, s. 7; Rahat al-sudür, s. 102, 104, türk, trc., s. 10 1 v.d. j M. A. Köymen, ayn* esr., s. 57 v. dd,). Selçuklu fütuhatı bu esâs Üzerinde devam e tti: Yabgu Kalan („büyük yabguf‘ ) diye de anılan Müsâ ( bk. Rahat alşudur, s. 104), 5.000 süvari ile gittiği H erat’ı zaptettikten sonra, 1040 senesi sonunda Sîs­ ta n ’a giden ve orada teşrin U. 1040 ’ta hâ­ kimiyetini kurarak, Yabgu adına hutbe oku­ tan Yusuf Y m a i’ın oğlu ve İbrahim Y ın a i’ m kardeşi Er*Taş ve Selçuklulara tâbiyetini arzeden Sîstan hâkimi Abu ’l-Fazî İle birlikte, böl­ geye ve Büst havalisine tamâmiyle hâkim oldu. Er-Taş 440 ( 10 4 8 /10 4 9 )’ta öldü. Umümiyetle Herat ’ta oturan Musa 10 5 1 yılında Gazneli büyük hâcibi Tuğrul ’un eline geçen Sîstan baş-şehri Zerenc’ i geri almak üzere, oğlu Kara Arştan Böri ile birlikte geldi ise de, baskına uğrayarak, çekilmek zorunda kaldı, Tuğrul gittikten sonra Sîstan yine Musa ’ya intikal etti. 446 recebinde ( ™ io 5 4 teşrin I.) Sîs­ ta n ’a gelerek, Hİnd denizi sahilindeki Mekrân bölgesini de Selçuklulara bağlayan. Çağrı Bey ’in oğlu, Yâküti ’nin bu mmtakada hutbeyi ba­ bası adına okutması teşebbüsü, Tuğrul Bey ’in müdâhalesi ile, durduruldu ( T ârik-i S i stün, nşr. Bahar, Tahran, 1314 «., s. 3 7 * ^ 37S, 38*



SELÇUKLULAR. v. d . ). Muizz al-Davla ve Fahr aLMulk İekaplan üe anılan Musa Yabgu, 1064. yılında Sul­ tan Alp Arslan ’a karşı saltanat dâvasına kalk­ tığı için, sığındığı H erat kalesinde yakalana­ rak, sultanın hnzûruna getirildi. A lp Arslan bu büyük amcasını affetmiş ve onu sâdece ya­ nında alıkoymakla iktifa { İbn al-A $ir, 456 yılı v e k a yîi) ve daha sonra ona Mâzenderân ’ı iktâ etmiştir ( L Kafesoğlu, Selçu k ’ un oğul­ ları, s. 119 v, d, \ S îsta n ’da babasına vekâlet eden Börî, Abu ’i-Fazl ile birlikte, bölgeyi mubâfaza etmiştir. Bunun hakkında son haber 1056 ağustos ayında kendisinin Zerenc ’e ge­ lişine ve orada hürmetle karşılanışına dâirdir { Târlh-i Sistân, s. 383 ). Bîr ara Musa Yabgu ile arası bozulduğu için Horasan ’a dönmüş olan Er-Taş. Gazneli Suttan Mas’ üd ’un oğlu Mavdüd’un Kaymaz adındaki kumandanı vâsı­ tası ile, Sîstan '1 Selçuklulardan İstirdada te­ şebbüs ettiği zaman, Abu ’l-Fazl tarafından haber gönderilmesi üzerine, temmuz 1042 ’de ansızın Sîstan ’a gelerek, bozguna uğrattığı Gazneli kuvvetlerini oradan çıkarmıştır. Ayni sene içinde Sultan Tuğrul Bey ’in Hvârizm se­ feri esnasında, Kirman ’a kaçan Cend emîri meşhur Selçuklu düşmanı Şâh-Malik, Er-Taş tarafından yakalanarak, Tuğrul Bey 'e gönderil­ miştir ( İbn al-A şir, 437 vekayİi ), S îs ta n ’da Selçuklu hâkimiyetinin yerleşmesinde büyük gayretler sarieden Er-Taş Tabes ’te bir suikast neticesinde öldürüldü ( 440^1048/ *049 ; Târih-i Sîstan, s. 367—369; S elçu ğ ’ un oğullan, s. 128 v. d.). Kirman ’a gönderildiğini söylediğimiz Çağrı Bey ’in oğiu Kara Arslan Kavurd t Barhebraeus, 1,3 2 6 ’ da Kaurath, Karut, ihtimâl turkçe kurt kelimesinin başka bir telâffuzu, Târih-i Salçukiyân-i Kirman ’da Houtsma ’nm ön sö­ zü, s. XII, not l; krş, Gy. Moravesik, Byzantino-turcica. Budapest, 1943- ü, 144 h *041 ’ den itibaren buralarda Büveyhîlere [ b, bk. ] karşı faaliyete geçmiş ve emrindeki Tükmen kuvvet­ leri şiddetli mukavemetle karşılaşmış ise de, biz­ zat kendisinin kumanda ettiği 5 —6.000 kişilik suvâri kuvveti ile Kirman Tn şimal bölgesi Sardsır ’e girmiş ( şaban 442— 10 51 başları) ve ni­ hayet baş-şehre kapanan Büveyhî Abü K âücâr ’ın naibinden şeırî teslim almış, Kirm an’ m cenup bölgesi olan dağlık Garm sir ’i de, eşkiys Kufş ve Küfac reislerini bir baskında kı­ lıçtan geçirmek sureti ile, kurtarmış ( A fzal alDin Kirm anı, Bada’? al-azman. nşr. Mahdı Bayanı, Tahran, 1326 ş , s. 5—8 ve buradan naklen Muhammed b. İbrahim, T ârlh-i Salçayân-i Kirman, nşr. Houtsma, Recueil de texîes r d a t if s d l’histoire de s Seldjoucidea, Lei» den* 1886, I, Ş v. d$ böyîece bütü$ ’»



363



Selçuklu hâkimiyeti altına almış îdi. Kendiliğin­ den tâbiiyet arzeden Hürmüz emirliği üzerin­ den gittiği A rabistan yan m-adasındaki 'Omân ’ ı Selçuklu hâkimiyetine bağlamakla büyük bir ülkeyi ele geçirmiş bnlunan Kavurd, küçük kardeşi A lp A rsla n ’ m tahta cülusu üzerine, saltanata hak iddiası ile isyan etti ve Alp A rsla n ’m Kafkas seferini yarıda bırakıp, sür’atle Kirman ’da görünmesi neticesinde, sul­ tandan af ricasında bulundu ve affedildi. 459 { 1067) senesinde tekrar ısyân etti. Alp A rs­ la n ’ ın oğlu M elikşah’m velîahd sıfatı ile adını hutbede okutmak istemiyordu, İmpara­ torluk kuvvetlerinin K irm an’a gelmesi üzerine âmân diledi ve tekrar affedildi. Alp A rsla n ’m ölürken yaptığı vasiyetler arasında, 460 (1068 ) ’tan sonra Fazîüya Şabankâra ’yi mağlûp ede­ rek, F a rs’a da hâkim olan ( Târıh-İ guztda, I, 433> 442 ) K av u rd ’un ve elindeki ülkelerin sıkı kontrol altında tutulması da var idi {,Barhebraeus, I, 325 v. d.}. Kavurd, Melikşah sul­ tan olunca, Rey şehrini ele geçirerek, kendi sultanlığım ilân etmek üzere harekete geçti. Melikşah ve vezir Nizâm al-Mülk ’ün idare­ sindeki kuvvetler ile yaptığı Hemedan ci­ varındaki savaşta (4 şaban 465— 16 mayıs 1 0731 mağlûp oldu, yakalandı ve daha fazla karışıklıklara meydan vermemek için, gizlice kendi yayının kirişi ile boğduruldu (Bada1? al-azmân, s. 1 3 ; Zııbdat al-nuşra, s. 49; İbn al-A şir, 465 vekayii; İbn Hatlikân, Vafayât al-acyân, Mısır, 1299, II, 587). Kavurd Kirman Selçuklularının ( aş. bk.) kurucusudur [ tafsilen bk. mad. K A V U R D J. Melik Çağrı Bey ( Zabdat al-nusra, 3 v. dd. daı Ç ak ır) de Selçuklu dev­ letinin şarkında kendisine ayrılan ülkelerin fütûhâtına geçti, 1040 son baharında kuşattığı mühim Belh şehrini, Gazneli ordusunu mağlûp etmek sûıeti ile, aldı. Müteakiben Cüzcân, B id ğis, Huttaİân ve diğer Toharistan şe­ hirlerine hâkim oldu, 434 ( 1043 ) yılında, Tuğrul Bey ile birlikte, müştereken Hvârizm seferini yaptılar. Daha evvel Selçuklular ile iş­ birliği yapmış olan Harzemşah Ismâ’ il Handan Sultan Mas'üd tarafından Hvgrizm hâkimiyeti kendine verilen Şah-Melik tarafından mağlûp edilmiş t cemâziyelevvel 432=şubat 1 041 ) ve Hvgrizm 'e hâkim otan Şah-Melİk Gazneiilerin en büyük müttefiki hâline gelmiş İdi. Tuğrul ve Çağrı Bey ’ler Hv5rizm ’în merkezî Gurganc ’i (C u rcan iya) muhasara ve Şah-M elik’ı perişan ettiler. Hvârizm boylece Selçuklulara intikal ederken. Gaznelilere ilticâ etmek İçÎd kaçan ve yukarıda söylendiği gibi, Er-Taş tarafından yakalanıp, Çağrı Bey ’e gönderilen Şah-Melik hapishânede ölmüştür (B ayhaki, s. 686—6901 Ibp al-Ağır, 434 vekayii). Çağrı Bey 4 35(10 4 3/



SELÇUKLULAR. ıo 4 $y te hastalandığı zaman, ülkesi oğlu Aİp i Arslan tarafından korunmuş idî. Yeni Gazneli kuvvetlerinin mağlup edilerek, uzaklaştırılması Alp Arslan 'm ilk zaferi idi. Müteakiben Tİrmiz ve civarım zapteden Çağrı Bey bütün bu bölgelerin idaresini Alp Arslan ’a tevdi etti { Ahbâr, s. 19 ). Alp Arslan idaresindeki ül­ keleri ahnak için gelen Karahanlı Arslan Han ’ı geri püskürttü ve Karahanlı hükümdarı, Çağrı Bey ile yaptığı anlaşmada adı geçen bölgelerde Selçuklu hükümranlığını tamdı. Çağ­ rı Bey ’in Gazne ’yi zaptetmek için yaptığı ne­ ticesiz teşebbüsten doğan uzun süreli mücâde­ lelerde bilhassa A lp Arslan büyük yararlık­ lar göstermiş, 1050 son baharında Fars bölge­ sini alarak, buradan Büveyhîieri uzaklaştırm ıştı ( ibn al-A şir, 442 yılı vekayii ). Nihayet 1059 ’da tahta çıkan yeni Gazne sultanı İbrahim ile Çağrı Bey arasında sulh akdedilmiştir ( Ciizcâni, I, 282) ki, iki devlet arasında Hindukûş dağlarını sınır çizen bu anlaşma yarım asır kadar devam etmiştir. Selçukluların başlangıcından beri, hayrete şa­ yan cesareti, büyük kumandanlık kabiliyeti ile devletin kuruluşunda birinci derecede rol oy­ nayan, zekâsını ve siyâsî ihatasının üstünlüğünü takdir ettiği küçük kardeşi Tuğrul Bey ’in dev­ let reisi olmasına m â gösterecek kadar mah­ viyet sâhibİ olan Çağrı Bey son hâdiselerden sonra hastalandı ve 70 yaşında olduğu hâlde, Serahs şehrinde vefat etti ( safer 4$2=!mart ioğo ). Naaş) bilâhare Alp Arslan tarafından Merv ’de yaptırılan türbeye nakledildi. Anado­ lu Selçuklu ailesi dışında kalan bütün Selçuklu hanedanlarının atası olan Çağrı Bey ’in kızla­ rından biri halîfe al-Ka’im bi-amr Allah He evli idi [ bk. mad, ÇAĞRI BEY J. Selçuklu devle­ tinin hâkimiyeti böylece şark, şimal ve cenûp istikametlerinde yayılırken, garpta da Tuğrul Bey ’in idaresinde, geniş ölçüde fütuhat geliş­ mekte idi. Tuğrul Bey bizzat gittiği Taberistan, Curcân havalisini devlete bağlar ve oralardaki Bâvendî ve Ziyârî ( V aşm gİrt) hanedanlarım tâbiiye­ tine alırken ( 4 3 3 = 10 4 1/10 4 2 ; bk. İbn al-A şir, 433 ydı vekayii; İbn Isf endi yâr, Tarık-i Taharis (ön, nşr ‘ Abbâs İkbal, Tahran, 1320 ş., 11, 26), İbrahim Yınal İran ’ın en mühim merkez­ lerinden olan Rey ’i zaptetmiş, burayı hareket üssü yaparak, Berûcİrd ’i ve arkasından Cibâl mıntakasmm başlıca şehri Hemedan ’ı Kâküyelerden almış idi. Burası 437 t 1045/1046 )’de kat’ı olarak Selçuklulara intikal etmiştir, 434 (104a '*te R e y ’e geldiği zaman İbrahim Yınal tarafından merasim ile karşılanan Tuğrul Bey, N İgâpür’u bırakarak, fütülıât sâ asma daha y a b a olan Rey ’i payitaht yaptı ve şehrin imâr



edilmesini emretti {İbn at-A şir, 434 yıh vakay i ı ); müteakiben Taberek, Kazvin, İsfahan, Dİhistan ve havalisini, buraların mahallî hâkimle­ rinden bazılarını tâbiiyetine kabûl etmek, ba­ zılarını yerlerinden çıkarmak suretiyle, Selçuk­ lu devletine bağladı ve İbrahim Yınal ve Kutalmış idaresinde sevkettiğİ ordular Dînevcr, Kartnîsîn ve Hulvân ’ ı zaptettiler ,433—439— 1042— 1048), Büveyhîlerin elinden çıkan bu bölge­ lerde Sultan Tuğrul Bey ve İbrahim Yınal ad­ larına hutbe okundu ( bk. İ. Kafesoğlu, Selçuk ’un o ğ u lla n ..,, s. 125 v.d.). İbrahim Yınal Kinkiver, Sermae kalesi ve müteakiben Şeh­ ri zûr'u aldıktan sonra, Tuğrul B e y ’in emri üzerine, A zerbaycan’a gitti. Tuğrul Bey ’deo önce ve o sıralarda T ü rkistan ’dan yeni gelen Türkmenlerin buralardaki tahribatı sebebi ile. bunların Önlenmesi İçin, halîfe al-i^â’ im bi-Am: Allah tanınmış İslâm hukuk âlimlerinden meş hür al-Ahkam al-sultâniya müellifi kâz i ko zât al-Mâvardi ( bk. İbn Hal ti kân, I, 586, Ü 4 4 o )’yt Tuğrul Bey nezdine göndermiş idi Elçiyi 4 fersah mesafeden hürmetle karşılayat Tuğrul Bey ona «askerlerinin" pek kalabahl olduğunu ve mevcut toprakların onlara kâf gelmediğini söylemiş idi ( İbn al-A şir, 435 yı! vekayii, Barhebraeus, 1, 302 ). Yukarıda «Irak Türkmenieri" olarak zikredi len ve Kızıl ( 1 041 ’ de Ölmüştür ), Boğa Kok Taş, Mansur, Nasoğlu ( Urfab Mateos. s. 82 A nazuglİ) gibi kumandanların İdaresinde bulu­ nan bu Oğuzlardan bir kısmı Van bölgesin# t Vaspuragan) girdiler ve Erzurum ’a kadaı olan sahada «kartal gibi sur’atli" atlar üze­ rinde dolaştılar ( Aristages, frns. trc. Ev. Prud’ home, Histoire d*Armeniet Comprenanl la fin du Royaume d'1Ani et le commencement des tnvasions des Seldjoucides. Paris, 1864, s. 7* >• Diğer Oğuz kütleleri ise, Diyarbekir istikametinde Mervânîîer arazisine, Meyyâfârikîn { Silvan >, Mardin bölgesine ve Ciz­ re 'y e kadar ilerilediler; bir kısmı da Sincâr, Nusaybin ve Hulvân havalisine girdiler. Fakat bunlar Mervânîîer ve Musul hâkimi Ukaylîleı tarafından durduruldular ağır zayiat verdik­ lerinden, oradan Azerbaycan a yöneldiler; Araş nehri ile Murad suyu arasında çarpıştılar. Di­ ğer bir kısım Türkmenler de, Taberistan üze­ rinden, K af kaslar a doğru il eri ley er ek. A rrâr bölgesine girip, Şeddadîler ile birlikte, er­ meni topraklarına akınlar yaptılar, gürcüler ile savaştılar ( İbn al-A şir 432, 434. 437— 440 seneleri vekayii; Barhebraeus. I. 303; Ur­ fab Mateos, s. 82 v.d.; M. H. Yınanç. Tür­ kiye tariki , Anadolu ’nan fethi, 1, İstanbul, *944. s. 38—44; Cb Cahen, La prem iere pe * nçtration turque en Asie-Mlneur. seconde mor-



SELÇUKLULAR tie âu X I eme s., Byzantion. 1948, X V l!f, s. 52 v. dd.). Bizans tarihinin meşhûr şahsiyet­ lerinden Bulgarokton nâmı ile tanınan impara­ tor Basil 11. ( Ölm. 1025 ) zamanından beri Bi­ zans imparatorluğunun şarkta takip ettiği İl­ hak politikası ( bk. İ. Kafesoğlu, Doğa Ana­ dolu 'ya ilk Selçuklu akını, s. 264 v dd.î daha sonraları da devam etmiş ve imparator Kons* tantinos Monomakhos ( 1042-—10 52) ermenileri ve gürcüleri baskı altında tutmak ve akmiarı durdurmak için, t ürk lere karşı harekete geçerek, bîr yandan Ani ’ye, bir yandan da Şeddadîlerin payitahtı D ovin’e kadar ordu şevketmiş idi. Bizans’ın bu suretle karşı koy­ ması üzerine, Sultan Tuğrul Bey, İbrahim Ya­ nal îte birlikte Irak-ı Acem fütûhâtmda bulu­ nan Kutalm ış'ı, büyük bir ordu başında Azer­ baycan’a gönderdi. Bu harekata Musa Yabgu ‘nutı oğlu Haşan da katılmış idi. Selçuklu kuvvetleri Gence önünde Bizans ordusunu he­ zimete uğrattı t 438 =1046 ) ve müteakiben Pa­ sı nlerîn fethine girişen Haşan, oradan cenuba İndiğ1 zaman. Vaspuragan’da gürcü prensi L i­ parit kumandasındaki bizansh-ermeni-gürcüler tarafından pusuya düşürülerek, şehit edildi ( 1047; Zotıaras. frns. trc. M. de S. Amour, Croniyue ou annales de Jean Zonare, Lyon, 1560, 97*; Arîsdages, s. 72 v.d.; M. H. Yınauç, ayn, e&r., s. 46 \ Yalnız kalan Kuta’ mış ’ın Gence muhasarası da netice vermeyince, Sultan Tuğrul Bey yukarıda Şehrızûr bölge­ sinde gördüğümüz İbrahim Y ın a l’i. Azerbay­ can vâtshği ile, Bizans 'a karşı gönderdi. Kutalmış da ona katılacaktı. Selçuklu şeızâdelerî Erzurum ovasına kadar i ler ile d;ler ve Önce Er­ zurum şehri yanındaki büyük ve zengin Erzen ( Kara-Erzen, bugünkü Karaz 1 şehrini zaptet­ tiler. Bu sırada, imparatorun emri ile. Liparit idaresindeki bütün GÜre:stan ve Abhaz kuv­ vetleri ile takviyeli Katakalon kumandasındaki 50.000 kişilik Bizans ordusu Pasin ovasına gel­ miş bulunuyordu. İki ordu Haşan-Kaie önlerin­ de karşılaştı. Korkunç savaş Bizans ordusunun hezimeti ile neticelendi. Esir edilen on binlerce kişi ve çok sayıda kumandan arasında gürcü Lipari! de var idi 18 eylül 1048. bk. V Minorsky, Sttıdies in Caucasion H istory, Londo.ı, *953. s. 61. not 2 binlerce araba tutarmda ganimet alındı (A rîsdages s. 1061 Zonar&s, s. 076, Mateos, s. 86 v.d.; Vardan, s. 17 5 ; İbn al-A_Tr. 440 yılı vekayii; Barhebraeus, 1. 306; j . Laurent, s. 2 2; M. H. Yınanç. ayn. esr.. s. 46 v.d A Erzurum ’ şgâl edildi İbra .ıi m Yınal. başta Liparit olmak üzere, esirleri ve ganimet­ leri Rey ’e Tuğrul Bey ’e götürürken, türkler Van gölü yakınlarından Trabzon ’a kadar olan sahada yayılmışlardı ( Arîsdages, s. 73 v.d.;



365



İbn al-A şir, göst. yer.), Selçukluların bizanshtara karşı kazandıkları bu ilk ve büyük Pasin­ ler zaferi sebebi ile Bizans imparatoru Mono­ makhos Tuğrul Bey ile anlaşmağa mecbur ol­ du Mervânî Naşr al-Davla ’ nin aracılığı ile, Tuğrul Bey ’e zengin hediyeler götüren Bizans elçisi, fidye karşılığında, L ip a rit’ i kurtarmağa çalışıyordu. Tuğrul Bey, fidye almadan serbest bıraktığı Liparit ile birlikte sulh müzâkerelerini yapmak üzere, Bizans payitahtına kendi elçisi Ş a rif Naşir al-Din b. İsmâ'il ( bk. İbn Halli* kân, II, 441 ) ’i gönderdi ( 4 4 1 = 1049/1050 ). Y a ­ pılan anlaşmaya göre, imparator Monomakhos İstanbul ’daki harap olan camii tamir ettirerek, içine kandiller astırmış, halîfenin göndereceği İmâm tarafından beş vakit namaz kılınmasına müsâade etmiş ve orada Tuğrul Bey adına hut­ be okutmuştur. Ancak yıllık vergiyi kabûl et­ meyen imparator endişe içinde şark şehirleri­ nin sûrlarını ve kalelerini takviyeye başlamıştır (Arîsdages. s. 103-. Zonaras, 97b; İbn al-Aşir, 441 yılı vekayii; Barhebraeus, I, 304 v.d.; V. Minorsky ayn. esr,, s. 68 ). Şimdiye kadar Se’çuklu devletinin kuruluş ve gelişmesinde büyük rolünü gördüğümüz İb­ rahim Ymal, bilhassa Bizans ’a karşı kazanılan zaferden sonra. Irak-ı Acem, Elcezîre ve Azer­ baycan ’m en kudretli siması hâline gelmiş idi. İsyana hazırlanıyordu. Tuğrul B e y ’den Cibâl bölgesinin kendisine terkini talep etti, fakat sultan karşışmda tutunamayarak, sığındığı Sermac kalesinde teslim olmak zorunda kald ı; aff­ edildi ve yine Cibâl ve Azerbaycan kıt’ala­ rmın başına getirildi (Zabdat al-nuşra , s. 6; İbn al-A şir, 441 yılı vekayii). Bundan sonra Sultan Tuğrul Bey Isfahan ’a giderek, burayı Bagdad Büveyhîlerine meyleden Kâküya oğlundan, bir yıl süren muhasaradan sonra al­ mış ve kuvvetlerinden bir kısmı da Hûzistaa böiğesini İşgale başlamışlar idi Şi’î Büveyhı hâ­ kimiyeti, al-Matİk al-Rahim Husrav F irü z ’un idaresindeki Bagdad dışında, her tarafta yıkıl­ makta, böylece Irak-ı Acem ’den sonra Fars, Ehvâz, Huzistan ve Elcezîre Selçuklu hâkimi­ yetine girmekte idî. 1054 sonlarına doğru, Musul hâkimi Ukaylîlerin elinde bulunan Karm îsîn’de Tuğrul Bey adına hutbe okunmuş idi, i İbn al-A şir, 442—446 yılları vekayii). Bu sı­ rada Tuğrul Bey Azerbaycan üzerinden şarkî A nadolu’ya bir sefer daha tertip etti. Bilindi­ ği gibi, Selçuklu devletine yıllık vergi ödeme­ ği reddeden imparator, gürcü kıralı Bagrat tarafından da desteklenen bir Bizans ordusunu Gence ’ye göndermiş ve orayı kuşatmakta olan Kutalmış T e b riz ’e doğru çekilmek zorunda kalmış îdi ( M. Brosset, Histoire de la Georgie Petersburg. 1849. I, 3 2 3 '. Kutalm ış’m bilâha­



366



SELÇUKLULAR.



re Kars ’a hücum ettiği sıralarda* 44Ğ {10 5 4 } ’da, Azer bayca 1, ’a yelen Tuğrul Bey, Tebriz ’de ve Gence ’de nâmına hutbe okutmak sureti ile, Ravvadi Manşür ve Vahsuzân He Şaddâdi Abu M A svâr ’ı îtâate aldıktan sonra, B a rg iri’yı zapt* edip, «ateş fışkıran kara bulut" gibi (Urfaîı Mateos, s. xoo), Erciş ’e gelerek, şehri aldı ve Vasıl tarafından müdâfaa edilen müstahkem Malazgird kalesini kuşattı. Burada kendisine İltihak eden tâbiiyeti altındaki Dîyarbekir Mer* vânî kuvvetleri üe Erzurum ’a kadar iîeriledi, Türk kuvvetlerinin Çoruh ve Kelkit vadilerini ele geçirdikleri bu sırada, bıraktığı kuvvetler tarafından muhasarasına devam edilen Malaz* gîrd ’e döndü. Şiddetli hücumlar fayda verme­ di. Selçukluların mancınıklarıma rümlar tara­ fından yakılması neticesinde, kış da yaklaşmış olduğundan, Tuğrul Bey Rey ’e avdet etti ( Arİsdages, s, 90— 10 1* Urfalı Mateos, s. 100 v.d d .; İbn al-A şîr, 446 yılı vekayii; Barhebraeus, I, 306: Anili Samoel, trc. M. Brosset, Coîlec tions d ’historiens armeniens, Petersburg, 18 76, II, 449). Tuğrul Bey A nadolu’ ya karşı yanın­ da kalabalık kuvvetler bulunan Çağrı Bey ’in oğlu Y&küti ’yî me’ mûr ederek, onu Azerbay­ can ’a gönderdi. Yâküti ve maiyetindeki Türk­ men reisleri, imparatorun bu bölgeye tâyin et­ tiği şöhretli general Nikephoros Bryennios ’a rağmen, »kınlarına devam ettiler { M. Halil Yinanç, ayn . esr., s. 51). Sultan Tuğrul Bey, şi’î Büveyhîlerin tazyiktarmı arttırm aları. Husrav F irü z ’un Ş ira z ’da alevî hutbesini İkame etmesi, hilâfet merkezin­ de dâima Mısır Fâtımîleri tarafından destek­ lenen baş-kumandan Arştan at-B asâsiri’ nin Sel­ çuklu tarafdarlanm takibe başlaması doîayısı ile ve hâlife al-Kâ’im bİ-amr A lla h ’ ın da­ veti üzerine, Bagdad ’a yöneldi. Halîfenin, elçi­ si Hîbat Allah b. Mohammed al-Ma'mÜn vâsı­ tası He, gönderdiği mektupta sultanın sür’atîe hilâfet merkezine gelmesi rica ediliyordu { Zubdat al-nuşra, s. 7 ; Rahat al-şudür, s, 10 5; İbn al-Cavzi, al-Muntazam, Haydarâbâd tab., 1359i VIII, 163). Sultan, yanında ve2Îri ‘Amid al* Mulk al-Kunduri olduğu hâlde, fillerin de bulun­ duğu ordusu ile Bagdad ’a yaklaştıkça, Basâs i r i ’nİn huzûrsuzluğu arttı ve nihâyet M ısır’ ı durumdan haberdar ederek, Bagdad'dan şimale doğru çekildi, Büveyht hükümdarı al-Malik alRahim Tuğrul Bey ’e itâatini bildirmiş idi. B ag­ dad ’da ve sünnî İslâm dünyasında hutbenin Selçuklu sultam Tuğrul Bey adına okunmasını emreden aî-Kâ’İm bi-amr Allah parlak bîr merasim ile karşılamağa hazırlandığı Tuğrul Bey den hilâfet merkezine girmesi için izin ricasını hâvi bir nezâket mektubu aldı ve Tuğ­ rul Bey 25 ramazan 447 (17 kânun II, 1055



'de B ag d a d ’a girdi. Fakat ertesi gün şehirde çıkan bîr kargaşalıkta Karh mahallesinde otu­ ran çitlerin karışması ile durumun ağır bir Şekil alması Üzerine, âsîler te'dİp edildi ve Tuğrul Bey tarafından, al-Malik al-Rahîm Husrav Firüz ve adamlarının yakalanması ve hapsedilmesi ile, 120 yıldan fazla bîr zaman­ dan beri hüküm süren şi’î Büveyhî devleti sona erdi. Tuğrul Bey kumandan Ay-Tigin'i B ag d a d ’a şihne tâyin etti, para bastırdı ve hazîneye el koydu. Halîfeye, eskisine 50.000 dinar ve 500 „k o r" buğday ilâvesi ile, yıllık tahsisat ayrıldı. Bilâhare Bagdad ’ da ken­ disinin yaptırdığı sarayda halîfenin hediye et­ tiği kıymetli taşlarla süslü bir altın taht üzerinde oturan Sultan Tuğrul Bey böylece Bagdad ve Selçuklu Oğuzlarının yayıldığı Irak-ı A rap memleketlerini kendi devletine bağla­ mış, aynı zamanda Abbasî halîfesini hİmâye etmek yolu ile, sünnî İslâm dünyasının mü­ dâfaasını da üzerine almış bulunuyordu. Çağ­ rı B e y ’in kızı Hadice Arslan H atun’un al­ î y i m bİ-amr Allah ile evlenmesi sayesinde hilâfet ailesi ite Selçuklu hanedanı arasında rabıtayı kuvvetlendiren bir sıhriyet kurulmuş oluyordu { Zubdat a/-mışra, s. 8 v .d . : A h b â r , s. 1 3 î ibn al-A şir, 447—448 yılları vekayii; Ra­ hat al-şudür, s. 10 5; Barhebraeus, 1, 307 v.d.). 4, Büyük Selçuklu imparatorlu­ ğu , Arslan a l-B a sS siri’nın Fâtımîlerden aldı­ ğı yardımlar He R ah ba’de kuvvet toplaması üzerine, onlara karşı gönderilen Kutalm ış’ın yenilmesi (448 şevval sonu—1057 kânun II.) Tuğrul Bey ’i sefere zorladı. Aynı ay içinde harekete geçen İbrahim Ym al ve Y âküti ile birlikte Sultan Musul’a yönelince, B asâsiri Su­ riye ’ye kaçtı, Sincar ve Cizre hücum ite alın­ dı, Mervânî hükümdarı ile Hilia hâkimi bîr kere daha itaatlerini bildirdiler, Tuğrul Bey, Musul ve Sincar havalisini İbrahim Yınat ’a tev­ di ederek, B agdad ’a gelişinde hilâfet veziri tarafından büyük merasim ile karşılandı. Halîfe tarafından hilâfet sarayına davet edildi ve bu­ rada Sultan Tuğrul Bey ’in İslâm âleminin mü­ dâfaasını deruhde edişini meşrulaştıran bir merasim yapıldı. Bütün Selçuklu devlet ricali­ nin ve hilâfet erkânının hazır bulunduğu bu merasimde Tuğrul Bey, yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine teşekkür eden ve kendisini hi­ lâfet tahtının yanında husûsî surette hazırlan­ mış tahta oturtan halîfeye hürmetle mukabele etti. Bundan sonra al-IÇâ’ İm bî-amr Allah, san­ caklar, hii’atler verdiği Tuğrul B ey ’ e tae giy­ dirmiş ve altın kılıç kuşatarak, onu «garbın ve şarkın hükümdarı" Hân etmiş ( 2 6 zilkade 449 ==35 kânûn II. 1058) ve ona Abu Talib kün­ yesi He Rukn al-Dunyâ va ’i-Din lekabı ve Ya*



SELÇU KLU LAR. inin Am ir al-Mu'minin unvanını vermiştir ( Z u b ­ dat a İ-n u şra , s. 10 v.dd A h b â r , s. 13 v.d.; İbn al-A sîr, 449 yılı vekayii; Barhebraeus, 1, 3 11 v.d , i R a h a t a l-şu d â r, s. 10 5; M u cm al a l-ta v â rih , v a fl-k iş a $ , nşr. Malik ai-Şu'arâ B aıâr, Tahran, 1 31 8 ş., s. 429; İbn al-Cavzi, VIII, 181 v.ddA Böylece İslâm dünyası üzerindeki hâkimiyeti tasdik edilmiş olan Tuğrul Bey aynı zamanda dünya hükümdarı ilan edilmiş bulunuyordu. Bu durum bir yandan şi’îliğ* kaldırmak, bir yan­ dan da garba doğru fütûhâta devam etmek husûsunda Tuğrul B e y ’ in evvelce mevcut olan düşünce ve siyâsetini tamâmiyle takviye et­ mekte idi. Bu sebeple Kutalmtş ’m kardeşi Re­ sul Tigîn ’ in H ûzistan’daki isyanıma bastırıl­ masından sonra, İbrahim Y ın a l’ in da emir al­ maksızın Musul ’dan ayrılarak, eski bölgesi Hemedan a gitmesi üzerine, Musul bölgesi Basâsİri nin istilâsına uğrayınca, oraya ikinci bîr sefer yapan Tuğrul Bey, Nusaybin’e kadar i lerilediği zaman, vaz:fesinden izinsiz ayrılması halifenin tavassutu ile cezalandırılmayan İbra­ him Ymal ’ın Fâtımîler ve B asâsıri ’nin de te’siri ile açıktan-açığa İsyan eylediğini Öğrenin­ ce, sü ratle döndü ve zevcesini, ordusunun bir kısmını veziri ’ Amîd ai-Mulk ile B ag d a d ’da bırakarak, kendisi âsî şehzadeyi takibe baş­ ladı. Fakat tutulduğu bir bölgede olduktan başka, kardeşi Er-Taş ’m Muhammed ve Ah* med adlarındaki oğullarının askerleri ile de hayli kuvvetlenmiş olan İbrahim Ymal karşı­ sında müsbet netice alamayan Tuğrul Bey Bag­ d a d ’dan yardım isterken, Çağrı B e y ’İn oğul­ larını ? Horasan ’dan Alp Arslan \ Kirman ’dan Kavurd ’u, Anadolu hududundan da Y â k ü ti‘yi sur’atle yanma çağırdı ve Rey civarındaki şid­ detli savaşta âsî orduyu mağlup etti (9 cemeziyeiâhır 4 5 1= 2 3 temmöz 1059). Esir alınan Ahtned ile Muhammed Öldürüldü ve İbrah im Ymal da kendi yayının kirişi ile boğduruldu ( bk. 1. Kafesoğlu, S e lç u k 'tın o ğ u l l a r ı . . s. 127 v d.'. Tuğrul Bey ’in meşgâtîyeti sırasında ye­ ti" den harekete geçen Arsîao al-BasSsirî. B ag­ dad ’a kadar ilerilemiş, halîfeyi B ag d ad ’dan çıkararak, hutbeyi Fâtımîler adına çevirmiş, ezam şi’ î tarzında okutmuş. Basra ve havali­ sini zapta girişmiş, fakat Tuğrul B e y ’in mu­ zaffere» Bagdad ’a gelmekte olduğunu Öğre­ timce, kaçmış idi. Bagdad ’a ulaşan Tuğrul Bey, esaretten donen halîfeyi karşılayarak ve katı­ rının dizgininden bizzat tutarak, onu sarayına götürdü ve makamına oturttu ve Sav-Tig*n. Humar-Tigin, Kümuş-Tigin ve Erdem gibi bü­ yük kumandanların dâhil bulunduğu kalaba­ lık bir ordunun başında derhâl Basâsiri 'yi ta­ kibe çıktı HHla’de yakalanan Basâsiri kuv­ vetleri mağ’ûp edildi ve kendisi öldürüldü



367



zilhicce 4 $ı= k ân û n 11. 1060). Bu hâdise Bag­ dad ’da ve sünnî İslâm âleminde büyük bir se­ vinç yarattı ( Zubdat al-nuşraf s. 12 — 17 ; A hhar, s IS ; İbn al-Cavzi, V ü l, 208 v.dd., 194 v d d .; İbn al-A ş ir, 45o yılı vekayü; Barheb­ raeus, I, 3 13 v.dd.). Bu sırada Tuğrul B e y ’in pek sevdiği ve devlet işlerinde nufuzlu olan zevcesi i Barhebraeus. I, 31 5) öldü ve Tuğrul Bey halîfe al-Ks’ İm bî-amr A lla h ’ın kızı ile evlenmek istedi. a’-Kâ’ im bi-amr AUâh, hilâ­ fet ailesinden hârice kız vermeğe pek tarafdar görünmedi İse de, neticede muvafakat etti ve nikâh şaban 454 (ağustos 10 6 2 } ‘te kıyıld ı; fa­ kat evlenme İşi ile pek fazla meşgul olunama* di. Esasen yaşlanmış otan Tuğrul Bey bu sıra­ da isyan eden Kutatmış ile uğraşmak mecböriyet’ nde kalmış idî. İbrahim Ymal ile İş-birliği yapmış olan Kutahnış, onun mağlûbiyetinden sonra, kardeşi Resul-Tîgin ile birlikte salta­ nat dâvasına devam ederek, Gird-Küh kalesine çekilmiş idi. Üzerine gönderilen kuvvetleri ge­ ri püskürtmüş İse de, vezîr ‘A m îd al-Muik tarafından kuşatılmış idi. Bu sıralarda Bag­ dad ‘a giden Tuğrul Bey ’in büyük şenlikler ile düğünü yapıldı. Zevcesi ile birlikte Rey ’e dö­ nen Tuğrul Bey hastalandı ve bir daha kal­ kamadı. Nihayet 8 remazan 455 (4 eylül 1063) ’te, 70 yaşında olduğu hâlde, vefat etti ve Rey ’deki türbesine gömüldü ( Zubdat al-nuşra, s. 24 v.d.; Ahbâr, s. 16 * İbn al* A s ir, 454, 455 yılları vekayii,; Rahat al-şudur, s. 1 1 1 v.d.; Barhebraeus, I, 316 ; İbn Hallikân. II, 438— 442 ), Adaleti ve dindarlığı bütün kaynaklarda müttefikan belirtilen Sultan Tuğrul Bey, zekâ­ sı ve siyâsî görüşlerindeki isabet ile, Selçuklu âilesi azalar: arasında temayüz etmiş, bu se­ beple Selçuklu devletinin ilk sultanı olmuş ve 3$ yıl süren saltanatı esnasında temelini attı­ ğı Büyük Selçuklu imparatoıluğunun yakm şarkta dinî ayrılıkları giderici, asayişi tanzim edici vasfı ile de sarsılmaz bir siyâsî teşekkül olarak inkişâfım te’mİn etmiştir. Bu itibar­ la Tuğrul Bey türk ve İslâm tarihinde müm­ taz bir mevkî işgal etmektedir. Sultan Tuğrul Bey ’in çocuğu olmamıştı. Bundan dolayı o, kardeşi Çağrı B e y ’ in oğlu Süleyman ’ı vellahd göstermişti. Vefatı üzerine, Kutalm tş’ı muhasarayı bırakarak, acele pa­ yitahta donen vezir Amid al-Mulk al-Kunduri. buna uyarak, Süleym an’ın sultanlığını ilân etti ise de. Merv ’den sür'atle yetişemeyen Alp A rs­ lan. kendi namına K azvin’de hutbe okutan Yusuf. Y m a l’ın oğlu ve İbrahim Yınal ’ın kar­ deşi Er-Sığun £bk. İ. Kafesoğlu, Selçuk ’un oğul­ la n . . . , s. 129 v.d. ’un ve Erdem ’in yardım­ ları île, duruma bakîm olmağa çalıştı. Diğer taraftan kalabalık bir ordu başında Rey ‘e ge-



368



SELÇU KLU LAR.



İçrek, kendisini sultan ilân etmiş olan Kutal- G&gik ile birlikte Kars ’a g;rdi ( Urfalı Moteos, mış, Alp Arslan île Damgan civarında karşı­ s. 119 — 12 2; Ahbâr, s. 26 v .d d .; İbn ol-Aair, laştı, mağlûp oldu; kaçarken, atından düşüp 456 yılı vekayiı; Barhebraeus, 1, 31b v.d.; M. öldü ve Tuğrul Bey ’in yanına gömüldü. Kar­ H. Yınanç, agn. esr., s. 58 v.d.;. Ani ’nin fethi deşi Resûl-Tigin de esir edildi. Alp Arslan Rey Islâm dünyasında büyük sevinç yaratmış her ’de 7 cemâziyelevvel 456 (3? nisan 1064) ’da tarafa fetih-nâmeler yazılmış, bizzat halîfe Alp tahta çıktı, 36 yaşında idi ( ibn al-A sır, 420, A rs la a ’ın muvaffakiyetini belirten, ona ve mü455 yılları vekayii; Zubdat al-nuşra, s. 26 v.d.; câhidterîne teşekkür eden bir beyan-Dâme neşr­ Ci. Cahen, Qutulmuch et ses file , Der İslam, etmiş, sultana Abu ’I-Fath unvâmm vermiş ve 1964, X X X IX ). Sultan Alp Arslan 'Ant i d al- „yirmi dört eyâletin fethi" (Vardan, s. 177 ), M ulk’8 azlederek, yerine M erv’ de iken kendi bir çok ganimet ve binlerce esir alınmakla veziri bulunan Nizâm al*M ulk[b. b k .]’ ü tâyin neticelenen bu büyük sefer Bizans imparator­ etti, yüksek devlet makamlarında değişiklikler luğunu A.lp Arslan ile anlaşma teşebbüsüne yaptı. Musa Y a b g u ’ nun H erat’ta baş kaldırma mecbur etmiştir ( Sibt İbn al-Cavzi, Mir'ât a lhareketini, bu ihtiyar amcasını yanma almak su­ zaman, Topkapı, Ahmed. III, nr. 2907, XII, reti ile bastırdıktan ve Kirman Ma kardeşi Ka- 222» ). R e y ’e dönen Alp Arslan, Kavurd mes’eîesîni vurd [ b. bk,] ’ un saltanat dâvasını bunua afdilmesi ile neticelendirdikten sonra, tut &hata hallettikten sonra, Merv ’e gitti ve orada cğlu devam etti. Esâsen Alp Arslan K irm an’a K a f­ Melikşah ’ı, sonraları Terken Hatun ( CefâJiye ) kasya Man gelmiş idi. Oradaki türk kütleleri diye meşhûr ve Melikşah üzerinde çok nüfuz­ dâimi şekilde Bizans ’a karşı hareket hâlinde lu olan bîr Karahanlı prensesi ile evlendirdi id i: Tuğrul Bey ’in Bizans payitahtına elçi gön­ ( Ibn al-A şir, 456 yılı ve k a y ii), müteakiben derip, imparatoriçe Theodora Man hayli hediye oğulları ile akrabâİarım ülkesinin muhtelit ve para almasından (Arısdages, s. 103, 107 ) yerlerine „ melik" tâyin etti. Buna göre, ihti­ sonra da, Türkmenler kollar hâlinde Erzurum, yar amcası Yabgu Mâzenderân ’a, kardeşi Su. Ahlat, Muş ve Malatya ’ya kadar sokulmuşlar ley man Beîh *e, diğer kardeşi Arslan Argun ( Barhebraeus, I, 3 12 ), Malatya ile şarkî Ka- Hârezm’ e, diğer kardeşi İlyas Toharistan ve ra-Hİsar (K o İo n ia )’ı ele geçirmişler, U rfa ’yı Sagâniyân ’a, oğullarından Aralan-şah Merv ’e, kuşatmışlar, diğer taraftan Kızıl ırmak saha­ Togan-şah H erat’a gonderİlnvş, E r-T a ş ’ın iki sına kadar iîeriieyerek, Sivas ’ı zaptetmişler oğlundan Mas'üd Bağşür *a ve Mevdûd îs( Xo6o) ve imparator Konstantinos D ukas’ın fiz âr’a tayin edilmiş idi. Daha sonra diğer oğlu gönderdiği Bizans kuvvetlerini 1 0 6 1 ’ de mağ­ Ayaz, Süleyman'ın yerine Belh *te, Tutuş Su­ lûp etmişler idi (U rfah Mateos, s. 107 v.dd.). riye de, Börı fîars Herat ’ta, Arslan A rgot Dinar, Kapar, Cemcem, Tuğ-Tigın, Sâlâr-i Ho­ Hemedan ve Sâve Me bulunmuşlardır ( Ibn alrasan ve diğer reislerin idâresinde hareket A gir, 458 yılı vekayii; I. Kafesoğlu, Sulta* eden bütün bu kuvvetler Y â k ü ti’ nin emrinde M elikşah devrinde bügük Selçuklu imparator­ olup, kışları Azerbaycan ’a dönüyorlar idi ( J. luğa, İstanbul, 1953, s. 14, not ı& ). Sultaı Laurent, s. 34 5 M, H. Yınanç. agn. esr., 53 Alp Arslan şark seferine çıktı, 457 { l o b i y d i Ceyhun’u geçerek, T ürkistan’ a girdi; Hazeı v, dd.). Sultan Alp Arştan 1064 baharında Azerbay­ denizi kenarındaki Mankışlak ‘ta Kıpçak re*‘s: can ’a hareket etti, kendisi Arran Ma Lorî kü­ ile savaşarak, onu itaate mecbur etti ve sonrj çük ermeni kıratlığını itaate aldıktan sonra büyük babası Selçuk'un mezarını ziyaret et­ Gürcistan ’a girerken, yanında bulunan oğlu mek üzere, Cend ’e yöneldi. Tâbiiyet arzedeı Melikşah ile vezir Nİ?Sm al-Muîk de A raş Cend hâkimi, sultanı Sabran 'da hediyeler ilt nehri boyunda Sürmari ( Sürmeli-Çukuru ) ’yi karşıladı, Ziyaretten sonra H vârizm ’in. merke ve kiliseleri ile meşhur müstahkem Meryemni* zi Gurganc üzerinden Merv ’e dönen t cemâzişîn kalelerini ve civarlarını zaptettiler ( Ahbâr, yelâhtr 458=m ayıs 106Ö ) sultan Alp Arşlar s. 24 v, dd. 5 Ibn aî-A sir,4S6 yılı vekayîi). Oğlu­ ’m bu İlk Türkistan seferi ile eski ataları üt nun muvaffakiyetinden çok memnun olan Alp kesinin Mâverâünnehr ’e komşu tarafları kami­ Arslan, onları da yanma alarak, Sapİdşahr’i len Selçuklu devletine bağlandı Sultan N ‘ şâ* hücûm ile ele geçirip, müteakiben Bagrat ha­ pür yakınlarında „cennet-i âlâdan bîr Örnt k nedanının payitahtı olup, Bizans ’a bağlı bulu­ olan Rfidgân" { Ravzat al~şafâ, IV. 83 ’a ge nan ve rumlar tarafından müdâfaa edilen, sûr­ lerek, oğlu M elikşah’ın veliahdtik merasimini ları İte meşhûr, A n i’ye yürüdü ve şiddetli hü­ yaptırdı ve aynı yıl ramazan ortasında tem­ cumlar ile bu şehri zaptetti ( 16 ağustos 1064; muz 1066) N işâpÛ r’a gitti. Müteakiben Kir­ bk. M. Brosset, Cali. kist. arm., II, 449 v.d.). man meliki Kavurd ‘un son İsyanını da bastı­ Sonra huzura gelip, tâbiiyet arzeden prens ran (4 5 9 = 10 6 7 ; ve K ırm an‘dan Şiraz a doğ-



SELÇ U K LU LA R. ru hareketle îştahr kalesini tâbiiyete slan Alp Arştan { Ahbâr, s. 28 v.dd. artık bundan son­ raki bütün gayretlerini garp cephesine, yâni Türkmen kuvvetler in* n fasılasız olarak akınlarma devam ettikleri ve orta A sya 'dan müte­ madiyen kalabalık kütleler hâlinde buralara gelen türkter sebebi ile zaptedilmesi zaruret hâlini almış olan Anadolu üzerine teksif etti. Sultandan aldıkları emirlere uygun olarak Kümüş-Tigîn, Afşin, Ahmed-şab, Sâlâr-ı Ho­ rasan, Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Amid, Meyyâfârikin. Ur fa. Adı-Yaman, Harran, Nî* zîb, Suruç, Deluk, Ra'bân ve Antakya tarafla­ rında görünüyorlar (1065 — 1066), yer-yer ka­ leler zaptediyor, şehirlere giriyorlar, mücâdele ediyorlar, zaferler kazanıyorlar, geriliyorlar, fakat muntazaman vazifelerini yapıyorlar idi. Reisler arasında bilhassa dikkati çeken Afşin Malatya civânnda bir Bizans ordusunu bozgu­ na uğratmış, civarı istilâ ve K ayseri’ yi zaptet­ miş (106 7), oradan ÎCilikya ’ya inmiş idi ki, bu sıralarda orta ve şarkî Anadolu türk küt­ lelerinin kaynaştığı yerler hâline gelmiş ve akınlar şiddet kazanmış îdi ( Mateos, s. 123 v. dd.; 133 v .d d .; Barbebraeus, I, 317 v . d ; j . Laurent, s. *4; M. H. Yınanç, ayn. esr., 61 v .d .). Bizans imparatoru D u kas’m 1067 Me ölümü üzerine, imparatoriçe Anadolu Ma turklerî durdurmak ve mümkün olduğu takdirde uzaklaştırmak için, imparatorluğun başına kuv­ vetli bir general getirmek maksadı ile, Bal­ kanlarda Peçenek türelerine karşı başarılar kazanmış olan Romanos Diogenes ile evlendi. Böylece to68 senesi başında imparator ilân edilen Diogenes türkleri Anadolu Man çıkar­ mak kararı ile harekete geçti. Fakat onun ka­ labalık ordusu ile Kayseri üzerinden Haleb ’e kadar Uerİlemes'oe ve Malatya Ma Filaretos, Sivas 'ta Manuei Komnenos gibi yeni tâyin edi­ len Bizans kumandanlarına rağmen, ne Niksar ’ın türkler tarafından tahribine, ne de Ahlat ’taki üssünden hareket eden Afşin ’in tâ Eski­ şehir yakınlarına kadar sokularak meşhur Amorion f Amûriye ) şehrini zapt ve tahrip etmesi­ ne mâni olunamamış idi (Zonaras, s. 104b; îbn al-Aşûr, 499 yılı vekayii arasında; Barhebraeus, 1, 319 ). Diogenes Ün 1069 Ma orta Ana­ dolu Maki ikinci harekâtı esnasında da türkler Konya ’yı ele geçirmiş ve yağmalamışlar idi ( Zonaras, s. 105® ). Diğer taraftan Afşin, Kavurd ile birlikte saltanat dâvası ile isyan ederek, A nadolu’ ya yöne'en. İbrahim Y ın a l’ın kardeşi Er-Sığun ’ ı Alp Arslan 'ın emri ile takip ederken, bu Selçuklu şehzadesinin Sivas ’ta mağlûp et­ tiği Bizans kuvvetleri kumandanı Manuei Komnenos "a teslim olarak, İstanbul 'a gitmesi üzeıine, yoluna devam ile garbî Anadolu ’ya girUiSok AatiklepcdUi



369



" ' H mîş, Denizli yakınındaki Hona2 (Khonae) şehrini zaptedip, yağmalamış ve oradan Marma­ ra sahillerine kadar uzanmış idî ( Attaleiates ’ten naklen J. Laurent, s. 58). Nihayet türkleri Anadolu Man attıktan başka, gerekirse Selçuk: )u imparatorluğunun payitahtına kadar gitmek : kararı ile, uzun hazırlığı müteakip, muazzam bir ordu başında Diogenes 13 mart 10 7 1 Me İstanbul Man hareket üe, Sakarya kıyısında ve Erzurum ’ da konakladıktan sonra, Malazgird ’e geldi. Burası, 40 seneden beri türk kuvvetleri­ nin Bizans kapılarını zorladıktan ve fasılasız bîr şekilde, fakat Selçuklu hükümdarlarının planları ve veçheleri dâiresinde şarkî ve orta Anadolu ’nun muhafız kıt’alannı, askerî yığı­ nakları vurmak, şehir ve kasabaları tahrip et­ mek sûretî ile, müdâfaa şebekesini parçaladık­ tan sonra, fütuhat için olgunlaştırma gayesine ulaştığım anlayan Selçuklu türk imparatorlu­ ğunun Bizans imparatorluğu ite kat’î şekilde hesaplaşacağı yer idi. Sultan Alp Arslan Ş ir­ van Maki karışıklıkları tanzim ve Önünden ka­ çan Er-Sığun '1 takip maksadı ile, 1068 senesin­ de ikinci Kafkas seferim tertipleyerek, yanın­ da vezir Nizâm al-Mülk ve Öncü kuvvetlerinin başında büyük kumandanlardan S&v-Tigin ol­ duğu hâlde, Kafkaslara ileriİemiş. Şeki bölge­ sini atmış, T iflis'e girmiş ( Ahbâr, s. 30 v.d.; M. H Ymanç, ayn. esr., s. 63 v.dd.; V. Minorsky, ayn. esr., s. 65 ), Karananlı hükümda­ rının öldüğünü haber alınca, geri dönmüş, fa­ kat ertesi sene Kafkasya kuvvetlerinin başına Sav-T igîn’ İ tâyin ederek, kendisi Selçuklu devlet siyâseti olan ve Suriye ’nin A tsız kumand sında Türkmenler tarafından işgale baş­ landığı o sıralarda Selçuklu tarafdarı vezir üe baş-kumandan Badr al-Camâli [ b. bk.] arasın­ daki mücâdeleler içinde bunatan Mısır Maki Fatımî hilâfetini yıkmak Üzere, Azerbaycan yolu Üe, harekete geçmiş ı temmuz 1070 >ve'Ma; lazgird ’i zaptettikten sonra, Urfa muhasarasını yanda bırakarak, Haleb önüne varmış idî; burada Bizans ordusunun şarkî Anadolu ’da ilerilediğini öğrenince, sür'atle geri döndü (3 receb 4 6 3 = 7 nisan 1071 ). Cebrî yürüyüş ile Malazgird ’e yetişerek Bizans ordusunu tamâ­ mı ile imha (26 ağustos 1071 ) ve imparator Romanos Diogenes ’i esir etti ( tafsilât için bk. mad M A L A Z G İ R D M U H A R E B E S İ ). Bizans ’ın türklere karşı son ve en kuvvetli ordusunun Malaz­ gird ovasında imha edilmesi ile Bizans müdâfaa şeddi yıkılmış ve Sultan Alp Arslan İslâm ve garp dünyasında büyük akisler uyandıran bu emsalsiz zaferi ile türk yurdu hâline gelecek olan Anadolu ’nun mukadderatını tâyin etmiş­ tir ı bk I. Kafesoğlu, Selçuklu tarihinin mes­ eleleri, Belleten, 1956, sayı 76, s, 475—480).



84



37o



SELÇUKLULAR.



Zaferi müteakip, Sultan A lp Arşla n Karabant) hükümdarı Şams al-Mulk Naşr Han ile o sırada H vârizm ’ de bulunan Melik llyas ara­ sındaki savaş dolayısı ile tertiplediği Mâverâüımebr seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi. Böylece şe­ caati ile meşhûr ve türk ve İslam tarihinin en mümtaz simalarından biri olan bu büyük sul­ tan 25 teşrin 11. 1072 ( lo rebiyülevvel 4 6 6 )’de vefat etti. 45 yaşında idi ve Abü Şucâ‘ kün­ yesini, cAzud al-Davla lekabım ve Burhan A m ir minin unvanını taşıyor idi [ bk. mad. ALP ARSLAN ]. Alp A rşta n ’ ın türklerdekİ mâlûm hâkimiyet telakkisi neticesinde zuhûru kuvvetle muhte­ mel kardeş kavgalarını önlemek için, veliahdlîğini müteaddit kereler tezyit ettirdiği ve ev­ velce Kafkas cephesinden başka H am m , Hûzistan, Şiraz ve İsfahan ’da bulunduğu bilinen ve tecrübeli erlerden kurulu 15.000 süvarilik bir kuvvetin başında bulunan Melikşah sultan ilân edildi ( 25 teşrin II. 1072-, Zubdat al-nuşra, s. 4 7 ; Ahbâr, s. 38*, Ibn al-A şir, 465 yılı vekayit; Rahat al-şudür, s. 123). Tahta çıkışı sırasında başlıca te’siri yapmış olan Nışâm atMülk vezirlikte ipka edildi. Sultan Melikşah hükümdarlığının ilk iki yılında hudutları mü­ dâfaa ve babasının tahmin ettiği iç kavgalar İle uğraştı. Karahanhtar ve Gaznetiterin hu­ dutlara tecâvÜ2 ettikleri 1072 — 1073 kışında amcası Kirman meliki Kavurd Melikşah'ın sal­ tanatım tanımamış, isyan etmiş idî. Sultan, Ni­ zâm al-Mulk ’ün tavsiyeleri ile, önce Kavurd 'u mağlûp ve esir etti (4 şaban 4 6 5 = 10 mayıs 1073). Bu muvaffakiyet Melikşah’ın memleket­ teki durumunu kuvvetlendirdi ve hilâfet ma kanımca da saltanatı bundan sonra tasdik edildi. Sonra şarka sefer yaparak, Kara hanlı­ ları memleketten çıkaran Melikşah ’m Sav-Tigin kumandasındaki kuvvetleri Semerkand ’a kadar ilerilediği zaman, Şams al-Mulk Naşr af diledi {A h bâr, s. 42 v. d .; İbn at-Asir, 466 ve k a y ii). Diğer taraftan üzerine. Harİzmşahİarm atası Anüş-Tigtn ile Gümüş-Tigin Bilge kumandasında gönderilen ordu Gazneli hüküm­ darı ..Zahir al-Davla İbrahim ’i sulbe mecbur etti ı A hbâr, s. 73). İki hanedan arasında sıhriyet münâsebetleri kuruldu. Bu gaileler ortadan kaldırıldıktan sonra, im­ paratorluk payitahtını İsfahan 'a nakleden Melîk şah ’tn geDİş ölçüdeki fütuhatı başlamıştır. Malazgird savaşından sonra bir türk müfrezesi­ nin himayesinde ülkesine gönderilen Romanos Diogenes'in yen: imparator Mikhael V II tara­ fından gözleri çıkartılarak öldürülmesi üzerine, Alp Arslan "ın Anadolu ’nun fethi hakkında verdiği emir (A risdages, s 1471 Mateos, s.



144 j Zonaras. s. I08M tatbik ediliyor İdi. Kutalım ş’ m oğulları Süleyman-şah, Manşîir. Alpllig. Dolat, maiyetindeki kuvvetler de, A rtuk Bey ve Tutak gibi Türkmen reislerine bağlı Türkmenler Anadolu içlerine doğru hareket hâlinde İdiler. İmparator M ikhael’in türklere karşı teşkil ettiği «ölmezler" adlı husûsî kına­ lara ( Anna Komnena, Alexiade, frns, trc. 8. Leib, Paris, 1937, I* î 8 ) ve bu askerlerin dâhil bulunduğu şark orduları kumandanı İsak Komnenos emrinde Ücretli franklar ile takvi­ yeli Bizans orduları yer-yer mağlûp ediliyor, Sapanca civarında bozguna uğratılıyor, tâ İzmit havâlisinde türkmen kuvvetleri ile karşılaşılıyor idî { N. Bryennios, frns. trc. Cousin, Histoire de Constantinople, Paris, 1685. III, 531 v.d.). Bu esnada B irecik ’i karargâh haline getiren Sü­ leyman-şah ’ ın da Antakya üzerine akınlar yapa­ rak, buranın valisini esir alıp, müteakiben Sel­ çuklu hâkimiyetini tanımağa mecbûr olan Ha­ leb’ i kuşattığı sıralarda \I074I, Aia-Şehir ’i zapteden turkler Adalar denizi sahilindeki M ilet’e kadar uzanmışlardı \ J. Laurent, s. 93 î* General N . Bot ani a te ş ’in isyan ederek, türk! erin yar­ dımı ile, imparatorluk tacını giydiği günlerde ( 3 nisan 1078 ' İzmit ve bütün Koca-Eİİ türk hâkimiyetine geçmiş ve o zaman hiç bir Bizans mukavemeti görülmeyen Anadolu’da Attaleiates ’ten naklen j. Laurent, ayn. yer.) sahil bölgeleri dışında kalan her yeri turkler istilâ eylemişlerdi. Riyaset dâvası yüzünden bozuş­ tuğu kardeşi M anşûr’u Sultan Melikşah tara­ fından gönderilen Porsuk kumandasındaki or­ dunun yardımı ite ortadan kaldırdıktan sonra, Anadolu hükümdarlığı menşûrunu halîfenin tasdiki, hil’ati ile birlikte alarak, buradaki as­ ker! kuvvetlerin başına geçen Süleyman-şah, imparatora isyan eden general N Metisaenos ’un yardımcısı sıfatı ile, garbi Anadolu ’nun bir çok kale ve şehirlerine el koyduğu gibi, İznik ’e girerek 1078 ), kendine merkez yap­ tığı bu tarihî şehirden Üsküdar ’a kadar ile­ ri lemeğe ve B oğaziçi’ ni murakabe etmeğe im­ kân buldu ( N. Bryennios, s. 593 î Lebeau, Histoire du Bas-Em pire, Parla. 1833. X V , 8 1). Bu hâdise üzerinedir ki. Bizans imparatoru l o S t ’de Ç in ’ e gönderdiği bir elçilik bey’eii ile. hâkimiyeti Türkistan’a kadar uzanmış bu­ lunan Selçuklu i mr arat urluğunun şarkta tazyik altına alınmasını te'nrne çalışmıştır { bk. W Eberhard, Oriens. 1948. I. *4-6^. 1085 ’e kadar Anadolu ’nun fethi sırasında. Âmtd Diyarbekır). M eyyâfânkîn Silvan başta olmak üzere. Mardin, Hisn-Keyfâ. C iz re ’yi ve daha 30 kadar kaleyi ihtiva eden Mervânî ülkesi, buranın vezîri Fajır at-Davla Muhammed b. Cnhir ’in yardımı ve Bagdad şihneliğinden Irakı*



SELÇUKLULAR. Acem umûmî valiliğine getirilen SaM aLDavJa Gevherâyîn. Artuk Bey, Çubuk Bey, Moncuk Beri, Çökürmış ve Hâcib Altuntak kumandala* rında sevk edilen ordular ve Türkmen kuvvet­ lerdin gayretleri ile. Selçuklu imparatorluğuna katıldı ( 1085 : ve aynı yıl içinde, Kesim al-Davia Ak-Sungur ile diğer Türkmen reislerinin Mu­ sul *a girmesi ile, bu havalideki Ukayli toprak­ lan da Selçuklu imparatorluğuna bağlandı >bk. 1 Kaiesoğlu, Sultan M elik şa h ... f s. 40 —56; ibn Vâşil, M ufarric al-kurüb, nşr. Şayyâl, K a­ hire. 1953. I. II v. dd.). «Dâima muzaffer" bü­ yük Türkmen beyi Artuk Bey şi’î inançlı K ar­ ınatîler [ b. b k .j’ in bulunduğu al-Ahsa" ve Sahrayn adalarını itaate almış idi. ( Si bit İbn al* C avzi. Mir'ât al~zamân, Yun ini nüshası. Türkıslâm eserleri müzesi, nr. T. 2135, Xtl, 32 ). Şt’îlik ile mücâdele Selçuklu imparatorluğu­ nun ana siyâset çizgilerinden biri olduğu için, İslâm dünyasında ikilik ve korkunç b>r düş­ manlık yaratan bu akidenin yayılmasında ocak vazifesini gören Mısır Fatımî devletinin orta­ dan kaldırılması Selçuklu sultanlarının başlıca gayeler nden idî. Sultan A lp Arslan ’ın son yıl­ larında Dimaşk m zaptına me’mûr edilen ( mayıs 1071 Bngdad şihnesi A y-Tıgin’den başka Suriye ’ye gönderildiğini gördüğümüz Türkmen beyle­ rinden Atsız, daha Önce baş-bağları idaresinde bu havaliye gelen Nâ vak i ya Türkmenleri t Irak Oğuzları >tarafından işgal edilmiş otan Filistin sahasını i Sibt, ayn. e s r 4a—$ 1 almış. Kudüs ’ü zaptetmiş, A kkâ kalesinde Badr al-Camâli ile mücâdeleye girişmiş ( 1072 ) ve Dimaşk '1 üçüncü muhasarasında ele geçirmiş 10 haziran 1076 ve şi’î ezanım kaldırarak, Abbasî halîfesi ve Sul­ tan Melikşah adlarına hutbe okutmuş idi. Fakat Atsi2 ın 469 t 1077 Maki Mısır seferinde Ka­ hire önünde muvaffak olamaması t İbn Kaiânisi, Z ayi Târih Dimaşk, nşr. H. F. Amedroz, Bey­ rut, 1908, s. 108; İbn Muyassar, nşr. H. Masse, Annales d 'E g y p te . Kahire. 1919, s. 25: ibn al-A şir, 469 yılı vekayiı t üzerine. Sultan Melik­ şah tarafından kardeşi Tâc al-Davla Tutuş E b. bk.j Suriye meliki tâyin edildi. Ş am ’ ı mu­ hasara etmiş olan Mısır ordusunu ric’ate mec­ bur ettikten sonra, A tsız ’ı da ortadan kaldı­ ran Tutuş, bölgenin rakipsiz sahibi oldu frebiüievvel 471=* eylül 1078 i bk. t Kafesoğlu, ayn. ear.. s. 3 1 —38 ). Sultan Melikşah, Şaddâdiler ülkesindeki münâzaalar ve Gürcü kıralı Giorgt H. ‘nin itaat­ sizlik emareleri üzerine, oraya bir sefer yapa­ rak, bütün Kafkasya’yt Sav-Tıgin’e tevdî ettik­ ten {1076) sonra, dönmüş, fakat Gürcü kiralı­ nın tekrar baş-kaldtrması ve eski Ani kıralı Gagik ’in yeniden kıral olmak teşebbüsü sultam ik-nci Kafkasya harekâtına zorlamış idî EÇamîç-



37*



j yan, ayn. esr.t II, 996}. A raş yolu ile Gürcis! tan ’a giden Melikşah. Sav-Tigin ’in durumunu takviye etti ise de ( 4 7 1 —-1078/1079 }, 10 8 0 ’de sevketmek zorunda kaldığı Ahmed, Abü Y a‘küb ve 'İsa Bor i kumandalarındaki Türkmen j kuvvetleri Kars, Oltu ve Erzurum ’u Bizans 'tan istirdat ettikleri gibi, Kutayİs ’e kadar Acaralar bölgesini, Çoruh vadisini ve Karadeniz sahiline kadar olan yerleri tamamen işgal ettiler ( Brosset. I, 359) ki, bu münâsebetle Trabzon da türklere İntikal etmiş ( Anna Konmana, frn. trc. Cousin, 168$. IV, 247 v. d. ) ve 1084 ’te Kak. Bet kıratlığı tâbiiyete atınmış, 1087 Men itı! hâren bütün Ermeniye imparatorluğa bağlan­ mış idi ( Mateos, s. 17 1 ). Sultan Melikşah Kafkasya ve A rrân Maki tâbi bölgeleri amcası Yâkuti ’nin oğlu Azerbaycan umûmî valisi Kutb al-Din İsma i l ’e verdi, Bizans imparato­ ru Aîezİos Komnenos ile 1082 Me İstanbul ’un i Anadolu yakasındaki Dragos çayım hudut tâ; yin eden bir anlaşma imzalayan Anadolu fâtihi i Abu ’ l-Favâris Süleym an-şah’m A n ta k y a ’ya gelerek, Elcezîre ve Suriye ’ nin kilit noktası olan bu müstahkem şehri general Filaretos ’tan zaptetmesi t 12 kânûn II. 1085 ! Suriye meliki Tutuş ite aralarının açılmasına sebep olmuş ve Süleymaa-şa . ’ın nisan 1086 Ma Haleb ’i kuşatması iki Selçuklu şehzadesini sava­ şa götürmüş, ‘A yn Satm mevkiinde vukua ge­ len muharebede ordusu dağılan Süleyman-şah intihar etmiştir 18 safer 4 79 = 5 haziran 1086), Bundan büyük bir teessür duyan Suttan Me* iikşah, hassa kumandanlarından Porsuk, Mu­ cit hid al-Davla Bozan, Kasim at-Davla AkSungur ve diğerlen yanında olduğu hâlde, ka­ labalık bir ordu İle. Isfahan dan hareket ile Musul ve Harran üzerinden, Bozan '1 Urfa mu­ hasarasında bırakarak, ileriledi; Ca'bar ve Manbic kalelerini aldı k ta u sonra. Ha leb e geldi { ramazan 4?9 = kânûn 1. 1086 ), Antakya vali­ liğine Yağı-Sıyan’ı, Haleb bölgesi valiliğine AkSungur ’u tâyin etti ve kendisi Su vay d iy a ’ye kadar giderek, Akdeniz ’in dalgaları karşısında Allahın kendisine nasıp ettiği muazzam fütu­ hattan dolayı şükretti ı İbn Kaiânisi, s. 119 . İbn Vâşil, !, 19 , Rahat al-şudür, s. 129, türk. trc. s. 126 v.d .; Mateos, s, 172, Barhebraeus, I, 334 Bu sırada Lazkiye, Şayzar ve diğer kaleler teslim olmuş, 28 şubat 1087 Me U rfa ’yı zapt eden Bozanda oraya vali tâyin edilmiştir. Bu hava­ lideki karışıklığın düzelmesi Üzerine S in 3 çö­ lüne kadar bütün Suriye kıt’ası Dimaşk Ta bulunan T u tu ş’a bağlı Şam meliki ği şeklini almıştır. Süleyman-şah ile olan savaşta Tutuş tarafında yer alan ve büyük yardımı dokunan Artuk Bey de Kudüs ve civarma sahip bulu­ nuyor idi.



%n



SELÇUKLULAR.



Haleb ’den ayrılan Sultan Meltkşah Bagdad ’a gitti ve balkın coşkun tezâhürâtı arasında hilâfet erkânı tarafından karşılandı; Dâr aU HİÎâfa ’de tertiplenen büyük merasimde halîfe al-Muktadi b l’llâh yine uşarkm ve garbın hü­ kümdarı" sıfatı ile, Sultan Melikşah’a iki kılıç kuşattı { 17 muharrem 4 8 0 = 35 nisan 1088 ). Bu esnada İsfahan ’dan büyük kumandanlar refaka­ tinde, Terken Hatun ile birlikte, Bagdad ’a ge­ len M elikşah’m kızı halîfe al-Muktadi ile ev­ lendirildi. Bu münâsebetle Mehmelek ’in hay­ ret verici kıymetli cihazı He yapılan muh­ teşem düğün ve Bagdad ’da günlerce süren şenlikler, Selçuklu imparatorluğunun azamet ve satvetînî göstermek bakımından, dikkate şâyândır (tafsilât için bk. İ, Kafesoğlu, Sultan Meltkşah , s. 86—98 }. Süleyman-şah ’ ın Antakya ’ya giderken İz­ nik ’te yerine bıraktığı Abu ’i-l^âsim Gemlik körfezinde bir türk donanması inşâsına giriş­ miş iken, imparator Atexios Komnenos tarafın­ dan kandırılarak, İstanbul ’a götürülüp, sulta­ na cephe alması üzerine, Metikşah ’m sevkettiği Porsuk { bk. mad. BuRSUK j ve arkasından Bozan kumandasındaki kuvvetler tarafından bertaraf edildi ( Anna Komnena, frn. trc. Causin, s. 184, 189; Lebau, XV, 193— 197). A b u ’l-Kâsim ’ den sonra yerine geçen kardeşi A b u ’I-Ğâzî, 10 9 2 ’de Süleyman-şah’ ın oğlu Kılıç Ars* lan 1. gelinceye kadar, İznik ’i muhafaza etti. Vücûda getirdiği kuvvetli bir donanma ile B izan s’ı ciddî tehlikeye sokan diğer bir türk kuvvetini de İzmir beyi Çakan teşkil ediyor idi. Anadolu ’ya yakın adaları zapt ve müteaddit defa Bizans donanmasını mağlûp eden Çakan Bey, İstanbul ’u zaptederek, Bizans imparatoru olmağı düşünüyor ve bu maksatla, Balkanlar üzerinden şarkî Trakya ’ya kadar inmiş olan Peçenek türkleri ile ittifak ederek, Marmara kıyılarındaki Selçuklular ile birlikte, Üsküdar —Edirne—Çanakkale arasına sıkıştırılmak sû reti ite, üçlü türk kıskacı içine alınmış olan Bizans imparatorluğunu çökertmek istiyor idi. B izan s’ı bu buhranlı durumdan ancak en seç­ kin Bizans imparatorlarından bîri olan Aîezios Komnenos, Peçenekler ile Kuman türkleri ara­ sındaki Meriç kenarında vuku bulan korkunç Lebonium muhârebesi ( 29 nisan 1091 ) netice­ sinde, kurtarabildi (bk. İ. Kafesoğlu, Sultan M etik şa h .,., s. 10 7— 1 13 ) . Sultan Metikşah, Semerkand hükümdarı Ahmed Han 'dan halkın şikâyeti üzerine tertip­ lediği Mâverâünnehr seferinde mayıs 1087 ’ yolu üzerine düşen kaleleri ve müstahkem mevkileri birer-birer aldıktan sonra. Buhârâ ’yı zaptetti ve Sem erkand’ı kuşatarak, Ahmed H an’ ı esir almak sûreti ile,Karahanlılann garp



kolunu Selçuklu imparatorluğuna bağladı. Mü­ teakiben Taraz (T a la ş) hâkimini tâbiiyetine aldı ( Zubdat al-nuşra, s. 89; Ahbâr, s. 50). Balasagun ve İspicâb hâkimleri vergi taahhüt ettiler. Sultan Ö zkend’e vardığı zaman, Kâşgar hükümdarı Hârün Buğra Han huzura ge­ lerek, tâbiiyetini arzetti { Ahbâr, s. 50 ; Ibn alA sir, 480 yılı vekayii). Boylece Kara hanlıların şark kolu da Selçuklulara bağlanmış oldu. Bü­ yük Selçuklu imparatorluğu hudutları Çin şed­ dine kadar uzandı (4 8 2= 10 9 0 ). 1091 yılında, Türkistan’ daki karışıklıkları düzeltmek üzere, oraya ikinci bir sefer yapan Sultan Melikşah aynı yılın son baharında Bagdad ’ı ikinci ziyâretinde (ramazan 484= te şrin II. 109* ) akdet­ tiği harp meclisinde Tâc al-Davla Tutuş refâkatinde olarak, Sa'd al-Davla Gevherâyfn, Kasım al-Davla Ak-Sungur ve B ozan’ı Suriye ’nin sâhil bölgelerini zapta ve Fatımîler ile Öteden beri siyâsî ihtilâf ve rekabet mevzuu olan M ekke’ deki hutbe ve M edine’de hâki­ miyet işinin halline ve Yemen ile Aden hayâlı­ sının fethine me’mûr etti. Bu münâsebetle Torşek. Çubuk, Yarınkuş gibi kumandanların idâresindeki Selçuklu ordusu. Hicaz klt’asını ta­ mamen imparatorluğa bağladıktan sonra, Y e­ men ve Aden havalisi de türk hâkimiyetine ilhak edildi ( Zubda, s. 69; İbn al-A şir, 485 yılı vekayii Sünnîlik-şî’îîik dâvasında Sultan Melikşah ’ın meşgûl olması lâzım gelen meselelerden bîri de imparatorluk dâhilinde Haşan ŞabbSh ’m bayrakdarlığsnı yaptığı bâtını faaliyeti îdi ( bk. ‘ Ata-Malik Cuvayni, Târih-i cihânguşâ, nşr. M irza Muhammed K azvini, 1937* G M S, III, 146 v. d., bk mad. BÂTINİYE h Bilhassa Alamut [ b. bk.] ’u ele geçirdikten ( eylül 1090) sonra ciddiyet kazanan bu râfîzî yuvasını yık­ mak üzere, Melikşah Yorun-Taş, Kızıl-Sarig, Kol-Taş gibi kumandanları şevketti ise de, bu harekât devam edemedi ( Târîh~i 5 /sfön, s. 386; İbn el-A sır, 485 yılı vekayii; Târih~i cihânguşâ, 1, 19, IH, 202 v.d.); çünkü o sırada Bagdad ’a gitmiş olan Sultan Melikşah, şehza­ de Berkyaruk f b. bk.] yerine kendi oğlu Mafamud ’u veliahd yapmak isteyen muhteris Ter­ ken Hatun ile. Melikşah ’a muğber bulunan ha­ lîfe al-Muktadi b i’Uâh’ ın iş-birliği neticesinde zehirlenerek, öldürüldü ( 16 şevval 4 8 5 * 3 0 teş­ rin 11. 1092; Zubda. s. 83, 235; Ahbâr, s. 49 i İbn al*Aşir. 485 yılı vekayii; İbn al-Cavzi, alMuntazam. Hsydarâbâd 1359. IX, 64 * Mucmal al-tavârlh va kısas, s 408; T ârih-i Baykak, s, 76; Vardan, s. 184 Kîragos. Vekayi-nâme; Venedik, 1863, s. 6 0; Mateos. s. 178, 226; Barhebraeus, 1, 334 )• 38 yaşında iken vefat eden Metikşah K â şg a r’dan Boğaz’ çi'ne, A kdeniz’ e,



SELÇUKLULAR.



373



K a la slard an ve Aral gölünden Hind denizi ilân edildi. Berûcird 'deki savaşta kuvvetleri ve Yemen e kadar genişletmek sureti ile dün­ bozguna uğrayan Terken Hatun, Azerbaycan ya nı;\ an büyük imparatorluklarından biri hâ­ meliki Kutb al-Din İsmâ'il ile evlenmek sûre* line getirmeğe muvaffak olduğu Selçuklu dev­ ti ite, onu iktidara getirmeğe çalıştı, fakat îsletinin hudutlarını daha uzaklara götürmek, m â'il de mağlûp oldu. Bu esnada Şam ’da kendi­ M ısır’ı. M agrib’ i zaptetmek ve bîr dünya hâ­ sini Selçuklu sultanı ilân etmiş bulunan ve ülke­ kimiyeti kurmak emelinde idi. Selçukluların sinde kendi adına hutbe okutan Tâc al-Davîa en büyük hükümdarı ve tarihte en büyük Tutuş, Berkyaruk tarafdarı Haleb vâlisi Kasım türk imparatorlarından biri olan Metikşah bir al-Davla Ak-Sungur ’u, bunun ölümü İle netice­ çok sultan ve meliklerin metbuu bulunduğu lenen mağlûbiyete uğrattıktan ve Urfa vâlisi için al-sultân aLa'çam, sultân al-'âlam diye Bozan ’ı da aynı sebepten öldürdükten sonra anılır ve aynı zamanda al-sultân al-'âdil ve (İbn Vâşil, I, 22—27 ), ordularının başında ElAbu ’l-Fath lekaplannı taşır idî. Halîfe tara­ cezîre ve Diyarbekir ’e doğru ileriliyordu. Oğlu fından kendisine »calâi al-dunyâ va ’l-d ia" le- adma yaptığı mücâdelede Berkyaruk ’a mağ­ kabı ile birlikte Kasım Am ir al-Mu minin ( »ha­ lûp ve esir olan, sonra da 1094 ’ te bir suikast lîfenin ortağı" ) unvanı verilmiş idi. Adaleti ve ile Öldürülen Terken ortadan kalktı, Azer­ şefkati ile imparatorluğu dâhilinde uyandırdığı baycan üzerinden R e y ’e kadar gelmiş olan derin hürmet ve sevgiden dolayı, vefatı türk- Tutuş ile Berkyaruk arasındaki savaşta Tutuş ler ve İslâm dünyası için olduğu kadar, erme- mağlûp ve telef oldu { 7 safer 488—26 şubat niler, süryânîler, diğer hıristiyanlar ve şâir din 109$ ). Fakat onun Suriye 'deki oğullan Faht mensupları arasında da teessürü mûcip olmuş al-Mulük Rİzvân ve Şams al-Mulük Dokak, ata­ ve her tarafta mâtem havası yaratmış idi , taf­ bey Tuğ-Tigin’ in teşviki ile, merkezi tanımaya­ silât için bk. t. Kafesoğlu, Sultan M elikşah, rak, kendi adlarına hutbe okutmağa devam et­ s. 3 i i v. d d .; ayrıca bk. mad. MELİKŞAH). tiler Vaktiyle Sultan Melikşah ’a iki kere is­ yan edip ( bk. İ. Kafesoğlu, M elikşah, s. 57 v. dd.}, ü. Büyük S elçu k lu İmparatorluğunun hapse atılan amcası Tekİş, Tutuş ile iş-birliği PARÇALANMASI. yaparak. Beth ’te yerleşmek üzere ayaklandığı Büyük sultan Melikşah ’m ölümünden sonra, için, mart lo 9 4 ’te Berkyaruk tarafından ya­ aş»-yk. 30 yıldan beri Selçuklu vezirliğinde kalanarak, boğdurulmuş idi. Kirman ’da da Kabulunan meşhur Nîşâm al-Mulk [b . b k .J’ ün de vurd oğullarının merkezden ayrıldıkları bu buh­ sultandan bir ay kadar önce bâtınîler tarafın­ ranlı zamanlarda H orasan’da bulunan Süley­ dan katledilmesi dolayısı ile, Önü alınamayan man-şah’m oğlu Kılıç Arştan 1. ( b. bk.}, ka­ taht mücâdeleleri yüzünden, imparatorluk kar­ labalık Oğuz Yıva oymağının başında, Untk’e gaşalık içine düştü ve dört kısma bölündü; gelerek ( 1092 }, Anadolu Selçuklularının 2. sul­ 1. İrak ve Horasan Selçukluları t Büyük Sel­ tam sıfatı ile, idareyi Abu ’l-Gâzi ’den deyr çukluların devam ı), 1194 ’e k ad ar; a. Kirman alırken, bunu da Önleyememiş olan Berkyaruk, Selçukluları, 1092— 118 7, 3» Suriye Selçuklu­ Mahmud hastalanarak öldüğü için, hâkimiye­ ları, 1092— I I 1 7 ; 4. Anadolu Selçukluları, 109a tini kısmen sağlamağa muvaffak olduğu bir — 1308. Sultan Melikşah Han sonra arka-arkaya sırada, H orasan’da, bütün şark ülkelerine şâ­ hükümdar olan dört oğlu zamanında ve daha mil olmak üzere, istiklâl ilân eden amcası Arslan başlangıçta Anadolu imparatorluktan ayrılmış Argun ile uğraşmak mecburiyetinde kaldı ve olup, S u riye’de Selçuklu ailesinin iktidardan ona karşı küçük kardeşi Sancar t. veya Sencer) düştüğü 1116 senesine kadar şeklen merkeze [ bk. mad, S E N C E R 3 ’*, ata-beyi Kamaç île bir­ bağlı kalmış ve son »büyük sultan" Sencer likte, Horasan ’a gönderdi, kendisi de oraya Men ( ölm 115 7 ) sonra ise, geri kalan üç Sel­ yürüdü. Arslan Argun bir suikast ite öldürüldü çuklu devleti ayrı mukadderata sahip olmuştur. ( 1097 )* Berkyaruk, Sen cer’i Horasan meliki 1. İ r a k v e H o r a s a n S e l ç u k l u l a r ı tâyin ederek, Beîh havalisini Gazne sınırına devletinin umumî tarihi, Sultan Sencer is­ kadar ona tevdî etti. Hvârtzm ’de vali bulunan tisna edilirse, cesür, fakat atalarına lâyık ol­ Kıpçak Kürklerinden Koçkar-oğlu Ekinci bu mayan, siyâsî zekâdan mahrum, feifâyetsiz hü­ sene Arslan Argun 'un tarafdarlan tarafından kümdarlar, haris ve hiylekâr devlet adamları öldürülmüş { 1097 } ve yerine »taştdâr" Anuşve bâtını cinayetlerinden ibârettir* Terken Ha­ Tigin-oğlu Muhammed Hârizmşah tâyin edil­ tun, kumandanları celp için, büyük mâlî fedâ­ miş idi ( bk. î. Kafesoğlu, Hârezmşahlar devleti kârlıklar karşılığında, henüz 5 yaşında bulu­ tarihi, T T K yayını, Ankara, 195b, s. 37 v.d.), nan oğlu Mahmud ’u s u l t a n ilân edip, nâmına Berkyaruk ’a 1099 ’dâ diğer kardeşi Azerbay­ hutbe okuturken, Nizâm al-Mülk tarafdarlarm- can meliki Muhammed Tapar isyan etmiş ve ca tutulan veiîahd Berkyaruk Rey ’ de sultan Melik Sencer, A r tuk-oğlu İl-Gâzî, Kür-Buga [b.



374



SELÇUKLULAR,



bk.l, Gevherâyîn ve diğer büyük kumandan ve Trablus-Şam civarlarında yerleştirmeğe başla­ beyleri etrafına toplayarak, imparatorluk payi­ dıkları sıralarda ( İbn al-'Ad im, Zubdat at-katahtı Isfahan ’ı zapta muvaffak olmuş, fakat lab, I, 294—296; îbn Kalânisi, s. 92 ), Avrupa ı ı o o ’de mağlup ettiği Berkyaruk tarafından Man bir çok hıristiyau zâhidleri ve kontlar Hemedan civarında bozguna uğratılmış, iki or­ İdaresinde hıristiyan kafilelerinin K u düs'e ka­ du, teşrin II. l l o l 'd e 3. defa karşı-karşıya gel­ dar gelerek, hac ifâ edebilmelerinden ( krş. M. diği zaman, halîfenin tavassutu ile iki kardeş, Miehaud, Histoire des Croisades, Tours. »853,3. devleti taksim etmek üzere, uztaşmişlardı. 16 ) de anlaşılacağı üzere, Kudüs mevzuunun Buna göre, Muhammed Tapar „m elik" olarak ikinci planda yer aldığı, hattâ daha sonraki Azerbaycan, Eicezîre ve Diyarbekİr ’ı alıyor. hâdiselerde de görülmüştür. İki keşiş taralın­ Seneer yerinde kalıyor ve Berkyaruk ’un sul­ dan sevkedilen pek kalabalık, inzibatsız haçtı­ tanlığı kabûl ediliyor idi. Ancak bu bir şekil­ lar Bizans tarafından Anadolu yakasına geçi­ den ibaret idi Nitekim Muhammed tekrar ken­ rildikten sonra, daha Kocaeli yan m-adası uda disini sultan ilân etti Fakat muvaffak olamadı; iken, imhâ edilince > 1096 son baharı ). kontlar çekildiği Azerbaycan Ma yeni kuvvetler top­ ve dükler tarafından hazırlanan ve idare edi­ layarak, Berkyaruk ’un karşısına çıktı ise de, len hakikî x haçlı ordusu İznik 'i, Anadolu SelHoy önünde tekrar mağlûp oldu. Bu defa E r­ çuklutanndan alarak haziran 1097 ), öncü ku­ zurum Ma ‘ tmâd al-Din *AH( A h la t’ta Sökmen mandanı Bohemond Suriye ’ye yönelip, Kudüs gibi, şarkî Anadolu turk beyleri ile iş-birliği yolunun kapısı Antakya ’yı kuşattığı zaman, bu yapınca. Sultan Berkyaruk devleti resmen tak­ müstahkem şehir vali Yağı-Sıyau tarafından sime mecbûr oldu Azerbaycan Ma Sefîd-Rud müdâfaa edilirken. Sultan Berkyaruk’un gönder­ sınır olmak üzere, Kafkaslar ve S u riy e ’ye ka­ diği Musul hâkim* Kür-Buga, Dtmaşk meliki Dodar bütün memleket Muhammed’e verildi ve !ı kak ve atabeyi Tuğ-Tîgin. Kudüs ve Eicezîre buralarda yeni sultan adına hutbe okundu sahibi Artuk oğlu Sökmen ve diğerlerinin kuv­ ( 110 4 tbn al-Cavzi. IX. 104 v.d. Zubdat at- vetleri de takviye edilmiş olmakla beraber, yol­ naşra, s. 83—88: Ahbâr. s. 52— 55; İbn Kala­ da açldar tarafından zaptolunarak. bir kont­ nı si, a. 13 7 . Rahat al-şudâr, s 130— 1 5 1 ; tbn luk te’sis edilmiş bulunan U rla yı istirdada al-A sir, 485—404 villan vekayii Barhebraeus. çalışması dolayısı ile geciktiğ nden. denizden I, 334 v.d-; II. 340— 343 . Da-ıa çocukluk ça­ yardım gören haçlıları kuşatmasına ve onları ğında mücâdeleye atılmak zorunda kalan Rukn teslim olmağa hazır bir duruma düşürmesine al-Din Abu ’1-Mu?affar Berkyaruk meşakkat­ rağmen 5 haziran 1098}. başan kazanamadı ler içinde hastalandı ve aenüz 36 27 yaşların­ ve A n tak ya’yı ele geçiren haçlılara S u riye’ye da iken Öldü kânün 1. 1104 ) Yerine geçen hâkimiyet yolu açılmış oldu ( Histoire anonyme oğlu Metikşah II. ’ı sür’atle iktidardan düşüren de ta Premıere Croisade. nşr ve frans. trc. L. Muhammed Tapar Selçuklu sultam oldu 110 5 t. Bre ier Paris. 1924. s. 97 v.d.. 110 v. d .. UrDağıtmağa yüz tutan büyük Selçuklu impa­ fatı M-iteos. s. 192 —198: Barhebraeus. II. 339 vekayiî). Ünlü eseri Siyâsatlara katılmışlardır ( msl. bk. Sibt İbn al-Gavzi, nüma ’de tebea için sofra hazırlatmanın hü­ İbn Kalânisi neşrinde, s. 109). kümdarlık zarüretlerinden olduğunu ve pâdi­ Orduda kalabalık şekilde süvari sınıfının şâh yemeğine sultana bağlılıkları malum olan teşkili, sağ ve sol taksimatı, büyük savaşlarda devlet ricali ve ileri gelenlerin katılmamasında ( Dandanakan, Malazgird, Çağrı Bey ’in K afkas mahzûr bulunmadığım kaydeden vezir Nişâm se fe ri) müşahede edilen boz-kır savaş tâbi- al-Mulk ( Siyüsat-nâma, göst. y e r.; ayrıca bk. yesi ( «Turan taktiği", bk. J . Darko, Turâni İ. Kafesoğlu, Selçuklu veziri Nizam al-Mulk hatâsok 'a görög-Röm ai hadügg fejlödeseben , ’ün eseri Siyâsetn&me ve türkçe tercümesi, Hadtörtenelmi közlem enyek, Budapeşte, 19 3 4 , T M , 19 5S» XII, 250) bu sûretle, davete gel­ XX X V , 3—40; ayn. mit, Influences tourani- meyen halk veya oymak beylerinin itâati red enns s ur Vevolution de Vart militaire des Grecs, etmiş sayılacağını belirtmiştir. Tuğ ( Divan, des Romains et des Byzantins, Byzantion, 1935, III, 127 • bk. mad. B A Y R A K ), aslında birer as­ X, 443—463 ) hep eski türk boz-kır kültürünün kerî tatbikat olan büyük sürek avları, top Selçuklular zamanında yaşayan kıymetleridir ( kurra , gûy ) ve çöğen oyunu { Siyâsat-nama, ki, bunlar, bâzı farklar ile, fakat esasta aynı fasıl 17), Sultan Tuğrul B e y ’in, son evlenişi kalmak üzere, tâ Osmanlıİar devrinde bile gö­ münâsebeti ile, Bagdad ’da yapılan düğünde rülür: Yine eski türk örf ve âdetlerinin deva­ türk şarkıları söylenirken oynadığı (Barheb­ mı olarak yoğ ( Dîvân, III, 1 4 3 ; Eski türk ya~ raeus, I, 315 ) ve Bartbold’ a göre ( Orta Asya zıtları, ıjo * , Zubdat al-nuşra, s. 24 ), ölen karde­ türk tariki hakkında dersler , s. 97 ), ruslara şin karısı ile veya dul kalan genç üvey ana ile da intikal etmiş olan türk raksı ve emsali, as­ evlenme (msl. Çağrı B e y ’İn dul zevcesi He kerî kıyâfet ve bunlardan başka bütüu türk Tuğrul Bey ’in evlenmesi. Bu sebeple o kadın­ unsur arasında mevcut olup, töre hükümleri­ dan doğan Çağrı Bey ’in oğlu Süleyman ’r Sul­ ne göre yürütülen Örfî hukuk ( R, Giraud, tan Tuğrul Bey vetiahd göstermiş id i; bk. İbn VEmpîre des Turcs celeste, Paris, 1960, s. ?ı ) al-A sir, 455 yılı vekayiî; Kavurd Bey ’ in Sul- hep orta A s y a ’dan Selçuklu imparatorluğuna ’ tan A lp Arslan ’ın dul zevcesi ile evlenmesi, intikal etmiş ve daha sonra türk-islâm dünya­ bk. Barhebraeus,' I, 32$ v.b.), hanedana men­ sında asırlarca mevcûdiyeti görülen hususlar­ sup olanların, kanlarını akıtmamak için, yay dır (Türk hukuk an’aneleri için‘ daha bk. M. F. kirişi ile boğdurulması (M, F. Köprülü, Türk Köprülü, Orta zaman türk hukukî mûesseleri.



ve ’ Moğul sülâlelerinde hân edan âzasımn ida­ mında kan dökme memnâiyeti, Türk hukuk



İslâm âmme hukukundan ay>-r bir türk âmme hukuku yok mudur ? İkinci Türk tarih kon-



390



SELÇUKLULAR.



g resi zabıttan, İstanbul, *943» s. 387—396, ve, bütün bunlara ilâveten, çeşitti mezhepler ve râftzî telakkiler yüzünden, halkın birbirine 4 i 1)» 4. H ü k ü m d a r l ı k t e l a k k i s i . Hâkimi­karşı münâfereti (bk. M. Şemseddin Günaltay, yet anlayışı bakımından, kayıtsız-şartsız bîr Selçuklular Horasan ’a indikleri zaman İslâm irâdeyi temsil eden msl. eski Iran imparatoru dünyasının siyasal, sosyal, ekonomik ve din î ve, Allahın sözcüsü olan Peygamberin vekili durumu, Belleten, 1943, sayı 25, s. 59— 10 1 } ile İslâm halîfesi telakkisinden farklı bulunan türk Selçuklu devletinin kurulduğu ve imparator­ devletinde hükümdar İle tebea arasında bir luğun geliştiği sıralardaki siyâsî birlik, dînî nevi zımnî mukavele mevcut idi. Halkın itaat tefrikaların izâlesi, halkın refahı, ve İktisadî ve sadâkatle bağlılığına karşılık, hükümdarın kalkınma, âsâyiş ve sükûn Kutadgu b ilig 'deki da İdaresi altındakileri doyurması, giydirmesi «türk hükümdarı" hakkmdaki tavsifi açık şev­ ve zengin etmesi töre icaplarından idi ( bk. klide tevsik edecek bir mâhiyet arzetmektedir. Eski türk yazıtları, İstanbul, 1941, IV, fihrist). İmparatorluk ahâlisini huzur ve güvene kavuş­ Karahanlılar ülkesinde yazılmakla beraber, turmak sûreti üe, »hükümdar tâ bilerinin hiz­ umûmiyetle türk telakkisini aksettiren ve ya­ metindedir" şeklindeki türk devlet anlayışını zıldığı devir (4 6 2 = 10 6 9 /10 7 0 ) itibârı ile de İslâm dünyasında fiilen ortaya koyan, bu -se­ Selçuklularda bakım görüşler! ihtiva edeceği beple sultanlarının çoğu „al-sultân ab'adil" şüphesiz bulunan Kutadgu bilig (trc. R. Rah­ diye anılan ve müşfik, mülayim, merhametli meti A rat, T T K , Ankara, 19 59 ,s. 5 5 ) ’ in «bey" kimseler oldukları belirtilen Selçuklu, idareci­ { hükümdar ) olmak için, hizmet etmek lâzım leri, aym zamanda eski devlet bünyesi icabı, geldiğini belirtmesi türk hükümdarı ile tebeası bu ülkede saydığımız mahallî hâkimleri, ancak arasındaki münâsebeti en iyi şekilde ortaya koy­ karşı koyanları şiddet göstererek, itâati kabul maktadır. Hükümdarı »kanun" ile temsil eden edenleri yerlerinde bırakarak, Selçuklu devlet ve beyliğin temelleri olarak iyilik ve doğrulu­ sultasına bağlamakla iktifa etmişler, fakat on­ ğu gösteren yine bu mühim esere göre (s. 36, ların iç işlerine müdâhalede bulunmamışlardır. 68 v.dd., U 2 v.d., 126), kısaca iyilik başkala­ Çünkü maksat balkı tazyik altına alıp, sömür­ rına yedirmek ve onları doyurmaktan, doğru­ mek değil, sâdece adalet ve »kanunu" mer’iluk İse, adalet tatbik etmekten ibarettir. Böyle yette tutmak idi. Böylece şahsî meşgalelerine, bir felsefî siyâset kitabında ayrıca »dünya bey­ dinlerine, örf ve an’anelerine karışılmaksam, leri arasında en iyileri türk beyleridir" (s. 3 1) tam serbestlik ve emniyet içinde yeniden gün­ diye tasrîh edilmesi husûsî bir ehemmiyet taşır lük hayatına atılan, türlü din ve telakkiye men­ ki, bunun delilini Selçuklularda bulmak müm­ sup, türlü dil konuşan kütlelerin Selçuklu sul­ kündür. Selçuklular gelmezden önceki şark-îs- ta niar mm rehberliğinde yürütülen yeni devlete lam dünyasında ; MâverâÜnnehr ve Horasan ’m bağlanmaları le’min edilmiş idi. imparatorluk bir kısmında Sâmânîler, S îsta n ’ da Saffârîler, dâhilinde vâki bâzı askerî harekât ise, bilin­ Fars bölgesinde Şebankâre, Horasan ’m diğer diği üzere, ictimâî veya İktisadî sebeplerin parçası ile Cürcân havâlisinde Sîmcûrîter, Mâ- değil, siyâsî ihtirasların neticesidir ve halk, zenderan ’da Bâvendîîer, Rüstemdar ’da Pâdus- büyük bir ekseriyetle, bu gibi mes’eieîer ile pânîler, Taberistan Ma Alevîler, Cürcân ’da Zi* yakından ilgilenmemiştir) Anadolu ’da görülen yârîler, Nîhâvend ’de Hasanveyhîler, Isfahan ve kısmen ictİmâî-dînî Babâüer isyanı hakkında Hemedan ’da Kâkuyîler, Şirvan ’da Şirvanşah- aş. bk.). lar, A r ran ’da Şeddadîler, Derbend ’ de Hâşi.5 . A m m e h u k u k u a n l a y ı ş ı n d a de ­ ımler, şimalî Suriye ’de Hamdanîier, Musul 'da ğ i ş i k l i k . Tarih sahnesine çıktıkları anlar­ Ukeylîler, Diyarbekir ve Meyyâfârikîn ’de Mer- dan beri devlet kurucu olarak, yâni âmme huku-: vânîler, Haleb ’de Mirdâsîler, Hilİe ’de Mezye* ku vaz’etme vasıflan ite tanınmış olan türklerîn diler ye bizzat Bagdad üe Irak-t A ra b ’da Bü- daha evvelki devirlerinde, bilhassa, Köktürkveyhıler v.b. gibi birbirine cephe almış 20 ka­ lerde, Uy gurlarda, Hazarlarda mevcut din ve dar mahallî hâkimiyetin yarattığı siyâsî ayrılık dünya işlerini birbirinden ayırmak prensibi İs­ ve karışıklık, ayrıca aynı siyâsî tefrikanın ha­ lâm âleminde Selçuklular Üe birlikte ortaya çı­ rabeye çevirdiği yakın şarkta müdâfaa zarû* kan yeni bir hukukî devlet telakkisi tarzıdır retinden dolayı birer müstahkem mevkî hâline ki, imparatorluğun yükselmesini sağlayan başlı­ gelen şehir ve kasabaların içine düştükleri sı­ ca âmillerden sayılmak lâzım gelir. Vakıa SeU kıntı, âsâyişsizlik, yol kesimlik, münâkalenin çuklutar İran sahasına geldikleri zaman o ci­ imkânsızlaşması, can ve mal emniyetinin orta­ varda bir takım İslâm devletleri müstakil bi­ dan kalkmış olması, köylü ve kasabalının hu­ rer teşekkül olarak mevcut idi in» Karahanlılar, zursuzluk yüzünden işini gücünü bırakıp, ken­ Gazneliler gibi müslüman-türk devletleri de ek­ di başının çâresini aramak zorunda kalması seriyetle türk örflerini muhâfaza ve türk an’ane-



SELÇUKLULAR.



39*



îerinî takip ediyorlardı. Fakat hükümdarları da îştîrâk ediyordu. Melikşah kanunlarının tat­ h a lîfe y e tâbî müslüman. emîrİ" ( Barthcdd, bik edildiği Sultan Sencer zamanında da vazı­ D ersler, s. 9$ ) vasfında bıilunaa bu teşekküller yet bundan farklı değil idi ( bk. M. A . Köymen, dâima halîfenin yüksek sultasını tanımak: ve Büyük Selçuklu imparatorluğu, II, 6 0,74 v.d., her çeşit ferâ tta dinî hükümler çerçevesinde 88, 286 v.d,, 300—303). Tuğrul Bey M en b eri kalmak, meselelerini mümkün olduğu kadar devam eden bu durum, yâni Bagdad hm askerî şeriate bağlamak gayretinde, idiler ve islâmiye- ve mülkî İdâresinin saltanat payitahtından gön­ tin uzak sınırlarında gelişen :bu devletler lâik­ derilen şîhna ’ler ve ‘amid ’ lere tevdi olunarak, lik- mefhûmu ile alâkalı^ bir fikrî esasa da halîfenin vazîfe ve salâhiyetlerinin yalnız şerT sahip değil.-idiler. Halbuki İslâm şarkın mer­ mes’elelerin halli ile, ziyâretterl kabûl ve hükü­ kezînde kurulan ve Abbasî hilâfet merkezi metleri tasdik etmek, sultana ve tâbî hüküm­ Bagdad *1 kendi hâkimiyet sahası içine alan darlara hU’atler ve bir takım unvanlar vermek Selçuklu devleti, hilâfet payitahtına türk. im­ gibi öteden beri âdet hükmünde olan merasime paratorluğunun bir vilâyeti, başkentten sonra İnhisar ettirilmesi ve İslâm dininin bu en yük­ gelen ikinci büyük şehri gözü ile bakmış ve sek temsilcisinin, dünya İşleri; ile alâkasının ke­ sultanlar dâima saygı gösterdikleri halîfeyi silmesi ( bk. t. Kafesoğlu, Suttan M elikşah, s. muhterem bir vatandaş addetmişlerdir, İlk de­ 153 v.d.}, bir yandan ilim, fikir, edebiyat sâfa Bartbold tarafından işaret edilen ( bk. D ers­ halarmda serbest gelişmeye zemin hazırla­ ler,. s. 95, 98) Selçuklu devletindeki bu lâik­ mak sûreti ile Selçuklu devrinin, bilhassa im­ lik fikri 10 5 5 ’te B ag d ad ’ a giren Tuğrul Bey ’in paratorluk zamanında, parlak bir çağ idrâk et­ sâdece halîfe al-K aim ’ İ.n. yıllık para ve erzak mesini mümkün kılmış, diğer taraftan İslâm tahsisatını arttırmakla iktifa etmesi ve dün­ ülkelerinde yaşayan gayr-İ müslim unsurların yevî meseleleri kendi üzerine alması şeklinde ( zim m i) İslâmî hukuk kaidelerine tâbî olma­ tatbik sahasına konmuştur ( Büveyhîler zama­ ları mecbûrîyetinî hafifleterek, emniyete kavuş­ nında halîfenin dünya işlerinden uzak tutul­ malarını te’ min etmiş, ve lâiklik prensibinden muş olmasının, şi’î bir idarenin tahakkümü kaynak alan dinî müsamahanın, geniş imparator­ altında sünnî ahkâmın zâten yürütülemeyeceği luk sınırları içine alınmış bulunan nüfûsunun düşünülür ise, lâiklik prensibi ile alâkası ol­ ekseriyeti hıristiyan (Gürcü, Ermeni, Süryânî madığı anlaşılır Daha sonra halîfeler Selçuklu y.b.) olan memleketlerde huzur ve itimadın sağ­ sultanı tarafından hilâfet makamına iktâ edi­ lanmasına ve çeşitli dinlerdeki kalabalık telen araziden geçim ve.. varidatını sağlamışlar­ beanm devlete bağlanmasına büyük ölçüde dır ( îbn al .Cavzi, VIII, 284; Sibt Ibn al-Çav- yardımı olmuştur. Bu sebeple meselâ bir Sul­ zl, XII, 14b.). Bu durum İslâm devletine âmme tan Melikşah hn, bir Sultan Kılıç Arslan 11. ’m hukuku yönünden mühim bir değişiktik getir­ Ölümünün gayr-i müslim kütleleri ,ne için de­ miştir. Buna göre, sultan ile halîfe, birî dün­ rinden üzüntüye sevkettiğini izah artık güç yevî, diğeri dinî iki ayrı salâhiyet sahasının değildir* Selçuklu imparatorluğunun parçalan­ birbirine, denk, başları hâline gelmişlerdir. Sel­ masını intaç eden kardeş mücâdeleleri zama­ çuklu hükümdarı artık ^halîfeye tâbî bir müs- nında devletin zafiyetinden bilistifade eski dün­ lüman -em îri" değil, fakat saltanatın hakikî yevî iktidarı tekrar te'sis etmek isteyen halî­ sahibi ve dünya meselelerinden tek mes’ul şa­ felerin Irak Selçuklu devletinin yıkılışında, bil­ hıs idi. O kadar ki, zaman-zaman halîfenin hassa al-Naşir lî-Din Allah hn Hârizmşahlar bizzat .sultan tarafından tanınması icâp ediyor devletinin çöküşü ve; İslâm ülkelerinin Moğul idi. Bundaıı, dolayı Büyük Sultan Melikşah, istilâsı ve esareti altına düşüşünde oynadık­ imparatorluk medenî hukuku sünnî mezhebin­ ları menfî rol malûmdur. Bütün bunlara rağ­ deki .kad ıların, şer’ î hükümlerine göre ..yürü­ men, Selçukluların İslâm âlemine getirdikleri tülmekte iken, büyük bir hukukçular hey’eti lâiklik prensibi, yân i. dinî İslâm hukukunun, toplayarak, medenî hukuka âit yeni ahkâmı nufûzu. altında bulundurduğu devlete serbest fes bit eden kanunlar çıkarabiliyor ( al-Masa'il faaliyet imkânları tanımayan, mahdut ve çok al-malikşâhiya Men 6 maddelik bîr kışım için kere tatbikî değerden mahrum nazarİyelerine bk. Mu^ammed b. Nizâm al-Husayni, a l-U ra- karşılık, âmme menfaatlerini korumakla vazîza f i hikagat al-salçüki ya, nşr. K . Süss- feli devlet sultasının her şeyden üstün .olduğu heinj- Mısır, 1326, s. 69 v. dd,; M T M, İstanbul, düşüncesi hayatiyetini devam, ettirmiş, bun­ 13 3 1, II/5, 249 v. dd, j M. F. Köprülü, Türk dan sonra Bagdad ve Mısır Halîfeleri artık hukukî müesseseler^ s. 4 10 ) ve meselâ Suley- dünya işlerine karıştı ramamış, nihayet X y i. man-şah’ a Anadolu k ıfa sı hükümdarlığı men­ asırda, O sm snlı. pâdişalhn Yavuz Selim ’in hilâ­ şurunu verebiliyor ve . halîfe de buna, sırf İslâ­ fet vazîfe ve selâhiyetlerini de kendi üzerine mî usûl bakımından, .saltanatı tasdik husûsun- alması ile, bu mes’ele fiilen, kapanmıştır* ,



39*



SELÇUKLULAR.



6. C i h a n b â k i m i y e t i f i k r i . Eski türk { bk. M. A . K öy men, B üyük Selçuklu impara­ fütuhatının felsefî demelini teşkil eden dün* torluğu, II, 219, 222). Osmanlı sultanlarına yayı tek hükümdarın idaresinde birleştirmek kadar ( msl. Yavuz Selim, b. bk. ), tarihte bü­ hedefine matuf cihan hâkimiyeti fikri (krş. tün büyük türk hükümdarları için bir mefkü­ Oğuz K ağan destanı, nşr. ve trc. W. 8ang-G. re olan ciban hâkimiyeti telakkisinin, yukarıda R. Rahmeti A rat, İstanbul, 1936, a. 17, 3 1 ; belirttiğimiz hâkimiyet anlayışı ve dinî müsa­ Eski türk yazıtları, I, 29 î Priskos ’tan naklen maha prensipleri ile bir arada mütâlea edilir ise, Szâsz Bela, A Hunok tortenete, A ttila nagy- tatbikî hüviyetten pek de mahrum olmadığı kiraly, Budapeşte, 1943, s. 238 v. d.) XI. asır takdir olunur. Esasen böyle- bir tasavvurun tîirk cemiyetlerinde yaşıyor ( bk. Kudatgu bi- gerçekleşme yoluna girmesi için Selçuklu imlig, s. 3 1 ) ve şüphesiz mensubiyetlerini ve paratoluğunda gerekli şartlar mevcut idî ki, türk hâkimiyet a n’a nesine vukuf ve bağlılıkla* bu da Selçuklu siyâsetinde bilhassa tebarüz rım gördüğümüz Selçuklu sultanları muhitinde etmektedir. de gerçekleştirilmesi gereken -bir ana fikir hâ­ 7. Selçuklu siy â setin in mâhi­ linde mevcut bulunuyordu. Cihan hükümdarlı­ y e t i . Selçuklu idarecileri, daha Horasan ’a ğı için lüzumlu olan asâlet ve bu asalete kay­ geldikleri anlarda, Iran sahasında bir devlet nak teşkil eden, hâkimiyetin Tanrı tarafından te’sis edebilmek için hangi yolları takıp ede­ verildiği düşüncesi { Kutadgu bilig, s. 147 v. d .; ceklerini anlamakta gecikmemişlerdi. Bunların Eski türk yazıtları, 1,34 v.d., 4», 43. S6, 5$, başında, yukarıda belirtmeğe çalıştığımız üze­ 64; M. Weber, Wirtscha/t und Gesellschaft, s. re, mevcudiyetleri ile bütün ülkeyi buzursuz 124, 140; L. Fer ene, A Kağan es csalâdja, K C s bırakan mahallî küçük hükümetleri ortadan A , III— 1, s. 9— 12 ; J . Deer, M agyar Müve- kaldırmak sûreti ile siyâsî ayrılıklara nihayet lödes tortenete, Budapeşte, 1940, s. 30—50) vermek geliyor idi kî, bu yapıldı. Fakat Sel­ Selçuklu ailesinde de hâkim idi (aş. bk.), O çuklu siyâseti, hemen her devletin hâkim oldevrin hâlet-i rûhiyesini aksettiren Kâşgarh duğu yerde siyâsî birliği kurmak mecburi­ Mahmud «Tanrı devlet güneşini türklerin burç­ yeti doiayısı İle bir husösiyet taşımayan bu larından doğdurmuş, göklerdeki dâirelere ben­ icrâât dışında, kendine hâs bir hüviyet ile or­ zeyen devletleri onların saltanatları çevresin­ taya çıkan iki ana istikamet tâkip etmiştir ki, de döndürmüş ve türkleri yer yüzünde hâkim imparatorluğun sür’atİe gelişmesi ve yüksel­ yapmıştır" { D ivân, I, 3 ; M. F. Köprülü, Türk mesi bakımından, şimdiye kadar saydıkları­ d ili ve edebiyatı hakkında araştırmalar, s. 36 ) mız ile aynı derecede ehemmiyeti hâiz bu siyâsî diyerek ve, sahîh olmamakla beraber, devre İstikametlerden biri şi'ilik île mücâdele, diğeri hâkim görüşü ihtiva etmesi itibârı ile mühim Türkmen göçlerinin sevk ve idaresi olmuştur, olan «benim bir ordum vardır, Ona türk adını ön ce, şİ’îiiğe cephe almanın Selçuklu devle­ verdim ; bir - kavme kızdığım zaman, üzer­ tindeki lâiklik anlayışına zıt bir tutum olmadı­ lerine türkleri gönderirim" ( D îvan, I, 3 5 1 ) ğını belirtmek lâzımdır. Çünkü dinî ve kısmen mealinde bir hadîs zikrederek, Allah tarafından ictimâî olmakla beraber, daha zuhur ettiği za­ Selçuklu hükümdarlarının ve türk kavitninin manlardan beri, siyâsî bîr vasıf kazanmış olan yer yüzünü tanzime me’iımr edildiği telakkisini bu cereyan, XI. asırda Mısır Fatımîleri tarafın­ kayıt ve tesbit etmiştir. Bu ışık altında Sultan dan, bu şi‘î devletin idaresi ve mâlî desteği Tuğrul Bey ’in Bagdad hilâfet sarayında «şar­ ile, sünnî müslüman ülkeleri igtişaşlara düşü­ kın ve garbın hükümdarı" olarak kılıç ku­ rerek, tahrip etmek için, en kuvvetli silâh ola­ şanması ve keza Saltan Melikşah ’m darül- rak kullanılıyordu. Daha Selçuklulardan çek bilâfeyi birinci ziyaretinde ( 1087 ) halîfe ta­ Önceleri, Irak ve cenâbî t ran ’da devlet karan şî'î rafından kendisine «şarkın ve garbın bokum­ Büveybîler (932— 10 5 5 ) Bagdad ’ı idâreleıine d a n " sıfatı ile İki kılıç kuşatılması ( Zubda, ve Abbasî halîfelerini tahakkümleri altına al­ s. 81. v. d .) daba vazıh bir mâna kazanmak­ mışlar, halîfeleri az! ve nasb etmişlerdi kî, tadır. Sultan Melikşah, Bagdad *a son gelişin­ bu durum pek büyük çoğunluğu sünnî olan de büyük kumandanların katıldığı bir barp şark İslâm ahâlisini huzursuz bırakmış, Abbasî meclisinde, M ısır’ ın ( İbn Kalânisi, s. 12 1 } ve halîfelerine hissen bağlı kalabalık müslüman Magrib kıt'asının ( A k b ö r .., s. 6 5 } zaptım kütlelerini müteessir etmiş idi. Buna îlâvete. ik­ planlamış, böylece dünya hâkimiyetini te’sise tidardan bilistifade aynı ülkelerde şi’îl ğ ’n in­ çalışmıştır. »Cihanda rlığınm " babasından inti­ tişarı için kesif faaliyette bulunulması, akîde kal ettiğini söyleyen imparator Sencer ’ e göre itibârı ile şi’îler ile uzlaşması imkânsız sünnî de, bahşettiği makam ve mertebeler ile ve çevrelerde, zâten mevcut endîşeyi gittikçe art­ dünyayı onun hâkimiyetine sokmakla, Allah tırıyordu. BÜveyhîîerin meşhur kumandanı Ars«cihan padişahlığını" kendisine tevdî etmiştir lan al-BasSsirî, baş tarafta gördüğümüz gibi,



SELÇUKLULAR. her saman Fâtunîler ile iş-bİrliği yapabilen aşırt bir şi’î idi. Bunun yanında hemea-hemen İran'ın her tarafında, çeşitli isimler altında, bir çok râfİsiler de faaliyet hâlinde idiler kİ, X I.r asrın ikinci çeyreği müelliflerinden *Abd al* Kahir (ölm. 1038 ) ’e göre, bu nevi mezheple­ rin sayısı 70 ’ten fazla idi ( bk. M. Şemseddin Günaltay, Belleten, sayı 35, s. 79 . Bu sebep­ ledir kİ, yeni girdikleri dinin heyecanını taşı­ yan ve samimî birer sünnî tnüslüman olan Sel­ çuklu reislerinin H orasan'a gelişlerini Abbasî halîfesi alâka üe karşılamış ve onlar ile sür'atle temas kurmak imkânlarım aramış idi. Tuğrul Bey 'in Nîşâpûr 'a ilk girdiği sene 1 1038 j, Sel­ çuklu istiklâl savaşından evvel, Selçuklular nezdine giden a l - K â i m’in elçisi, kaynaklara gö­ re, Selçuklulara tahribat yapmamalarını tenbih vazifesini almış ise de, tahribatın bütün mem­ lekette esasen devam etmekte bulunduğu bir sırada halîfenin isticalindeki maksat aşikâr olup, Tuğrul ve Çağrı Beyİerîn, halîfenin tem­ silcisi sıfatı ile bu elçiye gösterdikleri büyük saygıdan dolayı al-Kâ’im ’İn memnun kaldığı muhakkaktır. Nitekim Selçuklu fütuhatı ilerileyip, yeni devletin kudreti bütün İran saha­ sında kendini gösterdiği ve buna muvazi ola­ rak, endişeye kapılan Büveyhîler tazyiki art­ tırdıkları zaman, bizzat al-KâMm Selçuklu sulta­ nını Bagdad *a davette tereddüt etmemiş idî. Tuğrul Bey 'in, ordusu başında Bagdad 'a gir­ mesi, şİ*î Büveyhîlerİ tarihten silmesi ve A rş­ tan al-Bas§siri 'yİ, bunun ölümü İle neticele­ nen ağır mağlûbiyetlere uğratması, Suriye hu­ dutlarına kadar gerilemeğe mecbur ettiği ve tamamen ortadan kaldırmağı düşündüğü (İbn al-A şır, 447 yılı vekayii Barhebraeus, 1, 306) Fâtımîleri şark İslâm dünyasından el çektir­ mesi Sünnîliğin tam zaferi idi. Selçuklular boylece şimalî A frika dışında kalan ve ahâlisini . sünnîlik etrafında .topladıkları bütün ülkelerde isiâm birliğini, meydana getirmişler idi ki, bu İslâm âlemine y.çn/de.n can vermek demekti. Tuğrul Bey 'den spora, imparatorluk çağında, bu Selçuklu siyâseti kuvvetle yürütüldü. İslâm âleminde nifak yaratan; şark müslüman cemi­ yetini tefrikalar içinde boğan şi’î propaganda­ sının ocağını söndürmek sureti İle, kılıcı ile müdâfaa ettiği İslâm Ülkelerini sükûn ye re­ faha kavuşturmağı şiar edinen Sultan Alp A rş­ tan, biı taraftan Mekke Me Fâtımî ezanı ve hutbesini kabartıp, kendi ve al-K&Mm adına hutbe okutur (46 i == io 69; İbn at-A şîr, 4Ö2 yılı vekayii) ve bir taraftan da Bagdad vç diğer mühim merkezlerde kurdurduğu nizami-, ye medreseleri (aş. ck.) yolu ile, ilim ve fikir yönünneu sünnî âlemi takviye ederken, diğer taraftan Fâtımîleri yıkmağa hazırlanıyordu.



393



Nitekim o, büyük Malazgîrd savaşının arifesin­ de, Mısır 'a gitmek üzere, Haleb önünde bulun­ makta idi. Sultan Metikşah da Suriye 'deki Türkmen kuvvetlerinin ileri harekâta devam et­ melerini emretmiş; bu defa, yine Fatımî propa­ gandasına bağlı olmak üzere „dâvet-i cedîde" akidesi İle te'sis ettiği bâtınılik [ b. bk.] vâsı­ tası ile Kazvin, Gürcan, Kuhistan ve havâ­ lisinde korkunç bir yer-altı faaliyetine geçe­ rek, Selçuklu İmparatorluğunu içinden parça­ lamağa çalışan Hasaa-i Şabbâh ile şiddetli bir ümcâdeleye a h im i) şCuvayni, T arih li Cihân~ gaşö, IH, »90 v. d,, 194, 196— 199, zoi v. dd.; Hamd Allah Mustavfi, Törih~i guzida, I, 514, 517 v.d d .; Târih-i Tabaristân^ s. 240; TS'rih-i *Sıs/c«, s. 386; İ. Kafesoğlu, Sultan Melik~ şak . . , , s. 128 —135 \ hem Mekke Me, hem Me­ dine Me kendi ve Abbasî halîfesi adına hutbe okutmuş (468—1076; Sibt İbn ai-Cavzi, XII, ü8ft) ve önceki fasılda gördüğümüz üzere, Ölü­ münden az evvel Mısır ’ ın Selçuklu imparator­ luğuna ilhakını planlamış idi. İslâm âlemi için olduğu kadar Selçuklu imparatorluğu için de hayatî ehemmiyeti hâiz olan, şi’îliğ:n ve raüntesipİerı bir katiller şebekesinden ibaret bulu­ nan bâtını ligin yok edilmesine mâtûf bu Sel çuklu siyâseti, düşünce, teşkilât ve siyasî gaye bakımlarından Selçuklu imparatorluğunun bir devamı olan Eyyûbîler tarafından da takip edilerek, muvaffakiyete ulaştırılmış ve Salâh al-Din A yyübi [ b. bk.], müstevli haçlılar kar­ şısındaki yurt müdâfaasında yıpranan müslümsnlar ile kat'îyea ilgilenmemiş olan Fatımî devletini yıkarak 1 1 1 7 1 ) , yerine kendi sünnî devletini kurmuştur. 8. T ü r k m e n g ö ç l e r i v e n. e t î c e 1 er i. Selçuklu siyâsetinde ikinci ana çizginin Türkmen göçlerini sevk ve idare olduğunu söy­ lemiştik. Oğuzların diğer bir adı da Türk­ men olduğuna göre, Selçuk ve oğu|ları, devle­ tin kurucuları olan Tuğrul ve Çağrı Bey ’ ler. Kefalm ış ve İbrahim Y m al'lar aslında birer Türkmen beyi idiler. Fakat fütûhâtın artması üe devlet sınırlarının genişlediği ve müslüman muhitinde mülkî İdarenin başında bulunan ranlı vezirlerin delâleti ile, Selçuklu impara­ torluğu idâri, mâlî, askerî teşkilât bakımından, İslâmî hüviyet kazanarak, bir Oğuz devletin­ den ziyâde bir isiâsı-türk imparatorluğu şek­ linde gelişmeğe başladığı sıralarda, Selçuklu hükümdarları da, birer türk başbuğu olmaktan . çıkıp, türlü anâsıra istinat eden nislâm sultan­ ları" hâline gelmeleri dolayısı ile, önceleri ken■ dileri için yegâne dayanak teşkil eden Oğuzlan .ikinci plâna atmak mecbürîyetindt Salmışlardı. . 0 kadar kî, imparatorluk payitahtında sultana hizmetle mükellef, çeşitli kavim mensuplarından



394



SELÇUKLULAR.



seçilmiş -kuvvetler arasında, Türkmenlerden bir .canı:ün .çarpışanjcesur Türkmen kütlelerinin fa­ zümrenin bulunmayışı vezir Nizam aî-Mulk’ ün sılasız darbeleri altında çöktürmek için en mü­ nazar-ı dikkatini çekmiş ve o, devle te j kar? him fırsat elde edilmiş oluyordu. Azerbaycan şı müşkiiât çıkarmış olmalarına rağmen baş-' ’da toplanıp; Malazgird zaferini müteakip, Van langıçtaki büyük hizmetleri ve hanedana olan gölünden Gürcistan ’a kadar açılan Bizans mü­ nîsbetlerİ göz önünde tutularak Türkmen* dâfaa gediğinden, yelpaze gibi*-Ana dolu İçlerine lerden 5 — 10.000 kişinin saray hizmetine alın­ yayılan Türkmenlerin bıi kıt’adaki sür’atH; başar masını tavsiyeye zarûrei hissetmiştir (Siyâ - rılarinı kolaylaştıran, başka şartlar, da var,.idi; sat-nâma, fasıl 26). Aslında, pandanakan Evvelâ , tâ Abbasî imparatorluğu zamanından muza! feri yetinden itibaren imparatorluğun en beri, Bizans-İslâm mücâdeleleri devamı uca çok geniş hudutlarına ulaştığı zamana kadar, yuka­ tahribata uğramış olan Anadolu, Bizans ’taki rıda adlarını saydığımız beyleri ve reislerinin iç anlaşmazlıklar yüzünden, bayii . ihmâl edil­ idaresi altında, sonsuz fedâkârlıklar ile, !ran miş, Xf. asrın ikinci yarısında büyük feodal Kirman, Oman, Sîstan, Irak-v Acem, Irak-ı beylerin tahakkümü,,.ve soygunculuğu ahâliyi A rab, Azerbaycan,.:; şarkî Anadolu, Eicezîre, faîzâr etmiş, devamlı savaşlardan usanmış öfan Bahreyn, Hicaz, Yemen, Suriye ve nihayet or­ ve üstelik ağır vergiler ödemeğe mecbur tu­ ta ve garbî A n a d o lu lu zapt ve fethetmek su­ tulan köylü. ( bk, N, Bryennips, s. 531 — 537d reti ile, Büyük Selçuklu imparatorluğunun ku­ takatsiz düşmüş., ve nüfus ^seyrekleşmiş İdi. Bi­ ruluşunda ve azamet kazanmasında en büyük zans kuvvetleri büyük şehir garnizonlarında pay sahibi otan Türkmenlerin »devlete çıkar­ o,türüyor,.halk ile, alâkalanmayıp, her fırsatta dıkları müşkiiât", ardı-arkası kesilmeksizin, :0r- kendini imparator : ilân eden generallerin ( bk. J. ta A s y a ’dan, Selçuklular için insan gücü,de­ Laurent, 8.-61 v,dd,}em rinde; bulunuyor, buna posu vazifesin! gören Oğuz boz-kıriarından, mukabil fîizanş imparatorları türk akıllarını kütleler hâlinde göç ettikleri bu soydaş dev­ daha çok ücretli Frank askerleri;■ ile* durdurma­ let topraklarında kendilerine yurt, yaylak ve ğa,^çalışıyorlardı. Bundan başka bilhassa .şarkî kışlak aramalarından ibaret idi. Yeni gelenler, Anadolu-, bölgesinde sakin ermeni, rnüryânî. -ve de, pek kuvvetli bîr ihtimal ite, tıpkı Mâverâim- Pa vlikyan nüfus da Bizans'tan. hoşnut .değil idi. nehr ve İran ’a, inmiş olan Selçuklular gibi, asıl B izan s’ın, şarktaki, mâlûm ilhâk .siyâseti ,yanın­ yurtlarında nüfus kalabalıkbğı ve mer’a darlığı da, gregoryen ermeniler ile râfizî; hıristiyan yüzünden düştükleri sıkıntıyı gidermek, mak­ pavllkyanları ve şüryanîleri dinî b a sk ı' altıpŞ sadım .güdüyorlardı.. Bunun için müşlüman olu­ alması, ortodoks mezhebini bu-zümrelere zorr yorlar ve garp istikametinde harekete geçi­ la kabûl ettirmek. içiq.,şiddet kullanması., ( bk. yorlar, üstelik Selçuklu sâri asında mevcut dev­ Süryanî Mikhael, 111, 16.3, 16 9; UrfelıJMşteos,, let nizâmının himayesinde kendi emniyetlerini ş, 72 v.d., 80 v.d., 8$ v.d., 98 v.d., ıı ı^ v.d-, de sağlamış bulunuyorlardı. .Bu sebeple orta 123 v.d-, . 128 v. dd., 1 4 1 ; J., Laurent, s., 67v,d-, A s y a ’da, Mâverâünnehr’de yeni-yeni İslâmiyet! 70 v. dd., 74 v.d., ,78) din ye mezhep serbest­ kabûl.eden kütlelerin H orasan’a doğru goç et­ liği, tanıyan tü&kleriı^işgât b,a*akâtmı kolaylaş­ tikleri ve,, oradan İran içlerine ileriiedikleri hu­ tırmış ;,ye nihayet £aym ,zam anda B a lk a n lıd a susuna zaman-zaman kaynaklarda işaret edil­ meşgul bulunan Bizaps imparatorluğu .(■ A..JN. miştir ( İbn al-A şir, 435, 44o, 4 4 7,yjllan ; Bar- Kur at, Peçenek tarihi, s. 143—160 ) Selçuklu bebraeus, I, 300, 303). Mütemadiyen impara­ tazyiki karşısında âciz 43**2m.a düşerek Malaz­ torluğun kendileri için elverişli bölgelerini dol­ g ir d ’de bütün mukavemet kırılınca, impar.atpr duran ve büyük çoğunluğunu : Oğuzların teşkil Mikhael VII. zâten ahâlisi azalmış olan Anaettiği bu kalabalık türk kütlelerini Selçuklu dolu-’da geri kalan, rum nüfûsun ..mühim bir idaresi, pek isabetli bir görüş ile. A nadolu’ya kimini Balkanlara nakletmiş idi (Süryanî Mikb*doğru Bizans, sınırlarına sevketmiştir ki, böy- eL IU, 172 Bu sûretlç, müsfcahkemkalelere,sûr-leee bir yandan îran ’ın muhtelif bölgelerinde İşr ile çevrljii kasabalara şığıpmış olpn rûçnlar ve Irak 'ta sebep oldukları maddî zararlar ye ye kismen.de ermeniler 4>ştnda,:hemea hşmOn âsâyîşs.izlik Önlenmiş, bir yandan üa, boz-kırlı nüfustan hâli bulunjşaAnadoIu ’ya yönelen .ka­ türkler bakımından fevkalâde çâzjp..tabiî coğ­ labalık türk göçleri, Süleyman- şah tarafından rafya ve iklim şartlarını hâiz Anadolu ’nun is­ Selçuklu devletî kurulduktan sonra, daha da tikbâlde kolayca zaptedi İebile çek.bir derecede artmış ye bu kütleler hâlindeki, muhaceret; yıpratılmasma zemin hazırlanmış,,.aym: zaman­ garpta Irak Selçuklular mm bulunması dolayisı da İslâm âleminin mağlûp edilmez kadîm düş­ ile, boz-kırlar dan Anadolu İstikametindeki manı Bizans imparatorluğunu, aileleri ye eşya­ Oğuz , akınlarım, Cend „böIgesi-Hârizra-Manları ile birlikte bir daha dönmemek üzere gele­ kışlak arasında hudutları .kapamak şûrpti ile rek, yerleşme mecburiyeti ve yurt kurma heye- durdurmak İsteyip de muvaffak olamayan,Şuî-



SELÇUKLULAR.



m



tan S e n c e r ’ in O ğu z la ra m ağ lû b iyeti y e eşâretin i ro iîteâk îp te k ra rla n m ıştır. A n a d o lu ’ y a b ü ­



A lk a - B ö lü k le r ( ayn , m il., a y n . esr., s ,- 66 ), Y ü re ğ irle ı;. ( a y n . mil., D T C F d e r g is i, X I / 2 — 4,



y ü k ö lçü d e b ir m u h aceret d a lg a s ın a * X III. a s­ rın ilk çe yre ğin d e , M oğulİarm ş a rlç js lâ m ü lke­ lerin i istilâ sı ü ze rin e g e lm iştir. İşte S elç u k lu im paratorlu ğun un b ir te b c ir ve isk ân siy â se ti o larak ta tb ik a b aşlad ığı T ü rkm en g ö ç leri, b ö y -



3 * 9 — 334 . 344 ), D o d u rg a la r ( ayn . m ll.,-fîo z O lclu O ğ u z b o y l a r t y S . l ı v . d d . , 9 1 — 9 4 ), A la yu u d lu lar ( ayn , mil., A jıa d o lu 'd a Ü ç - O k la . O ğu z b o y l a r ı . . , , s. .4 6 6 —469, 5 0 0 v.dd.), D ü ğ erler



!eee d ah a so n ra da devam ed erek , A z e rb a y ­ can, E ic e z îre , Ş im a lî S u r iy e ye b ilh assa A n a ­ dolu ’ nun tü rk le şm esin i s a ğ la m ış v e haçlı se ­ ferleri. tah rib a tın d a n fay d alan m ak ü zere h are­ kete g e ç tiğ in i g ö rd ü ğ ü m ü z B iz a n s im p a ra to ru M a n u e l’ in M yrio k e p h alo n . 1 1 7 6 *d a,.yin e A n a ­ dolu S e lçu k lu ordusunu m e y d a n a g e tirt n T ü r k ­ men k u vv e tle ri s a y e sin d e , S u lta n K ılıç A r sla n IL ta rafın d an k a t't m ağ lû b iy e te u ğ ra tılm a sı bu k ı t ’a y ı tam âm ı ile bir tü rk yu rd u hâline g e tir­ m iş ye . A n ad o lu , daha o zam an lard an jtib â r e n , T ü r k iy e ( beau, X V ,



T u reİa ' adını a lm ıştır ( Le1 8 5 ; D e G u ig n e s, trc. H. C ah id ,



T ü r k ie r in . . . ta r ih -i u m û m îs i, *924» İV , 9 * L . R â s o n y i, D ü nya, ta r ih in d e tü r k lü k , İstan b u l, 19 4 3,3 , 18 5 ; M o ra v e sik , B y z a n tin o tu rc ic a ,\\, 269), C ü z ’ î b ir k ısm ı bugü nkü T ü rk m en istan top­ ra k la rın d a kahp, büyü k e k se riy e ti S elç u k lu



( ayn . m il., D ü ğ e r le r e d â ir , J M , 1953, X , 14 9 — ,158 b İğdirler, (a y n . mil., ik t is a t fa k ü lt e s i m ec­ m u ası, s. 469— 4 73, 502 v.d d .}, P e ç e n e k le r (a y n , m il.; D T C F d e r g is i, X I / 2 — 4,: s . 3 2 2 — 329, 3 4 * ~ 344 ) ,.Ç a y u ld u rja r ( Ç a v d ır la r , İ z m ir be­ y i Ç a k a n ’m - o y m a ğ ı) ( bk. ayn . m\\., A n a d o lu ’ d a Ü ç-O k lu O ğ u z b o y l a r ı . . . , S. 438H -480 ), Ç e p n ile r (M. F . K ö p rü lü , T M , I, ,2 0 6 -^ 2 0 9 ; F . S ü m e r, ik tis a t f a k . m ecm . X I, 4 4 1 — 4 5 $ 480 — 485 % Ç ü rü k lü la r ( ayn . mil., B o z -O k lu ,:,O ğ u z b o y la r ı, s. 77 v.dd.) ye d iğ e r O ğuz o ym ak ları y a p ı K a r k m îa r (a y n , m il,, ayn, esr.# s. 86— 89, 1 0 1 y. dd.), K ız ık la r (a y n ., rnll,, ayn , esr., s. 74“ 77, 94 v.d d .), Y a p a rlıla r ;(.ayrt. m İ!., ayn. esr., s. 73 v.d,}, Eym irlH er ( ayn . m ü., iktisat fakültesi mecmuası, X I, 4 59 — 466, 492™ -£00 ) ve bun lardan başk a, K tp ç a k la rd a n b îr k ısım İle K a rlu k İa rd a n b ir k ısım [ bk. m add,] ye H ârîztn-



O ğuz o y m a k la rı cet­



lilerd ir,. { bk. m ad. HÂRİZMŞÂHLAR )*.. A n ad o lu ,’ nun d ili; örf v ş adeti* a n ’anelert İle tü rk ieşnıesini ta h a k k u k e ttire n bu o y m a k la rd a n bâzı p a rç a la r B a lk a n la r a d a g e çm işd ir kİ, T ü r k ­



veline g Ş r e ( bk. D îv â n , 1, 5 S y . dd,;): S elç u k lu hanedan ının m ensup b u lun duğu K ıp ık la r ( F .



m en şeyh i S a rı. S a lt ık D ed e İle . D o b r u y a ’y a .gidenler b u n lard an d ır ve a y r ıc a , h âlâ ayn ı bpî-



Sü m er, y^tnadolu 'd a , Ü ç-oklu. O ğ a $ b o y ly r tn a m en su p te ş e k k ü lle r , İsta n b u l ik tisa t fa k ü lt e s i



g e le rd e y a ş a y a n v e tü rk ç e kon uşan h ır is tiy a n G a g a u z la rm , B iz a n s ’a sığ m a n S e lç u k lu sultan) K a y k â v u s IL H e b irlik te . R u m e li’ y e gö n d erilen tü r k ie r in to ru n ları o ld u k ları, tah m in e d ilm ek ­



im p arato rlu ğu n a g ö ç tü k le ri için A n a d o lu ’ ya s e v k , ve isk ân ed ilen tü rk zü m releri, K â ş g a r lı M ahm ud 'u n k a y d e ttiğ i



m ecm uası, te Ş o , X I. 1 — 4, 4 7 4 — 479, 50 5;—5 0 8 ), K a y ıla r ( b. b k . ; a y rıc a M. F, K ö p rü lü , ö s m a n lı im p a ra to rlu ğ u n u n , e tk n ik m enşeH m e s 'e le le ri. B e lle te n , 19 4 3 , s a y ı 38, s. 246— 3,54. 28.4— 303.; F. D e m iria ş [ S ü m e r ], 0 $m anh.. $ e v r in d e i$ n q d o lu 'd a K a y ıla r , B e lle te n , 1948, sa y ı -47, s. 57S-— 6 1 5 ), B ayıp dır h l a r ( F . S ü m e r, B a y ın d ır ,



Peçenek ve Yur eğ ir 'ter, D T C F dergisi, 1953. X İ/ z — 4, 3 1 7 — 332, 3 3 5 — 3 4 0 ) , B a y ın d ır o y m a ­ ğ ın ın b îr k o lu o ld u ğa riv a y e t e d ile n .,B a ra k ­ lar ( b k. C a h id T a n y o l, B araklar'da o r f ve âdet araştırmaları, Sosyoloji dergisi. İsta n ­ bul, 1952, V H , 7 1 — 10 8 ), Y ıv a la r .( F : S ü m er, Y iv a Oğuz boyuna dâir, T M, İstan bul, 195 *, IX , 1 5 1 — 16 6 ) , S a ju r la r r. [ b . bk.], A v ş a r la r , . b. b k . ; b îr d e F. .Süm er. A y şarlar a dâir. Köprülü armağanı, s. 4 5 3 —478 ),. B eğ d iiilp r ı ayn . mil,, Boz-Oklu Oğuz boylarına . dâir, D T C F dergisi , 19 3 3 , X î/ 2 , 78— 86, 95 - 10 5 }, B ü ğ d y z le r vayn, mil., iktisat fakültesi mec­ muası, X I, 473 v.d,, 505 ), B a y a tla r \ M, F , K ö p ­ rü lü , T M , 19 2 5 , h 19 8 — 2 0 5 ), Y a z ıtla r ( t . Kafeso ğlu , Hârezmşahlar, s. 1 7 1 , 270 F . Sü m er



Boz-Oklu oğuz b o yları , . . , K a ra -B ö lü k le r



s, 68 v. dd,, 90 }, F, Sü m er, a y n . e s r., s. 67.. v.d,),



te d ir ( P. ,W ittek, Les Gagaouzes ,M s gens de K aykaâsu,. R O , Krakovv, 1 9 5 1 — 19 S 2) t 1929, V III){ Davlatşâfa, Tazkirat al-şubara' ( nşr. E. G. Brovvne), Leiden, 19 0 1; İbn Zarküb Ş irâzi, Şırâs-nâm a ( nşr. Bakman K arim i), Tahran, 13 10 ş . ; Amin Ahmed R âzi, Haf i iklim ( Kal küte, 19*8). K i t a b e l e r , m e s k u k a t v e a r k e* o î o j İ : Et. Comble —J. Sauvaget — G. Wiet, Râpertoire chronologîyıte d ’epigraphie arabe (Kahire, 1936—1937, VU—IX ) ; İsmail Hakkı [ Uzunçarşılj ], Anadolu Türk tariki vesikalarından : Kitabeler ( İstanbul, 1927— *929), I—I I ; Ahmed Tevhîd, Meskûkât~ı islâm iye kataloğu, 4. kısım (İstanbul, 1 3 2 1 ) ; St. La us* Po ol e, Catalogue o f oriental coins in the B ritish Museum ( 1875—1890), III, IX ; Monnaies antigues et orientates ( husûsî kolleksîyc n la r), Amsterdam, 19 1 3 ; Ahmed Zi­ ya, Meskûkât-ı islâmiye takvimi ( İstanbul, 13 2 8 ) ; G. G. Mıîes, The numismatic H istory o f R ayy ( Numismatic Studies, NewYork, 1938, II, nr. 239—244); D, Sourdel, Inventaire de s monnaies musulmanes anciennes du Musee de Caboul ( D a mas, 1953 ); İbrahim Artuk, Selçuklu sultanı Mahmud b, Melikşah M âit bir dinar ( Tarih dergİ&i, sayı 9, İstanbul, 19 5 4 ); ayn mil., 29 temmûz 1512 ). boğulmuştur (8 safer 9 19 = 5 nisan 1 51 3; Bur­ Halk tarafından şehri terketmeğe icbar edilen sa şer’İye sicilleri, nr. A . 23/24, var. 48i»). Alâeddin çekilmek zorunda kalmış ve Ankara Bu hâdiseler cereyan ederken, Avrupa ile ’da bulunan Ahmed de Amasya ’ ya geri dönmüş dostâne münâsebetlere devam edildi; çünkü ise de, Amasya sancak beyi Mustafa Paşa şeh­ Selim 1. ’in faaliyeti, umûmî siyâsî vaziyet dolarin kapılarını açmadığından ve Ankara ’ ya ka­ yısı ile, tamâmiyle şarka teveccüh etmek mecbûdar ilerileyen Selim I . ’ in kuvvetleri tarafından riyetinde idi. Şah İsmail [ bk. İS M A İL i.J İran takip edildiğinden, D arende’den Setim I , ’e Ma kısa bir zaman içinde fevkalâde kuvvetle­ gönderdiği bir mektup ile, ecnebi bir devlete nen Safevî [ b, bk.} devletini kurdu; burada ilticasının Osmanh devleti için bir âr olacağını zâten yaygın şi’î mezhebini devletin resmî dini bildirerek, anlaşma teklifinde bulunmuş, fakat hâline getirdi j siyâsî ve dinî başbuğluğu nef­ Selim I., Ankara Man verdiği cevap ile, bu tek­ sinde topladı ve şi’î telkinlerini yaymak husûlifi red ve ancak İslâm devletlerinden birinde sunda Anadolu Ma çok müsait bir zemin bul­ kalması şartı ile, her türlü ihtiyâcının te'min d u ; hattâ Safevî hanedanının muvaffakiyetin­ edilebileceğini bildirmiş (şaban başları 918 — de Anadolu kızıi-başlannm da rolü oldu. Şahın teşrin I. ortalan 15 12 ) ve kış mevsimi yaklaş­ dâî ve halîfeleri tarafından halk arasına soku-



426



SELİM I.



lam emirleri büyük bir kutsiyeti bâız telakkî editiyor, Osmanh hanedanına gâsıp nazarı ile bakan bir cereyan günden-güne büyüyordu. Anadolu Ma Osmanh devletinin vaziyeti de his­ sedilir derecede sarsılmış idi. Osmanh dev­ leti Menılûklere [ b. bk.] mağlûp olmuş, bazı bölgelerini bunlara terketmek zorunda kalmış ve bu hususta Cem hâdisesinin de büyük si­ yâsî te’sirleri olmuş idi. Bu meyanda devlet sul­ tası zayıf düşmüş, timar usûlü bozulmuş, Ana­ dolu Ma muhtelif isimler altında bulunan şi’î tarikatları, bundan istifâde ederek, menfî, dev­ let ve millet bünyesinde parçalayıcı faaliyetle­ rini arttırmış idî. Böylece Anadolu bir harp vu­ kuunda yavaş-yavaş içten çökecek bîr hâle gelmeğe başlamış idi. Bu dâî ve halîfelerin tel­ kin ve te’sirinden şehzadeler bile kurtulama­ mış, bunlar Amasya ’da Ahmed ’in, Çorum Ma oğlu M urad’m etrafında toptanmış; bilhassa Antalya ve havalisi halkının çoğu bu kızıl-başşi’î cereyanlarının bizzat önderleri Kara-Bıyıkoğlu, Şeytan-Kulu da denilen Şah-Kulu [ b. bk.] Mun emri altında oldukları hâlde, memlekete maddî ve manevî tahribata başlamışlar idi. Şah-Kulu ’nun Anadolu Maki mıfûzu o kadar artmış idi ki, tarafdarları kendisini mehdi, pey­ gamber, hattâ Allah mertebesine çıkarıyor; şahın öldüğü ve Şah-Kulu 'nun onun yerine geçtiği şayiası yayılmış bulunuyor, memleketi ancak onun kurtarabileceğine inanılıyor, fakir köylüler, gayr-ı memnun sipahiler büyük kütle­ ler hâlinde etrafında toplanıyorlardı. Şah-Kulu bundan azamî derecede istifâde etmesini bil­ miş, Anadolu ’da şi’î —Iran nufûzunun yayılması ve artması İçin, bütün kuvveti İle çatışmağa başlamış îdi. Bu sebeple Şah-Kulu isyanı hedefi malum, Osmanh devletine korkunç neticeler getirecek bir mâhiyet almış idi. Şehzadelerin, babalarının ihtiyarlığından ve hastalığından endişeye düşerek, saltanat mücâ­ delesine girişmelerini fırsat bilen Şah-Kulu ayaklanarak, kısa bir zaman içinde Anadolu ’nun Antalya Man İran hududuna kadar bir çok mmtakalarını kan ve ateş içinde bırakan ha­ reketine başladı. Korkut ’un kuvvetleri kâfi gelmeyince, âsînin tenkili için, Anadolu beyler­ beyi Karagöz Mehmed Paşa ile Amasya san­ cakbeyi şehzâde Ahmed ve Niğde sancak beyi şehzade Şehinşâh ’ m oğlu Mehmed tâyin edil­ diler. Bir müddet Antalya ’yı muhasara ettik­ ten sonra, Orta Anadolu ’ya geçen Şah-Kulu, uğradığı köy ve kasabaları yakıp-yıkarak ve kendisine katılmayanları katlederek, Bodrum ’a yaklaştı; Karagöz P a ş a ’nin kuvvetlerini perişan etti ve muzaffer bir devlet reisi gibi, Bodrum ’a girdi (16 nîsan 1 5 1 1 } . Sandıklı Önünde vuku bulan ikinci müsademede de



i Karagöz Paşa esir ve idâm edildi {22 nisan 15 11 ) . Hükümet erkânı arasında büyük te’sirler ya­ pan bu haber üzerine isyan hareketinin bastı­ rılmasına vezîr-i âzam AH Paşa me’ mûr edil­ di; fakat bu sıralarda Selim, 1., oğlu Süleyman ’ın yanma Kefe ’ye gittiği gibi, Ahmed de lâkayd bîr hâlde yerinden ayrılmış, oğlu Murad ise, âsîleri destekler bir vaziyet takınmağa baş­ lamış idi. Diğer taraftan Şehinşâh ’ı da elde eden asîler Karaman eyâletini de nüfuzları altına almış bulunuyorlardı. Şah-Kulu, Karagöz Paşa ’nm kuvvetlerini mağlûp ettikten sonra, Kor­ kut *a saldırmış, bir çok beylerin maktul düş­ tüğü Alaşehir ovasında yapılan muharebede kuvvetlerini de perişan etmiş ve Korkut güç­ lük ile hayatım kurtarabiimişidi. Şah-Kulu, Kor­ kut *u takip etmeyerek, Bursa üzerine yürüdü; halk bu havalide de büyük bir bozguna uğra­ dı ; fakat pâdişâhın, ordusunun başında olduğu hâlde, harekete geçtiği haberi üzerine, o Konya istikametinde geri çekildi. Diğer taraftan A li P a ş a ’nıa kuvvetleri, şehzade Ahmed ’in kuv­ vetleri ile Kütahya önlerinde, Altıntaş mev­ kiinde birleşerek, Beyşehrİ civarında ordugâh­ larını kurdular ( ı? haziran 1 5 1 1 ) . Ahmed bura­ da vezîr-i âzamdan padişahlık müjdesini aldı; fakat yeniçerileri kendisine imâle etmeğe mu­ vaffak olamayan Ahmed, bundan muğber ola­ rak, tenkil hareketine katılmadı. Ati Paşa, yal­ nız süvari birlikleri ve 500 kadar yeniçeriye at te’ mİn ederek, asînin, takibine çıktı ve 14 günlük bir kovalamadan sonra, Sivas yakınla­ rında Çubuk mevkiinde âsîye ulaştı. Vuku bu­ lan muharebede askerinin çoğu tarafından terk edilen Ati Paşa şehit düştü ( 2 temmûz 1 5 1 1 ) . Ancak Şah-Kulu da bundan sonra Anadolu Ma tutunamayacağım anladı. Erzincan üzerinden yoluna devam ile, güzergâhı üzerinde bîr tüc­ car kervanım da vurarak, İran ’a sığındı. Şah İsmail bunlara bir müttefik mülteci muamelesi yapmak şöyle dursun, tara mânası ile esir mua­ melesi yaptı; ileri gelenlerini fecî işkenceler ile öldürttüğü gibi, geri kalanları da ordu bir­ likleri arasına dağıttı. Selim I. tehlikeyi büyük bir feraset ile vaktinde sezdi ve esaslı bir şe­ kilde şi’îlerin takibine başladı. Anadolu Ma 40.000 kadar şi’î, idâm veya tevkif edilmek suretiyle, zararsız bir hâle getirildi. Iran ile olan ticarî münâsebetleri de keserek, aksi ha­ rekette bulunan tacirlerin mallarını müsâdere etti. Böylece harp kaçınılmaz bir hâle geldi. Hazırlıklarım tamamlayan Selim I., bu gâye ile, Edirne Men hareketle (20 mart 15 14 ) . 10 gün­ de İstanbul Önlerine vardı. Fil çayırında ak­ dettiği ve ulemânın da katıldığı bir dîvanda Şah İsm ail’in Osmanh devletine karşı tutq-



SELİM L mn İncelendi; şi’î telakkî ve telkinlerinin Ana­ dolu ’yu nasıl bîr tehlike ve tefrikaya düşür­ düğüne temas edilerek, kızıl-başlara karşı harp açılmasının cîhaddan da „ehemm ve akdem" olduğu hakkında fetva alındı. Selim I,, bun­ dan sonra, şahı ağır bir Usan ile harp meyda­ nına davet ederek (edebî bir üslûp ile yazıl­ mış olmakla beraber, tahkire mî z bir mâhiyet taşıyan bu nâmeler için bk. Feridun Bey, Münşeat, 1, 374 v.dd.), îstanbul ’dan ordu top­ lanma mahalli olan Yenişehr’e (safer 20—ni­ san 16 ) ve buradan da Konya ’ya mütevecci­ hen hareket etti. Seyyidgâzî ’ de kapı-kullarına 1.000 'er akçe bahşiş, Anadolu ve Rumeli tı­ mar erbabına da binde 50 terakkî verildi (İbn Kem âl; krş. Fındıklık Süleyman, s. 492 ). Şah İsmail, Venedik ’î askerî bir ittifaka da­ vet ederken. Selim de özbeklerî onun aleyhine kışkırtmaktan hâlî kalmamış ve ordu buradan Kayseri istikametine doğru harekete geçmiş­ tir. D ulkadır-oğlu'Ala1 al-Davîa ’nin Selim I . ’i bu dâvasında desteklemek istemediği anlaşılı­ y o r; filhakika Du!kadır-oğ!u padişah tarafın­ dan sefere davet edildiği hâlde, çok yaşlı ol­ duğunu bahane ederek, icabet etmemiş idi. Di­ ğer taraftan donanma da, erzak ve mühimmat ile, Trabzon’a hareket etmiş idi. Ancak Erzin­ can ovasından itibaren yeniçeriler seferin uza­ masından ve yiyecek fıkdanından homurdan mağa başlamışlar İse de, Selim I. ’in cesaret ve sert hareketi ordunun nizam ve intizamını iade etmiştir. BÖylece daha ileriye gidilerek, Urmiye gölü île Tebriz arasında bulunan Çal­ dıran [ b. bk.] mevkiinde şahın' ordusu ile kar­ şılaştı. Vuku bulan meydan muharebesinde Iran ordusu, osmanlılarm kahir topçu ateşi sa­ yesinde, tamâmıyle mağlûp ve perişan edildi (2 receb 9 2 0 = 2 3 ağustos 15 14 ). Şah İsmail, zevcesi Taçlı Hanım ’i bile ter keder ek, güç­ lükle hayatim kurtarabilmiştir. Selim, bu büyük zaferden sonra, yürüyüşüne devam ederek, 5 ey­ lülde Tebriz ’e geldi; fakat 13 eylülde, muazzam bir servet ve bir kaç yüz san’atkârı berâberîne alarak, dönmek üzere yola çıktı. K ışı Kara b a ğ ’da geçirmek istedi ise de, yeniçerile­ rin baş kaldırmaları yüzünden. K ars ve Bay­ burt üzerinden iierİlemeğe devam etti. Fakat ayaklanmanın sebebi adettİği Hersek-zâde Ahmed Paşa ile ikinci vezir Dukakin-zâde ’yi azletti. Bayburt ’ta, Bıyıklı Mehmed Bey ’i bir mıkdar asker île bırakarak, yürüyüşe devam edildi ve 4 kânûn i . ’da A m asya’ya varıldı. Selim I. burada kışlamak istedi ise de, yeniçe­ rilerin yiyecek yokluğu yüzünden, yeniden baş kaldırmaları neticesi olarak, Dukakin-zâde sa­ dârete getirilmiş; fakat yeniçerilerin yeniden ayaklanması üzerine- (22 şubat 15 15 ), Selim I.



427



bunu vezîr-i âzamin tedbirde kusur ettiğine hamlederek, Duka kin zade ’yi bizzat hançeri İle yaraladıktan sonra, yanında bulunan ak ha­ dımlara öldürtmüş ve yerine Rumeli beyler-beyî Hadım Sinan P aşa’yı tâyin etmiştir. Avru­ pa İle sulh ve müsâlemet hâlinde yaşandığı, komşu devletler ile yapılmış olan muahedeler yenilemiş olduğu hâlde, aynı yıl içinde Semen­ dere sancak beyi siyâsî vaziyetten İstifâde et­ mek isteyen Macarların Beîgrad üzerine yap­ tıkları bîr akını defetmek mecburiyetinde kal­ mıştır. 15 15 senesinde şarkî A nadolu’nun fethi.ta­ mamlanmış, basılan paralara göre, iranlıtarın mağlûbiyetinden sonra ş a h unvânını alan Se­ lim I., bizzat Kemah üzerine yürüyerek, burasını zapt ( s rebiülâhır 921 = 19 mayıs * S ) ve vezîr-İ âzam Sinan Paşa *yı çok yaşlı olan ‘A la’ al-Davla £ bk. mad. DULKADIRULAR ] üzerine göndermiştir. Zâten ihtilâflar daha Önce başla­ mış İdi. Daha 1514 son baharında ‘A la’ ai-Davla ’nîn yeğeni AH B ey ’e Kayseri tevcih edilmiş, bu da Dutkadır-oğulîarina karşı yaptığı savaş­ ta ‘Alâ* al-Davla ’nio oğlu Süleyman Bey ’İ mağlûp ederek, öldürmüş idi. Sinan Paşa da bu seferinde Dul kadir-oğlu kuvvetlerini Gök­ sün ovasında perişan etmiş, *AIS’ al-Davla 4 oğlundan bazıları île maktûl düşmüş, diğerleri de tutularak, idâm edilmişlerdir (29 rebiülâhır 9 2 1 = 1 2 haziran 15 15 } . Dulkadır*oğulları ülkesinin fethi, bu arada Elbistan ve M araş’ın zaptı Osman'ı-Kölemen münâsebetlerindeki gergin havayı bir kat daha bozmuş, OsmanlI­ lar ile kendilerini bu beyliğin metbuu addeden Mısır sultanları arasında bir harbîn vukunu za­ rurî bir hâle getirmiş idi. Bundan sonra İstan­ bu l’a dönmek üzere yola çıkan Selim I. 17 tem-, muz 1315 ’te buraya gelmiş ve yeniçeri ayak­ lanmalarının teşvikçileri addettiği bâzı ileri ge­ lenleri idâm ettirmiş idi ki, bunların arasında kazasker şâir Cafer Çelebî ( b. bk.] de var idi. Bu sıralarda ( ağustos} büyük bir yangın neti­ cesinde İstanbul ’un mühim bir kısmı kül ol­ muş ve bu-faciayı yeni idamlar takip etmiştir. Çaldıran meydan muharebesinden sonra, hal­ kının en büyük kısmı sünnî olan şarkî Ana­ dolu beyleri Selim I. tarafını tutmuş, başta Di­ yar bek ir olmak üzere, bir çok şehir kapılarını Osmanlıîara açmıştır. Ancak bâzı şehirler, bu arada Mardin, Iran kuvvetlerinin elinde kal­ mış idi. Bıyıklı Mehmed Paşa Diyarbekir bey­ ler-beyliğin e getirilerek, bu bölgelerin idaresi uhdesine verilmiş ve meşhûr müverrih Idris-i B itlisi memleketin idaresi hususunda, baş-müşâvir olarak, yunma verilm iştir; fakat eski Di­ yarbekir valisi olup,Çaldıran’da maktûl düşen | Ustaclu-oğiunun kardejî Kar ahan, bîr İran or*



428



SELİM l



duşunun başında olduğu hâlde, buralarını istir­ istemesi, Dulkadırbiar ülkesinin Osmanİıiar ta­ dat etmeğe gönderilmiş ( 1 5 1 5 yılı başları), rafından İstilâ edilmesi, Selim I . ’in büyük bir hattâ Diyarbekir bunun tarafından muhasara harp için büyük hazırlıklarda bulunduğunun altına alınmış ise de, Bıyıklı-oğlu tarafından bilinmesi neticesi olarak, endîşeye düşen Kansu geri çekilmeğe meebûr edilmiştir {teşrin L). ( Kanşüh } al-Gavri 18 mayıs tarihinde, refâKoçhisar civarında ( Urfa—Nusaybin a ra s ı) Ka- katinde Ahmed ’ in oğlu Kasım da olduğu hâl­ rahan, Bıyıklı Mehmed Paşa ve şarkî Anado­ de, belki de Maraş ’ı istirdat ve Şah İsmail lu beyleri tarafından bir daha mağlûp edilmiş; ’e yardımda bulunmak için, büyük bir ordu Kar aha □ bu muharebede maktu! düşmüştür, ile zâten Mısır ’dan ayrılmış bulunuyordu. Bu­ BÖylece Har put, Meyyâfârikîn, Bitlis, Hısnkeyfâ, nunla beraber Selim I., K an su ’ nun H aleb’e Diyarbekir, Urfa, Mardin, Cezire, tâ Rakks’ya muvasalat haberini ahr-almaz, kendisine Rumeh kadar olan cenûb-ı şarkî bölgeleri ile Musul kazaskeri Zeyrek-zâde Rükneddİn ve ümeradan havalisi Osmanlı idaresi altına girmiş, bilâhare Karaca Ahmed Paşa 'dan müteşekkil bîr elçilik Kanûnî devrinde bu havalideki fütûhâta devam hey’eti gönderdi. Bu hey’et önce iyi bîr kabul edilerek, bu yerlerin ilhakı ikmâl edilmiştir. görmedi ise de, sonra Şah İsmail ’e karşı olan Selim 1., bundan sonra, merkezde kaldığı müd­ gerginlikte mutavassıt bir rol oynamak teklifi det zarfında, Pîrî Paşa 'ma idare ve nezâreti ile geri dondu. Selim I. bu hareketten çok alın­ altında, yeni bir donanma ve bir tersane inşâ d ı; Kansu a l-G a v ri’ye gönderdiği bir mektup ettirdiği gibi, yeniçeri birliklerini de ocağın ile, onu harbe davet ederek { 1 1 recep 9 2 2 = 10 yüksek mevkilerini daha kolay bir surette ağustos 1 51 6; bk. Feridun Bey, Münşeat, 1, 426 murakabe edecek bir şekilde düzenlemiştir. v.d.), elçilerden birini hakaretâmiz bir şekilde Bu tedbirlerin İran ’a karşı yapılacak yeni bîr geri gönderdi, diğerlerini öldürttü ve Aymtab seferin hazırlıkları olduğu işâa edilmiş İse de, istikametinde harekete geçti, Yoi üzerinde bu­ hakikatte Selim 1. yukarıda temas edilen hudud lunan şehir ve kasabaları, bu arada Malatya ’yı ihtikâklermden başka, büyük bir ehemmiyet zaptetti. Nihayet Mısır kuvvetleri ile Haleb ’in atfettiği şark ticâretini, Kızıldeniz ’in cenup şimalinde, Merc Dâbık [ b. bk.] ovasında, Tali kapısını ( Bâb al-Mandab ) dahi kapayan Por­ ai-Gâr mevkiinde karşılaştı. Vuku bulan mey­ tekiz 'e kargı korumak hususunda aciz göste­ dan muharebesinde { 23 recep 922 = 24 ağustos ren Memlûk devleti aleyhine harekete geçmiş 15 16 ; tarih için bk, İslam, VI, 389, not 4) bulunuyordu. Bu düşünce ile, Çaldıran zaferin­ Kölemenler tamâmiyle mağlûp edildi. Bu mu­ den sonra, Haleb nâibi Hâ’ir Bey ile temasa harebede de Osmanlı topçusu mühim bir rol geçilerek, kendisinden bâzı vaadler elde edil­ oynamış İdi. Kansu muharebeden sonra ölü bu­ diği gibi, Mısır ile olan ticarî münâsebetler lundu. Yunus Paşa Haleb vâlisî ( m alik alde kesilmiş, M ısır’a gidiş-geliş men’edilmiş umara5 ) bulunan Hâ’ ir ( Hay ir, Hayr ) ’in taki­ İdi, Anlaşılan Selim I. Kansu Gavrî [b, bk.]’yi bine me’mur edildi. Haleb Osmanlılara kılıç gafil avlamak istiyor, onu kıymetli hediyeler çekmeden teslim oldu. Selim I., 18 gün kadar ve güzel sözler ile oyalıyordu { bk. Halil Edhem Halep civarında ( Kök Meydan ) kurduğu ordu­ T T EM, nr. iç, S. 30—-36 î Feridün Bey, Man- gâhında kaldıktan sonra, Hama ve Himş üze­ şeât, 1, 4.24 v.d.). Mamafih Selim 1, Merc Da bık rinden, Şam ’ a doğru üeriiedi. Kölemen beyleri meydan muhârebesinin kazanılmasını müteakip, tarafından terkedilmiş bulunan Şam ileri ge­ tamim edilmesini emrettiği ,,beşâret-nâmede" lenler ve meşâyih tarafından Osmanlılara tes­ „dm-i mülhid-i bîdine takviyet etmek için —yâni lim edildi (29 şaban 922 = 27 eylül 1516 ). 13 Kansu ’nun Şah İsmail ’e yardım etmek gayesi ramazan ( 10 teşrin I.) tarihinde de Selim I. Şam ile— H aleb’e inüp, cümle askerî ile yolumuza ’a gird i; burada 2 ay kadar kaldı. Bu müddet gelüp“ , . . denildikten sonra, bilmecbûriye har­ zarfında memleketin ihtiyaçları ile alâkadar be girişildiği ve memâlik-i arabın zahmetsizce oldu. Yaptırdığı bir çok işler arasında Muhyi ’lfethedildiği, hacc yolunun müslümanlara açıl­ Din îbn al-‘A rabi ’nin kabri yanına bir de câmi dığı bildiriliyordu ( Bursa şer'iye sicilleri, nr,, inşâ ettirmiştir. Bu arada Kölemenler de Ka­ eski, 801, var. 29ıh ). h ire’de Selim I. ’jn yanında bulunan halîfe slNihayet pâdişâh, 1516 yılı baharında, 40.000 Mutavakkil 'ala ’Uâh yerine, babası hal’edilmiş kişilik bir öncü kuvvetini, vezîr-i âzam Sinan halîfe ai-Mustamsik bi ’ llâh marifeti ile, Tu» Paşa ’mn kumandası altında olduğu hâlde, Ma- manbay II. [ b. bk } ’ı iktidar mevkiine getirdi­ raş üzerine yollamış, kendisi de 2 haziran ler ( 14 ramazan 922= 11 teşrin I. 1516 ). Selim I,, 1516 ( cemaziyelâhır başı 922, Keşfi, 73a) tari­ bu haber üzerine, kendisine iki elçi gönderdi. hinde İstanbul ’dan hareket etmiştir. Vezîr-i Bunlar Tumanbay II. 'm, Selim I. ’in hâkimiye­ âzamin Diyarbekir ’e gitmek üzere Fırat ’ı geç­ tini tanımak şartı île, sulh teklifinde buluna­ mek İçin Kölemen hudut beylerinden müsâade caklardı ; fakat her iki elçi de, Tumanbay II.



SELİM L



4*9



’m arzusu hilâfına, öldürüldü. Bu hareket harbî bulunduğunu izhâr etmiştir. Abu Numayy, zen­ sakınılmaz bir bale getirdi, Böylece Kölemen­ gin hediyeler ile, geri dönmüş ( zilhicce 923=“ ler yeniden jharbe hazırlandılar ve Canberdİ Ga- kânun II, 1 5 1 7 ) ; hacc kervanı, iik defa ola­ zâlî kumandası altında bir ordu Suriye ’ ye gön­ rak, Selim I. ’in Şam ’ dan Kabe için gönderdi­ derildi. Gazze ’de Sinan Paşa ’mn kuvvetleri ği bir halıyı hamilen (şurra*İ hümâyûn) H icaz’a ile karşılaşan bu ordu da mağlûp ve perişan hareket etmiştir. Bu tarihten itibaren, Osman, edildi (26 zilkade 9 2 2 = 3 1 eylül 1 51 6; tarih iı sultanları „hâdim al-Haramayn al-şarİfayn, Selim II., şart olarak, sâdece Astıfhan yolunun açılmasını, Kabartay ’da ruslar tarafından inşâ edilen kalenin yıkılmasını, Os­ manlI ülkelerine geçen yolcuların emniyetle gi­ dip* gelmelerinin te’ minini ve nihayet Moskova



437



’da alıkonulan Kırım elçisinin serbest bırakıl­ masını istedi (bk. Feridûn, II, 552 v. d. ?. Bu cevap, K ıb rıs’ m fethi ile uğraşan Osmanhlarm şimalde faal bir siyâsetten vazgeçerek, orayı şimdilik kendi hâline ve Kırım hanının akmlarma terkettİklerİnin ifâdesi idi. Nitekim Kıb­ r ı s ’ın zaptından sonra, Selim II .’e yeni bir el­ çi gönderen îvan IV. pâdişâhın bütün şartları­ nı kabul ettiğini bildirdiği ve hattâ garbî Av­ rupa kıratlarına karşı ittifak teklif ettiği ( Ha­ lil İnalcık, ayn. esr., 389 v. d .) zaman, yeni fetihten cesaretlenmiş olan pâdişâh, Astırhan ’ın Osmanhlara ve Kazan ’m da Kırım hanlığı­ na terkini talep ettiğinden ( 17 cemâziyelevvel 979 = 7 teşrin I. 1571 ) ve esasen Fransa dost­ luğu ile Avusturya sulhundan ayrılmak isteme­ diğinden dolayı, bu ittifak gerçekleşemedi; Osmanlılar da, taleplerini tahakkuk ettirmek İçin, yeni bir harekete girişmediler. Diğer taraftan Selim II. devrinde Osmanh hükümeti Eflâk ve Boğdan voyvodalıkları üze­ rindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmek ve Le­ histan ’ın buralara müdâhale etmesine mânı olmak siyâsetini ciddiyetle takip etti. Bunun için, Boğdan voyvodası îoan ce! Cumplit ( 157ü — 1574 ) ’e karşı yaptığı gibi, icâbında kuvvet sevketmekten çekinmedi; hattâ şimaldeki mu­ vazenenin daha da bozulmamasını te min ve rusların cenûba inmelerine mâni olmak için, Sigismnnd II. ’un ölümünden { 157 2) sonra, Lehistan ’ da kıral intihabı ile de faal sörette meşgûl oldu t bk. Ahmed Refik, Sokullu Meh­ med Paşa ve Lehistan intihâbâtı, T O E M, w . 35 '• A k d e n i z h â k i m i y e t i , K ı b r ı s ve T u n u s ’un z a p t ı . Selim II. ’ în Beîgrad ’ dan İstanbul ’a dönüşünde Kanunî Süleyman ’ın, Sigetvar seferine çıkarken, S ak ız’ın zaptına me’ mûr etmiş olduğu kapudân-ı derya PiyâJe Paşa, Puglia sahillerine kadar uzayan deniz seferinden dönerek, adanın anahtarları ile bir­ likte cülûs bahşişinde kullanılan zengin ga­ nimetlerini takdim etti- Fakat Mısır ve Hi­ c a z ’ ın alınmasından sonra, Akdeniz ticâret yollarında emniyetin te’mtm ve cenubî Asya ’daki müslüman memleketlerin bu bölgede fa­ aliyetlerini gittikçe arttıran portekizlilere kar­ şı müdâfaası vazifesi de Osmanh imparatorlu­ ğuna terettüp ediyordu. Kanunî Süleyman son seferine giderken. Sumatra adasının şimaline bakim bulunan müslüman Açe [ b, bk.1 devle­ tinin hükümdarı ‘ A iâ ’ al-Din al-Kahhâr, vezîri Husayn vâsıtası ile, pâdişâha bir mektup gönde­ rerek, her taraftan portekizlîler ile sarıldığın­ dan bahisle, yardım talebinde bulunmuş, ayrıca Seylân ve Kaiikut hükümdarlarının da OsmanUlara itaate hazır olduklarını ve o tarafa do»



43«



SELİM II.



sanma gönderilecek olursa, buraların kolaylıkla fethedileceğini de tebarüz ettirmiş idi. Selim II., cülfisunu takip eden karışıklıkların yatıştırılma* sim bekledikten sonra, İskenderiye kapudam H ız ır’ın ser darlığında 15 kadırga ve 2 barça ile topçu başınm-emrinde 7 nefer topçu, Mı­ sır kullarından kifayet mıkdarı asker, top, tüfenk v. b. mühimmatın gönderilmesini emretti ( Açe sultanına gönderilen 16 rebiülevvel, 9 7 5= 2 0 eylül 1567 tarihlî mektup için bk. Safvet, B ir Osmanh filosunun Sumatra sefe ­ ri, TO EM , 10, s. 606 v.dd. ). Ancak Yemen hâ­ diseleri yüzünden, bu kuvvetin sevkı tehir edi­ lerek (Sultan ‘A la’ a l-D ia ’e yazılan ikinci mektup için bk. A . Feridun, ayn. esr., H, 554 v. d.), ertesi yıl bir mtkdar asker ve malzeme gönderildi ise de, imparatorluk bakımından müsbet bir netice alınamadı ve gidenler ora­ da yerleşip kaldılar ( bk. Safvet, ayn. esr., T O E M , 1 1 , s. 678 v.dd.}. Yine bu sıralarda Sokullu’nun yerinde bir görüşü ile, donanmanın icâbında Kızı İdeniz ’e nakli ve Portekizlilerin Hindistan ’dan geri atıl­ malarını te ’ min etmek için, Süveyş kanalının açılmasına karar verilerek, Mısır beyler-beyine de muktezi hesapları yaptırtması emredüdİği hâlde ( 12 receb 9 7 5 = 12 kânun II. 1568 ta­ rihli hüküm için bk. 1. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh tarihi, III, 1, kısım, s. 32, nr. 4 \ A k ­ deniz ticâretinde mühim değişiklikler yapacak mâhiyette olan bu teşebbüs de akîm kaldı. Diğer taraftan şarkî Akdeniz ’de Osmanlı hâkimiyetinin kat’iyetle teessüsü ve bu bölge­ de emniyetin sağlanarak, imparatorluğun muh­ telif ülkeleri arasında muvasalama kolaylaştı­ rılması için, Venediklilerin elinde bulunan Kıb­ rıs adasının fethi zarurî idi. Üçüncü vezir Pîyâ!e Paşa ile altıncı vezir Lala Mustafa Paşa ’ nm böyle bir harbe tarafdar olmaları da, gö­ rünüşte, Sokullu aîeyhdarîığı gibi. şahsî m esele­ lerin altmda esâs itibârı ile bu zarûreti ifâde ediyordu. Kaldı ki, Kıbrıs halkından pek çoğu, „emniyet-i islâmı“ tereih ile, türk idaresine geçmek için müracaat ediyorlardı ( bk. Safvet, Aj£>rı$ fethi üzerine vesikalar, T O E M , 19, 1 1 81 v.d.). Bunlara Selim H.'in nedimleri ara­ sında bulunan ve kendisine Nakşe (N axos) dukalığı tevcih edilmiş olan Joseph Nassi ( Michel, Mİguez N asi; bk. Tommaso Berteîe, II palazzö deglİ ambasciaiori di Venezia a Costantinopoli, Bologna, 1932, s. 101 v.d.; Safvet, Yûsuf Nâsi, T O E M , sayı 1 6 ) ’ nin padişah üzerindeki teşvik ve telkinleri ile, müftİ Ebüssu’ ûd ’un harp tarafdarîarına iltihak ederek, fetva vermesi de eklenince, Avrupa devletleri­ nin Osmanhİar aleyhine İttifaklarından çekinen sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa ’nın muhâlefe-



tine rağmen Kıbrıs ’ın fethine karar verilip, Venedik’e harp ilân edildi ve İstanbul’daki balyosu Marcantonio Barbora seleflerine ya­ pıldığı gibi, Rumeli-Hisarı ’na hapse dİ 1meyi p, sâdece kendi ikametgâhında nezâret altma alın­ dı ( bk. Ch. Yriarte, Vie d'u n patricien de Venise au X V I « siecle, Paris, 1874 )Selim II,, Kıbrıs seferi serdarlığtna Lala Mustafa Paşa ’yı ve donanma baş-kumandanlı­ ğına da Piyâle Paşa ’yı tâyin etti ve Lala Mus­ tafa Paşa donanmanın son kısmı ile Beşiktaş 'tâki Hayreddİn iskelesinden hareket ettiği günde ( 10 zilhicce 9771=16 mayıs 1570) ken­ di hassa gemilerinden bîrini serdara tahsis edip, onu Yedi-Kule açıklarına kadar teşyi eyledi ( Şayh M ar'i b. Yusuf al-Mukaddasi, Fazâ'il-i A l-i 'Osman, trk. trc. Şâbân Şıfâ’î, Nuru Osma­ niye kütüp., nr. 3404, var. 102λ). L efk oşe’nîn zaptından {9 eylül 1570) sonra, uzun zaman mukavemet eden Magosa ( Famagu sta)’ nm zaptı (I ağustos 1 571 ) ile, Kıb­ rıs 13 ayda fethedilerek, Anadolu ’ dan İçel, Tarsus ve Kozan ( S is ) sancaklarının ilâvesi ile bir beyler-beylik hâline getirildi. Ayni zamanda adanın sür’atle tahrirîne başlandı ve İktisadî durumları sarsılmış olan yerli hal­ kın eskiden verdikleri bir kısım vergiler refedildiği gibi ( cemâziyelâhır başları 9 8 0 = teşrin I. 1572 tarihli kanun-nâme için bk. ö . L. Barkan, X V . ve X V I. asırlarda Osmanh imparatorlu­ ğunda zirâi ekonominin hukukî ve mâlî esâs­ ları, I, 348 v. dd.), burayı imar etmek ve türk nufûzunu arttırmak için de, başta Karaman eyâ­ leti olmak üzere, Antalya, Alâiye, Manavgat, Adana ve Bozok gibi, muhtelif sancaklardan getirilen ahâli ile iskân edildi. Bununla beraber Kıbrıs seferi, Sokullu’nun tahmin ettiği şekilde, papa Pius V. ’un hıristîyan âlemini türklere karşı bir haçlı seferine davet etmesine, papalık ile Venedik ve İspanya arasında üçlii bir ittifaka sebep oldu (20 ma­ yıs 1571 ); sonunda İspanya’ya tabî bâzı prens­ likler İte Malta şövalyeleri de bu ittifaka il­ tihâk ettiler. Kari V .’ın gayr-İ meşru oğlu Don juan kumandasındaki müttefik kuvvetler, ser­ dar Pertev Paşa ile kapudan-ı derya Müe2zînzâde Ali Paşa emrindeki Osmanlı donanması­ nı înebalıtı (L ep an to )’da yenmeğe muvaffak oldular ise de (7 teşrin I. i $ 7 i ), kendileri de ağır zayiata uğradıklarından, her hangi bir is­ tirdat veya istilâya teşebbüs edemeyip, üslerine çekilmek zorunda kaldılar ( bk. mad. LEPANTO ]. Bozgun haberini Cezâyir-i Garb beyîer-beyi Uluç Ali P a şa ’ nın E d irne’ye gönderdiği bir. adamından haber alan (3 eemâztyelâhar 979= 23 teşrin I. 157*) Sultan Selim II., bundan son derecede müteessir olarak, yemekten*içmekten



SELİM İL kesildi ve kendisini İbâdete verdi, Bununla be­ raber paşanın unvanı olan U!uç ’u K ılıç ’a teb­ dil edip, onu kapudan-ı deryalığa tâyin ettik­ ten sonra, derhâl İstanbul’a avdet ile, yeni bîr donanma inşâsına koyulan Sokullu’yu teş­ vikten ^.erî kalmayıp, kendisi de tersane civa­ rındaki hassa bahçesinden bir kısmım ifraz ederek, burada 8 kemerli bir tersane ihdas et­ tirdi ( bk. Kâtıb Çelebi, Tuhfat al-kibâr, nşr. Müteferrika, s. 95 ). Filhakika 1572 baharında Kılıç Ali Paşa kumandasında Akdeniz ’e açılan bu yeni Osmanlı donanması karşısında mütte­ fikler N avarîn’e taarruz edemediler; üstelikispanyolîar Venediklileri yalnız başlarına bırakıp, memleketlerine döndüler. Müttefikleri tarafın­ dan terkedîlen Venedik ise, İstanbul ’daki fransız elçisinin tavassutu ile, sulha temayül etti. Esasen Venedik cumhuriyeti, daha Magosa mu­ hasarası devam ederken, Osmanlılar ile sulha talip olarak, Jacopo Ragazzoni ’yi fevkalâde elçi sıfatı ile İstanbul’ a göndermiş, fakat 1571 ni­ sanından haziranına kadar devam eden müzâ­ kerelerden bir netice alınamamış idi ( J . Ra­ gazzoni ’nin Peldzione ’sî için bk. E. Alberî, ayn. esr., 3. seri, II, 78 v, dd.). Bu defa sulh akdine Marcantonio Barbaro me’ mûr edildi ve 5 ay süren müzâkerelerden sonra, 7 mart ı $73 ’te bir sulh muahedesi imzalandı. Bununla V e­ nedik, Kıbrıs *ın türk hâkimiyetine geçişini, henüz elinde bulunan Sopoto kalesini iadeyi, Kanunî Süleyman zamanında Osmanlılara te’ dîye olunan mıkdara muâdil olmak üzere, 300.000 duka tazminat Ödemeği ve Zanta adası senelik vergisinin 500 dukadan ı.$oo du­ kaya çıkarılmasını kaböl ediyordu ( sulhun ak­ dinden sonra verilen 14 zilkade 980 = 18 mart 1573 tarihli ahid-nâme İçin bk. İ. H. Uzunçarşılı, ayn, e s r , , s. 24, nr. 4; krş. j. v. Hammer, ayn. e s r . , VI, 275 v.d.). Muahede metni Barbaro'nun oğlu Francesco tarafından Venedik’e götürüldü ve sulha susamış olan senato tara­ fından derhâl tasdik edilerek, fevkalâde elçi Andrea Badoer vâsıtası ile, Bâbıâliye takdim edildi. Aynı zamanda Venedik, M. Barbaro ’ mm yerine, Antonio Tiepolo ’yu gönderdi ( bk. Tommaso Bertele, ayn. e s r . , s. n o ),



439



ta ra fa



kat Tunus ’taki Halkulvad ( Goletta ) kal }sini ellerinde bulunduran İspanyolların iki yıl Önce Uluç Ali- Paşa tarafından zaptedilmiş olan Tu­ nus şehrine hücum etmeleri türk-ispanyol mü­ câdelesini alevlendirdi 7 teşrin I, 15 7 2 'de 90 kadırga ile Sicilya ’dan hareket eden D on juan beyler-beyi Haydar Paşa ’nm tahliye et­ mek zorunda kaldığı Tunus ’u zaptederek, hükümdarlığını Mavlay Haşan ’m oğlu Mehmed ’e verdi ve burada yeni bîr kale yaptırtıp, İçine 8.000 muhafız bıraktıktan sonra, avdet etti. Selim II., bu mühim mevkiin istirdadı için, Venedik sulhu yapıldıktan sonra, kapudan-ı der­ ya Kılıç Ali P a ş a ’ya „azîm donanma tedâri­ kini" ferman ettiği gibi ( bk. Zarif Orgun, Se­ lim //.’m kapudan-ı derya K ılıç A li P aşa,ya em irleri , Tarih vasıkalart, II, s. 325 v. dd.\ Y e­ men fatihi vezir Sinan Paşa 'yı da gönderilecek kara kuvvetlerine serdar tâyin etti. 23 muhar­ rem 982 { 15 mayıs 1574 ) ’de Kaley-i Sultaniye ’den hareket eden Sinan Paşa İle Kılıç Ali Pa­ şa, Tunus’ u H alkulvad’ı (6 cemâzîyelevvel = 34 ağustos) ve İspanyolların elinde bulunan diğer küçük kaleleri zaptettiler. Tunus, yeni bir beyierbeyilik haline getirilerek, Ramazan Paşa ’ya ve­ rildi { Kâtib Çelebî, ayn, esr,, 97 v.d.). Ceza­ yir ve Trabîusgarb’dan sonra, Tunus’ un da bir eyâlet yapılması İle, şimâlî A frik a ’da Osmanlı idaresi kat’iyetle yerleşmiş ve dolayısi ile, garbî A kdeniz’de türk hâkimiyeti kuvvet­ lendirilmiş oldu. V e f a t ı ve ş a h s i y e t i . Serdar Sinan Paşa ile Kılıç A li Paşa Tunus’un ffeth'nden İstanbul ’a avdet ettikten (receb başları 982 = 1574 teşrin I. ortaları) ve Avusturya ile 8 yıl için akdedilmiş olan 1568 sulhu tecdit edildik­ ten bir müddet sonra, haremdeki hamamda ayağı mermere takılıp, bir yanı üzerine düşen Sultan Selim, bekim-başı Garsüddin-zâde ta­ rafından yakı tedavisine tâbi tutulmasına rağ­ men, hummaya yakalandı; arkasından da mide ağrıları başladı ve bundan kurtulamayarak, 28 şâbân 982 ( 1 3 kânun I. 1574) pazartesi günü, zevâl vakti vefat etti ( bk. Mehmed b. Mehmed, Nuhbat al-tavârik^ s. 128 }. Cenaze na­ mazı, oğlu Murad U I.’ın cülusunu takip eden 9 ramazan (23 kânun I. 1 574) perşembe günü sarayda, serviler arasında, müfti Hamid Efendi tarafından, kıldırılarak, Ayasofya camii avlu­ sunda inşâsını emretmiş olduğu, fakat henüz ta­ mamlanmamış bulunan türbesine defnedildi. Sal­ tanatı 8 yıl, 2 ay, 19 gün sürmüş olup, İstan­ bul ’da vefat eden ilk Osmanlı padişahıdır.



donanm a se v k e d ile c e ğ i vaad e d ilm iş id î. A n c a k O sm an lı d e v le ti L e p a n to ’ d a donanm asını k a y b ­ e ttiğ in d e n , bu im k ân a sah ip o lam ad ı ve g ırn a tah lar d a yen i b ir ta le p te bulun m adılar. F a ­



tık n a z , a ç ık a lın lı, in ce k a şlı, s a rıy a m ail elâ gö zlü olup, lisan ın d a b ir az p e lte k lik bulunan S e lim II., sa rışın lığ ın d a n d o la y ı, „Sarı" un vanı



V e n e d ik ile O sm an lılar a ra sın d a d o stlu k ih­ y a e d ilirk e n , g a r b ı A k d e n iz ’ de îsp a n y o lia r ile m ü câd ele devam ed iyo rd u . K ıb r ıs s e fe ri s ır a ­ sın d a, G ırn a ta m üslüm anları g ittik ç e a rta n İs­ p an yo l tahakkü m üne k arşı İs ta n b u l’a m urah ­ h aslar g ö n d e re re k , yard im iste m işle r ve bunun üzerin e



k e n d ile rin e



fe tih ten so n ra



o



B acak



kısm ı g ö v d esin d en uzun, o r*a boylu,



440



S E L İM



île maruftur, Gençliğinde içki kullanan Selim II, saltanatının sonlarında, Halveti şeyhi A mi­ di Süleyman Efendi ’yi çağırtarak, bütün nehiylerden tövbe ve hastalığında şarap içmesi tavsiye edildiği hâlde, bunu reddetmiştir. A y ­ nı zamanda ava da meraklı olup, avlanmak için ştk-sık Edirne ’ye giderdi. Bundan dolayı devlet işleri ile pek uğraşamamış, saltanatı devâmınca hiç bir sefere iştirak etmeyerek, or­ dunun başında harbe gitmek an’anesinî terkeden ilk Osm anlı pâdişâhı olmuştur. Esasen harbi sevmediğinden, sulhu tercih ile, şehza­ deliğinde Şâh Tahm âsp’a verdiği abıd-nâmeye sâdık kalarak, Iran İle dostâne münâsebetler idâme ettirmiş ve Sokullu ’nun da telkini ile, Fransa dostluğuna ehemmiyet atfetmiştir. A n­ cak Fransa ’ya verdiği 7 cemâzîyelevve! 977 (18 teşrin I, 1569} tarihli ahid-nâmede, Çenevİz, Sicilya ve Ankona gemilerinin türk sula­ rında fransız bayrağı altında dolaşabilecekleri gîbi, yeni ve geniş imtiyazlardan başka, ahidnâmenin iki taraf hükümdarlarının hayatları ile mukayyet olmayacağı hakkında bir hüküm de bulunması ( bk. Baron de Testa, Recueil des trai~ tes de la Porte Ottomane avec les paissances etrangires, I, 91 v. dd. }, ileride Osmanlı impara­ torluğu aleyhine işleyecek olan kapitülâsyonla­ rın daimilik vasfını kazanmasına sebep olmuştur. Selim II. imparatorluğun idaresini devlet ri­ caline bırakmakla beraber, zihnine takılan fi­ kirlerden kolay-koiay caymayan bir yaradılışta bulunduğundan, icâbında müdâhaleden geri kal­ mamış, Sokullu’ya aleyhdar olan Lala Mustafa ile Koca Sinan P a ş a ’îarı nezâret ile dİvân-ı hü­ mâyûna soktuğu gibi, yine sadrâzamının mu­ halefetine rağmen, Kıbrıs seferine karar ver­ miş idi. Şehzadeliğinde kendisine hizmet eden­ lere mansıbtar tevcih etmiş, ağabeyi şehzade Mustafa ’nm katüi Zâl Ma hmu d ’u vezârete kadar yükselttiği gibi, kızlarından birini tezvic ederek, onu damad da edinmiştir. Aynı zamanda âlimlere şâirlere karşı bimâyekâr davranmış, daha şehzadeliğinde, başta müver­ rih Âlî olmak üzere, Sâmî, Hâtemî, Fırâkî, Ferdî, N igâıî ve N ih'v gibi, bir çok Sİİm, şâir, ressam ve musikişinası etrafına toplamış, padişahlığında müftî Ebussu’öd ’a büyük bîr hürmet göstermiş ve Osmanlı tarihinde ilk defa olarak, ulemâya cülus bahşişi dağıtmıştır. Kendisi de' devrinin meşhur şâirlerine ayak uydurarak, ^Selimi" mahlası ile, bîr çok şiir­ ler yazmıştır kî, mürettep divânı olmamakla berâber, bâzı beyitleri divan edebiyatının gü­ zel numunelerinden kabûl edilir ( bk. E. J. W. Gibb, A H istory o f Ottoman poetry, III, 167 v. d .; burada 2 gazelinin İngilizce tercümesi de bulunmaktadır).



H.



Selim II., kız kardeşi Mihr-mâh ile zevcele­ rinden şehzade Murad ’ın annesi NÜrbânû Sul­ tan hu te’sirleri altında bulunduğundan, zama­ nında sarayda kadın nufûzu artmış, baremini dolduran kadınların çokfuğu yüzünden, saray­ da bir çok yabancı diller konuşulur olmuştur (S , Takats, Macaristan türk âleminden çizgi­ ler, trc. S. Karatay, Ankara, 1958, s. 23). Onun cülusundan sonra Osmanlı şehzadele­ rinin sancağa çıkarılmaları usûlünde değişiklik yapılarak, yalnız en büyük şehzadeye sancak verilmesine başlanmış ve büyük oğlu Murad 'm 15 6 2 ’den beri bulunduğu Manisa sancağı, ve» liahd-şehzâde sancağı olarak seçilmiştir ki, Ahmed I. ’e kadar sonraki Osmanlı pâdişâh­ ları hep bu sancaktan gelip, tahta eülûs et­ mişlerdir. Selim II. ’ın muhtelif zevcelerinden 7 oğlu ve S kızı dünyaya gelmiş idi ( J . v. Hamrner, V I, 287; krş. Jacopo Ragazzoni, R e l a z i o n e , g ö s t , y e r . , s. 97 ). Oğullarından Osman kendisinden 2 yıl evvel Ölmüş, Mehnıed, Süleyman, Musta­ fa, Cihangir ve Abdullah adlarındaki 5 oğlu ise, ağa-beyleri Murad 111. ’ ın cülus ettiği gün katledilerek, babalarının türbesine defnedilmiştir. Kızlarından îsmihan’ı Sokullu Mehmed, Gevherhan’ı Piyâle ve Şah-Sultan’ı da Zâl Mahmud Paşa ile evlendirmiş, Fatma adındaki diğer bir kızı da Murad III. zamanında Siyavuş P a ş a ’ ya tezvic edilmiştir. Selim II., zevk u sefaya düşkün olmasına rağ­ men, İmar ve hayır faaliyetlerinden de geri kalmamış, M ekke’ de harap olan su yollarım tâmîr, Mescsd-i Haram ’ı mermer kubbeler ile tezyin, İstanbul’da Ayasofya eâmiinİn etra­ fındaki payendeler ile birlikte, iki medrese İnşâ ve câmîe İki minâre daha ilâve ettir­ miş, ayrıca L efk oşe’ de adım taşıyan Selimi­ ye camii ile Aziz Efendi tekkesini, Bergos ve Payas ’ta cami, ban ve hamamlar, Navarin ’de bîr kule yaptırmış ve Eski-İl kazasına tâ­ bi Sultaniye kasabasını inşâ ettirmiştir. Fakat muhakkak ki, en büyük inşâatı, Mimar Sinan ’ın eseri ve Osmanlı mimarîsinin en zarif nu­ munelerinden olan E d irn e ’deki Selimiye camii ve külliyesidîr. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredi­ lenlerden başka bk. Âlî, Kunh al~ahbâr( yaz­ ma nüshalar, Selim devri vekayii ); ayn. mil., Nâdirat al-mahârib ( Topkapı, Revan kutup., nr, 1290; K onya muhârebe$i)\ Mustafa Selânikî, Tarih ( İstanbul, 12 8 1), 53-—125 ; Vusûîî Mehmed Çelebi, Selim-nâme { Millet kutup., Ali Em îrî, nr. 3 2 1 } ; Tevârîh-i  l-i Osman { Topkapı, Revan kütüp., nr. ııoiü, tür. y e r.) ; fiâat-nâme { Husrev Paşa kutup., nr. 341 *, şehzadeliği sırasında Selim U, ’in msiye-



il



S E L İM



tinde bulunan biri tarafından yazılmış olup, saltanat mücâde'estne ait kıymetli malûma* tı ihtîvâ eder); Peçuylu İbrahim, Tarih, I, 18, i 53, 270, 302, 306, 384—409, 438—5 0 4; Müneceim-fcaşt Ahmed, Şaha’ i f al-ahbâr, tiirk trc., İstanbul, 1285, M, 475, 487, 498, 502, 510 v. dd., S17* 520—535 ; Mehmed b, Mehmed, Afuhbat al-tavârih va ’l-ahbâr ( İs­ tanbul, 1276), 65,77, 8 2,9 6 —10 1, 106 — 129; Solak-zade, Tarih ( İstanbul, 1298 ), 446 v. d., 475- 478, 509, 533, 545—S6?, 575—584, 590596; Mehmed Süreyya, Sicilimi osmânî, I, 39 v. d .; Hüseyin A yvansarâyî, tyadikat al-cav a m ı, 1, 6 ; Bernardo Navagero, Relazione ( E. Alberi, Relazioni degli ambasciatori Veneii al-Senato dar ant e il secolo decimosesto, 3. seri, I, Firenze, 1840, s. 76 v. dd.); Domenico Trevİsano, Relazione ( gost. yer., 116 , 174 v.d.); Mareantonio Barbaro, Relazi­ one { göst. yer., 3 1 8 ) ; Busbecq, Türk mek­ tupları { trc. Hüseyin Câhid Yalçın ), İstanbul, 1939, fih rist; Stephan Gerlach, Türkisches Tage-Buck { Francfort- sur-le Main, 1674), s. 2 1 — 71 ; Demetrİe Kantemİr, Geschichte des Osmanischen J?eic/ıs ( Hamburg, 17 4 5 ), 329— 374; J* v* Hammer, D evlet-i Osmaniye tarihi (trc. M. A t â ), VI, 39,78 v.d ., 180—288; Zinkeisen, Geschichte des Osmanischen Reickes tn Europa ( Gotha, 1855 ), III, fihrist. (Ş



e r â f e d d în



T



uran



.)



S EL İM III.) O s m a n l ı h a n e d a n ı n ı n 28. h ü k ü m d a r ı olup, Mustafa 1IÎ. ’oin oğlu­ dur ve 27 ce mazi yele vvel 1 1 75 (24 kânûn I. 1761 ) ’te İstanbul ’da doğmuştur t Vâsıf, Tarih, I, 206}. Annesinin adı Mihrişah Sultan 'dır. Fransız İnkılâbı zamanına tesadüf eden bu pa­ dişahın saltanat devri, türk kültür ve medeni­ yet tarihinde, bir dönüm noktası teşkil eder. Mustafa III. ’nın Ük erkek evlâdı olduğu için, saray âdetleri gereğince, Selim III.’İn doğumu İstanbul’da yedi gün-yedİ gece şenlikler ile kutlanmıştır ( Vâsıf, Tarih, I, 206), Mustafa III. oğlu Selim III. ’in iyi bîr tahsil görmesine itina et­ miştir. X V III asrın başlarından itibaren Osmanlı imparatorluğunda ıslahat teşebbüsüne gİrişildiği malûmdur. B iljassa Selim III. ’in babası askerî ve mülkî sahalarda ıslahat yapmak için gayret göstermiş ve A vru p a’dan mütehassıslar getir­ terek, tophaneyi ıslah etmiş; mühendis hâne-i berrî-i hümâyûnu kurmuştur. Bir çok türk mü­ elliflerinin kanâatine göre, Selim ’de ıslahat fi­ kirlerinin daha genç yaşlarında yerleşmiş bu­ lunmasında, babasının büyük te’sîri olmuştur (E n ver Ziya Karai, Selim III.'in haii-ı hümâ­ yûnları, Ankara, 1942, s. 7 ). Mustafa III. ’nm vefatı üzerine, 17 7 4 ’ te tahta geçen Abdülhamid I., veliahd-şehzâdelerin ka­



_



S E L İM



1IL



44*



fes arkasında yaşamağa mecbûr oldukları ha­ pis hayatının ağır şartlarım Selim ’e tatbik et­ medi ve Selim oldukça serbest bir hayat ya­ şadı ( İ. H. Uzunçarşıh, H a lil' Hâmid Paşa , T M, İstanbul, 1936, V, 255 ). Selim ’in mûsikî ve edebiyata karşı kabiliyeti var idî. Genç ol­ masına rağmen, bu sahalarda başarılar elde etmeğe muvaffak olmuş idi. Aynı zamanda mem­ leket İşleri ile de alâkadar olmağa başlamış ve hattâ Avrupa devletlerinin siyâsetini ve onla­ rın İdarî, askerî teşkilâtını öğrenmek için, Fran­ sa kıralı Louis XVI. ile gizlice muhabere etmek imkânım bulmuş idi. Fakat S elim ’in. 28 yıl sü­ ren şehzadelik devri hep aynı müsait şartlar içinde geçmemiştir. Onun 17 8 5 ’ten sonra kafes arkasında üzüntülü günler geçirmesinin sebebi sadrâzam Halil Hâmid Paşa mes’elesi ile ilgili gösterilir. 1774 Kaynarca muahedesi ile son bu’ an Osmanh-rus harpleri neticesinde imparatorluğun mâlî, iktisâdı ve İdarî durumu sarsılmış, bir çok eyâletlerde mütegallîbe bîr sınıf türemiş, em­ niyet ve asayiş bozulmuş idi. Bu karışık durum­ dan faydalanan Rusya ise, 17 8 3 ’t.e K ırım ’ ı iş­ gal ve daha sonra da ilhâk etmiş ve Avustur­ ya imparatorluğu ile de İttifak yaparak, Os­ manlI devletini tehdide başlamış idi. Abdülhamid 1. bu duruma bir son vermek için en müessir vâsıtanın Mustafa 111. zamanında başlanan ısla­ hat hareketlerine devam edilmesi olduğu ka­ nâati İle, 25 muharrem 1197 ( 1 7 8 2 ) ’ de ıslahat tarafdan ve tecrübeli bir vezir olan Halil Hâ­ mid Paşa ’yı sadâret makamına getirmiş ve ıslahata devam olunmasını emr.etm:ş idi. (C ev­ det, Tarih, II, 235 ve 355 ). İleri görüşlü bir sadrâzam olan Halil Hâmid Paşa planlar ha­ zırladı ve Avrupa ’dan mütehassıslar getirtti ( İ. H. Uzunçarşıh, H alil Hâmid Paşa, T M, İs­ tanbul, 1936, V, 21 3 ) ; bunları daha kolaylıkla tatbik edebilmek için, yaşlanmış pâdişâhı haî’ederek, yerine veliahd Selim ’i geçirmeği düşü­ nüyordu. Bu hedefe varmak için şeyhülislâm Dürrî-zöde Atâuliah Efendi, vüzerâdan Râif Paşa, eski yeniçeri-ağası Yahya A ğa ve daha bâzı Selim taraf darları He anlaşılmış idi. Kapudan-ı derya Cezayirli Gâzî Haşan Paşa bu te­ şebbüsten haberdar olup, keyfiyeti padişaha bildirince, Halil Hâmid Paşa azledildi ve diğer müteşebbisler de tecziye olundular. Selim ’in bu mes’elede şahsan ne derece ilgisi bulunduğu malum değildir. Yalnız onun bâzan devlet iş­ lerinin ağır yürümesini tenkit ederek, —*-„8sn Şimdi saltanatta olsam, işler başka türlü olur­ du "— dediği bîr çok müellifler tarafından zikr­ edilmiştir. Mühim olan nokta Selim ’in bu hâ­ diseden sonra sarayda çok daha sıkı bir nezâ­ ret altında yaşamağa mecbur kalmış olmasıdır*.



44*



SELİM İİl.



(tafsilât için bk. Câbî Said, Tarih, yazma, t. Ü. Edebiyat fakültesi tarib semineri kitap­ lığı, s. 8). Selim, kafes hayatının verdiği ıstırap ve kas­ veti şiirlerinde belirtmeğe çalışmıştır. Onun mûsiki ile en fazla meşgul olduğu zaman şeh­ zadelik devri olmuştur. En güzel parçalarını bu devirde bestelemiştir. Ahmed Râsim ( Os­ man/i far iAt, İstanbul, 1327— 13 2 9 ,1li, 1426 v.d.), Rauf Yektâ Bey Men naklen, Selim ’in türk musikîsinde yetişen dehâlardan biri olduğunu , kaydeder. Bâzı besteleri bugün bile zevkle din­ lenmektedir, Selim ’in edebiyat sahasında vü­ cûda getirmiş olduğu divanı zikre değer. Şiir­ lerinde İ l h a m ı mahlasını kullanmıştır ( Ne­ catı Elgin, Selim Ill.-Îlhâm î, Konya, 1959}. Selim III. çok cepheli bir insan İdi, Avrupa ’nm teknik üstünlüğünden faydalanarak, Osmanlı devletine 2arûrî görülen ıslahatı yapmak emeli onda şehzâdelik devrinde kendini göstermiş idî. Rivayete göre, bu devirde Selim «topçuluk tek­ niğine d âir" bir risale kaleme almıştır ( Mehmed E s’ad, Mir'&t-ı mühendis* hâne*i berrî-i hü­ mâyûn, İstanbul, 13 12 , s. 30). Fransa kıralı Louis XVI, ile mektuplaşarak, ondan Fransa ’ nın askerî ve idârî teşkilâtı hakkında malûmat istemiş ve aynı zamanda Rusya ve Avusturya ’nm Osmanlı imparatorluğu topraklarında ta­ kıp ettikleri fütûhât siyâsetine karşı Fransa ’nın Osmanlı devletine müzaheretini elde et­ meğe çalışmış idî. Selim ’in bu gizli muhabere­ sini kendi adamlarından İshak Bey ile Fransa ’nm İstanbul sefiri Choiseul Gouffier ’nin yar­ dımları ile te’min ettiği anlaşılmaktadır ( bk. T. Vali e, Histoire de VEm pire Ottoman, Paris, 1855, s. 418 ; İ. H, Uzunçarşıh, Belleten, Ankara, 1938, sayı 5/6, s. 19 1 — 246 ), İshak Bey ’in Fran­ s a ’y a gönderilmesi hakkında Fransa hükümeti tarafından Selim III. ’e yazılan bir cevapta, Fran­ sa devletinin İshak Bey ’i misafir olarak kabul edeceği ve kendisine lâzım gelen her türlü fen ve maârifin ona tâlim ve telkin olunacağı, Fran­ s a ’ nın en muteber kale, iophâne ve işyerleri­ nin gezdiriîeceğİ bildirilmiş İdi. Selim ’ in Fransa ’ya gönderdiği mektupları, kendi yakınlarından olup, devrin siyâset ve ilim sahasında tanın­ mış bir şahsiyet olan Ebûbekir Râtıb Efendi tarafından kaleme alınırdı. Selim bunları göz­ den geçirir, tashih ve ilâveler yapardı. Abdülhamid I. 1789 ocağında, ö z i kalesinin düşmesi üzerine, pek müteessir olarak, hasta­ lanmış ve reeeb 1203 (6/7 nisan 1789} gecesi vefat etmiş İdî. Durum Darüsseâde-ağası İdris A ğa ve Silâhdar ağası Yahya A ğa tara­ fından Şimşirlİk ’teki harem dâiresmde bulunan Selim III. ’e bildirilmiş ve Selim III. Hırka-ı şe­ rif odasında, 1 1 reeeb 12 0 3 (7 nisan 1789 ) ’ te,



muhteşem bir merasim ile, Osmanlı tahtına cü­ lus etmiştir { E s’ad Efendi, Teşrtfât-t kadîme, İstanbul, Matbaa»î Amire, s. 1 1 0 — 1 1 7 ; bir de Cevdet, Tarih, İstanbul, 1309, IV , 234)- Se­ lim ’m tahta geçmesi İstanbul Ma ve bütün imparatorluk topraklarında sevinçle karşılandı, her tarafta şenlikler yapıldı ( bk. Tayyâr-zâde Mehmed Atâ, Tarih, IV, 57). 1774 Kaynarca muahedesinden beri memlekette artan huzur­ suzluk ve 1788 Men beri A vusturya-R usya’ya karşı savaşlardaki başarısızlığın sebepleri yaş­ lanmış pâdişâhın idâresizliğ’ ne hami olunmak­ ta îdi. Selim ’in tahta cülâstı yabancı dost memleketlerde de ilgi ile karşılanmıştır (Pru s­ ya kıratlığının İstanbul ’dakt sefiri Diet2 ’in Se­ lim III.’in şahsiyeti ve âtide muhtaç olacağı zamanı ve karşılaşacağı zorlukları belirten ra­ poru için bk. K , Zinkeisen, VI, 723 not). Selim H I.’ia inkılâpçı bir ruh taşıdığı daha ilk günlerde belli olmuş idi. Saray gelenekle­ rine göre, Osmanlı padişahları kıiınç kuşanma­ dan evvel Cuma selâmlığına çıkmazlarken, Selim 111. bu an’aneye riâyet etmeyerek, büyük bir selâmlık alayı He, ilk cuma namazım kılmak üzere, Ayasofya camiine gelmiştir ( İ. H. Uzunçarşıh, Saray teşkilâtı", Ankara, J94S, s. zoo), 17 reeeb 1203 ( 1 3 nisan 1789) tarihine rastla­ yan pazartesi günü büyük bir merâsim alayı ile Topkapısarayı ’ndan hareket eden Selim 111., Fâ­ tih camiine gelmiş ve burada eedâdmm mezarını ziyaret ettikten sonra, Eyyûb câmiine giderek, kıiınç kuşanmıştır. Cülûsundan dört gün sonra annesi Mihrişah S u ltan ’ı Yeni-Saray Man T o p kapıya naklettirmiş idi. Selim IlI.’ in, Şah-Sultan, Hadiee Sultan ve Bek'ıan Sultan adlarında, üç kız kardeşi var idi. Selim III. her cuma se­ lâmlığından sonra, üç hafta zarfında bu kız kardeşlerinden her birini kendi saraylarında ayrı-ayrı ziyaret ederdi. Planlarını lâyıkı ile tatbik etmek İçin, sarayın, hattâ annesinin bile te’sirinden uzak bulunmağa başlangıçta pek riâyet eden Selim İH. en küçük devlet işleri ile şahsan ilgilenerek, büyük bir gayretle işe başladı. Büyük bir cesaretle Rusya ve Avus­ turya harplerine devam olunmasına karar ver­ di. Bu husustaki ilk fermanında «düşmandan İntikam alınmadıkça, kıiınç kınına girmeyecek­ tir" denilmekte ve farbe lüzumlu her tedbirin alınması emredilmekte idi. Aynı meâlde diğer bîr ferman da Rusçuk 'ta Osmanlı orduları kat ar gâh merkezînde bulunan sadrâzam Koca Yusuf P a ş a ’ya gönderildi (Cevdet, Tarih, IV, 280). Pâdişâh devlet İdâresinin iyi işlemesi için, Şehzadelik zamanından beri kendisine sadâkat­ leri ile tanınanlara yeni vazifeler' verdiği gibi, ulemâyı ve askerleri taltif etmekte de kusur



SELİM IH. etmedi. Devlet idaresi başına henüz geçtiği sı­ ralarda Tersane emini Selim ‘ A ğa ile oğlu Na­ z if ’in idam olunmaları dotayısı île, bâzı mü­ verrihler onun zulüm ve istibdat ile işe başla­ dığını ilen sürmüşlerdir. Selim IH. her bakımdan Örnek bir pâdişâh idi, bilhassa halim mizaçlı olması dolayısı He adalete riâyet ederdi. Ge­ rek Câbî Saîd, gerek Cevdet Faşa ’nın ver­ dikleri malûmattan açıkça belli olmaktadır kî, bu idam hâdisesi devlet işlerini insafsızca bal­ talamaktan çekinmeyen bozgunculuk zihniye­ tine karşı bir cevap idi. Tersane emînî Selim A ğa ’ya donanmanın noksanlarının sür’atle ik­ mâli hususunda emir ve talimat göndermiş otan pâdişâh, bunun yerine getir ilip-getir ilme­ diğini mahallînde görmek istemiş idi. Bu teftiş­ lerinin birinde Selim A ğa ’nın işçilerin ücret­ lerini vermeyerek, onları işlerinden uzaklaştır­ dığını anlamış îdi. Tersane emininin bu hıya­ netine bizzat Kapudan-ı derya Gazi Haşan Pa­ şa ’nm sadrâzama daha evvel yazmış olduğu bir mektupta da işaret olunmuştur (Cevdet, IV, 2 73; Câbî Sa’id, s. 7—8). Kapudan-ı derya Gâzî Haşan Paşa Yun azli de pâdişâhın kendisine iğbirarı ile izah edil­ mek istenilmiş İse de, bu doğru değil idi. Gâzî Haşan P a ş a ’nın azli mes’elesi Abdülhamid I. ’İn son saltanat yılı esnasında karar altına alınmış, fakat kapudan-ı deryama devlete yap­ tığı büyük hizmetler göz Önüne alınarak, azlı keyfiyeti bir müddet için geri bırakılmış idi. Selim İH. de onu azletmemiş, ancak Îsmâilî seraskerliğine tâyin edilmesini uygun görmüş­ tür. Onun yerine kapudan-ı deryalığa Giritli Hüseyin Paşa tâyin olundu ( Mustafa Nûrî, Natâyic a lv ıık ü ‘â ii İstanbul, 1219, IV, 24 ). Hü­ seyin Paşa Selim III. ’in çocukluk arkadaşı i di ; vefatına kadar Selim IH. 'in yanında mühim hizmetlerde bulunmuştur. Selim Uf. saltanatının ilk günlerinden İtiba­ ren, 1788 baharından beri Kafkasya ve Rumeli ’de Rusya ile Avusturya ’ya karşı savaşan or­ dularının gücünü arttırmağa gayret etti. Tahta çıktığı sıralarda ö z i ve Hotin gibi, mühim kaleler düşmanın eline geçmiş, avusturyalılar da bîr koldan Beîgrad ’ı tehdit ve bir koldan da rus orduları ile birleşerek, Osmanlı kuvvet­ lerini Kalas civarında tazyıka başlamışlardı. Bir çok kaleler müdâfaa ve muhafazasız bıra­ kılmış idi. Yeniçeriler intizamsız hareket etmek­ te idiler. Para sıkıntısı yüzünden ulufelerin ve askerî masrafların zamanında karşılanamaması asker arasında hoşnutsuzluğa sebebiyet ver­ miş idi. Cevdet Paşa ( Tarih, IV, 282 v.d.) 1789 ilkbaharında bu yüzden bîr kısım Arnavut as­ kerlerinin Avusturya ve Rusya hizmetine geç­ tiklerini kaydeder. Cephedeki ordunun bu acı



443



durumuna bir de payitahttaki hayatm düzen­ sizlikleri ile mücâdele mecburiyeti var idi. Dev­ let rİcâlî, birbirleri ile rekabet edecek dere­ cede, bir ihtişam içinde yaşıyordu. Gösteriş adetâ bir meziyet sayılmakta idi. Bir çok kim­ selerin varidatı masraflarım karşılayamadığın­ dan, gayr-ı meşru servet peşinden koşmak bîr hastalık hâline gelmiş İdi. Bîr çok İlmî man­ sıplar ehliyetsiz kimselerin eline geçmiş ve bu durum halkın zararına yo! açmış bulunuyordu» Bu nizamsızlık eyâletlere de sirayet etmiş-idi. Selim 111. buna karşı mücâdeleye başlamış, sal­ tanata geçtiği ilk aylarda Bâbıâlîye gönderdiği btr hatt-ı hümâyûnda tedbir alınmasını İstemiş idî. Selim III. ’ in şahsiyeti ve memleket hakkındaki iyi düşüncelerini gösteren bîr çok kıymetli hatt-ı hümâyûnları onun bu uğurda ne kadar büyük bir gayret gösterdiğine şahadet etmek­ tedir {H ad ik a-i vakâyV, Üniv. kutup., nr. T Y . 6037). Genç pâdişâh kaymakamına gön­ derdiği diğer bir hatt-ı hümâyûnunda:—>,Eğer bana şimdilik kuru ekmeğe razı ol deseniz, ben razıyım . . . Allah aşkına devlet elden gi­ diyor, sonra fayda vermez; ben bildiğimi size beyan eyledim, siz de devletten hissemendsiniz"— diyerek, devlet ileri gelenlerini millete hizmet etmeleri için teşvik ediyordu. Nihayet 20 şaban 1203 ( 16 mayıs 1789) tarihinde dev­ letin içinde bulunduğu durumu görüşmek ve bir nizam vermek için, büyük bir meclis top­ lanmasını emretti. Revan köşkünde yapılan bu toplantıya payitahttaki ve taşradaki bütün devlet ricali, ordu-İ hümâyûn mümessilleri de katılmışlardı. Selim III. hazır bulunan şeyhülis­ lâmdan naiplerin zulmüne ve kaymakam pa­ şadan vuzerânın fenalıklarına nihayet veril­ mesini, sekban-başıdan askerî işlerin düzeltil­ mesine gayret etmesini istemiş, her birine ayrı-ayrı talimat vermiş idî. Selim IH, payitahtta içki ve sefahat ile mücâdele edilmesine, mey­ hanelerin kapatılmasına, kibar sınıfın ve dev­ let ileri gelenlerinin hâl ve zamana göre hare­ ket etmelerine, fuzulî masraflardan korunuîup, irtikâp ve irtişa yollarının kapanmasına dâir bâzı nizamlar vaz’etti. Devletin mâlî durumu endişe verici idi. Bunun için Selim III. sarayda mevcut altın ve gümüş eşyadan mühim kısmı­ nı darphâneye sevkederek, paraya tahvilini emretti. Şehzade, kadm efendiler ve diğer bü­ tün cârlyelere varıncaya kadar, her kes kıy­ metli eşyaların bir kısmını hazine emrine he­ diye etmişler idi. Adedleri binleri aşan bu eş­ yaların tam bir listesinden yapılan fedâkârlığın büyüklüğü iyice anlaşılmaktadır ( İsmail Baykal, Selim III. devrinde imdâd-ı s e fe r için para basılmak üzere saraydan verilen altın ve gümüş eşya hakkında, Tarih vesikaları,



444



SELİM m .



Ankara, 1944, İH» sayı 13, s. 36—50}. Sarayın bu hareketi haika örnek oldu. Gerek İstanbul Man, gerekse eyâletlerden bir çok altın ve gü­ müş eşya hazîneye teslim edildi. Baş-şehirde orduya yardım için bütün gayretle çalışılırken, mayıs 1789 sonlarına doğru düşmanın K a la s ’ı eline geçirdiği haberi İstanbul'a geldi. Bu mağ­ lubiyet üzerine sadrâzam Yusuf Paşa azlolunarak, yerine kethüda Haşan Paşa tâyin olundu. Fransa ve İspanya ’ nın Bâbıâli nes>dindeki sefirleri Selim IH. ’e sulh yapmasını tavsiye etmekjte, Prusya ise, K ırım ’ ın kurtarılması için, ittifak teklifinde bulunmakta idi ve İsveç de Osmanlı devleti ile yapacağı bir anlaşmaya gö­ re, harbe hazır olduğunu bildirmiş idi. Ordugâh­ ta bulunan devlet erkânı ise, harbîn devamına taraf dar değil idi. Selim 111. harbe devam olun­ masında ısrar etti. Hattâ lö mayıs 1789 tari­ h id e toplanan meclis-î meşverette sulh mad­ desinin de görüşülmesi rûznlmede varken, Se­ lim IH, bu maddenin râznâmeden çıkarılmasını emretmiştir. 1 1 temmuz 17 8 9 ’da İsveç ile müş­ terek düşman Rusya *ya karşı bir ittifak im­ zalandı. Yalnız Osmanlı devletî bu ittifaktan büyük bir fayda elde edemedi. 1 ağustos 1789 ’da Osmanlı orduları Fokşan ’da yeni bir mağ­ lûbiyete uğradı. Selim IH. cesaretini kaybetme­ di, orduya vatanperverâne söz ve nasihatlerini İhtiva eden fermanlar gönderdi. Yeniçerilerin bu harplerde nizamsız hareket etmelerine son vermelerini istedi { Hadika~i vakayı, s. 45). Sadrâzam Haşan Paşa mukabil bir taarruzda bulunmak için, Osmanlı ordusunu pek yanlış bir şekilde Bozo suyu civânna toplamış idi, 3 muharrem 1204 (23 eylül 1789) tarihinde cere­ yan eden savaşlarda ordu harbin kaderi Üze­ rine te’sîr eden bir mağlûbiyete uğradı. Avus­ turyalIlar Bükreş ’e girdifer ve Beîgrad muha­ fızı Osman Paşa da Belgrad ’ı teslim etti. Prusya krallığı 1780 senesinden beri Osmantı devleti İle bîr İttifak için tekliflerde bu­ lunmakta İdî. Fakat Osmanlı imparatorluğunun bîr Hıristiyan devlet ile tedâfüî ve tecâvüzî ittifak yapması şimdiye kadar şeriate aykırı görülerek, kabul edilmemiş id i.‘Selim Hl. aydın düşünceli bir pâdişâh olduğundan, Prusya kıraîlığı ile ittifak yapmağa karar verdi. Bu maksat için, kendi fikirlerini anlayan ve za­ manın düşüncelerini kavrayan din adamı Hâraidî-zâde Mustafa Efendi ’yi şeyhülislâmlığa, tâyin etti. Hâmidî-zâde bir hıristiyan düşmana karşı diğer bîr hıristiyan devlet ile İttifak ak­ detmenin din ve şeriata aykırı olamayacağına dâir fetva verdi. Bunun üzerine Prusya İttifa­ kı imkân dâhiline girdi ve beş maddeden iba­ ret bulunan bu anlaşma 16 cemâziyelevvel 1204 ( 3 1 kânun U. 1790) tarihinde imzalandı (N ihat



Erim, D evletlerarası hukuk ve siyâsî tarih, Ankara, 1953, s. 157 ). Bu ittifakın mühim ta­ rafı, Osmanlı devletinin şimdiye kadar Avrupa devletleri arasındaki münâsebetler hakkında yanlış bilgiye sahip olmasının meydana çıkma­ sıdır. Zîra, bundan sonra Osmanlı devleti A v­ rupa devletlerinin usulleri ile aralarındaki mü­ nâsebetleri daha iyi anlamağa başlamıştır kİ, bu yeni siyâsî görüşü getiren ve tatbik eden yine Selim III, olmuştur. 1790 senesi baharında, Fransız ihtilâlinin sür ’atle gelişmesi dolayısı ile, garpte siyâsî du­ rum birdenbire değişmiş idi. Osmanh-rus heple­ rinin başlamasında Katerİna II. (176 2 — 1796) ’ya müzaheret eden Avusturya imparatoru Joseph II. 1790 senesinde vefat etmiş ve ye­ rine Leopold imparator olmuş îdi. Prusya kı­ ralı Wilhelm II. (17 8 5 — 1797 ) Avusturya ile Reichenbach anlaşmasını yapmış ve bu anlaş­ mada Prusya A vusturya’ nın, Osmanlı devleti ile mütâreke yaparak, harbe son vermesini şart koşmuş idi. AvusturyalIlar hem fransız ihtilalin­ den duydukları endişe sebebi İle, hem de Prus­ ya ile yaptıkları anlaşmaya uymak için, Os­ manlI devleti ile 9 muharrem I 2oS (28 eylül 1:790 ) ’te evvelâ dokuz aylık bir mütâreke ve daha sonra, 3 zilhicce 1205 (4 ağustos 17 9 1) ’te, Zîştovi barış anlaşmasını imzaladılar. Buna göre, Avusturya, Belgrad da dâhil olmak üze­ re, harp esnasında işgal ettiği toprakları Os­ manlI devletine iade etti. Yalnız Orsova Avusturya ’ya terk olundu ve Tuna nehri civârmda bâzı hudut tashihleri yapıldı (Nihad Erim, ayn, e s r s. 167 ). Bu anlaşmanın Zîşto­ v i ’de yapılması bizzat Selim III. ’in arzusu ile olmuş idi, AvusturyalIların müzâkere yeri olarak Bükreş'i istemelerine karşılık, Selim III. »Bükreş şimdi A vusturya’ dadır, oraya gitmek Nemçelinin ayağına varmak demek olur, bu hâl devletime yakışmaz*4 demiş id i( L H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, IV, kısım I, s. 570), Selim IH. ’in bu arzusu onun devlet şerefini dâima Üstün tuttuğunu göstermektedir. Prusya ile ittifak müzâkereleri başladığı sı­ rada, general Potemkin de sadrazam ve ser* dâr-ı ekrem ordu karargâhına bir murahhas göndererek, Osmanlı devletî ile sulh yapılması için tekliflerde bulunmuş idi ( Cevdet, Tarih, V, 12 ), Bu sırada Kethüda Haşan Paşa az­ ledilmiş ve Cezayirli Gâzî Haşan Paşa, rebıüîevveİ 1204 (teşrin IL 178 9 )^6 , geniş sa­ lâhiyetler ile, sadârete tâyin olunmuş idi. Gâzî Haşan Paşa Prusya ile ittifakın harbi uzat­ maktan başka bir şeye yaramayacağı kanâ­ atinde idi. Bundan dolayı bir an evvel Rusya İle harbe son verilmesini faydalı buluyordu. Fakat kendisinin hastalıktan kurtulamayarak



S e l i m lii. vefat etmesi üzerine, Rusya ile barış müzâke­ releri açılması husufunda general Potemkin’ in yaptığı teşebbüs de bîr neticeye ulaşamadı. Esasen Selim 111,, orduya gönderdiği bîr batt ı hümâyunda harbe devam olunacağı kanâatini belirtmiş idi. Selim ili., büyük bir gayret ile, Rusiara karşı muvaffakiyet kazanmak için ça­ lışıyordu; Akdeniz ve K aradeniz’de Osmanlı donanması galibiyetler elde etmeğe muvaffak oldu ise de, karada savaşlar Osmanlı devleti­ nin aleyhinde gelişmekte İdi. 1790 senesi son­ baharında Kili, îsmâiii, Toîeu, İshakçı gibi mühim müstahkem mevkiler rusiara geçti. Bu harplerde yeni sadrâzam Şerif Haşan Paşa ’mn tedbir silik le ri görüldüğünden, yerine Ko­ ca Yusuf Paşa cemâziyelevvel 120$ (şubat 1791 )'te sadrâzam tâyin edildi. Filvaki Selim İH. Rusya ile sulh yapılmasına tarafdar idi. A n­ cak muvaffakiyetli bir barışın silâhın şeref ve şan ile elden bırakılması hâlinde mümkün olaca­ ğını iyi biliyordu. Talihsiz pâdişâhın bir çok gayretlerine rağmen, dört seneden beri devam eden harplerin yüklediği mâlî müzayaka ve bilhassa orduda görülen nizamsızlık bir zafer elde edilmesine imkân vermedi. Kafkasya’da Canikli AH Paşa, bir derebeyi zihniyeti ile, devletin emirlerine riâyet etmeyip, Rusya ’ya teslim olmuş; halbuki Kafkas cephesinde türkler ve Kafkashlar mem’eketlerîni istilâya çatı­ şan ruslaıa karşı şiddetle müdâfaa etmişlerdi. Balkanlardaki cephede ise, Maçin muharebe­ sinden sonra (9 nisan 1791 ), artık yeni bir za­ fer beklemek. ünrdî kalmamış İdi. Ingiltere, Prusya ve İspanya 'mn tavassutları Üzerine, Se Jim İH, Rusya île barış yapılmasına razı oldu {Tahsin ö z , Selim İli. 'in sır kâtibi tarafın­ dan tutulan ruznâme, Tarih vesikaları, 1944. sayı 14, s, I0 3—105 ). 17 zilhicce 1205 ( 18 ağustos 1791 >’te Rus­ ya ile 8 aylık bir mütâreke akdedildi; Yaş Şehrinde sulh görüşmelerine başlandı ve 15 cemâziyelevvel i 2o6( * okâ nûn II. i792 )’d a Y aş muahedesi imzalandı. Bu anlaşma ile İki dev­ let arasında A vru p a’da Dnester, K a lk a sy a ’da Kuban nehirleri hudut olarak kabûi edildi; Kırım Osmanlı devletinin elinden tamamı île çıktı (Nihad Erim, ayn. esr., s. 186). Dnestr nehrin’ o hudut olarak kabul olunmasına pa­ dişah h1^ razı değildi, bu sebepten Bâbıâlİye gönderdiği bir hatt 1 hümâyunda barış gö­ rüşmelerine me’ mûr edilen Vasıf Efendi ’ye beceriksizliğinden dolayı hiddetlenmiş İdî. Rus­ y a ’nın Kuban bölgesine bağımsızlık verilmesi içrn yaptığı teklife de Setim III. yine razı olmamış idi Zîra Kaynarca muahedesi ile, evvelce Kırım ’a tanınan bağımsızlık yüzünden, bu eyâletin sür’atle elden çıkmasına yol açıldığını iyi bilen pa­



445



dişah, ancak Kuban nehrinin iki devlet ara­ sında hudut olmasına müsâade etmiş ve bu suretle Selim III. Kuban bölgesinin mü'ûtri bir kısmmm bîr müddet daha Osmanlı devleti ida­ resi' altında kalmasını sağlamış idi ( Tahsin ö z, Jîuzndme, ayn. esr,, sayı 15, s. 183). Harple­ rin bu suretle sona ermesinden sonra, ordu 10 şaban 1206 { 3 nisan 1792) pazartesi günü İs­ tanbul ’a döndü. Selim ili., hiç bîr fedâkârlık­ tan çekinmeyerek teçhiz ettiği ordunun uğra­ mış olduğu başarısızlık yüzünden kimseye iğbi­ rar göstermemiş ve sadrâzam, vezirler ve ku­ mandanları samimiyetle karşılamış, herkese mü­ nâsip hediyeler yerdikten sonra, sancak-ı şerifi teslim almış İdi {Raznâme, ayn. esr.t s. 187— 188 ). Bundan sonra Osmanlı devletî, Napoleon’un Mısır ’a hücumuna kadar, Avrupa devletlerinin fransız ihtilâlinden doğan harpler ile meşgul olmalarından dolayı, bir sulh devrine girmiş oluyordu. Bu suib devrinden faydalanan Selim 111., şehzadelik zamanından beri Osmanlı dev­ letinde yapmayı tasavvur ettiği büyük ıslahat hareketine başladı. XVIII. asır başlarından itiba­ ren, padişahların hemen hepsi Osmanlı devle­ tinin müesseseler inin bozulduğunu görmüşler ve ıslahat yapmak arzusunu göstermişlerdi. Fakat bunun ağırlık noktasını askerî sahadaki ıslahat teşkil etmiş idî, S el:m İÜ. ’e göre, yalnız askerî saha değil, devletin bütün müessese­ ler! baştan-başa ıslaha muhtaç idi. Onun yap­ mak İstediği ıslahat tarihte nizâm-1 cedîd adı altında toplanmıştır. Her ne kadar, yeniçeri ocağı yanında Avrupa ordularının tâlim ve terbiye usullerine göre bu devirde kurulmuş bulunan yem bir askerî teşkilâta da nizâm-ı cedîd adı verilmiş ise de, esas nizâm-ı cedîd tâbiri A vru p a’nın ilim, teknik ve tecrübele­ rinden faydalanmak sureti ile Osmanlı devle­ tinin İdarî, mülkî, askerî, ticarî, sınaî, ziraî, İlmî v. b. sahalarda yapılması zarurî görülen bütün ıslahatı ifâde etmektedir ( £. Z. Karal, Selim 111. hattı hümayunları, Ankara, 1946, s, 39 v. d .; T. GÜkbiigin, bk. mad, NİZÂM-I C E D ÎD ). Böyle bîr ıslahatın, bir İslâm devleti olarak kurutmuş olan ve kendine has bir kültür ve medeniyeti bulunan Osmanlı İmparatorluğunda tatbiki büyük zorluklar arzedtyordu. Osman U. ( 1 6 1 8 —1622) ve daha sonra Ahmed III. ( 1 7 0 3 —1 730) devirlerindeki teşebbüslerin bü­ yük ihtilâllerin doğmasına sebep ve padişah­ ların bayat ve saltanatlarına mâl olduğu bilin­ mekte idi. Islahat için incelemeler yapılma­ mış ve bîr program hazırlanmamış idi. Se­ lim III., herşeye rağmen, ıslahat hareketini» tatbikine büyük bir cesaret ile girişmeden ev­ vel de, tecrübe, ilim ve tekniğinden faydalan-



fcfeLİM ift inak istenen A vru p a’yı daha iyi tanımak za* nun-ı tımar ve zeamet" adı ile çıkarılan kanun­ rûretini duymuş idi. Bu sebeple, Ziştovi muahe­ da, tîmar ve zeamet erbabından da harplere işti­ desinin imzalanmasından sonra, kendi tarafdar- rak etmemiş olanların timar hakları atmıyor ve larindan ve devrin ilim adamı Ebubekir Râtib bu hakkın, merkez ve sancaklarda, vazifelerini Efendi ’ yi, elçi olarak, Viyana 'ya gönderdi lâyıkı ile yerine getirenlere verilmesi mecburi­ (Cevdet, Tarih, V, 232). 8 ay Viyana ’da kalan yeti konuluyordu. Osmanlı ordusunun teknik Râtib Efendi burada yaptığı araştırmalarım sınıfını teşkil eden kumbaracı, lağımcı, topçu yazdığı Sefârei-nâm e ( Süleymaniye, Esat Efen­ ocakları için de, 15 receb 1 207 (26 şubat 179 3)'de, di kutup., nr. 2235 ) 'sinde toplamış ve İstanbul ayrı kanunlar çıkarıldı. Bütün hutnbaracı sınıfına ’a avdetinde padişaha takdim etmiş idi. Râtib mensup olanların bundan sonra, İstanbul ’da Efendi bu Sefâret~nâme 'sinde Avrupa devlet­ oturmaları, muntazam tâlim-terbiye görmeleri lerinin askerî teşkilâtı ve diğer müessese­ ve bu sınıfa alınacak askerlerin mesleklerinde ler! hakkında bilgi verdikten sonra, Avru­ kabiliyetli bulunmaları gibi, yeuî nizamlar vaz1pa devletlerinin ilerilemelerini sağlayan şartlar edîtdi. Humbaracı ocakları İç'u Hasköy 'de yen: üzerinde de durmuş ve ayrıca Osmanlı devle­ kışlalar yapılması emrofuodu ve başına ricâl-i tinin de İîerileme ve gelişmesi için bu şartları devletten doğru, dindar ve askerî nizam ve in­ yerine getirmesi gerektiğini ileri sürmüş idi. Se­ zibatı sağiamağa muktedir bîr zatın bumbaracılim III., kendi düşüncelerini de ilâve ederek, başı adı altında tâyin olunması, subay ve er­ büyük bîr ıslahat programı hazırladı ve aynea lerin yeni nizamlara göre maaşlarının veril­ devlet ricalinin de fikirlerine müracaat etme­ mesi sağlandı. Lağımcılar için bir nizam-nâme ği uygun buldu. Bu suretle, başta sadrâzam yapıldı ve bunların da yapılacak humbaracı Koca Yusuf Paşa olmak üzere, devletin ileri ge­ kışlalarında oturmaları mecburiyeti konuldu lenleri ve tanınmış kimselerinden 22 kişiye ıs­ ( Cevdet, V , 287 v. dd.). Topçu sınıfı için de lahat için lâyiha vermeleri bildirildi ki, bunlar yeni nizam-nâmeler çıkarıldı. 1207 şabanında arasında o devirde Osman!» ordusunda hizmet ( mart 1793) Tophane etrafındaki dükkân ve meskenler istimlâk edildi ve buraya topçu ve gören fransız asıllı Bertranaud ile meşhur İs veçîi M, d’Ohsson da bulunuyordu ( Cevdet, arabacı kışlaları yaptırılması emrolundu. Top­ çuluk İçin A vru p a ’dan mühendisler getirtildi; Tarih. Vî, 7 • E. Z. Kara!, aı/rt. esr.t s. 36 ). Selim Hİ.’e takdim edilen ve „nizâmat-ı devlete büyük topların dökülmesi için Tophane ıslah dâir lâyihalar" tâbir olunan bu raporlardaki edildiği gibi, İstanbul ve taşrada bulunan barut­ mütalaalarda bîr fikir birliği yok idi ve ağırlık hanelere de yeni bir düzen verildi. Aynı zamanda noktasını yine askerî ıslahat teşkil ediyordu. Yeniçeri ocağının da ıslah edilmesi için tedbirlere Padişah, bu mütâfealan aldıktan sonra, on ki­ baş vuruldu. Bir çoğu esnaflık, ticâret veya şiden müteşekkil, başkanlığına Ziştovi muahede­ daha başka işlerle uğraşan yeniçerilerin askerî sine murahhas olarak giden devrin ilim adam­ inzibat ve terbiyeden uzak kalmamaları için, larından İsmail Paşa-zâde İbrahim İsmet Bey 'i haftanın muayyen günlerinde tâlim ve terbiye getirdiği bîr hey’et kurarak, ıslahat programı ile meşgul almalarına dikkat edilmesi emrolun­ du. İslahat bahriyeye de teşmil edildi. 17 9 2 'de hazırlanmasını emretti. Dikkate şayandır ki, ıslahatın padişahın şah­ „Tersâne nizâmı" kanunu ile büyük ve küçük sî gayreti ile mümkün olacağı, bu lâyihaların gemilerde vazife gören kaptanlardan ancak verilmesinden sonra kendisini göstermiş idi. Zi­ ehliyetli olanların süvari nasp olunması, açıkta ra İbrahim İsmet Bey de karşılaşılacak zor­ kalanların da, mülâzİmlik rütbesi ile, süvariler lukları görmüş ve keyfiyeti Selim 111. ’e arzet* maiyetine verilmesi, kaptanların gemilerini te­ mİş idî. Fakat pâdışa^ azimli ve kararlı idî. miz tutmaları ve bunların harap olmamalarına Hey'etin hazırladığı program, elde mevcut dikkat etmeleri, vazifelerinde kusur görülen kaynaklardan anlaşıldığına göre, 72 maddeden subay ve erlerin tecziye edilmeleri emrolunmakibaret idi. Plânı askerî sahada olduğu gibi, idârî. ta idi. Selim ÜI. tersane ve bahrîye İşleri­ ticarî, ictîmâî ve siyâsî sahalarda da yapılacak nin başına çocukluktan beri arkadaşı olan kaıslahatı ihtiva ediyordu f Yayla imamı risalesi, pudan-t derya Hüseyin Paşayı getirmiş idi. Velİyüddio Efendi kütüp., Cevdet Paşa kitapları, Tersane baştan tanzim edildi, gemi inşaatına nr. 73/3370 h Askerî müessese!erin ıslahı ile işe ehemmiyet verildi. Kara ve deniz kuvvetleri başlandı. Nizâm-ı cedîd adı altında yeni bir as­ için yetiştirilecek zâbitlerin Avrupa teknik kerî teşkilât kurulması,harp sanayiinin baştan ilminden faydalanmaları . için yeni mektepler tanzimi, askerî sabada yapılacak ıslahatın baş­ açıldı. Selim İH. babası zamanında, 17 7 3 ’ de Ha­ lıca. gayesini teşkil ediyordu. Bunun için bir liç’teki Sütlüce civarında açılmış bulunan „Müçok .kaçan ve nizam-nâmeler yayınlandı 20 zil­ hendishâne-î babrî-i hümâyûnu" tevsi ettiği kade 1206 ı 10 temmuz 1 7 9 2 ) 'da „Tecdîd-i ka- gibi, bunun yanında wMühendishâne-i berrî-i



SELİM IÎL hümâyûnu" 1207 ( 1794 ; tarihinde kurarak, iik tıirk teknik okulunu açmış oldu ( Mehmed Esad, . Mir'aUı Mühendishâne-i berrî-i hümâyûn. İs­ tanbul, 1312 }. Bu yüksek okullarda Avrupa ’dan getirilen mütehassıslardan başka, turk hocalar d avar İdî. Kırımî Es'ad Efendi, İshak Efendi ve diğer turk bilg:n!eri riyaziye, bendese, istih­ kâmcılık gibi fen bilgilerine âit dersler ver­ mekte idiler. Ayrıca garp dillerinden tercü­ meler yaptırılmış ve bir kütüphane de vücûde getirilmiş idi (Mehmed Esad, ayn. esr., s. 33). Padişahın üzerinde ehemmiyetle durduğu mes'ele yeni bir askerî teşkilâtın kurulması idi. Hattâ, daha ıslahat programının hazırlanma­ sından evvel, bu hususta harekete geçmiş ve sadıâzam Yusuf Paşa ordu ile İstanbul ’a avdet ettiği vakit, askerlerden bir kısmının Davutpaşa ’ da bırakılmasını emretmiş idi, Sonra bu askerler Ağa-yeri diye adlandırılan ( bugün­ kü Arkeoloji müzesinin bulunduğu yer ) talim­ gaha naklolunmuş ve Avrupa ordularının tâlim ve terbiye usullerine göre yetiştirilmelerine başlanmış idİt Tahsin ö z , Ruznâme. Tarih vesi­ kaları, sayı 15 \ Bu küçük birlik daha sonra, nizâm-ı eedîd nâmı altında kurutan yeni as­ kerî teşkilâtın nüvesini teşkil etti. Padişahın asıl arzusu yeniçeri ocağından yaşları müsait olsuların buraya alınması yolu ile bu teşkilatı geliştirerek, yeni bir askerî müessese kurmak idî. Fakat, yeniçerilerde» buraya talip çıkmadı. Ocaklılar, yeni talîm ve terbiye usûlünü kendi ananelerine uygun bulmadıkları gibi, bu teş­ kilâtın kurulmasına da esasen tarafdar değil idiler. Bundan başka, yen leri ocağını iltizam eden devlet ricali ve ulemâdan bir kışımı da, Osmanlı kanun’annin yeniçeri ocağından baş­ ka bir askerî teşkilât kurulmasına müsait ol­ madığım ileri sürüyorlardı. Pâd şab, bu muhâiefet yüzünden, yapılan tavsiyelere uyarak, nizâm-ı ced>d adı ile kurulacak yeni askerî teşkilâtın bostancı-tüfenkçi ocağına bağlı ola rak kurulmasına razı olmak mecburiyetinde kaldı. 17 9 3 ’de nizâm-ı eedîd için de ayrı ka nun çıkarıldı ve bu askerlerin Levent çiftliğ:ndeki kışlalarda yetiştirilmeleri münâsip gö­ rüldü. Yeni çıkarılan kanuna da „Levent çift­ liği kanun nâmesi" adı verildi i Cevdet, Tarik, VI. 366 ). Başlangıçta bu yeni teşkilâtın mev­ cudunun 1200 erden mürekkep olması kabul edilmiş idi, 1796'da yayınlanan ek nizam-nâmelerde nizâm-ı cedîdtn, Anadolu ve Rumeli ’de de tatbik edilmek sureti ile geliştirilmesi dü­ şünüldü. Konya /.tıkara, Kayseri gibi büyük şehirlerde bu yen1 askerî teşkilât kuruldu ve başına Karaman valisi Kadı Abdurrahman Pa­ şa getirildi. Bundan sonra nizâm-ı cedîdin mevcûdu çoğalmağa başladı. Selim Ul, fırsat



buldukça, Levent çiftliğine gider, askerlerin tâ­ lim ve terbiyelerini yakînen tâkip ile, er ve subaylarını teşvik ederdi. Fakat, Rum eli’de bu teşkilâtı kurmak imkânı hâsıl olmadı. Selim İIİ. bu müesseselerin yaşaması için, enderun ve darphâne-i âmire hazînelerinden ayrı olmak üzere, „îrâd-ı eedîd" adı altında ye­ ni bir hazine İhdas etti. Tütün, kahve, şarap vergileri, her yıl yenilenmesi icâp eden, ferman ve beratlardan alman gelirler ile, 10 keseden fazla fâİzi bulunan mahlûl mukataattan gelen varidat bu yeni hâzineye bağlandı. Irâd-l cedîd hâzinesinin 200.000 kese değerinde olması kararlaştırılmış idî ( bu hazînenin teşkilâtı ve kanunları için bk. E. Z, Kar al, Selim III, *in hatt-t hümayunları, s. 86). Nizâm-ı eedîd tâbir edilen Selim III. Ün bu ıslahat hareketi ile padişah, idârî, mâlî, İkti­ sadî, ticarî, içtimâi, siyâsî sahalardaki müesseselerini de ıslaha çalıştı. Selim III. bu hu­ suslara dâir de lâyiha verenlerden fikir beyân etmelerini ve sadrâzamdan tedbirler alınma­ sını İstemiş idi ( E. Z, Karal, ayn. e s r s- U 3). Selim III., 1207 ( 1793 ) yılında „der beyân-1 nizâm-ı hâf ve vüzerây-i izam ve mirmirân-ı kiram" adı altında bir kanun çıkararak, eyâ-» tetleriu durumlarını ete aldı ( Şerif Mehmed, Saltan Selim hân-ı sölis devrinde nizâm-ı dev­ let hakkında mütalea, T T E M, sene 8, nr. 43, s. ı$ ) ' Bu kanun He, eyâlet paşalarının liya­ katli kimseler arasından seçilmesi ve eyâlet­ lerde devlet nüfuzunun kuvvetlenmesi, halkın huzur ve refahının te'mîn olunması sağlanmak istenmiş idi. Bu sırada yapılan yenî mülkî tak­ simat ile Anadolu ve Rumeli topraklan 28 eyâlete ayrıldı. Eyâlet paşalarının gittikleri yerlerde haksız mal iktisap etmemeleri, üç sene geçmeden değiştiril memeler i, bilhassa ayanla­ rın eskiden olduğu gibi, yine halk tarafından seçilmesi hakkında nizam-nâmeye maddeler ko­ nulmuş idi. Selim Ul, Osmanlı devletini içinden kemiren irtikâp ve irtişa ile de mücâdele etmek için, „ref’-iîdîye ve hediye ve rüşvet ve şûru’-i nizâm" adı altında yeni bir kanun çıkardı. ( Me med Galib, Selim-i sâlis ’m 6£4£2) da dâima bir tezat müşâhade edilir. Btıno biz­ [ b. bk.] tarafından, müellifi zikredilmeden, zat kendisi devrin icaplarına uymak zarureti âdeta tercüme edilircesine, aynı ad ile, yeni­ ile izaha çalışmaktadır. den kaleme alınmıştır Nitekim Salman 'ın ese­ B i b i i g o g r a f g a 5 Davlatşâh, • Taz­ rinin R aşid Yâsîm i {agn. esr., s. 119 v.d.) ta­ kira ( London, 19 0 1), s . '257 —263; ' Lutfrafından yapılan hulâsası üe, Ahmedî *nin ese­ *AU Bek A ğar, Âtaşkada ( Bombay, 1299 \ rinin Nihad Samı Banarlı tarafından yapılan s. 223—226; Am in Ahmed R âzi, H a fi ik ­ hulâsasının { Ahm edî ve Dâstân-ı tevârıh-t mülim , Tahran, ts., II, $22—-525 ; i Rizâ-Kuli lûk-i  l-i Osman, T M, VI, 142— 156) karşılaş­ Han Hidâyat, Macma' al-fuşahâ- ( Tahran, tırılması bu hususta açık bir fikir vermektedir. 1295), s. 19 v.d,; Cam i, Bahâristân ( NavalKişor, ts.), s.: £03 v.d.; R aşid Yâsim i; J« 3. Firâk~nâma, takriben l.ooo beyitten ibâret olan bu mesnevi tamâmiyle tarihî bir vak’aya tahhu a intikâd-i ahval a âşâr-i Salman-i Sa­ istİnât etmektedir: Sultan Uvays ün çok sev­ vacı ( Tahran, ts.); E. G. Brovvne, ,A Litediği dostlarından biri olan Bayram-şâh 761 rarg Historg o f Persian Literatüre under 1 1359 ) ’de ansızın B agdad ’a g id e r; 7—8 yıl Tartar Dominion, s . . 260 ; v.dd., 296 v.d.; sonra dönüp, G ilân harbine katılır ve Ölür Z D M G , XV, 758—774! Rİeu, Cat. o f Pers. (7 6 9 = 13 6 7 ). Sultan çok sevdiği bu dostunun Mss. m the B rit,. Mus., H, 629^-.ayn. mil., OİÜpnü karşısında duyduğu acıları tereggüm Şapplemçntf bk. fih rist; Fİügel, D\e gtab-j



SE LM ÂN - SELMAS. pers. und İÜrk. H s s . . . V/ien, bk. fih rist; Brovvne, A tSuppl. H andlist. . . o f Cambridg e \ ':C a t o f Pers., iürk., Hindûstânî and Pushtû manuscrîpis in Bodleian Library, î, r ■ 5?Sa v-dd. Ç a t a l o g u e o f the Persian ma• .nuscrîpts in the Byhâr library ( Caîcutta, 1921 ), s.. ?44r- 245 ; E. Blochet, Çatalogue .de$ manascrîpts: persans, bk. fihrist; F. Karafcay, Topkapt Sarayı Müzesi kütüphanesi f'arşça yazmalar kaialoğu { İstanbul, 1962 }, bk. f i h r i s t . , ( T A H S İN Y A Z I C I .) S E L M  N İY E . SA L M  n I y A , bu ad b i r t a k ı m m ü f r i t {ğ tılat) ş i’ı f ı r k a l a r 1n 1 göstermek için Abü Hatim Razi ( öl m. 322 —934 }.’de geçmektedir ; bunlar gerek risâletin î; vârislerine bırakmış veya bırakmamış olan bir peygamber olarak, gerek bâzı kimse­ ler, tarafından fAli*nin fevkinde telakki edil­ miş İlâhî bir; sudûr olarak sahabeden { şahabı ) olan Sâİmân-i Fârisi [ b, b k .j’ ye husûsî bîr say­ gı gösterirler ( Abu Hâtîm R âzi, K-itâb a r z ı­ na.- var. 907). 220 (833) yıllarında, Carâzini bunlara karşı husûsî bir reddiye yazdı. Bu tâbir: şi’î irfanî akidesinin kendi hakikî ismi-, olan ■ Si ni ya (veya S a isa liy a ) adım ver­ diği bir zümrenin «zahirî" İsimlendirilmesi olup, Mimiya ye.‘A y n iy a ’ nin zıddıdır; burada S in harfi-Şalmân *a, Mim Muhammed’e, ' A yn da ‘A li -ye delâlet eder; burada bunların tari­ hî rollerinden ziyâde, devamlı manevî rolleri gö®: önünde bulundurulmuştur. Nâtik peygam­ bere bir Üstünlük veren Mimiye ve «sâmit" imâmı tercih eden ‘Aynİya.’nin aksine, Siniya Ruh-ül-kudüsün murahhası olan bâb ’ı ilk sı­ raya geçirirler. Bu irfanı nazariyeler, bâzı taf­ silât. ile birlikte, L. Massignon ’un Salman Pâk { Publ.. Soc. Etudes Iraniennes , Paris, 1934, nr. 7* s- ÖS-t- 39 ) eserinde ani atılmıştır. Bu eserde Salm an’a karşı dînî bağlılıkları bakımından eskiden H attâbiya (krş. Umm. al-Kitâb, trc, İvanovv,. R E /, 1932, s. 419—482 )V m , şimdi Nuşayri [ b. bk.]’ier ve 'A li İl âhi .[ b. bk., bir de A H L - 1 H A Ç I f l ’lerîn, muhtelif derecede, S i­ niya ife irtibatları gösterilmiştir. - B i b l i y o g r a f y a : Salman Pak hak­ kında yukarıda anılan araştırma, s. 47—52. . . ( L o u ıs M a s s i g n o n ) S E L M A S . S A L M A S, İran Azerbaycanı ‘nda b i r i . d â r î b ö l g e olup, Urmiye golünün şimal-i garbisinde kâindir (genişliği şimalden cenuba 40 km. ve uzunluğu garptan şarka 60 km.). Cenupta Avğan ( Afğân )-dağ silsilesi ile Vergeviz geçidi (yü ksekliği: r.999 m.) Salmâs *1 Urmiya ( Ur umi ) İdarî bölgesinden ayırır. Avğân-dağ htı şark kısmını yüksek, göle doğru uzanan ve ucunda G över cin-kale’nin bulun­ duğu: Kara-bağ. [b . bk.] teşkil eder. Garpta



4bt



H arâvil (türkçe A ra’ ul.) silsilesi Salm âs’ı Tür­ kiye ’den a y ır ır ; buradaki Fânasür geçid ininyüksekliği 2.567 m. ’dır. Şimalde Salm âs Hoy ile hudutlanır; şimal-i şarkîde Güney ( «gü­ neşe k arşı"; eski İdarî adı Arvanak ve A n zâb ) idârî bölgesi gölün şimal sâhilini teşkil eder (m erkezî: Tasüc). Salmâs Zola ç a y ı’ tım sula-, dığı münbit bir ova ile Çahrik, Şinetâl ve Şepirân dağlık bölgelerini içine ahr, Salmâs b ö l g e s i n i n pek eski zamanlar­ dan beri meskûn olduğu h a ld i.( yannî ) mimarî eserlerinin kalıntılarından istidlal edilebilmek­ tedir. Daha sonraları burası Persarmenîa eyâle­ tinin bir kısmını teşkil etmiştir. Eyâlet bâzan Atropatone ’ye, bâzan da Armenia ’ya dâhil bulunmuştur. Faustus Byzantİnus Salmâs böl­ gesini Kortçekh eyâletine dâhil gösterir. Constantİne Porphyrogenetos Xs(jt; ( bugün Hoy ) ile birlikte ISaî.ap.dç'i zikreder. Salmâs 1653 yılına ait süryânî piskoposlarının cetvellerinde de bulunmaktadır ( Hoffman, Auszüge aus syrischen Akten Persischer M artyrer, s. 204). al-Mu^addasi Salmâs ’ı iyi pazar yerleri, taş­ tan bir camii bulunan güzel bîr şehir olarak tasvir eder. Y a k u t’un zamanında şehir harabe hâlinde idi; burada yetişen meşhur şahıslar­ dan, 380 ( h.) yılında vefat eden âlim Musa b. ‘ Imrân zikredilir. Hamd Allah Mustavfi ’ye göre, şehrin surları 8.000 adım uzunluğunda olup, Ğâzân zamanında,, vezir Hvâca Tâc alDin ‘A li Şah tarafından tamir edilmiştir. Salmâs ’m vergi hâsılatı VİIl. ( Xl Vd asırda 39.000 dinar ’a varıyordu. Bugün Salmâs adını taşı­ yan hiç bîr şehre rastlanmaz. İslâm müellifle­ rinin verdikleri malûmat, bu bölgenin şîmâl-i garbisinde, Albak ve Ko^ür ’a giden yol üze­ rinde bîr pazar yeri olan fCuhna-Şahr («eski şehir" ) ’ e âİt olmalıdır. Ktihna-Şahr ’de aş.-yk. r.000 hâne mevcût olup, ahâlisi âzerî-türkçesi konuşur; bunlardan başka şehirde 100 kadar ermeni aile ve bîr de yahu di topluluğu bulun­ maktadır ki, bunlar buranın İra n ’a ait eski bir yerleşme sahası olduğuna açık bir delil teşkil edebilir. Miri-Hatun kulesinin KuhnaŞahr yakınında bulunması da aynı şekilde ma­ nalıdır. Bölgenin bugünkü m e r k e z i D i l m â n ( yazılışı D i l m a k a n ) olup, adı C ilan deylemîleri [ bk. mad. DAYLEM ] ile bâzı münâ­ sebetlere delâlet edebilir; bunların İnşâ ettik­ leri bâzı küçük kaleler, hattâ Şerîzü r’da v.b» bilinmektedir ( krş. Yâküt, mad Daylamastan ). Dilmân ’da 1.400 ev (1852 ’de yalnız 300 ) mev­ cût olup, nüfûsu ( hemen-hemen hepsi şi’î ) 8.000’ dir. Şehrin mevkii çok müsait olup, ova­ nın ortasında ve yolların kavşak noktasında bulunmaktadır. Şehir toprak s$r ile çevrilmiş



Se l M a S — Se L s e b SL.



4b 2



olup, $ kapısı vardır. Şehirde l ı cami (  ğ â , . Şayh al-İslâm, H aci ‘A li RizS, Haci Sâdık  ğa, Kanlı, Şirli v.b.), Rüşan Efendi ( mührü 1251 h. tarihini taşım aktadır) tarafından te’sıs. edilmiş bir tekke vardır ( bb, al-Bidlisi, Şa ra fnâma, nşr. Veliaminof-Zernof, Petersburg, 1860, I, 18 ). Salmâs o v a s ı n d a 1850 yılında 51 köyde 3.310 ev bulunuyordu. 19 0 0 ’ de köylerin sayısı 10 8 ’e ve nüfûsu da 50.000’e çıkmıştır. Bunla­ rın % 63.2 ’si şi’î, °/o 13 ’ü sünnî, % 2 2 .5 ’İ hı* ristiyan ve % 1 . 3 ’ü mûsevî İdi. Halkı tamamen müslüman veya karışık olan köyler yanında hınstiyan köyler de var id i: Erraenifer ( Kai'assr, Haftuvan, Peryâcik ) veya süryânller ( Hosrova, Pata vur v. b .) Katolik sür y anîler {„Keldânîler" ) 500 ev ve iki kilise ( bunlardan bi­ risi 18 4 4 ’te inşâ edilmiştir), piskopos evi ve bir „Lazâr“ misyoner heybetinden müteşekkil küçük ve zengin bir koy olan Hosrova’ da toplu halde bulunuyorlardı, I 2 8x ’ de bir Salmâs pis­ koposu Bagdad Ma nasturî patriği Valabaha *nın ^eıço'nm a’smda hazır bulunmuş idi ( Assemâni, Bibi. Or., 11, 456) Hosrova halkı XVIII. asırda katolik mezhebine girdi. Müslüman ahâli arasında, kendilerinin İsfahan’dan gelip-yerİeştiklerini söyledikleri Lek kabilesine mensûp kimseler de vardır. Muhtelif ırk ve dinlere mensûp bulunan bu cemâatler kendi araların­ da iyi anlaşmışlardır. Salmâs ’m ticâreti çok inkişâf etmiş idi. Başlıca ihracat maddelerini bal-mumu, badem, deri ve hayvan teşkil edi­ yordu. İlk cihan harbi sırasındaki rus-türk mu­ harebeleri ve onu müteâfeib 1 9 1 8 ’deki huzur­ suzluk Salm âs ’m iktisâdı durumuna darbe in­ dirmiştir. B ö lg e n in d a ğ l ı k kısm m m id a re m erkezi Ç a h r i k ’tir . B u ra sı Z o la çayın ın g e ç t iğ i bo­ ğ a z iç in d e, b ir k a y a ü zerin e ku rulm uş, k ü çü k b ir istih k â m d a n ib a r e t t ir ( re sim ler için bk. H â c i M irz a C a n i, Naktat al-kâf, n şr. B ro tvn e,



G M S> X V , 122). Ç a h r ik 1828 y ılın d a ru slar ta ra fın d a n zaptedilm işfcir. 184 8 ’ de B â b [ b. bk.), T e b riz ’ d e idam edilm eden önce, b u ray a h ap s­ edilm iş id i, O zam an M uham m ed Ş â h ’ m k a r ı­ sının k a rd e şi Y a h y a H an Ç a h rik ’ta v â ü bulu­ nu yord u . O ğlu T im ü r H an ’ın Ö ldürülm esinden so n ra , Ç ah rik : ‘A v d o y lu la r ta ra fın d a n iş g a l e d ilm iştir. K e n d i riv a y e tle rin e g ö re, ‘ A v d o y iu larm ced leri X V II. asrın o rta la rın d a D iy a r­ bakır ’ den U rm iy e ’ye gelm işle rd ir. R e is le ri olan İs m â 'il  ğ a ’m n tü rb e sin d e ( N â z lu ç a y ı ya n ın ­ d a ) 1 2 3 1 ( 1 8 1 6 ) y ılı k a y ıtlıd ır . O nun oğlu ‘ A l i H â n Ç a h r ik k alesin i 18 6 4 ’ te elin e g e ç irm iştir. ‘ A li



H an ’ m



çok



fa a l



b ir



e ş k iy a



olan



oğlu



C a ‘ fa r  ğ a , um ûm î valinin em ri ile 19 0 5 yılın ­ da T e b riz ’de ıd âm e d ilm iştir. O nun kü çük k a r­



deşi IsmS'il (Sim ko adı ile tanınır) bu hudut bölgesinin, karışık siyâsî hayâtında mühim bir röi oynamıştır, 1 9 1 8 ’de Sim ko’nun adamları­ nın Kuhna-Şahr ’de çıkardıkları- bir karışıklık­ ta nastûrîlerin patriği öldürülmüştür. 1922'’de Simko, İran silâhlı kuvvetleri tarafmdân, Tür­ kiye topraklarına ilticaya mecbur edilmiştir. Salmâs ’m e s k i e s e r l e r i arasında bil­ hassa şunlar dikkate değer s 1. Haldailere { urartu ) âît eserler ( K er Porter [ Traveîs, ti, 60 ) tarafından Tamar köyü yakınında Zincirkale tepesinde keşfedilm iştir) .—2. Sâsânîlere ait eserler; Pir Çavuş kayasındaki Galerius, Narses ve Tiridates (K er Porter, gost. y e r. ; Flandİn ve Coste, İV, levha 204 v.d.) veya başka bir izaha göre, Ardaşir-i Pâpakân ve onun oğlu Şâpür *u temsil eden yarım kapattma ( Jackson, Persia Past and Presen t, s. 8 1 ; Sarre, Iran. F elsrellefs, s. 246 ). — 3. Güvercin-kale istihkâmlarının üzerinde bulunan kaya bazan Urmİye gölü içerilerine doğru uzanır, bâzan da gölde bir ada teşkil eder» Güvercin* kale ’ nin bâzı kısımlarının Haidailer devrine kadar çıkması muhtemeldir. N. Hanykov 1852 ’ de ora­ da Abü Naşir Husayn Bahadur Han adında ; bîrine ait bir kitabe parçası keişf etmiştir {k rşl Caucase mecm., Tiflis, 1852, nr. 22 v.d.). — 4. Kuh-naŞahr yakınındaki tuğladan yapılmış ku­ le aş.-yk. 700 ( 7 ? ? ) ydma âit ve M. van Berchem tarafından okunmuş olan kitabesinde, eserin bânîsi olarak Arğün  k â ’mn kızı M iri Hatun zikredilmektedir. Arğün Âlca, Hulagu ve A b aka zamanlarında Horasan vâlisi bulu­ nuyordu , bk. Lebmana-Haupt, M aterialien zar altesten Geschichte Arm eniens, A bk. G. W. Gott. N, F., IX, 158 v.d.; resim için bk. Leh­ man n-Haupt, A r menlen einst und jeizt, s. 320), B i b l i y o g r a f y a : Ritter, Erdkunde, IX/IJ, 956—962; Marquart, ErâhSakrt bk. mad., s. 1 1 0 ; Adonts, Armeriia v epoha Iusiiniana (Petersburg, 1908), s. 223; Col, Çirikov, Putevoy ju rn a l 1849 — 1852 (Peters­ burg, 1875), s. 489*, E. Bore, Çorrespandance et memoires d*un voyageûr en Orient (Paris, *840), II, 255; O. Bİau, Vom UrmiaSee nach dem Wan~See, Peterm. Mitt., 1863, s. 201—2 10 ; H. Hyvernat ve P. Müller—Simonis, Da Caucase au G o lf Per$ique ( Paris-Lyon, 1892 ), s. 118 , 1 56; MaksimoviçVasilkovskiy, Otçet o poyezdke pö zapad P ersii ( Tiflis, 1903), II, 17—29; V, Minorsky, Naselenie pograniçnik okruğov ( Mate- ; ria ly po Kosfoğa, Petrograd, 19 15, s. 474 v.dd.); ayn. mil., K e la -Ş ln . . . ( Zap. , 19 17, X X IV , 190 v.dd.). (V . MlNOSSKY.) S E L S E B ÎL . S A L S A B IL , C e n n e t i n b i t p ı n a r ı n ı n a d ı o l u p , /TairW ’da ( LX X V I,



SELâEfeit _ * 7 " i 8 ) yalnız bîr defa geçmektedir. Bu ibâre şudur: „V e orada (cennette) onlara (iyi in­ sanlara ) bîr kâseden İçİrilir kî, içindeki zen­ cefil ye cennette adı Salsabil olan pınar (m suyu) İle karıştınlıniştır." Gramer âlimleri kelimenin iştikakında aynı fikirde değildirler. Bazıları onu üçlü s-b-l kö­ küne bağladıkları hâlde, bazıları beşli bir kök­ ten türetirler ki, buna göre, müennes şekli hâriç, bu kökten' türem:ş tek kelime budur. Bir takım dilciler, aslî harfleri yalnız s ve / imiş gibi, ona «kesitmeksızin akan veya boğaz­ dan kolayca kayan" mânâsını verirler. İştika­ kının „sal Rabbaka Sabi lan ilâ hâzihi 'İ-'ayn“ ; „Rabb ’inden bu pınara giden bir yol is t e " ) takdiri ile, sal sabilan şeklindeki, iştikakı yanlış kabûl edilerek, reddedilmiştir. Kelime, bir içe­ cekten bahsedilirken, «içimi kolay** veya ^tadlı" «sert've kekre olmayan", «boğazdan kolayca ge­ çen" mânâsına alınan'süt, su veya: şarap için, sıfat olarak, kullanılmıştır; fakat K u r’an Ma müsKiutanların cennette içmelerine müsâade edi­ len şarap hakkında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bâzı gramerciler, bu kelimeyi, has isim ve bunun neticesi olarak da, çekimi iki ballı ve ianvin ‘siz kabul eder; zikredilen âyette ise, kelimedeki ianvin ’in kafiye bakımından, ’e,uygun düşmesi için verildiğini kabul eder­ ler; fakat diğer .bazıları onu pınara bir sıfat olarak verilmiş ve netice itibarîyle de ianvin almış olan tam. çekimli { munş ar i f ) bir kelime sayarlar. Müslim’in naklettiği bîr hadîs {H ayh , 37) kelimenin İslâm camiasında her kes tara­ fından has isim olarak telakki edildiğini gös­ termektedir ; nitekim bu hadîste mü’ mîalerin suyundan; İçecekleri cennet pınarının Sa h abîl adını taşıdığı ifâde olunmaktadır. B i b.l i y o g r a f y a : Belli başlı lügat ki­ tapları ve K ıır’an tefsirleri, ( T. W. H a î G.) S E L Û K . S A L U K ( al-H am dâni’de Baribat Saiük c e n u b î "A r a bİ s t a □ *d a, Yemen ’in Hadir bölgesinde e s k i bİ r ş e h i r olup, al-Hamdâni zamanında' yerinde Habil al-Riyaba adlı bir koy bulunuyordu. Büyük Saiük şehrinin harabelerinde eski para ve ziynet eş­ yası-bulunduğu gibi, altın ve gümüş parçalan ite demir cürufu da bulunmuştur. Şehir, orada imal edilen, mükemmel, çift ilmeklİ zırhlı göm­ lekleri ile meşhur idi. Keza, rivayete göre, kö­ pek ile çakalın birleşmesinden meydana gelen, bilhassa ceylan avı için yetiştirilmiş köpek cinsi ( salâkî ) buradan gelmektedir. Alois Mus i l ’in bana naklettiği üzere, bugün de, Şammar bedevileri arasında şöyle denir: — Hu drükİ, la çalb toa la slükî— ,tO bîr kırmadır, ne kopek, ne de salûk! (tazı)**.



s ELÛU



4H



B i b l i y o g r a f y a : al-Hamdâni, Ş ifa t Cazîrat al-*A r ab, nşr. D. H. Mü Her ( Lei­ den. 1884 —1891 ), s. 78 v .d .; 'Azimuddin Ah meçi, Die a u f Südarabien hezüglicken Angaben Naşman V im Şam s al-U lum ( E. J. W. Gibb Memorial Serİes, X XIV, Leiden, 19 16 ), s. 51, 6 2 ; al-Kazvinî, *AcSHb al-mahlüfcât, nşr. Wustenfeid (Göttingen, 1848), II, 29: Yakut, Mu*cam, nşr. Wüstenfe!d, III, 125 v. d ; M arâşid al-itfilâ*, nşr. T. G. J. juynboll ( Leiden, 1853), I I 4 7; al-Bakri, Mu*cam, nşr. Wüstenfeld ( GÖttingen, 1876 ), II, 780 v. d .; A Sprenger, Die alte Geoğraphie Arabiens (Bern, 1875 )> s. *8$; F. W. SchwarzIose, D ie W a f f e n der alten Araber (Leİpzig, 1886), s. 200, 334; E Gîaser, Skizze der Cesckichte und Geographie A ra­ biens, H (Berlin, 1890), s. 19 ; G. Jacob, Altarabisckes Beduinenleben ( Berlin, 1897 )» s26, 84. 245.



_



(A



d OLF



G r OHMANN.)



S E L Û L . S A L U L , bu adı taşıyan i k i k a b î l e mevcut olup, biri cenubî Arabistan ’da ve Huzâ'a kabilesinin bîr koludur; diğeri şimalî A rabistan ’ dandır ve Havâzm topluluk ismi ile tanınan kabileler birliğim bağlıdır. Az itibarlı olduğu görülen bu iki kabile gerçekte bir tek kabile olmalıdır, zûâ mensuplarının bazıları bâzan Huzâ'a ’dan, bâzan Havâzm ’den sayıl­ maktadır. x) H u z â ' a k o l u erkenden gelip, Hicaz ’da yerleşmiş İdî ; arap nesep âlimlerinin bildirdik­ lerine göre, bu göçüş Marib şeddinin yıkılma­ sını takip eden zamanda olmuştur. Bu kabile mensuplan K a b e ’nin muhafızları oldular. Kabîtenn bir mensûbu, Abü Gabşân al-Muhtar iş b. Hu’ayl b. Salül, bir tulum şarap karşılığın­ da, mabedin anahtarım îCuşay b. Kınana ’ye sattı ve bunun vâsıtası ile muhafızlık vazifesi Kurayş kabilesine geçti. Salül kabilesi başlıca üç kola ayrılmış i di : Hubşiya, 'A d i ve Hirmiz; bu sonuncu galiba çok az sayıda idi, çünkü buna mensup olan hiç bir mühim şahsiyetin zikredildtğme tesadüf etmiyoruz. Hubşiya bir Çok ailelere ayrılmış i dî : Hulayl, Kumayr, Zâtir, Kulayb ve Ğâzira. Yukarıda anılan al-Muhtarîş He Peygamberi, Mekke'den Medine’ye hicretinde sığındığı mağaranın giriş yerinde bir Örümcek ağı bulup, yolunu kaybedinceye kadar takip etmiş olan Kur2 b. 'Alkarna de birinci âileye mensupturlar. Bu şahıs Mu'Sviya zamanına kadar yaşamış ve memleketin topog­ rafyası hakktndaki bilgisi sayesinde mukaddes sahanın, Haram 'in, hudutlarını tesbit etmiş ve bu hudutlar bugüne kadar muhâfaza edilmiştir. Peygamber hayatta iken doğmuş ve 86 (705) yılında Suriye ’ de ölmüş olan K abisa b. Zu’ ayb ile Abbâsîlerin başlıca taraf darlarından ve he-



âELÜL — SEMÂS.



4M



lîte al-Maeaür ]u görmeğe gittiği-ve. katledildi­ ği zaman orduyu kendisine teslim eden Abu Müslim’in dostlarından olan Mâlik b. al-Hayşam b. 'A vf Kumayr ailesine mensup idî. , 2 ) H a v â z i n ’e mensup .olan . kabile admı anneleri Zuhl b Şaybân ’ m kızı S a îü l’den alı­ yordu; baba tarafından cedleri Murra b. Şa'şa'a bi: Mu'âviya b. Bekr b. Havâzîn idi. Mek­ ke ’ nin garkında yerleşmişlerdi. 10 küçük ka­ bileye ayrılmış id ile r; eAnir, Zubay'a, Nah ar, Suhayui, Gâzîra, Udayya, Câbir, Mu'âviya, Cinni ve Duhayy. Peygamberin sahabesinden olup, 'O m ar.I. tarafından B a sra ’ya kadı olarak gön­ derilen 'îm rSn b. Husayn ile şair Kuşayyir ‘ Azza [ b. bk.j Gazira kabilesine mensup idi. cA bd Allah b. HammSm ve al-'Ucayr adlı şâir­ ler 'Am r kabilesine mensupturlar. Salül kabile­ lerinin muhtelif mensuplarının şecereleri muka­ yese edilince, mühim yanlışlıklara tesadüf olu­ nur : msl. Gâzira her iki kabilede de bulun­ maktadır; bundan bu kabilelerin bütünü bilin­ mekle beraber, bir çok hâllerde doğru akra­ balıklar hakkında kanâatlerin sabit olmadığı ve, nesep âlimlerinin bütün mahûr etler ine rağ­ men, bîr tek cetvel te’sis etmeğe muvaffak olamadıkları neticesi çıkarılabilir, Başlıca güç­ lük hiç şüphesiz Salül adının, nesep âlimleri­ nin .J b n " ’lerİne rağmen, bîr erkek adı olma-, yıp, bir kadın adı olmasından İteri gelmekte­ dir ve burada, arap kabilelerinin şecerelerinde arada-si ra da bulunduğu üzere, bîr maderşahî aile- ile karşılaşıyoruz. B i b l i y o g r a f y a : İbn Durayd, Kitâb aUiştikak ( nşr. Wustenfeld ), s. 276 v. dd.; at-Nuvayrı, N ihâyai al-arab (Kahire tab.), II, 318 v.d. ve 336; . aî-Kalkaşandi, Nih&yat al-arab ( Bagdad tab.), s. 199, 242, 260, 312, 32 6 ; İbn 'A bd Rabbihi, a t-Ik d a l-fa rîd ( K a­ hire, 1316 ), II, Sî> at-Sam'âni, Kitâb al-ansab (nşr. Margolioutb, C M S XX, var. 304“ ); at-A ğâni1, IX, 93, XV, 53; Usd al-ğâba ( Ka­ hire, 1286 ), sık-sık ; İbn Hacar, Tahzib ( Haydarâhâd tab.\ sık -sık ; Wustenfeld, Ceneallogische Tabeilen ve Register. (F . K



ren ko w



.)



SEM  ’ . SAM A' ( A.) aslında s m ' kökünden, sam' ve sim' gibi, bir mssdar olup, g i t m e k , duymak, dinlemek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma" {K am us tercümesİi I1Î, 292 v.d.). »şarkı dinleme" ( Sildi, Şarh-i D ivân-i H â fiz , İskenderiye, 1250, I, 41, II, 383) ve mecazen »şarkı, nağme, raks, vecd" ( Ğiyaş al-tuğa t, Kanpur, ts., s, 232), „üns meclisi" ( Tahânavi, K a şşâ f işiîlühât aî-funün, 1, 675) ve nihayet yarı dinî mâhiyette ..çalgılı ve şarkılı ziyafet" gibi türlü mânalara gelmektedir. Bu çeşitli mânalardan bir kaçı hâriç, diğerlerinin, keİİ-



jmenin eski arapçadaki »şarkı söyleme veya çalgı çalma" (b k . Lane, s. 1429b) mânası ile yakından ilgili olduğu - açıkça görülmektedir. Sonradan kazanmış- olduğu anlaşılan raks ma­ ması da, aynı şekilde,-musikinin tabiî bir neti­ cesidir. Dînî mahiyette olmak üzere, güzel se» dinleme ve onun tabiî neticesi olan raJjçs, daha başlangıçtan itibaren, bir. taraftan mutasavvıf­ lar arasında büyük bir rağbete mazhar -olur­ ken, diğer taraftan da, bunun 7—302)5 Kuşayrı, alRisSla, Kahire, *287, s. 40; al-Gazzâli, İh­ ya" *ulüm al-din ( Kahire, t s .), II, 229—264; Ism â'il al-Ankaravi, R isSla huccat al-samâ\ ayn. mil., Minkâc al-fu kara' ( İstanbul, 1286 >, sonunda. {TAHSİN Y a z ic i .) S E M  ’ -H  N E . SA M  '-H  N A , s e m â e v i , s e m â ’ e d i l e n y e r . * ) Mevlevî tekke­ lerinde semâ’ için müstakil bir yer ayrılmıştu kİ, buna semâ’-hâne denilir. Dört duvara isti­ nat eden bu tekkelerde semâ’-hâne kubben’» altında bulunmakta olup, dâire şeklinde veya beyzîdir. Döşemesi tahtadan olup, yapılan semâ’dan bu tahtalar âdeta cilâlı bir hâl almış­ tır. Semâ*-hanenin etrafı parmaklık ile çevril­



SÜMÂ’-HÂNE _ SEMEN.



d>:



miş olup, bunun dış tarafında semâ’ âyini {muka­ vaya ihtiyaçları yoktur. Uçan balıklar hâriç, bele ) ’ni seyredenlere tahsis edilen kısım bulun» -diğer balıklar için hava zararlıdır. Soğuk-kanlı maktadır. Kıbleye karşı olan cümle kapısından hayvanlardan olduklarından ve mideleri ağız­ içeri giren bir kimse sağa sapmak suretiyle se- larına yakın bulunduğundan çok oburdurlar. mâ’ı seyredenlerin bulunduğu yere; doğru gitmek Hareketleri yılanların ki gibi, büyük bir kuvvet suretiyle de parmaklıklarda semâ'* haneye açı­ ta şır; gıdaları vücutlarının müteaddit uzuvla­ lan alçak bir kapıya gelir ve buradan sema’* rına dağılmaz. Balıkların bir çoğu çiftleşir, di­ haneye girer. Cümle kapısının İç kısmında ğerleri deniz kumundan, nehir çamurundan ve ayakkabıların konulması için raflar va rd ır; yahut da çürümüş maddelerden hâsı! olur, altam karşısında, semâ’-hanede şeyhin makamı Câhiz ’e göre, ancak senenin bâzı devrelerinde, sayılan yere koyu kırmızı bir post serilir. Şeyh tesadüf edilen, tıpkı kuşlar gibi, göçmen ba* postunun ucundan semâ'-hâneye girilen kapının İıklar da vardır. al-Kazvini ( ' Acctib al-mahtüortasına kadar uzanan ve katt-ı istivâ denilen £öf, II, * 19 )‘ Menzaleb gölünde bulunan 79 mevhum bir çizgi vardır ki, şeyhin-postu, ucu balık ve 130 kuş çeşidi sayar. Şeriat balığın kapıya gelmek üzere tam bu çizginin ortasına yenmesine müsâade etmiştir. Bunun için, balı­ serilir ye bu çizgiye basılmaz. Post ile aynı ğın şu veya bu şekilde ölmüş veya öldürülmüş hizada, seyircilere tahsis edilen yerde, bir mih­ olması pek ehemmiyetli değildir; sadece diri, rap ile mihrabın sağında bir minber bulunur. olarak pişirmemek ve yememek icap eder. So­ Semâ1-hanenin iç kısmında, sağ köşede, dışta­ ğuk ve râtip sayılan balık eti, bu husûsiy* tinin ki minberin hizasında, şeyhin üzerinde Mas- neticesi olarak sıeak-kanlı kimselere faydalı-. nâvi okuttuğu bir kürsü yer alır. Şeyhin ma­ dır ve umumiyetle şişmanlat!eldir. Tatlı su ba­ kamının. karşısında, kapının üzerinde, dışarı­ tıkları çok kılçıklı, fakat lezzetlidir. Balçıklarda dan merdiven ile çıkılan ve mutrib-hana veya beslenen balıkların etlerinin yenmesi men’edil­ sâdece muirib denilen bir mahfil vardır. Bu­ miştir. Balık kokusu teneffüs eden bir sarhoş rada ney-zen, kudûm-zen, âyin-hân ve na*t-hân­ sarhoşluğundan ayılır. Balık yemek insanı lardan müteşekkil musiki heyeti bulunur. Zi- susatır. al-R&zi batık yemeklerinin hazırlanması yâretçiler ( ztıvvâr ), çok olduğu takdirde, bir ve iyi te’sirleri hakkında tafsilâtlı bilgi verir Bin bir gece ’de bu mevzûda son derece kısım da mutrib-hânenin altı ile, ona bitişik olan kısma alınır. Erkek ziyaretçilere ayrılan güzel hikâyeler vard ır; aynı şekilde al-Damiri kısmın üstünde de kapısı dışarıda bulunan ve ’de de böyle hikâyeler bulmaktayız. semâ’-hâneye bakan cephesi tavana kadar ka­ B i b l i y o g r a f y a : al-Kazvini, tAcaiib al-maklükât ( nşr. W üstenfeld), I, 13 7 ; alm. feslenmiş kadın ziyâretçitere mahsus yer bu­ trc. H. Ethe, s. *82; al-Damiri, fjlayât âl* lunmaktadır. Semâ-hânentn sol tarafında, ta­ vana yaklaşan bir parmaklık ile ayrılmış bu* fşayavân (Kahire, 1275)» H» 32 v* dd,; trc. Jayakar, II, 66 v.d ,; İbn al-Bay$âr, frns. !ünan yerde, dergâhta şeyhlik etmiş kimselerin türbeleri bulunur. trc. Leclerc, II, 285. ( J . RUSKA.) 2) Semâ’-hâne umÛmiyetle tekkelerde zikr S E M E K E T Â N . a l -SA M A K A T Â N , İ k İ bave mukâbala yapılan yer mânâsında da kulla* l ı k , Burçlar mıntakasınm ekseriya a l- fi ât nıUr. Bu mânâda olmak Üzere, bektaşî tekke­ ( „BaUk“ ) denilen e n s o n b u r c u n u n da lerinde de şemâ’-hâne yardır. K. Wuizinger, ha sahih a d ı . Hüt, 34 *ü burca âit olıpak üzc*. Drei Bektaschi-fClöster Phrygiens ( Beitrâger re, 38 yıldızdan müteşekkildir, Geri kalan dört m r Bquwıssenschaftt Berlin, 1913, kısım .21, yıldız burcun dışındadır {hâricuha, ideler v* Ethe ’ye göre, ..şekilsiz"). Bu bore, mûtat ola s. .3* ve plan.). . . ■S i b l,i y o g t a f y a ; At G Ö lpınarlı, .Mev- rak,. kuyruklarından bir şerit ile birbirlerim lânâ ’dan .sonra' mevlevîlpk { İstanbul, 19 53 ), bağlı iki balık t oüvÖeopoç ûîtovçaîoç) şeklin­ s, 341 v .d .; ayn. mil., M evlevi âdâb ve er- de tasvir edilmektedir. Bu şeride al-raşct de­ nilir ; bâzan da. iki balığın birebirlerine bir ip­ kânı ( İstanbul, 1963), s. 77 V. d. ■ lik ( k a y f ) ile bağlanmış olduğu görülmektediı , ( T a h s In Y a z i c i . î ve bu iplik arap tarzında türlü süsler,



48i



497 beyitten ibarettir. Yukarıda anılan eski K ülliyât nüshalarında mevcut ve Sana5i ’nın bâl tercümesi bakımından da mühim olan bu mesnevi, fena bir yazmaya istinaden ve yeter­ siz vâsıtalar ile, ilk defa olarak, Gulâm-i C ilâni Çalalı tarafından ( Macmu a -i çahâr kitâb-i nâyâb : *îşif-nâma, . Buna rağmen diğer bâ­ ( metin ), s. 719—722 { haşiyeler ); H vândmir, zı kaynaklar, onun yüz güzelliğinden bahse­ ftabîb al-siyar (Tahran, 1333 ş.), H, 399 v.d.; derler bk. Şerefeddin [ Yaltkaya ], Sencer ye Ahmed Amin-İ Razı, Ha f i iklim (nşr. Cavâd Gazzâlî, İlâhi yat fakültesi mecmuası, 1925, 1, Fâzil), Tahran, ts., 1, 307 v.dd.; A zar, A taş- 4 9 '• Çocukluğu Selçukluların fetret devrine rast­ kada (Bombay. 1299), s. 108—1 1 8 ; Rizâ-Kuh Han Hidayat, Riyâz a l-a r ifin ( Tahran, ladığı için, tâlim ve terbiyesi ile fazla meşgâl 1316 ş.), 333 v. d d .; E, Berthels, Grundlinien olunamamış, bu yüzden kendi ifâdesine göre, der Entmicklungsgeschichte des Şû fisch en iyi bir tahsil yapmak imkânım da pek bula; Lehrgedichts in Perşian ( Islamica, 1927, 15 mamıştır ('Abbâs İkbâl, Vizârat dar ’ahd-i Sa­ v.dd.); H. Ethe, G l Ph., 11, 282 v.d. (farsça la tiz-i buzurg-i Salçüld, s. 3 16 ; Sencer ’in ha­ trc. R. Şafak. Tahran, 1337 ş., s. 1 5 i —153 ; lifelik vezirine fermanı, türk. tre. Mehmed KoyE, G. Brovvne, A Literary History o f Persia , men, Büyük Selçuklu imparatorluğu tarihî, ş, from Firdavsi io S a ld P { London, 19 20), s. 218 v.d .). Mamafih küçük yaştan .. itibaren 3 1 7 —3 2 2 ; Şibli Nu'mâni (trc. Fahr Da*i-i devlet idaresinde edindiği tecrübelerin, Sencer Gilanî ), Ş i'r al-acam (Tahran, 1316 ş.), i, ’in bu eksikliğini pek aratmadığı söylenebilir. 155 — 166 ; E. Bertels, Avicenna i persidskaya Meşhûr Muhammed Gazzâlî, daha melik iken literatürü ( Izvestiya A k. Nauk, 1938, s. 94 onun için yazdığı Naşı hat al-mulük adlı kita­ v. dd.); J. Rypka. franische Literaturge- bında ( bk. Kasım Küfrevî, İ A , mad. Gazzâlî ) schichte ( Leipzİg, 1959), s. 179, 225 v.d. ve genç hükümdara devlet işlerinde yol göster­ bk. fih rist; Z, Şafâ, Tarih-i adabiyat dar mek istemiştir. M e l i k 1 i k z a m a n ı . Berkyaruk, Hora­ îr â n z (Tahran, 1339 ş.), 11, 552—586; E Bertels, îstoriya persidsko-tacikskoy literaiu- san 'da istiklâlini ilân eden ve kendisine kar­ şı mücâdeleye me’mûr ettiği Borü-Pars ’i- ber­ ri (Moskova, 1960), s. 402—455 ve bk taraf eden amcası Arslan-Argun 'a karşı, bu fihrist. ( A hmed A teş .) de(a da, kardeşi Sencer ’İ gönderdi; fakat ArsS E N Â R . [ Bk. s a n Ar -İ San-Argun ’un kendi kölesi tarafından Öldürül­ S E N C A N R Â Y . [ Bk. suCÂN r a y .] düğünü öğrenen Berkyaruk, yeni durum karşı­ S E N C E R . SA N C A R , Mu'izz a l -Dunyâ v a ’l -DÎn A b u ' l -Hâr Iş 1 1086—1 1 5 7 ), son B S sında, Sen cer’i D âm ğân’ da durdurdu ve biz­ y ü k S e l ç u k l u h ü k ü m d a r ı . Melikşah ’iu zat şarka hareket etti ( 10 9 7 ) . Berkyaruk, Sen cer’in şahsında yeni bir rakip ile karşılaoğlu olup, babasının bîr seferi esnasında Sin car ( b. bk.] ’da doğduğu için ( 5 teşrin II, 1086 ), şabileceğini düşünmüş olmalıdır. Fakat im­ bundan ilham alınarak, türkçe »sap'ayan" mâ. paratorluğun şark tarafım düzene koymak, bu



SENCER arada Kar aha nlı lar devletini yeniden tabî bir devlet hâline getirmek husûsuhda beraber çalış­ tıkları esnada itimat uyandırdığı anlaşılan Sen­ cer, Berkyaruk târafindan' H orasan’da melik, yâni kendisine tâbi bir hükümdar olarak ibka edildi. İkİ Selçuklu kumandanının ( Kavdan ve Yaruktaş ) Berkyaruk tarafından Hvârizm valili­ ğine tâyin edilen Ekinci ile mücâdeleleri, onu Öldürnieîeri ve Hvârizm ’i ele geçirmeleri kar­ şısında Sencer’in seyirci kalması, görünüşe göre, B erkyaruk’u H orasan’a Am irdâd Haba­ şi ’yî göndermeğe mecbûr etmiştir. Bu duru­ ma göre. Horasan ’m ikî bakimi var demektir. Kendisine sığman âsi kumandanlardan Kavdan ’â iyi kabûi göstermesi ve onu hizmetine al­ ması Sencer ’in bn yeni tâyin karşısındaki tu­ tumunu, bir az daha vazıh olarak, ortaya koy­ maktadır. Nitekim Berkyaruk 'un bu mümessili ile Sencer arasında imparatorluğun şarkına hâkim olmak hususunda nufûz mücâdelesi ol­ duğu ve' neticede Horasan ’m bir kısmını mu­ hafaza etmekle kalmayan Sencer ’in Hvârizm ’i de hâkimiyeti altına aldığı ( 1098 ) malûmdur. Kardeşi Muhammed Tapar ile yaptığı taht mücâdelesinde mağlûp olan Berkyaruk, kuvvet te’ mini için, Horasan ’a geldiği zaman, valisi A m îrdâd Habaşi yardımı şarta bağlamış, Sen­ cer meselesini Ön plana almış ve yapılan sa­ vaşta mağlûp olmuştur. Bu sûretîe Sencer hükümdarlık yolunda ilk ciddî imtihanı ver­ mekle kalmamış, savaşta A m irdâd Habaşi ’yi Öldürmek suretiyle şarkta rakipsiz duruma gelm'ştir ( 1 100). Kazandığı bu zafer ile itibâ­ rı yükselen Sencer taht mücâdelelerine karış­ mış Ve öz kardeşi Muhammed T apar’m ya­ nında Berkyaruk ’a karşı mücâdeleye devam etmiştir (B a g d a d ’a girişi, teşrin I. 1 1 0 1 ) . Böylece Sencer Muhammed Tapar ’ın, kısa bir müddet için de olsa, Berkyaruk ’a karşı üstün duruma geçmesinde âmil olmuştur. Sencer ’in uzakta bulunmasından ve bilhassa taht mücâdeleleri dolayısı ile Selçuklu impa­ ratorluğunun İçinde bulunduğu şartlardan isti­ fâde eden şarkî Karahanh hükümdarı Kadir Han ‘ıh Horasan ’a kadar Selçuklu ülkelerini istilâya girişmesi üzerine, hâkimiyet sahasına dönen Sencer, bütün melikliğİ boyunca, bir daha garp işlerine karışmadı. Kadir Han ’ı ye­ nen ve öldüren (haziran 1 10 2 ) Sencer, aynı hanedandan başka birini hükümdar yapmak suretiyle, garbî Karahanh devletini bu defa kendisinin tabii hâline getirdi. Karahanhlar devleti Sencer *i meşgul etmekte devam etti ise de ( 1100 ve 1 1 1 3 ), her defasında tabî du­ ruma getirildi. Bunu Sistân (N İm rüz) mahallî devletinin tâbi durşma sokulması ve Gur ’un hâkimiyet altına alınması tâkip etti.



487



Meliklîk devrinin en mühim hâdisesi şüphe­ siz, Gazneliîer devletinin tâbi duruma sokul­ masıdır : Selçuklular tarafından Gaznelilerİn Horasan ve Mâverâünoehr ’dekî hâkimiyetlerine sön verilmesi ile biten bir safhadan sonra, uzun müddet sulh içinde yaşayan bu iki kom­ şu türk devletinin münâsebetlerinde Sencer devri ile, Gazneliîer bakımından, yeni bir saf­ hanın—tâbi bir devlet hâline gelme safhasının ( 1 1 1 8 ) — başladığı söylenebilir. Müzâkereler ile tesbit edilen tâbilik bükümlerinde Gazne ’de hutbenin sıra île, halîfe, Sultan Muhammed Ta­ par, Melik Sencer ve nihayet Bahrâmşâh adma okunması da yer almaktadır. Buna göre, Gazdeliler devleti ilk defa tâbi duruma, hem de tabiin tabii durumuna getirilmiş demektir. Sultan unvanını taşıyan bir hükümdarın, me­ lik unvanını taşıyan Sen cer’în tabii olması, kaynaklarda da garip karşılanmıştır. Boyîecc Sencer, daha metiklik zamanında Selçuklu imparatorluğunun şarkını, muhtar bir umûmî vali ile idare edilen Hriarizm müstesna, tâbi devletlerden mürekkep bir emniyet çenberİ ile çevirmekten ibaret olan Meîikşah siyâsetini devam ettirdi ve tamamladı. Meliklik devrinde Sencer ’in metbuu Sultan Muhammed Tapar ile olan gösterişsiz, fakat İçten ve hiç bîr engel karşısında sarsılmayan münâsebetleri dikkati çekmektedir. Hattâ Sen­ cer’ in yönünün şarka, metbuu Sultan Mu hamined’in yönünün ise, daha fazla garba ve ken­ di imparatorluğu içine çevrilmiş olması itibârîyfe, bir bakıma siyâsetleri birbirini tamam­ lamaktadır. S en cer’in meliklik devrinde oyna­ dığı roller şöyle hulâsa edilebilir: o, Horasan 'dan itibaren, imparatorluğun şarkında Selçuk­ lu düzenini yeniden kurdu. Garpta taht müd­ detleri, şarkdan emin olarak, mücâdelelerine devam ettiler. Berkyaruk'un Ölümü üzerine, sultan olan Muhammed Tapar da, yine impara­ torluğun şarkından emin olarak, fetret devri dolayısı ile bozulan Selçuklu nizâmım yemden kurmak husûsundaki siyâsetini serbestçe ger­ çekleştirmeğe çalıştı. S u l t a n l ı k z a m a n ı . Büyük kardeşi ve metbuu Muhammed Tapar ’m ölümü (9 nisan 1 1 1 8 ) üzerine, henüz küçük yaşta bulunan oğ­ lu M&hmud, devlet erkânı tarafından, Büyük Selçuklu imparatorluğu tahtına çıkarıldı. Diğer taraftan Sencer de Horasan ’ da kendisini sul­ tan ilân etti ( 14 haziran 1 1 1 8 ) ve görünüşe göre, sultanlığım Abbasî halîfesine de tasdik ettirdi. Tek başına Büyük Selçuklu imparatoru olabilmek için, Sen cer’in, yeğenine karşı savaş yapıp, kazanması gerekmiştir ( Sav» savaşı: 14 ağustos 111 9 } . S en cer’İn suttan olması ile imparatorluk merkezi Irak-ı Acem ’den Ho­



48



$



SENCER.



rasan 'a nakledilmiştir, daha doğrusu Sen cer, hâline gelmiş otan hukukî durumu tekrar ka­ Selçuklu imparatorluğu tahtım yeğeninin elin­ bul ettirmek için mücâdeleye girişmiştir. BÖyden aldıktan sonra da, daha önceki hâkimiyet lece, garptaki papa—imparatorlar mücâdelesi sahasında kalmıştır, imparatorluk siklet mer­ gibi, şarkta da halîfe —sultanlar mücâdelesi kezînin Selçuklu devletinin kuruluş sahasına adım verdiğimiz, muhtelif safhalar arzeden intikal etmesi ile, imparatorluk tarihinde, kuru* hâdiseler silsilesi başlamıştır. Mahmud un halî­ luştan M elikşah’ın ölümüne kadar devam eden feyi yenmesine ve onu silâhlı kuvvetlerinden „Ük imparatorluk devrinden1* farklı, Jk in c i tekrar mahrum etmesine rağmen, halifeliğin imparatorluk devri** adım verdiğimiz bîr saf­ siyâsî hüviyetini kabûl edecek şekilde, yâni hanın başladığı söylenebilir. hiç olmazsa, Irak-ı Arab bölgesinde hâkimiye­ Bu devir, tâbi devletler nizâmı bakımından tini tanıyacak tarzda onunla anlaştığım gören da, yenilik arzeder: Sencer savaş sonunda Sencer, garp işlerinin, uzaktan emir ve talimat Büyük Selçuklu imparatorluğu tahtından indir­ vermek veya tâbi devleti, metbû devlet siyâ­ diği yeğeni Mahmud ’u bu defa Irak Selçuklu­ setine uygun olarak, sevk ve idâre edecek ri­ ları devleti adım alan siyâsî teşekkülün başına cali, bilhassa veziri, re'sen tâyin etmekle halle­ geçirmiş, kendisi „en büyük sultan" ( «sultân-i dilemeyeceğini anlamış; İşleri yerinde düzenle­ a z a m " ) unvanını alırken, onun taşıdığı sultan mek üzere, garba bizzat sefer tertibine mec­ unvanını muhafaza etmesine müsâade etmiştir. bur olmuştur. Mahmud ’un, ordusu ile, Rey şehrine gelmiş Bunda erkek evlâdı olmayışının te’siri olduğu muhakkaktır. Nitekim onu kendisine velîahd olan matbuunun dâvetine kayıtsız-şartsız he­ ve damad edinmiş olduğunu görüyoruz. Baş­ men icabet etmesi ile, S en cer’in tatmin edil­ langıçta Anadolu Selçukluları dâhil, garptaki miş olduğunu görüyoruz. Uzun süren Rey mü­ bütün devletler, böyfece teşekkül eden tâbi lakatında Sencer bilhassa halîfenin emellerine Irak Selçukluları devletimn tâbiliğine terkedil* sed çekecek tedbirleri almasını Mahmud’ a inek sûreti İle, tabiin tabii durumuna getiril­ emretmiştir. Mahmud ’un halîfe al-Mustarşid ’i mişlerdir. Bununla berâber Seneer, devleti ye­ azle hazırlanırken ölmesi (eylül 1 1 3 1 ) Sencer niden tanzim ederken, Muhammed Tapar ’ın ’i, görüleceği üzere, şarkın tanziminden sonra, hâkimiyeti altında bulunan Rey, Mâzenderân garpta yeni meseleler ile karşı-karşıya g etird i: ve Kümis gibi şehir ve eyâletleri kendi hâki­ metbû hükümdarın muvafakatini almaksızın, miyet sahasına kattığı gibi, îrak-ı Acem eyâ­ Mahmud ’un küçük yaştaki oğlu Davud ’un letinin şark yansı ile Gilâa bölgesini şehzade ümerâ taralından İrak Selçukluları devleti tah­ Tuğrul ’a, Fars eyâletini, İsfahan ve Hûzıstan tına geçirilmesi, önce amcası Mes’u d ’un, daha *m yarısını Selçuk- şah ’a tevcih etmiştir. Bu sonra da Selçuk şah ’ın iaht müddeileri olarak suretle Sencer, başında bulunduğu imparator­ ortaya çıkmaları, fırsattan istifâde eden halîfe­ luk ite, tâbi Irak Selçukluları devleti arasında nin Selçuk- şah ile İttifak ederek, Davud ’un elin­ İki tâbi devlet daha kurmuştur ( bunlar hane­ den tahtı alan Mes'ud ile mücâdeleye girişmesi dan olarak devam edememişlerdir ). Bundan garp iş'erinin ne kadar karışık bir bâl aldığı­ başka Setıcer, yeğenine geri kalan topraklan nı göstermeğe kâfidir. İşleri tekrar düzene üzerinde met bûlu k-tâbi!ik münâsebetleri çer­ koymak maksadı ile, Irak ’a yeni bir sefer ter­ çevesi iç’ nde isted’ ği gibi saltanat sürmek tibine karar veren Sencer, görünüşe göre, Irak imkânını vermemiş, kendisi ile savaşmış olan Selçukluları devleti tahtı için namzedi olan ye­ kumandanları tasfiye ederken, yeni kurulan ğeni Tuğrul’ u da berâberinde bulunduruyordu. devleti idare edecek ricali de birer menşur ile Sencer ’ in Rey şehrine geldiğini öğrenen Mesre'sen tâyin etmiştir. Görülüyor kî, melbû ’ud. mücâdele hâFnde bulunduğu halîfe ile, Sel­ hükümdar, tâbi hükümdarlığın umûmî İdâresi­ çuklu İmparatoruna karşı ittifak etti. Buna nin kendi siyâseFne uygun şekilde yürütülme­ Selçuk-şah da katıldı. Gaye, Sencer ’in Irak-ı sini te'ınin edecek tedbirleri almıştır. Buna Arab ve Irak-ı Acem üzerindeki metbûluk rağmen, Sultan Mahmud, daha ilk Selçuklu haklarına son vermek idi. Müttefiklere kar­ hükümdarı Tuğrul Bey zamanında, Abbasî hali­ şı Dînever savaşını (26 mayıs 1 1 3 2 ) kazanan feliği ile yapılan bir anlaşma ile, Selçuklu Sencer affettiği Mes’ud *a Azerbaycan ’ı ikdevletine devredilen dünyevî salâhiyetlerini tâ etmek, Irak Selçukluları tahtına da Tuğ­ tekrar elde etmek için, ortaya çıkan halîfe al- rul ’u geçirmek ve vezirini yine re’sen tâyin Mustarşid ile, Sencer ’e karşı, ittifak etmek­ etmek sûreti ile, tanzim faaliyetine girişti. Ye­ ten çekinmem;ştîr. Ancak Mahmud, metbuu ni hükümdara memleketini ve eşki şerefini mu­ Sencer ’in emri üzerine, ittifakı bozmakta kal­ hafaza etmesi, kendi rızâsına muvafık hare­ mamış. halîfenin siyâsî emellerine mâni olmak kette bulunması ve muhalefetten sakınması tâvş ona Selçuklular ile eraşıtıda mevcut an’anç limatmı verdi. Metbû hükümdarın halifelik me*



SE N C E R .



489



Halîfe al Mustarşid, Bagdad’a dönmek hazır­ selesinin hallini yeni tâbi hükümdara bıraktığı lığında bulunurken, bâtmîler tarafından öldü­ bu talimattan anlaşılıyor. Tuğrul ’un hükümdarlığına ilk itiraz, tahta rüldü (ağustos 113 5 ). Onu Selçuklu hükümdar­ geçişinden 3 ay sonra, yeğeni Davud Man gel­ larının, bilhassa Sencer ’in öldürttüğünü, Abba­ di ( temmûz/ağustos 1132 fakat Davud mağ­ sî hanedanı mensuplan dâima iddia edegelmişlûp oldu. Bu Tuğrul’un başında bulunduğu dev­ lerdir. Yerine halîfe olan al-Râşid (eylül 113 $ ) let-n geçirdiği ilk imtihandır. Halîfe hüküm­ babasının Irak Selçukluları hükümdarı;Mes’ud darlığını tanımadığı Tuğrul ’a karşı Mes’ud ve ile anlaşmayı kabûl etmedi; üstelik babasının Davud ile ittifak ve Meg'ud ’un başına taç koy­ intikamını almak için, ordu toplamağa başladı;^ mak sureti ile, hükümdarlığını resmen tasdik hutbelerden Sencer ’in ve Mesud ’un adını çı­ etti. İttifakın gayesi S en cer’in hükümdar yap­ kardı. Fakat Mes’ud, üzerine yürüyünce, halîfe tığı Tuğrul ’u tahttan indirmek idi. Hemedan al-Râşid Bağda d ’ı ter ketti. Mes’ud ise, yine metcivarında vuku bu'an savaş { 2g. mayıs 113 3 ) , bûu Sencer’in tâtimâtı gereğince, Abbâsî hane­ müttefiklerin zaferi ile neticelendi. Mes’ ud Irak danından olan ai-Muktafi ’yi halîfe ilân etti Selçukluları devletinin payitahtı olan Hemedan (ağustos 1136 ). Hutbede S en cer’in ve Mes’ud ’ı işgal etti (haziran 1*33). Tuğrul kendisini ’un adları zikredildi. Eski halîfe al-Râşid, müt­ tahta oturtan Sencer ’in hâkimiyetinde bulunan tefiki şehzade Davud ile birlikte, Azerbaycan­ Rey şehrine sığınmak zorunda kaldı. Bir kaç ’da Mes’u d ’u mağlup etti. Fakat müttefikler savaştan sonra, Tuğrul nihayet Mes’ud ’u mağ­ arasında ihtilâf çıktığı için, al-Râşid zaferin ne­ lûp edip { haziran 1134 ), Hemedan’a girerek, ticesinden istifâde edemedi. Mücâdeleye hazır­ tahtına tekrar kavuştu; fakat Ölümü (teşrin I. lanırken, İsfahan ’ da maiyetindeki askerler ta­ 1 1 34) üzerine, Mes’ud Irak Selçukluları hüküm­ rafından öldürüldü (temmuz *138). Boyîece ha­ darı oldu. Tedbirlerin her çeşidini denedikten, lifeliğin siyâsî nufüzu, uzun mücâdelelerden sonra, İrak Selçuklularına âit meselelerin tan­ sonra, kırıldı. Buna mukabil bu netîceırn istih­ zim edilmesine imkân olmadığına kanaat geti­ sâlinde başlıca rolü oynayan kumandanlar Irak ren Sultan Sencer Mes’ud ’un kendi rızâsını Selçukluları devletinde nüfuzlarını te’sis et­ almadan tahta çıkışını kabûl etti ve müttefik­ tiler. Mes’ud, Sencer ’in metbûluğundan kurtulmak lerinin gerektirdiği zaman şahıslarına bağlı kuvvetler ile sal değiştirdikleri için, İrak Sel­ isterken, kumandanların nufûzu altına düştü. çukluları devletin1 n nizam ve tertibe şokolama- Sencer in, aşağıda görüleceği üzere, şark ile masından mes’ul saydığı bâzı kumandanların meşgul olması Irak Selçukluları devletini bu öldürülmesini emreyledı; bu sfiretle o Mes’ud ’u hâle getirmiş İdi. Katavân mağlûbiyetinden kendisinin tabii telakki ettiğini gösteıdi. Mes­ sonra dahi, Sencer ’ in talebi üzerine, Mes’ud ’un, ’ud bu emri yerine getirmedi, üstelik mesele­ ihtiyaç hâlinde yardım etmek için, ordusunun den kumandanları haberdar etti. O da kendi­ başında Rey şehrine gelmesi İrak Selçukluları sini Sencer ’ia tabii saymadığını göstermiş ol­ devletinin tâbiliğini devam ettirdiğini gösterir. Sencer ’in garba son seferini yapması yine du. Diğer taraftan halîfe, Mes’ud ’a karşı sa­ vaşa çıkmadan önce, onun adını hutbelerden kumandanlar ile ilgilidir. Has-bey Balaugari, kaldırarak, yerine Sencer ’in ve şehzade Davud devlette nufûz ve iktidarı eline geçirdiği za­ ’un adlarını koydu. O bununla Mes’ud ’a karşı man, S en c e r’in metbûluk haklarını kullanarak, savaşa çıkarken, müşterek cephe karşısında tâbi Irak Selçukluları devletinin iç işlerine mü­ kalmamak gayesini takip ediyordu Filhakika dâhale ettiğini görüyoruz. Bu yüzden metbû halifenin Mes’ud ’un şahsında bütün Selçuklu sultan ile tâbi hükümdar arasında, müteaddit hanedanına savaş ilân ettiği söylenebilir. Msl. elçiler teati edildi. Sencer Mes’ud ’u bu kuman­ adına hutbe okuttuğu Davud ’un Mes’ud 'a kar­ danın aşırı nufûz ve İktidar kazanmasına mey­ şı yardım teklifini reddetmesi buna delildir. dan vermekle itham ediyor ve onu uzaklaş­ Vakat yapılan savaşta halifelik ordusu bozguna tırmasını istiyordu. Sencer ’e göre, memleke­ uğradığı gibt, halîfe de esir edildi ( haziran tin harap olmasının ve tebeaya yapılan zul­ 1 1 3 1 ). Müzâkereler neticesinde varılan anlaş­ mün mes’ûlü bu kumandan idi. Mes’ud ise, metmada, halîfe bütün siyâsî emellerinden vaz­ buu Sencer ’İ oyalayor ve emrini yerine getir* geçmek ve ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey meyordu. Bunun üzerine Sencer garba sefer ter­ 'in zamanındaki hukukî durumu kabul etmek tibine mecbur oldu. Metbuunun Rey şehrine vâ­ zorunda kaldı. Bunun neticesi olarak. Irak-ı sıl olduğunu haber alan Mes’ud onun nezdine Arab tekrar Selçuklu hâkimiyetine geçti. Bu geldi \ l t g o ’. Mülakattan sonra, bilâhare mühia defa halîfeye yapılan muamele ve onunla olan rot oynayacak olan H as-bey’in adı, Mes’ud ölün münâsebetlerin tanzimi metbû Sencer ’in emir eeye kadar \ teşrin II. U S3 )* bir daha duyul inadı. ve talimatı dâiresinde oldu.



♦90



SEN CER .



Sultan Sen.cer ’in gark siyâsetine gelince, da­ ha tâbi bir hukiimdar iken imparatorluğun şark umûmi istikametinde kâin bölgelerdeki dev­ letler manzömesi özerinde tâbilik-m etbûluk esâsları dâhilinde kurduğu hâkimiyetine kargı, kolayca bastırılan Gur meselesi istisna edile­ cek olur ise, ilk ciddî itiraz tâbi hâline geti­ rilişinden 28 yıl sonra, Mavera ünnehr’ deki Karahanlılar devletinden gelmiştir { 1030). Ordu­ sunun başında harekete geçen Selçuklu sultanı, Aralan H an’ ın yerine, aynı hanedandan Haşan T e g in ’ İ hükümdar tâyin etmek süratiyle, bu devleti tekrar tâbi duruma sokmuştur, Seneer, Mâverâünnehr seferinden ( 1 1 3 0) beş. garba yaptığı üçüncü seferden ( 1135!} üç yıl sonra, yıllık vergiyi vermemek sureti ile, isyan eden tâbi Gazne hükümdarı Bahrâmşâh Üzerine yü rüdü ve onu tekrar itaat altına aldı ( temmûz 1136 ). Bunu birinci Hvârtzm seferi takıp etti. Ken­ disinin müsâadesini almadan şarka doğru fe­ tihlere girişen Kvârizm-ş&b A ts ız ’ı meğlûp ve ülkesini istilâ eden Seneer H vgm ra ’ı yeğeni Süleyman-gah 'a tevcih eyledi. Fakat Atsız onu buradan kovmakta mÜşkilâi çekmedi, hattâ mu­ kabil hücûma geçti; Mamafih çok geçmeden, A t­ sız Seneer *e itaatini arzetti ( mayıs 1 141 ). Sen cer, şimalden bağlayarak, cenûba doğru impara­ torluğun garkını çevreleyen tâbi devletler man­ zumesinin her birine birer defa sefer yapmak sûreti ile, devri tamamladı. Seneer, son seferini, 30 yık süren bir hâkimiyet devresinden sonra, melik olarak Horasan ’a geldiği tarihten itiba­ ren ilk defa hâkimiyet altına almış olduğu Hvârizm ’ e karşı yapmıştır. Böylece o, ilk defa üstüste iki kere, imparatorluğun gark umûmî is­ tikametinde sefere çıkmıştır 5teşrin II. 1 1 38' . Tâbİi-olan Karahanlılar devletinin yardım ta­ lebi üzerine, harekete geçen Seneer ’în Semer* kand yakınlarındaki KatavSn sahrasında KaraHıtaylara mağlûp olması ( 9 eylül x 1 4 1 ) onun uzun süren saltanatında bîr donum noktasıdır, imparatorluğun bütün tarihi boyunca, şarktan, isiâmLülkeleri dışından,"gayr-i müslim bir türkmoğul 'kütlesinin istilâsı ile ilk defa karşı-karşıya kaldığını g'örüyoruz. Boylece Seneer AmuDeryâ'nm ötesinde kalan arazisini ve Beİh ’i kaybetti. Bu mağlûbiyet o zamana kadar yenil­ mez sayılan Seneer ’i son derece telâşa düşürdü. O,1 Kara-Hıtayîarin istilâlarına devam edecek­ leri endişesi İle, ciddî müdâfaa tedbirleri aldı. Onun bu mağlûbiyeti gerek İslâm,"gerek hı* ristiyan dünyasında geniş akisleh yaptı, Fırsat­ tan istifâde eden Hriîrizm-şâh Atsız H orasan’ı ve imparatorduk payitahtı M erv’i istilâ etti, hazîneleri alıp-götürdü. Fakat aradan bir yıl geçmeden, Seneer ’in Hvfirizm ’e sel®*’ tertip



~~™~ T edecek kadar kuvvetlenmesi imparatorluğun ha­ yatiyetini ve kalkınma gücünü gösterir. Atsız Seneer’e karşı'meydan savaşı vermek cesare­ tini gösterememiştir. Bununla b e ra b e r itaatini uzaktan arzetmesi Sultan Seneer ’i tatmin et­ miş ve A tsız gasbetmiş olduğu hazîneleri iade­ ye mecbur kalmıştır. Çok geçmeden, Bu uzlaş­ manın hiç bîr şeyi halletmemiş olduğunu ve A t­ sız ’ın âdeti gereğince, muhalefet ve isyan hâ­ linde kaldığını anlayan Seneer, onu bir nevî murakabe altında bulundurmak üzere, meşhur şâir A dib Şâbİr ’i, elçilik vazifesi île, Hvârİzm’ e gönderdi. Atsız, kendinin S en e e r’e karşı iki bâtînî vâsıtası ile' tertip ettiği bir suikast te­ şebbüsünü haber vermiş olan A dib Ş â b İr’i öl­ dürtence, Selçuklu hükümdarı Hvârîzm ’e üçün­ cü defa olarak sefer tertip etmeğe mecbur ol­ du (teşrin İL U47). Seneer payitaht kapılarına dayanınca, Atsız af dilemek üzere, elçi gön­ derdi, Sultan onu ister-istemez yine affetti., " Sultan, son seferini yaparken, kumandanla­ rından Kamac da. Çatavân mağlûbiyetinden is­ tifâde ederek, H erat’ı alan Gurlular ile sava­ şıyordu. Saltanatı boyunca Seneer, böylece iki cephede birden çarpışmak zorunda kalmış, görüldüğü üzere, kendisi galip geldiği hâlde, Kamae Gurlulara mağlûp olmuştur. O, GurluUra karşı sefer hazırlığına girişirken, Selçuklu imparatorluğuna tâbi iki siyâsî teşekkül olan Gazneliler devleti ile Gurlular devleti amansız bir mücâdaleye başlamış bulunuyorlardı. Neti­ cede btiniardan Gazneliler kat’î mağlûbiyete uğ­ ramış, Bahrâmşâh Hindistan ’a kaçmış, payi­ tahtı Gur hükümdarı Ata’ al-Din Husayn ( Cîhânsüz } tarafından yerle bir edilmiştir. Dev­ letler'arası kuvvetler muvâzenesini sarsacak şe­ kilde gelişmesine, üstelik yıllık vergiyi verme­ mek, sultan unvanını almak sureti ile, İstiklâ­ lini ilân etmesine ve hasmâne tavır takınma­ sına rağmen, Gur hükümdarı, Hvârİzm-şâb A t­ s ız ’ın yaptığı gibi, itaatini arzettiği takdirde, Seneer onunla uzlaşmağa hazır idi. Zîrâ o Gurluiardan çekiniyordu. Bu sefere karar veren Seneer ’ in yollarda oyalanarak iieriİemesmden de anlaşılıyor. Mamafih, yapılan savaşta { hazi­ ran 1152 \ Gur ordusu mağlûp ve hükümdarı esir edildi. Boylece Seneer, j^atavan mağlûbi­ yetinden beri, ilk defa kat’ î netîceli büyük bir zafer kazandı. Onun bu zafer dolayısıyla itibâ­ rını yeniden te’sise muvaffak olduğu söylene­ bilir. Seneer elde ettiği eski haşmetini uzun müd­ det muhafaza edem edi: vergi tahsili esnasında yapılan zulüm yüzünden, kendi soyundan Oğuz­ lar île ümerâ arasında baş-gösteren ihtilâf bü­ yüdü ve hükümdar, bilhassa Oğuzlar tarafın­ dan öldürülen emîr Kamac "m torunu Mu’ ayyad



ŞEN CER . A y-A ba başta olmak üzere, bir kısım, ümerâ­ nla İsrarı ile, bu göçebeler ite, Beîh vilâyeti hudutları içinde savaşa mecbur oldu. (jna.rtnisan 115 3 ). Savaş ; Selçuklu ordusunun mağ­ lûp olması ve sultanın esir düşmesi ile neti­ celendi. -Varlıkların) korumak için meşru sul­ tana karşı savaşmak zorunda kalmış olan O ğul­ lar, âsi durumda İken, beklemedikleri bu neti­ ceden sonra, birdea-bire kendilerini impara­ torluğun başında buldular. Filhakika esirlik hayatında, kendisine karşı, zahiri de otsa, hareket ve muâmeieierinden (tahta.oturtm a­ ları, önünde y.er öpmeleri v. s.) Oğuz reis­ lerinin Seneer ’in şahsında Selçuklu impara­ torluğunun devam ettiği- fikrini taşıdıkları görülüyor. İçlerinden birini hükümdar yap­ mayarak, esir hükümdarı tahta oturtmaları, zâ.ıiren de olsa, ta'zimde bulunmaları Oğuzla­ rın, onun şeklî hâkimiyeti altında, büyük Sel­ çuklu imparatorluğunu devam, ettirmek istedik­ lerinin delilidir. Onlara göre, saltan, Selçuklu kumandanlarının ie ’sir ve nufâzları yerine, kendi te'sir ve nnfûzlan altına girmiştir. Fa­ kat onların bu telakkileri ve meydana gelen yeni durum gerek Büyük Selçuklu imparator­ luğunun askerî ve mülkî teşkilâtı mensupları, gerek tâbi devletler ve gerekse İran halkı ta­ rafından kabul edilmemiştir. H attâ Oğuzlara karşı savaş açılmasında başlıca âmil olan Mu’ ayyad Ay*Aba ilk mukavemet cephesini kur­ muştur. Hvarizm-şâh A ts ız ’ın bu defa, esir hükümdarın müdafii rolünü oynamış, Oğuzlara karşı diğer tâbi devletler ile bir ittifak man­ zumesi meydana getirmeğe çalışmıştır. ihtiyar hükümdarın başlangıçta esirliğinin mânasını, içinde bulunduğu hakikî durumu pek idrâk edemediği görülüyor. Payitaht Merv şehrine geldikleri zaman, Oğuz reislerinden Bahtiyar, kendisine payitaht çevresinden iktâda bulunmasını esir sultandan istedi Seneer ün. bu arazi gelirinin »hazîne-i hassa" adına tah­ sil edildiği, bu sebeple başkasına iletâ edile­ meyeceği cevabını yermesi, Oğuz reisleri tara­ fından istihza üe karşılandı. Hakikî durumunu, büyijk bir teessür ile, nihayet İdrâk edeu ihti­ yar hükümdar, tahtından indi, saltanat ’ sür­ meğe tövbe ederek, Merv hankahına kapandı. Bu andan itibaren, Büyük Selçuklu imparator­ luğunu kendi hâkimiyetleri altında devam et­ tirmek isteyen Oğuzların iddialarına, nâmına saltanat sürmek istedikleri hükümdar tarafın­ dan da, fi’len itiraz edilmiş bulunuyordu. Seneer 3 yıl süren esirlik hayatında ölümü­ nü İsteyecek kadar sıkıntılar çekmiştir. Oğuz­ ların onu geceleri demir kafese koyduklarını söylemek bu hususta bir fikir verebilir. Onlar gündüzleri Sen eer’ i, şüphesiz arzusu hilâfına,



491



yine tahtına oturtuyorlardı. Onun esirlik haya­ tında çektiği ıztıraplar, Bagdad ’da, büyük iş­ kencelere mâruz kalan bir insan için darb-ı mesele hâlinde söyleniyor ve halîfelere yaptık­ larının cezasını çektiği ifâde ediliyordu. Hvârizm-şâh Atsız *m, Oğuzlara karşı bir ittifak manzûmesi meydana getirmek için, tâbi devlet­ ler ile müzâkerelerde bulunduğu sırada, Seneer K am ac’m torunu Mu’ ayyad A y-A ba tarafından muhafızlarına sultan adına ihsanlar vaad etmek sureti ile, esirlikten kurtarıldı (nisan 1156). Bütün tâbi devletler, kurtuluşundan dolayı Seneer ü tebrik ve ons itaatlerini arzetmişler ise de, etrafında toplanan kumandanlar arasın­ da, eskisinden daha şiddetli bir nufûz mücâde­ lesinin mevcudiyeti yüzünden, ihtiyar hüküm­ darın bir yıl süren bu saltanatı esnâsmda, bu defa kendi kumandanlarının elinde bir nevî esir bayatı yaşadığı söylenebilir ( Ölm. zz veya 29 nisan 115 7 ). Seneer ’in, 40 yıl süren sultanlık zamanında, şarkta ve garpta takip ettiği siyâset hakkında verdiğimiz bu izahattan çıkan umûmî neticeler şunlardır: 1, Seneer ‘in takip ettiği siyâset, Şarka ve garba âit olmak üzere, iki cephelidir. O, sultanlığının başlangıcında, garp ile daha fazla meşgul olmuştur. G arbı tanzim etmek, burada mûtad Selçuklu nizâmını kurmak beş­ lice hedefidir. Şarkı da melik iken tanzim eden Seneer, garp ile daha fazla meşgûl olmak im­ kânını bulmuştur. Sultan, bütün gayretlerine rağmen, garbı tamâmıyle tanzim edememiştir. Daha sonra hâdiseler, Sultan Seneer’in şarka ehemmiyet vermesini icap ettirdiği zamanlar­ da İse, garp büs-bütün ihmal edilmiştir. Şu hâlde sultan için birinci derecede mühim olan bölge şarktır. Şarkı tanzim hususunda ne ka­ dar titiz davrandığı görülmüş id i: o, en ufak bahaneler ile, bu tarafa seferler tertip etti. İmparatorluğu sarsan ıf£at;avân savaşı} ve yıkan ( Oğuz isyanı ) hâdiselerin şarkta baş göstermesi Sultan Seneer ’in takip tttiği siyâ­ setin isabetine delildir. 2. İmparatorluğun şar­ kında cereyan eden hâdiseler ile garbında vuku bulan hâdiseler, mâhiyet bakımından, birbir­ lerinden farklıdır: şarkta baş gösteren hâdi­ seler müesses bir nizâma karşı girişilmiş siyâsî hareketlerdir; hâlbuki garpta böyle bir nizam zâten mevcut değildi ve yukarıda ifâde edildi­ ği şekilde. Selçuklu nizâmı bir türİü kurulamadı. 3. Bu iki coğrafî bölgede cereyan edejı hâdise­ ler, şekil bakımından da, başkalık arzeder. Şarktaki hâdiseler basittir, tek cephelidir: tabî devletler Selçuklu hâkimiyetinden çıkmak ga­ yesini tâkip ederler. Garp tâki ier ise, bir çok unsurların iç-içe girdiği karışık hâdiseler silsi­ lesi teşkil eder ( tâbilik meselesi, balîfe-sultan-



49*



SEN CER .



fstr mücâdelesi, taht mücâdeleleri, menfaatleri­ nin gerektirdiği şekilde saf değiştiren kuman­ danlar meselesi, daha Önce yalnız taht müddeİsi Selçuklu şehzadeleri arasında saf değiş­ tiren kumandanların, siyasî kuvvet olarak, ortaya çıkan ve daha cazip menfaatler gösteren halifelik hizmetine de girmeleri; hatife İle tâbi hükümdarların bâzan birbirleri ile mücadeleleri, bazan da metbÖ hükümdara karşı müşterek cephe almaları). 4. Katavân mağlûbiyetinden Önce hâkimiyet haklarına taalluk eden mese­ lelerde, bâzan en ufak sebeplerden do!ayı, tâbi devletlere karşı seferler tertip edip, kat'î ne­ ticelere bağlamağa çalışan Sencer, Katavân *1 müteakip, en hayatî sebepler île yaptığı savaş­ lardan sonra bile, içinde bulunduğu nâzik şart­ lardan dolayı, çok defa pek hafif neticeler ite iktifaya mecbûr oluyordu. Bu hususta Gurîulara karşı kazandığı zafer bir İstisna teşkil eder: seferi İcap ettiren sebepler ile elde edi­ len netice arasında muvâzene vardır. Sencer zamanında Büyük Selçuklu impara­ torluğunun iç durumuna gelince, halkın mües­ ses Selçuklu nizâmı altında, nisbî bir refah ve sükûn içinde yaşadığı söylenebilir Müesses siyâsî ve içtimâi nizâmı bozmak gayesini takip eden, bu maksat ile ehl-i sünnet mezhebine aykırı yeni bir hareket hâlinde ortaya çıkıp, teşkilâtlanan bâtınîlik-ismâilîlik [ bk. madd.] cereyanı, devlet tarafından atman bütün ted­ birlere rağmen, inkişâf etm:ş, kalelerden kale­ lere sıçrayarak, bîr taraftan S u riy e ’ ye, d'ğer taraftan İmparatorluğun bel kemiğini teşkil eden Horasan ’a doğru yayılmıştır. Cemiyette tabakalar şöyle sıralanıyordu: sul­ tan, valiler ve yüksek meraûrtarı,- turk ordu mensupları, şehirlerde aydın kütleyi temsil eden âjimler, din adamları ve tarîkat şeyhleri, tüc­ carlar, işçiler, köylerde, köylüler ve oduncular, nihayet dilenciler ve dîvâneler ( en alt tabaka bk. H Ritter. Das Meer der Seele, Leiden, 1955, s. 106 v.d.}. Siyâsî hâkimiyeti elinde tutanların aynı zamanda en yüksek içtimâî tabakayı teş­ kil ettikleri görülüyor. Esasen .0 zamanın içti­ mâi hayatında asalet, muhafazakârlık, memûriyet ve zenaatte irsiyet hâkim esaslar idi. Son­ ra hemen-hemen her ferd bir tarîkate, loncaya veya bir müesseseye mensup idi. Böyfece teş­ kilâtlı bir cemiyet ile karşı-karşıya bulunulduğu görülmektedir, Sencer, tabiî, daha ziyâ­ de yüksek içtimâî tabakalara mensup olanlar ile münâsebet hâlinde idi. Onun devlet erkâ m dışında, msl. Gazzâli { M, Şerefeddin i Yaltkaya . Sencer ve Gazzâli, D âr-ül-fünân İlâhiyat fakültesi mecmuası, 11. sayı 8, s. 3Q—J ? ; Makâtib-i fâ rsi-i Gazzâli. nşr. ‘ Abbâs İkbâl, Tahran, 1333 ş., s. 3 y.d.) ve Ahmed-î Cam



; ( H Moayyad, Die Maqâmât des Gaznaun: Frankfurt, 1958, bk fih rist; Ahmed-i Câm. Makâmât, nşr. H. Mu’ayyad, Tahran, 1340 ş., bk, fihrist ) ile münâsebetleri meşhurdur. Sen*' cer, devrin hükümdarlık an'anesi icâbı ( bk. Nizâmi-i ‘ Ar üz i. Çahâr makala, nşr. Muhammed Kazvini-Muhammed Mu'in, 3. tâb,, Tah­ ran, 1333 ş,, s, 65 v.d., 69; ayrıca bk. fihrist), sarayında dâima şâirler ve âlimler bulundurur­ du. Bunun neticesi olarak, uzun süren salta uatı zamanında, At*vari, Mu'izzi [ bk, madd. gibi şâirler, ‘Omar b. Şahlan al-Sâvi, Hktkim Abu M-Fath ‘ Abd al-Rahman al-Hâzini, Hakim ‘ A li aî-Kâyini, ‘A ziz al-Din al-Fu^kâ'* alRayhani gibi feylesof ve âlimler ( bk, msl Abu ’l-Hasan Bayhaki, Tatimmat Ş ivâ n a lhîkma, Lahur, 1351, s. 99— *01, 134. 156, 161 ). Bahâ’ al-Din Ibn al-Ah al-Badi' gibi tabipler { bk. Abu ’l-Hasan Bayhaki, ayn. esr., s. 156' , Husâm al-Din Ibn Mâza ( bk. Brockeîmann, 1, 379 ; Suppl., İ, 639 v.d.l gibi fakîbler yetişmiş ve onun teveccühüne nail olmuşlardı. Meşhur Muhammed al-Şahrastâni onun en yakınların­ dan biri idi ( bk Abu ’l-Hasan Bay ıaki, ayn. esr., s. 177 v d.). Bu ilim adamlarından 'Omar b. Şahlan al-Sâvi, sultan adına, Risâla-i Sancari ya f i nikâyat al-'unşuriya ( Fâtih kütüp.. nr. 5426, var. 1 9 7 a — 2158; ayrıca bk. H. R it­ ter, Pküologica, IX, D er Islâm, 1938, XXIV. 65 v.d.), ‘Abd al-Rahman al-Hâzin i al-Z ic alSancari ( bk. Brockeîmann, G A L , Su p p l,, 1. s 902 ) ’yi, al-Kâyini de türklerîn mefahirine dâir bir kitap yazmıştır. Kendisine güvenen her şâir veya âlim S en c e r‘in saray muhitinde bulun­ mağı tahayy ül ederdi 1 Ahmed Ateş, t A. V, 87, stn 2 vd-). . Sencer din adamlarının ve zahitlerin, ken­ disine nasihatte bulunmalarını ister, on’arın şiddetti tenkitlerini sabırla dinlerdi ( bk. H. Rİtter, ayn. .esr,, s. Jlo , H 7, 308, ‘ A ttâ r ’ın İlâki-nama, Muşibat-nâma ve Mantik al-iayr adlı eserlerine istinaden ). Hükümdar cemiyetin alt tabakalarına mensup olanların da şikâyet­ lerini dikkate alır ve adaleti yerine getirildi ı bk, H. Ritter, ayn. esr,, s. 132, Nizamî )nînMahzan al-asrâr ’ına istinaden ). Bu sebeple Horasan bütün İslâm dünyasına, bu arada A nadolu’ya, daimî şekilde din ve ilim adamı sevkeden bir merkez hâline gelmiş idî. Sencer zamanında Selçuklu devlet teşkilâtının da en mütekâmil bir hâle geldiği muhakkaktır. Zâ­ ten teşkilâta dâir en kıymetli resmî vesikaları İhtiva eden münşaât mecmualarının pek çoğa bu devre âittir ( bk. M. A. Köy men, Selçuklu devri kaynaklarına dâir araştırmalar, I : Bü­ yük Selçuklu imparatorluğu devrine âit mün­ şaât mecmuaları, D il ve tarik-coğrafya fakül­



SEM C EkSEN EC Â Î.



m



terilenlerden başka, ^Sencer‘in melikiik za­ manı ç*n bk. Mehmed Altay Köy men, Büyük



Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğu tarU hi II, ikinci imparatorluk devri ( Ankara, 1954 \ gerekli bibliyografya burada gösteril­ miştir ; bir de bk. Cl. Cahen, The Historiography o f tke S e lju q id Period, Historians o f the Middle East (nşr. B. Lewis. ve. P. M. Holt), London, 1962, s. 59—78; M. A . Köymen, Selçuklu devri türk tarihi ( Ankara, *963); İbrahim Kafesoğlu, I A, mad. s e l çuklulas . (Mehmed A . K öymen.) S E N D Â B İL * SA N D A B ÎL , s ö z d e Ç i n p a y i t a h t ı ; şehrin isim ve tasviri Yâljüt ( Mu'cam, III, 451, 5) ile Zakariyâ al-Kazvini ( 'A câ’ ib al-mahlülçât, II, 30 v.d.) tarafından Abü Dulaf Mis'ar b. Muhalhil [ bk, mad. MİS*AR] 'in tamâmiyle hayâl mahsulü olan nakillerinden alınmıştır. Abü Dulaf gûya Çin hükümdarı Kal İ n b. a l-Ş a h ir’in Samanı hukümdan Naşr b. A^med ( ölm. 3 3 *—943 ) ’® gönderdiği bîr sefaret hey’etine, bu hey’etin H orasan’dan Çin ’e dönüşünde, refakat etmiştir. J. Marquart { Ostetiropaische und ostasiatische Streifzüge, Leipzig, 1903, s. 84 v.d., bilhassa s. 89) Sandâbîl üe Kan-Çou { bk. mad. KANSU ] ’nun aynı olduğunu göstermeğe ve sefâret heyetini gön­ deren şahsın, „T ’ang ‘ların sukutundan sonra İŞ başına gelen geçici sülâlelerden birinin hü­ kümdarını değil, fakat Kan-Çou uygurlan hakanı olduğunu", bu bakanın „K itan ’ların mütemadiyen artan kudreti karşısında kendini tehdit edilmiş hissederek", »kudretli Sâmânî hükümdarı nezdİnde bir destek ve ittifak" aramış olabileceğini göstermeğe çalışır. KanÇou yerine kullanılan Sandâbil şeklînin menşe’ine gelince, Marquart bu hususta yalnız de G o eje ’ nin kendisine teklif ettiği faraztyeyi nakletmekle iktifâ eder. Buna göre, Abü Dulaf K an -Ç o u ’ yu ayrı btr ailenin fiilen hüküm sür­ düğü Sz'çvan eyâletinin mâlûm payitahtı olan Ç'ing-tufu ( Marco Polo'da Sindafu ) ile karış­ tırmış olmalıdır. Marquart *a göre, bu son şe­ hir dönüş yolculuğunun hareket noktası olma­ lıdır ; bu ise. bizatihi mümkün değildir, çün­ kü dönüş yolculuğu bize bir deniz seyahati olarak tasvir edilmiştir, Abü Dulaf ’in hikâye)eri başka bir kaynak tarafından te’ yit edilme­ diği müddetçe, seyahatinin ve bunun İçinde vukua geldiği şartların hikâyesindeki tarihî unsurların neler olduğu müphem kalacaktır. Başka hiç bir yerde Çin'den H orasan'a veya aksi cihete gönderilen elçilik hey’etlerİ ve ku­ rulmuş olduğu İddia edilen evlenme münâsebet­ leri ( bk. Yâküt, Muecam, III, 451, 22) hakkın­ da her hangi bir bilgi bulunmamaktadır.



Selçuklu imparator loğunun tarihî çerçevesi içinde Sencer Un m elikiik devri (tez, basıim am ıştır); sultanlık zamanı için bk. M. A.



S E N E C Â T ., S AN A C Â T , t a r t ı ağulıkla n t tamâmı sanacât al-mizân «terazi a ğ ırlık la rı");



tesi dergisi, 19 51, VIII, 537—648; K . S. Lambton, The Administration o f S a n ja r’s Empire, B S O A Ş, XX, 367—388 ; H, Horst, Die Staatsverzualtung der Grosselğuyen und Horazmşöhs, Wıesbaden, 1964; 'A bbâs İkbâl, Vizârat dar 'ahd-i salâtîn-i huzurg-i salçuki, Tahran, 1338 s. 22—32 ve 195—279; Sayf a l-D in ’ Ukayli, A şar at-vuzarâ’ , nşr. Caîâl al-Din Urm avi, Tahran, 1337 ş , s. 233—26 1}. Sencer, daha sağlığında, babası Meükşah ka­ dar büyük bir hükümdar sayılmıştır ( bk. H a­ kanı, D ivân, nşr, *Abd al-Rasüli, fih rist). Ölü­ münden sonra da, kaynaklarda yine Meükşah ile birlikte, örnek hükümdar olarak gösteril­ miştir (msl. bk. îbn B ibi, tıpkı basım, s. 64, 379; Calâl al-Din Rûmi, K alliy â t-i Şams yâ D ivân-i kahir, nşr. Badi' al-Zaman Furüzânfar, Tahran, 1336 I, 90, 292 ; Tahran, 133S ş, III, 168; Tahran, 1 339 ş., IV, 26; ayrıca bk. Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynakları, Belleten, sayı 27, 3 . 479 v.d,), „Nevbet-i Senccrî" bütün İslâm dünyasında meşhûr İdi. Diyarbekir bölgesi halkının kendilerini mâ­ ruz kaldıkları bîr Bizans istilâsından kurtar­ ması İçin Sencer ’e gönderdikleri bir ,#feryâdnâme" ve Selçuklu hükümdarının, Bizans impa­ ratoruna hitaben yazdığı tehdidâmiz mektup eli­ mizdedir { Muhammed Kazvini, ‘A v fi, Luhâb al-albâb, nşr. E. G. Browne, haşiyeler, London • Leİden, I, 309 v.d. 5 Sayf al-Din Ulcaylî, ayn. esr., s. .239—248 }. imparatorluk camiası içinde ta­ biin tâbi t olan devletlerde bile, halkın sahip olduğu şöhret dolayıst ile. kurtuluşunu Sencer ‘den beklediği ve böyle bir inancın her tarafta yerleştiği görünüyor Sencer’ in türkçeye ehem­ miyet verdiği mŞiûındur. Bundan dolayı N zâm al-Din Muhamnud Kâşğari adlı bir türkü ve­ zirliğe tâyin etmiş idi . bk Sayf at-Dîn 'Ukayli, ayn. esr., s. 23b '. Mülkî teşkilât mevkilerini umûmiyetle iranlılarm :şgâl ettikleri mâlûm ol­ duğundan, bu tâyin çok manalıdır. Devletin resmî ddi farsçâ ise de. sarayda ve orduda türkçe konuşulduğu bilinmektedir. Bununla beraber S en c e r‘in farsça şiirler yazdığı ( bk. M acmtıa’ i rasdil, Ayasofya kütüp , nr. 1670, var 64» ) ve hadîs râvilerİ arasında bulunduğu, malûmdur. Merv *de daha sağlığında yaptırdığı türbesi bü­ yük bir san'at eseri olup, devrinin medeniyet mahsulleri hakkında bir fikir vermeğe kâfidir ( hu hususta msl. bk. E. Di ez, franische Kunst, W en, 1944, s. 89 v.d ). B i b l i y o g r a f y a ' . Metin içinde gös­



(W. Barthold .)



m



SfcNECÂT - SENEGAL.



terazilerde ve kantarlarda da kutlanılır ; ayni şekilde çalar saat rakkas ağ ırlığ ı; müfredi sanca Mir. Bu kelimenin şâd İle ( şanacat ve şan ca) şekilleri de bulunmaktadır. Fakat s iie olan şeklî daba doğrudur ( bk. Lane, ma d. snc ). Cemi için bilinen iki şekil vardır: sanocai ve sinâc ( yeni Mısır arapçasında sinag, mtitredi singa). Kelimenin aslı farsçadır, zîra bu ke­ lime aynı zamanda ağırlık ve taş mânasına gelen sang kelimesi ile akrabadır, esasen ka­ dîm çağda ağırlıklar madenden değil idi { kr§. Tevrat, Tesnige, XXV, 13 ), İslâmî rivayete gö­ re, 75 {694) yılında, Haccâc b. Yusuf [ b. b k .} devrinde, sâbît ağırlıklar kullanılarak, yapılan para ıslahatı ile yen! dirham ’İerİ yeknasak hâle getirmeği İlk defa teklif eden Sumayr adlı bir yabudi olmuştur ( İbn al-Aşir, IV, 337 ). Bundan Önce, âdet şüphesiz bir parayı bir te­ razi kefesine koyup, diğer kefeye iyi vasıfta bir para koyarak, tartmak idi. Bu suretle büyük bir mıkdarda para tartılınca, bu kıymet aynı mıkdarda para He tartılır, eğer arada fazla var ise, o fazla çıkarılırdı. Müslümanların ilk para tar­ tıları tunçtan yapılmış' İdi ve bunlar son dere­ cede nâdir îdi. Demirden yapılmış tartıların mevcudiyetine dâir kayıtlar var ise de, böyle tartılar ele geçmemiştir. Emevîlerden ‘ Abd alM alik’in hilâfeti sırasında (65—89) artma ve­ ya eksilme gibi hiç bir değîş’ kliğe müstait ol­ mayan camdan ağırlıklar kullanılması tavsiye olunmuştur ( Dam'iri, H ayât al-hagavân, I, 59 ). Bu sû retle Batlamyuslar ve Bizans devri tat­ bikatı tâkip edilmiştir. Bununla beraber, bu cam tartılar ancak M ısır’da' Emevîler devrin­ den Memlûkler devrine kadar kullanılmıştır. Bunların cam paralar, nummi vitrei olduğu hakktndakî eski görüşün yanlış olduğu ilk de­ fa 1847 Me Castîglîoni tarafından ortaya atılmış, fakat bilâhare, bu husus gözden kaçtığı için, ı873 ’ te & T. Rogers taralından yeniden gös­ terilmiştir. Bu sanacat ’tan muhtelif koleksi­ yonlar yayınlanmıştır. Bunlar umûmiyetle' halî­ felerin veya valilerin veya pazarları teftiş eden me'mûrların adlarından başka, ağırlık işâretler’ nt taşıdıklarından, yalnız İslâmî devir ölçüler bilgisi bakımından değil, fakat aynı zamanda arap yazı bilgisi yönünden de büyük bir ehem­ miyet taşır. B i b l i y o g r a f y a : Lane, A rabic-Eng « tisk D i c t mad. sn c ; Dozy, Suppl ., ayn. ma d., C. O. Castiğlioni, D ell ’oso coi erano i vetri con ep igrafi cufiche ( Müano, 1 847} ; E. T; Rogers, Class as a material fe r Standard Coin Weights ( Numismatic Chronicle, 1873,’ s. 60—8 8 ); ayn. mil,, Unpublished Glass Weights and M e a s u r e s ( JR A S, 1872 , s. 98 — 1 1 2 ) ; S. Lanfe Poole, Arabic Glass Coins



{ Num. Çhron., 1872, a. ig'y —21 1 ); ayn. mil., Cat. o f Arabic Glass Weights in the B r it İslı Maseum ( Londou, 1891 ); P. Casanova, Etüde sur les inscriptiohs ur abes des poids et me­ stli es en ver re (Kahire, 1 8 9 1 ) ; ayn. mil., Deneraux en verre arabes ( Melanges o ffe riş â M. Gustave Scklvtmberger,' Paris, 1924, s 296—300 ); ayn. mil., Cof, des pieces de verre des ipoques byzantine et arabe de la Col~ lection Fouynet ( M M A F, 1893, s. 337— 4 H ); j- B. Nies, K u fic Glass Weigkis .ain'd Bottle Stamps ( P roc. o f Am erican Hum. and A rch . Soc.)t New York, 1902,' s. 48—55' W. M .F. Petrie, Glass Weights ( Nıinı. Chron., 1918, s^ m —1 1 6 ) ; ayn. mil., Glass Stâmps and Weiğhts ( U niversity College o f Landon Colteciion ),London, 1926; A . Grobman, A r ab. Eichungssiempel, Glasgetuichte an d Amuleite nus Wiener Sammlungen ( Islamica, Leipztg, 1925, s. 145-- 226 ); R. Vasmer"( F. V. Schrotter, WÖrterbuch der M ümkünde, Ber­ lin, 1930. mad. stine ); H. Sauvaİre, Materİaux pour servir d Vhistoire de la numismaüque et de la metrologie masulmanes (P a ­ ris, 1882}, s. 19 v. d .; Lavoiz, Cof, des Mannaies Masulmanes ( Paris, t8$7 ),' l, X LV v.d ,; E, v. Zâmbaur {Num. Z eitschrift, Viyana, *903, s. 317 v. d d .); M. Jungfİeisch, Ün Poids fdtim ite eh plomb { B I E , 1926— 1927,8. 115 — 128 ); ayn. mil., 'Poids fatimites en verre polyehrome (ayn. esr., s. 19—3 1 ); ayn. mil.,' Les ratles discoîdes en verre ( ayn. esr., *927— 1928, s 6 1 —7 1 ) ; J. Farrdgia de-Cari* dia, D eneraux en verre'arabes { R 7*, 1935'. s. 165— 170 ); W. A iry, On' the Arabic Glass' W eighis ( London, 19 2 0 ); R e v .: Numismatique, ( Paris, 1906 ), s. .225; Dariiiri, ( ia y a l al-kayavân, I, 80 ( in gL trcV jâyakar, 1, 128/ sanacât ’ ı yanlış olarak „scaies" diye çevir*' m iştir); J l Walker {Numismatic Chronhle, 193S» s- 246—248). i j . K a l k e r .) SE N E D . ( Bk. Isn âd .] S E N E G A L , [ Afrika ’ nm garbında, 14°— i8° şimal arzında bulunan bir c u r n h u r i y e t i n ve buradan geçen n e h r i n a d i . ] Senegal ke­ limesinin aslı, kesin bir şekilde, tesbit edilmiş değildir. Muasır müelliflerin çoğu, oldukça y a -' kın 'zamanlardan beri, Senegaî't nehri i ’in aşağı kısmının şimalînde bir bölgeyi İşgal eden Ber­ beri asilli Şanhâca veya Zenâga kabileleri men­ supları ile Senegal arasında münasebet' kürar. Onlara göre, Senegal nehri tabiri Şanh&ca nehri mânasına olmalıdır! Bu izah çeşitli mâriâlara ge­ len iki kelimenin tesadüfen bir benzerlik taşı­ masına istinat eder görünmektedir. Gerek hınstiyan, gerek müslümari eski seyyâli' ve coğraf­ yacıların verdikleri bilgUerderi'ahlsşıldığma^ğo-



SENEGAL - SENEVİYE. re, nehrin aşağı vadisinde, o zaman Sanağana veya.Sanğâna (al*Bakrı, XI. a s ır) veya Senegany ( Medici ’nin 1351 liman k ayıtları) veya Sanaga I Deniz Fernandez, 1446) veya Senega ( C a d a Mosto, Thevet, Marmol) veya S,n.g.L ( harekelenmemiştir,. Târih al~fettâşt müellifi Mahotıûd Koti XVI. a s ır ) adında bir zenci kı­ ratlığı bu lenfiay ordu. Aynı müellifler ve vesika­ lar şimal kısmında gösterdikleri Şanhâca ’yî tamamen başka isimler ile zikrederler (Şanhâ­ ca, Assenages, Azana ghes, Zanhaga, Senegues v.b.). Bugün de Şanhâca neslinden olan Mavri tay ahlar tsongan nehrinin aşağı kısmındaki bölgeye bu adı verirler. Bu eyâletin adı muhte­ melen Senegal kelimesine dayanmaktadır. Bun­ dan başka, Marmol, Lancelot du L a e ’ın 1447 'de burayı ziyaret ettiğini ve onun bu nehrin döküldüğü yerdeki krallığın adını bu nehre ver­ miş olabileceğini nakletmektedir. Her ne hâl ise, bu isim XVII. asırdan beri Senegal şeklin­ de aş-yk, Yeşil-Burun’un 200 km. şimâlinde Atlas okyanusuna dökülen n e h r i n a d ı oldu­ ğu gibi, f r„a « s ı z l a r t a r a f ı n d a n , A f r ik a ’ nın bu kısmında t e’s t s e d i l e n m ü s ­ t e m l e k e için de kullanılmıştır. Merkezi St. Loııis { Senegal nehrinin mu asabına yakın bir yerde ) ot«n ye topraklarında fransız garp Afrikasmm payitahtı Dakar 'm bulunduğu bu müs­ temleke, yaklaşık olarak. 192.000 km2, büyüklüğünde:.ve ( 1921 sayımına gö re) 5.287 ’si Avru­ palI, 1,220,236 ’şı yerli olmak üzere, 1.225.523 nüfusa sahip İdî. Yerlilerin 1.021.791 ’i siyah ır­ ka, .191.351 ’i Fulbe. ( b. bk.] veya Ful f b. bk.] melezi, 7.094 *Ü beyaz ırka { M ayritanyalı) men­ suptur. .Senegal şöyle huduttan ird i: şimalde Se­ negal. nehri,.Şt. Louis civarından ileriye doğru Fateıne;nehrinin mpnsabmdan aş.*yk. 12° 40' Şİmâl arzına kadar. Faleme nehri ile cenupta F aleme nehrinin yukarı kısmından Kap R q x o ’ya kadar uzanan, bir hat ile, Çasamance. hali­ cinin cenûb hududu Senegal 'in içinde dar ve uzun bir şerit hâlinde . yabancı bir memleket, yâni İngiliz müstemlekesi Gambia bulunurdu ve bu memleket, Yarbutenda ’nm kendisi hâriç ol­ mak üzere buradan Gambia nehrin'n her iki sahil şeridinde den ze kadar uzanır* Coğrafî bakımdan, bâzan her iki memleket S e n e * g a m b i a adı altında birleştirilir. Senegal belki de siyahi A frika ülkelerinden İslâmiyet ile ilk temas edenidir. Aşağı Sene­ gal ’de bir adada, 1040 senelerine doğru in­ şa edilen, bir zaviyede Murâbıtlarm [ ,b. bk.] bîr dinî hareketi vuku bulmuş idi. Bunlar 1050 sıralarında zenci kırallığı Takrür veya Tokorör *un hükümdarlarını ve en ileri gelen­ lerini, İslâmiyet e kazandılar. Bn kıra İlık bugün­ kü Senegal vilâyeti Futa ’da bulunuyordu; adı



49$



kolayca Tukulör şeklîne inkılâp etmiştir ve bu gün de fransızlar tarafından bu eyâletin siya­ hileri için de bu tâbir kutlanılır. Islâmiyetin bir müddet sonra, XI. asrm sonuna doğru, Ga­ lam eyâleti ( Futa ’mn yukarı y a rıs ı) Sonînke veya Sarakolte ’ de yayıldığında şüphe yoktur. Çok daha sonra, 1770 sıralarında, Törozbe’ nin Tukplör boyu, Futa ’mo o zamanki siyâsî hâ­ kimleri, putperest Fulbe yahut Pullere karşı mukaddes cihad telkin ediyorlardı. Bu harp 1776 ’da sonuncuların bezîmeti ile sona erdi ve bü­ yük bir kısmı zorla ihtida ettirildi ye Tukutör ’ter tarafından F û ta ’da seçim ile bir İslâm hü­ kümeti te’sîs edildi. Bu hükümet, F û ta ’ da, Se­ negal. fransız müstemlekesi olarak tamamen bir­ leştir iti nçey e kadar (18 90 ), devam etti. Törozbe tarafından Senegal Futasında vücuda geti­ rilen dinî merkez tarafından, kuvvetli hamleler ile, bilhassa 1800 senelerinde, ‘Oşmâ.n Födye tarafından Havsa [ b. bk.] memleketlerinin fethi ve İslâmî Şokoto kıratlığının te’sişi ve^.1845 sıralarında al-Hâcc ‘ Omar denilen ’Omar Tal ’ın Bsmbara kırallığı Kaarta, Segu ve Pulların kırallığı M isina ’nm alınması (18 54 — 1862 )giBi bir çok büyük fetihlere ve İslâmlaştırma hare­ ketine girişildi. Bu. ar ada İslâmiyet yukarı ra» ieme, yukarı Gambia ve yukarı Çasamance. Mandiago [ b. bk.] kabilesinin mühim bir. kıs­ mına nüfuz etti. Son zamanlarda aşağı Sene­ gal nehri ve cenupta Yeşil-Burun ’a kadar uza­ nan bölgenin Voloflarına aş.-yk. tamamen hâ­ kim oldu. Müstemlekenin diğer yerlileri ( Se­ rer, Non, Banyun, Bâlant, Dyola, Basarı' v.b.) atalarından mevrus bulundukları animizm’ e sâdık kaldılar ve İslâmlaşmaya mukavemet ettiler. 1934 ’ten önceye âit istatistikler Senegal müstemlekesinin yerlilerini 7*9000 müslüma», 469,500 anim îstvç 4.700 turisti yan olarak gös­ terir. , [ Senegal, diğer bâzı A frika müstemlekeleri gibi, 19 58 yılında kısmen istiklâlini elde etmiş olup, Fransız milletler topluluğuna dâhil, muhtar bîr cumhuriyet olmuştur, Senegal cumhuriyeti. 1959 yılında, komşu Mali devleti ile bir fede­ rasyon ( Mali federasyonu ; teşkil etmiştir. Boylece her İkisi de, kendi arzutanile, 1960 yılında Fransız birliğinden ayrılmışlar dır. Son istatis­ tiklere .göre, Senegal, 197.16* km2, araziye y,e 2.269,000 nüfusa sahiptir, Km 2, ’ye 1,1 kişi düş; mekte olup, payitahtı Dakar Şehridir,]. ,



(M. D elafosse O . S E N E V İY E . Ş A N A V I Y A , yaratıcı iki esas olarak telakki edilen ve ikisi .de aynı derece­ de ebedî sayılan n ü r ile z u 1 m e.t a k î d, 9* si, mânasına gelir. Tam mânası ile sanaviya ’den olan bir müslüman mektebi veya mezhep



SEMEViYg, yoktur. Bu tâbir, zümreleşmelere delâlet ettiği hücumlarına cevaplardan ibaret olduğuıurunut­ nisbette, yalnız müzlüman olmayan uç şahsi- mamak lâzımdır. Gerçeği söylemek gerekirse, yetin ve tar&fdarlanjun akidesi için de kulla­ bu dinî çevrelerden şanaviya, Mani tarafdarnılır. Bunlar da İbn Dayşân, Mâaİ ve Mazdak lan ve Dayşâni ’ler aleyhinde pek çok tenkit­ [ b .b k .r t ir . ler çıkmaktadır; fakat İbn al-Râvandi mu tezi­ İ s l â m i y e t i ç i n d e İslâm akidesini se- lenin A lla h ’ı kötülüğün ( şarr } sebebi yapma­ nevîîiğe doğru yöneltmek tehdidini hâvi teh­ mak temayülünü bahane olarak ele almış idi. likeler, msl. Abbâsîîer devri başlarında, endişe O, bizzat al-Câîıiz 'in «cisimlerin' tabiatları yaratan İbn al-Mukaffa‘ [ b. bk.] meydana çık­ icâbı hareket ettiklerini" ve «Allahın onları tığı zaman görüldüğü gibi, Farslarm kütle hâ­ yok edemeyeceğini" te’yit etmekle vahdaniyet» linde İslâmiyet! kabul etmeleri İle kendisini çtlîği tehlikeye soktuğunu söylüyordu ( ayn. göstermiştir ; bir çokları arasında zeydî-mu'te- esr., s. 168 ). İbn Râvandi bilhassa al-Câlıiz ’iri zilî al-Kâsİm b. İbrahim Tabâtabâ onunla bocası İ b r a h i m a l - N & ş 7. â m [ b. bk.] ’ı şa­ mücâdele e tti: al-Radd 'ala ’iz in d ik a l-id in naviya* ye karşı bir kitap yazmış ol ması ria rağ­ İbn al- M u k a ffa 1 t nşr. M. Guidi, Roma, 192? ). men { crıyn. esr,, s, 17, 12), tereddütsüzce bir Sonraları, kelâm ilminin inkişâfı sırasında, aynı Mani tarafdarı ve bîr şanaviya mensubu Dayzamanda iki basmm farksız olarak, birbirlerini şâni olmakla itham ediyordu ( ayn, e$r.t s. 38, 3. senevilik ile itham ettiklerine binlerce defa te­ 40,6, t? v.d., 43, 17 v. d .}; bu hususta o, esas sadüf olunur, ili. ( IX.) asırda bir çok m ü f r i t itibarîyle, İbrahim al-Naşzâm ’ın yalnız iyilik ş F i l e r bununla İtham otundu: Abü Hafş al- ( hayr ) ile kötülüğü değil, fakat unsurlarda ha­ Haddâd, İbn Zarr al-Şayrafi ve Abü ‘ Isa al- fiflik ile ağırlığı da mutlak zıtlar olarak lelakkî V a rrâ k ; bu son şahıs râfizîiere dâir yazdığı etmes>ne istinat ediyordu A slî eserler elimizde eseri ile daha iyi tanınır ve aslen zerdüştî ol­ bulunmadığı müddetçe, İbn Râvandi ’nın mâ­ duğundan, İslâmiyet! kabûl ettikten sonra, ya­ naları bozarak aksettirdiklerini olduğu kadar, zıları ile şanaviya mensuplarını desteklediği al-H ayyât’ın bu mânaları yeniden tanzim et­ ileri sürülür. Bununla beraber onu Manî taraf» mek gayesi ile verdiği izahı ihtiyaila karşıla­ darlarından göstermek için, meselâ öldürmeği mak gerekir. Kendileri gerçek vahdaniyet men’ etmek gibi d'ğer Mani tarafdariarı ile uy­ mümessilleri ( ahi al-tavhid) olmakla Övünen gunluk gösteren, fakat metafizik hiç bir hususi­ mu'tezîleler üzerine şüphe atan yegâne basım­ yeti olmayan bir esasa dayanır. N’sbesinî bir şa­ lar onlar olmadığı gibi, şüpheye düşürülenler naviya zümresinden alan râfizî Abü Ş âk iral- de yalnız anıtmış olan mu'tezîleler değildir; Daysani, bugün hüküm verebildiğimiz kadarı­ ‘A li al-A svâri ve Abü Bakr al-Aşa mm gibi na göre, Allaha cismânî bir mâhiyet atfetti­ daha çok sayıda başkaları da vardır ( bk. bir de ğinden, şu hâlde bizâtihî henüz şanavi olma­ de Boer, Geschichte der Philosophie im İslam ; yan bir telakkisinden dolayı bu unvanı almış Stuttgart, 19 01, s. 47; Horten, Die philasoid i; Fihrist ( nşr. Fiügel, s. 338, $ ) onu umûmî phischen Systeme der spekulativen Theologen bir tarzda gizli zındıklar arasında saymaktadır; im İslam, Bonn, 19 12, ve başka yazdan, fihr’stte filvaki Abü Şakır de, ayırıcı hususiyeti cisim­ Dualismus kelimesi ). Mu ’tezilen:n cevap o’arak leri siyah unsur ile beyaz unsurdan çıkarmış hücumu sünnîterîn Kur'an "m menşe'den itiba­ olan Deysaacilık ( bk A ş'ari, Makalâl a l İslâ­ ren Allahın yanmda mevcut olduğu te^akkîlerimî y in, nşr. H. Ritter, s. 349 > emin bir şekilde nİ reddetmeğe kadar ileri gitti. bulunulabilecek gibi görünmemektedir; bundan Şanaviya ’ntn al-Nazzâm ’tn talebelerinden başka râfİzîliğe karşı mücâdelede müslüman­ bâzdan tarafından açıkça tâlim edildiği söy­ lar bîr hasını, ekseriya tâli derecede olan sırf lenmektedir., Onun şi’î temayülleri, nasıl müf­ „tertium comparationis" sebebi ile, bir fırkaya rit bir şi’ılîk meydana getirecek kadar kuv­ yer'eştirmek itîyadındadırlar ve bu itiyat ek­ vetlendirilmiş ise, aynı şekilde Logos hak kın­ seriya bir karışıklığın kaynağı olmaktadır. daki bir dereceye kadar hmstîyantık İle ilgili Abü Hafş al-Haddâd, İbn Zarr al-Şayrafi nazariyesi iki yaratıcı, yâni Allah ile Allahın ke­ ve Abü ‘ Isa ai-Varrâk ’a karşı yukarıda anılan lâmını, kabul edecek kadar ileri götürülmüştür. ithamlar sl-H ayyat ’ın Kitâb al-intişâr ( nşr. Bununla beraber Mesîh ile ay m görülen Allah Nyberg, Kahire, 1344, s, ı$o, 4, 149, 9, 155, vahdaniyetçilıği tamâmiyle bozmaz, zîra o ya­ M. 1 1 ; krş. bir de fihrist, bu adlar ve daha ratılmış bir yaratıcıdan, bir aracıdan başka sonra zikredilenler) budan alınmıştır. al-Bayyât bîr şey değildir. Doğruyu söylemek lâzım ge­ ’ ın hükümlerini değerlendirmek için, bu hüküm­ lirse, bu râfizîierin adları^ bizce malûm değil­ lerin Kitâb fazihat al-mtCtazila adlı eserinde, dir. Bizzat İbn al-Râvandi ’ ye dayanan Şahras* mu'tezik^ fn kasının bir çok re:slerini şanavi tani ( nşr. Cureton, s. 42, e ) ’de bunların adları olmakla itham etmiş olan İbn al-Râvandi ’nîn Fazl at-Hadaşi ve Ahmed b. H â’i'j: ’ t ı r ; bu so-



SEN EV İ Y & »uncusunun adı Mas'udi ( Murüc, nşr, Barbier de Meynard, UI, 266 ) ’de buluşmaktadır; fakat burada başka bîr düşünce gelişmesi îç’ ndedir; İbn Hazm (Faş/, Kahire, 13 3 1, iV, 197, 20 v. dd.) ’da Ahmed b. HSbit ve Fazl al-Harbi adları bulunmaktadır ( bk. Hay yat, s. 148 dola­ ylat ile Nyberg, s. 222 v. dd. ve Friedlander, The Heterodoxİes o f the Shiites, J A O S, 1909, XXIX, 10 ve fihrist). Müfrit şi î ah Bayan b. Sîm'an al*Tam îm i’nin K ur'an. X L I1I ’ün 84. âyetini şu şekilde tefsir ettiği söylenir: gerçekte göklerin bîr Allahı vardır ve bir de birine'nîn dûnunda olan bir yer-yîizü Allahı olmalıdır; Abu ’l-Hattâb Bazîğ ve al-Surri adlı bîri bu fikre katılıyorîarmış ( al-Kaşşi. M d rifa t ahbâr al-rical, Bombay, 1317, s. 196, s v. dd.). Bu b izi,'A li *yi bir cesede girmiş Alla* hm zâtı olarak değil, yaratıcı akıl olarak, yü­ ce Allahtan üstün gören bu ğulât f bk. bir de mad. NUSAYRİYEj'a doğru yöneltmektedir. Kelâm âlimleri ve feylesoflar, tâli kuvvetler olarak, yıldızların kâinatın idaresinde Adabın yanında İş-bîrliğİ yapmalarının, şanaviya ’ye mensup bîr telakki olması dolayısı île, mutlak bir nücûrn ilminin müşrik ve gerçekten Allahı inkâr edici telakkisinden daha az bir imân yan­ lışı olmadığını bir çok defalar te’yit ederler ( bk. İbn Hazm, Faşl, IV, 37; krş, bir de Schreîner, Z D M C, 1928, LH, 479 v. dd. ve NaUino, Encyclopaedia o f Religion and Etkics, II, 9 1 v. dd.). İslâmiyet vahdan:yetçî bir din olduğundan şanavîlik bizatihi Allah telakkisinin bir inkârını temsil eder ( K ur'an, XVI, 53 için bk. al-RSzi, Mafa tih al-ğayb, Kahire, 1308, V, 327, 24. 36; al-Bayzavi, A nvör al-T anzil, nşr. Fleîscher. s. 517 .12; al-Naysabüri, Tafsir, at-Tabarî, T a fsir, Bulak, *323 v. dd., X iV , 74 haşiyesinde). Bu suretle şanaviya gerçekten bir çok mânası bu­ lunan bir sövme kelimesi oldu ve râfızî bir fır­ kanın daha sık geçen ve daha geniş olan adı ile, zindik [ b. bk. ] île, bir çok noktalarda bir­ birine k a rıştı; bundan dolayı herkes kendisin­ den şanaviya şüphesini uzaklaştırmağa çalışı­ yordu. F e l s e f î sistemler arasında, meşşâılik miisiüman kelâm ilmine aslî iki esas tanıyan bîr metafizik sokmuştur. al-Gazzâli, bîr taraf­ ta doğru îmân, tavhid ile, diğer tarafta ger­ çekte sahte bir tabiatçılık olan, fakat düşünce şekillerine çarpmayan dehriyenîn [ b. bk. ] tâ­ lim ettiği gibi, tam bir imansızlık arasında kalâm "in mütenakız kararsızlığını çok açık bir şekilde tebarüz ettirir : »feylesoflar âlemin ebe­ dî olduğunu söylerler ve sonra onun için bir yaratıcı kabûl ederler; bu akide kendi kendi­ ni yıkan bîr tezattır ve reddedilmesine ihtiyaç yoktur"; meşşâî tecrübecilİği Saf-Kardeşler İalftm Ansiklopedi#!



49?



[ bk. mad İHVAN AL-ş a FÂ1 ] tarzında yeni-Efla­ tuncu sudur nazariyesiode îlâhî-maddî varlıklar arayınca, bu al-Gazzâli ’ye göre, tezadı ancak perdelemiş, fakat onu halledememiştir: „ilk sebep yanında bir sebep ( yaratıcı aracı-varlık), bu iki yaratıcı, hattâ ebedî iki yaratıcı eder" (krş. Tahâfut a l-fa la sifa [İbn Ruşd ile Hvâcazâde'nin aynı adlı eserleri ile bir arada tabı Kahire, 1319]» s* 33. 27 ve bu hususta bk. J . Obermann, D er philosophîsche und r eliği» ose Subjektivism us Ghazâlis, Viyana- Leîpzig, 1921, s. 43 v. d., 57 v. dd., 63 v. dd.). Bu mü­ nâsebetle Farâbi ile îbn Sina ’ nın Aristocu-yeniEflâtuncu görüşlerinden bir tevhîd delili çı­ karmanın imkânsız olduğu açıkça meydana ko­ nulur. Şu halde al-Gazzâli, İbn Sina ’nm biz­ zat şuuruna sahip bulunduğu ikinci bir zarûrî varlık tehlikesini bertaraf etmek İçin sarfettıği gayretlerin hiç bir şekilde te’sirmde kal­ mamıştır { bk. Horten, Die Metapky&ik Avicennas, Haile, 1907, s. $42 v, dd.; bilhassa îbn S i­ na, Kitâb a l-şifâ \ IV, risale 9 münâsebeti île, s. 551 ). îbn Sin a ’nın Kitâb al-nacât { Kahire, 13 3 1, s. 327 v. dd-;3$6 v. dd,. 374 v, dd., v. b.) hnda, daha dar hudutlar içinde, vahdanîyetçi tasdikleri, yaratmanın heyula cevherine verilen istiklâl bakımından, iki esas kabûl eden insan bilgisinde de in’îkâs ett*ği gibi daha az emin bir te'sir yapmaktadır. Msl. rAbd al-Kâhir al-Bağdâdi, sünoî eş'arî bakımından,İslâm vafdaniyetçil ğin n islâmıyete yabancı olan iki esas kabûl ile bu lekelen­ mesinin tnanza; asını bize gös1-ermektedir, alFarlç bayn ah fir a k { Kahire, 1328 ) ’ta, açıkça şanavi görüşleri ile birlikte (a l »Fark, s. 120, 1 2 1 : tah ki k [ bi-'aynihi ] k a vi al-şanavi ya ) şanaviya ve Mani tarafdarlan aleyhinde eser yazanın ( s . 117,5, 120,12, 123, *0» satır, 124,8) al-Nazşâm olmasına îbn al-Râvandi (bk. Hayyâ$, s. 30, ı ) ’nin istihzâlı hayreti gibi, hattâ daha ziyâde şaşmaktadır. Yine at-Bağdadi, Üşül al-din (İstanbul, 1928, s. 5 4 ) ’inde alNa^ışâm’ı doğrudan* doğruya İslâmiyet dışı olan şanaviya ’ye bağlamakta ve müslüman fırkalarına dâir eser yazan başka mÜellıflerio aksine, ihmal ile, Markoniye ’yi de buraya dâhil etmektedir. Bütün b â t i n î ! e r i ( b . bk. J şanavi olarak gösterir (s. 3 2 3 ) ; »onlar aslın­ da mecusî ve senevî idiler; sonra al Ma1* mün zamanında, ‘ Abd Allah b. Mayrnün atKaddah [ bk. mad. IfADDÂH ] ve Hamdan b. Karmat... gibi ileri gelenleri ilk ve ikinci adı­ nı verdikleri iki yaratıcı akidesini va’ z ettiler; fakat bu, şanaviya ’ nin nûr ve zulmet akidesi­ nin mânasıdır ve yine bu mecûsıierin Yazdan ve Ahraman akidesinin mânasıdır". Onun kısa ve çok umûmî işareti öden »iki yaratıcı" ile ne 32



S E N E V İY E kast ettiği açıkça meydana çıkmamaktadır, al» Bağdadi ’ nin bu akidenin mecusî mahiyetini te’yît etmek için n5r şa'şa'ani ile nâr zulmüm [ bk. mad, KARMATÎLER ] ’ yi sudûr silsilesi için­ den bîr az indî olarak, ayırmış olabileceği dü­ şünülebilir. Bâtinî Nâşir-î Husrav ( bk. Zad al-m usüfirint Berlin, 1923, s. 74 v. dd., 15 ° v.dd,, 160 v. dd.) gerçek olarak tesbit edebileceğimiz v&bdaniyetçi temayül böyle bir senevîîiği tez­ yit etmemektedir ( bir de bk, Sehaeder,Die islamische Lehre vom Völlkommenen Menschen, Z D M G , N F, İV, 1925, 222 v.dd., hususi­ yetle s. 231 ). İkinci Allahın ikinci sıraya ko­ nulması al-Bağdâdi ’nin mecûsîler ile göster­ diği kaynaşma ile çok İyi uyuşabil»rdi *, fakat bu o zaman müslüman fırkalarına dâir eserler yaran müelliflerin umûmiyetle anladıktan şe­ kilde, tam mânası ile bir senevîiik olmazdı. Bunlar makalenin başında anılmış olan bu üç zümreden onları ayırmak için, mecûsîteri sanaviy a Men hâriç bırakırlar, çünkü bunların kudretli tek ikt'dar telakkisine göre, Ahrimanzulmet Yazdan-mır tarafından ikinci olarak yaratılmıştır veya, zerdüştî zümresinin tâlim ett*ği üzere, bunlar kendi aralarında birbirle­ rine müsavidirler ♦ bununla beraber kendile­ rini ilk olarak yaratmış olan yüce bir Allaha bağlıdırlar. B i b l i y o g r a f y a i Makalenin metnin­ de zikredilmiş olan eserlerden başka bk. bir de metinde müracaat edilmesi söylenilen mad­ delerin bibliyografyaları.



( R. S trothmann*) SEN KERE, a ş a ğ ı F ı r a t ü z e r i n d e bir k ö y olup, Teli Sİfr tepesindeki Varkâ [ b, bk ]'dan şark- şhnâl-i şark istikametinde 15 mil mesafede bulunmaktadır ♦ eski bir Keldânî şehri olan ilâh Şamaş ’m yeri, Larsam ’m ha­ rabeleri üzerinde bina edilm iştir; hâlen Samâva kazası içindedir. B i b l i y o g r a f y a : Razzük 'Isa, Kitüb co ğ râ fiy a i al^ îrâk ( Bagdad, 1340), s. 2 16 ; Loftus, Travels and Researches in Chaldaea and Susiana ( L on don. 1857 }, s. 244 v.d .; Trelawsey Saunders, Surveys o f ancient Babylon (London, 188$), levha VI,



(L. Massignon.) S E N N A . t Bk. SİNNE.] S E N N Â R . SEN N Â R, hâlen Hartüm ’un tak­ riben 170 mil cenubunda M a v i N i I ü z e ­ r i n d e b u l u n a n b i r k ö y d ü r. Burası bir bölge idarecisinin ikametgâhı ve Mavi Nil eyâ­ letinin bir ıdârî bölgesinin merkezidir. 1934 ’ten önce bölgenin takriben 50.000 olan nü­ fusu, Sudan kabileleri ile garbî A frika 'dan bicret etmiş Fellata kabilelerinin karışma­ sından meydana gelmiştir. Pamuk ekilen geniş



S E N N  ît bir sahayı sulamağa imkân veren Sennâr ben­ di, Sennâr köyünün takriben 6 mil cenubun­ da bulunan Makvar Madır. Sennâr ismininin, Mavi Nü ile Beyaz Nil ara­ sında üçgen şeklindeki araziye kadar olan ve cenup hudutları meçhul sahayı ifâde eden eski kullanılış şekli bugün kaybolmuştur. Bahis mevzuu olan bölge, Mavi Nil ile Ingiliz-Mısır Sudan 'ısın Fung eyâletlerini teşkil etmiş idî. Cebel Moya Maki tarih Öncesine ait kalıntı­ lar İle bizzat Sennâr civarındaki Meroe devri­ ne âİt kalıntıların keşfi, bu bölgenin çok eski devirlerden beri meskûn olduğunu göstermek­ tedir ; fakat Sennâr tarihte ancak XVI, asır­ dan XIX. asrın başlarına kadar şarkî Sudan ’m en mühim siyâsî teşkilâtını vücûda getiren Fung £ b. bk.] saltanatının merkezi olduğu va­ kit, zikredilmeğe başlar ve Sennâr ’m kurulu­ şu, yerli vak’a-nüvisler tarafından bu hüküm­ darlığın r jo 4 ’te te’sisi ile ilgili gösterilmiştir. Yerlilerin Siyah saltanat (al-saitanat aî-zarkâ1 ) diye tanıdıkları bu iptidaî hanedan, Kızıl denizden Kordofân [ b, bk.] ve Habeşis­ tan hudutlarından üçüncü şelâleye kadar uza­ nan saha üzerinde hüküm sürdüğünü - iddia ediyor idi ise de, onun iktidarı yalnız Sennâr civarına inhisar etmekte olup memleketin mütebaki kısmı, oldukça gevşek bir feodal teş­ kilât ile hükümdara bağlı kabîle reisleri ve bir mıkdar küçük hükümdarlar arasında taksim edilmiş İdi. Mac M ichael’in H istory o f tke Arabs in the Sudan ’ında Sennâr hükümdar­ larının iç savaşları ve zalimane İdarelerinin hazin kayıdîarmdan ibaret olan vekayî-nâ* mesi okunabilir. Bu kırallığın teşkilâtı ve ka­ nunlarının bâzı ilgi çekici hususları vardır; zira bir taraftan putperest ve afrikalı, diğer taraftan da arap ve müslüman olan unsurların halitasıdır, J. Bruce ’un Mavi N ü ’i keşfettiği devirde de „daha uzun zaman saltanatta bı­ rakılmasının devletin menfaatine olmayacağı­ na karar verildiği takdirde" hükümdarın öldü­ rülmesi gerektiğine dair bir kanun mevcut id: ve devletin S i d al-göm ( Sa yytd al-kavm ) adı verilmiş olan yüksek bir me’ muru bu kararı icra etmekle mükellef idi, III, { m. ö .) asır­ daki Meroe âdeti, bu kanun ile muvazilik gös­ terir ve benzeri bir âdet hâlâ Nü Şilluk ve Dinkalarında mevcuttur. Hükümdarlar İle tâbi reis­ ler arasındaki münâsebetler itina ile tanzim edilmiş bir merasime tabî idi. Tâbi reislerin en mühımmi M angil ( menşeH meçhuldür! un­ vanını taşıyor ve kakar ve takıya, yâni bir taht kullanma ve b jğ a boynuzu şeklinde bir serpuş giyme haklarına sahip oluyorlardı. Diğer taraftan arap ve müslüman te'sirleri pek erken kendini göstermiş idi. Hükümdar­



Se n n â r — lar rivayete göre. Abbasî hanedanının hilâfete yükselmesinden sonra iltica ettikleri Habeşis­ tan 'dan gelerek bu memlekete giren Bani Umayya ’ nin soyundan geldiklerini iddia edi­ yorlardı; bu rivayet, yerü bîr kabile ile karı­ şan, fakat yerli kabilenin kavmî seciyeleri­ ne dokunmaksızın aralarında müslümanlığı yayan küçük arap zümrelerinin göçleri ile il­ gili olabilir (krş. Mac Mİchael, ayn. esr., I, 138 ’de zikredilmiş olan İbn Haldun rivaye­ tindeki Cuhayna arapiarının Nubye kır a Harının kızlan ile evlenmeleri). Fungîann, hükümdar­ lıklarının te’sısi sırasında, ismen müslüman ol­ dukları ve Aloa hükümdarlığının yıkılmasına ve Sennâr ’da hıristiyanhğm kaybolmasına, zen­ ci Funglar ile Nubye hıristiyan hükümdarları­ nın mâruz kaldıkları inhitat devrinde Sudan ’a goçetmiş olan arap kabileleri arasındaki İttifa­ kının sebep olduğu muhakkaktır. Memleketin isiâmlaştırılması, Fung sultanlığında gelişen ve Vad al-Zayf Allah ’m henüz neşredilmemiş Ta~ bakât ’ mda hayatları anlatılan bir mıkdar ulema ve velînin faaliyetine sıkı-sıkıya bağlıdır Fakat memleketin sapa oluşu dolayısı ile Sennâr isîâmiyetin medenî hayatına ciddî olarak katıla­ mamış ve Azhar ’da Sennâr talebesinin rivâk ( y u r t) ’ı, Mehmed AÜ tarafından Sudan ’ın fet­ hinden sonra Mısır hükümetinin bir te’sisidîr. Sennâr çabuk bir inhitattan sonra, Meh­ med A l i ’ nin 1 8 2 1 ’deki seferi neticesinde Mı­ sır ’ın bir tabii hâline geldi. Bu şehir Mısır hâ­ kimiyetinde ticarî bir merkez ve bir mudi riya ’ nîn merkezi oldu, bu m udirîya ’nîri binaları *885 ’te mehdiler tarafından tahrip edildi. Fung hükümdarları tarafından inşa edilmiş bulunan saray ve cami, Cailiaud’mm seyahat ettiği za­ man artık harabe hâlinde idi. Yeni Sennâr şehri, eski şehrin harabelerin­ den takriben bir buçuk mil mesafede bulun­ maktadır. Şimdi burası nispeten az ehemmi­ yetli bîr yer olup, onun ticarî ve idârî merkez »İma mevkiini Vad Medani almıştır. B i b l i y o g r a f y a : Fung maddesinde verilm'ş bulunan bibliyografyaya şunlar da ilâve edilebilir: H. Weld-Blunde!l, Tarikk en Nubah, A history o f i he Fungs o f Sennâr ( Oriental Translation Fund, yeni se ri; nr, 3 0 ); H. A . Mac Michael, A History o f the Arabs in the Sudan, (Cambridge. 1922), II (izah notları ve tam bir bibliyografya ile Sennâr vekayi-nâmesinin tercümesini ihtiva etm ektedir}; S. Hillelson, fabaqât Wad D a y f Allâh ( Studies the Uves o f the scholars and saints, in Sudan Notes and Records, 1923,



VI.).



__



( s. Hillelson .)



S E N Û S İ. SA N U Sİ, A bu 'A bd A llah Ma 'dAMMED ( Mulıammed yerine ) b. Yûsuf b. 'Omar



senûsi.



44$



b. Şu'ayb (1429 ?—1490) Tlemsen ’li bir eş’ a r î a k a’ i d â l i m i olup, bu şehirde doğ­ muş ve 18 cemâziyelâhir 89$ (9 mayıs 1490) pazar günü, takriben 63 yaşında olduğu hâlde, yine burada Ölmüştür; bununla beraber me­ zar taşında öldüğü günün hangi gün olduğu ve tarihi yazılı değildir. Doğduğu şehirde babası Abu Ya'küb Yu­ suf, anne tarafından kardeşi olan “A li al-Tallütî, Abu 'Abd Allah al-Habbâk, Abu ’İ*Ha­ şan al-Kalasâdi, büyük İbn Marzük, Kasım al'Ukbâni v. b. gibi âlimlerden İslâmî İlimler ile riyaziye ve hey’et ilmi tahsil etti. Onun Ce­ zayir ’e geldiği, orada 'A bd al-Rahman at-Şa'âlib i ’nin derslerini iâksp e ttiğ i ileri sürül­ mektedir. Mağrip âlimleri, IX. (h ) asrın başlangıcında bir İslâm müceddidi olarak gördükleri al-Sanüsi ’nin, liyâkatini, malûmatını, bilhassa aka’id ile ilgili malûmatım, takva ve dînî gayre­ tini övmekte müttefiktirler. Talebeleri arasın­ da İbn al-Hâec al-Yabdari, îbn al-'Abbâs aiŞağir, İbn Şa-d, Abu ’l-Kâsim aî-Zavâvi zikre değer, A fr ik a ’nın şimalinde büyük bîr itibar kazanmış olan eserlerinden bâzıtarı şunlardır: 1. 'A k ı da ahi al-tavhld al-muhrica min zulumât al-cahl va ribkat al-taklîd veya a l-A k îd a t al‘ kubra\ 2. *Umdat alıl a U ia vfik va ’l-tasdid; 1. eserin şerhi olup, onunla bir arada Kahire ( 1 3 1 7 ) ’de neşredilm iştir; 3. 'A k ld at ahi altavhid al-suğrâ veya Umm al-barâhin ve da­ ha kısacası al-SanSsiya, Kahire ve Fas ’ta mü­ teaddit defalar basılmış olup, Ph, Wo!ff tara­ fından almancaya (E l Senusi's B e g r iffs e n tzuickelung des mokam medanischen Glaubens* bekenntnisses, arabisck, u. deutsch mit Am n,t Leipzig, 1848), Luciani tarafından fransızcaya ( Petit traite de thâologie musulmana, Cezayir, 1896) tercüme edilm iştir; krş. De 1phin, La philosophie da Cheikh Senousi d ’ apres son aqida es-sor’ra, J A , 9. seri, X, 356; Luciani, A propos de la trad. de la Senoussiya ( Revue A f r .} 1898, XLII, nr. 2 3 1); 4. Umm a lbarâhin şerhi, Cezayir, Bibi. Nat., nr. 653—662 v. b .; 5. al-'A kidat al-vu$tâ veya al-Sanüsiyat abvusfâ ve 6. tefsiri, Cezayir, Bibi. Nat., nr. 632 ( 7°). Tunus, nr. 138 7—13 9 3 ; 7- al-Minhac aU sadid f i şark K i f 5 yat al-m urid, Abu ’İ- A bbâs Ahmed b. 'A bd A üâlı al-Cazâ’iri ’nin al-K a şid f î Hlm al-tavkid ( metni 13 u ’de, Tunus ’ta ba­ sılmıştır )adlı tâlimî mâhiyetteki manzumesinin şerhi. Nüshaları için bk. Brit. Mus,, nr, 628. 901, *û i7 ( 3 )> Paris, nr. 1268, Hidiv kütüp., II, 35; Bodl., I, 66, 67; Fas, nr. 15 7 1, 1575, 1579 ve şahsî el-yazmam; 8. Ş u ğ ra ’l-Ş u ğ râ ve 9. şerhi ( K a h ı r 1304, 13 2 2 ) ; 10. al-Mukaddimüt, alBannâni ’nin şerhi ile birlikte, bundan önceki



$ö6



SENÛSL



eserin kenarında neşreddmiştir; bk Lucianî, Les Prolegomenes tkeologiqnes de Senoussi ( Ceza­ yı r} 1908 }; 11, al-Mukaddimât ’ın şerhi, Cezayir, nr 632 ( 8a ), 638 v. b .; 12 al-Mukarrib al-musta v fi f i şark FarS'ız ak H av fi, Cezayir, nr. *459 (a*), J A 1 1 854) , î, *7 5 ! *3- Muhtasar f i ‘ ilm al-manük ve 14 bu eserin şerhi, İbra­ him aİ-Bâetîrt ’ nin izahları ile Kahire ( 1 3 21 ) 'de neşredilmiştir; 15. Şark Mukmil Kamâl alIkmâl, Müslim'in Sahih 'inin şerhi, Kahire Me al-Ubbİ ’nin şerhinin kenarında basılm ıştır; 16. Atusrat al-fakir, Hidiv. kutup , 11, 172, Tlemsen ( M ed.}, nr, 81, Cezayir (Ulu camı \ nr. S8 ( 27 ° ) ; 17. Şarh asma? Allah al-husnö, Tunus, nr. *434 ( 5 ) : ıS- Kitâh al-hakâ'İk, H ı­ div. kütiip., VII, 620 ; 19. al-Macarrabat, Bulak ( 1279 ) ’ta, Kahire ( 1 3 1 6 ) ‘de Mucarrabât alD iribi ’nin kenarında basılmıştır; 20. al-Tibb alnabavı, Brit Mus., 460, 461, Leiden. *37$, Hi­ div. kütüp., VII, 14 5 ; 2 i. H a fîz a , Brit. Mus., 1 1 9 ( 2 ) ; 22, tUmdat zavi ’l-albâb şarh Buğyat al-tullâb f i lilm al-usturlâb ( aî-Habbâk, B u ğ­ yat al-ttıllâb ’ m şerh i', Cezayir, 1458 ( 2 ) ; 23. Şarh Vâsitai al-suluk ( al-Havzi ’nin eserinin şerhi), Fas, nr. 1583. 158 5; 24. Şalavât, Hi­ div kütüp., VII, 168 ; 25. Şarh îsS ğü ci ( al-Bil^â'i rivayetinin şerhi ), Cezayir, 1307 t 3 ), 1382 ( 1 ) ; 26. Şark Şahifı al-Buhâri, bitmemiş ( bendeki nüsha) B i b l i y o g r a f y a m al-Mallaii Muhammed b. Omar aî-Tilimsanı, al-M avâkib alkaddüsiya fi'l-m a n a k ib al-Sanûsîya (Ceza­ yir, nr. 1706 ); İbn *Askar, Davhai al-nâşir (Fas, 1309), s. 89: Ahmed Bâbâ, N ayl alibtihâç (Fas, 1309), s. 346, al-Hafnavt ta­ rafından yeniden ele alınmış makale, T a r i f al-h alaf bi-rical al-salaf ( Cezayir, 1907 ), I, *76; aya. mil., K ifâ y a t al-muhtâc (Ceza­ yir Medresesi yazması), var. 18li»; İbn Mar­ yam, al-Bu$tân (Cezayir, 19*0),s. 270; Brosseiard, Tombeau de C id Mohammed es-Senoııci et de son fr e re le Cidet-Tallouti ( Rev. A fr .. 1858, III, 245 ); ayn. mil., Retour â S id i Senoııcî ( Rev. A fr ., 1861, V, 2 4 1); Abbe Barges, CompL de THîsioire des Beni-Zeiyan (Paris, *887), s. 366; Cherbonneau, Documents ine dit s sur El-Senoııcî, son caractere et ses ecrits { J A , 1854, s* x75, 442 v. d .); Brockelmann, G A L , II, 250—252 ; SuppL, II, 352—356 : Moh. Ben Cheneb, Etüde sur les pers. mentîonnees dans Tldjâza da Cheikh eA bd el-K adir el-Fasy ( Paris, 19 0 7 ), nr. 55, _ ( Moh . Ben C heneb .) SE N Û S Î. SANUSİ. S (dİ Muhammed b . ‘A l I a l -S a n u s Î a l -M u câh îr İ a l -H a s a n İ AL-ÎDRİSÎ ( 17 9 1— 1859 ), Mustağânem civarında Hatâtiba (Ulâd Sidi Yûsuf ) ’n*n muvakkat bîr koyu olan



Turş ’ta 1206 ( 1791 ) ’da doğmuş olup, aslen Zayüi Berberîlerdendîr; 1 2 7 6 ( 1 8 5 9 ’da Cağbüb ( Sİrenatka ) Ma Öldü. S a n ü s i y a denilen meş­ hur yeni m ü c â h i t l e r t a r i k a t ı n i n k u ­ rucusudur, önce memleketinde Abu Râs ( ölm. 1 823: ve Belganduz (ölm. 1829 ) ’un talebesi olan Sanûsi, 1821 Men 1828 ’e kadar Fas ’ta yaşadı, ora­ da tefsîr, hadîs ve usûl-İ fıkh ile fıkıh tahsil etti. Hac farizasını o sırada eda e tt i; Tunus ’un cenubundan ve Kahire Men M ekke’ ye gitti, 1830 Man 18 4 3 'e kadar ( Sabia Maki bîr ika­ meti hâriç) orada k ald ı; orada 18 3 7 ’de tarîkatînin ilk zaviyesini ( Abu Kubays üzerinde) te’sîs etti. Garbe dönerken, Kahire Me kalamadı, Bingazi Me karar k ıld ı; burada Rafâ'a zaviyesini, sonra sıra ile, Deme (Cabal Ahzar ) civarında al-Bayzâ, Temessa ve nihayet serbest bırakılan esirleri yerleştirdiği Cağbüb (18 5 5 ’ ’ta zaviye­ lerini te’sis etti. Burada Öldü ve buradaki tür­ besine defnedildi. İki oğlu halefi olan S id i Muhammed al-Ma il­ di (1844 ’te doğdu, 1901 Me Guro ‘da öldü ) ve S id İ Muhammed al-Ş arif (1846 Ma doğdu, 1896 Ma Öldü) ’tir. Bunlardan büyüğü iki oğrul bıraktı: 1. S id i Muhammed îd ris ( 1 8 8 3 ’te doğdu, 1909 Ma kendisine tahsisat olarak garpta bir mülk ve rild i; İtalyan himâyesi altın­ da ı g ı ö ’dan *923 ’e kadar „em îr" oldu) ve 2. Sid İ al-Riza. — Bunlardan küçüğü 6 çocuk bı­ ra k tı: S id i Ahmed Ş arİf ( 1880 Me doğdu, 1901 Men 1935 ’e kadar tarikatın en mühim rei­ si olup, Almanya ile anlaşıp, T ü rk iye’ye geçti ve Ankara Ma 1921 Men itibaren bîr İslâm bir­ liği mücâdelesine girişti ), Sid i Muhammed al'A bid ( 1909 Man itibâren cenupta Fizan [ Fezzân ] kendisine tahsis edilmiş olup, 1916 Man 1918 ’e kadar fransızlara karşı Sahra Maki ayak­ lanmayı idâre etti), S îd i *Ali al-Hattâbi, S id i Ş afi al-Din ( 1 92 1 Me Bingazi Meki İtalyan par­ lamentosunun r e is i), S id i al-Hallâl ve S id i al- Rizâ. Tarikat merkezi Cağbüb olduktan ( 1855— 1895 ) sonra, K u fra ’ ya ( 1895 ), G ®*0 ’ y® ( *899 ), sonra tekrar K u fra ’ya (1902 ) nakledildi; za­ viyelerin sayısı 22 Men ( 1 859) 1 0 0 ’e ( 1 884) çıkmış idi. Sid i Muhammed b. ’ A li aî-Sanüsi, tarîkatine giriş hakkmdakt amelî malûmat I v îrd şekil­ leri ; s frr: „yâ L a tif", 1.000 kere tekrarlanır) dışında 4 risale bıraktı: biri usûl*e dair; biri K upan ile hadîs ’ler arasındaki mutabakat hak­ kındadır ; bu son eseri dört mezhepten hiç birini nazar-ı itibâra almayarak yazılm ıştır; her ne kadar o mâlik! olduğunu söylüyorsa da, ictihâd ’ı kendisine mal eder. Ayrıca tasavvuf ile ilgili



SENÛSÎ iki risâlesi vard ır: tarikatinin sünnet ehli aki­ desine uygunluğunu göstermek maksadı ile, ta­ rikat silsilelerinin sayılmasından ibaret Fahrasö (64. ’ü sâfî olmak üzere, 150 k iş i); kendi tarikatının zübdesî olduğu daha eski 40 taıîkatm {burada TARÎKÂ [b. bk.] maddesinde sa­ yılm ıştır) zikir şekillerini ihtiva eden Salsabıl al-ma in f i H -taraîk al-arba'tn. Bu son risale çok ilgi çekicidir; her ne kadar mu'tatar su­ luk yolu ile şifâhî olarak alınmış gibi göste­ rilmiş ise de müellifin itiraf ettiği gibi, bun­ lar Sid i Murtazâ al-Zabidi { ölm. 12 0 6 = 17 9 0 ) ’ nin llk d al-cumân ’ında taklit edilmiş olan Ha­ şan al-‘ Ucaytni (ölm. 11 * 3 = 1 7 0 2 ) ’ ain Risâta 'sinden iktibaslardır; bundan başka H allâcîya [ b. bk.] ’nin zıkr ’i hakkındaki bölüm, harfiyen Abu S a'id al-Kâdiri ’nin 1097 (1686 ) ’de Hind ’de yazılmış olan Adab al-zikr ( Kal küte yaz­ ması, nr. 1280, bk, lwanow, C a t.) ’ inde bulun­ maktadır. Bu eser müşterek bir kaynağın bu­ lunduğunu ve bunun Ahmedi mezhebine men­ sup olan al-Şinnâvi {ölm. 10 2 8 = 16 19 ) ’ nîs Idrö k at’ ı olduğu ihtimalini ortaya çıkarmak­ tadır. al-Sanüsi ’ nin fıkıh meselelerinde ictikâd sa­ hibi olduğu iddiası 1843 ’te K a h ire ’de mâliki ulemâsından Muhammed al-‘ A yş tarafından reddedildi ( kuf r ); al-Sanü si’ nin murîdleri mâli kilerdeki is&ö/’e riayet etmezler. Mustağânem ( K a d iriy a ) 'de ve F a s ’ta ( Ticâniya, T ayb ıya) tasavvufa intisab etmiş olan aİ Sanüsi M ekke’de, üstadı Ahmed b, îdris al-Fâsi { Ölm. 18 3 7 ’de, S a b ia ’da ) ’nin yanında kemâle erişti; bu son şahıs, yakın zamanda :A s i r ’ de büküm süren hanedanın ceddi ve Haztrîya-îdrisiya tarîkatierînîn kurucusu olup, diğer yeni iki tarikatın ( R aşîdiya, Amirğanİy a ) kurucusunun şeyhidir. B i b l i y o g r a f y a t Tarikat için bk. H, Duveyrier, La confrerie musulmane de S îd i Mohammed ben 'A lî e$-Senoûsî ( B u ll . de la Soc. de Geogr, de Paris, 7. seri, 1884, V, 145—226 ); L. Rinn, Marabouts et Khouans (Cezayir, 1884), s. 481 — 5*5- Tarikat kuru­ cusu ve ailesi hakkında bk. Mohammed benOtsmane el Hachaichî, Voyages atı pays des Senoussia (P aris, 19 12 ) ; A. Le Chatelîer, Les confrerieş musulmanes du H edjaz (P a ­ ris, 1887), s. 257 v .d .; E. Insabato, Rassegna contemporanea ( Roma, 19 13 ), V l/ Ii; E. Graefe, IsL (Berlin), II!, 141 — 150, 312 v.d,; D. B. Macdonald, Encycl, o f Religion and Ethics ( bk. mad. SANÖSÎ ], s. 194—196. S E P O Y . SEP O Y , farsça aipâh „o rd u “ keli­ mesinin nisbe hâli olan sipahi ’nin İngilizce bozulmuş bir şeklidir. Sipahi [ bk. mad. SİPÂHÎ ] „bir ordunun uzvuna, askere** delâlet etmek



SEPOY.



501



üzere, isim gibi kullanılmıştır ve her ne kadar şimdiki farsçada kullanılmamakta ise de, ıran edebiyatında rastlan maktadır. Türkler ve fransızlar kelimeyi iktibas etmişlerdir, kelime fransızlarda spahi şeklindedir ve bu dillerde, farsçada olduğu gibi, değişmez bir şekilde sü­ vari asker için kullanılmıştır ; nitekim İngiliz seyyahı Hedges (16 82, D iary, nşr. Hakluyt Soeiety, I, 55) ’de de aynı mânadadır. Hin­ distan ’ da fransızlar ve îngilizler, galiba Porte­ kizliler vâsıtası ile, kelimeyi aldılar. Fransızlar bu kelimeyi cipaye veya cipai, İngilizler sepoy, seapoi, seapoy, seapy, cepkoy, sipoy v, b. şekillerinde yazmaktadırlar; fakat her iki mîllet de, onu, XVIII. asrm başlangıcından iti­ baren, avrupa usulüne göre nizamî piyade as­ kerler olarak giydirilmiş, silâhlandırılmış ve ye­ tiştirilm iş yerli hind askerleri için kullandılar. Sepoy alayları İlk olarak fransızlar tarafından kuruldu ve kendilerinden istifâde edildi. Dupleis, 1748 ’de Avrupa tarzında silâhlandırılmış müteaddit müslüman piyade taburları teşkil etti ve Laily, 17 59’da Pondieherry valisine «onbeş bin cipaye ’ den mürekkep olduğu zannedilen ordudan Pondieherry yolu üzerinde takriben sekiz yüz kişi sayıyorum" diye yazıyordu. Mü­ teakiben Lavvrence, Madras ’ta, muntazaman sepoy taburları teşkil etmek sureti ile. DupIeîx’ i taklit etti ve 1757 ’de bu askerlerden mürekkep bir kuvvet, K alk ü te’ yİ tekrar al­ mak için, Madras ’tan hareket ettiği zaman, Lord Clive ‘e refakat etmiş idi. Bengat askerî teşkilâtı, avrupah bir topçu bölüğü, dört veya beş piyade bölüğü ile, mahallî tarzda silahlan* dirilmiş bir kaç yüz yerliyi ihtiva ediyordu; fakat K alk ü te’nin Navvâb Sîrac al-Davîa‘den alınmasından sonra, bir Madras sepoy kuvveti Bengat ordusunun çekirdeğini teşkil etmeğe yaradı ve 2.000 sepoy 1757 haziranında vuku bulan Plassey muharebesine iştirak etti. Tak­ riben aynı sıralarda Bom bay’da sepoylar teş­ kil edilip, yetiştirilm’ ş ve yerli devletlerde kurulan sepoy bölüklerinde avrupalı macerape­ restler muallim olarak kullanılmıştır, *795 ’te, Hindistan ’da üç büyük eyâletin üç ordusunun piyade kıt’aları iki taburlu alaylardan teşekkül etmiş id i; her tabur sekiz bölük ve iki kumharaeı bölüğünden ibaret idi. Bn alaylardan Bengal on İki, Madras on bir ve Bom­ bay ise, dört alay ile bir bahriye taburuna sa­ hip idi. Sonraları üç ordu tamâmiyle farklı esas­ lara göre gelişti ve farklı teşkilatlara sahip ol­ du, Sepoyların 1857 ’deki isyanı Bengal ’in eski ordusunu sarstı ve Bombay ordusu üzerine cid­ dî te’sir yaptı ise de, her ikisi de yeni esasla­ ra göre teşkil edildiler. Ancak XX. asırda hı'ndlitçre başkumandan olan Lord Kitchener üç



502



SEPOY — SERAHSÎ.



eyâletin ordusuna tek bir Hınd ordusu hâline getirdi. A yrıca bk. mad. SlPÂHÎ. B i b l i y o g r a f y a : J. Wiliams, A Historical Account o f ihe Rise and Progress o f tke Bengal N ative Infantry, London, 18 17 }; A. C. Lovett ve G. F. & V ’ unn, The /îr* mies o f India,\ London, 1 91 1 ; HenryYule ve A . C. Burnelf, Hobson-Jobson {ikinci tab., nşr. William Crooke, London, 1903 }; The lm perial Gazetteer o f İndia, 1907, I I ; The Quarterly İn dian Arm y List, resmî neşriyat. (T . W. H a i G.) S E P T E . [Bk. SEBTE.3 S E R . S A R ( F.), b a ş , h e r ş e y i n u c u ; mecazen fikir ve düşünce. Bilhassa sar ile ya* pıtmış mürekkep kelimelerdeki »reis" (lat. ca~ put > frns. c h e f ) kelimenin yalnız „baş“ mâ­ nasından gelmektedir. Osmanlılarda ser*'asker »baş-kumandan, harbiye nazırı" tâbiri Tunus arapçasmda sâri-'asker şekline sokulmuştur.— .Sor- dar [ bk. mad. SARDAR ], İngiliz imlâsı ile sıYrfar, paşa; sar-dâri, iranhların yüksek sınıfa mensup olanları ve me’ murlarmm çoğu tara­ fından giyilen bir çeşit elbisedir ( R M M, 1914, XXVIII, 225, not. 2 ; Briçten*, Au pays du Lion et du Soteil, s. 360 ). — Sar-bâz »başı ile oynayan" Fath ‘ A li şâh ’m ıslahatından (Polak, Persien, Leipzîg, 1865, I, 40} beri askerlere verilen bir addır, — Sar 57 t Mehmed Raif Fuad-Bei, Lan d und Leute im keutigen Jem en (Petermanns M it­ teilungen, 1912, LVİII, 116 , 117 ); W Se midt, Das sûdtvesiliche Arabien { Angemandte Geographie, seri IV, kısım 8, Frankfurt, 1913. s. 8 — 16. 25 — 28, 3 1, 39, 40. 44 — 48 : A



$09



Grohmann, Siidarabîen als Wirtschaftsgebiet (Wıen, 19 2 *), *, 8 — 17, 24 — 30> 4 », 43i B Moritz, Arabien, Stuâien zur physikalischen und historischen Geographie des Landes ( Hannover, 19 23), s. 5) 6* ( A



d o lf



G



r o h m a n n .)



S E R A Y . f Bk. SARAY.] S E R B E D Â R ÎL E R . S E R B E D A R , H o r a s a n ’ı n b ü y ü k b i r k ı s m ı n ı z a p t e d e n b â z ı m a c e r a c ı e l e b a ş ı l a r ı n 1 e ka­ b ı olup, kendilerine tabî olanlar da Serbedârîler diye adlandırılmışlardır. Bunların dev­ leti yalnız askerî te*sirler değil, şi’ î dervişle­ rin tefsirlerinin de kendini, gösterdiği hakikî bir haydutlar devleti id i; İlhan Abu S a'id in ölümünü takip eden karışıklıklar esnasında teşekkül etmiş olan bu devlet Timur tarafın­ dan yıkıldı. «Asılması gereken adam" daha doğ­ rusu «gözü kızmış haydut" dîye tercüme edi­ lebilen Serbedâr adı tarihçi Hvândmir göre, bunların ilk reisi olan ‘Abd al-RazzSİe ’ın bir sözüne dayanmaktadır ; „ba mar di sar-i h*ad bar dar dadan hazar bâr bihtar k i ba nâmardi ba kati rasidan" yâni «erkekçe başını darağacına vermek, alçakça katledilmekten bin kere daha İyidir" ( Davîatşâh, Tazkira, nşr. Browne, s. 278 ’ de bu adın aslına dâir farklı bir izah vermektedir ). İbn Battüta ’ya göre. Irak ’ta Serbedârîlere şutlar ( «hırsızlar" ), Magr ib ’de ise şnkörd ( «avcı kuşlar, d oğanlar") adı veriliyordu, idare merkezleri Bay hak bölgesinde Sebzevâr şehri idi. »k serbedârî emîr °Abd al Eı> (Ibej-şchçizung der A n-



SEVÂD — SEVÂKİN. bauflache Babyloniens und ihr Ursprung { N G W G ö t t Phil-hist. Kİ., 1902, s. 224— 298). Dii bakımından bk. Lane, A r. Engl. Lexicon, I, 4, 1462**. Vergi işleri İçin bk. A . von Kremer, Uber das Budget der Einnahmen unter der R egierung des H&rûn al~Raşîd { Verh. d. VII. înternat. Orient. K ongr., II, 1888) ve M. van Berchem, La propriete territoriale et Vimpöt fö n d e r sous les premiers cali fe s, Leîpzig, 1886. (H. H. S chaedeR. ) S E V Â K lN . S A V A K İN , K ı z ı l d e n î z ’İ n garp s â b i l i n de b i r l i m a n olup, 190 5' şimal arzında bulunmaktadır. Şehir âş.yk. 250 m. uzunluğunda ve bîr İngiliz mili çevresinde kat’-ı nakıs şeklinde ve güzel man­ zaralı küçük bir ada üzerinde yü kselir; nüfûsu 4,228 ( 1956) dir. Bu ada sahilin tam karşı» şmda, derin bîr körfez İçinde kâindir. Dar ve 5—6 km. uzunluğunda, mercan resifleri ile do­ lu bir kanal adayı A frika kıt’asmdan ayırır; bununla beraber Savâkin aş.-yk, 50 m- uzun­ luğunda, müstahkem bir idâre mevkii bulunan bir sed ile kıt'aya bağlanmıştır. Şeddin medhalinde, kara cihetinde kâin al-Kayf dış mahal­ lesine giden yolun başında kırma kemerli, icâ­ bında kapanabilen güzel bir kapı yükselir. Gümrük ve hükümet binaları ada şehrinin başlıca yapılandır; en güzel meskenler Cidde 'ninkıleri hatırlatan üç katlı beyaz zarif ev­ lerdir. Yeni binalar arasında bilhassa yarı arap üslûbunda yapılmış güzel bir bina olan Kitchener’s G ate ’i zikretmek gerekir. Bu büyük binalar yerlilerin sâde ve şekilsiz kulübeleri ile göze batar şekilde bir tezat teşkil eder. Rumların elinde olan meyhaneleri ile kahve­ leri ve dükkânları bulunan küçük bir sokak, pazarı meydana getirir. Savâk’ n ’de bir avrupalı mahallesi yoktur Buraya yerleşmiş olan az sayıda avrupah. kısmen yerli kulübeleri ortasında, oturulmağa pek müsait olmayan ev­ lerde ikamet eder. Şehrin yalnız bir mekte­ bi var idi, fakat bu mektep Sudan’ ın en iyi mektepleri arasında sayılırdı. al-Kayf kenar mahallesi bir sur ile çevrilidir, bunun yanları­ na da aş-yk . yarım düzine kadar münferit is­ tihkâm bina edilmiş ve bÖylece bir dış müdâfaa hattının himayesine alınmıştır. Nüfusu ada şehriniukinden çok daha fazla kalabalıktır; içinde iş hayatının temerküz ettiği büyük bir pazarı ve gayr-i muntazam sokakları va rd ır; burada mızrak ucu ve bıçak imâl eden demir­ ciler ile, bilhassa muska ticâreti yapan derici­ ler ve bir de erkek berberleri bulunur. Fakir kadınlar için kol, ayak, burun ve kulak halka­ ları yapan bir kaç da kuyumcu vardır. Şehrin tuğla gölleri vç çöl bçz-kırfan Üe çevrili v*tw



523



bir vaha teşkil eden dışında, bahçe ve hurma­ lıklar arasında kuyular vardır kî, şehre gerekli suyu te’ min eder. Savâkin 'in iklimine avrupalılar güçlükle tahammül edebilirler. Hararet, kışın bile 30° R ’nîn altına düşmez; burada haziran ve ağustos aylarında sık-sık kum fırtı­ naları koparan değişik rüzgârlar hâkimdir. Savâkin, limanının mühim olmamasına . rağ­ men—dar geçidi ve mercan kayaları sebebi ile yalnız gündüz girilebilir—, eski devirlerde ku­ rulmuştur. Şüphesiz haklı olarak Plînius’ taki müstahkem Succhae şehri ’ nin burası olduğu söylenir. Orta çağlarda bölge şimdiki Hadendoa, Ababde ve Bişarin ’lerin mensup oldukları Beca {B le m m y es) ’lara âit idi. Mekkelilerin Kızıl denizin A frika sahilleri ile eski ticârî münâ­ sebetleri Burada Becâ ’lar ile karışan arap ta­ cirlerinin yerleşmesini kolaylaştırdı. Becâ ’larm maderşahî teşkilâtı melezlerin artmasını ko­ laylaştırdı. İbn Battüta milâdî 1330 senesin­ de burayı ziyaret ettiği zaman, Becâ ’ların valisi olarak, bir Mekke emîrinin oğlunu bul­ du. Ha!km yüksek sınıfı yavaş-yavaş müslümanlığı kabul e tti; al-Maîprizi bu müslümanlara HadSrib adını verir. O zamanlar daha şimaldeki "Ayzâb limanı Savâkin ’in tehlikeli bîr rakîbi id i; H alayb’ in 12 İngiliz mili şimâ» tindeki şimdiki Savâkin Kadim denilen yer Ttı. Bent ’e göre burasıdır. Bugün harabe hâlin­ de olan bu liman 450—760 ( h.) yıllarında Hin­ distan ve Arabistan ticârî eşyası için depo olarak mühim bir rol oynam ıştır; burası Ye­ men tacirlerinin bîr karşılaşma yeri ve Mısır ite A frika ’nm geri kalan yerlerinden gelen ve buradan C id d e’ye gitmek üzere gemilere bi­ nen hacıların toplanma noktası idi. ‘ Ayzâb ’ın cenûbunda 7 günlük bir mesâfede bulunan Sa­ vâkin de, Cidde ’den gelen gemilerin münte­ hi noktası olduğundan, iki liman şiddetli re­ kabet hâlinde bulunuyordu; nihâyet üstünlü­ ğü, al-Hamdâni { ölm. 945 m ilâdî) ’nin orta H abeşistan’a ( al Habaş a l-v u sfâ ) âit ola­ rak gösterdiği Savâkin kazandı. Türkler, Se­ lim 1 zamanında, bu limanı da zaptettiler. Şe­ hir Cidde paşasının idaresine verildi, paşalat da burayı bir ağa ’nın idâresine tevdî ediyor­ lard ı; bu durum 18 6 5’te T ü rkiye’nin burayı Mısır ’a bırakmasına kadar devam etti. Mahdi devri ( 1883—1898 ) Savâkin için felâketli ol­ du. Zira Savâkin-Berber arasındaki mühim kervan yolu üzerindeki ticâret, bu yolun ka­ panması neticesinde, tamâmiyle kesildi. İngil­ tere ile Mısır arasındaki 16 temmuz 1899 muâhedesi İle, Savâkin, Sudan gibi, İngiliz-Mısır müşterek idaresi altma alındı; bu şehir 1934 sıralarında bütün Sudan *m en münbît kıyı bölgesi o!pn Red Ses Provînee ’e dahil îdi.



Sâ 4



SEVÂKİN -



Savâkin ’in o zamanlar aş.-yk, io.öoo nüfusu var îdi. Şehir oldukça ihmal edilmiş intibaını uyandırıyordu ve binaların hemen yarısı ha­ rabe hâlinde idi, çünkü halk ekseriya bunların bakımı için gerekli parayı te'min edemeyecek bir hâlde İdi. Yeni kurulan Port-Sudan Ma Savak'n için tehlikeli bir rakip idi ve eskiden bu şehir vâsıtası ile yapılan ticâret ve münâkalenin mühim-bir kısmını kendine çekmiş bulunuyordu. Bu rekabete rağmen, Savâkin mühim bir ticâret mevkii olmak vasfını bir müddet için muhafaza edebildi ve bâzı çevre­ lerde Port-Sudan’ m bütün ticâreti inhisarı sitına alacağına dâir ümitler gerçekleşmedi. Savâkin Me büyük-küçük ticâret-haneler PortSudan’m kurulmasından önceki canlı çalışma­ ları göstermeyor idi ise de, hâlâ ticâretten ka­ zanç te'mîn edebilmekte ve ancak bâzı yerli ticâret-hâneier bu durumdan ziyan görmekte idi. Savakla,'' sırf yerli ticâretin buraya kuvvetli bir şekilde bağlı olması ve halkın burayı Kızıl» deniz eyâletinin başlıca pazar yeri olarak gör­ mesi sebebi ile, mevcudiyetini muhafaza ede­ cektir. Savâkîn eskisi gibi, hacıların Cidde ’ye gitmek üzere gemilere bindikleri başlıca yer­ lerden biridir. Geçen asrın sonlarında bu yol üzerinde köle ticâreti hâlâ devam ediyordu ve aş.-yk. 3.000 köle buradan Cidde pazarına sevkedilirdi; yalnız Ingiltere hükümeti, büyük zahmetler ile, bu ticârete son verebildi. Savâkin, Atbara Ma! ayrılan tâlî bir hat ile PortSudan ’a bağlıdır; bü hat 19 0 5 ’te yapılmıştır. Savâkia-Tokar hattının { 56 İngiliz m ilî) in­ şâsı ticâreti arttırmıştır. Bu asrın ilk yarısında, Savâkin ’in 56 mil cenub-İ şarkîsinde bulunan Tokar ’ın mükemmel pamukları deve sırtında Trinkitat limanına sevkediliyor ve buradan ge­ mi île bir buçuk, iki günlük bir seyahat ile Savâkîn ’e getiriliyordu. Demir yolundan başka buharlı gemi seferleri Savâkin ile Port-Sudan arasındaki irtibatı te’min etmektedir. Ayrıca C id d e ’ye de vapur seferleri vardır. Başlıca ticâret ve ihracat maddeleri pamuk, susam yağı, tereyağı, deri, bal-mumu, zamk, sina­ meki ve fild’şidir. B i b l i y o g r a f g a : a l-H a m d â n i, Ş ifa Cazırat a l-a rab ( n şr. D. H . M ü ller ), L e id e n 1884 — 1 8 9 1 , s. 4 1 ; J . M. H artm an n , E drisii A fric a 2 ( G Ö ttin g en , 17 9 6 ), s 8 1 ; d ’H erb elot, Bibliotheçue Orientale, H alle, IV , bk. m ad. S u a q u e m ; Y â k ü t, Mıt'cam (n şr . \Vust e n f e ld }, IH, 1 8 2 ; M arâşid al-iiiilâ * (n ş r .



SEVDÂ. 114; Encyclopaedİa Britannîca (Chicago, 1963), XXI, 490; A . Deflers, Voyage aa Yemen (Paris, 1889), s. 21 v .d .; Th. Bent, Southern Arabia ( London, 1900), s. 300 v.d .; Handbooks prepared under the D irection o f the historical Section o f the Foreign o ffic e , nr. 98, A nglo-E gyptİan Sudan (London, 1920), s. 12, 20, 67, 8 1, 84, 87, 100 v.d.; Percy F. Martin, The Sudan in Evolution (London, 19 21), s. 498-505.



(A dolf G rohmann.) sev bâ n



b



. İ b r a h i m . [B k. zu »l -nün j



S E V D  . al -SAVD‘ veya Har IBat ALSAVDÂ’ , cenübî Arabistan Ma, eski Ma'in kırallığı m ınta kasında, Cavf havâlisinde, b.ir ş eh i r h a r a b e s i dır. Harabeyi ziyaret eden J. Halevy buraya es-Soud adını verir ve onu aym şekilde ehemmiyetli bir şehir olan atBayza1 ’ya bîr saat uzaklıkta, onun şimâl-i şar­ kîsinde, gayet geniş bir harâbeler mecmuası olarak tasvir eder, al-Savda’ bir tepenin üze­ rindedir. Eski şehir, her hâlde, bir yangın ne ticesinde harap olmuş, muhtemelen ehemmi­ yetli bîr sanâyiin, bilhassa mâden sanayiinin merkezi id i; zîra hâlâ bugün camlaşmış olan zemin mâden curûfu ile örtülüdür. Zamanının ihtişamından bugüne intikal eden şeylerin hep­ si şehir sûrlarının küçük bir bakiyesi ve ayak­ ta kalmış olan bir kaç sütundan ibarettir. D. H. Müller bu harâbenîn eski Ma'in şehri K a rsa Minki olduğunu tahmin etmektedir. F. Hommel bunun Ma'in kitabelerinde görülen Naşân şehri ile aym olduğunu kabûl eder. al-Hamdâni alSavda1 ’yı Naşk kabilesinin bir kalesi olarak tavsif eder. „Kara*H îsar“ İsmi, muhtemel ola­ rak, inşâ malzemesinin siyah volkan lavları veya bazalt taşından oluşu ile izah olunabilir. Eski Ma'in şehri geç zamanlara kadar itibarlı bir aânedanın merkezi olarak varlığını korumuştur. B i b l i y o g r a f y a : al-Hatndâni, Ş i f a Cazirat a l-'A r ab (nşr. D. H. M üller), Leiden, ,8 8 4 — ,8 9 ı, s. 16 7 ; İk lil, VIII (bk. D. H. Müller, D ie B u r gen und Schtosser S&darabiens nach dem İk lil des Hamdânî, II, S B. Ak. Wien, X C V I1/IU [ 1881 ], s. lo o l, *003, 1007, 10 10 , 10 11 ve not 2 ) ; J . Halevy, Rapport sur une mission archeologiçue dans le Yemen' ( J A , VI. seri, 1872, XIX, 2 9 ,8 3 ) ; Voyage au N edjran ( Bulletin de la Societe de Geographie, VI. seri, 1873, VI, 602 ); A. Sptenger, D ie alte Geographie Arabiens ( Bern, 1875 )> s- *58» F. Hommel, Grundriss der Geographie und Gesckichte des alten T. G . j . J u y n b o ll), L e id e n . 18 5 3 , II, 6 4 ; G . Scbvveİnfurtrı. Reise von Chartum über B er­ Orients, ( Leîpzig, 1904 ), II, 6? 7» not 3, 689, ber nach Suakin ( Z G E r d. B e r i 18 6 7 , II, 690, 695, 696. _ ( A d o lf G rohmann .) 33 v. dd. ; H v. M aitzan , Reise nach SüdS E V D  . S A V D A MÎr z & Muhammed S a f î * arâbiçn ( B rş u n ş ç h w e ig ,18 7 3 ), s- 83, 89, 91, { 1 7 1 3 —1^811 , çrçtu (Jilipdç eşer esşr vermiş



feEVDÂ - S E v b ! olan ş â i r ve h i c i v c i olup, ı ı z $ ( 1 71 3 ) ’ te D elhi’de doğmuştur. Babası Mirza Ş a fi' (Kâbilll.} bir tacir olup, H indistan’a yerleşmiş idi. Savda D elhi’de tahsil gordu, şiir san’ atındakİ ustadları Sutaymân-Kuli Hân Vidâd ve Şâh Zuhur al- Dîn Hatim idi. Çağdaşları Mirza Mazhar Cân-i Cânân, Mir Takİ Mir ve Hvgca Mir. Dard gibi, o da yüksek Iranİı edip ve şâir Sirâc al-Din 'A li Hân Arzu ’dan edebiyat bakımından çok faydalandı. Savda ’ yı farsçaya tercihan kendi ana dili olan orducuda yazma­ ğa ikna eden oldu. S a v d a ’nın Ordu dilindeki şâ:îHği çok çabuk yüksek bir seviyeye ulaştı ve kendisi ordu şiirinin üstadlanndan biri ola­ rak tanındı. Takriben 60 yaşında Delhi ’yı terk etti ve Farruhâbâd ’da kısa bir ikametten son­ ra, Laknav ’a geldi ve Ömrünün arta kalan kısmını orada geçirdi. Laknav hükümdarı Aşaf al-Davla onu Malik aUşu'arâ' makamına yükse'tti. Savda 1 195 { 1 781 ) ’te L akn av’ da öldü. Eserleri Hakim Aşîah al-Din Han tara­ lından bîr araya getirildi ve XIX. asrın başın­ da K alk u te’de ilk defa neşredildi ve bunu bir çok taş-basmaları takip etti. Savdâ ordu dilinde yazan şâirlerin haklı olarak, en büyüklerinden biri telakki edil­ miştir. Kendisi kaside ve gazelde temayüz etm'ş olup, hicivleri zarif ve keskindir. Mu­ sikîde de çok mehâreti var İdi. Dr. Fallon 'un onun şiiri hakkmdaki tenkidierı kabûle şâyân değildir. B i b l i y o g r a f y a : Mir Tâki Mir, Nîkât al-şu arö’ -ı urdu ( Bodl., Elliot yazl., nr. 394); Mir Haşan, Tazkira~i şu'arâ'-i urdu ( her ikisi de Ancuman-i Tarakki-i Ur­ du tarafından A vrangâbâd ’ da neşredilmiş­ t i r ) ; Şefta, Gulşan-i Bekâr ( 1252 ), s. 147 — 14 9 ; Garcin de Tassy, Histoire de la literatüre hindoaie et kindoustanie ( 2. tab.), 11, 66; S. W. Fallon, A Ne%o Hindusiani -English Dictionary, { Benares, 1879 ), s. X I 5 Muhammed Husayn Azâd, A b-i hayât (Lahor, 1907), s. 1 4 1 — 172, keza s. 22, 43 v.d., 76, 126 v. dd., 188, 199, 208. ( A . SİDDİOÎ.) Ş E V D E . S A V D A BInt Zam' a B. 'K ays B . 'A B D Ş A M S (? —6 43?) P e y g a m b e r ’i n i k i n c i zevcesi olup, K u rayş’ın Bani ‘ Amir ko­ tandandır. Annesi al-Şamüs bint Kays b. Zayd b. 'A r t ı r olup, İslâmiyet! ilk kabûl eden ka­ dınlardandır. Şevde, ikinci Habeş muhacereti­ ne katılan müsiümanlar arasında, kocası Sak­ rân ve kendi kardeşi Mâlik b. Zam'a ile bir­ likte Habeşistan ‘a gitti. Kendisi evvelâ amca­ zadesi Sakrân b. 'A m r ile evlendi ki, bu zat Peygamber ile mekkeliler arasında imzalanan Hudaybiya barışında müşrik kureyşl.lerîn mu­ rahhası ve meşhûr hatip Suhayt b. ‘ A m r’ın



İH



kardeşidir, Habeş muhaceretinde hlristiyan di­ nine döndüğü söylenen Sakrân, karısı ile, ora­ dan M ekke’ye dönmüş ve Peygam ber’ in Me­ d ine’ye hicretinden önce Ölmüştür, Ş ev d e ’nin Sakrândan irantılar ile yapılan Calüla harbin­ de şehit düşmüş o lan ‘ Abd al-Rahmân adında bir oğlu olmuştur. Peygamber ’in Şevde ile evlenmesi, onun ilk karısı H adica ’nin ölümün­ den bir ay kadar sonra, kendisini teselli etmek isteyen 'Osman b. Maz 'ün ’un karısı Havla bint H akim ’in aracılığı ile oldu ve Peygamber Ta* ’ if ziyaretinden önce ve nübüvvetinin onuncu yılı ramazan ayında, 400 dirhem mehr ile, Şevde ile evlendi. Şevde hicretin ilk senesinde, Peygamber ’tn Hadica ’ den doğma dört kızından o sırada ev­ li olmayan Umm Kulşum Amina ve Fâtima ile birlikte, Medine’ye kocasının yamna gitti kİ, Peygamber Medine’de Mescid-i nebevi ar­ sasına ilk olarak Şevde ve bir az sonra evlen­ diği ‘A ’işa bint A b i Bakr için evler yaptırdı. Şevde, Peygamber ile evlendiği sırada genç değil idi. Kendisi zâten uzun boylu ve iri yapılı olduğundan, yaşı ileriîedikçe, o kadar şişman­ lamış ve ağır canlı olmuş idi kİ, vedâ haccında, veya ondan Önceki haccda, halkın izdihamın­ dan evvel M inâ’ya varmak için, M uzdalifa’de gecelememek husûsunda Peygamber’ den iz:n al­ mış idî. Yaşlılığından dolayı hizmetinden mem­ nun olmayan ve Badr savaşında kardeşi 'A bd b. Zam'a 'nin müsiümanlar tarafından öldürül­ mesi, eski akrabalarından bazılarının esir olarak Medine’ ye getirilmeleri sebebi ile, müşrik kureyşli şâirlerin söylemiş oldukları mersiyeleri okuyup, ağladığım gören Peygamber tarafın­ dan kendisine bir talâk-ı r c ’î verilmiş veya bo­ şanmış iken, Şevde ’nin sık-sık onun Önüne çı­ kıp, sırf mahşer gününde Peygam ber’in zevcesi olarak haşr edilmek arzusunda olduğunu söy­ lemesi üzerine, Peygamber onun bu ricâsmı kabûl etmiştir ki, al-Nisa’ sûresinin 127. âyeti bu münâsebetle nazil olmuştur. Peygam ber’in ölümünden sonra geride bırak­ tığı zevcelerinden biri olan Şevde yoksulları sever, şefkatli, cömert ve çok iyi huylu bir kadın idi. Peygamber ’in hutbelerinden birinde, zevce­ leri arasında Allaha en yakın olanının en cömerdi olduğa hakkmdaki imâsının Ş e v d e ’ye âit bu­ lunduğu rivâyet edilir. ‘A ’İşa ~~„huy bakımın­ dan yalnız Ş e v d e ’ye benzemek i sterdi m“ der­ di. Şevde ’nin Peygamberin ölümünden son­ raki hayatı hakkında fazla bir şey bİimeyoruz. Ancak, H alîfe'O m ar zamanında Peygam ber’in zevcelerine ayrılan tahsisattan maaşını ve Haybar hâsılatından hissesini almıştır. Kendisi iyi geliri olmasına rağmen, mütevazı bir hayat ge­ çirmiş görünüyor.



5M



$EVDE — âEYÂBİCİ



Ş ev d e ’nin ölüm tarihi hakkında kaynaklar meşine sebep olan şekil başı, boynuzlan şarka iki rivayet üzerinde durmaktadır: 22 {6 4 3) se­ doğru gelecek şekilde, yana sarkmış olan bir nesinde halîfe 'Omar ’in hilâfetinin sonlarında boğanın Ön yansım göstermektedir. Bu . burç, veya 54 (674) ’ te M u'Iviya ’nin halifeliği sırasın­ hakikaten kendisine âit 3 ve şeklin dışında da. Peygamber île evlendiği zaman zâten ol­ bulunan 1 1 yıldızdan terekküp etmiştir. Şekil dukça yaştı olduğuna nazaran, birinci rivâyet 4 yıldız ile işaretlenmiş olan sözde düz bir bat daha doğru olmalıdır, ikinci rivâyet, Mu'âvİ- ile kesilmiştir ( kesme—k a f t &atoTOp.rj); ha­ ya ’ nin, Şevde ile Ş afiya ’nin Mescid-i nebevıye- kikatte f s Ş o yıldızları çok yassı bir yay teş­ ye bitişik evlerini 180.000 dirheme satın almış kil eder. Şimât boynuzun ucundaki {5 parlak yıl­ olmasından çıkmıştır, Mu’ âviya bunu, Şafiya dızı aynı zamanda „A raba sürücüsü" (A u riga) [b . bk. 3’nînki gibi, Ş evd e’ nîn vârislerinden yıldız kümesine aittir. Greklerin Hyades de­ almış olabilir. Şevde Medine ’de vefat edip, dikleri daha küçük yıldızlardan kesif bir küme oradaki Ba^i* mezarlığına gömüldü. Kendisinin ortasında, kırmızı parıltılı birinci büyüklükte a bir yıldız olan Boğanın gözü ( ’A y n a l-ş a v r ) Peygamber ’den çocuğu olmamıştır. B i b l i y o g r a f y a : îbn Hişâm, Sıra araplar tarafından bir çok isimler ile ifâde edil­ (Kahire, 1955), l 3^9, 3&8, 369, 644 v, d ,; miştir. al- F an ik (»büyük d eve") adı galiba taII, 6, 8, 36, 643 v.d.; îbn Sa‘ d, fabakât mâmiyle arapçadır : diğer yıldızlar ab F an ik ’in ( nşr, Sacbau ), Leîden, 19x7* I/II, s. s ; VIII etrafında toplanmışlardır; al-Kitâş ( „ küçük de­ (Leiden, 1904) s. 32, 35—39, 43, 118 , 149, veler" ) adı da böyledîr. a ’nın diğer adları Ül­ 15 1, 157, 199; Tabari (nşr. de Goeje), I, ker yıldızları ile ilgilidir. Bu yıldızlar kümesine 1767, 1789; III, 2437—2440; A ğânî, IV, 31 araplar tarafından al-Nacm ( »yıldızlar kümesi") v. d .; L, Caetani, Islâm tariki ( trc, Hüseyin adı verilmiş olduğundan, a ’ya H adi 'l~Nacm Cabid [ Yalçın ]), İstanbul, 1924, s. 325, not 3, ( »yıldızları Önünde sü re n ") veya Tâli *l-Nacm s. 335) al~îşaba ( Kahire, 1939 ), IV, 330, ( nr. ve al-Dabarân ( »yıldızları takip e d e n ") adı 6 0 6 '} al-îsti'âb {Kahire, 1939), IV, 3 1 7 ; verilir. Bu son isim garp semâ haritalarına BuhSri ( Leiden, 1862 ), s. 422 v, d .; îbn A l d e b a r a n şeklinde geçmiştir. Boğanın ku­ Kaşİr, al-Bidaya va *l-nihâya ( Kahire, 1932 ), lağına yakın olan v ve M yıldızları abK albayn (»iki köpek, yıldızları sürenin köpekleri") adl­ III, 131 v.d. (Neşet Ç ağatay *) S E V lK , S A V IK ( A.), Önce k a v u t denen ın alır. k a v r u l m u ş a r p a veya şâir h u b u b a t unu , B i b i i y o g r a f y a: al-IÇazvini, ''Acâ'İb sonra kurutulmuş peynir ve meyve kurusa unu, al-mahlttkât ( nşr. WÜstenfeld), I, $ 5 ; { trc. daha sonra da bu un ile yapılmış ç o r b a g i b i H. Ethe, Kosm ographie, s. 74 ); L. İdeler. bir nevî y i y e c e k mânalarına gelir. Sa vik Untersachungen uber den U rsprung nnd die bedevilerin ekseriya dağarcıklarına basıp, yol­ Bedeutung der Sternnamen, s. 136. culuklarında yedikleri azıklarıdır. Ayrıca İçine ( J . RüSKA.) bal, yağ. nar suyu ve daha başka maddeler ka­ S E Y  B İ C E . S A Y  B lC A , « u - , S A Y  B İtılan bir hamur tatlısını ifâde eder. al-Râzi yi­ G A , b i r k a v m i n a d ı . Arapça U. şekli, yecekleri sağlık bakımından bahis mevzuu et­ İsmin iştikakının delâlet ettiği üzere, gırtlak sesi tiği eserinde, bu cins yiyeceğin tehirlerinden karşılığı olarak kullanılan £ ile okunmalıdır bahseder.—Abu Sufyân, Badr gazasının öcünü De Goeje, Memoires d ’histoire et de geogalmak için, 2 ( b.) yılının zilhiccesinde, bir sü­ raphie orientales ( nr. 3, Leiden, 1903, Memovari birliği ile, Medine üzerine yürümüş idi. ire sar les migrations des Tsiganes â travers Abu Sufyân Önce şehir yakınlarında başarılı VAsiet s. 18 ve 86—91 ) adlı eserinde, Sayâbiga bir kaç küçük çarpışmada bulundu ve Pey­ ’ye kısa bir kayıt tahsis etmiştir ki, burada gamber ’in kuvvetleri ile yaklaşması üzerine ondan faydalanılm ıştır; bir de bk, ayn. mil., ise, sm ’ atle kaçıp kurtuldu. Bu kaçış sırasında Contribution ( Kon. A k. v. Wet, Amsterdam, mekkeliler bilhassa savik 'ten yapılmış olan 1875, ingil, nşr. D. Mae Ritchîe, Accoants o f yiyeceklerini atmışlar ve miislümanlar bunu ele the Gipsies o f India, London, 1886 ). geçirmişlerdi. Bu vak’a S i ra 'da Gazvat al~ al-Balâzuri ( nşr. de Goeje, s. 373, 2 ) 'ye göre, savik diye anılmıştır ( krş, Caetani, Annalî Sayabica kavmi islâmiyetten önce, Basra körfe­ deli’ Islâm, 2. yıl, § 99), zi sahillerinde yaşardı ( va kânü kabl al-islâm B i b l i y o g r a f y a : îbn al-Baytâr ( trc. bı savü h il). Halîfe Abu Bakr zamanında (632 Leclere 1, 11, 308; belli-başlı lügatlerde savik —634 ) Bahrayn 'de, al-HaÇt ’ta Sayâbiga ve Zott maddesi. ( J . RüSKA.) j ’un bir askerî birliği var idi — bu iki kavim, S E V İL L A . [ Bk. İşBİLİYE.] müşterek biç bir hususiyetleri olmadığı hâlde S E V İR . A L-SAVR, B o ğ a burcu, b u r ç l a r ( krş. mad. ZOTf ], sık-sık birlikte zikredilmiş­ m ı n t a k a s 1 m n İ k i n c i s i . Bu adın veril- I t i r — (bk. al-Tabari, nşr. ^ tc n b e rg , s. 838—



gfeYÂBİCİ 923; nşr. de Goeje, 1, 1961, * ; Abu ’l-Farac al-İşbahâtıî, Kitâb al- ağam , XÎV, 46 ). 17 (638 ) yılında, Iran hükümdarının Hizmetinde bulunan yabancı asıllı süvari Osvâri ’ler İslâm kuman­ danı ile bir muahede aktelm 'ş ve bu muahe­ deyi halîfe 'Omar tasdik eylemiştir. Buna göre, onlar İslâmiyet) kabul edeeekler ve en yük­ sek ücret alan askerlerin ki ne müsavi bir üc­ ret almak, tercih ettikleri her hangi bir arap kabilesine İntisap etmek hususunda serbest ol­ mak ve ya!nız arap olmayanlara karşı savaş­ mak şartı ile, araplarsn hizmetine gireceklerdi 'a l-T a b a ri, l, 3362 v.dd.). Bunların verdiği ör­ nek Sayâbiga ve Z o tt’lar tarafından takip edilmiş ve her ikisi de arapların Tamim kabi­ lesine intisap etmiş idiler ( al-BaîSzuri, s. 373 v.d.). 36 (656) Ma S ay â b iga ’ ye Basra hâzine­ sinin muhafızlığı tevdi otundu. 'A li ’ye yardım etmeğe gelen Kûfelüerdea müteşekkil ordu Zott ve Sayâbiga Men bir birliği de ihtiva edi­ yordu (krş. al-Balâzuri, s. 376; al-Mas'üdi, Les prairies d'or, nşr. ve trc. Barbier de Meynard, IV, 307, burada yerine, yanlış ola­ rak, tvL Ji basılm ıştır; al-Tabari, I, 3125, 3X34 ve 3181 ). Yazid b. al-Mufarrağ al-Himyari ’ nin takriben 59 (677/678) Ma yazıtmış olan şiirin­ de »sabahleyin bana zincir vuran vahşî Sayabig . . , “ ( tbn Kutayba, Kitâb al-şu'arâ*, s. 21 2) beyti vardır ki, galiba Sayâbiga ’nin zindancı vazifesini yaptığına delâlet etmektedir. 160 (77S/776 ) Ma Sayâbiga al-Narbadâ kasabasına karşı girişilen deniz seferine iştirak etti ( krş. al-Tabari, III, 460 v.dd.) kİ, bu şehir H in d ’in garp kıyısı üzerinde bulunan şimdiki Broach’tır. Bu Sayâbiga S in d ’den gelmiştir. al-Balaşurî »Sayâbiga, Zott ve An dağar İran ordusu­ nun bir kısmını teşkil etmişlerdir ; onlar Sind halkından idiler. İranlılar onları esir edip, ken­ dilerine bu hizmeti yüklediler" demektedir (s. 375, S—7 ). al-Cavâlıki ( al'M tfarrab, nşr. E, Sachau, Leipzig, 1867, s. 82) aynı şeyi söyle­ m ektedir: „ai-Lay§" d iy o r ;... Bunlar iştiyam ( f ULil cem. « Us , al-Mukaddasi 2, nşr. de Goeje, v % s. 10, it )’ a refakat eden Sind hal kındandırlar; bu kelimenin menşe’i meçhuldür; gemilerdeki denizcilerin reisi mânasına gelmektedir"; sonra, diğer bir kaynağa göre, »Sayâbiga, B a sra ’da polis ve hapishane muhafızı olan sindlilerdİr", Lisan al-'arab (III, xx8 v.d.) Ma zikredilen îbn al-Sikkit ( ölm. 857 ) aynı malûmatı vermekte­ dir : »Sayâbiga, muhârebe etmek için, ücretli olarak tutulmuş olan Sind halkıdır ve muha­ fızlık vazifesi yaparlar". Aynı izahat Tâc al~ ‘araş ( II, 56 ) ’ta verilmiştir. Birbirine mutabık olan bütün bu haberler­ den açıkça ? ulaşıl makta dır kî, Sayâbiga yara­



tılıştan savaşçı, inzibattı, denize alışkın ve sâ­ dık kimseler idi ve bu vasıflar onları gerek kara, gerek deniz kuvvetlerine katılmağa, mu­ hafız kuvvet, asker, polis me’ muru, zindancı ve hazîne muhafızı hizmetlerini görmeğe mostait kılıyordu. Yukarıda anılan arapça metinlerin el-y az malarının bütün nüsha farkları doğru olan Sayâbiga şeklinden gelmektedirler ( bk, bir de al-Mubarrad, Kâm il, nşr. W. Wright, Leipzîg, 1864, s. 41,3 ve 82,17 ). Sibavayh {nşr. Derenbourg, II, 209,3—‘f i) ’İn de verdiği şekil bu olup, »netice itibârı île, Saybagîyün cemi şekline muâdil olan e; ’H bir nİsbet şekli ve ya* bancı bir kelime olmak gibi iki husûsiyeti bir­ leştirdiğinden, Sayâbiga denmektedir" diye ilâve eder. ai-Cavâliki ( gâst. yer.) ’ye göre, müfredi Saybagi Mir. Şimdi de Goeje ( ayn. esr.t s. 88 ) Irak halkının 5 seslisini e şeklinde te­ lâffuz ettiklerini ve bu müşahedenin arap leh­ çelerinde mücerret bîr hâdise olmadığım gös­ termiştir. Wılliam Marçais de aynı dil hâdise­ sinin Tunus arapçasında bulunduğuna dikkati çekmiştir. Bu aşağıdaki muadeleti tespit et­ memize imkân verm ektedir; «f.L- Sayâbiga Cm üfred



Saybagi —



Sâbagi < £.*-



Sâbag. Lisân a l-a r ab {a y n . yer.), diğer taraf­ tan »bâzan Sâbag denilir" diye kaydeder. Eski Sâbag şekli de Goeje ’ye Hendrik Kem tarafından gösterilmiş idi. H. Kern tarafından istifâde edilememiş olan vesikalar sayesinde kelimenin ses değişmelerini tesbit etmek ko­ laydır. Sâbag < Câvaka — Sumatra, arap coğ­ rafyacılarındaki £ .0 Zâbag ( yanlış olarak, Z â bec şeklinde transkripsiyonu yapılm ıştır) tebâdülü böylece tahakkuk e d e r: Sumatra adasının bu ad ile en eski zikri, milâdî III. asırda Wan Ç e n ’in Afan çov y i va ç e ’sinde ve K ’aü Tai *m Fu-nan



t’u. su çuan ’ıada



Şö-po



(eski telâffuz *C a-bak= Câvaka > arap. Zâ­ bag ) şeklinde bulunmaktadır. Çok daha son ra onu Mahâvamsa (L X X X III, 36—48 ve L,XXXV 111,62— 7 5 ) ’da aslî şekü olan Jâ v a ka (telâffuz, C â va k a; bu metinler İçin krş G. Ferrand, Vam pire sumatranais de Ç rivijay a , J A , seri 1 1 , XX, 170— 1 73) meydana çık­ maktadır. XIII. asırda, 1264 tarihlî bir Tamİl kitabesinde, yukarıdaki okunuşların dravitçe şekli olan Şavaka ( ayn, esr., 1922, s. 48) var­ dır. Tamü dilinde kelimenin ilk harfi, farksız olarak, c, ç, ş ve hattâ s, yâni ünlü ve ünsüz damak sesleri ve ıslıklı damak ve dişle: ara­ sından çıkan sesleri gösteren J ile kaydedil­ miş olup, bu harf, başka bir alfabeye naklin­ de, umumiyetle damak sesi ile nakledilir; ban-



SİYÂSİCE — ŞEYDİ ALİ REİ& dan c ö >$3 olmuştur. Hintçe ş ’ nin s ’ye, yâni ıslıklı damak sesinin ıslıklı diş sesine geçmesi eldeki misâle göre, Şâvaka ’mn arapça Sâbag şekline girmesi tamâmiyie kaideye uygundur; Sankritçede çftfçj? ş&ka («tik ağacı", Tectona g ra n d is ) kelimesinde buna muvazi bir misâl vardır ki, bu kelimenin çok defa, yanlış bir şekilde, sac yazılan j-'- sög olduğu görülmektedir. Şu hâlde Sayâbiga Hindistan ’a, sonra Ira k ’ a ve Basra körfezine göçmüş olan eski su matrah muhacirlerin soyundan gelmekte olup, bu son yerlerde islâmİyetten önce mevcut oldukları bilinmektedir. Bu durum hiç de şaşırtıcı bir şey değildir; çünkü esasen su matrahların çok eski tarihlerde Madagaskar Ma iskân topluluk­ ları kurduklarını [ bk. mad. ZÂBAG ] ve şarka doğru giden yolun onlarca malûm olduğunu biliyoruz. ( G a BRIEL F er r a ND.) Ş E Y D İ A L İ R E İS . S A Y D Î 'A L İ R A ’ÎS, 'A l Î B. H u S a YN ( f — 1 562 ), m a c e r a l ı H i n d i s ­ t a n s e y a h a t i ve d e n i z c o ğ r a f y a ­ s ı n a S ı t e s e r l e r i ile ş ö h r e t ka­ z a n m ı ş b i r t ü r k d e n i z c i s i . Galata Maki Dâr- iil-sınâ'a-i âmire kethüdası olan Hüsey*n*in oğlu olup, XVI. asrın başlarında doğmuştur. Aslen Sinoplu olan büyük babası da, Fatih Mehmed zamanında, Galata tersanesi kethudabğı yapmıştır. Seydî A li, bu aile mes­ leğini devam ettirerek, küçük yaşta tersane hizmetine girmiş, Rodos’un zaptından ( 1 522) başlayarak, donanmanın Akdeniz Meki bütün hareketlerine, Barbaros Hayreddîrt ’İn maiye­ tinde sa/aşlara katılmış. Preveze muhat ebesin­ de, Osmanh donanmasının sol cenah kuman­ danı olarak, temayüz etmiş ve daha sonra, kapudan-ı derya Sinan Paşa ile birlikte, Trab­ lus g a rb ’m fethinde ( 1 5 5 1 ) bulunmuştur. Bu seferlere muvâzî olarak, bahriye teşkilâtı iç:n~ deki mevkii de yükselmiş, önce azaplar kâtip­ liğine, sonra Galata tersanesi kethudahğma tâyin edilmiş ( bk. Mehmed Süreyya, S ic il i- i osmânt İli, 498 v.d.), nihayet hassa reisi, yâni dev'eie âit harp gemisi kumandam olmuştur. Seydî A li Reis, Trablus- garp seferinde iken, Cidde ’ye saldıran, hattâ Süveyş tersanesini tehdit eden poıttkizlİleri. Bâb al-Manda b ve Basra körfezinden çıkarmak için. 30 kadirgalık bir donanma ile, ‘Uman denizine açılan Mısır kapudanı Pîrî Reis [ b. bk.]’in Mas^at ’ı zapt ve Hürmüz ’ü muhasara etmesine rağmen, donanmanın büyük kısmını Basra Ma bırakarak, 3 kadırga ile geri dönmek zorunda kalmış ve gemilerden birisi de yolda parçalandığından, ancak 2 kadırga İle Mısır ’a avdet edebilmiş idi ( 1552). Pîrî Re:s bu muvaffakı yetsizPğlnin cezasını hayatı ile ödemiş, Süveyş kapudanlığı (fatif sancak beyliğinden mâzul Murad R e is'e



tevcih edilmiş ve kendisine Basra Maki do­ nanmadan 8 gemiyi orada bırakarak, diğerleri­ ni alıp, Süveyş *e getirmesi emrolunmuş idi. Bu sırada Kanunî Süleyman Nahcivan seferine hareket ettiğinden ( 18 ramazan 9 6 0 = 28 ağus­ tos 1553 \ Seydî A li Reis de, sefer-î hümâyûn hizmeti İçin ordu ile birlikte, yola çıktı. Halep kışlağına varıldıktan bir müddet sonra, 15 kadırga ve z barça (b a rg ie ) ile Basra Man çıkan Murad R e is’in, Hürmüz açıklarında bir Porte­ kiz donanması ile giriştiği muharebeyi kayb­ ettiği, barçalardan birinin düşmanın el'ne geçtiği ve hayli hasara uğrayan Osman)t ge­ milerinin tekrar Basra ’ya sığındığı haberi alın­ dı. Bunun üzerine Kanûnî Süleyman, 960 zilhiccesi sonlarında (kânûn I. başları 15 5 3) Seydî A li R e is ’i ,,150 akçe yevmiye ile" ( Baş­ vekâlet arşivi, Mühimme, İV, 26) Süveyş kapudanhğma tâyin ve onu, Basra Maki donanma­ yı alıp, Mısır ’a getirmeğe me’mûr etti ( M ir ’Si at mamâlik, İstanbul, 13 13 , s. 14)- * mu­ harrem 961 (7 kânûn I. 1553 l ’ de HalebMen hareket eden Seydî Ali Reis, Ur fa — Nusaybin — Musul — Bagdad üzerinden safer ayı sonun­ da ' 3 şubat 1554) Basra ’ya vardı ve beylerbeyi Mustafa Paşa Man mevcut 15 kadırgayı teslim aldı ise de, gemilerden bir kısmını tamir et­ tirmek gerektiği ve denize açılmak için, «der­ ya mevsiminin" geçip, Portekiz donanmasının üslerine çekilmesini beklemek daha münâsip görüldüğü için, 5 ay Basra Ma kalmak mecbûrîyetî hâsıl oldu. Bu arada, beylerbeyi Mustafa Paşa, Basra önündeki adaların hâkimi kesilen âsi 'O layyan-oğlu’nun muhtemel bir hareketine karşı, Seydî Ali Reis ’i 5 kadırga ile muhafa­ zaya me’mûr etmiş ve kendisi de Havîza kale­ si üzerine yürürken, kadırgalardaki Mısır as­ kerlerini de alıp-gÖtürmiiş idi. Ancak kale alınmadığı gibi, donanma tüfenk endazlan hayli zayiat vermişlerdi. Nihayet mevsim Herilemİş ve Hürmüz taraf­ larına keşfe gönderilen bir gemici Portekizlile­ rin yol üzerinde 4 barçadan başka gemileri bulunmadığı haberini getirmiş idî. Bunun üze­ rine, Seydî Ali Reis hazırlıklarım tamamlaya­ rak, 1 şâbân 961 (2 temmuz 1554 )Me, 15 kadırga İle, Basra Man hareket etti. Abadan Man sonra K a t îf ’e ve B ah reyn ’e uğrayıp,H ür­ müz adasını geçti ve lo ramazan ( 9 ağustos) sabahı Horfalçân şehri cİvârma geldiğinde, 4 barça, 3 kalyon, û karavola ve 12 gr abdan müteşekkil 25 parçalık bir Portekiz donanma­ sı ile karşılaştı. Her ıkİ taraf da derha* harp nizâmına geçti ve yatsıya kadar devam eden şiddetli bir muharebe sonunda, Portekiz kal­ yonlarından biri top ateşi ile batırıldığından, düşman donanması geri çekilmek zorunda kal-



âE V D İ ALÎ REÎS. di. Böylece bu ilk savaşı kazanan Seydî Atı Reis, yoluna devam ederek, Uman ’ı geçtî ve a ramazanda {25 ağu sto s) Maska$ kalesi He K aihât civarına geldiğinde, Maska ç limanından çıkan 12 barça ve 22 grabdan mürekkep 34 gemilik yeni bîr Portekiz donanmasının hücûmtma mâruz kaldı. Başlayan muharebede Portekiz barçalarından 6 ’si batınîdı İse de, Osmanll kadırgalarından biri kumbara ile tu­ tuşup yandığı gibi, 5 kadırga da battı ve bun­ ların reisleri güçlükle kurtarıîabildi. Üstelik çıkan şiddetli bir fırtına yüzünden de gemiler demir taramağa başladı. Bu sebeple Seydî Aii Reis, geriye kalan 9 kadırgayı kurtarmak için, Arap yarim-adası sahillerinden uzaklaşmağa mecbûr kaldı ve o gece Uman denizine doğru yelken açtırdı ( tafsilât için bk. Mir'öt al~ma~ m âlik, s. 17 — 2 1}. Bu da üç buçuk yıl süre­ cek otan uzun ve maceralar ile doln bir seya hatin başlangıcı oldu. Seydî Ali Reis, emrindeki kadırgalar ile, Kirman sahillerini takiben, C âş ( J a s k ) ’a ve Bender-Şahbâr’a uğradıktan sonra, G vâdar ’a gelmiş ve Mısır ’a varmak için, oradan Yemen istikametine teveccüh etmiş idi. Fakat bir kaç gün sonra Uman ’a yaklaşıldığı vakit, Zafâr ile Şahr açıklarında wfİl tufanına" tutulmuş ve yelken açılamadığından, gemiler fırtına istika­ metinde Hindistan ’a doğru sürüklenmeğe baş­ lamış idi. BÖylece Belûcistan açıklarından Diu önlerine gelinmiş, fakat burası Portekizliler elin­ de bulunduğu için, oradan uzaklaşılmış ve yol­ da bir girdap güçlükle atlatılarak, Gucarât ’a tâbi Daman ( Da maun ) limanına girilmiş idi. Ancak bu sırada kadırgalardan 3 ’ü batmış idi, Osmanlı donanması efradı Daman ’da İyi kar­ şılanmış, lâkin kendilerini takip eden bir Por­ tekiz donanmasının yaklaştığı haber alınınca, Seydî Aii Reis batan kadırgaların toplarını ve teçhizatını şehrin hâkimi Esed ’e emânet bıra­ karak, geriye kalan 6 kadırga ile, daha emin bir liman olan şimâldeki S ü ra t’ a hareket et­ meği uygun bulmuş idi. Bununla beraber ka­ dırgalar efradının bir kısmı, sonu malûm ol­ mayan yeni bir yolculuğa çıkmaktan ise, müsİüman Daman hâkiminin hizmetine girmeği tercih etmişlerdir Seydî Ati Reis, Basra ’dan çıkışından tam 3 ay sonra, Sürat ’ a vardığı vakit ( 1 zilkade 961 = 28 eylül ISS4 \ Broc kalesi üzerine yü­ rümekte otan Gucarât sultanı Ahmed, kendi­ sine haber gönderip, 200 tüfenkçi istedi ve ve bu kalenin fethinde Osmanlı askerlerinden geniş ölçüde faydalandı. Diğer taraftan Os­ manll kadırgalarını takip eden bir Portekiz donanması Sürat limanına saldırmış ise de, ge­ miler efradının karaya çıkıp, mukavemet etUlâm Ansiklopedi*]



İ$9



meleri karşısında, bir netice elde edememiş idî. Lâkin bütün olup-bi tenler, mevcÜdu 6 ka­ dırgaya inmiş bulunan Süveyş donanmasının Portekiz gemilerinden yo! bulup, Mısır ’a dön­ mesinin artık imkânsız olduğunu göstermiş idi. Bu yüzden Osmanlı askerleri arasında da inzibatsizlık baş-gostermîş ve içlerinden bîr çoğu, Gucarât ’ta yerleşmek karart ile, gemilerini terk etmişlerdi. Bu vaziyette yurda kara yolu ile dönmek icâp ettiğine kanâat getiren Seydî Alî Reis, kadırgaları, silâh ve mühimmatı ile birlikte, Sürat hâkimi Hudâvand Han ’a teslim edip, bedellerinin İstanbul ’a gönderilmesi için sened aldıktan sonra, kendisine sâdık kalan Mısır yeniçerileri kethüdası Mustafa, tüfenk­ çi ler serdarı A li A ğa, Turnacı-başı-zade Yetim A li Çelebî ve 50 kadar asker ile, 962 muhar­ remi başlarında (teşrin H. sonlan 15 5 4 ) Gu­ carât ’m merkezi Ahmedâbâd ’a müteveccihen yola çıktı Sürat hâkimi de İstanbul’a mektup göndererek, Seydî Aİİ Reis ’in hareketini ve kadırgaların bozulup, toplarının kalede hıfz olunduğunu bildirince, kendisine ve Gucarât sultam Ahmed H an’a yazılan nâme-ı hümâyûn­ larda, imkân bulunursa, topların Mısır ’a gön­ derilmesi, bu mümkün olmadığı takdirde, küffâr üzerine yeniden donanma sevkediİeceğt için orada muhafaza edilmesi istendi (bk. metin A . Feridun, M unşaât al-salâtin, I, 617 v. dd.). Türk amiralini çok İyi bir şekilde kabfil et­ miş olan Ahmed Han, Seydî Ali Reis ’in tes­ limini talep için gelen bîr Portekiz elçisinin isteğini reddettiği gibi, Seydî Ali R e is ’ e, Gu­ carât ’ta kalacak olursa, Broc vilâyetini tevcih ve ayrıca zengin dirlikler tahsis edeceğini bil­ dirdi. Fakat Seydî A li Reis, bu teklifleri red­ dederek, saf er ayı ortalarında ( kânön 11. başla­ rı 1555) Ahm edâbâd’dan ayrıldı ve Radhanpur yolu İle S in d ’e vardı (rebiülâhır başları ™ 1 555 şubat sonları). Buranın hükümdarı Şah Haşan M irz a ’ nın, kendi hizmetine girmesi İçin yaptığı teklifi kabul etmemekle beraber, âsi 'İsa T arhan’a karşı giriştiği savaşta kuvvetle­ ri ile ona yardım etmek zorunda kaldıktan sonra, arkadaşları ile birlikte, Sind ’den hare­ ketle Sultanpnr-Mnltan üzerinden şevval baş­ larında ( ağustos sonlan ) Lahor ’a ulaştı ve Hümâyûn Şah ’dan geçiş müsâadesi almak için oradan da Dehli ( D elhi) ’ye gitmek zorunda kaldı. 962 zilkadesi sonunda ( 16 teşrin I. 1555 ) Dehli ’ye varan Seydî A li Reis kafilesi büyük bir merasim ile karşılandı ve Hümâyûn ’un tal­ tiflerine ve hediyelerine nail oldu. H att* Hü­ mâyûn Şah, Seydî A lı Reis ’e yevmî ioo akçe, arkadaşlarına da loo.ooo’ er akçelik birer dirlik teklif ederek, onları kendi hizmetine almak



M



m



ŞEYDİ ÂLİ REİ1



istedi ise de, onlar bunu kabul etmediler ve sâ­ dece yağmur mevsimi geçinceye kadar bekleme­ ğe razı oldular. Bu arada Humâyün’un vefatına da şahit olan Seydî A li Reis, 17 rebiülevvel 963 ( 30 kânûn 11. »556 ) ’ te Dehli ’den ayrılarak Lâhur ’a dondu ve yeni hükümdar Ak bar Şah ’dan gerekli yol ruhsatını aldıktan sonra EfganistanTür kıştan-Hazer üzerinden Anadolu’ya ulaşmak gayesi ile rebıülâhır ortalarında ( şubat sonla­ rı 1556 ) K a b il’ e doğru hareket etti. K a b il’de Hümâyûn ’ un oğullan Mebmed Hakim Mirza ve F arr5^-Fal MirzS İle de görüşen Seydî A li Reis, cemâziyelâbır. sonlarında ( mayıs b a şları) oradan yola çıkarak, Karabağ- Mervan-Keş üze­ rinden şaban başlarında ( haziran ortaları) Sem erkand’a vâsıl oldu ve oranın hükümdarı Barak Han ’ın vilâyet teklifini de kabûî etme­ yerek, s ramazanda ( 1 3 temmÛz) Semerkand 'dan ayrıldı. Buhara civarına gelindiğinde, kafile Ö2beklerîn hücumuna uğramış, bu arada Seydî Ali Reis yaralanmış ve arkadaşlarından birisi de öldürülmüş idi. Bundan dolayı kendilerinden af dileyen Seyyİd Burhan H an ’ ın misâfiri ola­ rak 15 gün Buhârâ ’da kalan Seydî .Ali Reis ve yol arkadaşları, Ceyhun ’u gemiler ile geçerek, Horasan-Hıve Üzerinden Hârizm ’e gelmişler ve oradan da Deşt-i Kıpçak ’a dalmışlardı. Fak at bir ay kadar yol alındıktan sonra, ruslarm müslümanlara yol müsâadesi vermedik-, leri Öğrenilince, İran üzerinden yola devam etmek için, tekrar H ârizm ’e dönmek meebûriyetinde kaimmiş ve Bâverd-Tûş yolu ile .Meşhed ’e gelinmiş idi ( 1 muharrem 964 = 4 teşrin II. 1556}. Silâhlı bir Osmanlı kafilesinin seya­ hatinden şüphelenen, ve bunların Anadolu ’dan Semerkand hükümdarı Barak H an ’a gönderi­ len rumîler olabileceğini düşünen. Meşhed hâkimi, Seydî A li Reis ye arkadaşlarım tevkif ettirmiş ise de, bir müddet sonra serbest bıra­ karak, Şah Tahmaşb!. ’a göndermeği uygun bul­ muş idî. Nîşâpûr-Damgan üzerinden Rey ’e ge­ len Seydî A li Reis, burada şahın oğlu Muhammecf Hudâbanda tarafından kabûl edilmiş, fakat K azvin ’e vardığında (safer sonu = 1 kânûn II. 1557 j şehre sokulmayarak, goz hapsine alınmış idî, Nihayet şaha takdim ettiği bir murabba sayesinde serbest bırakılan ve hil’at ile taltif edilen Seydî A li Reis, Tâhmasb I. ’m Kanûnî Süleyman ’a hitaben yazdığı bir . nâmeyi de hâmil olarak ( bk. metin: A . Feridun, II, 71 v.d.}, 964 rebiülâhır 1 başlarında ( şubat başla­ rı 1557 ) Kazvin ’den ayrıldı ve Dergezîn-Hemedân-Kasr-ı Şîrîn ve Şehrbân yolunu tâki ben aynı .ayın sonlarında B agdad ’a vardı. B iı.sü­ ratle Seydî AH Reis, Basra ’dan çıkışından 3 y ıl,-7. ay sonra ve S ü ra t’tan hareketinden îti- _



bâren de 2 sene 3 ay süren uzun ve çetin :bijr. yolculuğun sonunda tekrar Osmanh toprakla»; rma dönmüş oluyordu. Bir an önce padişahın huzuruna varıp, Süveyş donanmasının uğradığı kayıptan dolayı affını, istirham etmek isteyen Seydî A li Reis, arka­ daşları ile birlikte, cemâziyelevvel başlarında (m art başlan 1557 )B a g d a d ’dan hareketle 2 ay sonra ( receb başlan = mayıs b a şla n } İstanbul ’a geldi ve Kanunî Süleyman ’m Edirne ’de bu­ lunduğunu öğreninee, hemen oraya harekat etti. Huzâra kabul edildiğinde, sergüzeştini, nakl ve görüştüğü muhtelif müslüman hüküm-, dar ve beylerinden getirdiği 18 mektubu tak­ dim edince, pâdişâhın v e : sadrâzam Rüstem P a ş a ’ nın iltifat ve ihsanlarına nâîl oldu. An­ cak Öldüğü rivayetleri üzerine Mısır kapudaniığı Kurd-oğlu Hızır Reis ’e . verilmiş olduğu için, Seydî A li R e is ’ e yeymî 80 akçe ile der-, gâh-ı âlî müteferrıkalığı tevcih edüdİ ve birik», mtş olan 4 yıllık ulûfesi de ödendi, Bu kadar maceradan sonra artık kendisi de donanma;; hizmetinden ayrılmak istemiş olacak ki, ç o k . geçmeden. Diyarbekır tımar defterdarlığına, tâ­ yin olundu ( receb sonları 964 = mayıs sonlan I S 5 7 ) ve bu vazifede iken, 970 cemâziyelevvelinde (27 kânun 1. 15b®— kânûn II. 1563); vefat etti. Onun., maceralı seyahati kısa zaman­ da her tarafa yayılmış ve »başına Seydî Ali hâlleri geldi" sözü türkçede bir mesel olarak yerleşmiştir. E s e r l e r i : Bir denizci olarak kendisine, haklı bir şöhret te’ min etmiş olan Seydî A li Reis te’lif ettiği gemi sevk ve idâresine, de­ niz coğrafyasına ye .hey’ete dâir eserleri ile de bir ilim adamı hüviyetini hâiz bulunduğunu göstermiştir. O kadar ki, K âtip Çel,ebî ’ye gö­ re, Seydî A li Reis ’ ten sonra tersane ocağına onunla mukayese edilebilecek bir başkası .gel­ memiştir ( b k .T u h fa t al-kibâry İstanbul, 1 1 4 i, ' s. 6a ). 1. M ir'ât-i kffinat. Usturlabın imâl ve isti­ malinden, güneşin irtifamdan, yıldızların uzak­ lığından, kıblenin ve öğle vaktinin tâyininden, nehirlerin genişliğinin teshirinden ve rub’ı müceyy ipten bahseden bu eser 5 makale hâ­ linde tertiplenmiş 120 bâbtan müteşekkildir. Seydî Ali Reis esas itibariyle bahriyeye âl t olan bu eserine ilm-i nücûmdan bâzı bahisler de ilave etmiştir ( yazma nüsha: İstanbul Onıv. kütüp., nr. T Y 1824). 2. Hulâşat alrhay a. H aleb’te bulunurken, hey’et ve riyâzîyât dersleri alan Seydî AH Re­ is, hocası Hamd Allah b. Şayh Camâl al-Din ’in bu ilim sâhalarmda türkçede de bir eserin bulunması lüzumunu belirtmesi üzerine, ÂH ' Kuşçu [ b. bk.] ’nun hey’ete âit Fathlya '&ini



âE V D Î A ti REİS - SÂYF b . 6 tercüme etmiş, ancak bununla iktifa etmeyerek, Mahmüd b .‘Omar al-Çağmini Men ve Kadı-zâde-i Rûmî Mûsâ Paşa ’nm eserlerinden de faydalanarak, tercümesine birçok ilâveler yap­ mıştır (yazl. Ayasofya kutup., nr. 2591, Nu­ ru ösmanıye, nr. 29 11 ). 3. Kiİâb al-m ahît f i 1 5 3 1 / 15 3 2 ’de yazmıştır). B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka Hamd Allâb Mustavfİ, T arik-i gazi da (nşr. E.G. Browne, G M S , XIV, Leİden—-London, 1910, s. 791 );H vândm ir, Jjlabih al-siyar ( Tahran, 1333 5.), III, 63 v,d.; Mu'in al-Fukarâ5, Târîh-i Molla-zâda, Mazârât-i Buhara (nşr, A. Gulçin-i M a'Sn i), Tah­ ran, I339, s, 40 v.dd., 68; Ahmed Amin Ra­ zı, Ha f i iklim (Tahran, ts„), II, 16 5 ; Ga­ lam Sar var Lâhüri, Hazinat al-aşfiyâ ( Laknav, 1290), II, 273 v.d .; Cami, N afakât aluns ( tiirk, trc. L â m iî), İstanbul, 1287, a. 489; K â şifi, Raşalıât *ayn al-hayât (Kanpur, 191 2), s. 30 ( türk. trc, s, 37 v.d.); Rİzâ-Kuli Han Hidâyat, M açma" al-faşahâ (Tahran, 1295), I, 244; M. Fuad [ Köprülü 3, tik m utasavvıflar { İstanbul, 1918 ), bk. fih­ rist ; ayn, mil., E / , ma d. SAYF AL-DÎN BÂHAR2İ; F. Meier, Die Fam â*İh al-ğamâl wa famdtih al-ğalâl de s Nağm al-D in al-Kubrâ ( Wiesbaden, 1957 ), s. 42 v.d. { A k. d, Wi$s. und d. L itV e r o ffe n t lic h u n g e n der orient. Kommission, I X )', Z. Şafâ, Târih-î adabı yat dar ıra n (Tahran, 1336 ş.), II, 856 v.dd.; İrâc Afşar, S a y f al-Din Bâharzi ( Mac alla -i Danişkada-i adabiyât, Tahran, 134 1 = 1962, yıl 9, sayı 4, s. 28 — 74). ( A hmed A t e ş .) S E Y F İ . S A Y F İ, Mavlâna ( ? — 1504 ) buhârâlı olup, 'A rnz-i Say f i adlı eserinden dolayı ‘A ra ­ bi diye de tanınmıştır. Hayatı hakkında az şey bilinmekte ise de, uzun müddet Herat ’ta Ti {nurlulardan, Timur ’ua torununun oğlu ve Babur ’un dedesi Sultan Abü S a'id ( 1459— 1469 } ve Timur ’ un ikinci oğlu olan 'Omar Şayh M irza’ nm torununun oğlu A b u ’ l-Gâzi Sultan Hfusayn Mirza ( 1473—ı$o6 ) ’ nm sarayında ya­ şadı. Bir şâir olarak az ehemmiyeti vardır ve şiirleri değersizdir. Onun şöhreti, ‘Arüz-i kâ­ f i ya diye de tanınan ‘Arüz-i Say f i ( nşr. Blochmann, Kalkütte, 1876) adlı eseri ile bahsettiğîne göre, kendisi İle dostlan arasındaki bir münâkaşanın çok sevilen bir mevzuu olan bîr san’at hakkında bîr eser yazması isteği üzerine kaleme aldığı Mizan al-a şâr adlı bir başka eserinden gelmektedir. Şâir Cami evvel­ ce bu mevzuda bir eser yazmış ise de, Sayfi nin eseri daha şümüllü ve daha tafsilâtlıdır ve İran arS?u hakkında elimizde mevcut en iyi «serlerden h.rîdir, S ayfi 1504 ’te ölmüştür. Sayfi bîr de Hvârİzmşâh Tekİş Hân ’ ı medh eden nîşâpûrlu bir şâirin mahlası ( iah a llu s) îdi.



SEYF- üd-DEVLE. B i b l i y o g r a f y a : Davlatşâb, Tazkirat al-$ueara>{ nşr. E. G. Brow ne), London, 19 0 1; L u tf-'A li Beg A zar Bekdili, Âtaşkada ( Tah­ ran, 1337 ş.>, s. 329, 14 1; Kâtip Çelebi, K a ş f al-zunün (nşr. F lü g e l), III, 41 9; Rieu, Çat. o f the Persian Manuscrip. in the B rh . M aII, 525b, { T, W. Haig . ) S E Y F -O O -D E V L E . SAYF a L-DAVLA,



A bu ’ l -Hasan 'A l ! b . :A bd A llâb A bu jl Haycâ ’ b. Hamdân s . Hamdün (916 7—967). IV. (X.) asırda, Abbasî devletinin zevali dev­ resinde, ortaya çıkan müstakil hânedanlann en mühimlerinden birisi olan H a m d a n î te­ r i n (b. bk.) k u d r e t l i r ü k n ü ve bu ha ­ nedanın H a l e b k o l u n u n k u r u c u s u ­ d u r . Savaşçılığı ve bilhassa bu asırda yeniden bir yükseliş devri yaşayan B izans’a karşı mü­ câdelesi ile, İslâm dünyasının kahramanlık des­ tanlarına mevzü olmuş, edip, şâir ve âlimlerin koruyucusu sıfatı ile, büyük şöhret kazanmıştır. Abu ’l-Hasan 'A l i ’nin 17 zilhicce 303 ( 22 ha­ ziran 916 ) ’ te veya 301 (9 * 3/9 14 ) yılında doğ­ duğu rivayet olunmaktadır. Bu tarihlerin birin­ cisi onun 52 yıl, 2 ay ve 8 gün yaşamış oldu­ ğunu kaydeden Camâl al-Din İbtt Zâfir (K itöb Ahbar al-zaman f i tarih B an i *l-‘ Abbâ$ = Kitâb al-duval al-munkatı a, yaz. British Museum Or. 3685, var. ı6 « ; ayrıca bk. İbnHatlikân, Vafayât, Kahire, 1299, I, 463) ’e göre hesaplanmıştır. Abu ’ i Haşan 'A H , babası 'Abd Allah Abu ’ LHaycâ' [ b. bk. ] ’ın Bagdad ’da çıkan ve halîfe al-K âb ir’in düşürülmesi ile ne­ ticelenen karışıklıklar içinde, 17 muharrem 317 (2 mart 929 )’ de maktûl düşmesinden sonra, Hamdânî ailesinin başına geçen ağabeyi Naşir al-Davla Haşan [ b. b k .j’m yanında kalmış ve onun hareketli geçen hayatının değişik safha­ larına iştirak etmiştir. Islâm devletinin bütün kuvvet ve kudretinin emîr-üi-ümerâlar elinde bulunduğu ve her eyâlet valisinin istiklâl ka­ zanmak için bitmez-tükenmez mücâdeleler ile meşgul olduğu al-Muk tadir, at-KShîr ve al-Râzi [ bk. madd.] ’nîn hilâfetleri devrinde, müte­ madiyen cephe ve taraf değiştirerek, hâdisata karışan iki kardeş Musul ve civarında hâkimi­ yetlerini kuvvetlendirmeğe çalışmışlardır. Bu gayretleri sırasında Abu ’l-Hasan 'A li. ağabe­ yine isyan etmiş olan, Hamdânîlere tâbi Diyarbekir bölgesi vâlisi deylemli 'A lî b. C a'far ’i tahkim ve tahassun etmiş bulunduğu Erzen ‘de kuşatarak, mağlûp etmeğe muvaffak olmuş i 324 —935/936' ve genç yaşında üstün kumandan­ lık vasfını ortaya koymuştur. Bu suretle Dıyarbekir bölgesinin idaresini üzerine atan Abu ’İHasan fAl î 326 (937/938 ) yılında, yukarı Fırat bölgesinde, Hişn Ziyâd ( Harput \ kalesi yakı­ nında, 923 senesinden beri Bizans imparatoru



SAYF- öd-DEVLE.



537



Romanos I. Lekapenos {9 *0—944) ’un şark Musul ’a aldırmasını rıcâ etti ve onun gönder­ kuvvetleri domestikos ’u bulunan meşhûr biza as­ diği refakat birliğinin himayesinde, ailesi ve lı komandan johaımes K u rku as'ı büyük bir çocukları yanında olduğa hâlde, Tekrıt ’e git­ bozguna uğratarak, meşhur Bizans savaşlarına ti ; burada Sayf al-Davla tarafından karşılan­ başlamıştır. A b u ’l-Hasan 'A li bu muvaffakiyeti dı ( rebiülâhır 3 3 1 —kânun I, 942/kânân II. takiben, Ermeniye bölgesine girerek, burada bir 943 )• Halîfe, buradan Musul ’a ve müteakiben çok ermeni ve gürcü reisini itaat altına almış S ayf al-D avla’nin refakatinde R a k k a ’ya gi­ ve 940 yılında Bizans arazîsine dâhil olarak, dip, burada Mısır hâkimi al-İhşid [ bk. mad. Koloneîa ( şimdiki Şebinkarahisar ) civarım tah­ İHŞÎDÎLES ) ile, onu Bagdad ’a gelmeğe İkna ga­ rip etmiştir. yesi île, müzâkerelere girişmiş, arada bir an­ 15 rebiüîevvel 329 ( 18 kânun 1. 940 ) ’ da, ha­laşmaya yarılamadığı için. S ayf al-D avla’niiı lîfe al-Râzî ’nin Ölümünü müteakip, emîr-ül- ikazlarına rağmen, Tüzün’ ün vaadlerine ve sa­ ümerâ Beckem [ b. bk.]’in emri ile, hilâfete ge­ dâkat yeminlerine aldanarak, Bagdad ’ a doğru tirilen al-Muttaki ( b. bk.] mezkûr türk emîri- yola çıkmış ve fakat yolda Tüzün tarafından nin öldürülmesi üzerine, Bagdad Üzerine yürü­ gözlerine mİİ çekilerek, hilâfetten düşürülmüş­ yen Berîdîlere [ b. bk.] karşı gerek, Suriye ’de tür (20 safer 3 3 3 = 1 2 teşrin I. 9 4 4 }* Sayf al-Davla aynı yıl içinde H aleb’i Mısır bulunan lbn R â’ ik [b. b k .]’ten ve gerekse Hamdân-oğullarından yardım rica etti. Hamdân-oğlu hâkimi İh şid 'in valisi 'Osman b. S a'îd al-KiHaşan bu- iş ile kardeşi Abu ’l-Hasan 'A li ’yi va­ lâbi ’nin elinden aldı ( 8 rebiüîevvel 333= 2 9 zifelendirdi. Genç Hamdânî emîri halîfeye Tek- teşrin I. 944). Bu tarihten sonra Sayf al-Davla r i t ’te İltihâk etmiş, İbn R â’ilç ile bîrleşerek, önce İhşid ve onun halefleri ile uğraşmış, şi­ Bagdad-’ı korumağa çalışmış, fakat Abü *Abd malî Suriye ’de istikrarı sağlayan adımları at­ Allah al-Baridi karşısında tutunamayarak, ha­ tıktan sonra da, bütün dikkat ve gayretini Bi­ lîfe ve İbn Ra’ ik ile birlikte, Musul’a dönmek zans ile mücâdeleye hasrettiğinden, ağabeyi­ zorunda kalmıştır. Bu durumun Hamdan-oğul­ nin Büveyb-oğulları İle yaptığı mücâdeleye an­ larım emîr-ül-ümerâiık makamım elde ederek, cak pek mahdut mikyasta iştirak etmiş, harp B agdad ’a ve bütün Abbasî devletine hâkim ol­ talihi Naşir al-Davla aleyhine döndüğü zaman­ mak hususunda tahrik ve teşvik ettiği anlaşı­ larda, onu kendi hâkimiyet merkezi olan Halıyo r; zîra Haşan, her hâlde kardeşi de İştirak leb ’de hürmetle kabul etmek ve kendi plan­ hâlinde olarak, emîr-üt-ümerâ İbn Râ’ilj: ’i Öl­ larını aksatmayacak ölçüde desteklemekle yetin­ dürttü (2 1 receb 331 = 1 1 nisan 942), İdamdân- miştir, FÜvâkî Haîeb ’in Sayf al-Davla eline geç­ oğlunun elinde bulunan halîfe İster-İstemez bu mesini kabû! edemeyen İhşid, sonradan oğul­ hâince işlenmiş cinayete göz yummak zorunda ları nâmına devleti idare edecek ve hattâ bir kaldığı gibi, Haşan ’a emîr ül-ümerâlık maka­ müddet de tamâmiyie müstakil bir hâle gelecek mını ve Naşir al-Davla iekabmı, Abu ’ l-Hasan olan siyâhî hadım Kâfur { b- bk.]*u Hamdan!Atİ ’ ye de Sayf al*Davla iekabmı verdi. N a­ oğlunun üzerine şevketti ise de, Sayf al-Davla şir al-Davla, bundan sonra halîfe ve kendisine bu orduyu Himş yakınında al-Rasta 11 mevkiin­ iltihâk eden türk kumandanı Tüzün [ b. bk.} ile de bozguna uğrattı. H itnş’a ve oradan Dibirlikte, B agdad ’a yürüdü. al-Baridİ şehri ter- maşk 'a kaçan Kâfur durumu İhşid ’e bildirdi. ketmek zorunda kaldı. Nâşİr al-Davla bundan S ayf al-Davla bu savaşta kan dökülmemesi için sonra kardeşi Sayf al-D avla’yı V â s ıt’a, al-Ba­ çok büyük bir gayret göstermiş, aldığı esirleri rid i üzerine göndermiştir. Sayf at-Davla. al-Ba­ de hemen serbest bırakmış İdî (İbn al-'Adrm, rid i ’ yi mağlûp etmekle beraber, maiyetinde bu­ Zubdat, I, 1 1 $ X Sayf at-Davla, bundan sonra lunan türk askerini tatmin edemediği cihetle, Dîmaşk üzerine yürüyerek, 333 ramazanınds ordusunu bırakıp, Bagdad ’a kaçmak zorunda ( nisan/mayıs 945 ) şehre girdi. İhşid 2$ şâkaldı. Bu durumda kendilerini Bagdad ’da em­ ban 333 ( ia nisan 945 Vte, ordusu ile, Mısır­ niyette hissetmeyen Hamdânî kardeşlerden Nâ­ ’dan hareket etti. Sayf al-Davla ’nîn Diroaşfe’ ' şİr al-Davla, halîfenin ısrarlı ricalarına rağmen, İşgâl ettiğini Filistin ’de haber alınınca, ona asıl hâkimiyet bölgesi olan Musul ’a dönmüş. elçiler göndererek, Dimaşît: ’ı iade ve buna mu Sayf al-Davla de türk birliklerinin başında bu­ kabil bütün diğer işgâl ettiği yerleri muhafaza lunan Tüzün *e mukavemet etmeği beyhude ye- etmesi şartı ile, sulh teklifinde bulundu. Say* al-D avla’nin buna—»cevabımı inşallah M ısır'ı re denedikten sonra, Bagdad’ i terketmîştir. Emîr-ül-ümerâhğa getirilen Tüzün 'ün tahak­ girdiğimde veririm "—mukabelesinde bulunduğu kümüne dayanamayan al-Muttaki, bir müddet rivâyet olunur ( İbn Zâfir, var. 4*>V Bunun üze­ sonra bıi zâtın al-Bar idiler iL mücâdele et­ rine, İhşid Dimaşk ahâlisini Sayf al-Davla aley­ mek üzere, V â s ıi'a gitmesinden faydalanarak, hinde kışkırtmış ve Hamdânî emîri, yağmacı Naşir al-D avla’ye haber gönderip, kendisini bâzı arap kabilelerini tenkil gayesi ile, şehri



538



SAYF-Ûd-DEVLE,



terkedince, halk sûrların kapılarım kapayarak, dönüşünde onun şehre girmesine mâni, otmuş* tur, S ayf al-Davla bunun üzerine'Himş’a doğ­ ru geri çekilmiş ve Ihşid ile aralarında 353 şevvalinde ( mayıs/haziran 945 ) IÇînnasrîn ya­ kınında vuku bulan savaşta mağlûp olarak, hat­ tâ Haleb ’i boşaltmak zorunda kalmıştır. İlişi d H aleb'i eline geçirdi; fakat Sayf al-Davla ile anlaşarak ve kardeşinin —bir rivayete göre bizzat kendisinin-— kızını onunla evlendirerek, tekrar Dimaşk ’a dönmeği uygun jbutdu. Hateb, Himş ve Antakya Sayf al-D avla’ye bırakıldı ( rebiiitevveî 334=teşrin I./Il. 945). İhşİd, ay­ nı yılın zilhiccesinde veya 33$ muharreminde (ağustos 946) vefat edince, Sayf al-Davla Dimaşk üzerine yürümüş ve şehri zaptetmiştır. Bu muvaffakiyetten ümitlenen S ayf at-Davla müteakiben Mısır üzerine yürümüş ise de,.İhşid-oğullarmın ordusu tarafından Ramla yanın­ da mağlûp edilmiştir (24 cemâziyelevvel 335 «=2i kânûn I. 946). S ayf al-Davla bunu tâkip .eden devrede, Kâfur ile nihâî olarak anlaşın.caya kadar, ekseriya mağlûbâne savaşmak zo­ runda kaldı, thşidiierin S ayf al-Davla ’ye kar­ şı hemen bütün savaşları kazanmalarına rağ­ men, Haleb ve şimalî Su riye’ yi pnun elinde bı­ rakmağa râzt olmalarını, Bizans'a karşı bu sü­ lâlenin tâkip ettiği sulhcn siyâset sebebi ile, Anadolu 'ya akın İçin bir çeşit, çıkış noktası teşkil eden bölgenin onlar için bir yükten baş­ ka bir şey teşkil etmemiş olması ile İzah etmek mümkündür. Sayf al-Davla *nîn Haleb ’de kesin olarak yerleşmesi ve mısırlılar ile anlaşması rebiülâhır 336 (teşrin I./1I, 947 ) ’da vâki olmuş­ tur. 336 ( 947/948 ) 'dan itibaren, Hamdani hü­ kümdarı Bizans ile devamlı savaşa başladı. Bu­ nun ilk safhası muvaffakiyetli olmadı. 944 yılın­ da, Romanos I. Lekapenos 'un düşürülmesinden sonra, şark domestikos ’luğuna getirilen Bardas Fhokas ’ın oğlu ve Kapadokya tema ’aımn ku­ mandanı bulunan Leon Phokas 949 yılında Maraş ’ı ve Hadaş '1 aldı. Tarsus ’taki askerî birr İlkler de bizanslılar tarafından mağlûp edildi. 338 ( 949/930 ) ’de, Leon Phokas, Antakya önü­ ne kadar gelerek, etrafı yağmaladı. .950 yazın­ da, Sayf al-Davla Bizans’a büyük bir akın ter­ tip etti. Kapadokya bölgesine ve daha şimal­ de Har şana ’ya kadar uzanan akın muvaffaki­ yetli oldu. Ancak dönüşte Leon Phokas ’ın dağlık arazide geçidi tıkayarak, kurmuş ol­ duğu tuzağa düşen Hamdani ordusu hemen tamâmıyle imha olundu. Sayf al-Davla, efsâ­ neye göre, atı İle uçuruma atılarak, bu tuzak­ tan kurtulmuştur. Bu ekin araplarca Ğazvat al-Musiba tesmiye edilmiştir. Ertesi yıl da bizanslılar için muvaffakiyetli geçti. Ancak



9 5 3 ’te harp talihi değişti. Sayf al-Davla, Mar a ş ’ı geri aldığı gibi, Bardas P h okas’ın diğer oğlu ve Seleukeia tema ’sı kumandanı olan Konstantinos Phokas ’ı esir etti. Haleb *e gö­ türülen Konstantinos esareti sırasında vefat etmiş ve S ay f al-Davla ’ nin emri ile, kendisine yerli hıristiyanlarca muhteşem bir cenaze me­ rasimi yapılmıştır. Sayf ’in zaferleri 954 yılına kadar sürdü. Ancak bu tarihte babasının y e ­ rine şark domestikos ’u olan müstakil Bizans imparatoru Nikephoros Phokas kumandasında bizanslılar mukabil taarruza geçtiler. 9 5 7 ’de, Hadaş bizanshlara teslim olduğu gibi, bunu tâkip eden yıl içinde loannes Çimişkes, şid­ detli bîr savaştan sonra, Sam sat V âldı. 961 yılı müstumanlar için daha da felâketli oldu, Nikephoros Phokas Gtrid adasını zaptettik Bıi sûretle Bizans imparatorluğunun bağrına doğru iteri İcmİş, en ileri Islâm karakolu ortadan. kaU dirilmiş ve burada meşgul olan kuvvetlerin Anadolu cephesine nakli mümkün kılınmış otuyoıdu. Büyük bir kuvvet ile Hamdani ülkesine yönelen Nikephoros ’Ayn Zarba, Ra'bân ve Dulûk ’u almış (.961 ) ye ertesi y ıl d a; S a y f âlDavla payitahtı Haleb ’in düşmanının eline geç­ tiğini görmek , felâketine uğramıştır,. BizanslIların müslüman arazisini bu işgal­ leri filvâkî henüz fetih mâhiyeti taşımamakta ve geçici kalmakta idi. Ancak bunlar üstün­ lüğün artık Bizans ’a geçtiğini göstermekte idi. 15 mart 9û 3'tef Romanos İl. öldü. Aynı yılın ağustosunda ise, Sayf al-Davla ’nin büyük ra­ kibi Nikephoros Phokas Bizans, imparatoru oldu. İmparatorluğun şark kuvvetleri kumandanlığma , (domestikos ) ermeni menşe’lİ ve devrinin, büyük askerlerinden loannes Çimİş-kes getirildi. Sıhhatinin bozulmasına, ilk felç alâmetlerinin belirmesine rağmen, S ayf al-Davla 963 yılının ilk bahar ve yaz aylarında Haleb ’in tahribinin İntikamım almak için, büyük gayret sarfetti. Tarsus ’tan başlayan bir akın Konya ’ya kadar uzandı. Ancak yıl sonuna doğru Çimişkes yeniden harekete geçti. Zil­ hicce 352 (kânûn 1. 963/kânûn İL 9 6 4 )’de Adana önüne geldi, Tarsus ’ tan Adana ’ya yar­ dıma gelen bîr müslüman birliği imha olun­ duktan sonra, Çimişkes Maşşişa (bugünkü Mis iş ) ’yı muhasaraya başladı. Ancak Hamdânîlerin uğradığı devamlı bozgunlar ve bilhassa H aleb’ in geçici de olsa kayıp ve tahribi İslâm dünyasını harekete getirmiş ve her taraftan S ayf al-Davla ’ye takviye kuvvetleri gönderil­ meğe başlanmış i dİ. Bilhassa Horasan ’dan ge­ len gönüllüler ile harekete geçen Sayf at-Davla, M tsis’e geldiğinde, bizanslılarm etrafı tah­ rip ederek, çekilmiş olduklarım gördü. 353 (964) yılı sonunda Nikephoros Phokas, bizzat



SAYF-û d -DEVLE. .birliklerinin başında olduğu hâlde, K ilik y a ’ya ■ rirdi. Uzun bir ; kuşatmadan sonra Misis (.jre.* ee.b 354=temmûz 965 ) ve Tarsus'u ( 1 5 şaban ağustos 965) zaptetti. S ayf al-Dayla bu sırada, hastalığından faydalanarak, istik­ lâllerini . elde etmek için isyan etm iş. bulu­ nan kumandanları ile ..uğraştığı cihetle, ıslâmm bu en Önemli*uc şehirlerinin kaybım -Önlemek üzere müdâhale edememiş idi. İslâm dünyasın­ da Bizans ’ın bu saldırmasına karşı ■ harekete geçen sâdece lhşid-oğullan devletine, hâkim bulunan Küfür oldu. Ancak onun gönderdiği erzak yüklü donanma da Tarsus'un sukutundan üç gün sonra vâsıl olabildi, Kilİkya şehirleri­ nin düşmesi.İle bizanslılar* Sariye yolu açıl­ mış bulunuyordu. 966 yılı içinde Sayf . alDavla ile Nikephoros anlaşarak, büyük ölçüdç ve iki defada olmak üzerje, esir mübade­ lesinde bulundular. Bu mübadele artık Bi­ zans sınırları iç'nde katmış bulunan eski ve mutâd yerde, Kızıl-ırmak kenarında,değil, Fı­ rat kıyılarında yapılmış İdi ( kânûn il.- ve ha­ ziran 966). Nikephoros bundan sonra bir kere daha Hamdaiıi ülkesine yürüdü. Teşrin I. 966 ( şevval 3 $ 5 ) ’da B Sİis’İ zaptettiği gibi, Manbic yakı­ nına kadar geldi. Ancak burada, kendisine İsa ile ilgili bazı eşya teslim edildiği için, şehre do­ kunmaktan vazgeçti Bundan sonra Hateb ci­ varım tahrip etti Sayf al-Davla bu arada Kın* nasrın 'e ve oradan Şayzar ’ e çekilmiş bulunu­ yordu. Bizans imparatoru, Antakya 'yı da bir hafta kadar muhasara ettikten sonra, kendi ara­ zisine döndü. Muvaffakiyetli bir başlangıçtan sonra uğradığı sürekli mağlûbiyetler ve buna inzimam eden kendi adamlarının isyanları S ayf âl-D avla’yi tüketmişti. İslâm tarihinin bu meşhûr kahramanı 24 veya 10 safer 356 (8 şubat veya 25 kânûn II. 967 1, bk tbn aİ-*Adim, Zubdaf, I, 15 1 ) ’ da Haleb*de vefat etti. Na’şı Meyyâfârikîn ’e götürülerek, şehir dışında bulunan annesinin türbesinde de fn olundu. Seferlerinden dönerken, üstüne yapışmış tozlardan yöğürül­ müş bir kerpicin mezarında başı altına konul­ masını vasiyet etmiş idi. Sayf al-Davla Bizans ile yaptığı savaşlar ka­ dar H aleb’de etrafına topladığı güzîde şâir ve âlimler hâlesi ile şöhret kazanmıştır. Bu edip­ ler topluluğunun çekirdeğini şüphesiz babasının hizmetinde yaşamış olanlar teşkil ediyordu. Ha leb 'de yerleştikten sonra ise, savaşçı tığının, cö­ mertliğimi. cezbettiği büyük isimler, aUMutanabbi, Abu FîrSs, âl-Fârâbi, Abu ’İ-Farâc.İs­ fahanı, H aleb’i bütün orta çağ boyunca hâtı­ ralarda canlı kalan bir edebiyat merkezi hâ­ line getirmişlerdir. Onun adlin tarihte ebedî!eştirenler de hiç şüphesiz bu büyük şahsiyetlerdir.



539



■ B i h l i g $ g $ a f y a ı Fu'âd Afrâm al-BustSnî, Aba, Firâş , muntahabâf şı riy a ( Beyrut, 1928, R a v a i‘, nr, 16, ş, 25—32, 45, 47 V.d,, 1.04,, >35— *38 ) ; tbn al-Aair^ röriA al-kâmil (nşr, Tornberg), VHI, 103, 144, 164, 17 1 v.d,, *75.1 *79 v.d. 183, 189, 173 y.d,, 186; îbn al. Azrak al-Faril;; i, Târih May y â fâ rik în , yaz., Brit. Mus., Or. 5803, var; 1 1 1 v.d., **3 v.d., 115 v.dd. { îbn Hallikan, V afayât: al-a'yân { Bulak, 1299), 1, 350—357, 197 v,d., Îİ, too—102, I, 252 v.d,, 46 v.d., 370 v.dd., 374 v.d., 158 v.d., 44 v.dd., 4**, ,46*1 îbn y a v İfal, Kitâb al-masâlik vaH-m amâlik ( B G A , IV, 108— 1.27^ *37— *55, 245—248; îbn Miskavayh, Tacârib al-umam { nşr. ve trc. Amedroz-Margoliputb ), O sford, 1920/1921, II, 26 —a9,39, 43 v.d., 190 v.d., 192 v.dd. 199—209, 2*3 v.d.; îbn ai-Şihna, at-Durr al-muniahab f i târih mamlakat Ijlalab ( Beyrut, *909), s. 19 1 v.d., .32, 49, 60 v.d., 85 v.d.; îbn ŞadT dâd, al-A 1lak al-hafi ra f i zikr um ar et alŞâm va 'l-Cazira ( trc. J . Sau vaget ), Beyrut* *933, î, 259; Ibn Zafır, Kitâb akbâr al-zaman f i târih Bani ’l-A bb âs ( Kitâb al-duval alm u n k atıa), yaz. Brit. Mus., Or. 3685, var. 2 v. dd., 8 v. dd. 5 îbn Nubata, D ivân hatdb îbn Nubâta (Beyrut, 1 3 1 1 ) , s. *87— 190, 191 — 195, 202—207, 238—240; 277—278, 279— 280. 283—286 ; al-Miıtanabbi, D ivân ( Beyrut, 1926 ), s. 2x6 v.d,, 306 v.d., 310 v. dd., 320 —323^332—338, 353—359, 37o—373; Vaiıyâ b. Sa'id al-Antâki, Annales (nşr. Çheikho), Beyrut—Paris, 1909, 69 v.d,, 76—82, *07 v d .; (nşr. Kratchkovski-VasiHev), Paris, 1924, s. 767 v.d.V 774— ?8o, 792—795, 797— 809 î Yâküt, Mu cam al-buldân (nşr. Wüstenfeld), Leıpzîg, 1866—1870, I, 152, III, 526 v.d.; Şa âtibi, Yaiimat al-dahr f i ştfarc? ahi a l-a şr (Dimaşk, 1303 ), I, 8— II , 12, 13, 19—2 1, 83. 174 ,2 0 5, 453» 507 v.dd. Harodânîler ve Sayf al-Davla devrine âit b ü t ü n b i b l i y o g r a f y a ş u iki e s e r d e t o p l a n m 1 ş,t 1 r : M. Canârd, Histoire de la dynastie des H'amdanides de Ja z îra et de Syrie, I ( II, cilt çıkmam ıştır),'Paris, 1953, s. 15 v.d d .; aya. mil., S a y f al-D avla , Recueil de iextes relatifs d Temir S a y f al-D avla le Hamdanide avec annotations, cartes et plans { Bibliotheca Arabica pupliee par la Faculte des Lettres d*A l ger s, V III), A lger, 1934, s, 434 v.dd.; ayrıca krş. Kama! al-Din îbn al'Adim , Zubdat al-halab min târih Ijlalab nşr Sam i DahhSn), Dimaşkr 19 51, I, 169 v,dd.; G Ostrogorsky, Geschichte des byzantinischen Staates3 ( Müncben, 1963 ), s. 230, 335 v.d., 238, 240; (FİKRET İŞILTAN.) S E Y F - üd-D EV LE . [ Bk. sadaka b. mansor.Î



54»



SEYHAN.



SEYH AN . SAYHAN,cenubî A n a d o l u Mu n , Ceyhan ile beraber, i k i b ü y ü k n eh * r i n d e n b i r i ve en uzunu olup, Adana şeh­ ri önünden geçerek, Akdeniz 'e dökülür. Neh­ rin eski adı Saros — Sar us (6 2 d qoç ; Xenophon, Anabasis, I, 4, i : ıj»d(>oç) olup, İslâm kaynak­ larında, Turan ülkesinin iki nehrine verilen Seyhun ve Ceyhun adları Anadolu'nun bu iki komşu akar-suyuna da teşmil olunmuş ( krş. Noldeke, Z D M G , XXIV, 700 ), bununla bera­ ber aşağıda görüleceği gibi, Seyhan ile Ceyhan çok defa birbiri ile karıştırılmış, karıştırıl ma­ diği hâllerde ise, Adana ’dan geçen nehre Sayhan ve bazan Sayhün denilmesine karşılık, ötekine çok defa Cihan denilmiş, bu değişik şekiller garp kaynaklarında zamanımıza kadar intikal edebilmiştir (krş. msl. P. de Tchihatcheff,Vîsîe M ineure, I, 292 — 298 : Sehoun veya Seîhoun ile Djeıhoun; F. X. Schaffer, gosi. y er. : Seîhun ve Dschihan; R. Kiepert, Karte von K leinasien : Seîhun ve Djihan ), al-Mas'üdi { B G A, VIII, 58t, i 83 t v.d.), Seyhan nehrinin — «Seyhan şehri yakınında... Malatya Man uzak olmayan bir yerde" doğduğunu kaydeder. Kâtib Çelebi ( Cihannamâ, is, 601 ) Seyhan ’ın Ceyhan Man daha küçük olduğunu söyler. Evliya Çelebi (Seyahatnâm e, III, 4 X ve 335 — 340 ) Seyhan adını zikretmekle beraber, bâzan bunu Ceyhan (C ihan) ile karıştırır. Emevîler zamanında İs­ lâm ülke'erinin hududu üzerinde bulunan Sey­ han kıyısında esirler mübadele edilmekte idi. Aslında nehir Seyhan adım İç Anadolu ’nun cenûb-i şarkî hudutları yakınından doğan iki kolunun birleşmesinden sonra a lir: sözü geçen kollardan garpta bulunanı Samanlı (Zam anlı) suyu, şarktaki ise, , Göksu olup, bunlardan bi­ rincisi daha uzun olduğu için, Seyhan nehrinin uzun'uğu hesaplanırken, Samanlı 'ma kaynak noktasından başlamak uygun olur. Bununla beraber eski çağda Saros adı Seyhan ’ın şark­ taki koluna ( şimdiki Göksu ) veriliyor, Saman­ lı suyu ise, Karmalas adı ile onun bir tâbü sayılıyordu: Tchihatcheff de bu fikirde olup, «Zamanla" am Saran suyu adını verdiği şark­ taki kolun «hemen yansı kadar" uzun olduğu­ nu kaydetmekte, Samanlı ’mn kaynağını Kayseri şarkındaki Kale dağında olarak göstermekte­ dir. Gerçekte Samanlı Erciyas volkan kütlesi­ nin şark yamaçlarından, Koramaz dağından (burası Babinger’in makalesinde, bk. E l , m&d., Seyhan 'm kaynağı olarak gösterilmiştir ) inen kollardan meydana gelmiş El-başı suyunu al­ makta ise de, kendisi ş>mâl-i şarkîde, daha uzaklardan, Uzun-yayla yöresinden çıkmakta­ dır. Filhakika Saman il suyu burada, fazla arı­ zalı almayan ve irtifâı 2.000 m. 'ye varmayan bir sahada, Viran şehir İle Tonus arasında do­



ğan bir kaç derenin birleşmesi ile meydana gelmektedir. Şurası kaydedilmeğe değer ki, Ainsworth ’a uyarak, Tchihatcheff 'in Seyhan kaynağı diye kabûl ettiği Pazar-su ve Baş- gökçe ı Kiepert haritasında Taşlı veya Başlı-gökçe) dereleri, ontin ifâde ettiği gibi, öteki kolun ( Saran = Göksu ) kaynağı değil, Samantı Mm, yâni doğrudan-doğruya Seyhan ‘m kaynağıdır ve Tchihatcheff Samanlı ve Göksu kaynakla­ rını birbirine kariştırimştır. Samantı suyu Uzunyayla Man itibaren, cenûb-i garbiye doğru Toros dağlarının belirmesi ile tedricen daha ârizalı bir hâl alan arâzi içinde akışına devam ederek, Pınarbaşı ( A z iz iy e ) kasabası ve daha sonra Pazar ör en nahiye mer­ kezi ( burada büyük bir öğretmen okulu var­ dır ) önünden geçer ve yukarıda sözü geçen ve Tchihatcheff tarafından Samanlı kaynağı ola­ rak zikredilen El-başı suyunu alır. Mecrasının bundan sonraki kısmına Yenice ırmağı ismi verilen ( ayrıca Kiepert haritalarında bu' kesim için A fşar ırmağı adı da görülm ektedir) Sa­ manlı suyu Orta Toroslarm en ehemmiyetli iki sıfası olan A la dağlar ile Tahtalı dağ-ar ( Anti Toros'un garp kolu) arasında dar, or­ manlık ve çalılık, geçilmesi güç bir boğaza girer ve burada yatağının meyli fazla, nehrin akışı da hızlıdır. Bu kesimde vaktiyle demir mâdeni işletilen Faraşa köyü bulunur ki,' Tehihatcheff burada nehir yatağının irtifâım — gerçeğe nazaran az bir fark ile — I 018 m. olarak kaydetmekte ve «Faraş köyünün rom balkı arasında müslümanlarda görmemiş oldu­ ğu bir taassuba şahit olduğunu, bunların her ecnebinin üzerine tehlikeli bir düşman gibi atılmağa hazır bulunduklarını" söylemekte İdi. Burasının, eski kaynakların Ariaram nea adı ile zikredilen mevki olması muhtemeldir. Bundan sonra, Samanlı ırmağı dar bir vadi içinde ak­ maya devam ederek, ağaçlık-çah.hk bir sahada, Karsantı dağlık kesiminde, Seyhan ’ ın şarktaki kolu olan Göksu ile birleşir. Umûmî akış istikameti ş’ mâl-i şarkî—cenûb-i garbi olan ve mecrası Anti Toros 'un şark ( Bmboğa ) ve garp ( Tahtalı dağları ) sıraları arasındaki tabiî alçalma sahasında yer alan Göksu, S a m kasabası şimalindeki Şarlak koyu yakınından çıkar ve mecrasının bu ilk kısmın­ da Sarız suyu adım t a ş ır ; şimdi Kayseri vilâ­ yetinde bir kaza merkezî olan Sarız kasabası önünden geçen bu akar suya verilen ad İle Seyhan'ın eski İsmi ( Saros fa r u s ) arasın­ daki benzerlik, bu derenin neden Seyhan'a esâs kaynak telakki edilmiş olduğu hususunda bizi aydınlatabilir. G ö k s^ ç o k arızalı arazide derîn boğazlardan geçeK Bu kısımda küçük bîr ova kenarında deniz seviyesinden 1.350 m,



SfeYHÂR irtifada bulunan Şar adlı koy damlık Kataooya bölümünün ehemmiyetli merkezi olan Komana *Din yer/ alarak gösterilmektedir (Garstang, The Lan d o f the Hittites, 1910, a. 376 ). Bura­ daki harabeler 1835 ’te Texİer tarafından gö­ rülmüş İdi { Asie Mineme, s. 584); bundan son­ ra Göksu, çok arızalı arazide, derin boğazlar­ dan geçerek, Saimbeyli (esk i adi H açın)M en gelen Çatak suyunu ve Feke kasabası Önünde Yağnık çaymt alıp, nihayet Samantı suyu ile birleşir: Seyhan nehrinin iki kolunun birleşme noktası deniz seviyesinden 450 m. kadar bir irtîfâdadır. Bundan sonra nehir uzun bir mesa­ fe üzerinde çalılar üe kaplı tepelik ve geçil­ mesi güç bir sahadan geçerek, nihayet Çatalan nahiye merkezi aşağısında Adana ovasına varır ve burada sağdan en ehemmiyetli kolu olan Ç akıt suyunu alır ki, bu akar suyun kaynak­ ları Toroslarm heybetti kütlesinin arkasında, hemen-hemen İç Anadolu düzlükleri kenarında, Ulukışla yakınlarında bulunmakta, Pozantı de­ resi adı ile aynı isimdeki mevkie, kadar İç Anadolu ’yu Adana ovasına bağlayan mühim kara yolu ve bu mevkiden sonra da meşhûr demir-yolu tünelleri İle boylanmaktadır [ bk, mad. K Ü L E K ]. Çakıt suyu, Seyhan ’a kavuşma­ dan önce, Görgün suyuna katılmakta olup, bu akar suyun yukarı çığırt heybetti Atadağ küt­ lesini garptan takip eden tabiî bir oluk için­ den geçer ( Ecem İş koridoru, krş. Maurice M. Biumenthal, N iğde ve Adana vilâyetleri dâhi­ lindeki Toroslar..., M. T, A. enstitüsü yayını, B b, Ankara, 19 41). Seyhan ’ın Adan aovastna girdiği alanda, son zamanlarda ehemmiyetti inşâat ile, büyük bir takım değişiklikler olmuştur: Önce Adana şeh­ rinin hemen şimalinde taşma sularını toplayan ve sulama kanallarını besleyen bir bent yapılmış, bundan sonra ise, daha yukarıda büyük Seyhan toprak batajı inşâ edilerek: hem Seyhan hem de Çakıt*Görgün vadilerinde suların birikmesi ile büyük bir gol teşekkül etmiştir ki, bu baraj şimdi hem A d an a ’yi büyük feyezanlardan ko­ rumakta, hem de Çukurova’ya enerji sağlayan büyük bir elektrik santralini beslemekte, su­ lama kanallarına başlangıç noktası olmaktadır. Adana şehri önünde demir-yolu ve kara yo­ lu köprüleri Üe geçilen Seyhan ’m deniz sevi­ yesine göre yüksekliği 20 metreyi bulmaz. Ne­ hir bundan sonra Çukur Ova üzerinde cenub-i garbîye doğru akarak, bir çok büklümler çizer kî, bunlardan bazıları terkedilmiş »menderes* ler" hâlinde mecra yakınında yay şekilli göl­ cükler meydana getirm ektedir Nihayet nehir Tarsus çayı ağzının 3 km. kadar şarkında Deli-burnu adı verilen bir çıkıntı teşkil ede­ rek, denize dökülür.



M*



Seyhan nehrini» uzunluğu, y&tağı zemininde meydana getirdiği küçük ve kararsız büklüm­ ler hesaba katılmamak üzere, Samantı ırmağı» ’ nm Uzun-yayla Maki kaynağı İle Akdeniz ara­ sında 543 km. kadardır. Nehrin iki kolunun, men balarından birleşme noktalarına kadar otan uzunlukları ise, Samantı için 326, Göksu için de 205 km. Mir. Bu uzunluklar is t a t is t ik y ıl l ığ ı ’nda verilen değerlerden (Seyhan 516, Samantı 296, Göksu 188 km.) fazla, fakat İ. H. A kyol



( T ü r k iy e 'd e a k a r s u s is te m le r i v e r e jim l e r i, T ü r k c o ğ r a fy a d e r g is i , IX — X, 1947, X I—XII,



1949 ) ’un 1947 Me yapmış olduğa Ölçme. so­ nuçlarından (Seyhan 550 km.) az farklıd ır; bu son kaynakta Seyhan nehrinin havzası 20.600 km2 olarak verilmiştir. Adana Ölçme is­ tasyonunda, 25 yıllık bir süre içinde yapılmış ölçülere göre, nehrin en yüksek su seviyesi yağmurların bol olduğu ve dağlık sahada kar­ ların eridiği ilk bahar mevsimine ( azam î: ni­ san ), en düşük su seviyesi de ağustos-teşrin II. arasına ( a sg a rî: e y lü l) düşmektedir. Rasad devresi içinde kaydedilen en yüksek akım sânîyede 1,690 m3, en düşük akım ise 44 ra8 ’tür ( E lektrik işleri etüd idûresi yıllık bü ltenleri). Adana şehrî aşağısında denize kadar uzanan ovanın teşekkülünde, Ceyhan ile beraber, Seyhan nehrinin de rol oynamış bulunduğundan şüphe yoktur. Ovanın bir çok yerlerinde, bu­ günkü mecradan ayrılmış menderes yayla­ rından başka, bir takım eski mecralara tesadüf edilmesi adı geçen nehirlerin, delta ovalarında mutad olduğu gibi, sık-sık yer değiştirdikleri­ ni ve her değ:şme sırasında başka bir sahaya alüvyon serdiklerini anlatmaktadır. Son devre­ lerde, toprak setler inşâ edilerek, feyezan sula­ rının ovaya yayılması önlenmeden, evvel vnkua gelen şiddetli taşmalar sırasında, Seyhan nehri sularının bâzan C eyhan’a doğru akmış bulun­ ması da kuvvetle muhtemeldir. Diğer taraftan ovanın Akdeniz 'e doğru en fazla ilerlemiş gö­ ründüğü kesimde, Ceyhan nehrinin Akyatan kıyı golüne doğru akmış olduğunu gösteren müteaddit eski mecralar tesbit edildiği gibi, daha garpta Seyhan’ı da aynı göle akıtan bir eski mecra parçası seçilmiştir. Böyle bîr durum, tarihî vesikaların bir çoğunda, Kilikya kıyısın­ dan bahsedilirken, neden yalnız Kydnos ( Tarsus ç a y ı) ve Pyramos ( Ceyhan ) ağızlarının zikredi­ lip, Saros (Seyh an) ağzının söylenmemiş olma­ sını izah edebilir. Seyhan ile Ceyhan ’ın tarih devirleri boyunca bâzan birleşik, bâzan ayrı ağız­ lar ile den:ze dökülmüş olmaları keyfiyeti XIX. asır ortalarında P. de Tchihatcheff, V. Langlois ve daha yakm bir zamanda da W. M. Ramsay tarafından münâkaşa edilmiştir. Ne olursa-olsun, daha yakın bir devrede Ceyhan, Bebeîi mev-



1



SEyh a M



laindeki basık eşiği aşarak'/ garka doğru ak­ mağa başlam ış; Seyhan ise, Akyatan golü ile Tarsus çayı ağzı arasında, bir kaç defa nransap değiştirerek, şimdiki ağzında denize dökül­ meğe başlamıştır. Munsabın burada hafif bir çıkıntı teşkil etmesi Seyhan alüvyonlarının, h a fifd e olsa, denizden y e r: kazanmağa devam ettiğini gösterir.' ■ Seyhan nehri havzası, esâs itîbâriyle, A da­ na vilâyeti hududfan içinde yer almakta, yal­ nız yukarı kısımlarında Kayseri ve bir az da Niğde (Ç ak ıt ve Görgün suları) vilâyetleri arazisi içine yayılmaktadır. ■' • • B i b l i y o g r a f y a ; A.) E mad. SAYHÂN‘i al-Mas'ü'di (P aris tab.}, II, 358 v. d.; B G A, VIII, 295; Yâküt, I, 179 *, IU, 209 v. d .; IV, 558, 579; al-îştahri; B G A , ■ I,: 63 v. d .; İbn Havkül, B G A ,’ lî, 1 22; al'i Balâzuri ( nşr. de Goeje), s ; 165 v. d , 16 8 ; . Abu ’l-Fidâ’, Takvim al-buldân (nşr. Reii' naüd), s. 50; al-Dimaşki, Nuhbat al-dahr ( nşr. Mehren ), s . 107, 2 14 ; îbn Rosteh, B G A VII, ^ 9 1 v. d .; İbn Hurdazbeh, B G A , VI, 176 ; alHamazanı, B G A -V, 63, 64, 95, 1 1 6 ; Mehmed Aşık, Manazir al- avalim (Viyana yaz., ; ■ 3 *4» *• *7*bj 13 v. d., 70*»); Alî, K urikal-ah bât, I, 10 9 ; Cedrenus (Bonn tab.), II, 3Û2; Proeopîus, D e Bello Persico, I, § 17 (Bonn tabı; 1, 8 4 ); âyn, mil., De A ed ificiis, V , § ; S (;Bonn 1 tabı; III, 3 1 9 ) ; Theophanes ( nşr. Classen ),Bonn, 1839— 18 4 1,1, 482; Stadiasm. ■v moris m agni { nşr. C. Mülle.r ), s, 4 8 1 ; ; G. Tafel ve C. M. Thomas, Z u r alteren Handels-und Staaisgeschichte der Urkundes Republik Venedig ( Wien, 1856), I, 3 ? 6 ; W. Ainswortb' ( J R G S, X, 5 1 3 ) ; Fr, Beaufort, Karamanla ( London; 18 18 ), s. 366, 278 ( nehrin munsabı hakkında -bk. ayrıca Geogr. JoUrnal, 1903, s . 4 1 0 ); Chesney, ( J R G S *837, VII, 41 4) ; keza W, Arnsworth, (/ R G S , ' ‘ VIII, 185 v. d.); Chesney, The expedition fo r the Surveg o f the R ivers Eupkrates and Tigris ( Londött, 18 50 ), I, 288—299 ; Ch. Texier, i, 15, 16, 6 2,1i, 133 ( Dîe Erdkan.de, ■ XVIII, X I X ) ; E, Chantre; Mission en Cappadoce (Paris, 1898), tür, y e r.; M. F. O. Beyrouth, 1908 ), lll/î, 459, ( 1 9 1 1 V V, 285 ; HL Grothe, Metne Vorderasienexpedition " (Leîpzig, 1 9 1 1 / 1 9 1 2 ), II, 105 v. d. ve bk. fih rist; ayn, mil., Geogr. Charakterbtlder ■ ( Leipzig, 1909), nr; 4—44; A . v, Kremer, ■'B eitrâge üur Geographie des nSrdl. Syrten ■ ( Wİen, 1853), V, 18 v. d .; F. X. Schaffer, Cilicia (Gotha, 19 0 3 '; Pet.-Milt. E r g z h ur, . 1 4 1 ; Eskilerin Sarus ’u için bk, Pauly-Wissowa, Realencjjclopaedie ( Ruge ),- II/3, s. 34 ( 1 9 2 1 ) ki, burada klâsik müellifler zikredil-'



S E Y ’ ÛN. " in iştir.— B.) Bunlara ilâve edilmek üzere: r metin içinde zikredilenlerden başka bk. P. de Tch ibate heff, Asie Mineure, I, Geographie physiyue comparee (Paris, 1833), s. 292— 298 ; V. Langloıs, Voyage dans la Cilicie... ( Paris, 1863 ), tür. y e r .; W. M. Ramsay, Historîcal Geograpky o f A sia Minör (London, 18 9 0 ), bk. fihrist; Mehmed Cemal, Anadolu (İstanbul, 13 3 7 ), s. 1 9 1 ; S ırrı Erinç, Çukurova ymn aluvyal m orfolojisi hakkında ( İstanbul ö n iv. C oğrafya Enst. dergisi, 1952/1953, III— IV; 147—159 ); Richard J. Russel!, AUuvial ' morphology o f Anatolian R ivers , ( A nnals o f the Âssociaiion o f American Geographers, 1954. XL.IV/4, s. 363— 39i ). (B e s Im D a r k o t .) •S E Y H U N . [B k . SIR DERYA.] S E Y L A N . [ Bk. SERENDÎB.] S E Y ’ Û N . S A Y U N ( S e’ ön, S ev ü n , S eyö n , S e ÖN }, A r a b i s t a n ’ı n c e n û b u n d a , H ad r a m û t ’ t a b i r ş e h i r olup, aynı addaki dağın eteği üzerinde, ŞibSm ’ dan 4 saat mesa­ fede, Vâdi Masila ’nin sağ tarafındadır. Şehir bol ve çeşitli bir nebat sâhasında bulunmakta­ d ır; oldukça geniş hurmalıkların ve iyî ekilmiş fe'öm ve buğday tarlalarının uzaklara kadar ya­ yıldığı görülür; Şehir toplu bir hâldedir ve bîr sûr ile çevrilidir. Vaktiyle 4 5Ö0 kadar nüfusa sahip idi. Sokaklar geniş ve temizdir. Surların içinde, ekserisi camilere âit vakıflar olan tarla ve hurmalıklar vardır; şehirde câmilerin sayısı galiba 3o o ’den az değildir. En güzelleri adla­ rını aldığı Seyyid aileleri tarafından yaptırıl­ mıştır. Güzel bir kubbesi, İhtimamla sıvanmış bîr minâresî bulunan, duvar ile çevrili bir me­ zarlık, ve bir hurma bahçesi ile kuşatılmış Habib ‘ Abd Allah Sakkâf camii bunlardan bi­ ridir. Y ine-bir bahçesi bulunan T â ha camii de böyledir^ Başka-camiler arasında delikli bir minâresi buîunah Maşhür adlı, cami ile H ab ib ‘ A li al-Habşi Bâ 'A îa vi ’nin al-R iyâz’ ı denilen câmİi de zikretmek lâzımdır. Bu velî aynı zaman­ da çok misafirperver olup, yılda 6.000 kişi ka­ dar insanı misafir ederdi, O bir de burada İs­ lâmî ilimler iç:n Tarim ’in eski ve meşhûr mek­ tebini gölgede bırakmış olan bir yer yaptır­ mıştır ; burada fakir talebeler parasız yatar ve yerler. ‘A l i ’ nin kendi hesabına yaptırdığı ve sonraları kendi imkânları ile yaşamağa muvaf­ fak olan bu mektebin bakımı için beıiien her taraftan, bilhassa Cava ve Hindistan Man yar­ dımlar gelir. Bu mektebin büyük şöhreti çok uzaklara kadar yayılmıştır. Suîtaötn sarayı bir tepe üzerinde olup, çıkıntılı kûb : ve süslü bir sûr ile çevrilidir Ve bunların yanmeb"' yuvarlak kuleler bulunmaktadır ; çatısıtıda; Üç gözetleme ve nöbet yeri vardır. Sarayın hemen yanında Ulu cami yükselir ve pazar bulunur.



SEY’ÛN — SEYYİD VEHBİ.



m



kendisini, Abbâsîİer iktidara geldiği - zaman, onlara medhiyeler yazmaktan alıkoym adı; o bilhassa al-M anşür’un teveccühünü kazandı. Bununla berâber san'atını eyâlet vâlilerinin, mal. Abü Bucayr al-Abvâzi ’nin . hizmetine de vakfetti. Şairlik kabiliyeti ailesinde irsî îd i; de­ desi Yaz id korkulan bir bici v, şâiri olmuş ve vâli Z iy â d ’ı alayları ile tâkip etmiş idi. Biz­ zat kendisi de yalnız çok mikdarda eser ver­ mek ( Bani Hâşim arasında ı.o oo’ den fazla kasidesinin dolaşmakta olduğu söyleniyordu)' İle değil, fakat üslûbunun zarafeti ile de temâyüz ediyordu; o, Abu ’l-A tâh iya gibi, şiir­ lerini garip kelimeler ile süslemekten Bakın­ m ıştır; daha ziyâde herkes tarafından anlaşıl­ mağa çalışıyordu. O Abu V A tâ h iy a ile a lB a şşâ r’ın yanında, işlâmiyetteo sonraki en bü­ yük şâirler arasında sayılıyordu ; yalnız siyâsî -dinîtelakkilerinin husûsiyetierini taşıması, şi­ irlerinin daha geniş bir şekilde yayılmasına engel olmuştur ve D ivân ’t bize kadar' gelme­ miştir, Vâsıt ’ta, 173 ( 7.89 ) yılında Ölmüştür. ; B i b l i y o g r a f y a : Abu İ-F a rn c :al-îşfahani, K itâb al-ağanî, VÜI, i. tab., t— 3 1, 2, tab., 2—29; İbn Şakır al-Kutubi, Favât alvafa yâ t ( Kahire, 1299 ), s. 1 1 9 ; al-Şahrastan i, K itâb al-mital va 'l*nihai ( nşr, Çureton ), s. m ; ’A bd al-Kâhir aî-Bağdâdi, alFark bayna 'l-fira k (Kahire, 1328 ), s. 30; Barbter de Meynard, j A , 7. seri, IV, 159-— 258; H. Banaing, Muhammed ibn al-tfanaf î y a ( Erlangen, 1909 ), s. 50; I, Frîedlander, The Heterodoxies o f the Shiites ( Nevv Haven, 1909 \ s, 179- ( B ro ckelm an n .) S E Y Y İ D V E H B İ. S A Y Y İD V A H BÎ (1674 ? — 1736 ), XVIII. asrın t a n ı n m ı ş O.s m a n i i e d i b i. H a y a 1 1. Vehbî ’ nip a d ı. Hüseyin,; nişbesi Hüseynî ‘dır. Babası me validen İmâm-zâde Mehmed Efendi ,’ ntn kethudâsı H acıAhm ed Efendi, MuyAMMED B.: Y az Id B. R ab İV B.; MuFARRİĞ ’dir. Doğum,yeri İstanbul ’d o r; fakat.doğum ta­ (başkalarına göre, Rabi’a Mufarriğ ), bir a r a p rihi belli değildir ( bk. Safâî, Tezkire, Üniv. ş â i r i olup, ıp$ (.723) yılında Basra 'da doğ?, Kütüp,, nr. T Y 3215, ş. 360.; Şâlim, Tezkire, muştur, Ibâzİya [ b. bk.) mezhebine, mensup İstanbul, *3*5, s. 7 *0 ! Hacı Tevfik, Macmn-, olan bir aileden geliyordu ; fakat genç yaşla?, ‘at al-tarâcim, Üniv. kütüp., TY. 192, var, 89*;. rında, ,.Allahın Jutfu" diye övündüğü şi’î aki­ Mustakîm-zâde Şadeddin, Tufyfa-i h.atfdiin, desine dönmüştür. KendİS) Kaysâniya [ b. bk.) İstanbul, 1928, s. 657, v.b..). Az aşağıda görü­ fırkasından id i; fakat, bu fırka mensuplan gibi, leceği Üzere, mülâz’ m olduğu tarih dü.şânule-. yalnız imânılan Muhammed b, al-Hanafiya ’ nip rek ve o sırada hiç olmazsa 20—23 yaşlarında geri dönmesini beklejmey.ordu; Umûmî bir tarz­ olması gerektiği hesaplanarak, 1085 ( 167.4) da tenasüh v.b, akîdesine.iki şekil altında bağ­ hudutlarında, doğmuş olduğu spyleoe.bilir., Ec­ lı bulunuyordu s ra ca ’ya* l insan şeklînde geri dadı Ehl-i beytten şeyh-ül-şuyûh Hüsâm^ddin dönmeğe) ve tanâsuh ’a, hayvan vücutları içinde Efendi ’ ye müntehî olduğu için, ilk gençliğin-. tecessüde İnanma. O bizzat kendisini Yûnus de şiir yazmağa başlayınca, ona nî s betle Hü* peygamberin bir tecesaüdü gibi gösteriyordu. sâmî taballus etm'ştîr. Sonraları yeni bir mah­ Siyâsî-dînî inançları onu Basra ’ yı terkedîp, las aramış ve bu. hususta üzerinde görüştüğü K û fe ’ye yerleşmeğe mecbûr etti, fakat bu hâl hoca-zâdest ye üştâdı şâir Mîrzâ-zâde Ahmet)' B i b l i y o g r a f y a ı C. Niebuhr, Besch. retbung von Arabien { Kopenhagen, 17 7 2 ), s. 288; ‘ J . R. Wel!sted, Reîsen in Arabien (Halle, 1842 ), II, 338 ; C Ritter, Dîe Erdkunde von Asten (Berlin, 1846), V.III/I, 6 1 8 î . M. J . de Goeje, Hadhramaut dans la R ev, Ga­ lon. /nfern., 11 ( 1886), 1 1 0 ; L. Hirsch, R ei­ sen in Süd-Arabien, M ahra-Land und Hadramüt ( Leiden, 1897 ), s. 2 1 1 , 2 1 2 ; 0 . Landberg, Eiudes sur les dialectes de VArabie me* ridionale ( Lei den, 1901), 1 ,9 0 ,4 5 1 ; C, Snouck Hurgronje, Zur Dichtkunst der Bâ Afwah in Hadkramât ( Nöldeke-Fsstschriftt I, 97, note). ( A dolf G rohmann.) S E Y Y İ D , S A Y Y İD ( A. cem. şada), e m îr , bey, r e i s veya e f e n d i ; şahsî husÛsiyetieri, veya serveti sebebi ile yahut soyu dolay isiyle temayüz eden kimse'. Bu sonuncu mânasında İslâm dünyasının her yerinde Peygamberin so­ yundan gelenler için kullanılır, [bk. mad. ŞARİF ]. Kelime K ur *ân ’da sâdece i kİ defa geçer; bir defa ( 111,3 4 ) Yusuf peygamber münâsebe­ ti ile ve bir defa da ( XII, 25 ) ZulayhaJ ’nm ko­ casından bahsolunurken kullanılmıştır. A raplar tarafından bu kelime sâdece insanlar için, de­ ğil, ayrıca .cinler, hayvanlar-: ve cansız şeyler için de kullanılır. Bir beyit geceleri uyanan ve efendilerini ( s a y y id ) çağıran-cinlerden, bahse-' der; yabânî eşek dişisinin „seyyidİ" diye isim*: lendİ.rÜir ve at-Zaceâc Kur'ân'a sayyid alkalâm «kelâmın seyyidi" der. Seyyid kelime­ sinin gayr-i müslimler tarafından kullanılma­ sına Rodrigo Dia* „ E 1 Çîd Çampeador" en tanınmış misâldir, S id , seyyid Men neş’et et­ miştir ( bk. mad. ŞİD].< B i b l i y o g r a f y a\ E. W, Lane, Lexicort, Sıd, S i di, S ey y id kelimeleri, ., (T . W. H a ig .) . S E Y Y İ D H İM Y E R Î. a l -SA Y Y İD a l -HİMY . A R İ { 725—789 ), , A b D, H â ş Im, İsmâ 'İ l b .



§44



SâYYİD VEHBÎ.



NeyB (ölen. 1 1 6 1 * 1 7 4 8 } de V e h b î’yi uygun tına mektupçu ve tezkjreci ve kassâm-i aske­ görmüş ve o da bu mahlası devamlı sürette rî olmakta" idi. Salim Tezkire ’sinin te'lifi tari­ kullanmağa başlamıştır ( krş. Safâî, Sât;nvH a­ hinde ( 1 134 = 1 7 2 i İ722 ) de Husrev kethüda cı Tevfik v. b.}. Muallim Naci ( Eslâf, İstanbul, medresesinde müderris bulunuyordu. Vehbî'nin kendi şiirlerinden anlaşıldığına 1312 , s. loo v.d.) ve kaynak göstermeden onun ifâdesini hemen aynen nakleden Fâİk Re şad göre, o uzunca bir müddet sıradan bir müder­ (krş. Osmanh şâirleri, s. 70% bn mahlas de­ ris olarak kalmış ve bu sebepten bîr hayli de ğiştirme hakkında Neylî ile Vehbî arasında ge­ sıkılmıştır, i 132 ( 1 7 2 0 ) ’de terfilerinin ne ka­ çen bir konuşmadan bahsederler ki, böyle bir dar yavaş yapıldığını, o Sırada yazdığı bir ka­ konuşmanın aynen yazıldığı gibi vukuuna ihti­ sidede anlatmaktadır (bk. D îvân, Üniv. kütüp., mal vermek kolay değildir. Bunun Salim 'deki nr. T Y 1607, var, 15 °). Ancak gerek bu gibi ( Tezkire, s. 710 v. d.) bir kaydı bir az da hayal kasidelerde belirttiği arzunun ve gerekse 1 135 kudreti ile süslemek ihtiyâcından doğduğu ( 1723 i ’te Kemerler ‘de yeniden inşâ edilen bü­ söylenebilir. Müstakîm-zâde {Tufıfa-i hattatın, yük şedde söylenen tarih şiiri gibi tarihlerin s. 657 ) ’de Vehbî ’nin Hîisâmî mahlasına dâ:r müs bet te'siri olacak ki, bu sıralarda meslek bir tasrih vardır ki — Ali Cânib [ Yöntem] de hayatında oldukça sür’atli ilerilemeler kayde­ ( S e y y id Vehbî, Hayat mecmuası, I, sayı 16, s. derek, „kibâr-ı müderrisîn" sınıfına yükseldiği­ 305), buna temas etmiştir —, buna göre şâirin ni ve „m evievîyyetlere" tâyin edildiğ’ ni bilmek­ seyyidtiği sâdece ana tarafından Haşan Hü- teyiz. Şüphesiz 1 1 3 2 ’de icra edilen sünnet dü­ sameddin Efendi ’ ye vâsıl olmak dolayısiyledir. ğünü İçin ferman üzerine yazdığı Sâr~nâme : Vehbî, devrine göre gayet iyi bir tahsil ve ’ntn de bu ilerİİçmelerde te’sirini düşünmek ye­ terbiye görmüştür. Zamanının şöhretli âlimle­ rinde olacaktır. 113 7 ( 1 7 2 5 ) ’de Tebriz ikinci rinden''ve bn arada bilhassa Mîrzâ-zâde Şeyh defa fethedilince, oranın İİk kadısı olarak va­ Mehmed Efendi ’den ders görmüş i dİ. Ayrıca zife gören Seyyid Vehbî, Ahmed İli. ve Damad Müstakîm-zâde ’ye göre, kazasker Abdülbâkî İbrahim Paşa om himayeleri sayesinde, sırası A rif Efendi ’den „h at" dersi almıştır. Veh­ ile, Kayseri, Manisa ve Haleb mevliviyyetlerinde bî, daha erginlik çağında iken, akranı ara­ de bulunmuştur. Onun bilhassa Manisa ‘yı ve sında temayüz etmiş ve nakıb-ül- eşraf olan H aleb’ i sevdiğini gösteren şiirleri de vardır, Hoca-zâde Seyyİd Osman Efendi V n Anadolu Seyyid Vehbî Haleb ’de bulunduğu sırada az­ kazaskerliğinde, 110 8 = 16 9 6 tarihinde, mülâ­ ledilmekten korkuyordu. Bu sebeple Asım zım olmuştur, Boylece İlmiye mesleğinde hiz­ Efendi, Vehbî 'nîn ağzından, onun kayın bira­ mete başlamış, bir müddet çalıştıktan son­ deri olan şeyh-ül-islâm İshak Efendi ’ye bir ra, 40 akçelik medreseden ayrılmış ve 11 23 mektup yazarak, seleflerinden daha az bîr ( => 1 7 1 1 ) tarihinde, Rus seferinde, güzel kasi­ müddet tç:nde azil ile me’yus edilmemesini de ve tarihler kaleme alması üzerine, Ahmed rica eylemiştir. Seyyid Vehbî öteden beri hacc U I.’in( 1703— 1730) takdirini kazanmış ve bu farız esini eda etmek arzûsunda İdi, Hattâ tarihten itibâren pâdişâh kendisi He ilgilen­ Osman-zâde Tâİb [b . bk.]’in meşhur kaside­ miştir. Paşmakçt-zâde Seyyid Ali E fend i’ nîn sinde şâirler hakkında kendisine ievdî ettiği ikinci şeyh-51-İslâmlığında ( 1 1 2 2 — 1 1 4 8 } ha­ vazifeyi ifâ zımnında yazdığı vekâlet-nâmede riç- medresesi payesi ferman olunmuş ve bu­ dahi padişahtan hacca gitmek için izin ve nun üzerine, girdiği imtihanı da muvaffakiyet­ yardım istirhamında'bulunmaktadır (bk. Dî~ le verdiğinden, hâriç 30 akçe ile Hoca Hatun vân, gösl, yer.}. Nihayet buna da muvaffak medresesine müderris tâyin edilmiştir ( 1 1 2 3 = olmuş ve Haleb ’den ayrılırken mezünen Hicaz ’a 1 7 1 1 / 1 7 1 2 ) . Bu tarihten 4 sene sonra ( 1 1 2 7 * gitmek ve hacc farizasını edâ etmek fırsat 1 71 5}, Salim ’in ifâdesine göre, kıymeti takdir ve imkânına kavuşmuştur. Bu hacc seferi 1147 olunarak, Mirza Mustafa Efendi ’nin— ki Salim ( 1 7 3 5 ) baharına rastlamaktadır. Vehbî Hicaz ’in babasıdır.-— meşihatı sırasında, Şerife Hâ­ ’dan döndükten ve İstanbul’a avdet ettikten tûn medresesine nakl ile, makamı bir derece sonra hastalanmıştır. A k s a ra y ’ daki evinde kı­ yükseltilmiştir. Gerek Safâî ve gerek Salim sa bir müddet yatmış ve *149 ( 1 7 3 6 ) târi­ eserlerini vnun 40— 50 yaşları arasında olduğu hinde ölmüş ( Hacı Tevfik ’e göre ölümü reve mesleğinin orta kademelerinde bulunduğu biülâhır/ağustos ayındadır), cenaze namazı sıralarda yazmışlardır. Her İkisi de, anlaşıldığı­ Sünbülî Seyyid Nüreddin tarafından kıldırılmış na göre, onun yakın dostlarıdır. Vehbî birinin ve Cerrah Mehmed Paşa camiî yakınında, tezkiresine takriz yazmış, ötekisinin ise, baba­ kendi evi bitişiğinde bulunan Cambâziye sından icâzet almıştır. Safâî Tezkire 'sinin ya­ mescidi hazîresîne defnoiunmuştur { Ayvansazılışı sırasında ( 1 1 3 2 = 17 19 /17 2 0 ), „k at’-ı pa­ râyî, H adi kat al~cavâm?, İstanbul, 1281, I, 79 ye-i medâris etmekte ve sudür-i kiram hazerâ- v.d,).



âEVYİD VEHBİ.



£4$



Vehbî ’nin ailesi efradı arasında kaynakların düğünlerini tasvir eden ve benzeri sur-nâmeler kaydettiği sâdece oğlu Münif Hır ki bu da arasında, inşası bakımından üstün bir değer müderrislikte bulunmuş ve u $ 3 { 1 740) tarihîn­ de taşıdığı söylenebilecek olan bu eserin İs­ de Ölmüştür, tanbul üniversitesi kütüphanesinde 7 ( nr. T Y E s e r l e r i . Seyyid Vehbî ’yi, eserlerinin ke­ 3035, 3974, 6098, 6099, 6 12 4 ) ve Topkapı miyeti itibariyle olduğu gibi, keyfiyeti bakı­ sarayı müzesi kütüphanesinde de 6 nüshası ( bk, mından da, .eski edebiyatımızın ikinci derece­ F. E. Karatay, Topkapı sarayı müzesi kutup., deki şâir ve münşilerimizden biri olarak kabul türkçe yazmalar katalogu, İstanbul, 1961, I, etmek yerinde olacaktır. Manzûm ve mensûr 280 v.d., sıra nr. 87*—876) mevcuttur. Sürbelli-başlı eserleri şunlardır: nâma ’nîn diğer kütüphanelerde de yazma nüs­ 1. Divan. Bu eserin İstanbul kütüphanelerin­ halarına tesadüf edilir. Mevcut nüshalar ara­ de, 8 tanesi İstanbul üniversitesi kütüphane­ sında Ahmed İH. kütüphanesindeki nüsha ( nr. sinde olmak üzere, 14 nüshası bilinmektedir. 3S93 ) *37 minyatürü ihtiva etmekte olup, bun­ A yrıca Kahire ’de de 6 nüshası vardır ( Dar lardan bâzılannm altında L e v n î’ nin imzası ai-kaiub al-m isriya adab turki 27-01, şâirin bulunmaktadır. Eserin esâsı ve ağırlık noktası hayatında yazılmıştır, 58- m, 59-m, 154, 3 6 1 ; mensûr olmakla beraber, yer-yer manzûm par­ adab turki-Tal'at 76), Divanlardaki şiir sayısı çalar da vardır. değişiktir. Bunlardan sâdece birini — şâirinin Sür-nâma bir münâcaat He başlamakta, onu ölümü üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemiş na’t, hükümdar ( Ahmed III.), sadrâzam ( Damad iken, Mehmed Nazif hattı ile İstinsah edilen İbrahim P a şa) medhiyesi gibi kasîde şeklinde iyi bir nüshayı — seçerek, manzumelerin mık- şiirler takip etmektedir. Düğünün bâzı kısım­ darmı gÖBteren rakamlar vereceğiz ( krş. Üniv. larının tasvirini içine alan mesnevi şeklinde kütüp., nr. T Y 16 0 7 ): 24 münâcaat, 38 na’t, uzunca bir parça da vardır. Belirtildiğine gö­ 75 kaside, 1 mersiye, Şihhat-nâma, Şulhîya, re, eserin mensur olarak yazılmasını İbrahim Sür-nâma mukaddimesi, otağ-ı hümâyûn met­ Paşa istemiştir. Bu kitapta düğün dâvet-nâhinde mesneviler, 237 gazel, 2 müseddes, 16 melerinden Okmeydanı ’na kurulan otağlara, tahmis, 13 lûgaz, 4 manzûm arz-i hâl, 46 kıt’a başta ulemâ sınıfı olmak üzere, çeşitli mes­ ( ve kıt’a-i k eb îre), 45 rubâî, 78 tarih ve 74 lek erbabından seçilen zevata verilen ziyâfet­ beyit... ( bu nüsha içinde Sur-nâma ’nin tamâ­ lere, esnaf alaylarının geçitlerine, sünnet tö­ mı ile, V eh bî’ nin 3 tezkiresinin sureti de yer reninin yapılış şekline, hattâ düğünün 1 1. almış bulunmaktadır). günü yağan yağmura, para serpmelere kadar 2. H adîs-i erbain tercümesi. Kaynaklarda çeşit-çeşît vak’aiar etraflı surette anlatılmıştır. belirtilmemiş olmakla beraber, Seyyid Vehbî ’ nin Asıl lâle devri diye adlandırılan zevk ve sefâ görebildiğimiz biricik yazması Üniversite kü­ yıllarının bu muhteşem düğün ile açıldığını tüphanesinde ( nr. T Y 137b, var, 3i» — 6 a ) bu­ söyleyenler de olmuştur. lunan bir kırk hadîs tercümesi de vardır. îs4. Şu lh iya. 1130 ( i 7 i 8 ) ’da aktedilen Pasalâm-türk edebiyatında geniş bîr yer tutan bu rofça antlaşmasına dâir yazılan bu küçük ve dinî edebiyat (krş. A. Karahan, hlâm -türk ehemmiyetli sayıtamıyacak olan risalenin sad­ edebiyatında kırk hadîs, İstanbul, 1954) ör- râzam İbrahim Paşa ’mn emri ile kaleme alın­ nekîerî arasında orta derecede başarılı sayı­ dığı anlaşılmaktadır. Yazma bir nüshası Üni­ labilecek olan bu risalede, her hadîs metni, versite kütüphanesindedir (nr. T Y 2711, var, manzûm dört mısrâlık bir kıt’a içinde iktîbâs z2oh—229i»), edilmiş olup, burada umumiyetle Peygamber ’in 5. L ey lâ ve Mecnûn. Vehbî ’nin, Kaf-zâde vecîz ve geniş manalı sözleri intihap edilmiş­ Faizi tarafından ( öîm. 1 0 3 1 —1623) yazılmağa tir. Şâir kendi adım iki defa (18. hadîs ter­ başlanıp, eksik kalan Leylâ ve Mecnûn ’u ta­ cümesi ile, sonundaki 5 beyitîîk hatimede) mamladığına dâir Salim ( Tezkire, s. 7 1 7 ) ’de zikretmektedir. bir kayıt mevcuttur ki, bunu Bursah Tâhir de 3. Sür-nâma. 1 1 32 ( 1 72 0) tarihinde yapılan ( Osmanlı m üellifleri, İstanbul, 1333, II, 234). ve Sultan Ahmed İH .’İn dört şehzadesinin sün­ tekrarlamıştır. Ancak bugüne kadar bu mes­ net düğünü ile üç kızının ve diğer hanım sul­ nevinin bir nüshasına tesadüf edilmemiştir. Sa­ tanların evlenme merasimini, günü-gününe ta­ lim ’in naklettiği 9 beyitlik parça da bu mev­ kip ederek, fasıl fasıl bütün teferruatı ile belir­ zuda bîr mutâlea beyânı için kâfi değildir. ten bu eser, o günlerdeki İstanbul ’un mahallî Ş a h s i y e t i v e e d e b î d e ğ e r i - Sey­ husûsiyetleri, Örf ve âdetleri bakımından da yid Vehbî nesep itibârîyle, seyyid sıfatını hâiz tarihî bir vesika değerinde olan taraflara da bulunmasına rağmen, davranışları ile ve bil­ sahiptir. Bilhassa on planda şehzadelerin (S ü ­ hassa kasidelerindeki manevî şahsiyetini zede leyman, Mehmed, Mustafa ve Bayezid) sünnet Ieyecek derecede mevki ve paraya düşkünlüğuUlim Ansiklopedi*!



35



54&



SfeVYİD VfîHfeİ



nü belirten ifâdesi ile, okuyucudan temayül ve zaaflarım ^izleyememektedir. Hacı Tevfik ’in v. b, »mükemmel ve müdevven" dedikleri Dî­ van 11 onu d padişahtan, sadrâzamdan, her fır­ sat zuhurunda, hemen mutlaka bir şey iste­ diğinin, bir şey beklediğinin delilleri ile do­ ludur Kendisi için bayat, bir az da saray ve çevresinin etrafında döner gibidir. O, birinci derecede bu çevrelerin teveccüh ve iltifatım aram ış; buna dayanarak, yükselmek, rahata ka­ vuşmak, iyi geçinmek istemiştir. Eski türk edebiyatında böyle davranışlara sık-sık tesa­ düf etmek usûlden olmakla beraber, bu Seyyid Vehbî ’de daha bariz bir şekil almış gözük­ mektedir. Burada şahsiyetini ilgilendiren iki hâdiseye temas edilecektir: bunlardan biri Osman-zâde Tâİb [ b. bk. j ’in 1 1 33 ’te, Ahmed III. tarafından „reis-i şâirân" sıfatını iktisap eyle­ diği zaman, yazdığı manzum teşekkür-nâme ile alâkalıdır. Bilindiği gibi Tâib, devrimn bir çok şâirlerinden bn manzûmede bahsetmiş, fakat nedense Nedim ( Ölm. ! 73o ) ’in adını bile an­ mamıştır. Ancak Osman-zâde diğer şâirlerden bahsetmek vazifesini bu kasidesinde, vekâleten Vehbî *ye bıraktığını da açıkladığından, yine sadrâzam İbrahim Paşa ’nm isteği üzerine, Vehbî de »vekâlet-nâme" sînt uzun bir kasîde şeklînde kaleme almıştır. Bunda ilk önce »Nedîm-i nükteperdâz" ’ a yer verilmiş ve daha bir çok şâire temas edilmiştir. Bu ve buna benzer olaylar gösterir ki, Seyyid Vehbî, kendi çağ­ daşları arasında, birinci sınıf bir şâîr gibi te­ lakki edilmiş, yahut da saray muhiti onu öyle görmüş, ancak sonradan zaman, haklı olarak, onu daha arka plandaki gerçek yerine oturt­ muştur. öteki hâdise de Ahmed [İL çeşmesi üzerin­ deki tarih kasidesinin bir hikâyesinden ibaret­ tir. Rivayete göre, padişah meydan çeşmele­ rinden birincisi telakkî edilen Ayasofya ‘da Bâb*ı hümâyun karşısındaki meşhûr sebil ve çeşme 1 1 41 { *733 ) tarihinde tamamlanınca ( krş. I. Hilmi Tanışık, İstanbul çeşmeleri, İstan­ bul, 1943, i, 134 )j »Besmeleyle iç suyu Han Ahm ed'e eyle dua" tarih mısraını yazmış, fa­ kat bu 4 yıl eksik düşmüştür. Vehbî, ba­ şına bir »aç" kelimesi ilâve ederek bu eks:ği tamamlamış ve bir de aynı vezin ve kafiyede bir medhiye yazmıştır. Hâlbuki »besmele ile" kelimelerinin arapça imlâsı, »ile" kelimesini birleştirmeden yazmağı gerektirirdi. Pâdişâhın bu iki kelimeyi birleştirip yazması dolayısıyla ebced hesabına vurulunca, dört eksik çıkmıştır. Yoksa aslında besmelenin sonundaki „h" harfi de beş rakamına karşılık olduğundan, 1 sayı fazladır. Bunun Vehbî tarafından bi­ linmemiş olması çok zayii bir ihtimaldir,



Ancak padişaha yeni bîr hulul vesilesi doğ­ muşken, bundan faydalanmamak, fırsatı ka­ çırmak olacağından, böyle yaptığına başkaları da işaret etmişlerdir ( bk. Tâhir Olgun, Tasnif komisyonundaki dîvan katalogları fişleri). Bü­ tün bunlar gösterir ki, Vehbî, zekâsı ve yük­ sek muhitlere karşı yumuşak ve sevimli dav­ ranışları ile menfaatlerini korumasını bilen bir sanatkârdır. Devamlı surette pâdişâhın ve sadrâzamın teveccühü ve iltifatını muhafaza edebilmek ve himayelerinde bulunmakla da nisbî bîr refah içinde yaşamıştır. Vehbî ’de kanâat ve istiğnadan eser görülmez. Sâdece gülşent tarikatı şeyhlerinden şâir Sezâî Efendi ’ye yaz­ dığı bir mektuptan o tarîkaie intisabı olduğu istidlal olunmaktadır. Bununla beraber bu tari­ kat ile ciddî bağlan hakkında kuvvetli bir ma* tâleada bulunmak güçtür. Tezkirelerini onun henüz ikbal imkânlarına sâhîp bulunduğu zamanlarda yazan Safâî ve Salim Seyyid V eh bî’ nin şiîr ve san’at kabili­ yetinden sitayişle bahsetmektedirler. Safâî (s. 360 ) onun hakkında »elhak, elsine-i selâsede nazım ve nesre kadir, bedîhe-gulukta misli nâ­ dir şâir-i 2Ûr-âzmâ ve münşi-i tâze-edâdır" de­ mektedir, Kazasker Salim (s. 713 ) de ona dâir kanâatini şöyle belirtm iştir: »Elhâsıl, zât-i pür*maârifi nevâdir-i rûzîgârdan bir şâir-ı âlimikdar olup, her ne rütbe ikram olunsa, şâyeste ve vücûd-i âli- mikdârı ile şuarây-i ulü ’l-ihtirâm İftihar eylese bâyestedîr". Gerçek şudur ki, çağdaşları ve hususiyetle arkadaşları olan bu zevatın kanâatleri hilâfına, Seyyid Vehbî XVIII. asır türk edebiyatında hiç bîr zaman ilk dere­ cede yer işgal etmeğe hakkı olan bîr san’atkâr olamamıştır. Seyyid Vehbî üzerinde en çok te’strî görülen ve kendisinin de Örnek şâir saydığı şahsiyet Urfah Yusui Nâbî (1642 — 1 71 2; krş A. Karahan, Nâbî, İstanbul, 1953, s. 19 ) ’dir. Vehbî, kendisini, edebî mektepleri­ mizden birinin sahibi olan Nâbî ’nin en kud­ retli muakkibi saymıştır. Nâbî ’den başka, o Nef'î ( Öfm. 16 3 5 ) ’ den. Nâüı {ölm. 1&66 ) ’den ve kendi devrine yakın diğer şâirlerden de müteessir olmuştur Bilhassa Nedîm’în şiirlerine karşı geniş bîr takdir hisssi üe dolu olduğunu defalarca İfâde etmekten geri kalmamıştır. Kasidelerinde daha çok Nef î ’nîn edâsmı tak­ lit eden bir duram hissolunmaktadır ( bk. A, Karahan, N e f ’ î, İstanbul, 1954. s 25 v.d.). Vehbî, bir çok şâirlerin gazellerini de tanzîr veya tahmis eylemiştir. Bunlar arasında, başta Fuzülî ( krş, A. Karahan, Fuzulî, muhiti, ha­ yatı ve şahsiyeti, İstanbul, 1949 ) olmak üzere, Bakî, Nef ’î. Neyli, Râşîd v b. gibi, ya kendin­ den önce gelen, yahut da çağdaşı olan şâîrleı zikredilebilir,



SEYYİD VEHBÎ — SEZÂ’Î. Seyyid Vehbî, ne Nâbî, ne Nedim gibi bîr edebî mektep kurabilmiş, ne de türk edebiya­ tına dîl, üslûp, ifâde ve buluş bakımından esas­ lı bîr yenilik getirebilmiştir. Müstesna ve be­ lirli bir edebî hüviyeti de vardır demek güç­ tür, Bununla beraber değ:şik mevzularda hayli başarılı kasideler ve gazeller yazabilmiş, bil­ hassa nesir vadisinde, sağlam bir beyân üslûbu çinde, fikirlerini güzelce ifâdeye muvaffak oliiuş, kalemine tamâmiyle hâkim bir san’atkârir. Şüphesiz eski türk edebiyatında, ikinci .erecede gelen şâirler ve naşirler kafilesinin ân sıralarında edebiyat tarihinin kendisine uy­ gun gördüğü yeri ve değeri hakkı ile almıştır.



luğunu te’yit eden bir kayda kaynaklarda rastİanmamaktâdır (bu îddîa olsa-o lsa'/ıâmüs ala 7öm, IV, 2562 Meki „âh asi Morali" ibâresînîn yanlış anlaşılmasından ileri gelmiş olmalıdır). Sezâ'î ’nîn çocukluk ve gençliğinin ilk çağını nasıl geçirdiği açık olarak bilinmemekte İse de, eserlerinden kendisinin bu devirde oldukça iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. Sezâ’î 18 yaşında iken, Venedik devletinin ramazan 1098 ( temmûz 1687 ) ( t Hami Dânişmend, îzahlı Ösmanlı tarihi kronolojisi, İstanbul, 1961, III, 460 Ha 1097 — 1685 ) ’de Mora ’yı işgali özerine Gördes'ten ayrılmak mecbûriyetinde kaldı ( Menâkib, var. 2»; Mektubât, s. 2) ve bir B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde gösteri­ gemiye binip, İstanbul ’a geldi. Oradan Avus­ lenlerden başka bk. bir de MÜstakîm zâde turya ve Venedik devletinin, İmparatorluğa Sâdeddin, Macallat al-nisâb { Süleymaniye karşı giriştikleri hücumları önlemek maksadı kütüp., Halet Efendi kısmı, nr. 628, var. 438 ); ile, Edirne ’de bulunan Mehmed IV. ’in yanına Belîğ, Nuhbal at-âşâr ( Üniv. kütüp., ar. TY gitti. E d irne’de, piyade mukabelecisi AH Efen­ 1182, müellif hattı), s. 1 1 6 ; Râşid, Tarik di adında bir zâtm tavassutu ile, mukabele (İstanbul, 1282), V, 404, 421, 42$; A rif kalemine alındı. Sezâ’î, İstanbul ’a gelirken, Hikmet, Tezkire (Millet kütüp., Ali Emtrî, gemide halveti tarîkati şeyhlerinden bîri ile tarih kısmı, nr. 789 ), s. 6 5; Fatın, Hötimat tanışmış ve onun ie’siri altında kalmış idi. Bu al-aş'ar (İstanbul, 1271), s, 443 î Gibb, sebeple resmî vazifesi dışında kalan zamanla­ H O P , IV, 10 1 — 107 î Ziya Paşa, Harâbât, rını tasavvufî bilgilerini arttırmağa hasrediyor­ I, medhal, s. 17 ; U, S) *>4> 116 , 155; Naci, du. Nihayet gördüğü bir rüya üzerine, bir mür» Esâmi ( İstanbul, 1308 ), s. 177 — 179 ; ayn. şid aramağa başlayan Sezâ’î İbrahim Gülşenî mü., Osmanlt şâirleri ( İstanbul, 1307), s. [ b. b k .]’nin halîfelerinden Şeyh Âşık Mûsâ ’nm 7 0 — 74; Faik Reşad, E slâ f ( İstanbul, 1312 \ hankahında şeyhlik makamını işgal eden Meh­ H, 1 0 0 — 104; Ali Cânib [Yöntem ], S ey y id med Sırrı ’nm müridi oldu, İki yıl kadar ya­ Vehbî ( Hayat mecmuası, Ankara, 1926, sayı nında hizmet edip, tarikat âdâb ve erkânını 16, s. 3 0 5 ); Köprülü-zâde Mehmed Fuad, öğrenip, çile çıkardıktan sonra, şeyhî Mehmed Eski şâirlerimiz, Divan edebiyatı antolojisi Sırrı öldü ve onun yerine Mehmed La’lî Fe(İstanbul, 1934 ), s. 4$5; Büiend Olcay, nâ’ î Efendi post-nîşîn oldu; Sezâ’î bi’at ve XV IH . asır şâirlerinden S e y y id Hüseyin İnâbesİni bu şeyhin yanında yenilemek mecbû­ Vehbî Ef endi ( tez, Üniv. kütüp., nr, tez riyetinde kaldı. Mehmed La’lî Fenâ’î Efendi, *754 ); Sâliba B ayken t, Sâr-n âm e-i S ey y id Sezâ’î ’yi ayrıca dergâhın vakıflarının icarlarını Vehbî ( tez, Üniv. kütüp,, nr. tez 1385 ). toplamağa memur etti. Bu me’ mûriyetîndeo ( A b d ü l k a d î r K a r a h a n ,) dolayı da kendisine Câbî Dede Efendi lekabı S E Y Y İD E N E FİSE . [Bk, n e f Îs e .] verildi. Sezâ’î ’nin Mehmed La’ lî Fenâ’î Efendi S E Z Â ’ Î. S A Z Â Î , H a şa n b . 4AU G u l şe n İ ’yi kendisine büyük bîr rehber olarak kabûl (1669— 1737), bîr t ü r k s û f î s i ve ş â i r i ettiği anlaşılmaktadır ( bk, Sezâ’î, D ivan, s. 68 olup, kendi mahlasına izafe edilen ve güişe- v. d.). Mehmed La’ lî Fenâ'î Efendi 1 1 1 2 (170 0/ n iye’ nîn bir kolu sayılan sezâ’îye tarikatinin 1 7 0 1 } ’de vefat etti. Bu sırada Sezâ’ î Edirne de kurucusudur ( bk- S. Vicdanî, Tomar-i ta- ’de, Lârî camiî karşısında Şeyh Velî Dede ruk-i aliyeden halveti ye, İstanbul, 1338— 1341, Efendi dergâhında post-nişîn idi. Mehmed L â’ lî s, 50). Mahlasını ( Sezâ'î) Niyâzî-i Mssrî ’den atan, Fenâ’î Efendi ’nin yerine geçen Şeyh Mahmud {ayn. esr., s. 51 ) Haşan Sezâ’î, Mora yarım­ Hamdi Efendi ’ nîn bu makamı işgalden 6 ay adasında Osmanlıİar idaresinde Gördes adı ve­ sonra vefatı Üzerine, Sezâ’î kendi damadı ve rilen şehirde ( bugün K o re n t), 1080 ( 1669 ) ’de halîfesi olan Şeyh Müsellim Efendi ’yi bulun­ doğmuştur. Babası-A li bu şehrin ileri gelenle­ duğu dergâha post-mşîn tâyin ederek, kendisi rinden Kurtbey-zâde Haşan isminde bir zâtm Mehmed La’Jî Fenâ’î ’nin hankahına şeyh oldu. oğlu idî ( bk. Mektubât-i »Sezâ’î, İstanbul, 1289, Süleymaniye Küçük-pazarı ’nda bulunan bu hans. 2; Menâkib-İ Şeyh Sezâ'î-yi Gülşenî, Ünîv. kah kendi adına izafeten Sezâ’î tekkesi .diye kütüp , nr. T Y 424, var. it» ). W. Björkman tara şöhret bulmuş ve sonradan harap bir hâî^gelfından Sezâ'î ’ nİtı aslen rum olduğuna ( bk. E l , diği İçin satılmıştır ( bk. Rıfkı Melûl Meriç, mad. SEZAY) dâir verilen malûmatın doğru­ E dirn e'n in târihî ve mimârî eserleri hakkında,



Türk san*att tarihî araştırma ve incelemeleri, İstanbul, 1963, I, 477 ). Sezâ’î bu bankahta 38 yılhk^bir şeyhlikten sonra, 71 yaşında olduğu hâlde, 18 ramazan u $ ı { 30 kânun 1. 1738 )'de vefat etti ve vasiyeti üzerine, bulunduğu hankahın cümle kapısının sağ tarafında, kendinden önceki şeyhlerin türbesine bitişik bir sebzeci dükkânına defıiedildi. Kabri üzerine yapılmış olan türbe hâlen Meydan mahallesinde Süleymaniye Küçük-pazarı caddesindeki dergâhiid ır ( bk. ayn. esr,, s. 482, not 68 ), Sezâ’î ’nin çocuklarından şimdilik bir oğlu ile bir kızının adı bilinmektedir. Oğlu Mehmed Sâdık, baba­ sının Ölümünden sonra, onun yerine geçmiş, bir müddet Edirne Me kalmış, 1 1 75 ( 1 7 6 1 / 1762) senesinde mevkiini oğlu Çelebi Haşan Efendi ’ye bırakarak, Mora ’daki ana vatanına gitmiştir. Kızı Zehra ise, şeyh Abmed Müsellim ile evli idi ( bk, Mektubât~i Sezâ’î, s. 6, 8— 15)4 Ayrıca G ö rd es’teki akrabaları ara­ sında İbrahim Efendi admda bir zâtın bulun­ duğu anlaşılmaktadır ( ayn. esr., s. 18). E s e r l e r i . Tekke ve divan edebiyatları husûsîyetlerine vâkıf olan ve gazelleri ite bü­ yük şöhret kazanmış bulunan, hattâ bazıların­ ca Os ma ahların Hâfiz-Î Ş İ r â z î’sî sayılan ( bk. Sâiim, Tezkire, s. 330, Osmanlı m ü ellifleri, 1, 84) Haşan Sezâ’i ’nîn manzûm ve mensûr eser­ leri şunlardır: 1. D ivan, büyük bir kısmı ta­ savvuf! mâhiyette olmak üzere, şâirin mutâd divanlardaki gibi, kaside, gazel, muhammes, tah­ mis, müseddes, tesdîs, tarih kıt’aları, rubâî ve müfredatını içine ahr. Muhtelif kütüphanelerde el-yazmaları bulunan ( bk. msl. F. Edbem Karatay, Topkapı Sarayı müzesi kitaplığı türkçe yazmalar katalogu, İstanbul, 1961, s. 189 v.d. nr. 2 518 /25 19 ; Üniv. kütüp., nr. T Y 293i ; bu nüsha Sezâ'î-i Güfşenî 'nin hayatında 1145 — 1 1 50 h, tarihleri arasında istinsah ve ikmâl edilmiştir ) bu D ivan, Niyâzî-î Misrî 'nin bir ga­ zeline yazmış olduğu küçük bir şerh ve mür­ şidi La’lî Fenâ’î Efendi 'nin Dîvânçe ’st ile bir­ likte, basılmıştır ( Bulak, 1256 ). İçinde şâirin bir kaç da farsça gazeli vardır ( bk. matbû nüs­ ha, s. 6 5; Üniv.- kutup., nr. T Y 2931, var. 78*»;. 2. Mektubât, devrinin tarikat hayatı, tarihî hâ­ diseleri ve şahsiyetleri ile ilgili oldukça mühim malumatı ihtiva eden bu eser, müellifin başta oğlu, halîfe ve mÜrîdleri olmak üzere, bâzı dev­ let ricaline, kendi müı ideleri oldukları anlaşılan kadınlara ( bacılara, Mektubât, s. 1 33— 1 37} ve diğer kimselere yazmış olduğu mektupların son­ radan bir araya getirilmesinden ibâretıİr. Sezâ’î oğlu ile halîfe ve mürîdlerine yazdığı mek­ tuplarda onların hâl ve hareketleri ile yakından alâkadar olmakta, tarikat f&âliyetlerî hakkında onları aydınlatmakta ve kendilerine nasihatte



bulunmakta, bu vesile ile muhtelif dinî ve fel­ sefî meselelere dâir fikirlerini de açıklamakta­ dır, Kendilerine mektup yazılan devlet me'mûr ve ricalinden bazıları şunlardır: sadrâzam Y e­ ğen Mehmed Paşa ( Mektubât, s. 107 ), Sadr-i Rûm Neylî Efendi (s. 100), kazasker şâir İbra­ him Nazîr (s. toz ), İnebolu sol-kolağası Hüse­ yin A ğa ( s. 20 ), tezkireci Habeşî-zâde Rahmi Bey (s. 24 v.d/, hekîm-başı Nuh Efendi (s. 26), Mekke kadısı Evliya Yusuf Efendi (s. 26), ka­ zasker Hu t v an zâde Efendi ( s. 29 \ arpa rûznâmçecisi Salih Efendi (s. 30 ), Filibe ayanın­ dan Filibeli Mehmed Efendi ( s, 31 ) , âmedci Sü­ leyman Efendi (s, 33), ser-etıbba Hayatî-zâde (s. 106), Arap* zâde Abdurrahman ( s. 140 ), ayrıca devrin âlimlerinden Abdullah Efen dizâde Mehmed Sâdık Efendi île Seyyid Vehbî (s. *37) [ b. bk.]. Sezâ’î ’ nin bu mektupları, L a ’lî Mehmed Fenâ’î 'nin Şerh-i M ânevî-i şe­ r i f adlı eseri ile birlikte, Mektubât t kazret-i Sezamı adı altında basılmıştır (İstanbul, 1289). Ancak bu matbû nüshada, Sezâ’î ’nin bütün mektupları bulunmadığı gibi, bulunanların bir kısmı da kısaltılarak alınmıştır ( msl. bk. s. 66— 70 J. Nitekim kendisi ile ilgili eserlere veya kendi eserlerine her hangi bir vesile ile kaydedilmiş bâzı mektupların bu matbû nüsha­ da yer almadığı görülmektedir ( krş. Menâkib, Üniv. kutup., nr. T Y 424; D ivan-i Sezâ'î, Üniv. kütüp., nr. T Y 2931). 3. Niyâzî-i Misrî ’nin Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir an görür mısraı İle başlayan altı beyittik gazelinin şerhi. Divan 'inin sonunda (s. 132 —135 ) basılmış olan bu küçük şerh astında tamâmiyle tasavvufî bîr şiir olan bu gazelin oldukça açık ve sâde bir dil ile, yine tasavvufî bir şekilde, izahından iba­ rettir. Oldukça başarılı bir şâir olduğu anlaşılan Se­ zâ’î ’ nin şiirleri, üslûp ve ifâde bakımından, ku­ sursuz deoecek derecededir. Şâir divan edebi­ yatının mazmunlarına ve diğer hususiyetlerine vâkıf olduğa gibi, tekke edebiyatının incelikle­ rini de iyice bilmekte ve tasavvufî bilgiler ile mazmunlardan şiirlerinde ustalıkla faydalan­ maktadır. Hiç şüphe yok ki, o da bir çokları gibi gerek kendinden önceki, gerekse devrin­ deki (m sl. mürş:di Mehmed L a’lî Fenâ’î) gibi şâirlerden faydalanmış, fakat hiç bir zaman tam bir mukaîlid mevkiine düşmemiştir. Sezâ’î ’nin, iyi bir şâir olduğu kadar, iyi bîr nâsir de ol­ duğu anlaşılmaktadır. Filhakika tarihî değer­ leri yanında, devrinin nesir üslûbu bakımın­ dan da müh:m olan mektupları, pek sıkılmadan okunacak mâhiyettedir. Mektuplardaki üslûp ve ifâde, yazıldıkları şahıslara göre, nisbeten farklı bir mâhiyet arzetinektedir: Devlet ricâli ile âlim ve tarikat şeyhlerine yazılan mektuplarda­



SEZÂ’Î — SFÂIÇES. kİ dili ve üslûbu oğluna, diğer halîfe-ve mürîdİerine yazdığı mektuplarda kinden da'ıa ağırdır. Nitekim bu Sonunculara yazdığı mektuplarda oldukça daha sâde ve samimî bir dil ve üslûp kullanılmış, halk arasındaki ifâde ve ata sözle* rine sık-sık yer verilmiştir. T a r î k a t i . Sezâ’î ’ye nisbet ile sezâ’îye adı verilen bu tarikat, balvetîyeden Mısır ’da geliş­ miş olan gülşenîyenin bîr koludur ( bk. S. Vic­ danî, ayn. esr., s. 50 ). Esasen balvetîyeden ay­ rılan asıl ve talî kollar birbirlerinden sâdece muayyen devir ve yerlerdeki meşhur olmuş şeyh­ lerin adlarına izafe edilmiş olmaktan başka bü­ yük bir fark göstermezler. Ancak sezâ’îyenin, halvetîyenin esâsını teşkil eden halvet ve zikri muhafaza etmekle berâber, bağlı bulunduğu gülşenîye gibi ( bk. E 1 2, mad. GULSHA n I }, az da olsa diğer tarîkatlenn te'sİri altında kaldığı gö­ rülmektedir. Nitekim nakşbendî tarîkatinin esaslarını bildiği ve mevlevîlere karşı saygı ve yakınlık duyduğu mektuplarından { Mektubât, s. iz, 28 ) anlaşıldığı gibi, devrin bir çok büyük şeyhlerinden icazet almış ( mucâz) olan mür­ şidi ( Menâkib, var, 3b - gibi diğer tarîkatlere karşı da ilgi duyduğu ve bunların te’siri altında kaldığı tahmin edilebilir. Merkezi Edirne ’de bulunan bu tarikatin Se­ zâ’î ’nin ifâdesine ( Mektubât, s, u j göre, bu vilâyet İçinde ve civârmda 500,000 ’e yakın evli dervişi var idî. Sezâ'î ’nin ölümünden sonra, tarîkatîn şeyhliğine oğlu Mehmed Sâdık gel­ miş, 1175 ( I? 6 ı/i7 6 2 )’te, onun bu vazifeden uzaklaşması Üzerine, yerine oğlu Çelebî Haşan Efendi geçmiştir. Ondan sonra, sırası ile, Çe­ lebî Haşan Efendi ‘ntn kız tarafından torun­ ları olan Mahmud Efendi ile Ahmed Efendi, Mahmud Efendi’ nin oğlu şeyh Mehmed Efen­ di ve Çelebî Haşan E fend i’nin kız tarafın­ dan torunu Şeyh Mehmed Efendi post-nîşîn olmuşlardır. Bu sonuncusu 1289 ( 1872. 1873) ’da bu mevkii işgal etmekte idi ( bk. Mekiubât, s. 6 v.d.). Sezâ’î ’ nin Edirne dışında Gördes ’te doğup-büyüdüğü evini bir zaviye hâline getirdiği { Mektubât, b. 62 ) ve ayrıca seyahat ettiği anlaşılan Eğrİboz, Yeni-şehir ve Edirne ’dekİ dergâha bağlı başka zaviye­ ler de kurduğu anlaşılmaktadır ( Mektubât, s. 35, 42 )* B i b l i y o g r a f y a : Menâkib-i Şeyh Sezâ't-î Gulşenî, Üniv. kütüp, nr. T Y 424, Sâlİm, Tezkire (İstanbul, 1315), s. 350 v.d .; Tercüme-i hâl-i hazret i Sezâ'î ( Mektubât-ı Sezâ'î. İstanbul, 1289, s. 2 —7 ) ; Râmiz, Tezkite, Üniv. kütüp., nr. T Y 91, s. 1 50; S afâ’î, Tezkire. Üniv. kütüp., nr. T Y 3215, s. 157» - Fatîn Tezkire, İstanbul, 1271, s. 192; Ahîîied B^dİ jifendi. R iyâz-i belde-i Edirne, Bş-



549



yezid umûmî kütüphane, nr. 10391—-93, s. 490; S icill-i Osmanî, III, 1 5 ; Osmanlı mü­ e llifleri, I, 84; Ş. Sâmî, Kamus al-a‘lamt IV, 2562. ( T ah sin Y a z ic i .) S F Â 1CES. S F A X ( S f a k e s veya SFÂtfEŞ), Tunus’un şark sahilinde, G a b e s k ö r f e z i ­ n i n ş i m a l i n d e , kadîm Taparura ’nın yerin­ de b i r k ı y ı ş e h r i . Yanında Avrupahlar ma­ hallesinin gelişmiş bulunduğu, yerlilerin otur­ duğu şehir düz bir arâzî Üzerinde kurulmuş olup, ender rastlanan bir intizam arzetinektedir. Şehir açıkça müşahede olunabilen bîr musiatil ( 400X 600 m. } şeklindedir. Sokaklar birbiri İle amudî olarak kesişir. Şehrin ortasında 275 (849 ) ’te inşâ edilmiş olan Ulu câmt yükselmektedir. Bu cami, X. asrın sonunda yeniden inşâ ve o zamandan beri de muhtelif zamanlarda tamir edilmiştir. Aglebîler zamanında inşâ olunan ilk sûrlar kerpiç ve pîşirilmemiş tuğladan yapılma idi. Harap olan yerlerin tâmîrinde taşlar kullanılmıştır. al-Bakri ’nin tasvirîne göre, sûr taş ve pîşirilmemiş tuğladan inşâ olunmuş îdi. Müteakip devrede sûr bîr çok kere hükümdar­ lar veya evkaf gelirinden, husûsî yoldan tamir edilmiştir. Bu sûrda dört köşe kuleler var idi. al-Ticani ’ye göre, (XIII. asır başlan ) bu bir çifte sûr idi, Bİr kaç ribât civar sahili koru­ makta îdi. Bani Hilal 'İn istilâsını tâkip eden anarşi devresinde Sfâkes araplar tarafından himaye edilen küçük ve müstakil bir beyliğin İdâre merkezi oldu (10 9 5— *099)- Şehir 1148 yılında S ;cifya kıralı Roger tarafından zapt edilmiş ve 1 1 5 9 ’ da ‘Abd al-Mu’ min tarafından kurta­ rılmıştır. Bu zamanda şehir artık eski parlak­ lığının büyük bîr kısmını kaybetmiş bulunu­ yordu. Araplar civardaki mezrû arâziyi he­ men ta mâ cniyle tahrip etmişlerdi. İstilâdan ön­ ce Sfâkes iktisâdı bakımdan hakikaten mühim­ ce bir rol oynamakta idi. Zeytinciliğin ana merkezlerinden' birisi İdi. Müslüman ve hıristiyan ticâret gemileri burada istihsal olunan zeytin yağını ihraç maddesi olarak, bilhassa İta ly a ’ya götürürlerdi. X. asırdan beri P is a ’lıîann burada bir funduk [bk. mad. FUNDUÇ ] fa­ rı var idi. Sfakes bez imalâtı ile de meşhur idi. Bezler burada, İskenderiye ’ye mahsus bir usul İle ve fakat mükemmel bir şekilde döğülürdü. Nihayet balıkçılık da mühim bir gelir kaynağı teşkil etmekte idi. 1881 yılında Sfâkes fransız işgaline mukave­ met eden pek az yerden birisi idi. Bir donan­ ma birliği şehri bombardıman etti. Şehrin nü­ fûsu, 1956’da, 52.707'si müslüman olmak üzere, 65.635 İdi. Gabes körfezinden çıkarılan sün­ gerler buradan ihrâc olunur. Şehrin çevresini bahçe ye zeytinliklerin teşkil ettiği iki kuşak



$S«



SFÂKES -



SIDDÎK HAŞAN HAN.



sarmaktadır. XIX. asırda İslah edilen usûllerle te’sîs edilen bu zirâat sahası takriben 50 kilo­ metre derinliğİndedîr. B i b l i y o g r a f y a ’. ai-Bakri, De$crtp~ tion de VAfrigue sepi enir ianede ( nşr. de Slane ), 2, tab. (Cezayir, *911), s. 19; trc. de Slane (Cezayir, 1913), s. 46 v .d .; alîdrisi, Description de V A friqııe ( nşr. Dozy ve de Goeje), Leiden, 1866, s. io 7 ; tre. s. 125 v.d, î Kitab al-îstibsâr, trc. Fagnan ( ~ R e c . d es not. et m em. de la Soc. areh. Constan~ tine [*9 0 0 ], XXXIII, 1 3) ; al-Tieâni, Rihla ( Cezayir, Üniv. kütüp., yaz, var. 38, $3 ); J A ( 1 852) , II, 127— 1 37; İbn aİ-'İzâri, Bağan (n şr.D o zy), I, 308, 3 i ı ( frans. trc. Fagnan), I, 445, 45* î îbn al-A şir, K âm il (nşr. Torub e rg ), X, i o , 1 9 ; frans. tre, Fagnan ( Annale s ), s. 470 v. d .; İbn Haldun, Histoire des Berberes, I, 205, 2 1 6; frans. trc. II, 22, 38; İbn Ma^diş, Nuzhat, s. 55, 72—7 $ ; al-Vazir, H u lal Sundusîya, s. 13 6 ; N. Luciani, Inscripİions} R. A f t . ( 1890), s. 68 v. dd., ( 1891 ) s. 238; E. Mercier, agn. ger (18 9 0 ), s. 248 v, dd. ; G . Marçais, ^4ro6es en Berberle, s. 124 v. d .; C. A . Nalîino, Venezia e S f a x nel Secolo X V I I I ( Centenario della nascitla di M. Am ari, I, 306 v. dd.'. ( G. Ma Rç Aİs .) s f a î il a l-h ilâ f (nşr. G. W eil), Leiden, 1913, s. 292 v . d. ; Yâküt, îrşâ d al-arîb (nşr. Farid R ifi'I ), Kahire, 1936, XV I, 1 1 4 —127 ; alK ifti, înbâh al-ruvât (nşr. M. A b a ’l-Fazl İbrahim), Kahire, 1369— 1374, H, 346-^360; İbn Haiti kân, Vafayât al-a*yân (nşr, Muhyi ’l-Din 'A bd al-Hamid), Kahire, 1367, III, 133 v . d , nr. 477; al*Suyuti, Buğyat al-vıı'ât ( Kahire, 1326 )ı s. 366 v, d .; ayn. mil, alMuzhir ( nşr, M. A. Cad al-Mavlâ, M. Aba ’l-Fazl İbrahim, 'A . M. al- B u hSrİ), Kah*re, ts., II, 405, 426, 454, 461 v .d .; Kâtib Çele­ bi. K a ş f al-zunün (İstanbul, 1941 —1943 ) .II, 1426 v. d d .; İbn cİmâd. Şazarât a l zahab ( K a­ hire, 13 5 0 / 13 5 1) , I, 252“ 255; Sarkis, Mu'cam al-matbuât al-'arabiya (Kahire 1347— 1:349), s. 1070, 97$; Flügel, Die grammatischen Schulen der Araber (Leipzîg, 1862), s. 42—45; Hayr aî-Dtn a!-Zirikli, at-A'lâm (Kahire, 1373— 1378), V, 252; 'Omar Rizâs KahbSİa, Mu'cam al-mu* a llifin (Şam, 1376 v. d d .), VIiî, 10 ; Broekelmann, G A L , I, îo l ; S u p p l, I, 169; johan Fück, *Arabi ya, Recherçhes sur Vhistoire de la langue et du style arabe ( frns. tre, C. Denizeau), Paris, 1955, bk, fihrist. (N iH A D M.



Ç ET İN .)



S İB İR VE İB İR . SİBİR VA İBİR, M o ğ u l ­ l a r d e v r i n d e S i b i r y a ( S i b i r ) ’ya, ver i İ e n i s i m ; Şİbab al- Din al-'Omarı ( krş. Broekelmann, G A L , II, 141 ) ’ de bu şekilde ge­ çer, metin için bk. W.. Tiesenhausen, Sbornik materyülov, otnosyaşçiksya k isiorii Zolotoy Ordu, s. 217 yukarıda; aynı kaynakta B ilâd Sibir yahut al-Sib ir (ayn. esr., str. 6 ve s 221, a şağ ıd a); çok defa Ib ir-S ib ir; meselâ Raşid al-Din, C am f al-tavârih (nşr. Berezin, Trudı Vost.Oid. Arkeolog. Obşç-, VII, 168; burada îb îr S ib ir Kırkız kavmî ve Angara nehri münâsebeti ile anılm ıştır) ve Çîn. Yüan-şi ( I-bi-rh Sı-bİ-rh, Bretschneider, Med. researches v.s., II, 88’de zikredilmiştir; krş. keza ayn. esr., s. 37 ) ’ de. XV. asır başında, Johann Sehiltberger ’ de bu kelimeyi duymuş ve bunu Bissibur yahut İbtssibur şeklinde kaydetmiştir ( Schiltberger, Reise in den Orient, Münich, 1814, s. 73 v.dd., 99, Quatremere tarafından zikredilmiş­ tir). Quatremere bu metinler'n tamâmını ver­ miş, burada aynı tâbiri kullanmış ( Histoire des M ongal de la Perse par Raschid-eldin, s. 413 v.dd.) ve bu tâbir de, şüphesiz yanlış olarak, Abar (A va rla r) ve Sabır (Mas'üdi, Tanbih, nşr. de Goeje, s. 83. 16: S a b ir; Hazarlar ken­ dilerine böyle derlerm iş) kavimlerinîn eski admın bir hâtırasını görmüştür,



(W. Barthold.) StBT. [ Bk, îbnOlcevz!.]



586



- SlCÇİL -



S İC C lL . SİCCİL, Kur'an' da, XI, 84; XV, 74; CV, 4 ’te bulunan ve mâhiyeti iyi bilinme­ yen bir kelime olup, farşça



( » ta ş ") ile



jf * { „kil“ ) Men müştaktır ve pişirilmiş veya kurutulmuş k i l p a r ç a l a r ı n a b e n z e y e n t a ş mânasına gelir; bu mâna Kur'an, LI, 3 3 “ 3 4 ( »onların üzerlerine, Allahın indinde damgalanmış balçıktan taşlar göndermek için*') âyetleri İle te’yit ve takviye edilmektedir. Tef­ sirler taşların cehennem ateş5ede pişirilmiş ol­ duğunu ilâve eder ve »Allahın indinde" (K arfant XI, 84 ve Ll, 34) tâbiri, onlara göre, taş­ ların üzerinde, kimlere tahsis edilmiş ise, on­ ların adlan yazılmıştır mânasına gelmektedir. S lc ril*in umumiyetle kabul edilmemiş olan başka tefsirleri de vardır: Yazılmış ve Önceden kararlaştırılmış (açık bir şekilde sicili [b . bk.] ile benzerlikten dolayı verilen bir iştikak), ce­ hennem veya en alçak gök ( kelime bu takdir­ de siccin [b. bk.] ’in başka bir şekli sayılmakta­ dır ). Bu kelimenin s e l kökünden müştak sı­ fatlar ile de alâkası olduğu ileri sürülmüştür. B i b l i y o g r a f y a : Lane, Lexîco n ; alTabari, T a fsîr ( Kahire, 1328), XII, 57; alSuyüti, K . al-îilpân (Kahire, 1318), I, 139; A. Sidd'qî, Studien über die persisehen Fremdzoorter im klass . Arabisch ( Göttingen, 1919', s. 73 î J. Horovitz, Koranische Untersuchungen ( Berlin ve Leipzig, 1926 ), s. 11. — K u r’an, C V ’te bu taşların sâri bir çiçek hastalığını temsil ettiğine dâir faraziye içtn bk. Caetani, Annctli deli’ İslam, î, s. 147 ve Fernandez y Gonsalez, La aparicîon de la viruela en Arakta ( Revista de ciencias hı$~ töricas, 1887, V, 201 — 216,) (V . VACCA) SİCCİN. SİCCİN, K u r’an ( LXXXİU, 7 ve 8 : Elbette fâcirîenn kitabı siccin ’dedir. Sic~ cin ’in ne olduğunu sana ne anlatıyor ? Bu ya­ zılı bîr kitaptır ) Jd a g e ç e n , m â h i y e t i i y i b i l i n m e y e n k e l i m e l e r d e n bîri. Bu kelime müfessîrler tarafından kötü insanların amellerinin yazılı bulunduğu bir kitabın saklı olduğu bir yer ve bîr de bizzat bu kitabın kendisi olarak tefsir edilmiştir. Burası cehen­ nemde bir vâdi olup, İblis in zincir ile bağlı bulunduğu yedinci ve en alçak k a t; yer altın­ da bîr kaya veya yedinci kat yer yüzü; içinde kötü İnsanların ruhlarının bulunduğu İblis’in altında bulunan bir y e r; kötülerin, cinlerin ve insanların yahut şeytan ve kâfirlerin yaptıkla­ rının kaydım İhtiva eden bir defter telakki edilmektedir. Harf- 3 tarifsiz olarak siccin ce­ hennem ateşi mânasına gelen bir bas İsimdir. Meşakkatli, şiddetli, sert, devamlı, ebedi bir şey mânasında olmak üzere de kullanılır ( bu tefsirler bu kelimenin yanlışlık ile s-c-l kökü­



SİCİLMÂSA, ne bağlanan $îecı7 [ b, bk.j ’e benzerliğinin te ’* siri İle Heri sürülmüştür ). abltkân bu kelimeyi arapça olmayan kelime­ ler arasında sayarsa da, bunun İçin kabule şa­ yan hîç bir iştikak vermemektedir ve Dvorak bunu yabancı kelimeler arasına almamıştır; d’ğer taraftan îugatçiler bunu sicn { »hapis­ h a n e ")’in bir müteradifi olarak gösterirler ve şüphesiz bu son kelime siccin ’i kötü İnsanla­ rın yaptıklarının yazılı olduğu kitaptan 21'yâde, kitabın saklı olduğu yer' şeklinde anlayan müfessİ Herin en çok yaygın olan tefsirleri üze­ rinde müessir olmuştur. K ur’an metni iki tef­ sire müsaittir ve avrupalı mütercimlerin çoğu son tefsiri kabûl etmişlerdir. B i b l i y o g r a f y a : Lane, Lexicon ; alT ab ari, Tafsir (K ahire, 1328), XXX, 6 0 ; al-Suyüti, Kitab al-İtkan ( Kahire^ 1318), I, 139; Marracci, Re fut atio Alcorani (1698), S.



787.



(V. V acca .)



S lC İL L . Kur’an ( XX, 1041 sicili ’in kitap­ ların katlanması gibi gökleri katlayacağımız günde. . . ) ’da g e ç e n v e n e o l d u ğ u i y i b i l i n m e y e n k e l i m e l e r d e n b i r i , otyftAtov vâsıtası ile, sigillum ’dan müştak olan bu kelime arapçada yazılı olarak tesbit edilen mukavele kayıtları, bir Içâzi ’nm vermiş olduğu hükümlerin yazıldığı defterler ve-umumiyetle, bîr yazı tomarı yâni üzerine yazı yazılacak yahut yazılmış olan kâğıt yapraklan mânasın­ da kullanılır. Lugatçiler ve Kar*an tefsircileri bu kelimenin yabancı menşe’li olduğunu kabûl ederek, bunu ya habeşçe, ya da farsça sayar­ lar; esasen bunlar yabancı menşeli kelimeleri bu iki dilden birine veya her ikis'ne bağlar­ la r; onlar Ktır’an ’daki ibarenin gelişine baka­ rak da, bunun mânasını istidlal etmeği dene­ mişler ve bunu insan’arm amellerinin kayıtla­ rının içinde bulunduğu kitapları katlayan bir meleğin veya Peygamberin bir kâtibinin adı saymışlardır; habeş dilinde bunun umumiyetle »insan" mânasına geldiği de ileri sürülür, alTabari bir kâtip veya böyle bir meleğin hiç bir yerde zikredilmiş olmadığım, hâlbuki ya­ zılı vesika mânasında sicili *in arapçada çok iyi bilindiğnî kaydeder, a l-T a b a ri’ye göre, ondan Sonra gelen tî 7 -kutub kelimesi *ala kutub yerinde kullanılmıştır. B i b l i y o g r a f y a t Lane, Lexicon ; alTabari, T a fsir ( Kahire. 1328 ), I. tab., XVII, 7 8 ; al-Suyüti, Kıtâb al-îtkân ( Kahire, 1318 ), 1. tab.,I, 139; Du Cange, Glossarium mediae et infim ae Latinilatis, bak. mad. S İ G İ L L U M ; Frankel, JDe vocabuliş in ant. carm. arab. et in Carano peregrinis (Leyde, 1880), s. 17. (V . V acca .) SİC İL M A SA . [ Bk. s İCİlmâse.]



SİCİLMÂSE. SİC İL M Â SE . SİCİLMÂSA (Saca!- ve -mas­ sa şeklinde de yazılabilir), önceleri T âfilalat ’m baş-şehri iken, buğun harabe hâlinde bulu­ nan e s k i b i r F a s ş e h r i d i r . F a s ’ın tak­ riben 315 km. cenûb-i şarkîsinde, Büyük Sahra ’nm kenarında, Vadi Z İz ’în sol kıyısında, 310 8' arzında ve 4° i l ' tülündedir, Sİcilmâsa belki de eski çağda te’sis olun­ muştur. Şehrin, ordusunun hasta ve sakatlarını burada iskân etmek gayesi ile, İskender ( “ Zu ’l-Karnayn) tarafından kurulmuş olduğuna dâir Leo Africanus ’un kaydettiği mahallî ri­ vayeti kabûle, hiç şüphesiz, sebep yoktur. Bununla beraber aynı müellif bize başka ve şehrin kuruluşunu, Mavrİtanya ’dan itibaren bütün Numidya ’yı zapted;p, Atlas okyanusu sahilindeki Süs bölgesinin Massa adlı bîr mev­ kiine kadar ilerİleyen bîr Roma generaline at­ feden diğer bîr rivayeti de intikal ettirmiştir. Bu general, guyâ o zamanlarda zaferinin müh­ rünü teşkil ettiği cihet ile bu şekilde adlandır­ dığı Sigillum meşe [ = Massae ] şehrini kur­ muş İmiş, Bu efsânede romalılann Suetonius Paul!r u s ve Geta Hasİdius kumandasında ( 4 1 yılında), Fas bölgesi Atlaslarının cenubuna yaptıkları seferlere uzaktan bir telmih bulun­ maktadır. Ne olursa olsun, eğer şehir daha eski çağ­ larda mevcut olmuş olsa bile, o müsîümanlann buraya varışları sırasında tamâmiyle tahrip edilmiş olmalıdır; zîra al-Bakri, Sİcilmâsa’nin 140 ( 7 5 7 / 7 5 8 ) yılında te’sis olunduğunu ve mütemâdi gelişme ve genişlemes'nin civarın­ daki Tudğa ve Ziz şehirlerinin çökmelerini in­ taç ettiğini bildirmektedir. Şehir, râfızî Şufriya mezhebini kabûl ederek, KayravSn ’daki arap valilerinin itâatından çıkan âsi Miknâsa Berberîleri tarafından kuıulmuştur. *55 ( 77*/772 ) yılından itibaren, şehir ve ona tâbi olan arazi Miknâsaİi berber? hanedanı Bani Midrâr ’ın hâkimiyetine gîrnrştir ; şehir en parlak devrini Sünnîliğe avdet edip, A m ir al-m u ” m in in unvanım alan ve kendi adına sik­ ke darp ettiren ( bk. H. Lavoîx, C a t, d. m on n . m us. de la B ib i. N a t , 189i,, s. 401 v. d .) alŞâkir H’llâh lekaplı Muhammed b. aî-Fath b. Maymun b. Midrâr devrinde idrâk etmiştir. Bu zât 347 {958/959 )'d e ’Ubaydi kumandam Cavh a r’in şehri muhasara ve zaptı sırasında esir düşmüştür. Bunu takip eden devrede Bani M drâr hanedanının diğer âzası şehrin hâkimİye tini tekrar ele geçirdi; fakat 366 (976/977) ’da, bu hanedan Zanâta berberlerinin ba­ şında olduğu hâlde, Kurtuba Emevî hüküm­ darları nâmına savaşan Hazrün b. Falfal alMağrâvİ tarafından kesin olarak iktidardan düşürüldü,



$8 7



Hazrün ve halefleri önceleri sâdece Kurtu­ ba Emevîleriain Sİcilmâsa valileri idiler; bun­ ların sukutu sırasında, bağımsızlıklarım ilân ederek,’ Bani Hazrün hanedanını kurdular. Bu­ nunla beraber şehir ahâlisi, bunların zulümleri ve vicdansızca hareketleri yüzünden, Murâbitin hareketini meydana getiren ‘Abd Allah b. Y a sin ’i kendilerine yardıma çağırmak zo­ runda kaldı; ‘ Abd Allah b. Yââin 445 (1053/ 1054) veya 447 {1055/1056 ) ’de Sİcilmâsa şeh­ rini işgal ederek, eline geçirdiği bütün Mağrâvileri öldürttü Bü Sİcilmâsa bağımsızlığının sonu demek İdi; bu tarihten itibaren şehir ve ona bağlı olan arazî, hiç olmaz ise nazarî olarak, Fas devle­ tine tâbi oldu; fakat çöl kenarındaki sapa du­ rumu yüzünden, bu şehir dâima ya bağımsız­ lıklarım elde etmek isteyen mahallî valilerin, ya civardaki sükûnetsîz arap kabileler inin, ya­ hut da merkezî idarenin bitmez-tükenmez taleplerinden bıkarak, her zaman devletin düş­ manları olan Tlemsen hükümdarlarım veya hü­ küm süren hanedan mensuplarının taht müddeiterini desteklemeğe hazır bulunan şehir ahâ­ lisinin çıkardığı isyanların ve ayaklanmaların ocağı olarak kaldı. 541 ( 1146/1147) yılmda, al-Muribîtin hanedanının inkırazından sonra, Sİcilmâsa ahâlisi hemen bu sırada Süs ve Dar'a ’nm isyanına sebep olmuş olan tahrikçi Mu­ hammed b. Hüd al-Hâdi*ntn tarafım tuttu; fakat bu şahıs al-Muvabhidin *in reisi Abu Hafş tarafından imha edilircestne bozguna uğratıldı ve Abü Hafş şehre hâkim oldu. 640 (1243/1243 ) yılında Sİcilmâsa 'nin Muvahhidin sülâlesine mensûp valisieAbd AUâh b. Zakariyâ al-Hazraci şehri hemen bu sırada Tlem­ sen şehrim ele geçirmiş bulunan Hafşi hüküm­ darı Abü Zakariyâ’ya teslim e tti; fakat Mu­ vahhidin sultanı 1AH al-Sa'id şehri geri aldı. 653 (1255/1256) yılında Marini hükümdarı Abü Yahya b. : Abd al-Haklç Sİcilmâsa ’yî iş­ gal etti. Bununla beraber 655 (1257/1258 ) ’ten sonra halkının bîr kısmı Tlemsen ‘Abd al-Vadi ’1er in den Yağmur asan 'den şehrî idaresine al­ masını rica e t t i ; fakat Abü Yahya, daha önce davranarak, şehri İşgal etti. Yağmurâsan bu­ rayı boşu-boşuna kuşatmış olmakla yetinmek zorunda kaldı. 657 (1258/1259) yılında, Ma­ rini valisi al-Kitrâni burada bağımsızlığını ilâ» etti ise de, halk ona karşı ayaklanarak, Muvahbidleri davet etti. 660 (1261/1262) yılında Marini birlikleri Sicilin asa 'yİ beybûde yere kuşattılar. Sonraları, Munabbât adlı arap ka­ bilesinin tazyiki ile, şehir ahâlisi Yağmurâsan ’ın yüksek hâkimiyetini kabÛle mecbur oldu. Fakat Marini sultam Ya'küb b. ‘Abd al-Hakk bütün Mağrib’i itaat altına aldıktan s ç rr;’



S88



SİCİLMÂSE.



Büyük Sabra ’nın kapısında bulunması Sicil­ Sicilmâsa ’ye taarruz etti. Onun kuşatması es­ mâsa'yi zenciler ülkesine, bilhassa G a n a ’ya nasında, F a s'ta ük defa olarak, topçu kulla mlmışhr; şehir 673 saferinde ( ağustos/eylûi giden veya oradan donen kervanlar 'için fevk­ 1374) zaptedildî. 'Abd al-Vâdi 'lerden olan alâde bir birieşme merkezi hâline getirmiş idi. valiler, şehrin askerî birlikleri ve Munabbât İhraç maddelerinin en müaİmmim hurma teş­ reisleri kılıçtan geçirilerek, halk köle hâline kil ediyordu; Sudan’dan ise. buraya * köle, al­ tın tozu, fil dişi, abanoz ve deri gelmekte idi. getirildi. Sicil masa ’nin inkırazı bu hâdise ile başlar. Şehir ahâlisi şehir- içindeki kârlı ticâret İle Bununla beraber adına Fas ’ıiı iç savaşları ta ­ iktifa etmezdi; bunlar bizzat Sudan’a gider­ rihînde aradasırada tesadüf olunmaktadır; ler ve seyahatlannda büyük cesaret ve soğuk­ şehir civarındaki arap kabilelerinin, bilhassa kanlılık gösterirlerdi. Sicilmâsa ’den bir çok Ahlat kabilesinin tazyiki altında, çok ıztırap yol şimalî A frika’nın büyük merkezlerine, çekmişe benziyor. Sicilm âsa’yi 753 (1351/1353) Dar'a, Ağmât, Varika, Fas. Tâbahrit ( Nadyılında ziyaret eden îbn Bat^üta burasının en rtîma bölgesinin limanı }, Ucda, Tiemsen ’e ve güzel şehirler arasında bulunduğunu söylemek' hattâ çöl içinden, Kahire ve Bahnâsa ’ye ka­ tedir. Fakat XVI, asrın ilk yarısında, 6 ayım dar gitmekte idi. SicilmSsa, Fas şehri île bir­ bu civarda geçirmiş olan Leo Africanus, şehrin, likte, Faslı Mekke hacılarının büyük toplanma hâkimini Öldüren ahâlinin bir İsyanı yüzünden, merkezleri olan iki yerden birini teşkil etmekte tamâmîyle tahrip edildiğini ve ahâlinin köylere olup, am ir rikâb aUhacc ekseriya bu şehir ahâ­ veya kalelere ( kşür) çekilerek, kısmen bağım­ lisinden bîri olurdu Böylece bunlardan biri sız, kısmen de araplara haraç vererek, yaşa­ Merini devri başlarında, bir kaç defa bu emîrdıkları haberini vermektedir. Bu sebep ile, Si­ lik İte, Hicaz ’a gitmek fırsatını bulmuş ve cil masa *yi ekseriyetle MSİcilmâsa bölgesi" veya orada. Yanbü* al-Nahil’de, Hasani ’lerden Say„Tâfi!âlat“ mânasında kullanan yeni Fas tarih­ yid al-Hasan b. Kâsim ile tanışarak, bereketi çilerinin ifâdelerini kabüt etmek doğru olmaz. ite, şehir hurmalarının olgunlaştırılması için, Tarihte Sicilmâsa adını, son olarak, XVII. a3rm kendisinden Sicilmâsa 'ye kadar gelmesini ricâ ilk yarısında bu şehir şttrafa ’sımn, Sa'di şe­ etmiş idi. Şerîf bunu kabûl ederek, 664 (1265/ riflerinin inkıraz sebebi ile, bağımsızlarım elde 1266 } ’te Sicilmâsa ’ye geldi ve F a s'ta 107$ edip, şimdiki 'Alavi yâni Filâia hanedanını {1 6 6 4 ) ’ten beri hüküm sürmekte olan Şu[ krş madd. FİLÂLA, ŞORFÂ1 ] te’sis etmeleri mü­ rafa1 [ b. bk.} Sicitm âsiyün hânedamnın ceddi oldu. nâsebetiyle duyulmaktadır. 1828’de Rene Caillie, sonra 1864’te Rohîfs Arap coğrafyacıları bize orta çağ SicilmSsa ’sinden parlak bir tasvir intikal ettirmişlerdir. ve 1893— 1894’te W. Harris tarafından ziyaret Çok İyi sulanmış ve bu sebeple münbit b^r edilen Sicilmâsa harabelerine buğun yerliler ovanın ortasında bulunan Sicilmâsa, şehirden al-mdina ’l-âm ra ( „meskûn ş e h ir"} adını ver­ 4 fersahtan daha fazla bîr .mesafede, Ziz va­ mektedirler; harabeler Vadi Z iz ’in şark kıyı­ disi boyunca uzanan bahçeler ve meyvelikler sından takriben 7 km mesafede bulunmakta­ ile çevrilmiş idi. Burada halkın başlıca gıdasını d ır; burada ancak bir minare, Ziz üzerinde teşkil eden Üzüm ve hurmanın en kıymetli çe­ bir köprü ve her tarafta muazzam kerpiç yı­ şitleri büyük ölçüde istihsal olunmakta idi; ğınları görülebilmektedir. B i b l i y o g r a f y a ı al-Bakri, al- İdriai, hububat da burada gayet güzel yetişiyordu; Abu ’l-Fidâ’, al-Dimaşki, al-Mas'üdi, İbn ekmek zahmetine katlanmadan, ardı-ardına 3 B a ttü ta ; îbn al-Ahraar, Ravzat al-nisrin yıl mahsulü idrâk etmek mümkün id;. Civarda ( nşr. Marçais, Cezayir, 1917 ) ; al-Zahirat albundan başka pamuk, kimyon, berrî kimyon sanî ya { nşr. Ben Cheneb) ; al-Zayâni ( nşr. ve kına istihsal olunarak, bütün Magrib’e ih­ Houdas ), al-îfrâni (nşr. Houdas \ Ahmed raç ediliyordu. Arap müellifleri, bu şehrin hu­ al Nâşirİ, Kitab ol-îstikşa ( kısmen trc, için susiyetleri ve acayiplikleri olarak, burada sinek bk. Â rehives M a r o c X, XXX, X X X l) ’nm bulunmadığını, ahâlinin köpekleri ve bir nevi fihristleri j Fagnan, Extraits inedits relatifs büyük kertenkeleyi ( hirzavn ) yediklerini ve au Maghreb (Paris, 1924)» W a ş if Şâh, Abhalkın ekserisinin gözlerinin hasta olduğunu rig e, s, 104, Yâküt, Mu cam, bk, mad.; İbn belirtmektedirler. Kayda değer yegâne sanayi, Haldun, 'îb a r ( t r c . De Sîane >, fihrist; Leo şehir kadınlarının pek mükemmel bir şekilde Africanus (nşr. Schefer), 111, 3 2 1 , 223, 227 — Örmesini bildikleri çok ince yünden yapılmış 230; Gerhard Rohlfs, Reist durch Marokko fevkalâde kumaşların imâli idi. Çok nüfuslu { Bremen, 1868 s, 6 1 ; W. B. Harrİs, Ta filet ve yaygın olan şehir müstahkem kısımlardan, (London. x$ 9 5 ), s. 229, 261 —267, 273—275, her birisi bir bahçe ortasında bulunan muhte­ 283—285. ( G eoröe S. C o u n .) şem binalardan ve eylerden müteşekkil idi.



& İÇ İ L Y Â .



S İC İL Y A . ŞEKİLLİ YA, S i£ il.ü YA Ş ak Il,A k - d e n i z ’ i n e n b ü y ü k ada* 3 i olup, bu denizin tam ortasına İsabet eden mevkii ile, en eski tarihî devirlerden beri, dünya tarihinin hemen bütün büyük hâdisele­ rinden nasibini almış, Finikelİler, grekler, romalılar ve müslümanlarm savaş sahası olmuş­ tur. Adanın en eski adı SıKavia olmuş olma­ lıdır ( Herodotos, VII, 17 0 ) . Bu adın, Afrika menşe’lt oldukları umumiyetle kabûl edilen, adanın ilk sekenesi Sattavoç’laıdan geldiği şüp­ hesizdir. Bunların İHyria meaşe'li olup, buraya sonradan (takriben m. o. 1270 —10 5 0 yıllarında) muhaceret eden Socehoç’lar tarafından mağ­ lup edilerek, adanın garbine ve cenûbuna çe­ kildikleri, şark kısmını İse, adanın bugünkü adını ( Sicîlîa— StKgkıa) medyun bulunduğu bu göçmenlere terk ettikleri rivayetler cümlesindendir. Oldukça karanlık olan bu tarihi dev­ re içinde, m. ö. II. bin sonlarında, buraya Fittikeiİlerin de gelerek, sahil bölgelerinde muh­ telif ticarî koloniler te’sis ettikleri ve Sikelos ’lar ile iyi geçindikleri bilinmektedir. Sicilya ta­ rihi VIII. ( m. 5 . )asır İçinde, grek şehir devlet­ lerinin İon denizinin garp kıyılarına el uzatma­ ğa başlamaları ile, yeni bir devreye girer. Grek müstemlekecUer, bilhassa Halkis, Megara ve Korinthos şehirlerinden hareket İle, Sicilya’ya varmışlar ve burada önce Nazos ( 7 4 1 —731 m. ö ) hemen bunu müteakip Syrakusai (7 4 0 — 730 m. ö .), Leontinoi ve Katane şehirlerini te’sis etmişlerdir. Yeni muhacirler muvacehe­ sinde askerî ve harsî bakımdan çok aşağı se­ viyede bulunan Stkelos’lar gıdanın iç taraflarına Çekilmiş ve V. { m. ö .) asır içinde, adaya hâkim olmak üzere, yaptıkları bir-ikİ teşebbüs sonun­ da, grekler tarafından itaat altına alınıncaya kadar, bağımsızlıklarım muhafaza edebilmiş­ lerdir. Öreklerin adaya el uzatışları ile Finikeİiierin de ticarî müstemlekelerinden bîr ço­ ğunu teirk ederek, adanm şimâl-î garbisine çe­ kildikten ve Motye, Soluş ve Panormus (P a ­ lermo ) ’da yerleşerek, buralarım greklere karşı şiddet ve başarı İle müdâfaa ettikleri biliniyor. VI. ( m. o.) asır içinde grekler, FıVkeîiIerin elinde bulunan bölgeyi ele geçirmek için, biri Pentathios İdaresinde ( 580 m. Ö.), d'ğerî Dorieus kumandasında ikİ beyhude teşebbüste bulundular. Bu zamana kadar geçen ı.$ —2 asır iç:nde grek müstemlekeciliği başarı ile de­ vam etmiş idi. Bu devre zarfında inşâ edilen muazzam mâbedierin zamanımıza intikal etmiş olan bakiyeleri Sicilya grekferİnîn kudret ve servet bakımından çok ileri bir durumda bu­ lunduklarının şahididirler. Bu arada Finike müstemlekeleri de kardeş büyük şehir Kartaca Mm hükmüne girmiş bu­ l Iya ,



■ •*8»



lunuyordu. Filvaki Finikelİler, İran hükümdarı K yros’un emrinde, şarkî Ak-denîzMe grek rakiplerinin İmhası için harekete geçtiklerinde, Kartacahİar da batı Ak-denizt hâkimiyetleri altına almak zamanının geldiğini düşünmüş olmalıdırlar. Bunlar Mazeus kumandasında Si­ cilya Mm Finikelİler elinde bulunan kısmım itaat altına almışlardı. Hattâ adayı bütünü ile zaptetmek İçin harekete geçmiş bulunan Dorieus Mn Kartacahİar tarafından mağlûp edildiği de tahmin olunmaktadır. 480 ( m. ö . ) Me, Kserkre s’in seferine muvazi olarak, Kartacahİar da Si­ cilya Ma taarruza geçtiler. Syrakusai „tiran"ı Gelon île Akragas ( şimdi G ifgenti) „tiran"ı Theron biri eşerek, Kartacahİar m taarruzunu püskürtmeğe muvaffak oldular. Gelon Mn hale­ fi ve kardeşi Hieron kudretini sâdece İtalya hâdiselerine müdâhale ederek göstermek ile kalmadı, sarayım büyük bir grek hars merkezî hâline de getirdi. Bu asrın ortalarında Duketios adındaki reislerinin idaresinde Sikeloi is­ yanı, adaya yalnızca hâkim olmak isteyen Dorların tonlara ve diğer yerli sekeneye karşı mü­ câdeleleri ve bu yüzden A tin a’nın Sicilya iş­ lerine müdâhalesi Kartaca Mm işine yaradı. Kartacah Hİmükon Mn kuvvetleri, kanlı bir mücâdeleden sonra, Selinus, Himera, Akragas, Ge!a ve Kantarma ’yı zaptettiler. Himilkon ancak Syrakusai önünde, ordusunda veba sal­ gını baş-gösterioce, sulha razı oldu. Bu sıralar­ da Syrakusai tiranlığına yükselmiş bulunan Dionysios, 367 ( m. ö .) yılındaki ölümüne ka­ dar, 40 yıl süren hâkimiyet devresinde bütün grek dünyasında ün salmış bir kişidir, İdâre­ sinin ilk yıllarında Kartacahİar ile savaşan Dionysios, bütün gayretlerine rağmen, bunları adanm garbindeki üslerinden söküp atamamış, müstahken Motye mevkiini zaptetmesine mu­ kabil, Kar taca lı lar ın yeni inşâ ettikleri Lıly ba­ lon ( sonraları Lilybaeum ) önünde başarısızlığa uğramıştır. Onun ölümünden sonra halefi genç Dionysios zamanında Kartacahİar yeniden ha­ rekete geçtiler. Syrakusai şehrinin müracaatı üzerine, ana Korinthos şehrinin gönderdiği yar­ dımcı kuvvetler, Timoleon kumandasında, ada­ da başarılı hareketlerde bulunmuş, Kartacalılari kendi garp bölgelerinde mağlup etmiştir. Timoleon Mn 33Ö{ m. ö. )Ma ölümünden sonra adada onun ortadan kaldırmış olduğu tiranlık yeniden hortlamış, 317 { m. ö ,) M« Syrakusai de iktidara ulaşan Sicilya tarihinin en meşhur sımalarından Agathokles devrinde Kartaca ’ya karşı mücâdele devam etmiştir, 289 ( m. ö. ) Ma Öten Agathokles kıral unvanını atmış ve dev­ rinde grek dünyasının garptekı en büyük hü­ kümdarı olmuş idi. Agathokles ’in Ölümü Si­ cilya ’yı karıştırdı. Kartacahİar şarkî Sicilya



âıciLVÂ. ’ya müdâhalede bul ondular. Bunan üzerine Pyrrhos yardıma çağrıldı. Tarentum 'un müt­ tefiki sıfatı ile Roma *ya karşı savaşında ölü bir noktaya varmış olan Pyrrhos Sicilya işle­ rine müdâhaleyi bir fırsat addetti; 2 78 (0 1.0 .) ’de Sicilya'y a geçerek, Liiybaion hâriç, ada­ daki bütün Kartaca şehirlerini zaptetti. Fakat bu durmak-dinlenmek bilmez büyük macerape­ restin emrinde savaşmak Sicİlyah greklere güç gelmiş idi. Kendisinden yüz çevrildiğini anlayan Pyrrhos İtalya’ya döndü. Bunu takip eden devrede Syrakusai hâkimi Hieron İle mücâdele eden Messana şehrinin İtalya men­ ş e li Mamertinleri, kendilerine yardım eden Kartacalllarm , şehirlerinde yerleşmeleri üzerine, artık bütün İtalya ’yı itaat altına almış bulu­ nan romalılardaa yardım talep etmiş ve bu­ nunla tarihîn meşhur Pun harpleri doğmuştur. Savaşın ilk safhasında romalîlar s ü r’atle başa­ rı elde ettiler, önceleri Kartacalılar ile iş-bİrliği yapan Syrakusai hâkimi Hieron da romalılar tarafına geçti. Sonuna kadar Roma’ ya sâdık kaldı ve bu sebeple, Syrakusai başta olmak üzere, Heloros, Neoton, Akraî, Megara, Leontinoi ve Thauromenion şe'.îrîer'ni 215 ( m. Ö.) yılın­ da vuku bulan ölümüne kadar hâkimiyetinde bu­ lundurmasına müsaade olundu. Aegates ada­ ları yanındaki kesin deniz zaferi nihayet ada­ yı romahların eline geçirdi. Ada, Hieron ’da bırakılan şark kıyı bölgesi hâriç olmak üzere ilk Roma eyâleti oldu. İkinci Pun savaşında da Hieron romaldara sâdık kaldı. Ancak halefi olan torunu Hieronymus siyâsî bâzı oyunlar ile Kartacalılar tara­ fına geçti.' Bu zâtın öldürülmesinden sonra, Syrakusai cumhuriyeti Kartacalllarm teşvik ve ta'ıriki İle, Roma ’ya harp ilân etti. Roma ku­ mandanı Marcellus ’un Syrakusai ’ ye ilk taar­ ruzu, Archimedes ’in üstün mühendislik tekniği sayesinde, akamete uğradı. Kartacalılar Sicilya ’ya büyük kuvvetler çıkardılar, mühim Akragas şehrini aldılar. İç bölgelerdeki bîr çok şehir de onlara katıldı. Fakat nihayet, uzun mücâ­ delelerden sonra, 212 (m. ö.)’de Syrakusai (bundan sonra Syracu sae), 210 (m. ö .J’da da ; A kragas ( bundan sonra Agrigentum ) nihâî olarak romalılarm eline düştü ve Sicilya bütü­ nü ile Roma hâkimiyetine girdi. 11. ( m. ö.) asrın son yansı Sicilya ’da büyük köle isyanları ile geçti. 136 ( m. o.) yılında £nna ’da patlak verip, bütün adaya yayılan isyan, ancak büyük ordular gönderilip, 132 ( m. o.) yılında Enna ve Tauromenium şehirle­ rinin zaptedilmesi He bastırılabildi. 104 ( m, ö.) yılıodb, bu sefer adanın garbında başlayan kö­ leler ayaklanması da ancak 99 yılında teskin olunabiidi. Adada bundan sonra uzun bir müd­



det sükûnet hâkim olmuş ve ancak imparator Galiienus devrinde (253 — 268 m. s . ) yeni ve büyük bir köle isyanı daha vuku bulmuştur. Kavimler muhacereti devrinde Germenler S icily a ’ya geldi. Her ne kadar Vizîgot kıralı A la rih ’İn 410 yılında İta ly a ’dan S icilya’ya geçmek teşebbüsü akim kaldt ise de, ada müteakip on yıllar İçinde müteaddit Vizigot kitlelerinin yağma alanlarına tahammül zorun­ da kaldt. 440 yılından itibaren, bu çapulcuların yerini Vandaliar aldı. Bu tarihten bir yıl önce K a rta c a ’yt zapt etmiş olan Vandal kıralı Gayzerİh S ic ily a ’ya aksulara başladı. Adanm garp kısmında yuvalanan Vandaliar garbi ve şarkî Roma imparatorluklarının üzerlerine gön­ derdikleri donanmalar ile başarılı savaşlar yap­ tılar. 4 7 4 ’te şarkî Roma imparatoru Zeno, ya­ pılan bîr muahede mucibince, adanın hâkimiye­ tini Vandatlara bıraktı. Gayzerib, kısa bîr müddet sonra, bütün adayı, devletinin baş şehrî o'an K a rta c a ’ya karşı en tehlikeli çıkış noktası olan müstahkem Lilybaeum hâriç ol­ mak üzere, yıllık haraç mukabilinde, bu sırada İta ly a ’ya hâkim olmuş bulunan O dovakor’a terk et tİ. 491 yılında ada, hiç mücâ delesi z, Ostrogot kıratı büyük Theodıîh’e intikal etti. Bu arada Ltlybaeum şehrinin de Ostrogotlara geçmiş olduğu, Theodrih ’in kız kardeşi Amatafrida ’ yi Vandal kıralı Thrasamund ile evlen­ dirirken, bu şehri cihaz olarak vermiş olma­ sından anlaşılmaktadır. Ostrogotlar hâkimiyeti altında adanın, bunların „aryanist“ olmaları d olay ısı İle, yerli ahâli He din bakımından anlaşamamaları hâriç, fazla sıkıntı çekmediği anlaşılmaktadır. 5 3 3 ’ te O strogotlar S icilya’yı Vandatlara karşı üss olarak bİzanslılarm emrine verdiler. Beîisarius Vandalların İmhasından son­ ra, az bir gayret İle ve kısa zamanda adayı Gotlarm elinden aldı. Sicilya bundan sonra şarkî Roma imparatoru Justinİanus ’un eski büyük Roma İmparatorluğunu İhya çabaları iç’ nde, İtalya ’ nın zaptı için, bir sıçrama tah­ tası hâline geldi. 549 — $5* yıllan arasında ada bîr savaş sahnesi hâlini aldı ve kızgın Ostrogotlann tahribatına mâruz kaldt. Totİia ’ nın İta ly a ’ya dönmesinden ve adada kalan Got askerî birliklerinin teslim olmasından son­ ra ada uzun bir müddet şarkî R om a’ nin bir eyâleti olarak kaldı. Papa Büyük Gregoryus ’un mektupları sayesinde, 600 tarihlerinde, Sicilya ’nın harsı, d;nî ve İktisâdı durumu hakkında oldukça geniş bilgiye sahip bulunuyoruz. VII. asır ortalarında S icily a ’ya ilk arap akut­ ları başladı. Suriye ve Mısır ’ın zaptı ile A k ­ deniz kıyılarına varmış olan araplar İçin deniz kuvveti te’sis etmek bir zat üret hâlini almış idt. Bizans 'a karşı mücâdelenin donanma deş-



âicitYÂ . teği olmada» yur ütülemeyeceğini anlayan ilk arap devlet adamı Mu'âviya b. A b ı Sufyân oldu, İslâm mücâhidlerinm hayatını denize em­ niyet edemeyen halîfe 'Omar ’in vefatım müte­ akip, Şam vâltlîğini 'Osman devrinde de mu­ hafaza eden Mu'âviya derhal donanma inşâsına başladı. Müslüman donanması, 655 yılında A n­ talya açıklarında, bizzat imparator Konstans II, ’ m kumanda ettiği büyük Bizans donan­ masını perişan etmezden evvel, daha 649’daa itibaren, deniz gazalarına başlamış bulunuyor­ du, Bu İlk müslüman deniz »kınlarından Sicil­ ya da hissesini aldı. S ic ily a ’ ya ilk gazâ, Theophanes { Ckronographia, nşr* Boor, 3. 340) ’İn bildirdiğine göre, 652 yılında yapılmıştır. İlk Si­ cilya akıncılarının başında, sonradan şimalî A f­ rika vukuatında mühim rol oynayacak olan Mu'âviya b. Hudayc al-Kindi al-Sakûni’ nîn bulunduğu kabût edilmektedir { Balâzuri, Futâh at-bnld&n, nşr, de Goeie, Leİden, 1866, 3. 035; ayrıca krş. A. A. Vasili ev, Byzan.ce et les A rabes, 1; La Dyna&tîe d ’Amorium , Bruxelles, 1935, s. 62 v.d ). Arapları adada, 649’da impa­ ratora İsyan ederek S ;cİlyafya geçmiş bulunan Ravenna „exarh“ ’ı Oiympios karşıladı. Müsîü* manlar, kâfi derecede kuvvete sâhip bulun­ madıkları İçin, müstahkem kalelere taarruz ede­ mediler. Sahil bölgesinde elde ettikleri ganimet He iktifa edip, Oiympios ’ un da ordusunda çı­ kan salgın bir hastalık neticesinde öldüğünü görerek, çekilmeği tercih ettiler ve S u riye’ye döndüler. Gerek dinî siyâseti ve gerek karde­ şinin Bizans tahtı üzerindeki hakkını elinden almak için yaptığı zulümler yüzünden payitah­ tının sevgisini yitirmiş bulunan imparator Kons­ tans II., 663 yılı sonunda S ic ily a ’ya gelerek, Lombardların tehdidi altında bulunan İtalya ile araplarm mütemâdi'taarruzlarına hedef olan Şimâl-î A frika arasında mükemmel bir kilit mev­ kii teşkil eden adanın tiıerkezi Sirakuza 'da yerleşmiş idi. İnatçı istibdadı, saray ve ordu masrafları ile İmparatorluğun bütün garp eyâ­ letlerini yıldırmış olan bu zâtın 668 eylülünde bîr su-ikast neticesinde öldürülmesi üzerine çıkan karışıklıklardan arapiar istifâde ettiler. Halîfe 'Omar zamanından beri sahil emîri bu­ lunduğu kaydedilen (Tabarİ, nşr. de Goeje, I, 2824 v d., 3058; îbn al-A şir, nşr, Tornberg, 11, 417, 439, IH» *49) 'A bd Allah b. Kaya b. Mahlad al-Fazârİ kumandasında Sicilya ’ ya çıkartma yapan arapiar burada epey­ ce ganimet elde ettiler. Bunlar arasında bu* unup, devlet hissesi olarak Mu'âviya ’ye gön­ derilen mücevherler ile süslü bir çok attın vf gümüş putun ( «heykelcik") halîfe tara­ fından, daha yüksek fiyat ile satış te’ min et­ mek gayesi ile, Hindistan’a gönderildiği V â­



#1



ki d i ’ye atfen Balâzuri (ayn* yer.) tarafından kaydedilmiştir. Emevî devri vekayiİ İçinde deniz gazaları da mühim yer tutmaktadır: Ancak kaynaklar bunların tafsilâtına girişmemekte, muhtelif yıl­ larda denizde gaza yapan kumandanların ad­ larım kaydetmekle yetinmektedir. Bu akınlardan bîr kısmının Sicilya ’ya müteveccih olduğu muhakkaktır. Bu cümleden olarak, 700 yılına doğru, arapların Cossyra ( bugünkü PantelJarİa ) adasını zaptettikleri ve Müsâ b. Nuşayr ’in Şimalî A frika valiliği devrinden İtibaren, arap ve berberi korsanlarının Sicilya, Sardinya ve Korsika adalarım zaman-zaman yağmaladıkla­ rı bilinmektedir. Abbasî hilâfetinin te’essüsü devresinde, 752/753 yılında, İfri^ İy a ’de son Emevî vâlîst olup, ‘Abd AÜâh at-Şaffâh tara­ fından da makamında İbka edilmiş olan 'Abd al-Rahmân b. Habib al-Fibri ve kardeşi ‘ Abd A llah Sicilya ve Sardinya adalarını kat’î ola­ rak ele geçirmeği tasarladılar. Bunu, bir az da, emniyette görmedikleri istikballerini te'min İçin düşünmekte idiler. Fakat Önce şimalî A f­ r ik a ’da kopmuş bulunan haricî isyanları ve sonra da hilâfetin Abbâsîler’e intikalinin do­ ğurduğu karışıklıklar bizanslılara, bilhassa S i­ cilya ’yt İyice tahkim etmek İmkânım bahşet­ miş idi ( îbn al-A şir, al-Kâm il, V, 349). Netice adanın uzunca bir müddet araplarca rahat bı­ rakılması şeklînde tezahür etti. Şimalî A frika ‘da hâkimiyetlerini te’sîs eden Ağîab- oğulları, 805 ( m. s.)’ te ve 813 ( m. s.)'d e Sicilya «patriçİleri" ile onar yıllık sulh anlaşma­ ları yaptılar. Bu anlaşmalar gereğince iki taraf arasında esir mübadelesi yapılacak ve müslü­ man ve Bizans tacirleri, mütekabilen emniyet içinde, ticâretlerini yürüteceklerdi. İki taraf arasındaki bu sulh devresi pek uzun sürmedi ve bizzat bizaoslıtarm hazırladığı bir fırsat adanın müslümanSar tarafından fethi neticesini doğurdu. Bizans imparatoru Mi ha il İL, 826 yılında, Konstantîn Souda adında bir zâtı Si­ cilya valiliğine tâyin ve ona, adanın deniz kuv­ vetlerce kumanda eden Euphemios’ u, bir ra­ hibeyi kendisi ite evlenmeğe zorladığından do­ layı, tevkif ve işkenceye tâbi tutmasını emr­ etmiş İdi. Euphemİos, bunu haber aiarak, İsyan e tti; fakat Sirakuza ’yı ele geç;rîp, Bizans va­ lisini öldürdüğü hâlde, kendi adamlarından arap kaynaklarının Balata şeklinde kaydettik­ leri bîr kumandanın ihaneti yüzünden, müşkül duruma düşüp, Sirakuza ’da kuşatılınca. Ağlaboğullarından Ziyâdat A lla h ’a baş vurup, on­ dan yardım istedi. Sicilya ile sulh içinde ya­ şayan Ağlab-oğulları bu yardım teklifini Kay­ ra vân eşrafı arasında münâkaşaya va’zettİIer. Meclise iştirak edenlerin çoğu 813 musâl&ha-



âlCİLYÂ. sının bozulmasına muhalif idiler. Devrin bü­ yük âlim ve kadısı Abu ‘ Abd Allah A sad b. al-Furât b. Sinan ise, asıl olanın kâfirlere gaza olduğu mutâleasİyle herkesi sefere ikna etti. Ziyâdat Allah bu seferin babına bizzat Kadı A s a d ’ı geçirdi. Kadı Asad 10,000 piyade, 700 süvâri, loo veya 70 gemi iîe ve Euphemios'un donanması ile birlikle, 14 haziran 827 'de ha­ reket etti, 6u kuvvetler, 17 haziranda adanın Tunus’a en yakın noktası olan M azara’ya ya­ tarak, buradaki Euphemios taraf dar lan île bir­ leşti. Müslümanlar önce yukarıda zikrotunan B a la ta ’nm üzerlerine gelen kuvvetleri ile, temmûz ayı içtnde savaştılar. Bizans!)lar bozguna uğradı. Balata İta ly a ’ya kaçarak, burada Öldü. A sad bu zaferden sonra Abu Zaki al-Kinani 'yi Mazara Ma bırakarak, ordusu ile Sirakuza ’ya yürüdü. Burası, uzun müddet kuşatılması* na rağmen, teslim olmadı. Zîrâ A İrtk a ’dan müslümanlara yardım gelmesine mukabil, ge­ rek İmparotorun takviye kuvvetleri, gerekse Venedik d o g e ’a Guistİniano’ nun gönderdiği gemiler müdâfilerin gayretini artırmakta idi. 828 yılında müslüman ordusunda çıkan salgın hastalığın kurbanı oTan Asad b. al-Furât ta ölünce, müslüman'ar muhasarayı kaldırmağa karar verdiler. Başlarına Muhammed b. A bi ’lC avâri ’yi geçirdiler. Ancak limandan çıkma­ larına Bizans ve Venedik donanmaları mâni olunca, memleketin iç taraflarına daldılar, S i­ rakuza *dan bir günlük mesafede bulunan Mineo ’ya varıp, orada dinlendiler. Salgın hasta­ lık kırılmış idi. Buradan, Euphemios'un reh­ berliği ile, adanın merkezinde bulunan Enna ( = Castrum Ennae =* Castrogiovanni = Kaşr Y â n a ) ’ya yürüyüp, burayı kuşattılar. Gayet müstahkem olan bu kale ahâlisi, teslim ola­ cakları ve Euphemios *u imparator olarak ka­ bul edecekleri vaadi ile araplan oyalayıp, Euphemios’u arkadan vurup öldürdüler, muhasara uzadı. Muhammed b. Abi ’i-Cavâri ölerek, ye­ rine Zuhayr b. Gavş geç’ rildî. Enna sûrları Önünde bozguna uğrayan araplar, Mi ne o ’ya kaçıp, orada tahassun ettiler. Bu suretle bütün .sefer akamete uğramış bulunuyordu. 830 yılının kış aylarında durum müslümanların lehine değişti. Adaya bir taraftan kuv­ vetli bir Endülüs donanması, bir taraftan da A frika ’dan Ziyâdat Allah ’ın gönderdiği bir donanma çıkartma yaptı. Her İki donanmanın mecmuu 300 gemiyi buluyor, taşıdığı muharip sayısı ise, 2o—30.000 civarında bulunuyordu. Endülüs’ten gelen kuvvetlerin başında Huvvara beı berilerinden Aşbağ b. Vakil adında bir zât bulunmakta idi. Sicilya ’daki bütün mîislüman kuvvetler A şb a ğ ’m emrine girdiler. 330 ağustosunda Mineo ’da muhasara edilen



kuvvetleri kurtarmak içîn yapılan savaş başa­ rılı oldu. Aşbağ bundan sonra araplarm G.I.val.î.y.a şeklinde yazdrk!arı, muhtemelen bu günkü Caltanisetta ’ya tekabül eden bir şehir üzerine yürüdü. Ancak bu şehrin muhasarası sırasında çıkan yeni bir salgın hastalık hem Aşbağ *1, hem de mühim bir kaç kumandam öldürdü. Bunun üzerine, kuşatmanın kaldırıl­ masına karar verildi. Ancak bizanslilar, bu anda taarruza geçtiklerinden, mütlümanîar boz­ guna uğrayıp, Mazara veya Girgentİ ( = A grîgentum — Akragas )*den gemilerine binip, Endülüs’e döndüler. A frika araplan ise, A ş­ bağ ’m Mineo ’yu kuşatmadan kurtarmağa ha­ reket ettiği sırada, 830 ağustosunda, Palermo ( eski Panormos ) ’yu muhasaraya başlamışlar­ dı. İyi tahkim edilmiş olan Palermo, büyük insan kayıplarına rağmen, kendisini başarı ile korumakta İd i} nihayet 216 recebinde' ( ağustos/eylûl 831) Bizans kumandanı şehrî müsİümanlara teslim etti. Bu sıralarda Ağlab-oğlu Ziyâdat A llah Sicilya emirliğine kardeşinin oğlu Abu Fihr Muhammed b. ‘ A bd A lla h ’ ı tâyin etti. 832 yılında buraya gelen yeni emîr emir ve kumandayı eline aldı. Palermo ’nun ele geçmesi adanın geri kalan kısmını İtaat altına almak için müslümanlara mühim bir üss te'mîn etmiş oluyordu. Bu sıralarda Anadolu ’da ha­ lîfe Ma’ mün sürekli sefer hâlinde idi. Bizans im­ paratoru Theophilos ise, Sicilya ’ yı kurtaracak kuvvetleri serbest bırakmak için, mütemadiyen arap halîfesine sulh teklifinde bulunmakta idi. Ancak Ma’ mûn ’ un bunu anlamış ve durumdan istifâde etmiş olduğu muhakkaktır. Palermo ’da, m i: sİ umanların zaferine rağmen, müteakip iki yılda mühim bir vak’a olmadı. Müslümanlar yeni elde ettikleri ülkeyi teşki­ lâtlandırmak ile meşgul idiler. A skerî harekât sâdece Castrogiovanni etrafında cereyan etti. 219 ( = 834 ) başında Abü Fihr, Costrogiovanni bölgesinde bulunan hıriştiy anlara karşı sefere Çıkarak, şiddetli bir savaşı müteakip, bunları sûrların gerisine çekilmeğe zorladı. 835 ’te ye­ niden büyükçe bir zafer kazanan ve bir çok esir alan Abü Fihr, Palerm o’ya döndükten sonra, Muhammed b. Salim adında bîr kuman­ danını, Taormina yolu ile, adanın şark sahiline şevketti. Her tarafa dağıtılan akıncılar adanın bizanslilar elinde kalmış olan kısımlarım tah­ rip ederek, yağmaladılar. Fakat bu başarı anın­ da, Sicilya ordusunda patlak veren bir İsyan netices:nde, Abü Fihr öldürüldü; katilleri Bi­ zans ordusuna iltica ettiler. Aynı 835 yılı için­ de A fr ik a ’dan gönderilen yeni emîr al-Fazl b. Y a küb, biri Sirakuza, diğeri Castrogiovanni önünde vuku bulan iki çarpışmada temayüz e tti; fakat Sicilya Maki bütün îaâİîyeti de



SİCİLYA. bundan ibaret kaldı. 83S eylülünde buraya maktul Abu Fihr ’in kardeşi Abu Ağlab İbra­ him emir olarak gönderildi. Karada ve deniz­ de büyük faaliyet gösteren İbrahim, Aetna yanar-dağı istikametinde yaptığı bir seferde, o kadar çok esir elde etti ki, bunlar pazar­ larda yok bahasına satıldılar. 83? yılında hâlâ ele geçirilememiş olan Castrogiovannİ üzerine Abd al-Sala m b. ‘Abd al-Vahhab kumanda­ sında gönderilen bir kuvvet ise mağlûp olda. Gönderilen takviye kuvvetleri şehri ele geç'rdİier ise de, iç kalede kapanan bîzanslı kuv­ vetler ile anlaşarak, çekilip gitmeği terc'b ettiler. Bu sırada araplar adanın şimal sahilinde Cefalû {eski Cephaloedîum) ’yu kuşatmış İdiler. ■ 14 reeeb 2 3 3 ( 1 1 haziraa 8 3 8 ) ^ Afrika 'da Ağlab-oğlu Ziyâdat Allah vefat etti. Bu haber Sicilya ’da büyük heyecan uyandırdı. A f­ rika *da yeniden karışıklıklar çıkacağından ve Cefalû ’yu muhasara için lüzumlu takviye kuv­ vetlerinin gelemeyeceğinden korkuluyordu Fa­ kat A frika ’ daki buhran sanıldığından daha kolay atlatıldı. Yeni A ğlabi emîri Abu ‘îkıâl Ağlab b. İbrahim kardeşi Ziyâdat Allah ’ın mevkiini kolayca aldı ve Sicilya ’ya takviye göndermeğe muvaffak oldu. 839’ da müslümanlar başarılı bir sefere çıkarak, zengin ganimet­ ler İle, Palerm o’ya döndüler; fakat Cefalû önündeki askeri harekât bir netice vermekten uzak kaldı. Müslümanların Cefalû Önünden rîc’atieri ve Ziyâdat A lla h ’ın ölümü Sicilya ’ da Bizans'a bir az nefes aldırırken, şarkta Amorion felâketi Theopbilos’ un bütün ümit­ lerini kırmış bulunuyordu. 840 yılı İçinde arap­ lar adada Platanî ( İblatanü), Caitabellotta (Hişn al-BaUSt), Corîeone (Kurlun) ve daha bîr kaç yeri zaptettiler. 226 ( = 841) yılında, bir arap birliği Castragîovanni üzerinden, Hişn al-Kirân denilen ve bîr çok mağaraları hâvi bir kaleye kadar sarkarak, burasım tahrip ve yağma ettiler. Bu suretle edanın garp kısmı artık tamâm:yle müslümanların elinde bulunu­ yordu. 842 sonu ve 843 (228 b .) başında araplar askerî harekâtı adanın şark kısmına tevcih ederek, Messina ’yı muhasaraya karar verdiler. Napoli şehri de bu işte yardımcı oldu. Arap ordusunun kumandanı al-Fazl b, Ca'far al-Hamdâni idî. Şehir araptara teslim oldu 8 4 5’te Bizans imparatoriçesİ Theodora’nın Anadolu ’daki Harsianon tema ’sından Sicilya ’ya şevket tiği birlikler, adanın cenûbundaki Lîcata yakı­ nında, araplar tarafından bozguna uğratıldı. 846/847'de Leontini sukut etti. 234 (848/849) yılında Ragusa şehri müslümanlara teslim oldu. Bununla beraber şehrin nihâî fethi bu tarihte değildir. 10 reeeb 236 ( 1 7 kânûn II. 8 5 1 ) ’da l«l&m Ansiklopedici



$9$



Sicilya emîri Abu ’l-Ağlab İbrahim Öldü. Musiümaniar Ağlab-oğlunun rızasını almadan al» *Abbâs b. al-FazI b. Ya'küb ’u kendilerine emir seçtiler. Kayrevan sarayı bu emr-i vâki’i kabûl zorunda kaldı. al-'Abbâs büyük bir başarı ile askerî harekâta devam ederek, 852 ve 8 5 3’te adanın bütün cenûb-i şarkî kısmını tahrip et­ tikten sonra nihayet Castrogiovannİ ’yi düşür­ dü (23 kânûn II. 859). Adaya yardıma gön­ derilen büyükçe bir Bizans donanması da arap­ lar tarafından bozguna uğratıldı (859 son baharı), al-'Abbâs Sîrakuza civarına yaptığı bir akından dönerken 14 ağustos 8 6 l’ de oldu. Yerini amcssı Ahmed b. Ya'küb aldı ise de, 862 şubatında düşürülerek, yerine a l-'A b b as’m oğlu 'A bd Allah geçti. Ancak A frika bunu kâ* bul etmemiş ve Sicilya emîrliğ;ne aynı yıl içinde Ağlab-oğulları hanedanından HafSca b. Sufyân ’ı tâyin etmiştir. Yeni eraîr 862 temmu­ zunda Palermo ’ya geldi. Ha faca b. Sufyân 1 reeeb 255 { 1 5 nisan 86 S4, u 6 v.d., 252 v.d., 354 v.dd . 371, 384 v.d., 388, 403 v.d., 4 iiv d d ..4 4 9 , 490; v.d., IX, 10 v.d., 245 v.d., X, 129 v.dd.; İbn al-‘ Izâri { nşr. Dozy, Histoire de V A friçue et de VEspagne intitulee Oii^Bayano ’l-M ogrib ), Leyde, 1848™ 1851, I, 95 v.dd., 108 v. d d .; H. 229 v. dd.; al- Nuvayri, Nihâyat al-arab f i funün al-adab ( bk. Vasili­ ev. ayn. esr., I, 378 v, dd. ; II 229 v .d d ,); E. W. Brooks, The Sicilian expedition o f Constantine IV . { Byzantinische Zeit$chrift,ı



SİCİSTAN. ( Bk. SİSTAN.) S ÎD . AL-SİD, İspanyol, el Cid, frns, 1e Cid. b i r i s i m olup, K a s t i l y a ş ö v a l y e l i ­ ğ i n i n e n m e ş h u r v e . h a l k a m a 1 o 1m u ş o l a n k a h r a m a n ı n a delâlet eder.Bu şahıs, V. { XI. ) asrın İkinci yarısında. İs­ panya nm mÜsUimanlar ile meskûn bölgelerin­ de, mühim bir rol oynamıştır ve bugün onun şaî siyeti, hayatı ve faaliyetleri, bunları süsleyen efsâneler bertaraf edilerek, gayet iyi tâyin edi­ lebilmektedir. Bupun şerefi hollandah âlim R. D ozy ’ ye aittir; 1844'te İbır Bassam ’ın Zahtra,’sînin Gota ei-yazmasmı incelemiş ve şu hususları tesbit etm iştir: şimdiye kadar uy­ durma telakki edilen Bilgin Aifonso *nun Cronica general ‘de Cid hakkkında verdiği malûmat,



SÎD. arapçadan, muhtemelen Vaîencîah Muhammedi b. Halaf b. 'Alkarna ( 438 —509 — 1036/1037— 1116 )’ nîn al-Bayan a lvâ zih f i 'Im ilam m alfa tih { krş F. Ponds Boigues, Ensayo hihliogrûftco..., s. 176, v. d., nr. 14 0 ) adlı eserin* den tercüme olunmuştur ve bu malûmat S id za­ manından kalmadır. Böylelikle bu tarih araştırı­ cısı, sağlam ve mevsuk temellere dayanarak, Sid ’ in hâl tercümesini, tekrar tertiplemiş ve bir sıra itiraz kabût etmez istidlaller ile, S i d ’in şahsi­ yeti faakkmdaki uzun zaman doğru kabul edi­ len bütün romanvârî değ:şİ kliklerin nasıl te­ essüs etmiş ve şiir ile tiyatronun efsânevî S id 'in i doğurmuş olduğunu göstermiştir. A sıl adı R o d r i g o D i a z d e V i v a r otan şövalye kastHyah asîl bir ailenin Boyun­ dandır ve XI. asrın ilk yarısında Burgos ’ta doğmuştur. Dünyaya geliş tarihi hakkında k a tî bir şey söylenemez; bir rivâyete göre, I02Ğ Ma, bîr diğerine göre 10 4 0 'ta doğmuştur. 1064 tarihinde kastflyalı prens Saneho I I .’nun safında, bu zâtın navarralı Saneho ’ ya karşı giriştiği bîr harbe katıldığı bilinmektedir. Bu devirde o, navarralı bir şövalyeyi teke-tek döğüşte mağlûp etmiş, bu başarı kendisine başkumandanı ( veya kiralın bayrakdarı) bu­ lunduğu Ka stil ya ordusu tarafından compcador f latince campeaiort araplar at-kamb e y a to r şeklinde kullanırlar, Ispanya arapçasmda m u b â riz veya b a rrâ z , yâni Jfîkİ ordu karşı-karşıya geldiğinde, teke-tek döğuşecek bir rakibin ortaya çıkmasını istemek için sıralar­ dan çıkan dÖğüşçü" } unvanım kazandırmıştır. K ısa bir zaman sonra, Saneho II, Rodrigo Di­ a z ’m tavsiyeleri ile, Öz kardeşi kıra! Alfonso ’yu Buıgos ’ta hapsederek, kendini Leon kı­ ratlığı hükümdarı Hân etti. Alfonso Toledo Maki ınüsHimân hükümdar Bani Z i’î-Nün ha­ nedanından al-Ma’ mün 'un yanma kaçabildi. 7. teşrini. 1072 MekastHyah Soncho H. muhasa­ ra ett:ğı Zam ora şehri önünde öldürüldü. Bunun üzerine Kastilya Mm en ileri gelen şövalyeleri, Burgos ’ta, yeni bîr hükümdar seçmek içîn, top­ landılar. Seçim, arzularına rağmen, Toledoda 'ki mülteci kır al Leonhı Alfonso lehine sonuçtandı; fakat Saneho II. Mun Öldürülmesinde rolü olma-, dığı husûsunda yemin etmesini istemeği karar­ laştırmışlardı. Rodrigo Diaz bü yemini Burgos ’ ta Santa' Agueda veya Gadea kilisesinde A l­ fonso VI. Man aldı. Yeni Kastilya kıralı, bu yemin sebebi ile, kendisini hakarete uğramış hîssettiğ*ndenv ona karşı dâima gizli bir kin besledi; lâkin o zamanlar çok nufûzlu ol­ an şövalyeyi kendisine bağlamak için, yeğen!, Oviâdo kontunun kızı Jîmena Diaz He evlen­ dirdi (10 7 4 ). Bir kaç. yıl sonra, Alfonso VI. onu îşbîliye ’deki ‘ ^.bb&dİ hükümdarı al-Mu‘ta-



m



m id ’e, bu müslüman emîrin Kastilya ile lafzî ittifakı karşılığı vermekle mükellef olduğu ha­ racı tahsile gönderdi. Rodrigo D ia z ,'A b b â d i kuvvetleri He, Granada Ma Zîrîlerîn e mir i olan 'A bd AUâh b. Bâdİ kuvvetleri arasındaki bir çatışmayı Önleyemedi; muharebe Cabra Me vu­ ku buldu. Rodrigo bu muharebeye fiilî olarak katıldı ve Zîrî emirliği ile müttefik olan bir çok hıristiyan şövalyeleri esir e tti; bunlar arasında hanedana mensup olan kont Garcİa Or don ez de var idi. Rodrigo ona derhâl hürrî- ; yetini bağışladı. al-Ma'tami d ’e gönderilmesinin hakîkî gayesini başarı ile sonuçlandırdıktan sonra, kendiliğinden K a stily a ’ya döndü. Muh­ temelen, G ard a Mın tahriki ile,. Alfonso VI. Rodrigo D iaz’ı, kendisine IşbiliyeMe kirala takdim olunmak üzere verilen hediyelerden bir kısmını zimmetine geçirmek ile suçladı. Onu nekbete düşürmek ve memleketten sür­ mek için ilk fırsatı kolladı; kendi muvafakati olmadan, Toledo müstümanlarına karşı sefer yaptı { 10 8 1). Bu tarihî andan itibaren „condöttİere“ ( = ücretli a sk e r) olarak, talihin cilvesi ile, müslümanlara veya kendi dindaşlarına karşı bir üçüncünün hesabına veya kendisi nâmına sa­ vaşan kastilyalı şövalyenin hayatı başladı. Barcelona kontu nezdinde başarısız bir te­ şebbüsten sonra, Rodrigo Diaz Saragossa [ b. bk.]Makî Hüdî emîri Aîıtned b. Sulaym ln alMulktadir’e hizmetini arzetti. Emir, onu ücret­ li askerleri He beraber, ordusuna kabul etti ve aynı yılda Öldü ; Saragossa Ma hükümdarlığa oğlu Yûsuf al-Mu’ tamin geçti. Buna mukabil diğer oğlu al-Munzîr Deniş, Tortosa ve Lerida ’yı elinde bulunduruyordu. Çok sürmeden, iki kardeş birbirleri ile harbe başladı. Rodrigo Diaz al-Mu’tam in’in hizmetinde kaldı. Munzir ise, Aragon kıralı Saneho Ramirez ve Barcelona kontu Ramon Berenguer II. ile müttefik idi. Rodrigo Diaz, bir müddet sonra, sayıca üstün­ lüklerine rağmen, Lerida ’nm şimâl-i garbisinde, Almenar kalesi civarında, hükümdarının düş­ manlarına karşı parlak bir zafer kazandı ve mühim ganimet aldı. Hattâ Barcelona kontunu da esir etmiş id i; fakat büyüklük gösterip, onu hemen serbest bıraktı. Muzaffer olarak, Sara­ g o s sa ’ya döndü; orada Hüdilerin hükümdarı kendisini hediyelere ve ikramlara boğdu. Böy­ lelikle o müslüman askerler arasında görül­ memiş bir hürmet ve nufüz kazandı; bu andan itibaren, ona s a k ıd ı (,..efendim" İspanya halk arapçasmda $idi ) diye hîtap edildi; bu kelime îspanyolcada m io c id tâbiri ile ifâde ediliyordu { meşhur C id ş iir i aslında E l Cantar de mio C id adım taşıyordu ) ve çok geçmeden bu lekap ( mülkiyet zamiri ile veya mülkiyet zamiri ol-



598



SÎD .



mâdan ) asıl adın yerini aldı. Rodrigo D saz, askerî kabiliyeti sayesinde, Ispanya müslümanlarmtn gözünde yenilmez bir muharip ve şö­ valye, e l c i d C a m p e a d o r oldu. 1084 senesinde, Alfonso Vi. ile, muvakkat bir barıştan sonra, Sid A rago n ’ da al-Mu’ tamin hesabına yeniden şöhret kazandı. E rtesi sene bu emîr ölünce, oğlu ve halefi Ahmed alMusta'in II. ’in hizmetine girdi ve bundan son­ ra, var kuvveti ile, Valencia müslüman kıralîığını zaptetmeği tasarladı. Kur tuba Emevî halifeliğinin yıkılışı üzerine, meşhur hâcib aî-Manşür ’un bir torunu, ‘ Abd al-'A ziz al*'Amiri tarafından kurulan bu müs­ takil kıralhk, 1065 senesinde Tulaytula kırallığı ile birleşmiş idi. 1074 'te Z u ’i-Nün hanedanın­ dan Yahya b. Isına'il al-Kadîr, dedesi alMa’ tnün ’un halefi olarak, Tulaytula tahtına Çıkınca, Abu Bakr b. 'A bd al-'A ziz ’i Valencia valisi tâyin etti. Çok geçmeden, Abn Bakr b. 'A bd al-'Aziz bağımsızlığını ilân ederek, Kastilya kıralı Alfonso VI. ile ittifak yaptı. Fakat 10 8 5 ’te Alfonso VI. V alenciya’ yı, bu şehri 10 sene evvel kaybeden ve mübadelede karşılık olarak kendi pâyitahtı Tulaytula ’yı hıristıyan hü­ kümdara teslim eden al-Kâdir ’e sattı. General A lvar Fanez kumandasındaki bîr Kastilya or­ dusu tarafından desteklenen İslâm emîri, kan dökülmeksizin, V alenciya’ya girebildi; fakat hemen-hemen bütün şehir halkının nefretini kazandı. Murâbıtîarm sultanı Yusuf b. T aşfin, hıristiyanlar Ue savaşmak için, Ispanya’ ya müteveccihen gemiler He yola çıktığı ve Zallâka (23 teşrin I; 1086 ) ’de onları kaçırdığı zaman, Alfonso VI, A lvar Fanez’İ Valencia’dan geri Çağırdı. al-Kâdir, Tortosa emîri al-Munzir’in mükerrer hücumları karşısında, aynı zamanda hem Kastilya kiralından, hem de Saragossa emîri al-M usta'in’den yardım talep etti. aİMusta'în, a l-K âd ir’in kırallığmı ele geçirmek için, iyi bir fırsat çıktığını gördü ve şehri zaptetmek için gizlice Sîd ile anlaştı. Bu ma­ yanda bütün ganimet ücretli kumandanın, yâni Sid ’in hissesine düşecekti. Fakat Sid, al-Kâdir ’in kendisine verdiği hediyelerin te’siri ile, şeh­ ri almağı reddetti; böyîeee Alfonso VI. 'ya bağlı­ lığının yeni bir delîiini gösterdi. Sonra ordusu ile bütün Valencia bölgesine bir akın yaptı ve 1089 pda tekrar Kastilya kiralının emrine girdi, orada metbûu tarafından ihtiram ile karşılandı. Daha sonra, o zamanlar 7.000 kış! kuvvetindeki ordusu ile, Endülüs ’ün doğu sahillerini geri aldı. Saragossa emîri al-Musta'in, Sid ’in yok­ luğundan faydalanarak, V alencia’yı kuşatmış olan Barcelona hükümdarı Berenguer ile ittifak yaptı. Lâkın Barcelona kontu, al-Kâdir ’ e ayda s^ooo dinarlık bir ücret karşılığı olarak, payi­



tahtını her hangi bir düşman taarruzuna karşı müdâfaayı vaad eden S id ’in önünden geri çekildi. Bir müddet sonra, Alfonso VI. S i d ’den Yûsuf b. T â ş fin ’e karşı kendine yardım etme­ sini isted i; onun Yusuf *a hücûm için acele et­ mediğini görünce, tekrar bozuştular. Bunun üzerine, S id hakikatte tamamen müstakil bir haydut zümresinin reisi olarak, 1091 yılında Orihuela Man Jâ t iv a ’ ya kadar bütün şark böl­ gesini ateş ve kılıç ile harâbeye çevirdi; Tor­ tosa üzerine yürüdü, Barcelona kontuna mağ­ lûp etti ve onunla bir anlaşma yaptı. Akabin­ de, T orto sa’daki müslüman emirler dahi, onun himayesini istediler. S id onlara muntazam bir haraç karşılığı muvafakat etti. Bu devirde Sid , Barcelona kontundan, Tortosa ve Valencia ’daki müslüman emirlerden aldığı meblâğlar dışında, b ir d e Albarracin (al-S ah la), Alpuente ( alBûnt), Murviedro ( Murbaytar, bugün Saguöto), Segorbe (Şubrub), Jerica (Ş ârik a) ve Almenara arap emirlerini de haraca bağtamiş idi. Bunun üzerine Sid ile Alfonso VI. arasında­ ki anlaşmazlık derinleşti ve K astilya kıralı, haddinden fazla kudretli tabiinin büyüyen nufuzuna bîr son vermek için, Valencia ’yı al­ mağı kararlaştırdı. S id ’in Saragossa İslâm emîr ini hıristiyan Aragon kiralına karşı koru­ makla meşgûl bulunduğu bir . sırada, Pisa ve Genua ittifakları ile kuvvetlenerek, şehri de­ nizden ve karadan kuşattı. Sid, hâdiseleri işi­ tince, ordusu ile Saragossa’yı terk ederek, Najera kontluğunu ve amansız düşmanı G arcia Ordonez ’ in timarı olan Caîahorra ’yı tahrip etti. Rioja Maki LogroHo şehri baştan başa yı­ kıldı, neticede Alfonso VI., Valencia kuşatma­ sını başarısız bir şekilde, kaldırmağa mecbûr oldu. Kendi yokluğu esnasında, S id müslüman zabiti İbn al-Farac ’i Valencia ’da al-Kâdir nezdinde bırakmış idi. Bu zat 109a teşrin 1 1 . ’ de bir halk ayaklanması esnasında öldürüldü. Bu İsyanı Kadı İbn Cahhâf hazırlamış îdi ve Valen­ cia halkının ( camS'o ) başkanı olarak, kendi ta­ ralındaki Murâbıt devletinin lafzı bir temsilcisi ile birlikte, halkın başına geçmiş idi; Bir kaç ay sonra, 1093 temmuzunda, Sİd bütün ordusu ile, payitaht üzerine yürüdü, zahmetsizce Villanueva ve aî*Kudya dış mahallelerini zaptetti. Şehri kuvvetli bir muhasara altında bulundurur­ ken tbn Cahhâf ile de müzâkereye muvafakat etmiş idi, fakat asıl şehir önünde sıkı muhasara devam etti. Bu sebeple Valencia çok kotu mahrumiyetlere düçâr oldu, açhk halk arasın­ da telefat verdirmeğe başladı. Bu hâdiselerin baskısı altında, Valencia halkı reisi 15 haziran X094’te şehri S i d ’e teslim etti. Campeador, yâni S id , şehir halkına hiç bir fenalıkta btı-



SİD -



SİHİR.



599



E. Levi-Provençal), III, ilâ v e ! (İbn al-Cahilunmadı Halk kendilerine gösterilen iyi mua­ hâf hakkmdaki k ısım ); Revtte Hispaniçue, meleye karşı şükranlarını izhar etti ve yeni 1909 , XX, 316 — 428; 1910, XXIII, 424—476; efendilerine karşı gerçek bir hürmet duydu. Bıılletin Hispanigue, 1914» XVI, 80 — 86, Sid. bununla birlikte, hâdisenin akabinde eski S id hakkı ndaki Avrupa eserlerinin tam bir başkan İbn C ah hâf’ ı ceza olarak diri-diri yak­ bibliyografyası için bk. B. Sanchez Alonso, maktan çekinmedi. Fuentes de la Historia espanola (M adrid, Bu tarihten itibaren S id Valencia’mn mut­ 1919), nr. 648—683; A. Gonzales Palencia, lak hâkimi idi. Bîr Murâbıt ordusunun muha­ Historia de la Espana musulmana (Barcelo­ sara teşebbüsüne, kat’ î neticeii bir çıkış hare­ na, 1935 ),s. 75—77* (E. L evi-Provençal.) keti ile, son verdikten sonra, hükümranlık sa­ Ş lD D ÎK , [ Bk. siDDÎK.] hasını genişletmeği düşündü. 1098 Me AlmenaŞ ÎD D Îİf H A Ş A N H A N . [Bk. SiDDÎK HAŞAN ra ve Murviedro ’yu zapt etti. Buna rağmen, yaşlanmış idî ve akıbetinin yaklaştığını sezi­ HAN.] SÎD O N . [B k . s a y d â .3 yordu. A rtık hemen hiç bir şeye İhtiyaç duy­ Ş İ F A . [B k . S IF A T .] muyordu. Valencia ’daki ulu camii kiliseye tah­ Ş tF F ÎN . [ Bk. SiFFîN.j vil ettirdi ve şehirde tekrar bir piskoposluk Ş İF R . [ Bk. SIFIR.] te’sis ederek bunu Perİgord Hu Hieronymus ’un S ÎG İS T A N . f Bk. sîstan.3 uhdes'ne tevdi etti. Nihayet metbuu Kastilya kı­ SÎH . [ Bk. SfHLER.] ralı Alfonso Vi İle samîmi olarak barıştı ve kızı S İH İR . SİHR, s ih ir , e f s u n , s i h i r b a z ­ Maria ’ yı Ramon Berenguer !U. ile, Christina ’ yı Navarra veliahdı Ramîro ile evlendirerek, lık . Sihir ile din arasındaki münâsebet hak­ yarım adanın ikî kıra! hanedanı ile akrabalık kında ortaya atılan halkiyat île ilgili suâle kurdu. Jâtiva ( Şâtiba, b, b k .j’yı Murâbıtlardan İslâmiyetm verdiği cevap şüphesiz R R. Ma almak istedi, fakat ordusu geri püskürtüldü. r e t t ’ in fikrine uymaktadır. Buna göre „diu ve Bunun üzerine 1099 senesi ortalarında, hiddet sihir menşe’de bir ve bölünmez olan ictimâî bir hâdisenin iki şeklidir, iptida! insan'n tabiat ve ıztırap içinde öldü. Sid ’İn Ölümünden sonra, karısı Jimena Murâ- üstü kuvvetin müdâhalede bulunduğu bir müesbıtların bitip-tükenmeyen taarruzlarına takri­ sesesi var idt ve bu müessesede sihir île dinin ben 2 yıl karşı koydu. Valencia, ı i o i senesi rüşeymlerİ aynı zamanda mevcut bulunuyor­ sonunda, Lamtüna Hı general al-Mazdali tara­ du ; bunlar sonraları, git gide farklılaştı, si­ fından kuşatıldı, jîmena 7 ay muhasaraya da­ hir ile din kendilerine gösterilen itibâr ba­ yandı, lâkin kendisini kurtarmak üzere oraya kımından biri birlerinden, ayrılırlar; dîn dâi­ gelen Alfonso VI. ’nun tavsiyesi ile, Valeneia ma en yüksek inanç ve ibâdet, umûmî ola­ ’yı tahliyeye karar verdi ve şehri terkederken, rak kabû! edilmiş olan İnanç ve ibâdettir. ateşe verdi, 5 mayıs n 0 2 ’de, Murâbıt kuvvet­ Fakat din He sihir arasında, „iyi ruhlar vâ­ leri şehre girdikleri zaman, sâdece harabeler sıtası ile yapılan sihir" gibi, umumiyetle di­ ile karşılaştılar, jimena S i d ’in cesedini birlikte ne ait olarak kabûl edilmemiş bulunan ve Kastilya ’ya götürdü ve ceset Burgos yakınla­ öte yandan münâkaşa edilemeyecek şekilde rında Gardena da San Pedro manastırına'def­ sıhrî mâhiyetteki her unsurun mâruz kaldığı, nedildi. jimena da, 5 sene sonra 110 4 ’te ölünce, redde uğramayan bir yığm gayr-i muayyen unsurlar mevcuttur [Ene. Briıannica, i l . tab, aynı yere gömüldü. B i b l i y o g r a f y a : S id ’in hayatı ve XVII, 305b >. Bu telakki tamâmiyle müslüman tarihî rolü hakkında başlıca eser R. Dozy, ve çok geniş olarak sünnet ehli müslüman Le Ci d d'aprâs de nouveaux docamenis (Lei- denilebilecek kütlelerin inancına uymaktadır. detı, 1860 ); yeni baskı için bk. Recherches İslâmiyet açıkça tab;at üstü kuvvetler kabûl sur t 'histoire et la litteratare de l ’Espagne eden bir inançlar manzumesidir, onun için has­ selerin maddî âlemi ve, bunun arkasında, bîr pendant le moyen~âge. 3. tab., (Paris-Leiden 1881 II, 233. S i d ’den az veya çok bahse­ ruhlar âlemi vardır ki, sihir veya din vâsıtası den arapça kaynaklar 1 İbn Bassam, Zakira ile, bu ikinci âlem ite münâsebete girişilebilir. ( Gotha yazm., arap. metin ve tercüme İçin Bu ruhlar âleminin mâhiyetini doğru olarak bk. R. Dozy, ayn e s r s. 8 — 28 ve in — tâyin etmek istediğimiz zaman, sihir ile din XVIII); İbn Kardabüs, K . al~îktifa {ayn, arasnda mevcut olan (arkı göstermek için, yer,, s. XVIII — XXVII); İbn al-Abbâr, al- nazari yeler meydana çıkar. Bu ruhların menşe, ve mâhiyeti nedir ? Binerlerinden nasıl ayrı­ ftlullat al-$iyarct { ayn, yer., s, XXVII ~ lırlar? Hareketlerinde ne dereceye kadar hür­ XXXI); al Makkari, N afh al-tib, Analeciea II, 754 ve ayn. yer., s, XXXI — XXXIII; İbn dürler ? Onlara ne tarzda ulaşılabilir ve onlar al-'İzâri, al~Bayan al-muğrib (nşr. ve trc, I nasıl İtaat aitma alınabilir ? Onlar ile olan böyle



6oo



SİHİR.



münâsebetler Allah ile olan münâsebetlerimizi bozabilir ve kurtuluşumuzu ebediyen tehlikeye koyabilir mi? Zîrâ sünnî olsun, râfızî olsun, müslümanhkta her şey Allahda ve onunla mü nâsebetlerde temerküz eder. İmdi Peygamber zamanındaki Arabistan Ma, islâmiyetin. beşiğinde, hır'stîyanhk ve yahudilığın te’siri ile gelen unsurlar hesaba katılmaz­ sa, ruhlar âlemi Allah ile kabilelerin ilâhları ve cinlerden { c in n ) meydana gelmekte idî; ve insanları bu âlem ile birleştiren bağlar kâhin­ ler (kahiri) b. bk.), sihirbazlar ve gaipten ha­ ber verenler, şâirler ve deliler idi; bütün bu sonuncular ile alâkalı nazariye de muhtelif cinsten ruhlar tarafından hudutsuz «tasarruf, çarpılma" nazarîyesidir ve bu «tasarruf" tâbi­ ri çağdaş İspirtizmada kullanılan mânadadır. Bunun içindir kî, yeni halkiyat tâbiri olarak kullanılan „sîh ir" kelimesi harfiyen «efsun, si­ hir" demek olan arapça sihr kelimesinden açıkça daha geniş bir mânaya sahiptir; fakat bunun ilgili olduğu vâkıalarm açıklık ve vuzu­ hunu muhafaza etmek için, sihr ’i en geniş mânasında almak lâzımdır; bizzat islâmiyette sık-sık ve umûmiyetle bu şekilde hareket edil­ miştir, al Murtaza ’l-Zabidı İhya? şerhinde (I, 217, aşağıda) TSc al-Din al S u b k i’nin şu sözlerin» zikreder t „$ihr kehânettir ( kakana ), nücûm ilmi ve si miyâ?) bütün hepsi, ayni vadi Mendir". Bundan başka, İslâmiyet A rabistan ’ ın dışına yayılınca, müslümanlar zaptettikleri mphtelif ülkelerin ve ırkların tabiat üstü bütün İnançları, sihir san’atları ve dinî menâsikini ihtiva eden kitapları ile temasa geçtiler; bu İnançlar K u r’an ’m ve A rab istan ’ın telakkileri ve yerleşmiş âdetleri ile karıştı ve lügatçe, menâsik ve tavırlar ve hattâ esaslı görüşleri bakımından, en gayr-İ mütecanis mâhiyette bir halita meydana getirdi. Bu durum, göreceği­ miz gibi, türlü sihir cinslerinin menşe’lerini türlü ırklara çıkaran müslümanlar tarafından da tamâmiyle kabul edilmiş idi Karışıklık iki istikamette husule g e ld i: I. Arabistan ’ m hurafeleri ve bunun tâbirleri arap olmayan ve hattâ sâmî olmayan kavimlere kendilerini kabul ettirdi ve İL bâzı müslümanîarm esas inançları, derin bir şekilde, tamâmiyle yabancı inançların te’sirine uğradı. Bütün bunlar hakkındı* bk madd. BUDÖH. CAFR, CADVAL, CİNN, FA'L, FİRÂSA, ĞÜL, HÂRÖT VE MÂRÖT, ‘IFRİT, KÂHİN ve bunlar ile ilgili bibliyografya.



Fakat doğra iştikakı içinde dikkate alınan sihr, sihirin mahdut bir şekli olan «efsunu" dü­ şündürmektedir. Lügatler bunun bir şeyin gerçek mâhiyetinden ( hak'ika ) veya şeklinden (şû ra ) gerçek olmayan veya bir görünüşten { h a y â l) ibaret olan başka bir şey olmakta bulun­



duğu ( s a r f ) an olduğunu te’yit ed er; K u r ’a n , X X , 69 ’a istinat eden ta k y it ekseriyâ bu .hâ­ diseye ve bugün «hipnotizma" dediğimiz şeye dalâlet eder ; fakat akliyeciler bunu bir el-çabuk-; luğu ve tatlı sözler vâsıtası ile gözleri bağlamak ( a l-ia h a y y ıılâ t v a *t~ahz h i *Wu y u n ) için ya­ pılmış alelade bir el çabukluğu ve hîyle ( hidâ?, ş a 'v a z ) derecesine indirmeği denemişlerdir. BÖylece bu kelime vücuttaki gıda gibi, tabi­ atta hareket zarafeti ve inceliğini (bu mâna L is â n , V I, ıs aşağıda, İmru ’ i-Kays ’a çıkarıl­ maktadır, fakat burada mâna daha ziyâde s a r f ’m aslî mânası imiş gibi görünm ektedir) ve kelimelerin sihrinden bahsettiğimiz zaman da. söz güzelliğini düşündürmektedirC .ŞûAâh, bu kelime Râğib îşfahlm , a l~ M u fra d â t , s. 224. v d .; L is â n , V I, 1 1 — 1 3 ; Lane, s. 1316 v d.l. Bununla beraber K u r 'a n Ma bilgiler, böyle, bir tefsire imkân vermeyecek kadar tâyin edilmiş, bir şekilde verilmektedir. Peygamberin ve et? rafındaki kimselerin düşüncelerine göre, sijfcr, içinde bulunan ve onun vâsıtası ile elde.edi len bilgilerin büyük bir kısmının sahte olma­ sına rağmen, gerçek bîr şey idi. Ruhiyat ba­ kımından, şahsın müdâhalesi olmadan e’de edi­ len hâdiseler hipnotizmaya inanma imkânım verir ve d’ nî bakımdan Peygamberin tutumu hemen hemen tamâmiyle ispirtom a karşısında yeni Roma kiliselerinin tutumunun?^aynı ol­ muştur K u r 'a n sistemi içinde, arka-plân — şüphesiz kâfir ve kotu olan — cin n ve ş a y ia n . ’ lann meydana getîrd:ğ' ruhlar âleminden mü­ teşekkil idi. Bütün bu mesele hakkında en mü­ him âyet K u r 'a n , II, 101 olup, bu âyet şu şe-;. kilde tercüme edilebilir: —„ve onlar umumi­ yetle kâfirler ve hususiyetle ya hudiler ) Sulayman 'm hükümdarlığı zamanında ( veya Sulaymân ’in hukümdsrl ğına karşı ), İnsanlara sihiri s i h r . öğreten ş a y ia n ların okumakta olduk­ ları şeyleri tâkip ederler — ve Sulaymân asla kâfir olmamış idi, fakat ş a y ia n ’lar kâfir idi­ le r — 5 ve onlar) Babîl Me iki meleğe, H â rü t ile M ârü t’a (veya bun1ar vâsıtası il e ' indir­ diklerimizi (tâkip ederler); ve bunlar — „biz bir fit n a Men başka bir şey değiliz ve kâfir olmayınız"— demeden hiç kimseye bir şey öğ­ retmezler ve onlar ( bu meleklerden Öğrenen­ ler j bunlardan erkeği zevcesinden ayırmak için kullandıkları şeyleri öğrenirler ve Allahın izni olmadan, bununla hiç kimseye bir ziyan ver­ mezler. Kendilerine ziyan veren ve bir fayda te’ min etmeyen şey Öğrenir?er.QGerçekten bi­ lirler ki bunu (sihir bilgisini ) te’mfn edenle­ rin Öteki dünyada bir yerleri olmayacaktır ve eğer bilselerdi,, kendilerini karşılığında sattık­ ları şey ne kadar kötüdür." Bu âyetlerde etimle kuruluşu çok güçtür ve verilen tercümede bu­



SİHİR. rada . gösterilenlerden fazla şüpheli bir çok noktalar bulunmaktadır. Bayzâvi ’nin çok tek­ sif edilmiş ifâdesine rağmen, tefsiri bir sahifeden fazla ( pşr. Fleischer, I, 76,2—77,7 ) bir yer işgal etmektedir ve al-Zamahşari 'nin a l - K a ş ş â f (nşr. Lees, I, 93—95 ) ,mda bîr buçuk sahifelik bir tefsir vardır Daha geniş tefsirlerde sihir ile ilgili başlıca yer ( „locus classicus“ ) olarak uzun-uzadıya ele alınır, T a b a ri’ nin T a f s ır İ, 334™ 353 ) ’inde ve Fahr al-Din al* Râzi ’ntn M a fâ tify (Kahire, 1307, I, 427— 4 4 0 )'inde boyiedir. Fakat buna umumiyetle verilen mânada şaşılacak bir şey yoktur. Bu müfessirlere göre, şayian ’lar sihir in kaynağıdır; göğün duvarla­ rım dinlerler ( aş. bk.) ve işittiklerine yalanlar katarlardı; sonra bunları k a h in Here nakleder­ ler ve bunlardan kitaplar meydana getirirler­ d i; bunlar insanlara bu kitapların ihtiva ettik­ leri şeyleri, bunları inşâd ederek, insanlara öğ­ retirlerdi. Bu inanç Sulaymân zamanında çok yaygındı; o derecede ki, bu bilginin ve tabiat üe c in n ’ier üzerinde icra ettiği hâkimiyetin kay­ nağı Sulaymân 'a isnat ediliyordu. Yahudilerin kendileri de Sulaymân 'm bir peygamber değil, fakat bir sihirbaz olduğunu söyleyorlardt ( Razi, s. 428 ). Bu âyet onlara verilen bir cevap­ tır. Hârüt ile Mârüt için buradaki maddelere ve bir de ileriye bk., Bir de K u r ’ an, XXXVIII, 6; XL1, H;LXVII. 5 : LXX1I, 8, 9 'da c in n Merin en yakın göğün ; ûZ-samâ’ a l-d ü n y â ) yakınla­ rında oturup { k u n n â n a k 'u d n \ burada gök kalabalığını ( a l- m a ld a l a 'l â ) dinlemek âde­ tinde olduktan, onların buradan süs olmak üzere asılmış olan, fakat vazifeli melekler ( h a ra s, ra şa d , h ifz ' tarafından taşlar ( ru cn m ) gibi üzerlerine atılan lambalar, meş’aîeler ( maşa b ih , ş ih â b ) ile kovuldukları söylenir. Bu sûretle orada muntazaman dinlenmek âdetinde idiler, fakat şimdi ( a l-â n a , K u r ’an, LXXIl, 9 — şüphesiz Peygamberin insanlar arasına gön­ derilmesinden beri —, karşılarında hususiyetle dikkatli ve uyanık melekler bulmuşlardır. Te­ ferruatlı bilgiler için bk. al-Kaşşâf (s . *535 '> K u r ’ a n , LXXll, 9 münâsebeti ile; burada eski Şiirler şükredilmiş olduğu gibi, câlıiliye dev­ rinde bu mesele hakkında arapiarın düşünce­ lerini gösteren rivayetlerde nakledilmiştir. Bu araplar bâz) akan yıldızları biliyorlardı ve bunlar hakkında husûsî düşüncelere sahip idi­ ler. Fakat Peygamberin doğumu ile meleklerin dikkat ve uyanıklığı büyük bir derecede arttı. Bununla beraber bu hâl ancak bir kaç zaman devam etmiş olmalıdır; zîrâ sihirin sonraki bütün tarihi, c in n Meri dâima dinlemeğe devam edip, k â h in Mere ve sihirbazlara bilgi getirir bîr şekilde tasvir etmektedir. Bundan başka kötü cinn Mer peygamberlerin düşmanlarını



601



doğru yoldan çıkarmak İçin, onları idâre eder­ lerse de(Üfur*an. VI, 1 12 ) , cinn Mer ( K u r ’an, XXXIV, 13 ) hîç olmazsa tamâmiyle doğru bir şekilde görünmezler! ( a lğ a y b ) bilmezler. Kur ’an, XXVI, 221 —225'te şayian ’larm büyük yalancılara ( a f f â k i nasıl İndikleri ( tanazzal a \ bu ş a y ia n ’ larm duyduklarını bu yalancı­ ların nasıl kabûl ettikleri ve, bunların (in ­ sanlar veya şayian Mar arasında büyük yalan­ cıların ) ekserisinin yalancı oldukları veya hîç olmazsa naklettikleri konuşmaların ekserisinin yalandan müteşekkil olduğu hakkında çok ma­ nalı âyetler vardır. Yoldan çıkmış şâirler de bunları ( görünüşe göre, şayian Marı) tâkip ederek, bütün vadi Merde dolaşırlar ve dedik­ lerini asla yapmazlar. Bu vakıalar müfessirler ( al-Bayzâvİ, II, 6 ı, ıs—62,7; daha iyi ve daha mükemmel bir şekilde a l K aşşâf, II, 10 12 — 10 14 ) tarafından ve görünüşe göre, haklı ola­ rak, meleklerin konuşmalarını dinleyip, bunları bozan, bunlara yalan hatan ve inip, bunları kâhin Mere, sahte peygamberlere ve şâirlere nakleden cinn Mer Üe alâkalı gösterilmiştir. Cinn ’ ler tarafından ilham edilen şiir hakkında bk. Goîdziher, Abhandlungen zur arab. phi/ologie. I, 1 —12 i ve hususiyetle bu âyet er için s. 27, not 2. Sihr kelimesi yalnız K ur'an, II, 96 ?da Su­ laymân ile ilgili olarak görünür, fakat Suîaym ân’m hakimliğinden, ilminden ye dünya üze rindeki hâkimiyetinden uzun-uzun bahseden bir çok âyetler vardır ( K ur'an, XXI, 81, 82; XXVII, I S - 4 S ; : XXXIV, 1 1 - 1 3 ; XXXVIII, 29 — 39 ) ve muahhar devirlerde islâmiyette meşru olan bütün sihirler, «beyaz sihir" ona çıkarılmıştır, Sihr ve benzeri kelimelere başka yerlerde, Müsâ, 'İsa ve bizzat Peygamber hak* kındaki hikâyeler münâsebeti ile, tesadüf edil­ mektedir, Bâzı sûrelerin hemen*hemen bütün parçaları Musa'nın Fir'avn'un sihirbazları ile mücâdelesi hikâyesi ile alâkalıdır. Kur'an, Vü, 110 , 113, 117 , 12 9 ; 77, 78,8o, 81 (fakat âyet a Peygamberden bahseder); XVII, 103 (fak at âyet 50 Peygamber ile ilgilidir ); XX, 59, 60, 66, 69, 72—74 î XXVI, 33, 34, 36, 37, 39, 4o, 45* 48 ( fakat 153. ve 185. âyetler Pey­ gamber ile ilgilid ir); XXVII, 1 3 ; XXVIII, 36, 48; XL, 23, XLII, 48 (fak at 29. âyet Peygam­ ber ile ilgilidir); LI, 39 böyledir. Yalnız K u r’an, u o ’da sihir ‘ İsâ ile ilgilidir. Bununla K u r’an. VI, 7 ; X, 2 ; XI, 10 ; XV. 15 ; XViI, 50; XXI, 3 v. d ; XXIII, 9 1 ; XXV, 9 ; XXVI 153. 185; XXXIV, 4 2; XXXVII, 15. XXXVUI, 3 î XLÎII. 29; XLVI, 6 ; LIÎ, 15 ; U V , 2 ; LXi, 6 ; LXXIV, 24 'te ise, Peygamber ile İlgilidir. Bunlar ara­ sında çok manalı bir takım ibare ve kullanış­ lar vardır: K u r’an XX, 77) 7®'î *9 î



X LVI, 6 ’ da , sihr kelimesi al-hakk (»gerçek") ’ın ve K ur'an, JJİ , 15 ’te cehennem ( al-nar ) gerçeğinin zıddı olarak kuUamlımştır,"“ „Cehen* nemde onlara sorulacak: — Bu sihir midir? Kur'an, VII, 11 3 ( Müsâ } ’te gözler sihirlenmiştîr ve benzer bîr şekilde K ur'an, XV, $ ’te »gözlerimiz ( absârunâ } sarhoş olmuş ( suk~ kırat ve biz sihirlenmiş ( mashar ) bîr halkız", yâni bizler ( mekkeiİler tarafından ) sihirlenmiş, hipnotizma edilmişiz, denilir (Peygamber Müsâ gibi, XV II, 1 0 3 ) ; Peygamber »sihirlenmiş { m ashür) bir insandır" (X V II, 50 ; XXV, 9 ) ; Peygamber »derin bir şekilde, kuvvetle sihîrlenmîştîr ( musafıhar, XXVI, 153, 1 8 5 ) " ; Mü­ sâ hikâyesinde sihr vâsıtası ile bir hayal ( hayyala ) göründü ( XX, 69 ); XXI, 3 v. dd. ’da Peygambere karşı bir çok itham ileri sürül­ müştür— bildirdiklerinin bir sihr olması, bu bildirdiklerinin »bir rüyalar yığını ( azğas ahlam }", yâni karışık ve yatan rüyalar olması; bunları uydurduğu ( ifta râ h u ); şâir olduğu iihârın ; eski peygamberler gibi kendisinin de bir işaret ( aya ) göstermesi İstenilir : K ur'an, XXXVIII, 3 ’ te Peygambere müşrikler tarafın­ dan »yalancı sihirbaz" {sâhir kazzâb) denil­ diği söylenir; Kur'an, X L, 2 5 ’ te Müsâ aynı muameleye mârûz k alır; K u r‘an, LI, 3 9 ’da Müsâ bir sihirbaz ( sâhir ) ve bir cinni tara­ fından çarpılmış bîr m acnün’dur; s ih r’ e ekseriyâ »açık, belli" {m ubin), XXVIII, 3 6 ‘da »uydurma” ( m u fia râ ); ve LİV , 2 ’de mustamirr »sabırlı, sağlam" veya »devamlı, sürekli" veya »kaçıcı" denilir ; Kur'an L X X 1V, 2 4 ’ te ( Ktır'an ’da kullanıldığı en eski yer budur ), Pey­ gamberin bildirdikleri hakkında sihr yu şar, bir başkasından »alınan veya Öğrenilen sihir" denilir ; XXVI, 3 6 ’da sahhâr galiba »bir mü­ tehassıs, san’attan yetişme bir sihirbaz" (Mu­ sa hikâyesi ) demektir. Sihir ile Peygamber arasında bir ilgi kuran âyetler umumiyetle daha ciddî bir tetkike tâbi tutulursa, Peygamberin devrindeki fikirler ile Peygamberin bu hususta işgal ettiği mevkî hakkında bir vuzuh elde edibi. K ur'an, LXXIV, 24 hakkındaki hadîs tefsiri ( bk. İbn Hişam, Sıra, nrş. Wüstenfeld, s. 17 1 v, d ; al Bayzâvi, nşr, Fleischer, 11, 368, ıs v.d .; al- K aşşâf, nşr. Lees, II, 1548 v.d.) kâhin, macnün, şâ'ir île sâhir arasında bir fark koymağa çalışmaktadır ve şüphesiz s ih r ’in tarifi için K u r'an , II, 96 ‘dan istifâde etm ektedir; fakat, Kur'an ’daki mânalara bakılacak olursa, böyle ayırmaların imkânsız oldı ğu ve bu dört sınıfın, manevî âlem ile kendi âlemimiz arasındaki bağlar ol­ mak bakımından bîribirleri ile sıkıca bağ­ lı bulundukları meydandadır. Kâhin kelimesi Kur'an 'da yalnız iki defa geçer; her iki yerde



Mekke sakinleri tarafından Peygamber hakkm da kullanılmıştır. Bir defa ( l.Il, 29 ) macnân ile ve bir defa da ( LX1X, 42 ) ş a ir ile birhkte geçer. K ur'an, X, 2; XXI, 3 v.d. ve XXXVIII. 3 ‘te Peygambere sâhir denilir; XVII, 50 ve X X V , 9 ’da »sihirlenmiştİr" (m ashür) ve XXVI, *53. 18 5’ te »kuvvetle sihirlenmiştİr" (musahhar'.. Bu son iki tâbir, Peygamber hakkında kulla­ nıldıkları şekli ile, şüphesiz hoşa gitmeyen tâ­ birlerdir; zîrâ müfessîrler buna »ciğeri otan bir kimse", yâni alelade bir adam gibi tâlî derecede mânaları ile ilgili izahlar verirler. Ktır'an ’a, bildirdiklerine ve delillerine bir çok defalar sihir denilmiştir. XI, 1 0 ; X X X IV , 4 2 ; XL!II, 29; X LV I, 6 ; LIV, 2 ; LXI, 6 ; LX X IV , 4 ve Peygamber Müsâ, Sulaymân ve *İsâ ’ nın yaptığı gibi mâcizeler gösterme­ miştir. XXV, 9 ’da o, kâfirlere göre,, yalnızca »sihirlenmiş bir insandır"; kendisi ile berâbeı gidecek hiç bir melek gönderilmemiştir, ken­ disine bir hazîne { k a m ) de verilmemiştir; ona gıdasını alacağı, yâni gerçek olarak, haricen mevcut sihirli bir bahçe de verilmemiştir. Kur 'an, VI, 7 ’ de, kendisine kırtüs üzerinde, eller ite dokunulabilecek gerçek bir kitap verilmiş olsa idi, buna sihr diyeceklerdi; yâni onun böyle İşareti, mucizesi yok idi Sihir siyakı içindeki iki âyet ( Kur'an, X, 2 ; XXXVIII, 15 ) hâlinde de, müfessîrler, yânı al-Zamahşari ile al-Bayzâvi, bu telmihlerin mucizeler {um ar hârika li 'h 'ââa ) ile ilgili olduğuna tamâmiyle emin­ dirler, fakat Kur'an ’ın bütün temayülü telmi­ hin, Mekke sâkinlerinin fikirlerine göre, sihir­ den çıktığı ileri sürülen vahyler île İlgili oldu­ ğunu göstermekte ve bizzat bu âyetler de bu­ nu anlatmaktadır. Müslim, Sahih (İstanbul, 1333, eüz VIII, s. 229—231, Kitâb al-zuhd, hadîs 473 ’te, müş­ rik bir hükümdar ile sihirbazının {sâh ir), bîr rahibin ve bir kölenin ( ğulöm ) hikâyesi bu­ lunmaktadır : bu hikâyenin gayesi s ih r ’in ve k u fr ’ üo müşrikliğin aynı olduğunu göstermek­ tir; nitekim al-Bayzav» ( 1, 76,7), Kur'an, II. 96 münâsebeti île, sihr ile k u f r ' ü aynı sayar ve bunları kakana'nîn yanma koyar. Bu husûsta rivayet edilen hadîslerin hangilerinin Peygambere vardığını ve hangilerinin sonra­ ki münâkaşalardan meydana çıktığını söyle­ mek imkânsızdır. Müslim ’in Sahih i cüz VII. s, 13—41, Kitâb al-saiâm ı ’inde bulunan, tıp­ tan, şerîate uyan ve uymayan üfürükten ( rtıkva ), sihirden, zehirden, şayian Mardan, ğul Merden, bahâna ’den, fayra ‘ den ve f a l 'dan bahseden çok karışık bir dergiye müracaat edilebilir. Cüz 1, s. 59 ’ a gere mııiirnâ binm •’ * kaza ( »falan yıldız bize yağmur y a ğ d ırd ı") diyen kimse kâfirdir; s. 136 — 138 ’e göre, He­



SİHİR. sap vermeksizin ve hiç bir azap görmeden, cennete girecek olan 70.000 müslüman arasın­ da dağlama ve efsun kullanmamış olan ve bir de fal olmak üzere kuşların uçuşlarına bakma­ mış bulunan kimse vardır. al-Buharı, Sakili e VHj x22—140 ) ’te, tibb faslında tıptan, ta’bir a/*ru’ ya. faslında rüya lan n tâbirinden, v,b. bahs­ edilir (cüz IX, 29 v.dd,\ Peygamberin rüyada görülmesi hâlleri üe umûmİyetle rüyalar hak­ kında bk. Müslim, Sah ih , VII, 50 v. dd. ; Bu muhtelif mevzular mÜslüinanların zihninde sıkı bir münâsebet hâlinde idi ve bugün de öyle* dir. Fakat Peygamber, gerek efsun şeklinde, ge­ rek kâfir ruhlar ve cinler tarafından mâhiyeti bozulmuş vahy şeklinde tezahür eden bu hâ­ diselerin gerçekliğinden tamâmiyle emin İse de, eski akılcı kelâm âlimlerinin ( al-mu‘tazila, ahi aVkalâm; bk, mad. KELÂM) bu hâdiselerin gerçekliği hakkında pek çok şüpheleri var idi. Bu hâl İbn Kutayba ( Ölm, 276=; 889 /nin Müht a lif abfaadiş { Kahire, 1326, s, 220—235 ) 'inde, çok açık bîr şekilde, meydana çıkmaktadır. Bu hususta bk. Goldzİher, Muh. Stud,, 11, 136 v. dd. Mu’tezİlîler, akıl ve düşünce { caJçl, nazar) sahasında kalarak, Peygamberin sihir ile çar­ pıldığım gösteren hadîslere hÜcûm e ttiler: Allahın himâyesi altında bulunan ( ) bir peygamber için bu imkânsız bir şey idi. Bunun gibi, K ur'an ’da bahsedilen siair, msî. MüsS kıssası münâsebeti ile bahis mevzuu olan bir gÖz bağıcılıktan ( t a h g il) başka bir şey değil id i; K u r’an, II, 9 6 'da bahsedilen iki me­ lek Malik adlı iki insan idi ve bu suretle âyeti tamâmiyle ayrı bir şekilde tefsir etmek gere­ kirdi. İbn Kutayba, bu tutuma muhalefet ede­ rek, bütün mukaddes kitapların ve peygam­ berlerin ve sihre hemen-hemen bütün halklar tarafından gösterilen inancın şahadetlerini ; bir de aynı şekilde K u r,an} CXUI ve C X 1V sûrelerinin, al-M u'avvizatayn *in açık şahade­ tini kaydeder; ve bundan başka daha eski bâzı an’ aneîeri de zikreder ki, bunlardan biri bilhassa ilgi çekicidir: bu Hârüt ile MârÛt ’un yanında sihir öğrenmek için, B âb ü ’ e giden ve sonra pişman olarak. Peygamber ’ i bulmak üzere, Medine ’ye gelen, onu ölmüş bulunca, bü>.ün hikâyesini naklederek, 'Â ’işa ’ye hâlini anlatan bir kadının hikâyesidir Bu sihirli savik 'in hazırlanması hakkında halkiyat unsurlarını ihtİvâ eden ve Bin bir gece 'deki „Badr Bâsim ’ in hikâyesini" ve Muhammed b. Salama 'nin h a ra /â t*ını hatırlatan t bk. The Earlier H istory o f the Arabian Nights, J R A S. 1924, S- 374—379 ) aynı rivayet, bir az da­ ha tam bîr şekilde, Tabari , ölm. 3 10 = 9 2 3 ), T afsirj. I, 347, 23. 348, îo ’da bulunmaktadır;



603



bk. bir de Şa'iabi ( ölm 4 2 7 = 10 3 6 ), K işaş ölanbiyâ' (K ah ire, 13 14 ) , s. 30, t6 v.dd ; ayni hikâye mübalağalı, safsatacı ve felsefî bîr şe­ kilde Râzi (Ölm. 606— 1209), Ma fatih, I, 454, 19—28 ’ de bulunmaktadır. Bundan başka bütün hikayeler pek çok değişmektedir; her değişik şekil şüphesiz her muharririn bildiği ve dev­ rinde câri olan sihire tekabül ediyordu, alŞ arişi, Har İri ’nin Makâmat ’ı hakkmdaki şer­ hinde ( Kahire, 1314. 1, 2 1 1 ) de aynı şeyi müşâhade eder. Bununla beraber bu vakıa hadîste kabul edilmiş görünmemektedir. Eski mühim hadîs dergileri arasında yalnız Ahmed b. Hanbal (ölm, 2 4 1= 8 5 5 ) 'in Mıısnad 'İnde ( H, 1 34) H ârüt ile Mârüt hakkında bâzı bilgiler bu­ lunmaktadır ve bu hikâye orada yoktur { A. J, Wensinck in mektubu ). al-Fihrist ( 377“ ~4oo=987~~lcıo arasında yazılmıştır ) 'te sihir İle İlgili bütün mevzular geniş bir şekilde geliştirilmiş bulunmaktadır ve bunun arkasından zengin bir kitâbiyat ge­ lir. Esaslı kısım sekizinci mofeü/a’nin ikinci fa n n 'ın d e ( nşr. Fiügel, s. 308 v.d d .) bulun­ maktadır. Görünüşe göre şi’î olan ve binnetîce mu'tezîlî fikirlerin te’sirînde kalması kuvvetle muhtemel bulunan ( bk. mad. KELÂM ] muhar­ riri Muhammed b. İsh âk’m tutumu izahlarında görünmektedir. Kendisi ister şerîate uygun olsun, İster olmasın, sihirbazların sihirtn cin­ lerin ve ruhların sihirbaza itaat etmelerinin mahsûlü olduğunu tasdik ettiklerini söyler. Ma azzimün ( ‘azıma „teshir“ kelimesinden ; bu kelime ve bu bakımdan kökü Kur'an ’da bulunmamaktadır) adını verdiği şeriatı kabûi eden sihirbazlar Allaha itaat ve ona dualar ederek, maddî arzulardan vazgeçerek, zâhidce yaşayarak ve Allahın ruhlar üzerinde te’sir et­ mesi için, yeminler ile İsrarda bulunarak,-cin ve ruhları kendilerine tâbi kılmağa muvaffak olduklarını tasdik ederler; o zaman cin ve ruhlar gerek yemin ile İsrarlar sebebi ile Al­ laha itâât için, gerek korku sebebi ile itaat ederler; zîra Allahın asma' Aüsnc’sınm sahip olduğu hususiyetler (h â şşiy a ) arasında bun­ ları itaat altına alan bir şeyler vardır. Sakara ( Sâhir ’İn cemi ) adını verd’ ği şerîate uyma­ yan sihirbazlar, cin ve ruhları hediyeler (kara bin ) ve Allahın hoşuna gitmeyen, gerek ibâ­ detleri ihmal etmek, gerek kan dökmek, ya­ kın bir akraba He evlenmek v. b. gibi haram edilmiş olan işleri fi’ilen yapmak gibi, kötü İşler ile kendilerine köle hâline getirdiklerini tasdik ederler. Bu iş Mısır 'da ve komşu ül­ kelerde açıkça (z a h ir' yapılmaktadıı ve bu mevzuu işleyen bir çok kitaplar vardır. Sihir­ bazların Bâbil M ısır’d adır; İbn îshâk bunu oraya gitmiş olan ve orada bunun gerçek ka



604



SİHİR.



bntıiannı {bakaya}, İcadın ve erkek sihirbaz­ ları görmüş olan birinden öğrenmiş idi. Onun eserini muhtemel, olarak Bagdad ’da yazmış ol­ duğunu hatırlatmak gerekir; müslüman şar­ kın Mısır ’a karşı tutumu bâlâ böyledir. Şerîate uyan veya uymayan bütiih bu sihirbazlar yü­ zükler ( h avâtim ), türlü tılısırolar [ 22



SİKKfc-



kenin on yüz kalıbı ( alt kalıp) sabit, arka yüz kalıbı (üst kalıp) ise, müteharrik idi. Böylece on yüzün kalıbı bir Örs içine gömü­ lür, arka yüzün kalıbı için bir sap yapılırdı. Külçe, ayarı ve ağırlığı tesbit edildikten son* ra, parçalara ayrılır; sikke taslağı olup, pul denilen düz ve yuvarlak parçalar vücûda geti­ rilerek. bir fırında ısıtılır, sonra iki kalıp ara­ şma yerleştirilir ve üstteki kalıba çekiç ile vurularak, yazı ve tasvirler pullara basılmış olurdu. Sikkenin basıldığı yere darphâne (d ar alz a rb } denilirdi ve buralar hükümetin dâimi murakabesinde bulunurdu. Nitekim Abbasîlerden Harun al-Raşid zamanında vezir Ca'far b. Yahya ’l-Barmaki ’ye bırakılmış olan darphâ­ ne murakabesi bu şahsın ölümünden sonra, Sindi b. Şâhik ’e verildi ( ai-Makrizi, al-N ukâd al-kadimat al-islâmiya, İstanbul, 1298, s. 10; 'Abd al-‘Aziz Dür i, Târik a l-Ira k al-iktişâdi f i al-karn al-râbV al-hicrî, Bagdad, 1948, s. 216 \ Büveyh-oğullan zamanında hükümet darphâ­ neleri mültezimlere veriyordu. Hattâ Büveyhoğullarindan Muizz al-Davla bozuk sikke ba­ san Sük al-Ahvâz darphânesinin mültezeminin katlini emretmiş idi (al-Tanühi, Nişvâr al-mukazara , Kahire, 1921, I, 72). Bu darphâneler herkese açık idi. H. IV. asırda tüccar ve sar­ raflar halktan kıymetli madenleri rayiç üzerin­ den satın alıyor, bu suretle halk ile darphâne arasında mutavassıt bir vazife görmüş oluyor­ lardı. Hükümet bunlardan odun bedeli ile darp ücreti alırdı ki, bu ücret lo dirhem için bîr dirhem idi ( İshale al-Şâbi, Rasâ’il , Beyrut, 1898,1,113 v.d.j İbn al-Uhuvva, Ma'âlim al-kurba f i ahkâm al-hisba, nşr. R. Levy, London, 1938, s. 68 ). Bugün bile İstanbul darphânesin­ de bir altın Hra bastırmak için 60 kuruş, 2,$ lira için 75 kuruş, 500 kuruş yâni beşi-birlik için 1 İİra darp ücreti ödenmektedir. İslâm iyetten önceki araplarda s i k k e . Araplar bu devirde İran, Roma, Bizans ve cenubî Arabistan sikkeleri kullanmışlardır. { aî-Mâvardi, Al}kâm al-sultani ya, Kahire, 1298, s. 148 ). Hİmyari sikkelerinin her bîri bir dânak (0,708 g r .) ağırlığında idi ( J. A. Decourdeırtanehe, Etüde metrologique sur les misqales et les dirhems ar abes, Revue numismatique , 1908, s. 208 ). Araplar bir miskal gümüşe dirham [ b, bk.], altına dinar [ b, b k jj bakıra da fals diyor­ lardı. Miskalin ağırlığı 22 kırattan 1 habbe eksiktir ( yâni 50,04 m gr.; Makrizi, ayn, esr., s. 3). Dirhemin resmî ağırlığını tesbit etmek dinarın ağırlığını tâyin etmekten daha güçtür. Çünkü dirhemler hiç bir zaman sıhhat ve ih­ timam ile basiimamıştır. Dirhemin muhtemel ağırlığı 2,97 gr. Mır ( bk. / A, III, $94 )
manii m ü ellifleri, II, 2 2 3; Mecdî, Ş a k â'îk tercümesi, s, 193, haşiyede. 5, Risâla fi kal allazl ur i da f i h a vâ şî H ıkm ai âl-'ayn f î bdhş al-cihât, Ayasofya kütüp., nr, 2330/3, 6. Bayzavi ’nîn T a fs iP ine haşiye, Nuruosmaniyfe kütüp., nr. 368. Kaynaklarda adı geçme­ yen ve yalnız Osmanlı m üellifleri 'nde anılan bu son eser Sinâneddin Yusuf b. Husâmeddİn 'in eseri ile karıştırılm ış olabilir, ( krş. Nuruosmaniye kütüp, nr. 368, 300; A yasofya, nr. 4}o ). Sinan Paşa'nın bu arapça risaleleri üze­ rine biç bir inceleme yapılmamıştır. Yukarıda adi geçenlerden başka risalelerinin de bulun­ ması mümkündür. B i b l i y o g r a f y a t Metin içerisinde verilenlerden başka, Köprülü-zâde Mebmed Fuad-Şebabcddîn Süleyman, Y eni Osmanlı tarih- i edebiyatı ( İstanbul, 1332 }, s. 201— 2 1 1 ; Fuad Köprülü, Anadolu'da Türk D ili v e Edebiyatının tekâmülüne bir bakış { A k ­ şam matbaası), s. 5 1 ; Gibb, A H istory o f tfıe Ottoman P oetry, II, 25. (H a s Ibe Ma z io ğ l ü ) SİN A N P A Ş A . SİN  N P A Ş A , K O C A , ( * 5 2 0 ? —• 1596), O s m a n l ı s a d r â z a m ı . Y e m e n f a t i h i . Ali adındaki köylüsünün oğlu olup, A rnavu tlukta’ta Luma eyâletinde, Top oyani 'de dünyaya gelmiştir (bk. Haşan K aleşi, V tliki Vezir K o iz a Sinan-paşa,.., G ju rmime  lbanologjıke, Priştine, 1965, s. 144; D etvino’da doğduğu iddiası için bk. Matteo Zane, Relazione, E. A i beri, Relazioni d egli ambasciatori V enetial Senato, 3. seri, III, 420). Doğum tarihî k at'î olarak bilinmemekte ise



PÂŞÂ. de, bizzat kendi ifâdesi ile, ikinci sadâretinde 70 yaşında bulunduğuna göre. { Murad l 11, ’a takdim ettsği bir te lh îsi: Süleymaniye kütüp, E s'ad Efendi, nr. 2236, var. 40b ), 1520 yılla­ rında doğmuş olmslıdır. Küçük yaşta devşir­ me olan Sinan, enderuna intisap etmiş v'e her hâlde kendisinden önce haremden yetişen tğabeyi A yaş P a ş a ’ nm da yardımı ile, kısa za manda bir çok merhaleleri katederek, Kanunî Süleym an’ın çaşnigir-başıhğma kadar yüksel­ miştir. Malatya sancak beyliği ile saraydan ay­ rılmış ve sırası ile, Kastamonu, Gazzc ve Nablus sancak beyliklerinde bulunduktan, sonra* Erzurum beyler-beyiliğme tâyin edilmiş, fakat çok geçmeden H a !e b ’e, oradan da Mısır beyler-beyiliğine nakiolunmuştur ( cemâziyelâhır 975 — kânun I, 1567 sonları). 1 Sinan Paşa ’mn Kahire 'ye vardığı sıralarda^ Yemen Me İmam Mutahhar *m isyâm ciddiyet kesb ettiğinden, Şam bey!er*beyi Lala Mustafa Paşa [ b. bk. ], vezâret payesi ile, Yemen serdarlığına tâyin edilmiş idi { bk. mad. SELİM II. ]. Ancak Lala Mustafa ’ nm emrine tahsis olunan kuvvetlerin büyük kısmı Mısır askerlerinden teşkil edildiği gibi, serdâra verilen terakki ve tahsislerin de yine Mısır hazînesinden: te’diyesi emrolundu. Bu hâl esasen ağabeyi A yaş Paşa ’nın katledilmesinde Lala M u stafa’ yi: baş­ lıca müsebbip addeden ve muarızının muhte­ mel bir muvaffakiyetini kıskanan Sinan Paşa ’yi serdar aleyhine bâzı tertiplere şevketti ve Lala Mustafa ’ nın Kahire ’ye varışında Yemen isyânını bastırmak için nasıl hareket edilebile­ ceğini tesbit gayesi ile toplanan divanda: bu ihtilâf daha da büyüdüğünden, her ikisi de yekdiğerini Bâbıâli ’ye şikâyete başladılar. Ne­ ticede Yem en'e gitmek hususunda taallüi gös­ teren Lala Mustafa Paşa azledilerek ( tafsilât için bk Şerafeddin Turan, L ala M ustafa Paşa hakkında notlar ve vesîkalâr, B elleten, sayı 88, s. 562—369 ), Yemen serdarlığı, vezâret' pa­ yesi ile, Sinan P a ş a 'y a tevcih edildi ( 21 safer 9 7 6 = 1 5 ağustos 1568 tarihli hüküm ve ser darlık berâtı için bk. Başvekâlet arşivi j'.ğfuhimme, VII, vesika 1907, 1922). Ş a n V beyîerbeyiüğine tâyin olunan özde mir-oğlu Osman P a ş a ’ nın Ta'izz kalesini istirdat etmesinden sonra, 976 recebinde (kânun I. 1568/kânun II. 15Ğ9) Mısır 'dan hareket ile, Mekke Üzerinden Y em en'e varan Sinan Paşa önce buradaki Kahire kalesini âsilerden aldı ve İskenderiye kaptanı Kurd-oğiu Hızır ’ ı denizden, ümerâdan Mamı Bey 'i de, bir mikdar kuvvet İle, karadan sevkederek, Mutahhar 'm adamlarından- K a­ sım 'ın etinde bulunan Aden ve mülhakatım zabtettîrdi ( zilkade 976—mayıs 1569)* Kendi aleyhine bir tertip hazırlanmasından .çekinen



âİNAN PA§Â.



ih



özdem ir-oğlu’ nun çekilip-gitmesinden sonra 9 8 2 ) ’te İstanbul’ dan hareket ile, Calabriâ ve da, Mutahhar in terketmiş olduğu Şan'â1 ’yı ele Messina taraflarını vurduktan sonra, 22" tein­ geçirdi ( 2Ğ iemmûz 1569), Kavkaban şehrinin in âzda (2 rebiülâhır) Halkulvad önlerine va­ zaptedil meşine rağmen, kalesinin uzun müddet rarak, kaleyi muhasara altına aldı. Halkulvad, mukavemet etmesi yüzünden, Sinan Paşa Y e­ 33 gün süren bir mukavemetten sönra. 24 ağus­ m en’de kışlamak zarûretini duydu ve nihayet tos 1574 (6 cemSzîyelevveî 9 8 2 )’ te hücum ile bu kalenin de sukutu (18 mayıs 1570 ) üzerine, zapt, Muhammed Bey esir, îğtinam edilen top­ İmam Mutahhar, kendisine küçük bir arpalık lar donanmaya haki ve kale tahrip edil idi. Bu­ verilmesi şartı ile, ita ata mecbur bırakıldı. İki­ nu takiben ispanyollar tarafından inşâ edilmiş ye ayrılmış olan Yemen beyier-beyİliği tekrar olan civardaki iki küçük kale de: ele geçirile­ birleştirilerek, sabık Gazze beyi K a fa Şahin rek, Tunus ’ un fethi tamamlandı ve b’e yîer-beyiMustafa Paşa-zâde Behram P a ş a ’ya tevcih liği Ramazan P a ş a ’ya verildi. Boylece unva­ edildi ve yeui bir isyan hareketine mâni ol­ nına «Tunus fatihi" sıfatını da ilâve ettirmeğe mak gayesi ile de, bütün urban şeyhlerinin muvaffak olan’ Sinan Paşa teşrin 1. ortaların­ dâima beyier-beyiiin yanında bulunmaları şart da, zengin ganâiıh île, İstanbul ’a avdet etti koşuldu. Bundan sonra, 15 7 i şubatında Zabid ( tafsilât için bk. Kâtip" Çelebi, Tuh{ at al-ki’den hareket eden Sinan Paşa, Mekke ve Me­ hâr f i asfâr al-bihâr, İstanbul, 11 4 1 , s 97 dine ’ yi ziyaret ed'p, hacı olduktan ( bk. Sela­ v. d . ). Tunus ’ta gösterdiği muvaffakiyetten dolayı nik!, Tarik, İstanbul, 128î, s. 98) sonra, yine kendisine tevcih edilen Mısır beyler* bey İliği pâdişâhın iltifat ve ihsanına nail olan Sinan vazifesini devralmak üzere, Kahire ’ye döndü. Paşa, vezirlik derecesinde de terfi ederek, - Bu sûretİe Yemen ’i ikinci defa Osmanlı hâki­ dördüncü vezirliğe yükseldi. Ancak rakibi Lala miyeti altına almağa muvaffak olan Sinan Pa­ Mustafa Paşa da «Kıbrıs fatihi" unvanı ile şa «Yemen fatihi" unvanı ile şöhret kazandı. divari-ı hümâyûnda bulunuyor ve vezîrlîkm erŞâir Nihâi!, Feth-nâme-i Yemen ve Rumûzî, tebesinde ondan bîr Önceki üçüncü sırayı işğâl : Tarih-i Yemen adlı manzûra eserleri ile bu ediyordu. Şah Tâhmasp ’ın ölümünü takip eden fethi tebcil' ettikleri gibi, arâp müverrih ve saltanat mücâdelelerinden istifâde ve Şah îsseyyahı Kutb al-Din al-Makki de, bizzat Si­ mâ'ü l l . ’ ın ahdinden dönmesi vesile'ittih âz nan P a şa ’nın telkini ile kaleme aldığı aUBark edilerek, İra n ’ a harp ilâm bahis mevzuu Ol­ al-yamâni fiH ~fath al-'O şm âni adındaki ese­ duğu vakit, Sinan Paşa, tıpkı Lala Mustafa Paşa rini (Portekizce tercümesi ile birlikte, kısmen gibi, yeni bir s er dar lığın İe’ min edeceği im­ D. Lopez tarafından neşredilmiştir: Lizbon, kânları nazar-1 itibâra alarak, seferin lehinde 1892) ona ithaf etti. Çok geçmeden de Sinan bulundu ve neticede Sokuliu Mehmed P a şa ’ nm ‘ Paşa, yedinci vezirlik payesi ile, „kubbe-nİşin" mubâlefetine rağmenj harbe karar verilince, Lala Mustafa Paşa İle birlikte, serdar tâyin oldu ( zİlhiccfe sonu 980 = 2 mayıs i$73 )* ' Bu sıralarda Tunus’takİ Halkulvad ( Goîetta, olundu (20 safer 985—9 mayıs 1577 ). O za­ La G oulette) kalesini ellerinde bulunduran is- mana kadar tatbik edilmemiş bir tarzda’ İran panyollar ile, garbî Akdeniz hâkimiyeti meşe* seferine iki serdar bîrden tâyin edilirken, bun­ - leşine dayanan mücâdele yemden alevlenmiş ların mmtakaları da biribirinden ayrılmış, Lala ve 1572 son baharında, Don Jüan kumandasında­ Mustafa Paşa ’ya şimâl-i garbiden, Erzurum ki bir Ispanya donanması, Kıbrıs seferi esnâ- Üzerinden Şirvan vilayetini fethetmesi emredi­ smda Üfuç (K ılıç ) Ali Paşa tarafından zapte- lirken, Sinan Paşa da cenûb-i garbîdeü, yâni dilmiş olan Tunus şehrini ele geçirerek, bu­ Bağdad ve Şehrizor taraflarından'liran içlerine rasını tahkim ve hükümdarlığını da Mevlay girmeğe me’niûr edilmiş, ayrıca ber 'serdarın Haşan ’ın oğlu Muhammed ’e vermiş idi. Ve­ emrine verilecek kuvvetler de tesbit ölünmüş nedik sulhunu niüteâkib, H alkulvad'in feth ve idi. Fakat serdarlığı fek başlarına elde etmek ' teshiri ile, Tunus ’un kurtarılmasına karar ve­ isteyen bu eski iki rakip, daha İstanbul ’dâ iken, rilince, Kılıç Ali P a şa ’ya büyük bir donanma ihtilâfa düştüler. Murad 111. anlaşmazlığın halli­ ' hazırlaması emredildi ve gönderilecek bütün ni Sokuilu Mehmed P a ş a ’ ya havale etti ise de, kara ve deniz kuvvetlerine de Sinan Paşa ser­ sadrâzamın huzurunda yapılan toplantıda Si­ dar tâyin olundu ( serdarlık berâtı için bk. Â. nan Paşa, seferin ilk senesinde Tebriz ve Şir­ Ferîdun, Mnnşa’ öf al-salatin, İstanbul, 1275, v a n ’ı, ikinci yılmda İse, Hemedân ve Isfahan II, $7o— 572 ).. Padişah Selim İl. tarafından ka- taraflarını fethedeceğini taahhüt etmek' gibi i ût ve hil’at ile taltif olunan serdar Sinan Pa- büyük bir ataklık gösterince, serdarlıktan az! ’ a, yapında Kılıç Alı Paşa olduğu hâlde, 268 olunup, Iran serdarlığı Lala . Mustafa Paşa ’ nın kadırga, 15 kalyon ve 15 mavnadan raüteşek- uhdesinde birleştirildi ( 22 şevval 985—2 kanun il donanma ile, 13 mayıs 1574 ( 2 1 muharrem II. 1 5 7 8 ). Bununla beraber, Lata Mustafa Pâ-



SİNAN PA$Â. ş a ’nm ilk muvaffakiyet'erme rağmen, seferin ikinci yılında Şirvan ’ ın elden çıkması ve Os­ manlI kuvvetlerinin taarruzdan müdâfaaya geç­ mek zarûretinde kalması Sinan P a şa'y i ser­ dar aleyhine harekete geçirdi ve S o kulla ’nun öldürülmesi üzerine, sadrâzam olan Ahmed Paşa da bu telkinlerin tc’sîri altında kaldığın­ dan, Lala Mustafa Paşa azledilerek, İran ser­ darlımı Sinan Paşa ’ya tevcih olundu (987 şa­ ban ortaları™ 1579 teşrin 1. başları, tafsilât için bk. Ş. Turan, ayn, esr,, s. 58 1—59ü ). Si­ nan Paşa, kumandayı kendi nâmına devralması için, V an 'd an ma’ zul Husrev P a ş a ’yı serhadde gönderdikten sonra, 2$ nisan 1580 ( 1 0 rebiülevvel 988 ) ’ de Üsküdar ’a geçerek, şarka hareket etti. Şah ‘ Abbâs ’a gönderdiği bir mektup ile, serdar tâyin edildiğinden bahisle onu harp meydanına dâvet etmesine ( bk. Fe­ ridun Bey, 11, 279 — 2 8 1) rağmen, Erzurum ’a vardığında, Maksud Bey riyasetinde bîr İran sefâret heyetini kabûl etti ve bu heyeti İs­ tanbul’a gönderdi. Bu sırada Osmanlı payi­ tahtında umulmadık hâdiseler cereyan etmiş ve Ahmed Paşa ’nın ölümü üzerine, Lala Mus­ tafa Paşa sadâret vekâletine getirilmiş, bu da Lala Mustafa Paşa ile Sinan Paşa taraf darlan arasında yeni bir mücâdelenin başlamasına se­ bebiyet vermiş idi. Sonunda, Sinan Paşa sadâ­ rete tâyin olunarak, mü Sır-i hümâyûn kapıcı­ lar kethüdası Yemişçi Haşan A ğa ile kendi­ sine gönderildi { 18 cemâzİyelâhır 988 —31: tem­ muz 1580 Sadrazamlık müjdesini Toman's boğazında alan ( 14 receb = 2$ ağustos) Sinan Paşa, T iflis’ e kadar ilerledikten sonra, kışla­ mak üzere, Erzurum 'a avdet ve bir sulh elde etmek için, Iran şahı ile muhaberata girişti. Bu sebeple de, ertesi yıl yapılacak seferi te­ hir edip, 150.000 altm değerinde zengin ga­ nimet i!e ( Telhisât, 32“ ), İstanbul ’a döndü ( 24 cemâziyelâhır 989—26 temmuz 15 8 1). Fa­ kat İran ile ümit edilen sulbün takarrür et­ memesi ve üstelik Gürcistan ile Şirvan ’tn teh­ likeye mâruz bulunması karşısıDda. 6 kânun I. 1582 ( 10 zilkade 990 ) 'de sadâretten az! ve bir müddet sonrada, »İstanbul zahiresine sıklet vermemesi için", Malkara ’ya nefyolundu ( Se­ lanik!, s. 169 v.d ). Sinan Paşa M alkara’da 4 sene kadar kal­ dıktan som a, kendisini tutan harem mensup­ lan ve takdim ett’ği hediyeler sayesinde, pa­ dişaha yeniden hulul etmeğe muvaffak oldu­ ğundan, Şam bey!er*bey:liğine tâyin edildi (zil­ hicce sonları 994=kânûn I. 1586). Züyuf akçe meselesinden dolayı patlak veren sîpâhî isyanı ne t :e esin de, Siyavuş Paşa azledilince de, Sinan Paşa ma'zûten Üsküdar 'da otururken, 14 ni­ san 1588 ( 17 cemâziyelevvei 9 9 6 )’ de ikinci



defa sadârete getirildi. Sinan Paşa nıu 3 sene. 3 ay, 19 gün devam eden bu dtfaki sadrazam­ lığında, Iran şahı 'A bbas 1. 'tn sulh, talebi ka­ bul ve İstanbul ’a gelen elçisi Mehdî Kulı Han ’a bir sulh ahid-nâmesi verilerek ( 2 1 mart 1590, metin için bk, Feridun Bey, II,..: 24,9^252}, 1578 ’den beri süregelen İran harplerine muvakkat bir müddet için de olsa, nihayet verildi. Diğer taraftan Sınan Paşa, İmparator­ luk dâhilinde muattal duran bir çok. mâden ocaklarını tekrar işletmek ve mahallî darphâ­ neler açmak sûretı ile, sikkenin ayarını düzelt­ meğe muvaffak oldu { Telkisât, 37a ). Bundan sonra, Kanunî Süleyman zamanında girişilmiş, fakat Macaristan hâdiseler! dolaytsı ile terk­ edilmiş olan mühim bir teşebbüsü yemden ele alarak, Sakarya nehri vâsıtasıyla Marmara ile Karadeniz ’i birleştirmek istedi. Bununla daha çok gemi inşâsında kullanılan kerestelerin sör’atle nakli ve İstanbul’ un odun ihtiyacının kolay­ lık ile karşılanması isteniyordu ; ama tasavvu­ run tahakkuku hâlinde, diğer bîr takım t'cârîiktisâdî menfaatlerin de te’mîn edileceği şüp­ hesiz idi. Sınan Paşa, Murad III.’ın da muva­ fakatini aldıktan sonra, Kerez ( Kiraz, K ile z ) deresinin Sapanca gölüne ve Sapanca gölünün de İzmit körfezine akıtılması için, mahallinde keşif yapmak üzere, mimar ve mühendislerden mürekkep bir heyet gönderdi ve Sakarya ’dan Sapanca golüne kadar 9.600, gölden Marmara ’ya kadar da 22 000 zira uzunluğunda bir ka­ nalın açılması gerektiği t es bit olundu; (bk. Muhammed b. Muhammed, Nuhbat aV iavörih va H-ahbâr, İstanbul, 1276, s. 166), Hafriyata karar verilince (25 rebiülevvel 99 9= 21 kânun H. *591 ), bunun bîr yılda bitirilmesi için, tı­ marlı sipahilerin hizmete çağırılarak, 30.000 kadar usta ve amele toplanması muvafık gö­ rüldü ve Sokullu-zâde Haşan Paşa mübaşir tâyin edilip, hemen işe başlanıldı, Sinan Paşa, Çalışmaları bizzat görmek İçin, hafriyat ma' halline giderek, 3 gün orada kaldı; fakat av­ detinde, başta Ferbad Paşa o^mak üzere,, kapudan-ı derya Haşan Paşa ve dârüssaâde .ağası Mehmed A ğa gibi sadrâzam aleyhdarian, rea­ yanın mihnet ve meşakkat çekeceğini ileri sü­ rerek, pâdişâhı bu teşebbüsten vaz geçirdik­ lerinden, Akdeniz ’e çıkartılacak donanmanın hazırlığının daha mühim olduğu mülâhazası ile, Sakarya kanalı hafriyatından feragat olun­ da { 16 cemâziyelâhır 9 9 9 = 11 n;san 159 1, taf­ silât için bk. Safvet, Karadeniz-Izm it k ö rfezi kanalı, T O E M, sayı 15, s. 948—956; krş. İsmail Hakkı Uzunçsrşılı, Sakarya nehrinin İzmit körfezine akıtılm asiyle Marmara ve K a­ rad en iz *^ birleştirilm esi hakkında, Belleten, sayı 14— 1 5 ,8 . 150— 157 ). Bu sû t etle mevkii



SİNAN PAŞA. sarsılan Sinan Paşa sadârette daha azan müd­ det kalamadı ve 2 ağustos 1591 ( t i şevval 999 ) 'de mühr-i hümâyûn, kapıcılar kethüdası Veli Ağa vâsıtası İle, kendisinden alınarak, Ferhad P a ş a ’ya verildi. Üstelik, vezir olduk­ tan sonra, Şam, Safed, Üsküb, Dukakİn, Ana* dolu ve Erzurum eyâlet ve sancaklarında yap­ mış olduğu bütün vakıflar „bavass-ı hümâyûn için" zabtediîerek, kendisi de yine Malkara ’ya gönderildi, Sinan Paşa ’nm bu seferki menfa hayatı 18 ay kadar sürdü. Hattâ, bir yeniçeri fitnesi do* layıss ile, Ferhad Paşa aztedildîğinde, onun tekraT sadârete getirilmesi bahis mevzuu oldu ise de, sükûnetin bir an evvel te’sisi mecburi­ yeti karşısında bundan vazgeçilerek, mühr-i şe­ rif Siyavuş Paşa ’ ya verildi. Bundan başka, Ferhad Paşa ’nıa şark seferindeki masrafları yüzünden teftiş edilmesi yoluna gidilince, bu­ nun Sinan Paşa ’ya havâlesi istendi; fakat o, İstanbul ’a gelmesinin muhtelif dedi-kodulara sebebiyet vereceğinden bahis ile, bunu kabûl etmediği gibi, sadârette bulunmuş olan biri­ nin teftiş edilmesinin bir su-i misâl teşkil ede­ ceği mütalaasında da bulundu. Çok geçmeden, uiûfe tevziini bahane eden sipahilerin ayaklan­ ması yüzünden Sİyavuş Paşa mevkiini kayb­ edince, kapı kulları tarafından tutulan Sinan Paşa, 29 kânûn H. 1593 (2 5 rebiütâhır 10 0 1) 'te üçüncü defa mühr-i hümâyûna nâil oldu ve 3 şubatta Malkara ’dan İstanbul ’a gelerek, sa­ dâret makamına oturdu ( Naîmâ, Tarih, İstan­ bul, 1280, I, 78). Ferhad Paşa ’nm iranlılara karşı kazandığı zaferleri kıskanıp, mevkiini tahkim etmek İçin unvanlarına bir üçüncü „fâtih “ daha ilâve et­ mek isteyen Sinan Paşa, Avusturya imparato­ ru Rudolf 11. ’un ı$68 muahedesi ile te’kıd edilmiş olan 30.000 dukalık senevî vergiyi Öde meyeeeğİni bildirmesini ve Bosna beyler-beyi Telli Haşan P a şa ’ nm hudut akınlarından birin­ de bozguna uğrayıp maktul düşmesini ileri sü­ rerek, Murad III.’ı A vu stu rya’ya karşı harbe teşvik etti ve padişahın emri ile toplanan meclis*i meşverette, Ferhad Paşa ile Hoca Sâdeddin ’in ve şeyhülislâm Bostan-zade Muhiddin ’in Iran harpleri dolayısı ile askerin yor­ gunluğunu ve mâlî imkânların darlığı karşı­ sında, yeni bir sefere girişmenin yersiz ve güç olacağını tebarüz ettirmelerine rağmen, Beç (V iyan a) kıralım esir alıp, âsıtâneye göndere­ ceğinden bahisle fikrinde İsrar ve harbin ilâ­ nında müessir oldu ( bk. Peçevî, Tarih, II, 132 v. d .). Avusturya seferi serdar lığını üzerine alan Sinan Paşa, ordunun hazırlanması için gelecek baharı bile beklemeden, 12.000 yeni­ çeri ve bir kısım kapı-kulu sü v ârîsi ile, 12 Islâm Ansiklopedisi



t>n



temmuz 1593 ( 12 şevval iöûi ) ’te, "büyük bir merasim üe, İstanbul ’ dan hareket ile, Belgrad üzerinden hududa vardı ve Pespirim ( Veszprem ; 1 0 muharrem 1 0 0 3 = 6 teşrin I. *593 ) ve Palota {18 m uharrem =i4 teşrin I.) kalelerini kolaylık ile zaptetti ise de. kişm yaklaşması üzerine Bu din ’e, oradan da Belgrad ’a dönme­ ğe meebûr oldu. Fakat serdârın çekildiğini gören avusturyalılar, İstolni-Belgrad ( Stuhlweİssenburg ) ’ı muhasara edip, yardıma gönderilen Osmanlı kuvvetlerini bozdukları gibi, Neograd kalesini zapt ve Estergon ile Hatvan ’ı muha­ sara ettiler. Bu vaziyet karşısında Sinan Paşa merkezden yeni kuvvetler istemek zorunda kal­ dı ve o zamana kadar yeniçeıi ağalarının, pa­ dişahın iştirak etmediği seferlere gitmeleri ,.kanun" ( âdet } değil iken, işin ehemmiyetine mebni, yeniçeri ağası Lala Mehmed Paşa ku­ mandasında takviye kuvveti gönderildiği g ib i,. Kırım banı Gâzî Giray ’a da serdâra yardım et­ mesi emrolondu. 1594 baharında B elgrad ’ dan hareket eden Sinan Paşa T ata kalesini zapt { 3 zilkade 1002 = 21 temmûz 1594) ve Kırım hanı geldikten sonra da Yanık (Raab, Gyor ) üzerine teveccüh ederek, burasını muhasara altına aldı. Yanık kalesi, 2 ay süren bîr mu­ kavemetten sonra, 27 eylül 15 9 4 (12 muharrem 1003 v’te feth edilerek, eyâleti İskenderiye sancak-beyi Osman Paşa ’ya verildi ve muha­ fazası İçin yeter mikdarda kuvvet bırakılarak, tekrar Belgrad ’a dönüldü. Bu sırada, Murad III. ’m vefatı üzerine, Osmanh tahtına Mehmed III. cütfis etmiş ve sa­ dâret kaymakamı olarak İstanbul ’da kalmış olan Ferhad Paşa, yeni padişaha hulul imkânı­ nı bulduğundan, t6 şubat 1595 (6 cemâziyelâhır 1003 ) ’te kendisine sadâret tevcih edilerek, mühr-i cedîd verilmiş, bu sûretle azlolunan Si­ nan Paşa ’om da Malkara ’ya gitmesi ferman olunmuş idi. Sinan Paşa azl ve nefy emrini Belgrad ’dan İstanbul ’a gelirken, yolda tebellüğ ettiğinden, mühr-i atîkî teslim ile menfasına çe­ kilmek mecburiyetinde kaldı. Bununla beraber onun bu seferki ma’zûtiyetî ancak 5 ay kadar devam etti ve başta, ikinci vezir İbrahim P a­ şa olmak üzere, şeyhülislâm Bostan-zâde, ka­ zasker Bakî Efendi, vüzerâdan Cerrah Meh­ med, Haşan ve Cigala-zâde Sinan Paşa’Iar gi­ bi kuvvetli taraf darları mu yardımı ile, 7 tem­ muz 1595 (şevval sonu 1003 ) ’ te dördüncü defa sadarete getirildi. Ertesi gün Malkara ’dan İstanbul’a gelip, işe başlayan Sinan Paşa, bundan evvelki sadâretinde yaptığı gibi, rakip­ lerini vezâret mevkilerinde ibka etmenin aksi­ ne, onları bertaraf etmeği tercih ile, âsî Eflâk voyvodası Mi hal ile gizlice ittifak etmekle it­ ham olunan Ferhad Paşa ’yi katlettirdi. Diğer 43



■674



SİNAN PAŞA.



taraftan, Avusturya cepbesİ serdarlığmı oğlu Rumeli beylerbeyi Mehmed Paşa ’ya vererek, sadâretinin İkinci haftasında Eflâk üzerine ha­ reket eden ( n zilkade 10 0 3 = 18 temmûz 159 5) Sinan Paşa, Bükreş ve Tergov>şte ’ yi işgal et­ mekle beraber, Mihal ’i ele geçi rem ediği gibi, mukabil bir taarruza girişen Eflâk kuvvetleri karşısında pek çok zayiat vererek, geri çekil­ mek zorunda kaldı; üstelik Yergöğîi kalesi de Mihal tarafından zabtedildi ( 1 0 safer 1004 — 15 teşrin I. *59$). Buna muvazi olarak, oğlu Mehmed Paşa da Avusturya cephesinde mu­ vaffak olamamış ve Estergoa kalesi elden çık­ mış idi. Baba ile oğulun bu mağlûbiyetleri sebe­ bi ile Sinan Paşa 19 teşrin U. ı$9$ ( 16 rtbiülevvel 1004 ) ’te azl ve yine Malkara ’ya nefyedildi. Ancak halefi Lala Mehmed Paşa tâyininin onuncu günü vefat edince, Sinan Paşa beşinci ve son defa olarak sadrazamlığa getirildi (25 rebiüîevvel=28 teşrin I£.). Avusturya cephe­ sinde zafer kazanmanın zorluğunu tecrübe et­ miş bulunan Sinan Paşa bu defa serdarlığa heves etmediği gibi, rakiplerinin sefere m e­ mur edilmelerine mâni olmak için de, vezîr-i âzam veya diğer bir vezirin serdar tâyin edil­ mesinin vtizerâ arasında kıskançlık ve tefrika yarattığım öne sürerek, Mehmed İH. ’i bizzat sefere çıkmağa teşvik ve Hoca Sâdeddin ’in yardımı ile, pâdişâha bunu kabul ettirmeğe mu­ vaffak oldu, Lâkin sefer hazırlıkları ile uğra­ şıldığı sırada, 3 nisan 1596 (4 şaban 1004; krş, Peçevî, H, 19 0; Naîmâ, I, 138 ) çarşamba günü vefat etti ve cenazesi ertesi günü Ayasofya ca­ miinden kaldırılarak, Divan-yoîu’nda Parmakk ap ı’da inşâ ettirmiş olduğu türbesine defnohındu. ölümünde 75 yaşında olup, muhtelif tarihlerdeki sadâreti 8 sene, $ ay tutmaktadır. îri-yarı, gür sakallı, görünüşü itibarîyle se­ vimli olan Sinan Paşa iyi bir tahsil görmemiş olup, tabiaten de haşin ve mağrur idi. Onun sadâretine kadar, vezîr-i âzamların Kırım han­ larını yaya olarak istikbal etmeleri teamülden iken, o Avusturya seferinde orduya gelen Gâzî Giray ’ı at üzerinde karşılamış, bu sûretle bana kendisi ile müsavi, hattâ dûn muamele etmiş­ tir. Yeniçeri ağalarının serdar ile birlikte se­ fere me’mûr edilmeleri onun devrinde başladığı gibi, evvelce ancak padişahın bizzat iştirak ettiği harplere gönderilen defterhânenin pâdi­ şâhın bulunmadığı seferlere de gönderilmesi yine onun Avusturya serdarlığmda „kanun“ olmuştur. Sinan Paşa bilhassa ecnebi sefirlere o derece sert muamele etmekte idi kî, bu yüzden muasırı bir çok müşahitler tarafından hırîstiyan düşmanı, hattâ maceraperest bir in­ san olarak tavsif edilmiştir (bk. Gianfrancesco



Morosİni, Relazione deli’ ambasceria a Costaniinopoli, Venedik, 1854, s. 37 v. d .; Relazione delTlmpero ottomano delV anno 1 5 7 9 ; E. Alberi, ayn, esr., IH/ı, 446 ). Bütün bunlara rağmen cesur ve sür’at-i intikal sahibi olduğu, impa­ ratorluğun bütün kuvvet kaynaklarını ve aynı zamanda kendisini ikbâle götürecek maddî ve mânevi yollan gâyet iyi bildiği için, mâruz kaldığı badireleri atlatarak, müteaddit defa sa­ dârete gelmeğe muvaffak olmuştur. Saray men­ suplarına takdim ettiği kıymetli hediyelerden başka, Saray burnu sahilinde mimar-başı Davud A ğa ’ya yaptırttığı (9 9 7 = 1589) ve İznik çini­ leri ve altın nakışlar ile süslü olup, kendi adı­ na izafe edilen, aynı zamanda, kubbesinin iç kısmında asılı bîr salkım inci dolayısı ile, İn­ cili köşk diye de anılan muhteşem köşkü ( Ahmed Refik, Türk mimarları, İstanbul, 1937, s. 27 v .d .; krş. P. G. înciciyan, trc. H. Andreasyan, X V III. asırda İstanbul, İstanbul, 1956, s. 23 ) Murad 111, ’a hediye etmiş, harbin dev­ let hazînesine fazla yük olmaması için, yüksek ricalin birer kadırga teçhiz etmelerini isterken de, kendi parası ile bir amiral gemisi donat­ mak suretiyle buna ön~ayak olmuştur. Sinan Paşa ’mn serveti o kadar çok idi ki, balk ara­ sında kendisinin üm-i kimya bildiğine ve bu yoldan zengin olduğuna inanılmış idi. V efa­ tında, Ğ00.000 duka altından başka, 20 sandık zeberced, 61 Ölçek inci, 600 samur kürk ve milyonlarca akçe tutan diğer kıymetli eşya bı­ rakmış idi ( bunların tavsifi için bk. H. F. v. Dıez, Denkzuürdigkeiten von Asien, Berlin, 18 11, 1, 10 1 v.d ,; krş, J. v. Hamtner, D evlet-i Osmaniye tarihi, türk. tre., VII, 210 ). Ancak bu muazzam servetini vakıf ve imâr işlerinde kullanmaktan geri kalmamıştır. Türbesinin ya­ nında bir medrese ile yine Davud A ğa ’ nuı eseri olan zarif bir sebil (10 0 2 — 15 9 3 ; bk. A. Refik, ayn. esr., s. 28 v .d ), Eyüp civarında bir cami (987—1578; bk. Hüseyin Ayvansarâyî, Hadilçat al-cavâmV, II, 2 1 ) He yüksek bir kasr ve medrese odaları, Kasım paşa'da, Üsküdar İhsaniye ’de kendi adı ile anılan ma­ halle { H. Ayvansarâyî, ayn. esr., II, 226), Dim­ y a t ’ ta, Yem en’de, S elan ik ’ te birer cami, Mek­ k e ’de bîr çeşme, L ârend e’de bir hamam yap­ tırttığı gibi, başta Malkara olmak üzere, Filibe, Bursa, Mihalîç, Birecik, Haleb, Şam, Trabhısşam ’da, Van 'da ve hattâ Tebriz ’de bîr çok vakıflar te’sis etmiştir ( bk. Tahsin ö z , Topkapı sarayı müzesinde Yemen fâtih i Sinan P a­ şa arşivi, Belleten, sayı 37, s. 1 7 1 — *93). Bir vakfiyesine ( krş. Haşan Kaleşi, V eliki vezir K o dza Sînan-Paşa, njegove zadazleine in je g o v a vakufnam e, Albanoloska istrazivanja, br. 2, s. 105— 144) göre, Üsküb civârmda K açanik’ te



SİNAN PAŞA — SİNCABİ.



675



bir cami, bir medrese yaptırmış ve bunlara bir ropa ( Gotha, 1855 )• HI, fihrist. hamam, iki has v.b. ile Priştîna ’da bir hamam ( Ş er a fed d İn T u ran .) vakfetmiştir. Bunların dışında, İstanbul ’daki S İN A Y . t Bk. tü r sİNÂk] S İN C A B İ. S İN C A B İ ( S e n c â s I), KirmSnTophane ’ yi kendi parası ile tâmır ettirmiş ( Telhisât, 32a î ve halkın ricası üzerine, 30.000 ku­ şâh ’ın İran bölgesinde b i r k a b î l e . Sinca­ ruş sarfı ile Uzuncaova ’daa Filibe ’ ye giden bı Ter yazın M âhidaşt ovasında, CvânrÜ kazası derbend ’ de 2 han, bir cami, İmaret, 2 hamam dâhilinde çadırlarım kurarlar, kışın Dİyâla ’ nîn ve dükkânlar inşâ ettirmiş ve burasını şenlen Hânikin yakınında kendine katılan sol kolu dirmek İç’ n, Anadolu ’daki Yaban-ovası ’ndan Alvand { Halavân, eski Huîvân, bk. mad, SE150 haneyi nakl ve iskân etmiştir ( Naîmâ, RİPUL ) ’in cenubuna geçerler, Sincâbî Terin ot­ 1, 82 ) lakları burada, Sarpul ’ den Ak:-dağ ve Bağçe, B i b l i y o g r a f y a ' , Metinde zikredi­ K atar ( Hânikin ’in cenubunda } dağlarına ka­ lenlerden başka, Â lî, Kanlı al-akbör, yazma dar yayılır ve cenupta KaLa-naf t ’a ulaşır, 19 13 nüshalar, Selim İL, Mebmed İli. devri veka- ’tekİ Türk-Iran hudut anlaşması bu kabîleDİn y ii; ayn. mil., Nusret-nâme (Topkapı, Re­ kışlaklarının bir kısmını Türkiye tarafında bı­ vân kütüp., nr. 1298 ’ ; Setânikî, Tarih, yaz., rakmıştır. Sincâbî Ter, A lv a n d ’in sağ kıyısı tür, ye r; Müneccim-başı Ahmed, Şahtffif üzerinde, Kaşr-i Ş i r i n ’in şimal ve garbında aUakbar { türk. trc. ), İstanbul, 1284, İli, tur. şimdiki Iran-Irak hududuna kadar dar bir şe­ yer.; Sotak-zâde, Tarih (İstanbul, 1298), ridi işgal etmektedirler. Orada köyleri vardır. Bn kabîle 12 aşiretten müteşekkildir ( Çatür. y e r.; Kâtip Çelebî, Fezleke ( İstanbul, 1286), I, 10 — 12, 15 —1 7 ,2 8 —3 1 , 3 7 —42,46, labi, Daliyân, Seimenevend, Surhevend, Hakk5*—S5> 59 v.d-, 67, 69; Ahmed Vâsıf, Tarih Nazar-hgni v.b.). Sincâbî ’İerin aile sayısı 2.500 (İstanbul, 12 19 ), I, tür, y e r.; J . v. Hammer, ’ü geçmez. Bundan en çok 500 ’ü gerçekten Devlet~i osmaniye tarihi { türk. trc.), VI, Sincâbî olup, diğerleri muhtelif boyları teşkil 2 3 1—240, 277 v.d,, VII, 58, 74~ 80, 92, »53, ederler : Lur ’lar ( A rkavâzİ, Vatkavend ), Caf 155, *59 v. dd., 16 7 ,17 5 —185, 198, 2 0 1—2 10 ; ( Barâz ) ve Gürün ( Tufangçi ) ’lar. Sincâbî Ter Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, ili, 109 birliğinden takriben 1.500 aile Alvand kenarın­ v.d.; Ahmed Tâib, ffa d ik a t al-vuzarâ’ (İs­ da kışlarlar. Soane ’e güre, Sincâbî Ter kendi­ tanbul, 1271 35 —37 v.dd.; A tâ, Tarik (İs­ lerine has bir lehçe ile konuşurlar. Sincâbî Terin reisleri, çok kere,Kaşr-i Ş irin hu­ tanbul, 1293 \ 11, 30 —34; Ahmed Râşid, Tarih-i Yemen ve Scm’ â 3 ( İstanbul, 1291 ), I, dut kasabasının valilik vazifesini ifâ etmelerdir. Şaraf-nama Sincabi Teri zikretmez. Kendi 129—14 0 ; A tıf Paşa, Yemen tarihi (İstan­ bul, 1326), I, 73—79; Bekir Kütükoğlu, 0 s - ifâdelerine göre, Sincabi Ter Şıraz yakınında m anlı-İran siyâsî münâsebetleri ( İstanbul, Bayat ’ta oturmakta idiler, oradan reisleri Bah­ 1962 \ i, fih rist; İskender Münşî Türkmen, tiyar Han tarafından Kirmânşâh bölgesine ge­ Târîh-i ‘alam-ârâ- yi* Abbasî (Tahran, 1 3 1 3 ’, tirilmişler ve bir müddet Gürân ’ lar ile birlikte î, tür, y e r.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Os­ yaşamışlardır. Bu, Sincâbî Terin, zahiren 12 manlI tarihi (A n kara, 1951 — 1954), III, kı­ imam şi'îiiği { isna-aşarî ) mezhebinde olduk­ sım 1 —2, fih rist; Constantino Garzonî, Re- larını söylemelerine rağmen, ahl-i Hakİt [ b.bk.] lazione ( E. A iberi, Relazioni deglî ambasci- mezhebine intisaplarını izah edebilir. Bahtiyar atori Veneti al Senato, IİL serî, I, 4 0 9 ,4 11 ); Han ’ın oğlu Haşan Han Çelebî zamanında Antonio Tiepolo, Relazione, bk. E. Aiberi, Sincâbî Ter başlı-başına bîr kabîle halinde bulu­ ayn. esr,, IU/2, 153 v!d ,; Giovanni Mîcheli, nuyorlardı. Haşan Han ’m oğlu Ş ir Han ŞamRelazione delli successi della guerra fr a il şâm al-MamSltk 19 0 5 ’te reîs oldu ve »915 He Turca e il Persiano delVanno 1577 fin o al 80 yaşında olduğu hâlde öldü. Oğulları Kasım 1587 Alberî, ayn. esr., 1II/2, 257—294; Lo- Han, ‘A li Akbar Han v.b,, 19 16 —1918 ’deki renzo Bernardo, Relazione ( Aiberi, ayn. esr., askerî harekâtta tiirklere iltihak ederek, ingis. 358 v.d.); Paolo Contarini, Relazione ( Al- İizlere ve ruslara karşı hasmâne bir tavır al­ beri, ayn. esr., III/3, 24 0 ); Giovanni Moro, makla bir hadde kadar rol oynadılar. Relazione ( Alberî, ayn. esr,, İII/3, 329, 372 B i b l i y o g r a f y a : Çirikov, Putevoy Journal ( Petersburg, 1875 )) tür. y e r,; E. So­ v.d.); Stephan Gerlach, Türkisches Tageane, In disguise fo Mesopotamia and K u rBuck ( Francfort-sur-İe Maîn, 1674), s. 31, distan2 ( London, 1926 ); A, Orlov, Putev109; Barthol Pezzen, Des Freyherrn von zoratislazu merkzvürdige Gesandtschaftsreise y ie dnevniH de 1913 ( Materiah po Vostoku, Petersburg, 19 15, I I ) ; Rabino, Kermanchâh nach Coristantionopel ( Leipzig, 1787 ), s. 13 8 ; ( R M M, m a r t 1 9 2 0 ) . ( V . M iN O R S K Y .) Fr. Babinger, Sinan Pas ha ( E l ) ' , Zİnkeiseö, SİN C A B İ. [ Bk. s in c â b î .] Geschichie des Osmantschet1 Reiches in Eu»



6?6



SİNCÂR -



S İN C Â R . SİN CÂ R , D i y a r R a b İ'a { b. bk..]’d a b i r k a z â m e r k e z i ( Balad Sine â r ) -*e onun şimal tarafında uzanan s ı r a ­ d a ğ l a r ı n { Cabal S in câ r) a d ı. Kadîm S i ng a r a iie aynı olan şehir 42° şark tûliinün bir az şarkı ile 36° 22' şimal arzında, Cabal Sincâr 'm cenâbunda ve buna muvazi olarak uzanan Tavk (bugün T ög telaffuz edilir) sı­ ra dağlarındaki bir girintide bulunmaktadır; bu girintiden dolayıdır ki, Nabr Sarsar cenup istikametinde çöle çıkar. Orta çağda nehrin seyrüsefere elverişliliği hakkında krş. SarreHerzfeld, Arch. Reise, I, 193 v.d. Sûrların da isbât ettiği gibi, şehir eskiden şimdikinden çok daha büyük idi. Gelişmesi müsait coğrafî durumundan ileri geldiği gibi, buna çol bölge­ sinde tek başına mahsuldar bir dağ yamacında bulunuşu da yardım etmiştir. Tarlaları, Ibn Havkal *e göre, sulama tertibatı ile sulanıyor­ du ve böylece her çeşit meyve elde ediliyordu. Sincâr ’ın, Musul ’dan Beled ’e ( Baîat, eski Mu­ sul, bk. E S K İ ), Hâbür [ b. bk.] ’a ve sonra Ra’s al- A y n ’ a giden iki büyük yolun birinde posta merkezi oluşu, ona kendi mahsûlü ile gelişen, geniş bir ticâret im’ âm kazandırıyordu. Bu­ gün durum tamâmiyie değişmiştir. Bilhassa Sarre-Herzfeld Sincâr ’ da gelişmiş bir hurma zirâatı hakkında coğrafyacıların verdiği mâlûmatın zıddı bir duruma işaret etmektedirler. Hâlen orada hiç bir hurma ağacı yoktur ve hurma sınırı da epeyce cenuba inmiştir. Buna rağmen Sachau şehrin civârında henüz mahsul­ dar tarlalardan bahseder. — Cabal Sincâr ’m ve şehrin sakinleri yezididirler. Bölge orta çağdan beri yezîdıler ile meskundur. B i b l i y o g r a f y a ' . Singara ’nin e s k i t a r i b i S a rre-H e rzfeld , Archaeologische Rei­ se im Eupkrat-und Tigris-Gebiet ( 19 u v. dd.), I, 203’te tasvir edilmiştir. O r t a ç a ğ c o ğ r a f y a c ı l a r ı n ı n kayıtlan için bk. Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate (19 0 5 ), s. 98 v.d.; aynı şekilde Sarre-Herzfeld, I, 204 ’te bütün kaynakların nakilleri vardır. Ş e h r i n İ s l â m d e v r i t a r i h i için bk. mad. SURÛC. al-Sam'âni ( GM S, XX, 19Î2 ), var. 312 a - b ’de Sincâri nisbest taşıyan bir kaç kişiyi kaydeder. Ca­ bal ve Balad Sincâr ’m g e ç e n a s ı r d a ve a s r ı m ı z ı n b a ş ı n d a k i d u r u m a için bk, E. Sachau, Reise in Syrien and Mesopotamien (18 8 3), s» 322 v. d d .; bir de bk. M. v. Oppenheim, Vom Mittelmeer zum Persiscken G o lf ( 1899 ), bk. fihrist, mad. Beled ( bu İsimdeki çeşitli yerler tefrik edilmez) ve Ğebel Sînğâr. Şehir, âbideler ve dağlar için bk-, Jarre-Herzfetd, ayn. esr., Zikredilen eser­ lerdeki h a r i t a l a r . Ş e h r i n u m û m î g ö ­



SİND.



r ü n ü ş ü için bk. Sarre-Herzfeld, HI, levha L,XXXI.V.— S i n c â r y e z î d î l e r i için krg. Pognon, Sur les Yezides du Sindgar ( R O C, X, 19 15 — 19 17, İl, 3 ) ; Strothmann, /s/., XIII [ 1923 ), s. 371 tanıtma y a z ısı); PaulyWîssowa, R ealenz. d. class. A lte r t u m s z v bk. Singara, (M. PLESSNER.) S İN C Â R , [ Bk. SİNCÂR.) SİN D . SİND bölgesi z o ^ g ' ve 28° 39' şimal arzları ite 66° 40' ve 7 10 10' şark tulleri ara­ sındadır. Bölge İ n d u s ( Sindhu ) n e h r i n i n a ş a ğ ı v a d is i ile d e l t a s ı n ı n bu­ l u n d u ğ u y e r e tekabül ettiğinden buraya nehrin ismi verilmiştir. Sİnd bölgesinin büyük kısmı garbi Pakistan sınırlan içinde, küçük bir parçası da Hindis­ tan Birliği topraklarındadır. A r î ’ler 1000 (m. ö.) senesinden daha eski bir zamanda İndus havalisine yerleşmiş idiler. 500 (m. ö.) senesi civârında Darius Hystaspes bu vadiyi zaptetti. Fakat Büyük İskender 325 (m. Ö.)’ te bu memleketten geçtiği zaman Pers hâkimiyeti Sİnd ’de artık ortadan kalkmış bu­ lunuyordu. İskender’in gidişinden sonra mem­ leket önce Mauri imparatorluğuna dâhil edil­ di, bilâhare Baktria greklerinin İdaresine geçti. I. ( m. ö.) asırdan VII. (ra. s.) asra kadar Hindistan Orta A s y a ’dan gelen muhtelif ka­ vi mler İn istilâsına uğramıştır. Bunlardan A k Bunlar yahut Eftalitler Sind ’e yerleşerek, Rây sülâlesini te’sis etmişlerdir. Bu sülâleye brabman nâzır Çaç tarafından son verild i; bunun oğlu Dâhir, Sind araplar tarafından istilâ edil­ diği zaman, saltanat sürmekte idi. Bölge, 92 ( 7 1 1 ) senesinde, uğradıkları zararları telâfi edilmeyen bâzı mÜslüman tacirlerin duçar ol­ dukları fena muamelelerin intikamını almak üzere, halîfe a l-V aiid ’in emri ile, Muhammed b. Kasım Şakâfi tarafından istilâ edilmiştir. Bu zat Nerankot ( bu günkü Haydarâbâd ) şeh­ rini, Daybal deniz limanını ve içinde Dâhir ’i öldürdüğü R âvar şehrini zaptetti. Daha sonra baş-şehir A ro r yahut A lo r ’u ve 71 3 ’te de M ultân’ı aldı ve bu şehirdeki büyük hazîne­ leri eline geçirdi; fntûhâtmı teşkilâtlandır­ mak üzere iken, 96 ( 7 1 $ } ’da a l-V alid ’ in yerine geçmiş olan Suiaymân tarafından vazi­ fesinden alındı ve zulmü yüzünden pek çok düşman kazanmış bulunan aî-H aceâe'm hima­ ye ettiği kimselerden olması dolay isiyle, Dicle üzerindeki V â s it’te işkence ile öldürüldü. • ’ Sind üzerinde arka-arkaya müsİüman vâliler hüküm sürmüştür. Bunlar memleketin idâri İş­ lerini yerlilere terk ettikleri gibi, dinle»,' hu­ susunda da onları serbest b ıraktılar; Sind eyâ­ leti üzerinde halîfenin nufüzu gittikçe zayıfladı şü; 257 ( 8 7 1 ) ’de tamamen gevşedi. İki arap



SİND.



677



kabile reisi Muîtân ve Mauşûra ’de müstakil Şikâr pür ’dan çıkardıktan sonra, onların yerin! devletler kurmuş İseler de, Gazneli Mahmüd almış ve onların idaresini devam ettirmişlerdir. Hindistan ’a sefer yaptığı sıralarda Sind ve Avrangzib de kendilerine büyük bir arazı bı­ MuîtSn ’ı elinde bulunduran A ba ’l-Fath Dâ’ üd rakmıştır. Müteakip 40 sene zarfında Kalhorahalîfeye sadâkatini devam ettirmekte idi, fakat lar iktidarlarını artırdılar. Fakat 1740 senesin­ Karmatîîiğe girmesi tahtına mal oldu ve Mahmüd de Nür Muhammed Kalbora S in d ’io İndus’ un kendi valilerinden birini onun yerine MuîtSn ’a garbına uzanan kısmını elinde bulunduran Nâ­ tâyin etti. 445 ( İ0 5 3 ) ’te, bir rScpüt aşireti olan dir Şah ’m hoşnutsuzluğuna sebebiyet verdi ve Sumralar Farrohzâd ’m boyunduruğundan kur­ Şikârpür ile S i b i ’yi ierkederek. ağır bir vergi tularak, aşağı S in d ’de hâkimiyet te’sis ettiler. ödemeğe mecbûr oldu. Nadir Ş a h ’ ın Ölümü Fakat Gaznelîlerin hâkimiyeti altında bulunan üzerine, Sind ’ i tekrar ele geçirmiş bulunan eyâletin yukarı kısmı, diğer Gazneli toprakları Ahmed Şah DurrSni ( Abdal i ) 17 5 4 ’te Nür île birlikte, Mu‘ izz al-Din Muhammed b. Sâm Muhammed’! C aysalm er’e kadar kovaladı ve tarafından zaptediîdi. Bunun nâibi olup, Dehîi Nür Muhammed burada öldü; fakat oğlu Mu­ hâkimi Kutb al-Din A y b e k ’e tâbiiyet arzeden hammed Murad Y âr Han, efganhları teskin Naşir al-Din Kabaca hâkimiyetini tanımağı ederek, hükümdarlığın! muhafaza etti. 1768 ’de reddettiği Şam s al* Din îltutmuş tarafından kardeşi ve halefi olan Güiâm Şah Nerankot ’un bulunduğu yerde H aydarâbâd’ı te’sîs etti. mağlûbiyete uğratıldı. VIII. (XIV.) asrın başında ‘ Ata’ al-Din Ha- 1772 ’de Thatha ’da bir şirket kuran Îngîliz Şar­ laci ’ nin kuvvetleri Sumralılan hezimete uğra­ kî Hİnd Kumpanyası ile Kalhoralar arasındaki tarak, hükümet merkezini tahrip e tt i; fakat münâsebetler dostça olmaktan uzak kaldı ve 734 *333 ) Te, İslâmiyet! kabul etmiş bîr 1775 senesinde de bu şirket kapandı. Bir kaç râepüt aşireti olan Sammâslar idareyi eîe ge­ sene sonra, Baîüçların Tâlpür aşireti reisi çirdiler ve kendi idarecilerinden bîrin5, Câm Mir Biear isyan etti. Kalhoralar onu nazır unvanım vererek, başa getirdiler. Dehlüi Mu­ tâyin ederek, hâdiseyi kapattılar. Fakat 1 781 hammed b. Tuğluîş. Sammâslara iltiea etmiş ’de Mir Bicar, Şikârpür yakınlarında bir Efgan oîatı bir âsîyi takip ederken, 752 ( 1351 ) se­ ordusunu hezimete uğrattıktan sonra, katledil­ nesi mart ayında Tndus nehri kenarında Öldü. di. Oğlu ‘Abd A llah Han Tâlpür KalhoralaBundan sonra Sind. Muhammed’ în halefi Fîrüz rın sonuncusu olan 1Abd a l-N ab i’yi K a lâ t ’a tarafından itaat altına alınıncaya kadar, muvaf­ doğru ric’ate mecbur etti. Fakat ‘ Abd al- Nabî, fakiyetle savaştı. Dehli ’nin kudreti azaldıkça tahtını tekrar ele geçirerek. ‘ Abd Aîlâh *J öl­ Sammaslarm kudreti artıyordu. Sülâlelerinden dürttü ; bu sonuncunun akrabası olan Mir en mühim şahıs 46 sene hüküm süren ve 9*5 Fath 'A li de onu mağlûp etti ve nihayet 'Abd ( * 5 0 9 ) 'te ölen Câm Manda yahut Nizâm al* ai-Nabi kendi neslinden olanların imtiyazlı Din olmuştur. Sind, Kandehar ’dan Eâbur ta­ bir durumda bulundukları Cozpür ’a ilticaya rafından kovulduktan sonra, Sind ’e gelip yer­ mecbûr edildi. 17 8 3 ’te Tâlpür M ir’lerin ilki leşerek. idareyi eline alan Şah Beg Arğün ’un olan Fath 'A li kendisini S'nd ra’ is ’i ilân etti. 926 { 1 5 2 0 ) ’da istilâsına mâruz kaldı. Sam- Memleketin bundan sonraki tarihi, bölgenin masların sonuncusu olan Cam Firüz GucarSt ’a ailenin muhtelif azalan arasında taksime uğ­ kadar geri atıldı ve orada Öldü. Hindistan ’dan raması sebebi İle, karışık geçmiştir : 1) Orta Ş ir Şâh tarafından uzaklaştırılmış olan Hümâ­ S ;n d ’ de hüküm süren Haydarâbâd veya Şâhyûn, Sind ’i zaptetmek İçin ikî neticesiz teşeb­ dâdpîîr kolu, 2) Mirpür ’ da yerleşmiş olan Mirbüste bulundu. Bu teşebbüslerin İkincisinde 949 pür veya Manikanı kolu, 3) H ayrpür’da hü­ (i5 4 2 ) ’da Umarkot ’ta oğlu Ekber doğmuştur küm süren Suhrâbâni kolu. Îngîliz Şarkî Hind Kumpanyası île Sind mir kî, bu sefer sonunda Hümâyûn İran ’a kaçmağa mecbûr olmuştur. 961 ( 1554 ) ’de Arğünîann so­ ’leri arasındaki ilk münâsebetler tatmin edici nuncusu olan Şah Haşan ölünce. Sind ’de mu­ idi. 18 38 ’ de ânî olarak zuhur eden Efgan har­ vakkat bir hükümranlık te’sis eden Tarhânlar bi dolayısi ile İngiliz kuvvetlerinin memleket­ sülâlesi 15 5 5 ’te Portekizliler tarafından Thatha ten geçişinin gerektirdiği meseleler ingilizler ’ mn yağma edilişine şahit oldu. Fakat 15 9 2 'de tarafından bâzı murakabenin yapılmasını intaç Ekber, Mirza Canı Beg TarhSn ’a meydan oku­ etti. Mirler buna kolayca razı oldular; fakat yarak, Sind ’i almış ve Multân s ı ı b a ’ hğına bağ­ orduları ingilizlere karşı isyân etti ve bunlar lamıştır. Eyalet imparatorluğun bir kısmını teş­ 1843 Te Sİr Charles Napier tarafından Miânî kil etmekle beraber, uzaklığı dolayısi İle, mahal­ ’de hezimete uğratıldı. Suhrâbâni kolundan Mir lî işlerin ekserisi yerlilerin elinde bulunuyordu. ‘ A li Murâd ingilizlere sâdık kaldı ve Hayrpür XVII. asırda Aşağı S in d ’de Dâüdputralar prensliğini muhâfaza salâhiyetin5 elde etti. Fa­ kuvvetli idiler; Kalhoralar i 7 o ı ’de bunları kat Ş in d ’in geri kalan kısmı ilhak edildi ve



678



SİND — SİNDBÂD-NÂME.



o tarihten itibaren bîr İngiliz eyâleti hâlini aldı. Sind, Sîr Bartle Frere idaresinde iken, 1857 Meki »Sipâhî kıyam ı" esnâşmda hareket­ siz kaldı ve eyâletin tek İngiliz alayı, diğer taraflardaki isyanlara karşı koymak üzere, se­ ferber edildi, f 1947 senesinde, Pakistan devlet:nîn teşekkül etmesi ile, $ind eyâletinin bü­ yük kısmı Garbı P akistan’ın sınırları İçinde kaldı. Eski eyâletin pek küçük bir kısmı { şark tarafları} İse, Hindistan birliği arazisine dâhil edildi]. B i b l i y o g r a f y a ' , Çaç-nâma, y a z .; Muhammed Ma'şüm Şah, Târih-i Sind, y a z .; H vaca Nizâm al-Din Ahmed.JTa&aköf-ı A ic­ barı ; Şayh Abu ’l-Fazl, Â ‘ in -i Akbarİ ( trc. Blochmann ve Jarret, ikisi de Bengal A sya cemiyeti, Bibliotheca Indica neşriya­ tından) ; Muhammed Kasım Firişta, Gufşan-i Ibrâhîm î, taş basm. (Bombay, 1 832} ; R. F. Burton, Scinde, or tlte Unhappy Valley ( London, 1 8 5 1 ) ; ayn. mlî., Sem de revisited ( London, 1 877); M. R. Haig, The Indus Valley Delta Country ( London, 1S94 ); H. G. Raverty, The Mihrân o f S in d and its Tributories ( Jo u rn al o f tke A siafic Society o f Bengal, 1893, L X I) ; The Imperial Gazetteer o f îndia ( Oxford, 1908), XXII, 389.



den sonra konuşmağa başlayan şehzade duru­ mu anlatır ve câriye cezalandırılır. Hükümdar tahtından feragat ederek, yerini oğluna bıra­ kır. Arada anlatılan hikâyeler, mev2Û bakımın­ dan, hikâye anlatma san’atımn en mükemmel örnekleri sayılabilir. Msl. son pişmanlığın fay­ dasız olduğunu göstermek üzere anlatılan »as­ ker, bebek, kedi ve yılan hikâyesi" şöyledir : Bir askerin çok sevdiği ve doğum yaparken ölmüş olan karısından kalan çocuğu ile bir kedisi var id î; çocuk beşiğinde yatarken ve babası ile süt annesi evde bulunmadığı zamanlar, ona kedi bakardı. Bir gün bir yılanın çocuğun üzerine geldiğini gören kedi, yılan ile mücâdele edîp, onu öldürmeğe muvaffak olur. Bu sırada eve gelen efendisini karşılar ve başarısını hissettir­ mek istercesine ona sokulur. Fakat durumu bilmeyen asker, bebeğini, parçaladığım sanarak, sopa île onu Öldürür; içeri girince beşiğinde uyumakta olan çocuğu ile parçalanmış yılanı görür ve iş*işten geçtikten sonra yaptığına pişman olur. Sindbâd hikâyeleri hakkında en eski kayıt­ lara arap edebiyatında tesadüf olunur. A ban b. *Abd al-Hamid al-Lâhiki (Ölm 200—8 15 ) ’nin bunu arapça olarak nazmetmiş olduğu malûmdur. a lŞ ü li (Ölm. 3 3 6 = 9 4 7 ) bir vesile ile bunu anar ( bk. A hbâr a l-R â ii va ’l-M ut(T. W. Haig .) SİN DBÂD-N ÂM E. S İ N D B  D - N  M A . tâki, nşr. J. H. Dunne, London-Kahire, 1936, Sindbâd-kitabı, ç o k e s k i b i r h i k â y e l e r s. 6 ). al-Mas'üdi (Ölm. 34 0 = 9 51/9 52) de K i­ d e r g i s i o l u p , bir çerçeve hikâyesi için­ tâb al-Sindbâd ’dan bahsettiği gibi i M urâc, de, türlü versiyonlarında 2 1—34 küçük hi­ Paris tabı, 1, 16 2), İbn al-Nadim de Kitâb kâyeden meydana gelmiştir. Çerçeve hîkayesi al-fihrist (yazılışı 377=987/988) ’inde (nşr. kısaca şöyledir : bir hükümdarın tedbirler veya Flügel, s. 304 v. d . ) Kitâb al-Sindabâd al-H aduâlar ile doğan çocuğu uzun müddet hiç bir lam ’i, müellifi belli olmayan eğlence kitapları şey öğrenemez; n:hâyet bin âlim ve hakim ara­ arasında, anarak, biri büyük, diğeri küçük iki sından seçilen Sindbâd ’m gösterdiği usuller ile, versiyonun ( nüsha ) bulunduğunu söyler ( bk her duvarına bir ilmin resimleri yapılmış bir al-Zahiri al-Şamar kandı, Sindbâd-nâma, arap­ odada, bîr çok ilimler öğrenir. Fakat çocuğun ça Sindbâd-nâm a ile birlikte, nşr. A. Ateş. İs­ talihinde bîr uğursuzluk gören Sindbâd, baba­ tanbul, 1948, İstanbul Üniversitesi yayınların­ sının yanında imtihan olunacağı gün, kendisi­ dan, nr. 343, Önsöz, s. $ ; S. Oidenburg, O ne 7 gün konuşmamasını söyler ve saklanır. persidkoy prozoiçkoy v e r d i »K n ig i Sindbada“ , Çocuğu konuşturmak üzere yanına alan bir câ­ al-M u zaffar I ya, Petersburg, 1897, s. 253—278 ). riye, arzularına boyun eğmediğinden, babasına Fakat bu arapça eski şekiller bugün elde mevcut Öldürtmek için, ona iftira eder; babası çocuğun değildir. Bunlar bugün B in bir gece [ b. bk:] idam edilmesini emreder; fakat 7 vezirin­ ile Yüz bir gece ( Mı a la y la va layla, bk. den biri müdâhale edip, biri kadınların hiy- Gaudefroy-Demombynes, Les çent et une nuitst leleri ve onlara güvenmenin doğru olmadığı, Paris, ts. [ 1 9 1 1 ] , s. 150—204.) adlı hikâyeler diğeri acelenin fenalığı ve son pişmanlığın fay­ mecmuası içinde veya halk arapçası ile, müs­ dası zlığı hakkında olmak üzere, i kİ hikâye an­ takil yazmalar hâlinde, muhâfaza edilmiş yeni latarak, idam emrini geri aldırır. Ertesi gün câri versiyonlar şeklinde bulunmaktadır (a ş. bk.). ö te yandan Sâmânîler devrinin büyük şâiri ye, adaletin yerine getirilmemesinin ve vaktin­ de hareket edilmemesinin doğuracağı mahzur­ Rüdaki ( b. b k .} ölm. 329=19 4 1) manzum bir ları anlatan bir hikâye ile, hükümdarı kararını Sindbâd-nâma yazmış olduğu gibi, her hâlde yerine getirmeğe iknâ e d e r; fakat bu defa ikinci Nülı b. Naşr al-Sâmâni zamanında, 339 (950/ vezir gelerek, hikâyeler ile, hükümdarı kararın­ 9 5 1 ) Ma, pehlevî bir asıldan 'Amid A b u ’LFa» dan vazgeçİrir. Bu şekilde devam eden 7 gün­ vâris Fanârüzi ( veya Kana var zi ? ) tarafından,



SİNDBÂD-NÂME.



.* 7 9



Broekhaus.Leipzig, 1845 )’si zikr olunabilir Bun­ dan sonra Bahtiyar■ nama ( On cezirler hikâ­ yesi, bunun uygur harfleri ile türkçesî, malaycası, süryânîcesi ve türkçesinden pek çok A v­ rupa dillerine tercümeleri vardır, bk, mad. Ba HTİYÂR-NÂ m A), aslı türkçe olan K ırk vezirler (tü rkçe birçok yazma ve basmaları, msl. İs­ tanbul, 1283, 1285, 13 0 3 ; Kazan, 1883 v. b.; bir de galiba ilk fransızca tercümesine daya­ nan bîr çok Avrupa dillerine tercümeleri mev­ cuttur; Bk. V. Chauvin, s. 18 v. d d .) hikâye mecmuaları bunlardandır. A yrıca arapça Sin d ­ bâd-nâm a' den çıkan garp versiyonlarının( Ro­ m alı yedi âlim ler v. b . } da, bir çok şekillerde bütün dünya dillerine nakledilmiş olduğunu kaydetmek gerekir. Sindbâd-nâma ’nin elde mevcut versiyonları pehlevî dilinde yazılmış olan ve her hâlde VII. asırdan öncesine âit olması gereken pehlevî bir asla kadar çıkmaktadır. Arapçada daha IX. asırda iki şekil ( nüsha kablra ve nüsha şağ îra ) bulunduğuna göre, pehlevî asim da iki versiyonu bulunmak icâp eder. Sindbâd-nâma ’nin bundan önceki şekli ve aslı tarihin karan­ lıkları içinde kaybolmaktadır. Bu husustaki en eski kaynaklardan al-Mas’ üdi ( M urâc, I, 16 2} ’n'n, bunun Hind menşe’li olduğunu bildirmesi­ ne karşılık, İbn al-Nadim (gost. y e r ) bunun Hind veya Iran menşe’li olduğu husûsunda ihtilâf bulunduğunu söyler. Daha muahhar Iran tarafdan kaynaklar ( msk Hamd Aliâh Kazvini, Târih-i gazida, nşr. E. G. Browne. London, x$ lo, G M S, 14 /1, s, I I ) eserin İran menşe’ İİ olduğunu kaydederler, T. Benfey ( bk. K letnere Şehrijten, Berlin, 1890, cüz Ul, s. 10 v.d.) bu­ nun Siddhapati adını taşıyan ve bugün mevcut olmayan hindce bir asıİdsn geldiğini iddia et­ miş idi. E. Cosquin ’in ( bk. Prologae-cadre des M ille et une nuits, les leğende s perses el le livre d E sih e r, Revae bibliyae Internationa­ le, Parîs, 1909, s. 1 —80 } Bin bir gece 'nîn çer­ çeve hikâyesinin sun’ î olduğu, bundan dolayı sonradan toplanıp, bir mecmuanın başına konul­ duğu iddiasına istinat eden Gaudefroy-Demombynes ( bk. ayn esr. s. 204) Sindbâd-nâma ’nîn de aynı şekilde meydana gelmiş olabileceğini ileri sürmüş idi. Nihayet B. E. Perry ( 77ıe O rîgin o f the Book o f Sindbâd, Berlin, 1960; Fâbula, 1959, III ’ten ayrı baskı, krş. W. Fisçher, Z D M G, 1965, C X V , cüz 1, s. 209 v.d.\ şar­ kiyatçı olmadığı hâlde, bu meseleyi ele at­ mıştır. Ona göre, ağızdan-ağıza nakledilen ayrı-ayrı hikâyelerin menşe’i ile el yazmasından »937 )• Sin dbâd-n âm a h zkâyelerih lr takım benzer hi­ el-y az masına nakledilen bütün bir kıta bm men­ kâye mecmualarının meydana gelmesine de se­ şe’i meselesinin birbirine karıştırılmaması ge­ bep olmuştur. Bunların başında Nahşabi ’ nin Tü* rekir ; kendisi bilhassa eserde hindce kelime­ iı nâma ( metin ve almancaya tercümesi i H. lerin ve adların bulunmadığına dikkati çekip,



yeni farsçaya çevrilip, ıslâh edilmiş bir şekli de vardır. 465 (1072 ) ’ten önce ölmüş olması gere­ ken A zrakı de manzum bir Sindbâd-nâma kaleme almıştır. Muhammed b. 'A li al-Zahiri al-Samarkandı de, 556—-557 { 1 1 6 0 / 1 1 6 1 ) yılla­ rında, Aba d-Favaris ’in tercümesinin dilini çirkin bularak, bunun yeni bir versiyonunu meydana getirip, Karahanlılardan Kılıç Tamğae Han M as'üd’ a itbâf etmiştir (nşr. A. A teş, İstanbul, 1948). Hemen-hemen aynı za­ manda, VI. ( X II.) asrın sonlarında, Dakıi’ iki al-Marvazi de mensur bir Sindbad-nâma yaz­ mıştır. Nihayet farsça sahasında bir de 776 (137 4 /137 5 ) ’da yazılmış müellifi meçhul manzüm bir versiyonu vardır (/nrfta O ffice Libr nr. 1236 ). Aynı eser tiirkçeye de bir kaç defa tercü­ me edilmiş ve türkçe o1arak yeniden yazılmış­ tır. Bunların en eskisi Malik Sa'id İftihar alDin Muhammed Kazvini ( Ölm. 678 = 1279 /128 0 ) ’ye âit olup, bugün mevcut değildir. Bundan sonra Muhammed ‘A bd al-Kar i m adlı birinin Kanunî ( 92Ğ—9 7 4 = 15 2 0 —1566 ) ’nin oğlu şeh­ zade Bayezid adına yaptığı ve T u h fa t a l-a h y â r adım verdiği tercüme gelir kî, bunun aslı Muhammed b. *Ali al-Zahiri ’nîn versiyonudur. Bundan başka bir de müellifi meçhul türkçe bîr Sindbâd-nâm a vardır { Ch. Rieu, Cat. o f T u rk ish , M S S in the Britİsh Mttseum, s. 233 v. d.) kİ, bunun hangi esâstan geldiği bilinme­ mektedir. Sindbâd-nâma veya Kitâb ol-Sindbâd *m hi­ kâyeleri, İbn al-Nadim ’ in bahsettiği ( yk. b k .) küçük nüshasının yeni arapça ile müstakil nüs­ haları mevcut olduğu gibi ( bk. R, Basset, Deax manuscriis d ’tıne version arahe inedite du recuezl des Sepi Vizirs, J A , 19 0 3,10 . seri, II, 4 3 ~8 3 ), ibrâoî dilinde ( Sîndabar ), İspanyol­ ca ve süryânî dilinde ( Sind ban ) versiyonları vard ır; bu sonuncudan yunancaya (Syn tipas) ve bundan da romenceye çevrilmiştir. Bundan başka, Bin bir gece hikâyeleri içinde olmak üzere, türkçe ve farsça da dâhil, hemen-hemen bütün dünya dillerine nakledilmiştir (son ola­ rak bk. Kniha Tisice a jedne noci podle kalkatikekv vydâni... prelozil F. Tauer, Prag. 1960, V, 2 16 —282 ). Diğer taraftan bu hikâye nîn muahhar garp versiyonlarından ( „Yedi ha­ kim ler" v. b. ad lard a) biri de tiirkçeye çev­ rilmiş Yedi âlimler hikâyesi adı ile ilk Önce 12 8 9 ’da, sonra .1326 ( 1 9 1 0 ) ’da, nihayet dili ıslâh edilerek, yeniden basılmıştır (İstanbul,



68o



SİNDBÂD-NÂME — SİNGAPUR.



eserin İra n ’da yazıldığına dâir tarafgir kayıt­ lara bakarak, bunun İran ’ da meydana getiril­ miş olduğu neticesine varır, ö y le görünüyor ki, kendisi bu muhakemelerinde yalnız arapçadan çevrilmiş muhtasar bir versiyona bakmış, msl. Muhammed al-Zahîri al-Samarkandi ’nin versiyonunu hiç görmemiştir. Halbuki en eski, asla en yakın olan bu versiyonda eserin Hind menşe’li olduğu açıkça söylenmemekie beraber, bütün hâdiseler H indistan’ da geçmekte ve eserde bâzı Hind adlan da bulunmaktadır. Nihayet eserin hindce Sukasapaii, Pançatantra gibi, İbn al-Nadim ’ in «küçük ve büyük nüsha" şeklinde ifâde ettiği bir «sâde metin" (textu s sitnplicus) ile bir «süslü metininin" ( textus ornatıus ) mevcudiyeti de bu mecmuanın, bütün hâlinde de, Hind menşe’li olduğunu gösterir. B ib l i y o g r a f y a : En esaslı kaynak V. Cbauvin, Bibliographie des ouvrages arabes ou reîatifs aux arabes cüz V 1U : Syntipas ( L ’ ege-Leipzig, 1904 ) ’tür. Bütün me­ sele için bk. bir de metinde anılan A . Ateş, al*Zahiri al-Samarkandi 'nin Sindbâd-nÖma ’sine yazılan (İstanbul, 1948) giriş, s. 1 —-6ı (bu neşirde, s, 348—388’de, arapça halk dİlı ile bir versiyonun bulunduğuna da dikkati çekmek gerekir ); bk. bir de N. Eliseeff, Themes et motifs des M ille et une nuits, essai de classi/ication ( Beyrut, 1949 }, s. 39 v. d. ve fih rist _ ( A A T E Ş .) S İN D İB A D -N A M A . [ Bk. sîn d bâ d - nâme .] Ş ÎN F . [ Bk. SINIF. ] S İN G A P U R . ( sauskrit. S i hapura «aslanın şeh ri"; ing. yazılışı S i n g a p o r e ) , A s y a ’ nın cenûb-i şarkîsinde Malaya yanm-adasınm ce­ nup ucundan dar bir boğaz ile ayrılmış bir ada ve bu ada üzerinde ı° 24' şimal arz ve 103* 5 1 ' şark tulünde bulunan b ü y ü k ş e ­ h i r ve i ş l e k t i c â r e t m e r k e z i ( ada üzerinden demir-yolu ve şose geçen işlek bir rıhtım ile karaya bağlanm ıştır), Orta çağda Singapur Hindistan ile Çin arasında sefer ya­ pan gemilerin uğradığı bir liman id i: buranın eski adı olan Tfcmasek, Çin, Cava ve Malaya kaynaklarında zikredilmektedir, önceleri cenûbî Su m atra’ nm Sri Vicaya ( Palem bang) devletine dâhil bulunduğu için, Singapur kısa bir zaman nilen müstakil yaşadı ( takriben 1250 ’den itibaren). XIV. asır başlarında burası siyamlılar tarafından kuşatıldı. Eski bîr Cava manzumesi olan Nögarakrgtâgama ( i 3 6 5 ) ’da burası Tumasİk ismi İle ve Cava ’ nın Macapahit devletinin bîr tabii gibi zikredilir; Şe­ hir 1377 ’ye doğru Cava 'lılar tarafından tahrip edildi. Bu hâdiseden sonra Malaka şehri Öne geçmiş ve burası nisbeten az ehemmiyetli bir mevki durumuna düşmüştür. Bununla beraber



gemiler, buraya uğrayarak, odun, su ve mubtaç oldukları daha başka maddeleri tedârik eder­ lerd i; burada 1 5 1 1 tarihine kadar Malaka müslüman sultanlarının ve daha sonra da onların yerini alan Cohor sultanlarının bir şâhbandar ( «liman reisi" ) ’i bulunurdu. 6 şubat 1819 ’da Singapur ’da Sir Thomas Stamford Raffles ta­ rafından, Şarkî Hind Kumpanyası nâmına bir üss kuruldu. Bu te’sis orta çağ limanm yerinde bulunuyor ve adanın ancak küçük bir kısmını kaplıyordu; fakat 1824 ’te imzalanan bir mu­ ahedeye göre, bütün ada, etrafındaki adacık­ lar ile berâber, Büyük Britanya ’nm tam hü­ kümranlığı altına girdi. In giltere’nin işgali sırasında Singap u r’un nüfusu bir kaç yüzü geçmeyor ve kısmen müslüman maiayaiılardan, kısmen de bilhassa ge­ mileri üzerinde yaşayan kıyılar boyunca dola­ şan ayaktakımı kimselerden ( Orang L a u t) mey­ dana geliyordu. Şehir hızla geiişti. Hindliler ve araplar da ticâret ile uğraşıyorlardı, fakat bu işlerin başında avrupalı ve çinli tacirler yer alıyordu. Birinci cihan harbinden sonra nüfu­ sun dörtte üçünü Çinliler teşkil ediyordu: 19 21 ’de belediye hudutları dâhilinde yaşayan nüfus 350.35;, bütün adanın nüfusu İse, 418 358 idi. Bu sonuncu nüfusun da 64.000—65.000 kadarı müslüman olup, bunun büyük kütlesi, yâni 53.595 ’i malay alı ( gerçekte bu sayı içinde hakikî malayalı 33.184 olup, bunun dışında 13.328 ca­ yalı, 6.582 boyanlı 1.14 2 bugi ve 349 bancari v. b. var idi ) olarak sayılmakta idi. Geri kalan müslümanlarm 9,000 kadarı hindli ve 1.200 kadarı »rap idi. Müslümanlarm büyük kısmı sünnî olup, şâfi'î mezhebinden idi. Bir ta­ raftan Arabistan ve Hindistan, diğer taraf­ tan îndonezya ve Malaya müslümanlan ile te­ mas hâlinde bulunan Singapur, nüfusunun ço­ ğunluğu bakımından, bir gayr-i muslini şehri olmakla berâber, müslümanlığı yayma zinci­ rinde mühim bir halka teşkil etmekte ve Mek­ k e ’ye yönelen hacı seferlerinin ehemmiyet­ li bir toplanma yeri rolünü oynamakta idi. Şehrin gelişmesi daha sonraki yıllarda büs-bütün a rttı: 1938 yılında şehrin nüfusu 587.000, adanınki 710.000 olmuş İdi. 15 şubat 1942 ’de Singapur bütün Malaya ile berâber, Japon is­ tilâsına uğradı ve onlar tarafından Shonan («cenup ışığ ı") diye adlandırıldı; ikinci cihan harbinin sonuna kadar Japonya’ nın işgali al­ tında kaldı. 3 nisan 19 59 ’ da Ingiltere, Singa­ p u r’ a dominion idaresi şeklinde gayet geniş bir muhtariyet verdi ve nihayet 1963 senesi ağustos ayı sonunda Singapur, Malaya ve Borneo şimalîndeki eski Britanya müstemlekeleri ile beraber, Malezya federasyonuna, bağımsız bîr devlet olarak, girdi. Singapur 'un yüz ölçü-



SİNGAPUR — SÎNNE.



68 i



ınu 5$ı km* olup, ıfTsan 1960 ’fca nüfusu 1.634.100 yanın başlıca hükümdarlarının ( Napoleon, Ale* *e varmış bulunmakta idi ve nüfus şu şekilde xandr I.) meşhur savaşları v.b. tasvir eden bîr biîlünüyordu: 1.230.000 çinli, 227.300 malayalı, resimler odası var idi. Bir başka oda, 1918 ’de, 137.800 Hindistan ve pakistanlı, 12.200 avru- u vâli ve vezirin resimleri ile süslü îdi. Bu­ paiı. Singapur şehrinin nüfusu ise 1,350,000 ü gün tahrip edilmiş olan talar ’dan Çişi ak va­ geçmiş idi. disini Lelağ ( Y a y la k ) ovasından ayıran dağa B i b l i y o g r a f y a ' . W. Makepeace, G. doğru güzel bir manzara görülür. E. Brooke ve R. St. J. Braddell, One HundSinne nüfusu 1820 ’de ( Ri c h) 4.000—5.000 red Years o f Singapore (London, 1 9 2 1 ) ; aile i di ; bunun 2.000 ü yahudi ve 5 0 ’sİ „KeIdâC. B. Buckley, A n Anecdotal History o f Old nî" İdi. 1 8 5 1 ’ de Çirikov lo.ooo ev saymış idi. Times in Singapore (Singapur, 19 0 2 ); L. 1215 (1878 sayımı 5.484 ev ile 24.744 nüfus gös­ Mills, British Malaya 1824 — 1867 ( — Jo u r­ termiş idi. 1918 ’de şehrin sakinler! 30.000 k:gi nal o f the M ahyan Branch, R A S , Singapur, kadar olup, 5.00 yahudi evi ve arâmî katolik1925, ili, 2. kısım, 49 v.d,); R. O. Winstedt, ler (K eld ân îler) ve ermeniler olmak üzere, 60 Malaya { London, 1923 ), s, 143 v. d d .; R. J. Hıristiyan evi var idi. Birinci cihan savaşın­ Wilkînson, A History o f the Peninsular dan önce Sinne ’de bir türk konsolosluğu var Malays (Singapur, 1923), s. 78 v. d , ; F. A. idi. Burası oldukça hareketli bir ticâret mer­ Swettenham, British Malaya ( London, 1907 ), kezidir; buradan mazı (m c z û \ ketire ( kas. 62 v, d ; T. J. Newbo!d, Polittcal and Sia- i î r a \ tilki, zerduva ve kurt postları, canlı t istical Account o f the British Seitlements hayvan ve husûsî nakışları olan halılar ihrâc in the Straits o f Malacca ( London, 1839), olunur. I, 266—398; Song Ong Sang, One H undred 2. S i n n e e y â l e t i şimalde cenubî Azer­ Years o f Ckinese Singapore { London, 1923 ); baycan [ bk. mad. SA V U Ç BU LAK \ ş; mâl-İ şar­ British Rule in Eastern Asia ( 1942 ). kîde Sayın-kale [ b. bk.], şarkta D car ( Gar( C . O. B l a g d e n . } rü $ ), cenûb-i şarkîde Hemedan ve cenûpta [B u madde Besim Darkot tarafından tamam­ Kirmanşah eyâleti ile ve daha husûiiyetl® ken­ lanmıştır.] disine bağlı olan Sunkur, Daynavar, BâlâSİN N E. SEN N A , İ r a n ' d a b i r e y â l e t Darband, Mahidaşt ve Zohâb ile sınırlanmış­ ve bunun m e r k e z i o l a n k a s a b a ; Senna tır ; garpta S ;nne eyâleti eski türk nâbiyeleri veya Sinandîc { dic—diz „ka!e“ ) şeklinde de olan Şahrİzür ( Haîabça ve K urm al=G ui ‘ am­ yazılır. Şahna [ b. bk.] İle karışıklığa sebep bar ), Penevin ve Şiler ile çevrilidir. Sinne olan Şîhna imlâsı yanlıştır. sahası bir zamanlar Azerbaycan ’a bağlanmış 1. Eski Ardılan [ b. bk,] valilerinin m e r- olan Sakkız [ b. bk.l ve Bana müstesna, aş-yk. k e zi olan Sinne kasabası, Şim­ 200X200 km2. ’ lik bir sahayı temsil ederdi; diki şehrin kurulmasından önceki devir için başlıca yollar dışında, eyâletten yeter dere­ bk mad. SÎSAR. cede istifâde edilmez. Şimâl-i şarkîde ve ceŞaraf-nam a (I, 88 ) ’ de, 988 ( l $ ı 8 } ’de şu nüb-i şarkîde ağaçtan mahrum yaytamr yük­ yerleri içine alan bir Timûr-Han A rdilân tı­ selir; sayısız ve dar vâdiler ile kesilen mer­ marından bahsolunur : Haşan-âbâd, Sina v.b , kezî garba doğru alçalır ve bu tarafta orman­ fakat Sinne müverrihi mevcut bir harabe üze­ lara tesadüf olunur (meşe, ceviz, kara ağaç rine yeni şehri kuran şahsın Su!ay mân Han ve kaym ağaçları), Çihil-Çeşme ( aş.-yk. 3.350 olduğunu söyler. Rich (I, 208 )’e göre, eski m.1 kütlesi başlıca dağ düğümünü teşkil eder; Senna ( ? ) ş ; mdtkî şehrin cenubunda, yassı bir Çihil-Çeşme ’nîn cenubunda mühim bîr kol tepe üzerinde kâin idi. Bu son şehrin kurul­ uzanır ki, bu Sinne-Marivân (aş. bk.) yolu masına ğâmhâ { „gam lar“ ) kelimesi tarih dü­ üzerinde bir engel teşkil eder, Ç'hil-Çeşme şürülmüş olup, bu kelime 1046 {1636^ yılını ’nin şarka doğru uzantıları şimale doğru Urverir. Şehir Kişlak ’ıh sağ sahili ile Sinne ’yt mıye gölüne dökülen Cağatü yatağının cenup eski idare merkezî Haşan-âbâd ’dan ayıran hududunu teşkil eder. Çihil-Çeşm e’ nm şîmâl*i A vidar dağı arasında kâindir. Valilerin konak­ şarkîsinde Sakkız ’a bağlı olan ve Cağatü ’ nun ları şehrin ortasında yükselen 20 m. Üik tepe­ asıl kolunun suladığı eski hudut nahiyesi Haftnin üzerinde bulunur. Şehir başlıca vâli Husrav dâş vardır. Çihil-Çeşm e’nin cenûb-İ şarkîsin­ Han L ile Aman- AHâh Han I. zamanında güzel­ de Cağatü ’nun sağ taraftan ilk mühim kolu leştiril meğe çalışılmıştır. Malcolm, Rich ve Çi- olan Horhora ’nm kaynakları bulunmaktadır. rikov vilâyet konağının tasvirlerini vermişlerdir. Bunların kavşak noktasının bîr az aşağısında, Aman-Allah-Han *in şeref salonu { talar ) şeffaf Titakû ırmağı C ağatü ’y a dökülür; bunun va­ mermer kaplı idi ve bir çok şekil ve kitabeleri disi Sârüh adını taşıyan müteakip koldan TSnd ü rtü (?) dağı ile ayrılmıştır. ( 1 233 tarihli) var İdi; içerisinde eskiden dün



68s



SİNNE.



Bu havzada 3 kasaba Sinne ’ye bağlıdır î H o r h o r a , 8.000 nüfusu ve 50 koyu var­ dır ki, başlıcaları 929 ( 1 5 2 3 ) ’da yapılmış bîr camii olan Best ve M avlânâbad; 2. T i l a k u ( eski nahiyesi Koçiân ile ), 4.240 nüfusludur, 24 köyü vardır, en tanınmışı Başmak Hır. 3. K a r a f t ü , S â rü h ’un sol kıyısında, 4.600 nü­ fusa ve 15 köyü vardır. Saym -Kale Afşarları Karaftü Ma bulunurlar, Hazer denizine dö­ külen Kızıl*özen (yerli telâffuzu Kızıl-Vez e n )’in şimal kaynaklan Horhora ile Tilaku ’nun cenubunda bulunmaktadır. Bu suların geç­ tiği yayla 4 ay kar ile kaplı kalır, fakat yazın zengin ve iyi otlakları vardır. Burada 82 koyu olan 3 kasaba vardır 1 4. I£ a r a - 1 a v a r a, şi­ malde {koyu B arb arâr); 5. H ö b 3 t ü, cenup­ ta ve 6, S â r a 1, Höbâtü ’nun şarkında. Kızılözen ’in cenup kolunun kaynaktan da Sinne sahasında bulunmaktadır. Bunlar Sinne-Hemedan yolu üzerinde ve Sinne ’nin cenûb-i şar­ kisindedir, Burası şimâl-i şarkîye doğru me­ yilli geniş bîr yayladır. Cenupta MeÜ-Mubammed boğazı burayı Hemedan yaylasından ayı­ rır, Garbında Panca-i ‘A li silsilesi ile hudutlanmıştır. Bu silsile Mazkat al-ltulüb ( nşr. Le Strange, s. 209 ) 'de anılan Kük~i Panc anguşt ’a tekabül eder. Kızıl*özen ’în başlıca cenup ko­ lunun kaynağı Talvâr (T a rv â lj veya Arzand adını ta ş ır; bunun cenuptan gelen koluna Hâc ic â (tü rk . Acı çay) adı verilir. Talvâr 7. E y l a k (yerli telâffuz; Lelağ ) kasabasını, 8. İs f a n d a b a d kasabasını Hâcİc& sular. Hanikov burada Bâb& Gür gür türbesini ziyaret etm iştir; bunun yanında kükürtlü bir menba ve şeffaf ( b a lğ a m î) mermer yatakları bulunur. Bu velî ( Camal aî-D in 1 Kerkük ’teki Baba Gûrgür ile aynı lekabı ( türk. C ü r-g ü r) taşım aktadır; bu sonuncusu için bk. W. Schvveer, Dîe türkischpersischen Erdolvorkomm en ( Hamburg, 1919), s. zo. Eyâletin merkezi daha çok ârızalı olup, daha az bilinmektedir. Buranın suları Sirvân [ bk. mad. DİYÂLÂ ] ırmağına dökülür. Bu ırmak Avrâm ân dağlarım Şâhö ’dan ayıran muhteşem bir boğaz meydana getirir. Bunun yatağı sâhasmda şu kasabalar bulunur: 9. H u s a y n â b â d, Kişlak ırmağı üzerinde, 34 köyü ve $.000 nüfusu vardır; 10. H a s a n â b â d, 32 köyü ve 5.500 nüfusu vardır ve Sinne ’nîn en yakın civarını teşkil eder; 1 1 . Ç a v a r ü d, 58 köyü vardır; 12. P a l a n g a n ve 13. A m i r £ b S d. Palangan ’da, harabe hâlinde, bir kale vardır. Ş irv a n ’ ın şimal havzasında 4 kasaba bulun­ maktadır : 14. K a İ â t - A r z â n , 64 köyü, 10.000 nüfusu vardır, Sinne ’ nin hemen garbındadır; 15, K o r r a v a z , ao köyü, 2,500 lüfusu vardır; 16. M a r ı v â n (eski Mihrİi,



b â n ), 200 köyü, 26.000 nüfusu va rd ır; SinneGSrân-Pencvîn-Suîaymaniya kervan yolu bu­ radan geçer, merkezinde Zaribgr gölü bulu­ nur ; 17. Avrâmani-taht, aynı adlı silsilenin şarkında kâindir, irsî sultan ’lar tarafından idare edilir; merkezleri R a z â v ’dır-; 33 köyü, 4,000 nüfusu vardır; 18. A v r â m 5 n i -1 uh u n, bundan öncekinin eenüb*i garbisinde­ dir ; luhün «taşlık" demektir { bk. VuIIers, H, 1108, lah an a: „ta ş"). 1049 ( 1 6 3 9) Türk-İran muahedesi buranın hâkimiyetini İran ’a bırak­ mış idi. S i r v l n ’ın eenûbunda, İran dağlarının tabiî is­ tikametinde ( şimâl-İ garbî—cenûb-i şarkî ) bü­ yük Ş a h ö ( = Şâh-küh ) kütlesi bulunur ve Ş ir v a n ’ ın sol kolları Dâriyân, Saıâbi-H avli ve Zİmkan ’m şark kaynakları buradadır. 19, C a v a n r ü d kasabası buradadır ve takriben 100 köyü ile 15.000 nüfusu vardır. Burayı A rd illn ailesinin bir kolu idâre eder. Büyük C âf kabilesinin asıl ocağı burasıdır ve nehrin adı ( C âfânrü d = „Câflarm ırm ağı") bunlar ile izah olunur, Bâvendîlerin [ b. bk.] ceddi olan Bâv ’m burada bulunan Pâva köyünü kurdu­ ğu söylenir. lAbd Allah b. ‘Omar idaresindeki İslâm ordularının buraya Pâva yolu ile gir­ dikleri rivayet olunur. Cenupta ve Sirvân ır­ mak manzumesi dışında Sinne’ye bağlı iki ka­ saba daha vardır: 20. R a v â n s a r ve 21. B i I a v a r. N ü f u s . Y e r l e ş i k n ü f u s u n yekûnu, 1298 ( 18 8 1) sayımında binlerce köyde oturan 150 000 kişi kadar idi. Isfandabâd ’da türkler vardır, Avrâm ân kabileleri Iranı ayrı bir ta­ baka sayılmaktadır. Sinne ’ nin g ö ç e b e l e r i yan yerleşik ve yerleşik hayata geçmektedir: Kışın kışlaklarında kalırlar, yazın komşu dağ­ lara çıkarlar. Bu kabilelerden en mühimmi C âf ’lar idi. C avan rü d ’da bunlardan 4.000 aile var idi. XVII. asırda bir kısmı garba göçmüş ve Diyâlâ, Şahrizür ve Pencvin taraflarına yer­ leşmişlerdir. Türk C â f ’lar 10.000 aile idi. Bun­ ların 2 000 kadarı yerleşik ve 8.000 ’ i yarı yer­ leşik bir durumda idi. Sinne ’de bunlardan başka daha bir çok kabileler vardır. Erkekleri şarkıcı ve kadınları oyuncu olan Süzmâni ka­ ka bîlesi Sinne yakınında K işlak köyünde otu­ rurlar. D i n. Sinne batkının çoğu sünnî ve şâfi’î mezhebmdendir. En yaygın tarikat nakşbendîliktir. ArdUân valileri şi’îdir. Sinne şehrinde 60 kadar hıristiyan âiie var idi. T a r i h . Sînne sahasında, Kirmânşâh ’da ol­ duğu gibi, âbidelere tesadüf olunmaz. En eski devir, için Ravânsar 'deki taşa kazılmış odalar anılabilir ( Çîrikov, s. 528). Sinne V n diğer ucunda Karaftü mağaraları bulunmaktadır kî,



SİNNE MHra ibâdetlerine tahsis edilmiş görünmekte­ dir ( Ker Poıter, li, 538— 552 . Burada yunan­ ca bir kitabe vardır. Yer adlan hususunda, Streck, Biİîerbeck ve Thureau-Dangin âsûrî devrine âit olan mutaları toplamışlardır. Batlamyus {V I, 2 ) ’da bulunan yer ad'arı şimdiki Sinne hudutları dışındadır f Arap devri için bk. mad S is AR). Sinne eyâleti veya Ardılan [ b. bk.) hiç ol­ mazsa 4 asır irsen intikal eden valiler ile ida­ re edilmiştir Menkıbeye göre, bunların menşe'i Sâsânîlere veya ilk Abbâsîlere çıkmaktadır, Şaraf-nam a Diyarbekir Mervânîleri neslinden olan Bâbâ Ardilân ’ın Gürân *lar arasına yer­ leştiğini ve Çingizîlerîn sonuna doğru, Şahrizür valisi olduğunu söylemekle yetinir. Tarih­ çi ‘ A li Akbar 'İn 862—Çoo yılları arasında gös­ terdiği Maymun b. Mungir ’den sonra tarih­ leri daha iyi bilinmektedir. Bu vâliler Osman1; Safevî mücâdelesinde, bâzan bu tarafta, bâzan karşı tarafta olmak üzere, çok faal bir vazife alıyorlardı. 1284 t 1868 ) ’te Ferhâd Mir­ za buraya vali olarak gönderildi. Bu şahıs bu­ rada nizâm.ve âsâyişi te’sis etmiştir. Eski aile mensupları mahallî hayatta mühim roller oy­ namakta devam etmektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . M, Streck, Das Gebîet d. heutigen Landschaften Armenien .. . { Z A , XIV, 138 vd, ' ) Biİîerbeck, Das Sandschak Stıleimania ( Leipzig, 1898), s. 127, 133, 158 ; G. Hüsing Der Zagros u. seme Völker ( LeîpzTg, 1908), s. 20; Thureau Dangın, ü n e relation de la 8me Campagne de Sargon (Paris, 1 9 1 2 ' ; Ellİs H. Minns, Parchments o f the Parihian period fro m Avrom an in K ardistan { Jo u rn . o f H ellenic studies, 19 15, X X X V ) ; A . Cowley, Pahlavi Documents fro m Avrom an ( J R A S , nisan 1 91 9) ; J. M. Unvala, On ihe ikree parchments from Avroman ( Balletin o f the School o f Orieni. Studies, Lan­ don înstituüont 1920, I, kısım I V ) ; F. C. Andreas, Real-Encyklop., 2. tabı, madd. Alinza (Sakkiz veya Bana ile aynı göste­ rilmiştir ), Alisdaka ( B icar ile aym ), A m ardos { == Kızıl Özen \ A rap coğrafyacıları için bk. mad. SİSAR; Hamd Allah Muştavfi, Nuzhat al-kulûb ( nşr. Le S tra n g e \ s, 75, 224; Şaraf-nâm a (nşr. Veliaminof-Zernof), I, 82—89, 317—322; f Royal A siatic Society 'ye âît Malcolm el-yazması XIX, asra kadar Ardılan valileri hakkında bir ek ihtiva eder ]; K âtib Çelebi, Cihannûmâ (İstanbul, 114 5), s. 388; ‘A li Akbar Vakâyi'-nigar, ffa d îk a -i Nâsirt [ 1 31 0 ’a doğru yazılmış olup, eî-yazması halindedir, hulâsası için bk. B. Nikîtİne, R M M , X L 1X, 70— 104 ); J . M. Kınneîr, A



SÎNOP.



68i



geogr. memoir o f the Pers. Em pire (London, 18 13 ) , s. 142— 147» K er Porter, Travels zn Georgia, P e rs ia , . . . ( London, 1822}. 11, 540—555, 563—568; J . Malcolm, Sketches o f Persia ( London, 1827 \ II, 3 7 3 ; ayn. mil,, H isioire de la Perse ( Parîs, l8 2 i). .III, 303 ; Ritter, Erdkunde ( 1840 ) IX, 4 12—459 ; Çîrikov, Putevoy ju rn a l (Petersburg, 1875 i, s 323— 335, 524— 52 7 ; Lycklama, Voyage en R u s s ie ... ( Paris-Amsterdam, 1875 X İV, 30 —7 0 ; G. Hoffmann, Auszüge aus den syri• schen Akten (1880 \ s. 265 v.d. î de Morgen Afiss. scien t,E tu d es geogr. (18 9 5), W» 47“ 615 A . Orlov, M ateriyah po Vostoku (Petrograd, 19 *5 >, H, i 93~ 2*5H a r i t a l a r : Hanikov, Map o f A derbeijan ( Zeitschr . /. AUg- Geogr., Berlin. 18 6 3,14 '; ayn. mil., Routes in Persia ( Zeitschr. d, Gesell. f . Erdkunde. Berlin, 1872, VII, 72 )î E Herzfeld. Pâikâti, monument an d inscrıption o f the early history o f the Sassanıan empire ( Berlin, 1924), harita I, 1 i 1.000.000 mikyasındaki İ n g i l i z h a r i t a s ı ( «Türkiye İle Irak arasındaki hudut meselesine bağlı, Milletler Cemiyeti C. 400 M. 147, 1925, VII).



( V. Mikorsky .) S İN O P . T ü rkiye’nîn K a r a d e n i z k ı y ı ­ s ı n d a v i l â y e t m e r k e z i b i r ş.ehir ( 10.200 nüfus ) olup, deniz yolu He, İstanbul'a 305 mil, kara yolu İte, Sam sun'a *88 km., Ankara ’ya 458 km. mesafededir. Sinop Anadolu'nun şimale doğru en fazla ilerleyen ve İnce-burun ile sona eren kara çı­ kıntısına şarktan birleşen küçük bir yarım ada­ nın berzah kesimine yerleşmiştir. Berzahın ge­ nişliği en dar yerinde 300 m. *yi geçmez ve kısmen evler ile kapl* kumsal bir şerit hâlini alır. Buradan itibâren şarka doğru uzanan yarım-ada kendi cenubunda kalan derin ve. demirlemeğe elverişli Sinop limanının ( İç liman, halk arasında: A kdeniz) şark rüzgârından başka butun rüzgârlardan korunmasını sağlar ve Sinop bu sâyede Anadolu ’nun uzun K ara­ deniz kıyısında tek tabiî liman durumunu ka­ zanır. Berzahın şimalinde kalan deniz ( Dış liman, halk arasında: Karadeniz) ise, fırtına­ lara açık olduğu için, denizcilik bakımından değerli sayılm az; bununla beraber Sinop ’un «Çifte liman" ’ından bahsedilir. Sinop şehri berzahın en dar yerinde iç kale ve eski tersaneyi kuşatan surlar ile başlar ve yanm-adaya doğru, hafif meyilli bir zemin üzerine yayılır. Şehrin eski mahalleleri evvelce her taraftan sûrlar ile kuşatılmış İdi k>, bun­ ların ehemmiyetli parçaları hâlâ yer-yer sağ lam olarak duruyor. XIX. asır ortalarında bu sûrlar henüz devamlılığını muhafaza ediyordı



684



SİNOP.



( bk. msl. E. Re oluş, Nouvelle geographie üni­ verselle, Paris, 1884, IX, 566, v.d., bir fotoğrafa istinaden Taylor tarafından çizilmiş resim ) ve şehir, sûrlar dışında, Anadolu karasına doğru hiç bir gelişme göstermediği hâlde, yarım-ada tarafında hafif meyil ile yükselen tepelere doğru, bilhassa iç limana yakın kesimde yayı­ lıyordu. Bugün de şehir daha ziyâde bu kısma doğru gelişmiştir. Fakat daha şarkta yarım-ada sarplaşmakta, Hıdirlik tepesinde 187 m. irtîfâa varmakta, böyle olmakla beraber, ortasında dışarıya satıhtan akışı olmayan bir durgun su (Sülüklü gölü) ihtiva etmekte, deniz tarafın­ dan dik yarlar ile kuşatılmış bulunmaktadır, Sinop un coğrafî mevkii, fırtınalardan ko­ runmuş limanı ve bilhassa karadan berzahı ke­ sen bir sûr, deniz tarafından da, liman bölge­ si dışında, yarım adanın dik yarlar ile kuşatıl­ mış bulunması Karadeniz kıyısında erkenden insanların dikkatini çekmiş olmalıdır. Bu hu­ susta Karadeniz kıyılarına gelmiş olan ve de­ nizciliğe az çok alâka gösteren ilk toplulukla­ rın Sinop ’a yerleşmiş olduklarından şüphe edi­ lemez. Bununla beraber ilk yerleşmenin muh­ temel tarihi ve telsisin ilk adı hakkında bir şey bilinmeyor. Ne olursa-olsun, burası, Anadolu ’d i şark- garp istikametindeki yollar henüz or­ taya çıkmadan Önce, Mesopotamya ’yı Karade­ niz kıyılarına bağlayan yolun A m isos[ bk mad. SAMSUN ] seçilmeden önce bitim noktası olmuş­ tur. Bu yol Hitit topraklarını bir taraftan Asûrîlerin baş-şehri Ninive ’ye, bir taraftan da burada Karadeniz kıyısına bağiayor, ker­ vanlar He uzak Ülkeferden gelen çeşitli mallar burada gemilere yükleniyor ve mübadele mev­ zuu oluyordu. Ş e y d a ’dan gelen Finikelilerin Egelilerden daha Önce Karadeniz ’e çıktıkları bilinmektedir ( Th. Streuber, Sinope, Ein hisiorisch-antiguariscker Umriss, Basel, 1855, s. 15 ), Yunan efsânelerinde şehrin kurulması meşhur Argonaut bardan tesalyalı A u tolykos'a atfedilir ve admm ( SıvtOftr)) da bir amazon isminden geldiği söylenir ( krş Strabon, I, 46, XII, 546 }. İlk yerleşenleri sonradan daha başkaları takip etmiş, VIII. { m. ö.) asır orta­ larında A nadolu’nun ünlü limanı M ilet'ten gelen tacirler buraya yerleşmişler, bir taraftan Anadolu içleri yolu ile Mesopotamya, diğer taraftan Karadeniz çevresi He yaptıkları ticâ­ ret için burayı tahkim edilmiş bir üss olarak kullanmışlar, yakındaki ormanlardan te’ min ettikleri iyi cins çam kerestesi ile donanma­ larını kuvvetlendirerek, şarkî Karadeniz kıyıla­ rında başka şehirler kurmuşlardır ki, bunlar arasında, 757 { m. ö,) ’ de kurulan Trapezus t Trabzon ) başta gelir ve bunu Kerasus ( Gire­ sun ) ve Kotyora ( Ordu garbında Bozukkaîe



’nin yeri) takip eder. Bu şehirler Sin op ’ a ver­ gi verirlerdi. On-binlerîn rıVati sırasında Sinop 'un, Paphlagonia Iran satrapları ile iyi geçinen serbest bir şehir olduğu anlaşılıyor ( Xenophon, Anabasis, V, 5, VII, 2). Bunlar Kotyora 'dan, Sinopluların te’mİn ettikleri gemilere binerek, Sinop 'a gelmişler, fakat şehre girmeyerek, onun 40 stad garbında, kendisine bağlı mahfuz B a r­ mene limanında kalmışlardı. Bu sonuncu şeh­ rin yeri şimdiki Akliman olarak teşhis edil­ mektedir ( krş. PauIy»Wİssowa, Realencpclopâd i e . , , , 11, 1180 v.d.). Diogenes ’in doğduğu şehir olarak şöhret kazanan Sinop 220 { m.Ö.) ’de, Pontos kıralı Mithradates II. tarafından zaptedildi ( E. Meyer, Gesckichte d. Königreichs Pontos, 1879, s. 34, 72, 80 ) ve kıratların baş-şe­ hirlerinden biri sayıldı, bilhassa büyük Mithrİdates ( Mithradates VII, Eupator ) tarafından, doğ­ duğu şehir olarak, süslendi; mâbedler, tersane­ ler inşâ edildi ki, bu devri Sinop ’un uzun ha­ yatındaki en parlak safha olarak saymak müm­ kündür. Bunu müteakip şehir, Sezar ’ m Anado­ lu seferinde, 47 tm.ö.;*ye doğru Roma hâki­ miyetine g ird i; 70 yılında Lucullus tarafından Colonta Juiia Feliz Sinope diye adlandırıldı. Sinop hakkında bilgi veren Strabon ( XII, 545 v.d.), ticâretinin mühim (şehir, karşı Kırım kıyıları ile de sıkı temas hâlinde idi civarı­ nın münbit olduğunu, zeytin ağaçları bulundu­ ğunu ( şimdi de Sinop çevresinde zeytin ağaç­ ları vard ır), kara tarafında sûrlar ile korun­ muş olan yarım-adanm deniz tarafından dik ve kayalık kıyılar ile kuşatılmış bulunduğunu ve denizden çıkarma yapmak İmkânsızlığım kayd­ eder. Fakat Sinop onun zamanında artık ker­ van yollarının bitim noktası durumunda de­ ğil idi ( krş. W. M. Ramsay, H istorical Geography o f Asta Minör, London, 1890, s. 27 ); Mesopotamya'dan gelen yol A m isos’ta nihâyetieniyordu ; daha sonra da ticâret akım Ege denizi limanlarına intikal etmiş idi. Bununla beraber Sinop Bizans devrinde de canlı bir ticâret merkezi olarak rol oynadı. Böyle iken bu devirde S in o p ’ ta mühim binalar inşâ edil­ memiş, yalnız kale surlarının sağlam tutulma­ sına ehemmiyet verilmiş idî. tslâmİyetın zuhurundan sonra, müslüman akınlan zaman-zaman bu kıyılara kadar gel­ miştir. Simeon Magister ve Theophanes Continuatus gibi Bizans kaynaklan, 832 'de Sarasinlerin [ b. bk j A n ad olu ’yu istilâları sırasında, imparatorun „iranh“ yardımcı kuvvetlerinin kumandanı olan Theophobos ’un kısa bir müd­ det için Sinop kıralı ilân edilmiş olduğunu yazarlar. XI. asrın sonlarına doğru A nadolu’nun bü­ yük kısmı Selçuklular tarafından fethedildi ise



SİNOP. de, Sinop, daha bir takım Karadeniz limanlan gibi, Bizans İmparatorluğu hâkimlyet’ nde kal­ dı Bununla beraber, Kırım ’a gitmek isteyen Selçuklu tacirleri, burada gemiye binmek su­ retiyle, Sinop limanından faydalanabiliyorlardı i Hey d,- H istoire du commerce da Levant, I, 298 ). XIII. asır başında şehir Trabzon Komnenos İmparatorluğu hâkimiyeti altına girdi. Fakat çok geçmeden Selçuklu sultanı 'îzz al*Dİn Kaykâ'üs I, şehri onların elinden aldı. Bu fetihten bahseden İbn B ibi ( Recueil des htsioriens des Seldjoucides, nşr, Houtsma, IV, 54 v.d.) fetih tarihi olarak, 2 teşrin II. 1 2 1 4 ’e tesadüf eden 26 cemâziyelâhır 6 11 gününü gösterir. Selçuklu sultanı iki rum hükümdarı arasındaki geçimsiz­ likten faydalanmış idi. fakat Sinop ’un fethi için ileri sürüien bahane Sinop beyinin ( İbn B ib i ve Barhebraeus, Chronicon, nşr, Bedjan, s. 429 Ma bunun adı K ir Aleks yâni Kyr Aîexis Komnenos olarak geçer; krş. Fallmerayer, Geschickte des Kaisertams Trapezim i, München. 1827, s. 94 ) türk topraklarında yapmağa cür’et etmiş olduğu akınlar idi. A b u ’ l-Fidâ’ da galiba bu fethe işaret etmektedir ( Târih, İs­ tanbul, 1286, III, 123; bk. Fallmerayer, oyn. esr., s. 96 ). Her ne olursa olsun, Alezİs ’in, Barhebraeus tarafından İleri sürüldüğü gibi, Selçuklular tarafından öldürüldüğü rivayeti asıl­ sızdır. Diğer taraftan Bizans tarihçileri Sinop ’un fethinden haberdar görünmüyorlar, İslâm kaynaklarında şehrin adı eski İsmin'n okunuşunu hemen-hemen değiştirmeyen bir kaç şekilde yazılmıştır. Sanüb ( A b u ’ l-Fidâ1, s. 392 ve al-'Umari, Masalık al-abşâr, N E , XIII, 361 ), Sanüb ( yjirf : İbn Bat tuta, Se­ yahatname), Sinâb w'ı* ( Anon. Giese, s. 34; Oruç Bey, nşr, Babinger, s. 73 ); Aşık Paşa­ zade ve daha sonraki türk müelliflerinde Sinüb ( )şeklinde geçer. Farklı şekillere or­ ta çağ garp müelliflerinde de rastlanır. Sel­ çuklu hâkimiyeti kurulduktan bir müddet son­ ra, R u sya ’ya gitmek üzere buradan geçen sey­ yah Rubruquis şehri Sinopolis olarak zikret­ mektedir. Selçukluların hâkimiyeti sırasında Sinop, Trabzon ve Bizans kuvvetlerine karşı bir üss hizmetini gördü, Rukn al-Din Kılıç Arslan IV. ile 'îzz al-Din Kaykâ’ üs H. arasındaki mü­ câdele ve buDu takip eden karışıklıklardan fay­ dalanan Trabzon rumlan Sinop *u işgal ettiler. İşgal tarihi kat’î olarak bilinmemekle beraber, seyyah Rubruquis ’in geçtiği sırada (1253 ) şeh­ rin henüz Selçuklular elinde bulunduğu anlaşılı­ yor. Rumların işgali sırasında Sinop ’ta A ksarâyî ’ye göre Gaytan, Y u n in i’ye göre Garvas adlı bîr vali bulunuyordu. İlhanlılarm Anadolu Ma­ ki saltanat naibi Mu'in al-D in Sulayraân Par-



685



vana Sin op ’u, hem denizden, hem de karadan kuşatarak, uzun bîr savaştan sonra, ger! aidi ki, bunun tarihi Abaka ’nm cülusundan (663 = 1265 ) sonra olmalıdır. Sinop ’un fethi Parvâna ’nin nufûzunu bir kat daha arttırdı ve Parvâ­ na Kılıç Arslan IV. Man buranın kendisine temliki için bir menşur elde etti kî, S in o p ’ta Pervâne-oğutları adı ile kısa süren bir beylik kurulması böyle başlar. Parvâna S in o p ’ta İbn Battüta nm Överek bahsettiği ve daha sonra­ ki kaynaklarda da sitayişle zikredilen camii ve daha bâzı eserler yaptırdı. Parvâna 676 ( 1 277) Ma öldürülünce, oğlu Mu'in al-D in Muhammed istiklâlini ilân ederek, Ilhanhtara kar­ şı geldi ve Sinop’ta 20 yıl başarı ile tutundu (676—696; bk. Müneccim-Başı, III, 3 1 ) ; Ölü­ münde yerini Parvâna ’ntn diğer oğlu Muhazrib al-D in Mas'üd aldı, O da 7oo yılında ölünce, mülkü bîr rivayete göre, Kastamonu beylerine geçti; fakat  lî ( Kunh al-ahbâr, V, 2 2: Ruhî ’ye göre ) bu havalinin Kastamonu beylerinden evvel Gâzî Çelebi 'ye âit bulunduğanu bildir­ mektedir : Gazan Han, önce kendis'ne sadâka­ tini mükâfatlandırmak üzere, „ Di yar bek İr Men Sinop sahiller ine kadar" olan memleketi ver­ diği Selçuklu hükümdarı 'A la ’ al-Din Kaykubâd III. ’ı, 700 ( 1 3 0 1 ) Me, idaresizliği yüzünden tahttan indirdikten sonra, yerine Hemedan Ma mevkuf tuttuğu Giyâş al-Din Mas'üd II .’ u ge­ çirmiş olup, burada adı geçen Gâzî Çelebî onun oğludur. Gâzî Çeîebî bilhassa Cenevizli­ lere ve bâzan da müttefik olduğu Trabzon rumUnna karşı giriştiği deniz hareketleri sı­ rasındaki cesaretli hamleleri ile tanınmıştır. İbn Battüta Parvâna’yi Selçuklu hanedanından, Gâzî Ç e leb î’yi de P a rvâ n a ’nin neslinden ola­ rak gösterir (krş. Ahmed Tevhid, Sin o p 'ta Pervâne-zâdeler, T O E M, 1326 b-, s 253 v.d .). Gâzî Çelebî ’nin ölümünden sonra, galiba, onun kız kardeşi elinde bulunan Sinop Kastamonu hükümdarı Şucâ' al-Din Sulaymân Paşa tara­ fından ele geçirildi [ bk, mad. İSFENDIYÂR- OĞUL­ LARI ]. îbn B attü ta’nın 1 3 4 0 ’a doğru Sin op ’ u ziyareti bu hükümdarın son devrine rastlar; o sırada Sinop ’ta Kastamonu hükümdarının oğ­ lu İbrahim Bey emîr olarak bulunuyordu. Sey­ yah gemi İle Kırım ’a geçmek üzere geld'ğs Si­ nop ’u nüfusu çok ve güzel bîr şehir olarak tarif etmekte, deniz ile kuşatılan şehrin kara tara­ fındaki kapısından, emîrin izni olmadan kim­ senin giremeyeceğini söylemektedir. Sinop bu asırda Anadolu İçlerine bağlı bir iskele şehri olarak ehemmiyetini muhafaza ediyordu (F. Taeschner, Das anaiolische Wegenetz. 1, 19 ü ). „Rum“ gemileri Anadolu ’nun Karadeniz li­ manları ile Kırım arasındaki irtibatı sağlardı. Muhtemel olarak, 1351 ’ den beri burada bir



686



SİNOP.



konsolosluktan bulunan Cenevizliler de ticâ­ rette mühim rol oynayorlardı ( Heyd, ayn> esr., 1» S 5 o ) .



XIV. asrın sonlarına doğru, Bayezid i. Os* manii devletini genişletirken, Anadolu ’nun bir çok kısımları gibi, bu havali de imparatorluk kontrolü altına girdi. O sırada îsfendiyâr { Candar Çoğulları sülâlesi ikiye bölünmüş olup, Kastamonu'da Kötürüm Bayezid’in oğlu Sü­ leyman II., S in o p ’ta da ( 7 8 7 = 138 5 ’ten beri) onun kardeşi Mu bariz al-Din İs fan diyar Bey bulunmakta idi. Yıldırım Bayezid Kastamonu 'yu zaptedip, Süleyman Bey ’i idâm ettirdi. Bunun üzerine îsfendiyâr Bey Yıldırım ’a mu­ kavemet göstermeyip, kaleyi ona teslim etti ve bu hareketine mükâfat olarak da, yerini muhafaza etti kî, hâdisen’n tarihi olarak 794 ( 1392) senesi veya ertesi yıl gösterilir (A şık Paşa-zâde, s. 72; Tevârih-i  l-i Osman, nşr. Giese, s. 34 ). Timur'un A nadolu’ daki başarıları üzerine, îsfendiyâr Bey ona dehalet etti ve Timur ta­ rafından kendisine Sinop ile beraber Kastamonu ve Çankırı da verildi ( 8 0 5 = 1 4 0 2 / 1 4 0 3 ) ; böylelikle Candar oğlu devletî, bir süre için bile oisa, eski hudutlarına doğru genişled1. Şehzadeler kavgası sırasında, Mûsâ Çelebi, îsfendiyâr Bey ’în yardımı ile, Sinop limanından Rumeli 'ye geçirildi ( 809 h.) ve büyük kardeşi Süleyman Çelebi üzerine yürüyerek, Edirne ’ de tahta çıktı. Buna benzer başka bir hâdise de 823 ( 14 2 0 }’ te vukua geldi. Şeyh Bedreddin Simâvî, o tarihte îznık 'ten kaçarak, yine îsfen­ diyâr B e y ’in yardımı ile, Sinop'tan E flâ k 'a geçmiş ve hareketlerine Rumeli ’de devam et­ miş idi Bu karışıklık devresinde Candar-oğullarmm eski toprakları üe yetinmeyerek, Bafra ve Samsun ’u da ilhak ettikleri rivâyet edilir. 819 ( 1 4 1 6 ) 'da. îsfendiyâr B e y ’in oğlu Kasım Bey, Çelebî Sultan Mehmed ’i teşvik ederek, Küre, Kastamonu, Çankırı, Tosya ve Kalecik havalisinin babası tarafından kendisine veril­ mesini rİcâ etti ve Osmanlı hâkimiyeti altına girdi, îsfendiyâr Bey. bunu kabûl ederek, eski­ den olduğu gibi, Sinop ve çevresi ile iktifa e tti; fakat bir müddet sonra ( 8 2 7 5 = 1 4 2 4 ) , Murad lî. ’ m çeşitli meseleler ile uğraşma­ sından faydalanarak. Osmanlı hâkimiyet veya himâyesi altına girmiş olan toprakları ( Çan­ kırı, Tosya, v.b.) geri aldıktan başka, Bolu ve Taraklı taraflarını da istilâ etti ise de, Murad II, *m harekete geçmesi üzerine, istilâ ettiği toprakları bırakıp, Sinop ’a kapandı, Osmanlı padişahına boyun eğdi, tazminat ile beraber, Küre mâdenlerini de terk etmek sü­ reliyle, yine yerinde kalabildi ( ölm. 843—1439 ) ve böylelikle Sinop ve havalisi, 865 ( 14 6 1 ) ’ te,



Mebmed II. tarafından, Karadeniz kıyısındaki diğer Anadolu topraklan île beraber, Osmanlı topraklarına katılıncaya kadar, istiklâlini mu­ hafaza edebildi. O sırada Sinop ’ ta, hükümdar olarak, îsfendiyâr-oğullarmdan İbrahim II ,’in oğlu İsmail Bey bulunuyordu. Karadan ve de­ nizden kuşatılan Sinop, vezîr-i âzam Mahmud Paşa'nm verdiği te’minat üzerine, mukavemet etmeden teslim oldu ve îsmai! Bey ’e önce İne­ göl, Yenişehir ve Yarhisar kazaları, daha son­ ra Rumeli ’de Filibe sancağı verildi. Türk kay­ naklarından başka Dukas ve Çhalkondyias da bu hâdiseden bahsederler. Sinop 'un o sıradaki kudretli müdâfaa terlibâtı sonuncu müellif ta­ rafından anlatılmaktadır. Sinop ’un fethi ile, îsfendiyâr tersanesi de Osmanlı imparatorluğuna geçti ve burası, Gelibolu ile beraber, devletin başlıca deniz üssü durumuna girdi, fakat ehemmiyetli hâdi­ selere sahne olmadı. İdare bakımından Ana­ dolu eyâtetînin Kastamonu sancağına bağlandı. K ırım ’a doğru yapılan seferlerde üss hizmetini gördü ve Karadeniz ’deki donanma için kışlak rolünü oynadı. XVII. asrm ilk yarısında Sinop Don Kazaklarının bir kaç defa tecâvüzüne uğ­ radı ki, bunlardan itki 1023 ( 1 6 1 4 ) yılma rastlar ( Naîmâ, I, 298). O yılm 1 ağustos ge­ cesinde Kazaklar şehri basıp, kaleyi ele geçir­ diler, kadın ve çocukları üe büyük ganimet alıp, şehri yakarak, geri çekildiler. Fakat dö­ nüşte Karadeniz muhafızı İbrahim Paşa'nm hücumuna uğrayıp, bozuldular. Sinop vak’ ast İstanbul ’da duyulunca, Ahroed I. keyfiyeti saklayan vezîr-ı âzam Nasuh Paşa ’yı Önce azletti, sonra da idam ettirdi. Bu vak’adan bahseden Evliya Çelebi kumandanının (dizdar ) kaleden bir top menzilinden fazla uzaklaşma­ sının yasak edildiğini ve Murad IV. zamanın­ dan beri Kazak tecâvüzlerinin sona ermiş ol­ duğunu söylemektedir. Bu seyyah 1050 ( 1640 / 1 6 4 ı } senesinde, İstanbul’ dan Trabzon ve Batum ’a gitmek üzere, uğradığı Sinop kalesini, Boztepe’ den bakıldığı zaman bir gemiye ben­ zetmekte; limanını, Sultan Alâeddİn camimin mihrap ve mahfeli ile minberini övmektedir. K â­ tı b Çetebî ’nin tasviri de bunu tamamlamakta­ dır. Bu sonuncu, Sinop yarim-adasmı (Boztepe) »nebatattan â rî", yâni ormansız olarak, zikre­ der ki, böyle bîr durum ilk çağdan beri çevre­ sindeki ormanlarda yapılan tahribatın şüphesiz Önce denize yakın yerlerden başlamış olması ile ilgilidir ve yakm bir devrin eseri değildir. Osmanlı devrinde, harp gemileri İnşâatında ağa­ cın büyük rol oynadığı sıralarda, 1864 'te Coİlas tarafından da zikreditdiği gibi, Sinop ormanlarının keresteleri tersanenin inhisarı altında bulunuyor ve bunların çoğu Sinop 'ta



SİNOP. kullanılıyor, bir kısmı gemi direği ve keres­ tesi ) İstanbul ’a ise, gönderiliyordu ( M. Antoine, Essai historique sur le commerce et la navigation de la Mer N oire2, Paris, 1820, s, 331 v,d.) . 1853 senesi teşrin II. ayının otuzuncu gününde {28 safer 12 7 0 ) Sinop limanında demirlemiş bulunan bir Osmanlı filosu rusların baskınına uğradı. İstanbul ’dan Batum ’a gemiler ile ya­ pılan sevkıyatın himayesine, Patrona Osman Paşa kumandasında, me’mör edilen filo fırtınalı bir havada Sinop limanına sığınmış idi, Böyle bir durumu haber alan rus amirali Nahimof Sinop ’a âni bir baskın yaptı Öğleden sonra başlayan taarruz 3 saat sürdü. Osmanlı donan­ ması (282 top taşıyan 12 zayıf tekne ), şiddet­ li bir müdâfaadan sonra, ruslar ( 3 1 8 top taşı­ yan kuvvetli 6 gemi ) tarafından tahrip edilmiş; sayısı 4.000 'e varan mürettebatın yarısı ölmüş­ tür (ruslann kaybı 34 ölü, 230 yaralı). Savaş sırasında Sinop şehri de ruslann top ateşin­ den zarar görm üş; rivayete göre, 2.500 kadar ev yanmıştır. Bu vak’a sırasında, Batum ’dan İstanbul’a gitmek üzere, Sinop'a uğrayan Tâİf vapuru, yaralı olarak, kurtulup, felâket habe­ rini İstanbul’a getirebilmiştir. Ruslar Sinop limanında 2 gün kaldıktan sonra çekilmişler, bîr kaç gün sonra buraya gelen bir İngiliz ve bir fransız gemisi Sinop 'tâki kayıpların keş­ fini yapmış, 280 kadar yaralıyı İstanbul ’a ta­ şımıştır. Türklere karşı taarruzda bulunma­ yacakları hakkında ie ’ minat vermiş olan rus­ lar m bu hareketleri garp memleketlerinde de­ rin akisler bırakmış, Kırım harbinin patlama­ sının başlıca sebeplerinden biri olmuştur ( von Rosen, Geschickte der Türkei, Leipzig, 1867, II, 197 ). Geçmiş devirlerde bîr takım kaynaklar Si­ nop ’un nüfusu hakkında bilgi verirler. Evliya Çelebi ’ ye göre, XVII. asır ortalarında, Sinop ’un kale içinde ve dıgmda 24 mahallesi var i dİ, hıristiyan mahalleleri deniz kıyısında bulunu­ yordu ve içlerinden bir kısmı kale tamiri ile va­ zifeli olup, haraç vermezlerdi. XVUI. asır so­ nunda Sestini, 1783 ’e doğru, şehrin nüfusunu 15.000 olarak veriyordu. Bu sayı XIX. asrın ilk yarısına âit kaynaklardan 1830—1833 ara­ sında seyahat etmiş olan V. Fontanier { 1 5 000 nüfus, dörtte biri ra m ), Juchereau de SaintDenys ( 1844, 12.000), N. Daily ( 1844, 10.000 ), Brüksel ’de basılmış bir coğrafya lügati ( 1836, 10.000} tarafından verilen sayıya az çok uy­ makta İse de, Rottîers tarafından verilen sayı bundan çok eksik ( 1829, 5.000 nüfus ), E. Bore tarafından 1838 ’de verileni ise, çok fazladır. XIX. asrın ikinci yarısına âit kaynaklar Sinop ’un nüfusunu 5,000—9.000 arasında gosterir-



Ö$7



ler. Collas ( 1864), 6.000; E. Reclus ( basılış ta­ rihi 1884), 9.000; Cuinet ( 1890 ’a doğru ), 9.750; bunun 5.000’den fazlası müslüman, 3,700’ e yakını ram, ?oo kadarı ermeni, 20 ’si yahudi; Şemseddin Sâmî ( 1894 V 9*ooo nüfus. Bu devirde Sinop artık Karadeniz limanları arasındaki ehemmiyetli mevkiini kaybetmiş bu­ lunuyordu. Collas tarafından verilen rakamlar 1863 senesinde Sinop’a girip-çıkan 208.000 tonilâtoluk 3x5 gemi ile yapılan ithalât ve ih­ racat ticâretini 1.220.000 frank değerinde ola­ rak tesbît ediyordu; hâlbuki aynı yılda Sam­ sun ’a âit değerler 15.000,000, Trabzon ’uuki İse 86.000.000 frank olarak gösterilmiştir ki, bu rakamların karşılaştırılması, Sinop’ un, diğer iki Karadeniz limanına göre, çok gerilemiş ol­ duğunu, Sam sun’ un cenûb*İ şarkî Anadolu ve İç Anadolu ticâretinde epeyce faal rol oyna­ dığını, Trabzon 'un ise» şimâl-i şarkî Anadolu ’nun iskelesi olmakla kalmayıp, Iran transit ticâretinin henüz ehemmiyetini muhafaza et­ tiğini gösterir. XIX. asırda da Sinop ’un sönük durumu de­ vam etti ki, bunun başlıca, sebebi, çok iyi bir tabiî limana sahip olmasına rağmen, gerideki arızalı arazi ile olan irtibat güçlüğü dolayısı ile, ticarî faaliyetlerinin gevşememiş bulunma­ sıdır. Yakın devrede, Sinop 'a yakm ormanla­ rın tahrip edilmiş olması yüzünden, kereste ihracatı da ehemmiyetini kaybetmiş, bu ticâ­ retin ağırlık merkezi Gerze Ve daha sonra A yan cık ’a geçmiştir. Bu arada S ’nop bilhassa eski mahallelerindeki dar sokaklar boyunda sıralanan ahşap evlerinin bir kaç defa yangın felâketine uğradığım da görmüştür ( XX. asır içinde 5 büyük yangın olmuştur, ezcümle 1917, 1946 ). Ancak son yıllarda Sinop, kendisini İç taraflara — Boyabat üzerinden Kastamonu — İstanbul’ a ve A m asya’ya ve kıyıdan Samsun ’ a bağlayan yolların yapılması, limana gelen gemilerin yanaşabileceği bir iskelenin 1959— 1961 yılları içinde inşâsı, şehir içinde büyük binalar yapılması, sokak ve caddelerin düzen­ lenmesi ve eski eserlerin tamiri ile, bir de­ receye kadar değ‘şmiş bulunmaktadır; 1927 ’de yapılan İlk sayımda nüfusu 5.007 iken, bu sayı 19 40’ta 4,838’e düşmüş, 1950 de 5.780, 1955 'te 7-3o7 olmuş, 19 60’ta. 10 .2 14 ’e ve 1965 ’te 13 390’a yükselmiştir. Şehir hâlen 7 mahalleye ayrılmış olup, 1962 ’de 1.450 kadar ev ihtiva etmekte idi. S in o p ’ un eski eserleri arasında en göze çar­ panı Sinop kalesi olup, Milet göçmenlerinin tahkimatı yerinde Pontos kiradan tarafından yaptırılmış kadîm kale ve sûrlar daha sonra Roma-Bizans devrinde esaslı şekilde inşâ ve Selçuklular tarafından burçlar ilâve edilmiş,



688



SİNOP.



İsfendiyâr-oğullart ve Osmanhlar tarafından da tamir olunmuştur. Osmanii devrinde ve hâlâ hapishane olarak kollanılan eski tersane Sinop ’un iç kalesine tekabül eder. Burada ‘ İzz al-Din Kaykâ’ ü s ’a âit iki kitabe bulunduğu gibi, İsfendiyâr Bey ’in bir kitabesine de tçkale ’de rastlanır. Sinop mâbedleri arasında en ehemmiyetlisi Alâeddin camii ismi verilen Ulu cami olup, şehrin ortasında yüksek duvarların çevirdiği avlusuna 3 kapı ile girilmekte, minârenih ya­ kınındaki şimal kapısı üzerindeki kitabeden, camiin Mu* in al-Din Parvâna tarafından 666 (12 6 7 /12 6 8 ) tarihînde yaptırıldığı anlaşılmak­ ta, yakın bir tamire âit 1267 ( 1 8 5 1 ) tarihlî başka bir kitabe de bulunmaktadır. Camiin beyaz mermerden yapılmış mihrabım eski mü­ ellifler çok medhederler. 833 (14 2 9 /14 30 )^ 6 İsfendiyâr B e y ’in yaptırdığı bu yekpare eserin Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul ’a nakledilmek istenirken, çatlama tehlikesi gösterince, bundan vazgeçildiğini Kâtİb Çelebi kaydeder. Evliya Çelebi ’nîn övdüğü minber ise, üzerine kubbe yıkılması ile harap olmuş, yerine mutasarrıf Tufan Paşa tarafından 1267 (h .)’ de şimdiki ahşap ve basit minber koydu­ rul muştur. Camiin avlusunda içinde 1 1 lahid bulunan İsfendiyâr ’ iar türbesi bulunduğu gibi, şimal kapısı karşısında yine Parvâna tarafın­ dan inşâ edilmiş medrese binası vardır kİ, bu­ gün müze olarak kullanılıyor. Evliya Çelebi ’nin zikrettiği câmiierin bir çoğu bugün mev­ cut değildir; bîr kaçının yerine, sonradan, umumiyetle daha sâde yapılı cami veya mescid inşâ edilmiştir. 754 ( h.) ?te inşâ edilmiş İs­ mail Bey camii Evliya Çelebî ’ deki Arslan Bey camit (inşâ tarihi 752) olsa gerektir ki, şimdi bunun yerinde XX. asır başında yapılmış bir mescid bulunur. İs fendi yâr-oğullarının duvar te­ melleri seçilen sarayları yanında Kötürüm Bayezid tarafından inşâ edilmiş Saray câmiinin kitabesi 776 tarihini taşır. Şehrin dışında 1283 lh.) tarihinde inşâ edilmiş Cezayirli A li Paşa câmii bitişiğinde Seyyid İbrahim Bilâl türbesi (İbn Battüta Bilâl Habaşi sanmıştır) ve ya­ nında Hatunlar türbesi (içindeki iki lâhidden birinin tarihi 843 d ğer türbeler arasında şe­ hir içinde Sultan Hatun türbesi (797 h. ta­ rihli), Gâzî Çelebî türbesi (722 h. ?), şehrin dışında, garpta, Devlet Hatun türbesi { 863 h.) ve bîr tepe Üzerinde Parvâna türbesi ( kita­ besi yok, Parvâna ’ierden kime âit olduğu da belli değil} sayılabilir. Eski hanlardan moloz taşı ve harç ile yapılmış olan bir tanesi (XVI. asır bugün de kullanılıyor. Eski 3 hamam tamir edilip, kullanılır hâle getirilm iştir: Ulu eâmi yanında Parvâna *nin eseri iki taraflı Yu­



karı hamam, Seyyid Bilâl türbesi ile aynı de­ virde yapılan Aşağı hamam, İbrahim Bey ’in eseri olan Yalı hamamı, ev Sinop ’ta Dr, Rıza Nur tarafından te’şis edilmiş kıymetli bir de kü­ tüphane vardır. İdarî bakımdam Sinop, 1920 senesine kadar, Kastamonu vilâyetine bağlı iken, o tarihten sonra müstakil bir sancağa merkez olmuş, 1924 'te ise, bu sancak vilâyet hâline konulmuştur. Sinop vilâyetinin, 5.862 km2 arazisi üzerinde, 1965 sayımına göre ( 266.400 nüfusu vardır. Vilâyetin kazâiarı Sinop, Ayancık, Boyabat, Durağan, Erfelek, Gerze ve Türkeli olup, vilâyet hudutları içinde bulunan koy ( muhtarlık ) sa­ yısı 436 ’dır. B i b l i y o g r a f y a i E l Leiden tabın­ da J. H. Kramers tarafından kaleme alınmış olan Sinop maddesinde zikred:len kaynakisr ile bunlara yapılan İlâveler: Pauly-AVissowa, Realencyclopâdie der klassischen Altertumsvoissenschaft ( 1927 ), 2. seri, III, 252 —255 ( Ruge tarafından yazılan IStvıhîiî; maddesi İbn BatÇü^a, Seyahatnâme ( trc. Mehmed Şe­ rif ), İstanbul, 1335, 354— 35S ; Kâtib Çeîebî, Cihannûmâ ( nşr. İbrahim Müteferrika ), İstanbul, 1140, s. 648 v, d., 6 5 1 ; Evliya Çe­ lebi, Seyahatnâme (İstanbul, 1314 ), 11,73— 76; Şemseddin Sâmî, Kâm ns al-adâm ( İs­ tanbul, 1894), IV, 2787; C. Ritter, Erdkunde ( Berlin, 1858 \ XVIII, 773 v. d d .; Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate (Cambridge, 1905), s. 144, 157 J V ıtai Cuinet, La Turyuie d 'A s i e (P aris, 1892), IV, 562—59 i; Dictionnaire geographiçue üniver­ sel ( Bruxelles, 1836 ), XII, s ı 9 v. d .; MalteBrun, Geographie üniverselle5 (P aris, 1844)» IV, 438; Juchereau de Saİnt Denys, H isioire de VEmpire Oiioman ( Paris, 1844 ), I, 196 ; Dictionnaire general de biographie et d'kistoire ( Paris, 1866), II, 2497; Vivien de Saİnt-Martin, Deşeription kistorique et g e ographique de VAsie M ineure ( Paris, 1852 ), II, 572 v. dd,; W. Th. Streuber, Sinope, Ein historisch-antiquarîscher Umriss ( Basel, 1 8 5 5 ) ; Eiisee Recîus, Nouvelle geographie üniverselle (Parts, 1884), IX, $66, 577; Ahmed Hamdı, Usûl-i co ğrafiya-yı kebir (İs­ tanbul, 1292), s. 328, 647; ^'asfomonu vilâ­ yeti salnam esi sene 1286, s. 590; sene 1299, s. 1 97; sene 1306, s. 475 ; sene 1314 , s. 384; Sestîni, Voyage â Bassora ( Paris, *798), VI, 635 M. Antoine, Essai hisioriqa& sur le commerce et la navigation de la M er N oire2 (Paris, 1820), s. 331 ; Rottiers, Itineraire de T iflis a Constaniinople ( Bruxelles, 1829 ), s. 264, 278 v. d ; Felix de Beaujour, Voyage militaîre dans VEmpire Ottoman ( Paris,



SİNOP ~



Sİ p  h 'I.



lerinı bildirmektedir. Bu kanun şoyîedir: «Sul­ tan Murad Gazi zaman-ı şeriflerinde iptida si­ pahi... olmak ve erbâb-ı timar oğullan mah­ rum olmayıp babaları fevt oldukda. oğullarına kanun üzere timar verilmek... Timurtaş Paşa likası ile olmuştur** (krş. M TM , II, 325). Bu türlü si pâhîier Osmanlı ordusunda eyâlet kuv­ vetlerini teşkil eder, bâzan hudutlarda akın* cılık ve karakol hizmetlerini görürler, savaş­ larda ise, düşman karşısında piyâdeleri koruma, serî ve seyyal hareketleri ile düşman gerileri­ ne sarkma, gerektiği zaman taarruz ve hücûm vazifesi yaparlardı. Sipahiler, seferin başladığı haberi ve davet üzerine, ser-askerin bulunduğa yere gelirler, yoklama olurlar, gerek kendileri, gerek cebeluları ayn-ayrı deftere yazılır, bunlara her hangi bîr sancak-beyinîn veya paşanın »defterlisi» denilirdi ki, bn kayıtlar sipahinin ve ka­ nunen berâberinde getirmeğe mecbûr olduğu cebeluların seferde bulunduklarını isbat eden vesikalar idi. Davet edilip de, sefere katılma­ yan sipahinin elindeki timar alınarak, başkasına verilirdi. Kanunun belirttiği mikdardaki cebeluyu ve galamı sefere getirmeyenler veya ge­ SÎN UB. [Bk. SİNOP.] tirdiği hâlde kaçanların yerlerine yenilerim SİPÂ H Î. SİPÂHl ( F.), „asker, Çeri" mâna­ tedârik edemeyenler hakkında da timarınm sında bir İsim olan sipâh kelimesinden türe­ (dirliğinin) elinden alınması muamelesi ta tb k yen ve OsmanlI devletinin askerî teşkilâtında edilirdi. Sipahilere verilen timarlar, umÛmiyet­ türlü mânalar kazanarak, çeşitli a s k e r l i k ve le, senelik öşür hâsılatı 1.000 akçeden 20.000 i d a r e h i z m e t l e r i n d e k i v a z i f e l i l e r akçeye kadar olan dirlikler idi. Ancak bundan i ç i n k u l l a n ı l a n b i r t â b İ r di r ( krş. fazla olanlar da görülmektedir. Sipâhî dirliği­ mad. SEPO Y). nin kılıç hakkı denilen 3.000 veya 5.000 akçe­ I. T i m a r 1 1 S i p â h î, kendilerine dirlikden fazla mikdarı için, cebeiular götürürdü, ( timar) olarak verilen araziyi imar etmek, Bunun için de kanun 6.000 akçe timan olan içindeki ahâliye bakmak ve savaş zamanla­ sipahinin 2 ; 10,000 olanın 3 ; 20.000 olanın da rında hudutlara yetişmek üzere ihdas olunan 4 cebelu vermesini emretmiş idi ( Lutfî Paşa, a t l ı a s k e r e d e n i l i r d i . Yâni Osmanii Âsaf-nâm e, s. 20}. Bununla beraber Lutfî Paşa devleti askerlik teşkilâtında -timar ( dirlik ) »cebelu almaktan vüzerâ gayet hazer etmek adı ile öşür ve vergilerini aldıkları arazîye gerektir, sefere sâhib-ı timâr bizzat gelmek ge­ karşılık, bariş zamanlarında sahip oldukları rek..." diyerek, seferde her hâlde sipâhînin is* ve nezâretleri altında bulundurdukları bölgeyi bât-ı vücûd etmesi gerekli olduğunu belirtmek­ idârî, İktisadî ve mâlî bakımlardan İyi idare tedir (g o s t y e r.\ Sultan Süleyman Kanunnâme etmek ile vazifeli olan, savaş zamanlarında ( T O E M, ilâve nşr., s. 1* v,dd.)*aine göre, ise, kendi atları ve kanûnen götürmeğe mecbûr 1.000 akçelik timarı tasarruf eden sipâhî kendisi oldukları »cebelulan" ile birlikte sefere katılan cebelu, 2.000 akçelik'olanlar kendisi cebeltıve bir türlü atlı askere verilen unvan idi ki, bun­ galamı ile birlikte, 3.000 akçelik '-olanlardan lara aynı zamanda, t i m a r 11 s i p â fa î ve itibaren buna ilâveten »bürüme** denilen „akhukuk-mâllye ıstılahlarına göre, s a b i b-a r z bork** giymek süreriyle sefere iştirak ederler; da denilirdi. Bn sonuncu ıstılâhı bâzı yabancı daha fazla gelirli dirliğe tasarruf edenler ise, müelliflerin »köy ağası", „ toprak"sahibi küçük ayrıca çadırları ite katılırlardı. Müşterek timar çiftçia mânalarmda ahladıkları görülmüştür. Bu tasarruf eden sipahilerden, sefer emrolunduğu türlü sipahilerin ilk ' Osmanlı hükümdarları hâlde hizmet etmemiş olanın hissesine âit hâsı­ zamanında da mevcut oldukları söylenebilirse latı, o timar hissesi başka bir kimseye verilin­ de, bn husustaki bir kanun-nâme maddesi bun­ ceye kadar, mevkufçu denilen vazifeli tasar­ ların' Murad 1. devrinde ve Rumeli bey!er-beyi ruf ederdi; Nöbetle sefere me’ mûr olan müşte­ Timurtaş Paşa ’um telkini ile ihdas edildik- rek timar sahibi sipahilerden nöbeti olmayanın 1829), 11, 14 2 ; V. Fontanier, V oyages en Örteni (Paris, 1834 ), s. 63 v. d d .; Eugene Bore, Memoires,., ( Paris, 1840), I, 363; W. J. Hamii t on, Researches in Asia Minör ( London. 1842 }, I, 307; N. Daily, Usi e co&tumi (Torino, 1844), s* 548; Hommaire de Hell, Voyage en Turyuie et en Perse ( Paris, 1854), resimler levha 26; A. Joanne ve E, Isambert, Itineraire de VOrient (Paris, 18 6 1) , s. 5 1 9; M. B. C. Colîaa, La Turyuie en 1864 (P aris, 1864}, s. 273 v, d ,; Charles Tezier, A sie Mineure, s. 6 22; H. von Moltke, Brie~ fe über Zusfânde und Begebenheiten in der Türkei, 1835— 1839 (Berlin, 19 *7), s. 208 v. d .;■ David M. Robinson, Ancient Sinop, Am erican Jo u rn a l o f Pkîlology, XXVII, 125, 245; ayn, mil,, Am erican Jo u rn al o f Archaeology, IX, 294 v. d.; Hüseyin Hilmi, Sinop kitâbeleri (Sinop, 1939—1 9 4 1 ) ; Talât Müm­ taz Yaman, Kastamonu tarihi (İstanbul, 1935 ), tür. yer.; Haşan Tarkan, Sinop coğ­ ra fy a sı (îzmtr, 19 4 1 }; Ferit Dikmen, Sinop tarihine âit derlem e bilgiler ( İstanbul, 1958 }; B elediyeler y ıllığı ( Ankara, 1950 ), III, 344, 35* -_ (BESİM D a r k o t .)



Ulftra Aıulklopedtal



44



>gd



SİPA H İ,



hissesine müdâhale olunmazdı. Sefere giden si* pâhîlerden her hangi biri, vezirler veya beyîer-beyi emri ile, sancak beyi tarafından, ağır­ lık muhafazası için, ayrıldığı takdirde, o sipahi­ nin «kulluğu makbul** idi ve «mevkufçu dahi1* eyleyemezdi. Keza, mevkufçu olan kimse sipa­ hilerin cebelularma ve deftere yazılan oğlan­ larına (gulam larm a) müdâhale edip, ya cebelu için oğlan veya oğlan için cebelndur diye nizâ edemez, yâni mevkufçu cebeluları teftiş eyleye­ mezdi. Aynı Kanun-nâm e timar sahibi sipahinin ta­ sarrufunda olan hususları da şu sûr eti e belirt­ mektedir ı reaya elindeki bütün çift, yarım çift ( nîm ç if t ) veya bandan eksik olanların şer’î rusûmu, ister deftere yazılı olsun, ister olmasın, sipahiye âittir ve defterden hâriç olanlar a, «eht-i örfden" sayılan âmiller ve diğerleri müdahale edemezlerdi. Bîr tımarın eski raiyetlerinden bir çoğu, her hangi bir karışıklık veya huzur­ suzluk sebebi ile, başka yerlere gitmiş olsalar ve deftere yazıldıktan sonra, tekrar o tımara gelseler, yine o timar sahibi sipahinin raîyeti idiler; sipahi kendi tımarı dâhilinde sakin olan reayadan şahsî vergi mâhiyetinde olan,-«ekinlu bennâk" ve „cabâ bennâk" resimler ni aldı­ ğı gibi, araziden öşür, sâlâriye, dönüm resmi dahi tahsil ederdi. Koyunlardan ağnam resmi, a n kovanlarından kovan resmi, değirmenlerden, bağlardan kanun-nâmenin tâyin ettiği resimleri almak yine sipâhînm bakkı idi. XVI. asra âit bu kanun-nâme, bir de „matlab-ı sipâbî" kıs­ mında, sipahinin vaktinden evvel reayadan ne suretle ve hangi ahvâlde resim alacağını da tasrih etmektedir ( agn . esr., s. t$ ). Sipahile­ rin tımarları dâhilinde, eşhas tarafından tasar­ ruf olunan yerler olduğu gibi, doğrudan-doğ­ ruya kendisi tarafından ekilip-biçilen ve «has­ sa çiftliği", „ hassa yeri" denilen mahaller de var idi. Birincilerin resimleri, İkincilerin ise bâjsılâtı tamamen kendilerine âit idi. Eğer' timar sahibi bir şipâhî paraya tamah edip, kendi za­ manında bu gibi »hassa yeri" denilen araziyi tapuya verse, verdiği ,k73* t J- RUSKA.) Caliphate, s. 258, 259, 293, 296. S iR Â F . S ÎR Â F , İ r a n ’d a , Basra körfezinde ( C l . H u a r t .) b î r ş e h i r ; vaktiyle ( IV.«=X. yüz yılda ) bü­ S Î R A F . (Bk._sÎRÂF.3 yük ehemmiyeti olan bir t i c â r e t l i m a n ı . S Î R Â F î. S İR A F l, i . A b u S a ' î d a l -H a s a n Çok katlı evleri Hind meşesinden veya Zangibâr b . ‘ A b d A l l a h b . a l - M a r z u b â n A l - S î r â f I 'dan ithâl edilen diğer kerestelerden yapılmış ( ? —979 ), Basra dil mektebine mensup n a h i v , idi. Şehrin suyu yakınında bulunan Camın dağ­ â l i m l e r i n i n e n m ü h i m s ı m a l a r ı n ­ larında açılan kaynaklar vâsıtası ile tedârik d a n b i r i ve banefî mezhebi f a k î h i , 290 olunuyordu. Kays [ b. bk.} adasındaki bîr ticâ­ (903 ) yılından önce Basra körfezi sahilinde ret yerinin gelişerek, Hind ticâretini elde et­ küçük S irâ f [ b. bk. ] şehrinde doğdu. Vezir mesi şehrin harâbistne sebep oldu. Adanın ‘A li b. 'İsa, tam doğum tarihi olarak, 280 kendi limanı yok ıdİ ve gemiler, rüzgâra karşı (893/894) yılını verir (Y âkü t, trşadt III, 12 3 ). korunabilmek için, 12 km. uzaklıktaki bir bo­ Babası Bihzad adında ihtida etmiş bir meğazda demir atarlardı. S irâ f ‘tan yola çıkan cûs! id i; sonra oğlu onun adını ‘ A bd A lla h ’a seyyahlar Maskat 'a, Kulam ’a. Nikobar ada­ çevirmiştir. İlk d il ve f ı k ı h t a h s i l i n i larına, hattâ Malaya yarım-adasındaki K a la b ’a doğduğu şehirde yaptı ve Zenc isyanı üzerine, kadar giderler, oradan da bir ayda K an ton ’a Basra ’dan S irâ f ’a gelen iki âlimden, ‘A sal vâsıl olurlardı. Ticâret, bilhassa, peşte mal { / « - b. Zakvân ve A bu Zakvân al-Kâsim b. İsm â'i! v a t ) yapmak için çizgili kumaş, inci, bez ve te- ’den ders aldı ( A hbar al~ nahviyiny naşirin ön­ râzi ihrâema ve berbehâr ( H in d bahârâtı, E G A , sözü, s. I V ) ; fakat 320 ( 932 ) ’den önce 30 IV , *87 ) ithâline münhasır idi. Şehir halkı de­ yaşma doğru ( bk. gost. y e r .), oğlundan gelen niz ticâreti ile meşgÛl olup, yıllarca seferde bir rivayete göre de (bk. înbak al-ruvât, 2, k alırd ı; baharat ve diğer ticarî eşyaların an- 3 14 ), henüz 20 yaşma basmadan, denizi ge­ barlanması yolu ile külliyetli servetler birikti­ çerek, ‘ O m ân’ a gitti ve orada zamanını harirdi. Bunlar muhteşem evler inşâ etmişlerdi, nefî fıkhını tahsile hasretti. Daha sonra lâkin şehvani bazlara fazla meyilleri ve düşün­ S irâ f ’a döndü ve fazla kalmadan, oradan *Asce zaafları sebebi ile, fena şöhret sâhibi idiler. kar Mukram’e geçti. Abü ‘ A li al-Cubbâ’ i ’nin Bundan başka, orası bütün mmtakanın en talebesinden olan pek takdir ettiği Muhammed sıcak yeri idi, öyle ki, orada hiç bir zaman b. ‘ Omar al-Saym ari ile tanıştı ve aLMabraöğle uykusuna yatılaraazdı. Sâsânîler zamanın­ mân ’dan nahiv okudu.( bk. al-Zubaydi, Tabada Ardaşir- Hurra bölgesinin baş-şehri idi, küt, s. 2 0 2 ; al-Suyüti, B u ğya, s. 74 )• Bagdad Büveyhîler zamanında çöküş başladı, şehir 7 ’a gittiği, orada bilhassa Abü B ak r İbn Dugün devam eden bir zelzele ile yıkıldı (366 ra y d ’ den lügat ve nahiv tahsil ettiği, bu veya 367=977 ), daha sonra tekrar inşâ edildi. müstesna âlimin en belli-başh talebelerinden Harabeleri bugün hâlâ Bender-Tâhiri yakın­ biri ve eserlerinin râvisi olduğu söylenir. larında görülür CHamd Allah Mustavfi, Nuzhat Bununla beraber, her hâlde hocaları hakkmdaki o/-£u/öh, trc. Le Strange, s. 116, not 2). rivayetlerde bir karışıklık mevcut olmalıdır. Esatiri bir rivayette efsânevî hükümdar Kendi eserinde bahsetmemesine rağmen, bütün Kaykâ’ üs ’un göğe yükselmek istediği zaman, hâl tercümesi müellifleri onun İbn Durayd ’den bu memlekete düştüğü, kendisine süt ve su lügat okuduğunu kaydederler. İbn Durayd 3 2 1 getirilmesini ricâ ettiği zikredilir; bu bir halk (933 ) tarihinde Bagdad ’da öldüğüne göre, iştikakını haklı çıkarmak için icat olunmuştur a l-S ira fi ’nin ondan bu tarihten önce okumuş *ars.: ş îr „süt", 5 b «su" ); Yâküt ’a göre, tâ» olması gerekir. Yalınız lisanı tetkikleı ile ikçjHçr şehrin adını Ş îla v diye telâffuz edçrler tifâ etmeyerek, Kur ’ânî ilimler^ hadîs? fıkıh.



SÎRÂFİ arûz ve kafiye, hesap v. b. gibi zamanında tah­ sil edilen bütün ilim şubelerinde salâhiyet sa­ hibi bir âlim oldu. Kur'ânî ilimleri Abu Bakr b. MucâhidMen, nahvi Abü Bakr b. al-Sarrâc ’dan okudu. Bunlardan birincisi al-Sirâfi Men nahiv, İkincisi kıraat, yukarıda adı geçen Mah­ raman ise, hesap okumuştur [ Târih B ağdâd müellifi onun üstadlan arasında Muhammed b. Abi ’l-Azhar al-Büşanci, fakîh Abü ‘Ubayd b. Harbavayhi ve ‘ A bd Allah b. Muhammed b. ZiySd al-Nisa bor i ’yi de sayar ise de, bunlardan okuduğunu da eserlerinde söylemez {A hbâr, naşirin önsözü, s. 6 ) ]. a l-S irâ fi ’nin m utezile­ den olduğu söylenmiş ise de, müellif hak­ kında müstakil bir eseri olduğunu kaydeden al-K ifti ’nin de belirttiği gibi ( înbâh, I, 3 14 ), eserlerinde bunu te’yid eden bir işaret yok­ tur. Bu husustaki rivayetlerde onun Abü Haşini ‘A bd al-Sala m b. Muhammed al-Cubhâ’ i ’ nîn eshâbından olduğu söylenir. al-Cubbâ’ i Bagdad Ma ibn Dnrayd ile aynı günde öldüğüne göre ( V afayât, II, 355 ), al-Sirâfi ’ nin onun İle münâsebetlerinin gençliğinde ce­ reyan etmiş olması gerekir. a l- S ir â fi’nin Bag­ d a d ’a ne zaman yerleştiğine dâir bir kayıt yoktur. Ancak bu sırada o her hâlde 50 ya­ şını geçmiş ve hanefî fıkhındaki salâhiyeti ile tanınmış bulunuyordu ( bk. Ahbâr, naşirin ön­ sözü, s. 5}, [347 yıhnda Bagdad Ma olduğuna dair kesin bir vesika mevcuttur. Nitekim alM ubarrad’İn al- Maktazab ’mm zikredilen sene Bagdad Ma istinsah edilen bir nüshasını ( Köp­ rülü kütüp., nr. 1507 — 1508) baştan sonuna kadar okuyarak, istinsah ettiğini eserin her cildi­ nin başına kaydetmiştir ( bk, Z D M G, LX tV , 198; krş. örtens, VI, 67 v. d. ve levha III)]. 40 seneden ziyâde bir müddet Bagdad Ma Ruşâfa camiinde fetva vermiş ve ondan nahiv okumuş olan kâzı ’l-kuzât Abü Muhammed b. Ma’rüf { Ölm. 38 1=9 91/992 ) Bagdad ’m şark bölgesinde devamlı olarak ve bir müddet için her iki bölgesinde onu kendi yerine ve­ kil tâyin etmiştir. Aynı zamanda kendisine bir vezirlik makamı teklif edilmiş ise de, bunu reddetmiştir. Hâl tercümeleri müellif­ lerinin çoğu, onu zamanını namaz ve oruca hasreden, devrin büyüklerinin hediyelerini ka­ bul etmeyen, iyi ahlâk sahibi, afif, çok zâbid bir kimse olarak tavsif eder. Nakledildiğine göre, her gün, güzel yazısı Üe, 10 varak kitap istinsah etmek âdeti İdi ki, bundan kazandığı 10 dirhem onu geçindirmeğe kâfi geliyordu. Diğer taraftan Yâküt onun çok hasis veya çok fakir olduğu için, satın almadığı iki el-yaz­ ması kitabı iki kitapçıdan emâneten alıp, bun­ ları talebelerine istinsah ettirmek ile itham fdildiğini söyler. a l-Ş irâ fi? bu yazmaların so­



697



nuna huzûrunda okunduklarım kaydetmiş, onun şöhretinden dolayı bu nüshalar asıllarından da­ ha büyük bir değer kazanmış idi. Bir hanefî fakîhi olmakla beraber, şahsî kanâatinin mûteber bir mevkii var İd i; Yâküt bize onun sar­ hoşluk verici içkiler hakkındaki pek şahsî fik­ rini nakleder. Her ne kadar Yâküt 'un bu me­ sele üzerine zikrettiği kelimeler hanefî mezhe* bince kabûl edilmiş bâzı esaslara aykırı ise de, bunlar her akîde için akl-ı selimden uzak sa­ yılmaz. Alim olarak, şöhreti o kadar yaygm idi ki, İslâm âleminin muhtelif bölgelerinin emir ve vezirlerinden sık-sık mektuplar alıyor­ d u : Sâmânî emîri Nüh b. Manşür ona 400 suâli ihtiva eden ve bir imâma hitap eder şe­ kilde kaleme aldığı bir mektup göndermiş id i; Aynı şekilde Deyletn valisi de, yine öyle hürmetkârâne, bir mektubunda ona şeyhülislâm diye hitap ediyordu. Mısır vezîri İbn Hinzâba v. b. Man da başka mektuplar almış idi. Hâl tercümesi müelliflerinin isimlerini zik­ rettikleri 10 eserinden bugün yalnız Sibavayhi ’nin a l - K i t â b ’m a yazdığı şerhi kolayca tetkik edilebilecek vaziyettedir. Bu eser, daha mü­ ellifin hayatında, büyük bir şobret kazanmış, muasırlarından ve aynı zamanda Basra mek­ tebinin mümtaz âlimlerinden Abü ‘A li al-Fârisi bu eser için gıptasını açıkça ifâde etmiş, uzun zaman talebeleri ile, içinde hatâlar bulmak ve umûma göstermek için, eserin bîr nüshasını elde etmeğe çalışmıştır. 368 (979) yılında, Abü ‘A lı 2.000 dirheme eserin bir nüshasını almağa muvaffak oldu. Onda arzu ettîğî yan­ lışları bulamadı. al-Sirâfi ’yi görmeğe gitmekte çok geç kalmış idi; çünkü al-Sirâfi aynı sene ( 2 receb 368 pazartesi günü) ölmüş idi. Cenazesi Hayzurân mezarlığına defnedildi. Bâzı rivayet­ lere göre, 84 ; al-Çif^i’ye go refgo sf. y e r , ), 80 yaşında ölmüş idi. ön ce de belirtildiği gibi, bâl tercümesi mü­ ellifleri ona 10 müstakil eser isnâd etmişler­ dir. t. En mühim eseri olan Şark KUâb Siba­ vayhi, daha müellifin bayatından itibaren, bü­ yük bir takdir ve şöhret kazanmıştır [B u eser al-Kitâb ’a bağlı çalışmalar ile devam eden, bilhassa Basra mektebi mensuplarının nahiv sabasındaki faaliyetlerinin seyrinde bir merhale sayılmaktadır ( krş. mad. SİBEVEYHİ). al-S irâfi ’de seleflerinin geliştirdikleri kıyas usûlü kararlı şeklini almış bulunuyordu. Da­ ha sonraki te’lifferde onun bu eserinden ge­ niş ölçüde istifâde edildiği anlaşılmaktadır (eserin bir babının İbn Y a 'i ş ’İn Şark alM ufassal ’ı ve al-A starâbâdi ’nin Şark Ş â fi­ yat İbn ffâcib ’inin muvâzî bahisleri üe kar­ şılaştırılmasından çıkan neticeler için. bk. G Troupeauj Le vornrnçntaijre d 'a l-S irâ fî sw



SİRÂFI. le ehapitre 26 S du Kitâb de Sibavayh i, A ra- şâir isimlerinin al-S irâf i ’ nin şerhlerinde mev­ bica, 1958, V , 16 9 )]. Bu şerh al-Kitâb ’ m Bu­ cut olduğu görülmüştür. Şerhte tâkİp edilen lak, 1317 baskısının haşiyesine ihtisar suretiyle usûl çok âlimânedir, eserde her kelime izah dercedilmtş, H. Derenburg eserin neşrinde bu edilir ve nadiren bunların tarihî zemini hak­ Şerhten de faydalanmış, G. jahn yine al-Kitâb kında bilgi verilir. Bir çok hâllerde, açıkça ’ın almanca tercümesinin (B erlin , 1894), not­ görülmektedir ki, al-Sirâfi, büyük bîr ıtînâ ile, larında bâzı parçalarım, tercümeleri ile birlik­ bizzat îbn Durayd ’in izahlarım vermek iste­ te, neşre t iniştir. 2. İbn Durayd ’in al-Maksüra miştir. Bu şerh al-Sirâfi ’nin yegâne hizmeti­ adlı şiirinin şerhi; 3. A lifâ t a l-k a f v a 'l-v a ş l, nin Camhara ’ntn diğer yazma nüshalarında 300 varaktık bir eser idi ( İnbâh, I, 3 1 4 ) ; 4- bulunmayan tamamlayıcı açıklamaları sağlamak Nahve dâir al-llctıa' f i ’l-nahv ’ini bizzat ik­ olduğu intibâim vermektedir. mâl edememiş, bunu sonra oğlu Abü MuhamBunlardan başka al-Sirâfi ’ye pek değerli med Yûsuf tamamlamıştır. Y û su f’un bildirdiği­ olmayan bâzı manzumeler de isnâd edilmekte­ ne göre, babası bu eser ile nahiv ilmini çok dir, Aynı şekilde, aralarında bir münazaa olan kolay bîr hâle getirmiş îdi. 5. Şark şavâhid çağdaşlarından Abu İ-Farac al-îşbahani ’ nin Kitâb Sıbavayhi, Sibavaybi ’nin al-K itâ b *ında onun hakkındaki daha seviyeli bir hicvi de geçen beyitlerin şerhi olup, Topkapısaıayı kü­ nakledilir. tüphanesinde (Ahm ed III. kısmı, nr. 2 6 0 1) bu­ B i b l i y o g r a f y a ı a l-S irâ fi'n !n hâl lunan nüshası 443 ( h.) tarihini taşım aktadır; tercümesini kısaca veren al-K ifti ( înbâh al6. Sibavayhi ’nin eserine giriş mâhiyetindeki ruvât, nşr. M. Abu ’l-Fazl İbrahim, Kahire, al-M adhal ( al-M udhil ? ) ilâ K itâb S ib a v a y h i; 1369—1374, I, 3 13 —3 1 5 ) onun hakkında al7. Muhtemelen K u r ân ’ın kıraatine dâir bir M u fid f i ahbâr A b l Sacîd adlı müstakil bir eser olan al- V a k f va il-ibtidâ' ; 8. Doğru na­ eserinin bulunduğunu söyler (a y n . esr,, I, zım ve nesir san'atım açıklayan Ş a n ‘at al-ş? r 31 4) ise de, bu eser bugün mevcut değildir; va H-balâğa; 9. Başlangıcından IV. (X .) asrın al-S irâ fi ’nin bal tercümesi gramercilerin, ortalarına kadar Basra dil mektebinin tarih­ hadîs âlimlerinin ve hanefî fakîblerinin ha­ çesini çizen, bu mektep mensuplarının kısa hâl yatlarından bahseden hemen bütün eserlerde tercümelerinden, daha doğrusu, dü ve edebi­ bulunur. Bunların belli-başlıları şunlardır: yata dâir münâkaşaları ile birlikte bunlar hak­ îbn al-Nadim, al-Fihrist ( nşr. F lü g e l), s. kında fıkralardan müteşekkil bir eser olan A k 6 2 ; al-Zubaydi, Tabakât al-n akviyin (nşr. bâr al-nuhât al-basrîyîn ’den İbn al-Nadim Abu ’ İ-Fazl İbrâbi m ), Kahire, 1375=^1955, ’den itibaren bir çok müellifler, bu arada Y a ­ s, 129 ; İbn al-Anbâri, Nuzhat al-edibbit ( K a­ kut ve İbn Hallikan, pek çok nakillerde bu­ hire, 1294), s. 379; ( nşr. İbrâbi m al-Samarlunmuşlardır. al-Suyüti büyük bir cüz teşkil râ'i, Bagdad, 1955, s. 2 1 1 v.dd.; al-Suyüti, eden bir nüshasından istifade ettiğini söyler. B uğyat al-vu'at ( Kahire, 1326), s. 221 v.d.î Bu eser zamanımıza kadar muhafaza edilmiş Yâküt, îrş a d ( nşr. Margoliouth X İH. 84— olup, 367 {986) tarihti eski bir nüshası Şehid 1 2 5; *Abd al-Kâdir al-K uraşi, Cavâhir atAli Paşa kütüphânesinde i nr. 1842 ) bulunmak­ mu&i’ a ( Haydarâbâd, 1332 ), I, 19 6 ; İbn Hatadır. Eser bn nüshaya istinâden F. Krenkovv car, Lisân al-mîzân, II, 2 18 ; İbn Halli kân, tarafından neşredilmiştir ( Paris-Beyrut, 1936 ); V afayât al-a*yân ( nşr. Muhy at-Din *Abd f o. Coğrafyaya dâir bir eser olan K itâb Ca­ al-Hamidf, Kahire, 1367— 1369), I, 360 v.d .; zır at a l- A r ab ’mdan Yakut kendi coğrafya lü­ Nama-î dânişvarân, (Tahran, 13 2 1) , V , 127 gatinde istifâde etmiştir. İ l . al-S irâ fı ’nin hâl — 1 3 2 ; Flügel, Klassen der kanefitiachen tercümesini yazan eski müellifler, onun İbn Reckisgelehrten, s. 10 7 ; Brockelmann, G A L , Durayd ’in büyük lügatinde, Camhara ’ de, ge­ 1, 100, 1 1 3 v.d.; S u p p l I, 157, 160, 174 çen beyitlerin şerhine dâir eserinden bahset­ v.d,; Hayr al Din al-Zirikli, a l- lâ m (K a ­ memişlerdir. Camhara ’nin Leiden ’de bulunan hire, 13 7 3 — 1378 ), H, 2 10 v.d .; ‘ Omar Rızâ yazmasının başından sonuna kadar mukabe­ Kahhâla, Mu cam al-mu a llifln ( Şam, 1376 lesinden basıl olan kanâate göre, bu şerh­ v.d.), III, 243 v.d. te Camhara ’nin ikinci ve üçüncü ciltleri­ 2. Y û su f b . a l -H a sa n a l -SÎ r  f I (942— nin aş.*yk. üçte birinde zikredilen pek çok 99$ X yukarıda bahsedilen al-Sİrâfi ’nin oğ­ beyttn al-Sİrâfl ’ye âît şerhleri dercedilmtş ludur. Babasının Ölümü üzerine, müderris bulunmaktadır ( aynı yazmanın I, cildi bu şer­ olarak, yerine geçmiş ve onun noksan bırak­ hi ihtiva etmez). Bu şerhler Camhara ’nin tığı nahve dâir al-Itkânh m tamamlamıştır. tfaydarâbâd, 1345 ( nşr. F. Krenkow ) neşrin- Bagdad ’da yaşamış, orada 1 veya 27 reâe verilmiştir. Bu neşrin metni hazırlanırken, biülevvel 385 ( 5 nisan veya 1 mayıs 995) ^He4:4* şdÜen diğer yazm alar^ M şo m ay a» *te ölmüştür ; Yakut. lr fâ d t XX, 60j İb6



SÎRÂFÎ — SÎRE. Halltkân, Vafayat, V I, 71 v.d .; al-Suyüti, B ugga, s. 4 21). Babası kadar şöbret sahibi olamamıştır, fakat onun da, babasının tar­ zında yazdığı şu kitapları zikredilir: 1. Şar}} abyât Sibavayhi, Sibavayhi ’ nin ese­ rinde geçen beyitlerin izahı; 2. Şar$. abyât Islâh al-maniik, İbn a l-S ik k it’in Islâh almantık ’mda zikredilen beyitlerin şerb i; 3. Şarh abyât Garîb al-muşannaf, Abü 'Ubayd al-Kasim b. SaUâm al-H aravi’nin eserinde geçen beyitlerin şerhi; 4. Şork obyât alMacâz li A bı *Ubay da, Abu 'Ubayda ’nin M acâz al-Kur'ân ’mda geçen beyitlerin izah ı; 5, Şarh abyât M a'âni H-Zaccac, al-Zaccâc ’m Ma1ani V-K u râ n *ında geçen beyitlerin şerhi,



699:



B i b l i y o g r a f y a : Yâküt, -Mu*cam ( nşr. Wuste»feîd ), IV, 263 ( krş, s. 106 ve »65) B= Barbier de Meynard, D i d . de la Ferse, s, 3 3 3 ; B G A (îştah ri [ Şiracan ], s. 167; îbn Havkal [ Sıracan ], s. 223 ; Mukaddası, si 464 Y; Sam an ı, Ansâb ( G M S , XX ), var. 32 2°; Abu 'i-Fidâ1, _ Geographie, I, 336; Hamd Allah Muştavf i, Nuzhat al-kulüb ( nşr. Le Strang e ), s. 14 1 î trc, s. 1 1 9; Ş. Sâmî, Kâmüs alfl'/âm, IV, 2 7 5 1; L e Strange, The Lands o f tke Eastern Calipkate, s. 300—302, 31 1 , 320 _ ( C l . H u a r t .) S ÎR C A N . [B k . s Irc An . ] S ÎR E . S İR A { A.), P e y ğ a m b e r ı n a n ’ a* n e v î h â l t e r c ii m e s i. Bu kelime, ilk defa (F. K renkow.) İbn Hişâm ’m eserinin başında ( nşr. Wüstenfeld, [ Bu makale NîhAd M, ÇETİN tarafından tâ­ s. 3,4 : hazâ kitâb sır ati rasâl* ’Z/öAi) ayrı bir ; dil ve ikmâl edilmiştir], eserin unvanı olarak kullanılmış görülmekte­ S İR Â F İ. [B k . SÎRÂFÎ.] d ir; ayrıca Peygamberin hâl tercümesini ifâ­ S Î R A T 'A N T A R . [B k . sîret -I anter .] de etmek için de kullanıldığına dâir başka S ÎR C Â N . A L-SÎRCA N , Kirman eyâletinin kayıtlar da vardır. Bu mânada al-V lkidi ( İbn Fars hududu civarında bulunan b i r ş e h i r . Sa'd, Tabakât, II/i, 18 : man rava ‘ l- s h a ) ’ de Vaktiyle al-Kaşrâni { iki k a s r) adı verilen bu ve talebesi İbn Sa'd ( ayn. esr., Ilt/II, 1 521 şehir Kirman *m idare merkezi id i; şehirde haulâ** a'lam bi ’l-sirai* va ’lmağâzi min geniş yollar, iyi sulanmış bahçeler, sağlam ve ğ a y rih im ) ’ da da bulunur. Bu devirde, s İra mutedil bir hava var idi. Saray ve Ulu câmi kelimesi umûmî olarak «hâl tercümesi" mâna­ Büveyhileıden ‘Azud al-Davla tarafından inşâ sını almış bulunmakta id i; 'Avana al-Kalbi edilmiştir. Su bakımından burasını besleyen ka­ (ölm, 14 7= 76 4 veya 158= 774/ 77$ ) ’nin veya nallar, Saffârîler ’den Lays ’in oğullarından 'Amr Mîncab b. ai-Harig ( al-Tamimi, ölm. 231 = 845/ ve Tâbir tarafından açılmıştır. Kereste nâdir 846 ) ’in Sîrat M uâvıya va Bani Umayya ad'ı olduğu için bütün evler tuğladan kubbeler ile bir eserinin mevcut olduğu bilinmektedir { F ih ­ örtülmüştür. Şehrin 8 kapısı ve aralarında Ulu rist,s. 91, ıs). Hâl tercümesi mânası, sira ke- , camiin bulunduğu eski ve yeni iki pazarı var İlmesinin ihtiva ettiği „tavır ve hareket", «ha­ idi. Üzerine oymalı ağaçtan bir külah yerleş­ yat tarzı" mânasından iştikak etmiştir ve ga­ tirilmiş, olan minare aym zamanda Bâb a h l a ­ yet tabiî olarak s-y-r kökünün «yönelmek", kim adı verilen kapı civarında bir saray da «seyahat etmek" mânalarından gelişmiştir ( sû­ inşâ ettirmiş olan ‘ Azud al-Davla tarafından re X X , âyet 2 2 ’ de sıra kelimesinin ..şe­ yaptırılmış idi. Buğday, pamuk ve hurma mah­ kil", «vaziyet", „h âl“ mânasında olduğu görü­ sûlü, pamuklu ve o kadar meşhûr olmamakla lür Anlaşıldığına göre, bidayette, Peygam­ beraber Kumm’ daki gibi karsı ( «rah le"} ima­ berin hâl tercümesi için cemî şekli olan latı vardır. . „siy a ru tercih olunmuştur. Peygamberin hâl al-Sırçan, Büveybilere kadar, Abbâsiler za­ tercümesi hakkında araplarm en eski eserle­ manında Kirman ’ m idare merkezi oldu; Büvey- rindeki: ekseri şahadetlerde siyar tâbiri, dâimâ hîlerİn valisi Kirman ’ın idare merkezîni Barda- mağâzi ( « ga z a la r") tâbiri ile birlikte bulunur sir ( Yeni Kirman î’e nakletti. VÜİ. (X IV .) asrın (k rş. Nöldeke*Sehwalİy’de A . Fischer, Gesch. başında Muzafferlerin tasarrufuna giren şehir d. Qorân$, II, 221 ), Peygamberin hâl tercü­ T im ur’un hâkimiyetini tanımadı ve 796(1394) mesine verilen bu iki isim sira ’ ntn muhtelit 'da 'Omar Şayh tarafından bir netice alınmak­ bir menşe’e sahip olduğunu gösterir. Peygamberin hayatını, doğumundan ölümü­ sızın muhasara edildi; bununla beraber açlık ile sıkıştırılan şehir İki yıl dayandıktan sonra ne kadar müteselsil ve tutarlı bir hikâyede teslim oldu; O tarihten itibâren harabe hâlin­ toplamak fikri İslâm cemâati arasında çok er­ de bulunan şehrin yeri, binbaşı Sykes ( Ten ken meydana çıkmıştır. G ayet tabiî olarak, yeni Tkousand Mile» in Persia, London, 1902, s. dinin kurucusunun hareketleri ve sözleri he­ 431 tarafından, idare merkezi olan S a ‘idâ- men alâka uyandırmış, muasırlarının ve daha b&d’m şarkına 5 mil mesafede. K al'a-i Sang ziyâde ikinci nesilden mü’ minlerin hafızaların­ ’da keşfedilen enkaz sayesinde tesbit edil- da bîr yer işgal etmiştir. Bundan dolayı bir t&rşftap ibştîçt vç dipî hykukuo amelî kaide­ P iît ir,



foo



SIRE.



lerini tesbıt etmek, diğer taraftan da Peygam­ berin bayatına ve bilhassa onun savaş ve za­ ferlerine ait her turlu bilgi toplamak isten­ miştir. Bilindiği gibi, bu iki saik ten ilki sımna ’ nin, yâni hâl tercümesi malzemesinden top­ lanmış gibi görünmekle beraber, hakikatte ta­ mamen ayrı bir husûsi yete sahip olan hadîs [ b. bk.] ’lerin teşekkülüne sebebiyet verdi. İkin­ ci sâik Peygamberin hayatının, bilhassa, Me­ dine Meki tamamen askerî seferler ile dola devresine âit çok zengin bîr takım hikâye ve rivâyetler meydana getirdi, fîu hikâyeler ha­ kikatte, kendilerine has çizgileri daha islâmiyetten Önceki devirde kesinleşmiş olan A yyâm a l-a r ab (bk. / A , IV, 4 2 1 ) hakkındaki edebi­ yatın sâdeee devamını ve tekâmülünü teşkil e d e r: bunlar arasındaki müşterek hususiyet­ ler şudur: Üslûpta sâfiyâne bir tazelik, hîka­ yeyi aralarında çok zayıf bağlar Me birbirle­ rine bağlanmış olan bîr sürü münferit sergü­ zeştlere bölme temayülü, şâirlerden alınmış beyitlerin çokluğu (bk. J. Horovitz, Islamica, 1926, H, 308—3 12 ). Bu şiirler, ekseriya daha sonra, etrafında mensur hikâyelerin teşekkül ettiği iptidaî nüveyi teşkil etmiş olmalıdır. Bu tarz mahsullerin tarih yazıcılığı husûsiyetine sahip olduğu inkar edilemez. Lâkin burada, gerçek mânasında, zaman tâyini ile çerçeve­ lenmiş ve daha önceden tasarlanmış bir esâsa göre tanzim edilmiş bir tarih bahis mevzuu değildir. Daha ziyade, bir takım „harp hâtıra­ ları" karşısında bulunuyoruz ki, bunlarda bâzı hâdiseler ekseriyâ enfüsî olmakla beraber, sa­ dıkane tekrarlanır ve bunun hakikate tama­ men uyan tasviri vardır, fakat bunun yanında bir diğer hâdise müphem ve bozulmuş bir şe­ kilde bulunur ve bunlar ber şeyden önce, tarihî neticenin terkipli görünüşünden ve hâ­ diselerin zincirlenmesinden tamâmıyla mah­ rumdur. Hakikî mânasında Peygamberin tercüme-i hâlinin menşe’i tamâmen başka bir mâhiyet­ tedir. S i r a ’ mn doğuşunda Peygamberin şah­ siyeti İle İsla mm dînî vicdanında meydana ge­ len değişmeleri ve bu değişmeler üzerinde muhtelif cinsten unsurların te’siri görülür (T. Andrae, D ie P er son Muhammedi in Lehre u. Glauhe seiner Gemeinde, Stokhoîm, 1918 [ A rchives d ’Etudes Orientales, XV I ], bilhassa bi­ rinci faslın a). Peygamberin hayatına dâir hikâyeleri ilk olarak yazmış ve yaymış olanlar hemen araplarm ilk fetihlerinden sonra, İslâm dünyasının her tarafında ortaya çıkan meslekten hikaye­ ciler, yânı kuşsa s ( krş. Goîdziher, Mahamm, Stnd„ II, 161-—166 ) ’tır. Bundan tarih olmak­ tan ziyâde} tarihî rşmşma yakm 9İ86 bîr çdş-



bî nevî doğmuştur. Bu cins edebiyatın bir mah­ sulü V a h b b. M u n a b b i h ( 3 4 —1 1 0 —654/ 65$—-728/729 ) ’in Kitâb al-ma gazi ’a addolu­ nabilir. Lâkin Medine Me sıra üzerindeki ça­ lışmalar, dinî rivâyetler ile çok sıkı münâse­ bette olarak, fasılasız devam etmiştir. Pey­ gam ber’în hayatı hakkında bir eser yazan en eski müellif ' U r v a b. a l - Z u b a y r ( 2 3 —94»» 643/644—7 12 / 7 13 ) olup, bu zât tarihçi olduğa kadar, fa k îh olarak da tanınmış idi. Peygam­ b e r’in meşhur bir arkadaşının oğlu otan 'U rva, kardeşleri 'A bd Allah ile Muş'ab ’ın siyâsî faâliyellerine ancak çok küçük ölçüde iştirâk etti. Emevî balîfasi 'A bd al-Malik ’e, talebi üzerine, İsla mm başlangıcına taallûk eden bîr çok nokta­ lar üzerinde pek çok izahlar gönderdi ) mak­ sadını kâfi surette gösterir. Bugün umûmî olarak kabul edildiği gibi, İbn Hişâm bize İbn İsljtâk ’m S ır a ’sinin esas metnini hemen-hemen aynen nakletmiştîr; fakat bu eserin K itâ b a lm ubtada5 ve K itâb al-h u lafct kısımları veya İbn İshâk ’m bu adlardaki diğer eserleri aym talihe mazhar olamamıştır. Bunlar bize an­ cak daha sonraki müelliflerin, bilhassa Tabar i ’ nin muhâfaza ettiği nisbette, parçalar hâ­ linde intikal etmiştir. İbn İsİjâk boyiece seleflerinin M ağâzi ’lerinden daha geniş ölçüde bir eser meydana ge­ tirmek istemiş idi. Bu durum isnâd ’ları boz­ masını ve bundan dolayı kendisinin Hlm alhadîs ’ te güvenilir bir muhaddis sayılmamasını izah eder. Bu itham, henüz îbn İshale: hayatta İken, ehemmiyetsiz şahsiyetler tarafından değil, büyük fakîh Mâlik b. Anas tarafından ifâde olundu. Bunun neticesi İbn İshale, Medine 'deki tedris faaliyetini tâtil ederek, Irak ’a goç et­ meğe mecbur olmuş idi. Bundan anlaşılıyor ki, tarihteki hadîs ile fıkıhtaki hadîs biribirmden Çok ayrıdır. Tabiî olarak, Buharı ve Müslim v.b. ’nunki gibi tam mânası ile hadîs dergile­ rinde hâl tercümesi ile ilgili birinci derecede



mühim bilgiler (bilhassa m ağâzî ve manâkib ’e dâir bahislerde) bulunur. Fakat müşterek malzemeyi ihtiva etme vakıası bu iki nevi ara­ sındaki farkı daha çok belirli hâle getirmiştir. îbn İshale: ’m bir araya getirdiği malzemenin bolluğu ve çeşitliliği onu, haber vericiler çev­ resini genişletmeğe ve yeter derecede güveni­ lir olmayan bir mıkdar hadisi kabûl etmeğe mecbur etmiştir. O bilgi kaynaklarını tamam­ lamak için şiire baş vurmağı da ihmal etmedi ( kendisi mühim miktarda mevsuk olmayan şiir toplamakla itham edilm iştir). A yrıca o, Pey­ gamberin hayatım hikâyesinden önce neseplere ve eski tarihe âıt bol malûmatı da ekledi. İbn ishâk ’m hususiyeti, kendinden önceki muhar­ rirler ile mukayese edilirse, gerçek bir tarih­ çinin hususiyetidir. îbn İsh âk ’m eserinin bu aslî ve şahsî mahiyeti onun asırlar boyunca gördüğü rağbet ve muvaffakiyeti haklı çıka­ rır. Bundan dolayı o, sâdece kendinden önce mevcut olan veya hemen onu tâkip eden aynı mâhiyetteki eserleri ( A b u M a ' g a r f b . bk. ] ’ in [ ölm. 170=786/787 ] ve Y a y â b. S a’ i d b. A b a n [ ölm. 194=809/810 ] ’ın M ağâzî ’lerî g ib i) itibardan düşürdü ve sîra ’nın daha son­ raki gelişmesinde kat’î bir te’sir icra etti. îbn İshale ’m S ir a ’si İbn Hişâm 'm rivayet ettiği şekil yanında, büyük mikyasta al-Tabari ‘nin iki büyük eserinde, T ârih ve T a fs îr ’inde nakl­ edilmiştir ve bu iki müellifin tavassutu ile daha muahhar tarih yazıcılığının başlıca kay­ nağı hâline gelmiştir. İbn İs^ıâkt’ın yanında yalnız bir tek müellif onun kadar mühim bir yer işgâl e d e r: M tı h a mmed b. ' O m a r a 1- V â ^ i d i ( 130—307=746/ 747—823), Onun Peygamberin hâl tercümesi müellifi olarak çalışması bize üç ayrı yoldan intikal etm iştir: 1. K itâb al-m ağâzi ( Well* hausen'in kısaltılmış tercümesi, Bertin, 1882) ki, bu eser Muhammed b. Şucâ' al-Şalei ( 18 1— 26 i = 7 9 7 —874/875) tarafından naklolunmuştu r; 2, a !-V a k id i’nm talebesi ve kâtibi, Muhammed îbn S a ’ d (ölm. 2 3 0 = 8 4 5 ) ’in Tabafcât ’mın başında bulunan ( İbn $a ‘ d, nşr. Sachau, I ve I I ) s îr a ; burada al-Vâkİdi ’ye istinad eden rivayetlerin yanında başka menşe’den rivâyetler de bulunur; nihayet 3. bizzat TabaIçât ’m kendisi, bilhassa 111. ve IV, ciltlerde, her şeyden Önce Peygamberin sahabeler ile münâsebetleri, keza Peygamberin ölümünden önce, ıstam tarihinde hissesi olanlar ile ilgili hususlar. Her nekadar al-Vâki di bir K itâ b altâ r ik va H-mabdai va >l-m ağ âzî ( F ih rist, s. 98, altta) yazmış ise de, onunla sira İbu İshak ’ın ona vermiş olduğu vahdeti ve dünya tarihi ile kaynaşmayı kaybeder. Bu eser daha ziyâde münferit tasvirlerden mürekkep bir mecmua-



dır. Bu münferit tasvirlerin en mufassallan Peygamberin diş hayatı ile ilgili olanlardır: seferleri, muhaberatı, kabûl ettiği veya gön­ derdiği elçilik hey’etleri. İbn İshâk ile muka­ yesesinde, al-Vâkidi ’nin şiire çok az ehemmi­ yet verdiği, görülür. Buna mukabil o tarih zikrine pek büyük ehemmiyet vermiştir, ma­ lûm olduğu üzere, bu şekilde tarih zikr etmek usûlü, onunla başlamıştır. Diğer taraftan, Pey­ gamberin sahabeleri hakkmdaki rivayetleri toplamak suretiyle, aî-Vak idi, bocası tarafın­ dan verilen malzemeyi tanzim eden ve geliş­ tiren İbn Sa'd vâsıtasıyle, eilm al-hadi s ’e yar­ dımcı olan yem bir araştırma şubesini cı7 m alrical ( muhaddislerin hâl tercümesi ve tenkidi) kurmuştur ki, bu şubenin gelişmesi fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. al-Vâkidi, al-Balâzuri [b . bk.] ve İbn İshali; ile başlayan ye biri birleri arkasından gelen ta­ rihçilerin mûtad kaynağıdır; Balâzuri ’nîn A nsâh a l- a ş r â f ’ına dercettiği s îr a ’si hemen-hetneu tamamen.al-Vakidi ’den gelmektedir ( krş. de G o e \ e , Z D M G , 1884, XXXVIII, 387— 390). Sonra artık s îr a hakkında asırlarca kaynak olacak mahiyette büyük ehemmiyette eserler yazılmamıştır ( s îr a hakkında meşhur tarihçi a 1-M a d â1 i n i [ ölm. 225—840 ] ’nin çalışma­ ları hususunda nisbeten az malûmatımız var­ dır; F ih r is t , s. 1 0 1 ); müelliflerin alâkası s îr a Men ayrılmış bir kol olan ve başlı-başına bir gelişme gösteren d a f f î il a l-n u b u v v a ile şam a i l (krş. Andrae, D ie P e rs o n M u k a m m ed s , s. 57 v.dd.) üzerine yönelmiştir; buna karşılık asıl sîra, tarihî hâl tercümesi, al-Tabarı ’ain ör­ neğine göre ve umûmiyetle onun izi üzerinde, umûmî tarihe ait büyük eserlere dahil edil­ miştir. Peygamberin sahabelerine dâir sayısız hâl tercümesi dergileri zaraan-zaman sîra hak­ kında tarihî mutalar ibtivâ eder kî, bunlar İbn İshâlf: ’m ve al-Vâkidi ’nin malûm kaynaklarından istihraç olunanlardan farklıdır ve bazıları çok eski devirlerden gelmektedir. İbn ‘Abd al-Barr ’in Is tı ab ’ı, İbn al-Agir ’İn U s d a l-ğ â b a ’si, İbn Hacar ’in tşâ b a ’si v.b. gibi eserler bu raûtalan tesbit edip, toplamak gayesi ile ince­ lenirse, bundan çok değerli neticeler elde edilecektir, fakat öyle bîr inceleme henüz ya» pılmamıştır; bununla beraber burada her hâlde dağınık ve parçalar hâlinde malzeme ba«. his mevzuudur. İbn Hişâm ’ın S îr a ’ainin, en meşhuru al-Suhayli (508—581=1114—1185; bk. Brockelmann, G A L , 1, 135, 4 1 3 )’nin R a v i* 1 olan şerhlerinin tetkikinden daha zayıf netice­ ler elde edilecektir. Çok daha muahhar zaman­ larda yazılan devâsâ derleme eserlerde inanıl­ mayacak bilgiler vardır. Bu eserlerin büyük bir ilim agkı içinde bulunan müellifleri, elde edebil­



dikleri malûmatı büyük bir gayret ile toplamış­ lardır ; bunlar esas bilgi bakımından İbn İshâk ’m ve al-Vâkidi ’nin bize daha önce vermiş ol­ duklarının dışına çıkamazlar: bunlarda bulu­ nan bilgilerin ekserisi ancak muahhar menşe ’Iİ menkıbelerdir. Peygamberin şahsiyeti ile ilgili inanışlar manzömesi ’nin teşekkül ve inkişâf tarihi için bunlar şüphesiz büyük bir ehemmi­ yete sahiptir, fakat onun hakikî tarihi için tamâmen kıymetsizdir. Bu gibi eserlerde bulunan mûtalarm bir kısmı da daha önce bilinen rivâyetİerin sâdece değişik şekillerinden ibarettir. Sayılması bu maddeyi nisbetsİz bir şekilde uza­ tacak olan bu muahhar derleme eserlerden şunlar zikredilebilir: İbn Sayyid al-Nâs (661 [1 2 6 3 ] veya 671 —7345=1273— 1334} Brockel­ mann, G A L , II, 71) ’ın ‘Uyun al-asar ’ı, al-Kasf allan i (8 5 1 —923= 1448—1517» Brockelmann, 11, 7 3 } ’nin al-Mavâhib al-ladunîya ’si, Şams alDin Şa'mi (ölm. 943= 1536; Brockelmann, H, 304 } ’nîn al-Sîrat al-Şdm îya ’sî, Nür al-Din alHalabî ( 975— 1044=1567— 1634; Brockelmann, II, 3 0 7 }’nin al-Sîrat al-H alabiya ’si ve ilk iki eserin şerhi olan S ib t İbn al-'Acami (ölm. 841 -=1438; Brockelmann, II, 67 ) ’nin N â r alnibrâs ’ı ile al-Zarkâni ( ölm, 1122= 1710; Bro­ ckelmann, II, 319) ’nîn Şarh al-M avâhib ’i. S îr a ’nın Arap edebiyatında çok miktarda olan hü­ lâsaları ile nazma, sokulmuş şekilleri, tabiî ola­ rak, tarihî bîr kıymet taşımaz [ S ir a , tıpkı , mu­ ahhar ( II. = VIII. asırdan sonrak i) arap edebi­ yatında olduğu gibi, İran ve Türk edebiyatların­ da da bir taraftan umûmî tarihlerde, diğer ta­ raftan müstakil eserlerde ele alınmıştır. S îr a ’ye dair İran edebiyatındaki' müstakil eserler için bk, C. A. Storey, Persian Literatüre, a biobibliographical Su rvey ( London 1927— 1953 ), I, 172—207, II, 1251—1260. Türk edebiyatın­ daki aynı mevzua dair en mühim eserler için şuraya bakılabilir i İstanbul kitaplıkları tarih* co ğ ra fy a yazmaları katoloğa, 1. i ur Afe tarih vazmaları, 5. fasîkül, biyog rafiye ait eserler % a-siyerler ( İstanbul, 1945 ), s. 357—439 ]. ' B i b l i y o g r a f y a x Metinde gösterilen­ lerden başka, Kâtip Çelebi ( nşr. Fiügel), III, 634—63 6 ; Wüsienfeid, D ie arab. Geschîchtschreiber (A b k , G. W, Gött. 1882, X X V III—X X I X ), tür. y er.; Sprenger, Das Leben a. die Lehre des Mohammad ( Berlin, 1869), III, LIV—LXXVH; Caetani, Annali deli*Islâm (Milano, 1905), I ; Nöldeke Schvvally, Gesch. d. Qorân (Leipzig,; 1919 ), .11,1 2 9 — 144; İbn Sa’d, fabakât (.nşr.Sachan), ll/ l ( Leiden, rgog ), giriş ( Horovitz ), 1II/I (Leiden, 1904 ), giriş (S a ch a u ); Nailine, II P r o f, G abrieli e una inedita dissertazione d i laurea intorno ad una fo n te araba delta



âlRE —. SÎRET-İ A k f Ek



M



biografia di Maometto (Roma, 19 1 8 ) ; G. ğar. 1Antar, daha beşikte iken, en sağlam kun­ Gabrieli. Ancora intorno alla primitiva bio­ dak bezlerini y ırta r; 2 yaşında çadırları devi­ g r a fia di Maometto (Roma, 1919, «ki tenkit rir; 4 yaşında koca köpeği, lo yaşında bir ve münakaşa yazısı ite pek çok vesikaları kurda, çoban olunca da, bir arslanı Öldürür. ve bâzı iyi müşâhadeleri muhtevidir); J. Erkenden kabilesini tehlikeden kurtarır; ba­ Fück, Muham ma d ibn Ishâç, Literarhisto - na mükâfat olarak, babası onun nesebini ta­ rische Untersachungen (Frankfurt, 192$; nır ve onu kabilesine kabûl eder. Amcası­ İbn İsitâk ’tan Önee sîra mevzuundaki eser­ nın kızı 'Abla ile evlenmek ister; amcası teh ler hakkında mükemmel bir tenkidi umûmî like ânında buna razı olur; fakat 'Antar biz­ bakışı da ihtiva e d e r); Ahlwardt, Verzeich- zat bu tehlikeyi bertaraf edince, son dere niss d. arab . Handschriften ( Berlin, 189? ), cede ağır şartlar koşar. 'A ntar bunları yerim getirir^ fakat ancak 10 cilt dolduran harika­ IX, 1 1 0 —187. lı işlerden ve maceralardan sonra, 'A bla ile [ Bu madde tâdil edilmiştir.] evlenir, Hâdiselerin çevresi durmadan genîş’er ( G. Lâvı De l l a V id a .) S ÎR E T -İ A N TE R . SÎRAT ‘ANTAR, 'A n - ‘A n tar’in kendi kabilesinde ilkönce babasının t e r r o m a n ı , Anter hikâyesi, yerinde olarak, mukavemetini yenmesi, sonra 'Abla ’nîn akra arap yiğitlik romanının örneği sayılır. Bu Sîra balarının düşmanlıklarını alt etmesi, aralarında $oo yıllık arap tarihîni, çok mebzul eski an’a- 'Urva b. ai-Vard bulunan düşmanlarım kaza­ neler ile, gözümüzün önüne sermektedir. Bir nıp, Bani Ziyâd, Rabi' ve ‘Umara ’nin desise­ câriyeden doğan ‘Antar ’in, en büyük felâket lerine karşı koyması gerekir. Akraba kabile­ ânında kurtuluş te’mîn eden müdâhalesinin ler olan 'A bs ile Fagara arasındaki savaşlarda, mükâfatı olarak, Bani ‘Abs kabilesine kabûl 'Antar gerçekten kabilesinin melce’idîr. Kabi­ ediliş tarzı hakkında Kitâb al-Ağani ’deki hi­ lesi dışında, ‘Antar en kudretli kahramanlar kâye bile, çok kuvvetli, fakat daha o zaman ile mücâdele eder ve onlar ile dost olur: Dumenkıbe leşin iş bir an’anenm damgasını ta şır; rayd b. al-Şîmma, Mu'a mmar, Zü K a r ’da iranSîrat ‘Antar menkıbelerin gayr*î şuürî teşek­ lılan yenmiş olan Hâni’ b. Mas'üd, 'Amr b. külü denilen şeyi çok geçer. Mes’ut bir cür’et Ma'dıkarib, 'Amir b, Tufayl, H aram’ın y?ğiti ile münferit bîr kahraman olan 'Antar, bütü­ 'Amr b. Vudd, arap yiğitlerinin Örneği Rabi'a nü ile, arap mizacının mümessili olur; müşrik b. Mukaddem ve daha bir çoklan. Bütün mn'al‘Antar islâmiyetin yiğitİ hâlini alır. Böylece la fâ t şâirleri İle yaptığı bir müsabakada ban­ bu romanda 500 yıl içinde arapların ve müs« ları yendikten, teke-tek savaşta bütün basımla­ lümanlarm mütehavvil kaderi, Arabistan ’da ha- rım mağlûp ettikten ve İmru1 al-Çays ite arapbeştiler hâkimiyetine karşı savaş; Arabistan ça müteradif kelimeler hakkında bir imtihanı ’ın, bilhassa Irak ’m, İran boyunduruğuna gir­ muzaf terane verdikten sonra, M vıallaka ’sım mesi; genç islâmiyetin İran’a karşı zaferleri; Mekke ’nin haremine asar. Mekke ’den Haybar yabudilerin VH. asra kadar husûsî tarihî mev­ ’e gidip, yahudilerîn şehirlerini tahrip eder. kileri ; hıristiyanlığın araplar arasında, bilhassa Fakat ‘Antar Arabistan ’dan dışarıya da sevk Suriye’de yayılması; Iranh ve sonra müsiü* edilmiş bulunur. S ira bunun için uzun boylu man şarkın Bizans ile devamlı mücâdeleleri; bahâneler bulmaz. ‘Abla ’nin babası cihaz ola­ İslâmiyetin A frika’da ve Avrupa’da muzaf- rak yalnız Hıra hükümdarı Munşdr ’in yetiş­ ferâne ilerleyişi in’ikâs eder ; haçlıların da tirdiği 'aşafir denilen develerden İster. BÖyburada in’İkâs etmesine şaşmamalıdır. Şark iece ‘Antar de Irak ’a gtder, Buradan yunan ile garbın temasları çoktur, Roman yeknesak savaşçısı Badrâmüt ile karşılaşmak üzere, Iran ir sec’ili nesir ile yazılmıştır, Bunun içinde ’a çağırılır. Bu zamandan itibâren Irak meli­ ' îo.ooo ’den fazla beyit vardır 1286 (h.) ’dan beri keleri ile, Munzîr, Nu'mân, Asvad, 'Amr b. mevcut olan şark basmalarında Sîra, Bin bir Hind, îyâs b. Kâbişa ve vezirleri ile, bilhassa gece ’nin ayrı-ayr» geceleri gibi, asla bîr hikâ­ 'Amr b. Bukayla ile temasım muhafaza eder. yenin sonunda nihayet bulmayan 32 küçük cilde Aynı şekilde İran şahları olan Husrav Anö şirvan, Hudavand ( Sâsânîler tarihinde bu adda ayrılmıştır. M u b t e v â. Roman efsânevî pek çok an’a- bir hükümdar bilinmemektedir ), Kavâz ( ihti­ ,isler arasından bizi melik Zuhayr’in Bani mal Kavâz Ş iro e ) ile devamlı temas hâlinde Abs kabilesi üzerinde büküm sürdüğü devre k alır; bunlar için bâzan korkulan bir düşman, götürür. ‘A bslar’m kahramanı Şaddâd bir bas- bâzan kendilerini kurtaran bir müttefiktir. ■kın ( ğ a z v a ) sırasında zenci câriye Z abiba’yi ‘A n ta r’in bir arkadaşının nişanlısı Suriye me­ ele ğeç'rir (Z ab ib a ’nin Sudan hükümdarının likinin oğlu tarafından istenir. ‘Antar Surîyt kaçırılmış olan bir kızı olduğu XVIII, ciltte ’ye gider, arkadaşının rakibini Öldürür, melik :meydana çıkar ), bundan bir oğlu, ‘Antar, do­ Haris aî-Vahbâb ( Aretas ) ’i yener, fakat son



m



SîREÎ-İ ÂNTEft.



ra dostu olur ve A retas’ın Ölümünden sonra, melike Halima 'nin İsteği üzerine, küçük yaşta melik olan 'Anar b. Haris ’m vasisi olur ve binnetloe Suriye ’de büküm sürer. Burada ‘Antar bâzan düşmanlan olarak, bâzan İranlılara karşı müttefikleri olarak, franklar ile temasa girer. Suriye Bizans hâkimiyeti altındadır. Su­ riy e’de hıristiyanlığa yaptığı hizmetlerden do­ layı, İmparator Racim 'A nlar *i İstanbul ’a da­ vet eder; burada ona hayran kalınır ve onun için şenlikler yapılır. Fakat Frank kıralı Layİamân buna itiraz eder ve imparatordan ‘Antar ’i kendine teslim etmesini ister. Bunun üze­ rine *Antar, imparatorun oğlu Herkal ite birlik­ te, Bizans ordusunu frank memleketine sevkeder, frankları imparatora tâbi bir hâle g e tirir; İspanya’ya girer, kıral Santiago'yu mağlup eder, muzaffer olarak, bütün şimalî Afrika eyâ­ letini, F a s ’ı geçip, M ısır’a gelir, Bizans için memleketler zapiederek, İstanbul’a dönerken, minnet alâmeti olmak üzere, onun at üzerinde bir heykeli yapılır; her bîr tarafında Bizans ’a seyahatinde yanında bulunan iki kardeşinin hey­ keli âbideyi tamamlar. ‘Antar ölümünden az Önce Rom a’ya gider. Roma kıralı Balkâm b. Markas Bobetnond tarafından muhasara edil­ mektedir ; ‘Antar Bohem on d ’u öldürür ve Ro­ ma ’yı kurtarır. Sudanlıları te’dip etmek için girişilen bîr savaş sırasında, ‘Antar bir kırat­ lıktan diğerine geçerek, Afrika ‘mn ortasında Negüs hır allığına kadar varır. Burada Negüs ’ün annesi Z abiba’nin büyük babası olduğu­ nu keşfeder, Hİnd-Sind’e karşı şeytanlar mem­ leketi olan Bayzâ ülkesinde hıristiyan kıra! Laylaman *la savaşları bize daha çok hayali görünmektedir. ‘Antar Asad al-Rabiş denilen Vizr b. Câbir tarafından vurularak ölür. ‘Antar onu bir çok defalar yenmiş, hapsetmiş ve her defasında da serbest bırakmış idî. Vizr kendini bu âlicenaplıktan alçalmış hisseder ve mütemâdiyen ‘Antar ’i öldürmeği dener. Sonun­ da ‘Antar onun gözlerini kor ettirir. Kör olan Vizr, oklarım seslerini dinlemek süreliyle kuş­ lara ve ceylâna ulaştırmağı Öğrenir. ‘Antar de onun zehirli oku ile vurulmuştur. Fakat Vizr, okunun hedefine ulaşamadığı hayâli içinde, ‘A n tar’den önce ölür. ‘Antar, ölüm hâlinde iken, ve hattâ atı Abcar üzerinde ölmüş ol­ duğu hâlde, düşmanları yakınlarından uzaklaş­ tırır. ‘Antar ’în ‘Abla ile izdivacından çocuk­ ları olmamıştır. Fakat gizli münâsebetleri ol­ muş ve bu aşk mâceralarmdan bîr çok ço­ cukları doğmuş idi; bunların ikisi hıristiyan İdi ve aynı zamanda haçlı seferi mensupların­ dan idi: Gaâanfar, Aslan Yürekli, ‘Antar ile Roma kiralının kız kardeşinin oğlu idi, ‘Antar o»unliSr;Rom a’da evlenmiş ve onu İstanbul’da



bırakmış id i; sonra Cufrân ( = Geotfroi ), ‘An­ tar ile bir frank prensesinin oğlu. ‘Antar ’in oğulları babaları olan kahramanın intikamını aldılar ve ona ağladılar. Gazanfar ile Cufrân sonra Avrupa ’ya döndüler. ‘Abs islâmiyeti ka­ bul etti. R o m a n ı n u n s u r l a r ı . ! . Arap müşriklik devri; 2. İslâmiyet; 3. ir anlıların tarih ve kahramanlık menkıbeleri; 4. haçlı seferleri, romanın meydana gelmesine bilhassa hizmet etmiştir. 1. Roman arap müşriklik, câhili yet devrine bilhassa şunları borçludur: eserdeki bedevi yiğitlik ve savaşçı ruh, eksenyâ tarihî mâhiyette husûsiyetleri ile şahsiyetlerin çoğu, ‘Abs ile Fazâra kardeş kabileleri arasındaki savaşlar. Burada Dâhis ile Ğabra5 adlı atlar arasında yarış, büyük ve canlı ahbar al-'ar ab, melik Zuhayr He Tumâzİr ’in evlenmesi, Zubayr ’in ölümü, Mâlik b. Zuhayr’in ölümü, Haris ile Lubna, Çayda ile Hâlid, Hatim Tay yi’ hak­ kında tatlı fıkralar, başkaları arasında, Rabi‘a b. Mukaddam’in ulvî siması hatırlatılmıştır. 2. Şu unsurlar islâraiyete a ittir: İbrahim ile ilgili mühim bir „mİdraş" ile giriş, ‘A li ile Peygambere â it pek çok menkıbeler, eserin ıslâmiyete sevkeden netice kısm ı; ‘A n tar’in Arabistan, İran, Sariye, şimâlî Afrika ve Is­ panya ’daki muzafferâne seferleri islâmiyetin fetihlerinin bir ilk şekli gibidir. Bâzı teferruat Si ra ’ye hafif bir şt’î rengi vermektedir. 3. Iran te’siri şu hususlarda görülür: Iran tarihinin ve kahramanlık menkıbelerinin bilinmesi, kısmen İran dilinin, farsçanm bilinmesi, İlâhî hukuk ile şahlık telakkisi, İran saray hayatı ve bu­ nun tâbi olduğu merasimler (ta h t, tâc, şah halısı), saray avlan ( av şahinleri, av parsları \ kuşlar ile yapılan haberleşme, Iran me’mur ve ileri gelenlerinin ( vezir, mobedân, möbed, marzpan, pehlevan, şahın göz ve kulakları) bilinmesi ve hattâ sakarica („ pâdişâh silâhd an“ ) ’nin bilinmesi. 4. Hıristiyanlık ve haçlılar. S lra Sâsânîler Suriyesi ’nde, Bizans ’ta, Frank­ larda hıristiyanhğı bilmektedir. Franklar, haç­ lılar olarak ( roman hattâ göğüsteki haçı bil­ mektedir), Shiloe ve Kudüs için savaşan sa­ vaşçılar olarak görünürler. Cufrân ( Geoîfroi ) Şam ’ı muhasara eder, Antakya ’ya karşı fır­ kalar gönderir. S îra haçı, rahiplerin keşiş tarîkatîerimn elbisesini, zünnarı ( ‘Antar romanı bunu, haçm yanında, hıristiyanhğm en mühim remzi olarak görür), piskopos asâsını, çam (çan tokmağını), günlüğü,_vaftiz suyunu, Ölü­ ler için duayı, son duâyt, ‘îsâ ’nm son yemeği­ ni bilmektedir; bayram günleri: noeî, büyük perhizin son pazarı bilinmektedir; bir - de Franklarda rahiplerin kilisede, devlette ve san’atta ilk mevkii işgal ettikleri, erkek ve



âÎRET-j ÂNTE& hiz iki kardeşin evlenmesinin memnu olduğu ve galiba afaroz da bilinmektedir. Romanda İspanya 'da bir dînî ziyâret yeri ile bir zıyâret gönü tasvir edilmiştir. Hıristiyanlar ‘İsâ, Maryam, İncil. Yalıya (M iri Hanna al-Ma'mad lo ), Lûka, Mar Töma, Şam'ım üzerine yemin ederler. Bizans'ta imparator Raeim hüküm sürer, oğlunun adı Hirkil 'dir. Roma ’da Bal­ gam b. Markas kıraîdır. Şimalî A frika’nın hıristiyan hükümdarları ekser yunanca ve latincede mutâd olan -s ekini alan isimler ta şırla r: Martos, Kardus, Hermes, tbn al-'UrnÛs, Kindaryas b. K irm iş, S in dans, Theodoros. İspan­ ya kiralının adı Santiago ’dur. Frank hüküm­ darları ve şehzadelerinin adlan arasında emin olan yegâne ad Bohemond 'dur. Kardeşlerinin adı olan Mübert, Sû bert, Kübert ve hüküm­ dar ,.denizin Şübert ’inm" adı ihtimal eski fransızcada has isimlerde en sık görülen edatı göstermektedir. ‘Antar ile Frank prensesinin oğlu CufrSn’ın adında Godefroi de Bouillon ’un eski fransuca adı ( Jofroî, Jefroi, Gef froi) bulunmaktadır. 'A ntar romanı Avrupa ’yı bil­ mediği, fakat avrupalıları çok iyi bildiği için, yazarı bunları Avrupa dışında, tabiî haçlı­ lar zamanında müşahede etmiş olmalıdır. Bo­ hemond 'Anlar tarafından öldürülür, Godef­ roi 'Antar ’io oğlu olur. Haçlı olarak As­ y a ’ya gider, orada nesebinin sırrım öğrenir, babasının öldürülmesinin intikamını aitr ve Avrupa ya döner. Amİensîî Pîerre ’în ordu­ sundaki dilenciler kiralının adı „Tafur" bile S i r a ’de muhafaza edilmiş görünmektedir: ,fDâfür" küçük yaşta bulunan melik 'A m r’ı Su­ riye tahtından uzaklaştıran ve 'Antar tarafın­ dan tahttan indirilen taht gasıbmm adıdır. Hıristiyanlık hususunda anlayış ve hakkaniyet bakımından, Sîrat 'Antar müslümanları ApolI ûd , Cahu, Gomelin, Jüpiter, Margot, Malquedant, Tervagant v. b, gibi putlara tapan kim­ seler olarak gösteren hıristiyan destanının ver­ diği tasavvurun çok üstündedir. Haçlılar ha­ reketi husûsunda 'Antar romanı anlayış ve takdir ifâde eder. Şüphesiz roman ganimet elde etmek ve cezadan kurtulmak iç; n mukad­ des arza gelen bâzı haçlıları kötü gösterir. Fakat Franklar Baba Allah için, Oğul içiıı ve imanı yaymak için mücâdele etmektedirler. E d e b i y a t ve h a l k i y a t s a h a s ı n ­ d a m u v a z i l e r . Halkiyat bakımından 'An­ tar romanı şaşılacak kadar az şey verir. Fa­ kat bu az şey içinde dikkate değer çok şey vardır : muhteşem bir sihir sahnesi, remzî ko­ nuşmaların mükemmel misalleri, yemin tâbir­ lerinin, tefe’ül alâmetlerinin ve life-İoken ’in cetvelleri. Başka hikâye şiirleri İle bunun ara­ sında görülen benzerliklerin ekserisi destanlarVfcm



Vatiklopcdisi



?0S



da sık-sık tesadüf edilen unsurlar sayılabilir: kahramanın kuvvet ve boyu, harikalı seferler, yenilen arslanlar, mu'amntarnn ('Antar roma­ nında olduğu kadar, Şâh-nama ’de de çok rast­ lanan U2un ömürlüiük), rüyalar, görülen ha­ yaller, kadın savaşçılar, baba İle oğul arasında savaş ve Kudrun ’da bulunan nişanlılıkta sadâ­ kat motifi, ahmak motifi. Dışarıdan alınmış olanlardan ancak bir kaç tanesi gösterilebilir: Nu'mSn ’ın iyi günü île kötü günü, Husrav 'in adalet çanı ( Charlemagne ile yılan hikâyesinde tesadüf edilen motif), kartalların çektiği bir sandık içinde göklerde uçuş, bâzı Afrika ri­ vayetleri ( şüphesiz Afrika 'ya dâir coğrafya eserlerinden alınmıştır). Burada Avrupa efsâneteri ile münâsebetler de bulunmaktadır. Char­ lemagne'in doğumu sırasında vukua gelen ha­ rikulade şeyler (sözde T u rpin 'd e) bu romanın Peygamberin doğuşu sırasında vukua geldiğini anlattıklarına benzer; bununla beıâber sözde Turpin şüphesiz bilgilerini daha eski kaynak­ lardan almaktadır. Çan ve org boruları yardı­ mı ite muhtelif makamlarda öten tunçtan kuş­ lar fransız ve alman destanında da tasvir edil­ miş olup, 'Antar romanı bunları tekrar ele al­ mıştır. Bununla beraber burada benzeri Sâsânîlerin Ktesifon ( Madâ’in ) 'unda ve Tatar han­ larının payitahtında bulunduğu gibi, tarihî bir hârika. İstanbul Chrysotnclisîum ’u bahis mev­ zuudur. Haris al-Zâlim, Zu’l-Hayât adlı kılıcını, düşmanların eline düşmesin diye, kayaya vu­ rur, kaya yarılır, kılıç hiç zedelenmeden kalır— bu tıpkı Rol and ’daki Duranda! gibidir. Girard de V ıan e’in Charlemagne’i öldürmek isteyen yeğeni Aimerİ 'yi tenvir etmesi gibi, 'Antar Husrav ’i öldürüp, İktidarı eline geçirmek iste­ yen oğlu G ad b in 'a ilâhı hükümdarlığın ne ol­ duğunu İzah eder. 'Antar 'in atı, Abcar, sahi­ binin ölmesinden sonra, başka her hangi bir kimseye âİt olmamak için, çöle kaçar; tıpkı Ardennes ormanlarına kaçan Renaud de Mon* tauban ’ın B a îa rt’ı gİbİ, bir taraftan Roland ile Olivİer’nin teke-tek dÖğüşmelerî, diğer ta­ raftan 'Antar ile Rabİ'a b. Mukaddam *io döğüşmesi arasındaki muvâzîl k çok dikkate de­ ğ e r; dÖğüşücülerin birin’n kılıcı iki parça olur, âlicenap basım ona bir başka kılıç a ra r; her iki döğüşçü birbirleri ile barışır ve müttefik olurlar. Fakat bu çeşit bir şâ’rane tertip yiği­ di kılıcına, atma, efendisine, hasmına bağlayan münâsebetler hakkında benzer kahramanlık gö­ rüşünden ileri gelmektedir. ' A n t a r r o m a n ı n d a y i ğ i t l i k , S îra t tam mânası ile, bir kahramanlık romanı olarak tanınmaktadır.—Arap müşriklik devrinde erkek­ lik meziyetlerini teşkil eden vasıfların bütünü­ ne muruvva, fu lu v v a denilirdi,'Antar romamn45



SİRHÂN - SİS. den Ruvala kabilesine âît olup, Ruvala ile Ahi aş-Şemâl (B eni Şahr ve Hvetat b. C ad ) ara­ zisi arasındaki hududu teşkil eder. 2 teşrin II. 1925 muahedesinin birinci bendine göre, Vadi Sirhân ’m takriben beşte dördü S a’üdi Arabis­ tan ’a verilmiş, şimâl-i garbî kısmı ise, Ürdün ’e kalmıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . Artemidoros, bk. Strabo, G eo g ra p h ica , XVI, 4, 18; Plinius, Nat. H iş t ., Vt, 144—146; Stephanus Byzantius, Ethnicoram quae supersunt ( nşr. A. Meineke), Berlin, 1849, L 593» al'-Mukaddasi ( B G A. 111, 250 ) ; al-Hamdâni, Ş i f a C azlrat a l- A r a b ( nşr. D. H. Müller ), Leiden, 1884— 1891, s. 206; Yakut, M tıcam (nşr. Wüstenfeld), ), 232, 49 0 ; II, 48, 728; IV, 49 v. d. 669, 927; al-Bakri, Mu'cam (nşr, Wüstenfeld ), I, 208; al-Tabari (nşr. de G oeje), b 34*ö, 3 4 4 7 ; III, 33 ; A b u ’l-Faraç, A ğânî (Bulak, 1285), X V , 46; Mehmed Edîb, M anâzil (İstanbul, 1232), s. 6 8 ; Fr. Delitzsch, W o la g das P aradies ? ( Leipzig, 1881), s. 306 v. d .; F. Hommel, G ra n d riss der G eograp h ie



und



Geschichtk des



ailen



O rients



(München, 1925), II, 5şo; A g reem en is toith the Su ltan o f N e jd reg a rd in g certain questions rela tin g to the N e jd -T ra n s -Jo rd a n and N e jd - Ir a q fro n tie rs , W hite P ap er Cmd.



2566 (London, 1925 b s* 2 v. d ,; Alois Musil, M ap o f N o rth ern A ra b ia (N ew York, 1926), i, 5-m 9 ve ayn. mil., A rabia D eserta ( Ne w York, 1927 ). ( A d OLF GROHMANN.) SİRH ÂN . [B k . siRHÂN.] S İR T . [B k . sü rt .] ŞİR V A H . [ Bk. sir v â h .] S tR V A L . [ Bk. ŞALVAR.] S İS . SİS ( bugünkü adı KOZAN ), Adana vi­ lâyetine bağlı k a z â m e r k e z i b i r k a s a ­ b a olup, Adana ovasının Yukarı Ova denilen kısmında, düz arazinin tepelik bölgeye geçtiği kesimde, deniz seviyesine göre, 130— 180 m. irtifada, demir-yolu üzerinde, Adana’ya 73 km., Ceyhan istasyonuna 56 km. mesafede bulunur (15.200 nüfus). Adana Ovasından şimaldeki dağlık böfgeye ( Feke 54 km , Saimbeyli™Haçın 89 km.) buradan geçilerek, gidilir. Kasaba ova içinde bir ada gibi 330 m. ’ye yükselen, 3 ta­ rafı dik bir tepenin nisbeten az meyilli şark ve şimal yamaçlarına ve eteklerine yerleşmiş olup, sözü geçen tepe üzerinde de bîr kale harabesi yükselir; tepenin garbından ( Kırksu ) ve şarkından ( Aiapınar suyu) geçen akar­ sular Sombas çaymı meydana getirerek, Anazarba [ b.bk.] Önünden akıp, Ceyhan ırmağına dökülür. T a r i h . Geniş bir ovanın dağlık bölgeye temas ettiği sâhada, müdâfaaya müsait bir



tepenin varlığının İnsanları çok eski devirlerde buraya çekmiş olduğu muhakkak ise de, şehir hakkında orta çağdan önceye â ii kesin bilgi­ miz yoktur. Buranın eski Flavîas ( bk. W. M. Ramsay, H istorical Geography o f Asta Minör. London, 1890, s. 281, 385, 451 ' veya başka bir kadîm şehir olarak teşhis edilmesi de her­ kesçe kabul edilmiş görünmemektedir Orta çağ kale harabesinin tarih devirleri fecrine kadar çıkan bir te’sîs üzerine oturmuş bulunması kuvvetle muhtemeldir. Orta çağ şehrî ise, umu­ miyetle Sİs ( Sİsion, Sis'um ) olarak isimlendi­ riliyordu ki, bundan İslâm âleminde kullanılan Sis, Sisiya, orta latîncede' geçen Sîsiâ, aynı devir fransız kaynaklarında Assis, Oussis şe­ killeri türem iştir; bu sonuncu şekillerin a l ( arapça harf-i t a r if ) -f Sis ‘ten iştikak etmiş olması muhtemel İse de, şehrin adına arsp kaynaklarında ekseriyetle harf-İ tarifsiz ola­ rak rastlan maktadır. Rivayet edıldiğ'ne göre, Bizans imparatoru Tiberîos 111. Apsîmaros ’un saltanatının altıncı senesinde S is kalesi araplar tarafından kuşatıl­ mış ise de, ele geçirilememiştir ( Theophanes, Chronographia , nşr, de fîoor, I, 372 '. Budunla beraber, Abbasî devrinde Sis müslümanlaîr elinde bulunuyor ve al-suğar al-şâm iya arasın­ da sayılıyordu. Halîfe al-Mutavakkil zamanın­ da *Ali b. Yahya al-Ar mani tarafından imâr edilen şehri daha sonra bİzanshlar yeniden tahrip ettiler { al-Balâzuri, nşr. de Goeje, s. 170). Ayrıea, al-V âkidî’ye atfedilen bir riva­ yete göre, S is şehri halkı 193 veya 194 ( 808/ 809 veya 809/810) senelerinde a*la ’l-Rüm ’a göçmüştür. Bu hâdise Apsîmaros ve., alMuiavakkîl devirleri arasında geçen zamanda bizanslılarm bir mevkii terk etmesi hâdisesine bağlanabilir ( aî-Balazuri, ayn. esr . ; krş. Ya­ kut, Mu'cam, nşr. Wüstenfeld, III, 2İ 7t bura­ da yanlış olarak 93 ve 94 seneleri kaydedil­ miştir ). S is 'in adı Hamdâni Sayf al-Davla *nin bizanslılara karşı savaşı sırasında da ge­ çe r: bu emir ‘Ayn Zarba ( Anazarba ) ’yı ta­ mir ettikten sonra, kâcib ’inî göndererek, Bi­ zans arazisini tahrip ettird i; rumîar da, buna karşılık olarak, 351 {962 ) senesinde S is kale­ sini ( hısn Sisiya ) ele geçirdiler ( İbn a!-Aşir, nşr. Tornberg, VIII, 4 c 4 ). Bundan orta çağın ilk devirlerinde S is ’in müstahkem bir hudut şehrî durumunda olduğu anlaşılıyor. S i s ’in devamlı tarihi, milâdî XII. asır son­ larına doğru, burasının Kiiîkya kırallanmn ( Rub e n î’îer ve Lusignan Mar ) payitahtı olması ile başlar. Fakat Kiükya kırallığı Sekayi-nâmele­ rinde bundan daha evvel de zikredilir, ermeni prensleri Thoros ve Stephenös tarafından zaptedtlen yerler arasında sayıhr ( Genceli Kiragos



vekayİ-nâmesînde 562 ermeni yılı [= 1113 U14] vukuatı ); Sis 1114 He zelzeleden zarar gören bir takım şehirler arasında da zikredilir (U rfalı Mateos vekayi-nâmesinde 563 ermeni yılı­ na dâir vukuat Lambr onî u Nerses 1177 sene­ sinde „Kıra! ikametgâhı" { işhananist } S is He ne piskopos, ne de buraya yakışır bir kilise bulunduğunu zikreder. O tarihte buranın kıral ikametgâhı olarak zikredilmesi hayrete değer; çünkü ktrallığmın merkezini, stratejik veya siyâsî sebepler ile, Anazarba'dan S is ’e nak­ leden hükümdar Levon İL ( 1187—-3219) olma­ lıdır. Bu hükümdarın devrinden itibaren Ki­ likya kıratlığı İslâm eserlerinde yalnız Bilâd al-Ar man değil, Bilâd S h şeklinde de zikredilir. Saint Martin ( Memoires . , , , II, 4 3 6 ) i n zikrettiği bir ermeni coğrafyacısı XIII, a sır) Kilikya ve Sis adlarını bir say­ maktadır. Levon II. S is He yeni binalar inşâ ettirdi. Connİtable Sömbat ’ın vek ay i-nâmesi, Rubenî prensi Mleh in katli münâsebeti İle, daha 624 ermeni senesinde {=1175/1176 ) „yeni inşâ edilmiş" ( noraşen Sis şehrinden bahseder kî, eğer bu ifâde doğru ise, burada Levon II. ’dan evvel ehemmiyetli yenilenmeler olmuş bulunması icap eder. 1198 ’de tac giymiş olan Levon . ken­ disi, tae giymeden evvel, daha Önceki Rubenî 1er gibi sâdece baron unvâmni taşıyordu }, yu­ karıda belirtildiği gibi, payitahtını S is ’e naklet­ ti. Kendisinin Tarsus Ha tac giymiş olması muh­ temeldir ( yeni bir devrin tarihçisi olan Johan Dardeî, haksız olarak, S is He diyor). Kudüs ’ün Salâh al-Din tarafından fethine dâir Katholikos Grigor IV. (ölm. 1189) tarafından yazıl­ mış bir manzumede S is şehri Levon II. ’un baş­ şehri olarak zikredilmiştir ( bu manzömedc is­ min S i s u a n şekli dikkati çeker; Rec. des Hist. des Croisades , Doc. Arm.f I, 301 ). Le­ von II. ’un küçük yeğeni ve müşterek nâib Ruben ise, S is He tac giydiler, bu merasime Oldenburglu Wilbrsnd da katılmış ve Peregrinatio 'sunda şehir hakkında kısa bilgi vermiştir: »Burası kiralın payitahtı ( capitanea civitas dominİ regis ) olup, nüfusu çok sayıda ve zen­ gindir ; şehrin sûrları yok i di ; burada bîr erme­ ni baş piskoposu ve rum patriği oturuyordu" Seyyab bundan sonra S is kalesinden bahs­ eder; »Şehîr kademeli şekilde dağın yamacın­ da yükselir ( castrum . , . süper sestitım in man~ tuvalde mnnİtum), Burası eski çağda İsken­ d er’in mağlûp ettiği Dârâ ’ya âit bulunuyor­ du". Bu son kayıt dikkat çekici olup, şüphesiz İskender ’İn lssus zaferinin müphem bir hatırtanışıdır. Şu da söylenmeğe değer ki, yukarıda zikri geçen G rigor’un mersiyesinde, S i s ’in adı geçtikten sonra, İskender in askerlerinin bu



rada Dârâ ’yı yendikleri büdiriimekted'r. Yine Wilbrand kırahn tasviri imkânsız güzellikte bîr babçe yaptırmış olduğunu ifâde eder. Şehrin sûrlarmmın bulunmaması hayrete de­ ğer ; iç kale beldenin savunması, için yeter sa­ yılmış olsa gerektir. 1375 senesine, yâni S i s ’in mısırlılar tarafından zaptı tarihine kadar şe­ hirde sûr yok idi. Kıral sarayı ile bâzı binalar duvar ile kuşatılmış idi. Johan D ard elln „bourg" ( = h isar) dediği şeyin dağ üzerin­ deki hisardan ayrı, karışık bir yapı olması gere­ kir. Kilİkya kıratlarının ayrıca Sİs şimalinde, Toros dağları arasında Barjrberd adlı yazlık bir ikamet yerleri var idi ki, hazînelerini de orada saklarlardı. Esasen, yakın zamana kadar, şehir halkı sıcak ve sıtma yüzünden dağlar arasın­ daki yaylak ’lara çıkarlardı. S i s i n siyâsî tarihi tabiatiyle Kilikya kırat­ lığının umumî tarihîne sıkıca bağlıdır. Bu ta­ rihin ana çizgisini kıratlığın Mısır sultanına karşı giriştiği ölüm-kalım savaşı teşkil eder. Buna göre, şehri alâkalandıran başlıca hâdise­ ler Memlûk ordularının hücumları ve yaptık­ ları zarardan ileri gelmektedir. Daha başka düşmanlar da var id i: Levon II. ’un tahta çıktığı sene ( 1187 ) bir Türkmen beyinin hücumu püskürtüldü ise de, Türkmenler daha sonraki kırallarm devrinde de Kilikya kıratlığı için' tehlike o'makta devam ettiler. Memlekette hü­ kümetin kudretini gösteremediği her defada göçebeler otlaklara el-koyuyorlardı. Nitekim X IX. asrın ilk yarısında bunların S is yöresine hâkim olduklarını görüyoruz. Mısırlılar 1266 ’da şehri, baş kilisesi İle berâber, tamâmiyîe yıktılar ve kıral mezarlarını tahrip ettiler. S is yöresine misi ıhların tecâvüz­ leri 1275 » i 276, 1298 ve 1303 (bu sonuncuda şehir de yağmalanmak üzere He tekrarlandı. 1321 ’de şehir civarına tecâvüz eden, moğuîla* rın Anadolu valisi Timurtaş oldu i görünüşe bakılırsa, bu tecâvüz Mısır sultanı al-Malik alNâşir tarafından teşvik edilmiş ıdİ. Buna ben­ zer bir tecâvüz de, ayni sultanın emri üzerine, Haleb valisi tarafından yapıldı. Haleb emjrinİn tecâvüzü 1359 ve 1369 ’da tekrarlandı. Bu ara­ da şehir, Avrupa’da olduğu gibi, «kara ölüm" adı ile tanınan büyük bir veba salgınına da uğramış İdi ( 1348 ). Bununla beraber Kilikya kıralhğmm sonu da yaklaşıyordu. Son kıral olan Levon VI, ( Lusignan 'fardan ) ’un elinde yalnız pâyitahtı olan Sis kalmış îdi. Nihayet 1374 ve 1375 He mı­ sırlılar S i s i kuşattılar ve sonunda, bâzı ileri gelenlerin ve Katholikos’un yardımları ile, şehri ele geçirdiler kİ, bu hâdiseler, Levon VI. ’un rahibi Johan Dardeİ tarafından etraflı şe­ kilde anlatılmaktadır.



712



SİS - SİSAM.



1927 ’ de yapılan ük nüfus sayımında kasa­ banın nüfusu 5.266 olarak tesbit edilmiş, 1950 ’ye kadar az değişen bu nüfus ( 7.894) daha sonra hızla artarak, 19 5 5 ’ te 11.356, 19 60’ta *5**59*» yükselmiştir. Yüz ölçümü 2.053 km2 olan ve 85 köy ihtiva eden Kozan kazasının nü­ fusa ise, 1960 ’ta 75.883 *e varmıştır. Bu geliş­ meleri Kozan ’ ın da dâhil bulunduğu Yukarı-ova Ma bataklıkların kurutulması, sulama işlerine başlanması, XIX. asrın ikinci yarısında ovaya yerleşenleri kırıp, geçirmiş olan sıtmanın önü­ ne tamâmiyle geçilmiş olması v.b. gibi husus­ lar sağlamıştır. Son yıllarda kasabada bulu­ nan mesken sayısı 3.000 ’den fazla olup, bu meskenlerin 2/3 ’ ten fazlası kâr gir, 1/ 3 'e yakını ahşap, ev damları eski binalarda düz, yenile­ rinde İse, kiremitlidir. Kasabada tarihî âbide olarak, sonradan yapılen tamirler ile değişik­ liğe uğramış Ulu cami ( Hoşkadem camii }, Ko­ zan suyu üzerindeki 9 gözlü köprü sayılabilir. Katholikos manastırlarıma yalnız duvarları kalmıştır j. B i b l i y o g r a f y a : Ritter, Erdkunde, X, 597, 621 v.d., 9x6 i XIX, 67—96 ; Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphatet s. 14 1; J . Saint Martin, Memoires historiques et geograpkiçues sur V A rm en ie ( 1 8 1 8 —1819 ), i, 198, 200, 390, 392, 397, 400 v.d., 446; H, 436 v.d .; V. Langlois, Voyage dans la Ç iliefe ( 18 6 1), s. 380 v.d.; C. Favre ve B. Mandrot, Voyage en Citicie ( Bulletin de la So~ ciete de Geographie, Paris, 1878, seri 6, XV, xı6 v.d.}; Recueil des historiens des Croisade s, Documents armenıens, bk. fih rist; J . v. Hammer, G O R , II, 292, 298, 6 0 1; III, Jo v.d ; Peregrinatores M edii aevi guattuor ( nşr. J, C. M. L au ren t), Leipzig, 1864, s. *77ı 179 ; Hamd Allah M uştavfi, Nuzhat aU kulüb (nşr. Le S lr a a g e ), I, ıoo, 264; II, 100, 258; Katib Çelebi, Cihannümâ, s. 602; Şehısedd n Sâm î, Kamus aLdl&m ( İstanbul, 1894 }, IV, 2759; F. X. Scbaffer, Cilicia, Pett.Mitt. E rg z . H (G otha, *903), s. 4 4 ; Vital Cüinet, La Turçaie d ’A sie (Paris, 18 9 1), II, 8, 8 7~ 97; Adana vilâyeti salnâmesi (130 9 ), s. 149; B elediyeler y ıllığ ı (A nkara, *949), II, s. 652 v.dd-; Cevdet Paşa, Tezâkir ( nşr. Çavİd Laysun ). Ankara, 1963, III, 107—212 234 v.b. ( V. F. BÜCHNER.) [ Bu madde B. DARKOT tarafından ikmâl edil­



miştir ]. S Î S . [ B k . s is .]



S İS A M . S İ S A M , eski ad ı ve bugün g a r p d il­ le rin d e nan



SA M O S. E g e



büyük



denizinde



adalardan



bîri



bulu­ olup,



A n a d o lu k ıy ısın a en y a k ın Sam su n d ağım nib âyçtlep d İrei} Dtp-buri)u y a n ıp a d a s ın a çlap



m esafesi D a r-b o ğ a z d en ilen k esim d e 1 deniz m ilinden a z ) ve hâlen Y u n a n is t a n ’a â it bulun­ m a k ta d ır ; yü z Ölçümü 468 km .2, ş a r k - g a r p is­ tik am etin d e uzunluğu 50 km ., şim âi-cen û p is ­ tik a m etin d e en fa z la g e n iş liğ i 19 k m .; en y ü k ­ se k y e ri g a r p a cu n a y a k ın K e r k îs ( K e r k e te u s } tep esi 1440 m. M ir. B u g ü n k ü Sam o s id â r i b ö ­ lüm ünün ( nom os ) y ü z ölçüm ü, N ik a r y a a d a sı ve F u rn î a d aları ile b e ra b e r, 778 km .2, n ü fu su da ( 1961 } 52.000 M îr. A d a y a tü rk ç e d e h alk a ra sın d a S u sa m a d a s ı d e n ilir. K â t ib Ç e le b i T u h fa t a l-k ib â r ’ d a Ş ü şa m , P î r î R e is K itâ b - ı b a h r iy e ’s în d - Ş ü şa m ( f + y » ) o la r a k y a z a r. B ih iş ti, (S ta a ts b ib l. B erlin , y a z ., a r . 260, v a r. 19 3 6 ) M a d a Ş ü şa m yazılıd ır. S e y y a h T a v e r n ie r ( L e s s ix v o y a g e s , I, 359 î de a d a y ı S u ssa m adı ile z ik re d e r. B u n a k a r ­ ş ılık a r a p c o ğ ra fy a c ıla rın d a isim S â m ü , S a m ( îd r i s i , G e o g r a p h ie , trc . Ja u b e r t, II, 127, 3 0 3 ) , S a m is ( Y â k ü t , M u 1cam a L b u ld â n , L 2* ya­ hut Ş â m is ( A b u ’l F i d â ’ , n şr. R eM au d , s. 192 v.d.) şek lin d e y a z ılm ış tır. S is a m ad ası o r ta ç a ğ d a , a ıa p la rın E g e den izin d e y a p tık la rı akın­ la r s ıra sın d a , b ilh assa 889 ve 9 1 1 ’ d e bücû m a u ğ ra d ı ve a n c a k X . asrın o rta la rın d a a ra p la n n G ir it a d a sın d a n ç ık a rtılm a s ı ü z e rin ed ir ki, S isa m ve d iğ e r E g e a d a la r ı ü stü n d e B iz a n s h â k im iy e ti yenM en k u ru la b ild i. D a h a s o n ra S is a m a d a sı S e lç u k lu la rın ve ta b ile rin in hücûm una u ğ ra d ı. îzm ir beyi Ç a b a , T z a c h a s : A n n a K o m n en a, A le K ia s , IX , fa s ıl 1 \ sa h ip oldu ğu k u v v e tli donan m a ile, S i s a m ’ ı l o ç o 'a d o ğ ru ele g e ç ird i ve b u ra d a b ir m ü d d et tutu n du . X I V . a s ır d a A y d in -o ğ ln U m ur B ey S is a m 'a hücum e tti. A y n ı a s rın s o n la rın d a S is a m , S a k ız a d a sın a y e rle şm iş o lan C en eviz m a o n a ’sin a t â b i oldu. A d a n ın bu s ır a d a A n a d o lu h a lk ı ile m ü n âseb etleri d o stç a i d i ; rasl., b ild irild iğ in e g ö r e , T im u r istilâ sı s ır a s ın d a bir ço k tü r k S is a m a d a s ın a sığ ın m ış id i ( B u o n d elm o n te, nşr. S in n e r , fa s ıl 5 4 ) ve 1 4 2 0 ’ y e d o ğru U rla y a rı m -ad ası o d a s o s y a lis t tem âyü llü bir İsy a n a seb ep olan BÖ rklüce M u stafa S is a m ve S a k ız p a p a z la rı ile d e tem asa g e çm iş id i. F â t ih S u l­ ta n M ehm ed, İs ta n b u l'u fe th e ttik te n s o n r a , S i s a m ’ ı S a k ız C enevizlileri elin de b ır a k t ı is e d e, b u n lar a d ayı ellerin d e tu ta m a y ıp , nü fu su­ nun b ü yü k kısm ın ı S a k ız ’a ta ş ıd ıla r. H e r h âlde bunun üzerin e M ehm ed II S i s a m ’ ı, 884 ( 14 7 9 ) ’t e B ig a b eyin i g ö n d e re re k , z a p te tti. T e rk e d il­ m iş a d a y ı te k r a r n ü fu sîan d trm ak ü zere, yem g e le c e k le r v e rg id e n m u af tu tu ld u la r ( B ih iş t i, T â r ih , 2 0 9 8 ; k rş. S a M a l-D in , s . 567 v.d.). P ir i R e is M ehm ed II. ’in a d a d a e v v e lc e m ev­ cut b îr k a le h a râ b e si ( a d a cenu bu nda k ad îm S a m o s ) y e rin d e b îr k a le y a p tırd ığ ın ı, fa k a t bunup b a k ım şız h k ta p B ay e z îd U, d ev rin d e ha»



SİSAM. rap olduğunu söyler. Aynı müellife göre, ada* da gayet İri ağaçlar olup, Rodos gemicileri, bun­ ları kesip, kereste biçmek İçin, Sisam adasına gelip, şimaldeki Ahırlı limanına (şimdiki Vathy lim anı) demirlerlerdi { Pırî Reis, Kitâb-ı bahriye, İstanbul, 1935, 3' *^3 v.d.). Daha sonra, muhtemel olarak Venedik barışından sonra, Cenevizliler adaya tekrar dönmüş görünüyor­ lar. 15 4 7 'den az sonra adayı ziyaret etmiş olan Beton ’un baranın Sakız beyliğine tabî olduğunu söylemesi böyle izah edilebilir {L e s observations de plusiears singularitez.,., Paris, 1555, s. 84» ); fakat bunlar da az sonra adayı bo­ şaltıp, kaderine terketmiş olmalıdırlar ( Boschini, V A rckipelago, Venedik, 1558 ,3. 72}. Ege denizinde eksik olmayan korsanların şerrinden korunmak İçin, adalılar içerilerde ertşilemeyecek diğlara çekildiler ve iptidaî bir hayat sürmeğe koyuldular. İşte bu sırada kapudan-ı derya Kılıç Alî Paşa nm dikkati, bir seyahat sıra­ sında, buraya çekildi. Pâdişâh adayı 15 6 2 ’de kendisine tefviz etti. O da vergi ve gelirlerin tutarını Tophane ( İstanbul, ’de inşa ettirdiği camie vakfetti. Adayı A ğa denilen bir me’mûr idare eder, bîr kadı veya naip de adalet işleri ile uğraşırdı. Bunlar adanın cenûb-i şarkîsinde, sahilden İçeride bulunan Hora ^C hora)’ da otururlardı. O tarihlere yakın bir zamanda ku­ rulmuş o'an rum ortodoks kilisesi de orada idi. Adada bu iki me’mûr ve yanındakilerden başka türk bulunmazdı. Bununla beraber ada Osmaoh hâkimiyeti devrinde her milletten (maltali, fransız, şimalî afrıkalı v. b.) k01 sanların tecâvüzüne uğradı. Hiç bir kalesi ve daimî muhafızları bulunmayan Sisam adası, XVII. asırda Osmanlı-Venedik harpleri sırasında, bir kaç defa, geçici olarak, Venediklilerin eUne geçti. Daha sonra 17 7 1— 1774 seneleri arasın­ da rus donanması tarafından işgal olundu, Sisamlıtar yunan ihtilâlinde faal rol oynadı­ lar. Mora daki ayaklanmanın te’sirlerî çok geç­ meden burada akis bıraktı. Sisamhlar 23 mart 1822 ’de 60 küçük ve 17 büyük gemi ile Sa­ kız 'a 6.000 asker çıkarttılar ve ada rumları* nın da katılması He, türk kuvvetlerini ve müslümanları Sakız kalesinde kuşattılar ise de, kapudan-ı derya Nasuh-zâde AH P a ş a ’n.n yak­ laştığını duyunca, sakızlıları bırakıp, gemileri île kaçtılar, Savaş sona erince, Anadolu ’ya çok yakın olan Sisam imparatorluktan ayrıl­ madı ise de. İngiltere, Fransa ve R u sy a ’nın müdâhalesi ile,adaya çok geniş bir muhtariyet verildi: 17 receb 1248 i 10 kânûn I. 1832 ) ’de çıkan bir fermana göre, Sisam 'in başına bir rum ortodoks vâli (türkçede: bey; rumcası fjYejubv ki, garp dillerine prince diye tercüme edilir, getiriliyordu* Halk, her nahiyeden seçilen



713



bir mebus ( hepsi 37 kişi) ile temsil edilerek, ada­ nın bütçesinin tanzimine iştirak ediyor, ayrıca içlerinden beyin 4 âza seçmesi için, 8 kişilik bir daimî heyet namzetleri cetveli hazırlanı­ yordu. Adada Yunanistan kıra İlığının kanun­ ları tatbik ediliyor, ayrıca mebuslar tarafın­ dan mahallî mevzuat tesbit olunuyordu. Sisam adası devlete yıllık bir vergi ödemekle mükel­ lef tutulmuş id i: başlangıçta 400.000 kuruş olarak tesbit edilen bu vergi sonra 300.000 kuruşa indirildi kİ, bunun 101.000 kuruşu esâsen Kılıç A li Paşa evkafına ayrılmış bulunu­ yordu. Sisam adasının husûsî bayrakları da var id i: beyin bayrağı koyu mavi bir zemin or­ tasında beyaz bir müselles içinde kırmızı bir ay ihtiva ediyordu. Sisam ’ın ticâret fiîosununki (1890 ’da 7.800 tonilatoluk 342 gem i) ise, mâvı, beyaz ve kırmızı üç ufkî şerit ile bunları — bîr haç teşkil edecek şekilde — kesen şa­ kulî bîr beyaz şeritten meydana geliyordu, Stefan Vogorides eemâziyetevvel 1249 başında ( eylül 1833 ortası ) ilk Sisam beyi tâyin edil­ di ve kendisine adada oturacak vekil olmak üzere Gabriel K reslo viç ’i seçti ki, her .ikisi de halk tarafından sevilmedi. Kaynaşmayı Ön­ lemek İçin fîâbıâli adaya asker yollamak zo­ runda kaldı ve bundan sonra, Sisam ’da de­ vamlı olarak küçük bir türk askerî kuvveti bulunması kabul edildi ( 120 yerli jandarmaya karşılık, 150 Osmanlı muhafız kuvveti). Bu arada beyliğin merkezi Hora Man adanın şi­ mal i garbisindeki Vathy ’ye nakledilmiş bulu­ nuyordu. Sisam 'm İlk beyi 18 51 eylülüne ka­ dar iktidarda kaldı ve ondan sonra, I 9 i 3 ’ ekadar, hemen hepsi de Fenerli ailelerden seçilm:ş 18 bey Polykrates ’ in adasını idare ettir­ ler 1 9 1 3 ’te, Balkan harbine son veren Londra muahedesi ile, Sisam adası Yunanistan’ a îlhâk edildi ve ikinci dünya savaşı sırasında da ab manlar tarafından işgal edildi. B i b l i y o g r a f y a : E p am in o n d as J , S ta m atiades, 2 a|M XLIII, 65 v.d., 27a v. d d .; (1 874), X U V , 145 v. d d .; The Geographicat Jo u rn al, 1897, IX, 393 v. d d ,; ( 1906 ), XXVIII, 209 v. dd., 333 v. dd, _ ( V, F. B ü CHNER.) S ÎS T A N . [B k . s Îst a n .] S ÎT T a l -M U LK . [ Bk. sît t - öl-m Ol k .] S İT T - ü l -M Ü L K . SÎTT a l -MULK veya S a y -, Y ÎD A T AL-Mu lk (^ülkenin hanı mı “ ), k ı s a , b i r m ü d d e t n a i p l i k y a p m ı ş b î r fât i m î m e l i k e s i , Fâtımîlerden 6. halîfe al* Hâkim bi-Amr A llah ’m kız kardeşi olup, ta­ rihçiler buna Sitt al-Mulûk ve Sitt al-Haşr un­ vanım verirler. Kendisi, kısa süren naipliği za­ manında görüldüğü üzere, akıllı bir kadın ve fevkalâde dirayetli bir hükümdar idi. Müfte­ riler şerefi ile oynamış, hattâ kardeşi, halîfe­ nin katlini ona İsnat etmişlerdir. Halk arasın -. da dolaşan rivayetlere göre, al-Hâkim kendi memleketinde seyahat ederken, tebaasını» ver­ diği dilekçeleri kabâl etmek âdetinde id i; bun­ ları boş zamanında gözden geçirirdi. Mısırlılar bu fırsattan istifâde etmekte gecikmeyip, giz­ lice müfteriyâne şiirler ve çirkin ithamlar göu46



? 2S



SİTf-ÖL-MÜLK - SIVA.



derdiler. Böylece bîr gün, Mısır ’da yaptığı bir şey a hat münâsebeti He, evlenmemiş olan biz kardeşi Sitt al-Mülk ’ü uygunsuz hâllerde bulunmakla İtham eden bir yazı aldı. Halîfe, bum^dkuyunca, çok hiddettendi, şehri muha­ sara etti, hâttâ masum olduğu ispat edilmez ise, onu ölüm ile tehdit etti. Bu fevkalâde zaru­ ret karşısında Sitt al-Mülk ’ün, bir akşam, tebdil-i kıyafet ile, yalınız, başına yanma geldiği Kutâma Berber İlerinden Yusuf Sayf al-Davla b. Davvâs ile su-ı kast tertiplemiş, müşterek tehlikeye, kardeşinin akılsızca tavrına, densiz­ liğine, İstibdadına dikkati çekmiş, biricik se­ lâmet ümidinin kardeşinin yok edilerek, oğlu­ nun tahta geçirilmesinde olduğunu söylemiş ve planları tahakkuk ettiği takdirde, kendisi­ nin orduya baş kumandan ve genç halîfeye tamâmiyle vasi olacağını ilâve etmiş olduğu anlatılır. Buna Yûsuf muvafakat eder. İki kişi bu işe me’mûr edilir. B ir gece («7 şevval 4 0 ^ = 1 3 şubat ıo « ı) al-Hakim, genç bir hiz­ metçisinin refâkatîyîe boz eşeğine binmiş, zühal yıldızım tebcil etmek ve şeytan ile ko­ nuşmak için Caba! Mu!ja$tam ’e giderken, ki­ ralık katiller tarafından durdurularak, öldü­ rülmüştür. Parçalanmış olan cesedinin baki­ yesi gizlice S itt ai-Mulk ’e getirilmiş ve sa­ rayın bahçesine gömülmüş. Vak’a duyulunca, naibe tbn Davvâs ile iki katili suçlu olarak gösterdi, bunlar da idam edildiler (de Sacy, Expo$e de ta reîigion des Druzes, I, C C C C X H I, n o t). Ne olursa olsun, bu, cinayetin halkça, anla­ tılan tarzıdır. Fakat rivayetin doğrusu Makrizi ( a l‘ H İtat,l, 354 )*mn kaydettiği gibi görün­ mektedir ; buna göre, 413 ( h .) muharrem ayın­ da bir adam tevkif edilmiş idi. Bu adam yal­ nız kendisinin mücrim olduğunu itiraf etti, delil olmak üzere al-Hâkim ’İn başının bir parçasını ve akılsız halifenin baş süsünün bir kısmım gösterdi, onu Allah ve din gayreti ile öldürmüş olduğunu beyan e t t i; bunu nasıl yaptığı sorulduğu zaman, bir hançer, çekti ve „işte onu böyle öldürdüm" diyerek, kendi kalbine sapladı. ai-Hâkİm ’in yerine ge­ çen oğlu al~Zâhir henüz 16 yaşında bir deli­ kanlı idi. Bundan dolayı halası S itt al-M ülk hükümdar nâibesî olmuş idi. S itt al-Mulk, 4 yıl süren nâibeliği zamanında, memlekette asa­ yişi korudu, devletin hazînesini doldurdu, or­ duyu ıslâh etti. İdaresi sert, fakat feyizli ol­ muş idi, tebea kendiline hürmetkar idi. U y­ gunsuz me’mûr lar ım taraf tut maksi zın ceza­ landırırdı. Mısır ’da veya eyâlette girişilen ayak­ lanmaları da bastırmağa muvaffak oldu. Ken­ dini al-Hâkim *e veliahd yaptıran âsî Şam vâH$i 'Abd al-Pahmân ’ı, desiseler ile, M ısır’da



tevkif etti. Naibe, hastalanıp, iyileşme ümidini kesince, Şam valisinin öldürülmesini emretti ve 3 gün sonra da kendisi öldü ( 4 15 = 10 2 4 ) , B i b l i y o g r a f y a : Abu ’I-Mahâsîa b. T ağribirdi, at-Nucüm al-zâhira ( U niv. o f California Publications), II, 70—8 1, 129 v.dd.; Abu *1-Farac, Ckronicön Syriacum (nşr. Bruns ve K irsch ), s. 223 v.dd.; İbn Haldun, Tarihi IV, 6 1 ; İbn al-A gir, Târih, IX, 108 v.dd.; İbn H allikân, B iog r. D ict. (trc. de S la n e ), III, 4 53; al-Kindi, T h e.G o vernors and Ju d ges o f E g y p i ( nşr. G uest)‘ s. 608; W üstenf el d, Gesckichte d er Fatimi~ den C k a lifen , s. 214 v.dd.; de Sacy, R eligion des■ D ruzes, I, s. CCCCVI v .d d .; ayn. mil., Chrestomathie arabe, I, 1 1 1 , 196, 204 Huart, Histoire des A r abes, I, 347 ; S. LanePoole, A H istory o f E gy p t, s. I20, J34 v.dd. Quatremere, Memoires giogr*, I,. 324 v. dd. (J. W



alker



.)



SİVA. SİVA, L i b y a ç ö l ü n ü n ş i m a ­ linde bulunan vahalar topluluğu olup, Libya çölünün garbında uzanan iki büyük yolun kavşak noktasında bulunması dolayısı ile, Mısır ’ın kilit noktası olmuştur. Cenûba doğru Bahariya, Farâfra, Dâhla, H ârga vahalar dizisi S ıv a ’yı eski Thebes ’e bağlar. Şimale doğru da, bugün motorlu vâsıtaların faydalandığı bir yol, eski çağın Paroethonium ’u olan Marsa M ajrüh’a ulaşarak, S iv a ’ yı A k ­ deniz kıyısına bağlamaktadır. Burası aynı za­ manda, bir taraftan Cağbüb, Calo diğer ta­ raftan Meğâra ve Kerdâsa üzerinden geçerek, Avcİİa ’den Mısır ’a ulaşan çöl yolunun mer­ kezî kısmı udadır. Siva, denizden 322, A vcila ’den 418, C ağbü b’dan 129, D e lta ’dan 434, Ba­ har i ya ’den 322 km. mesafede olup, garba doğru Mısır ’m sona erdiğini ve Berberistan ’ın baş­ ladığım gösteriri S iv a ve bu ad altında toplanan diğer vaha­ lar deniz seviyesinden 20 m. aşağıda olan ve şark-garp istikametinde uzanan bir çukurun taban kısmında bulunur. Mağara ’den Zaytün ’a kadar 56 km. uzunluğunda olan bu çukurun çevresi pek vazıh değildir. Yalnız, g ü r ’ların ( sarp kenarlı geniş kaya çık ın tıları) sıra­ landığı Marmarika „falezi" şimale doğru jeo­ lojik sınırı bariz olarak çizmiştir. Cenûba doğru bu diklik ktımiann istilâsına Uğramış­ tır ve daha Ötede yüksek eksibe çöllerin ( erg ’lerin ) en büyüğü olan L ibya çölü başlamak­ tadır. S iv a çukurunnn zemini yeknesak bir düzlük hâlinde değildir : g ü r ’lar hurmalıklar arasında adacıklar hâlinde yükselir. Bunlardan ikisi, birbirinden 3,$ km. kadar uzakta, olan S iy a ile Ağurmi ’ye, bugün meskûn bulunan Içşür ’lara barınak teşkil etmiştir



S iv â .



.f*i



S iv a çukurunun sâdece dörtte biri ekilidir. metgâh olmak üzere, muhtelif tarzdadır. Zemin Diğer kısımlar ya tuzla göller He kaplıdır kat ahır, birinci kat anbar, ikinci kat oturma veya çöl halindedir. Göllerin en genişlerinden yeri olarak kullanılır. Bütün inşâatta mimarî biri S i v a ’nın garbında, diğeri Ağurmi ’nin tarzı, tabanda geniş, yukarı kısımda dar ol­ şarkında uzanır. Çok berrak olan kükürtlü ve mak üzere, ehram şeklinde bir görünüş ile te­ magnezyumlu göl suyu derin bir yer-altı su mayüz etmiştir, tabakasının beslediği gür kaynaklardan gel­ S iv a ’nm başlıca z i r a î m a h s û l ü hurma­ mektedir. Bu kaynakların en mühimi olan ti t dır. Burada 200.000 hurma ağacı vardır. Hurma­ n~tmussi pek muhtemelen romalıiar tarafın­ ların toplanmasına teşrin 1. ayında başlanır. Adet dan mükemmel bir şekilde tanzim edilmiş olup; olduğu üzere, her müstahsil, elde ettiği mah­ güzel taş dizileri bugün de görülür. Tuz ile sûlün ehemmiyetine göre, içinde bîr sâha ayır­ meşbû olan toprak üzerinde a f sur denilen di­ mış bulunduğu Ihavş denilen bir cins açık hava kenli bir nebat bulunmakta, kumlarda ise, alfa anbarına hurmalarını koyar. Zırâî faaliyetler otu yetişmektedir. çapa ile yapılmaktadır, KşÜri ’ier sapan kul­ Ağurmi ile S iva Mm fcşnr Harında toplanmış lanmasını bilmezler. Yardımcı hayvan olarak ve vahalara yayılmış olan nüfus mikdarı 4.000 iyi cins eşek kullanılmaktadır. Memlekette nâ­ —$.ooo civarında idi. Bu rakama S iv a Mın 105 dir olduğu için deve pek az kullanılır. km, kadar şarkında bulunan Umm al-sağa îr Hurma, arpa unundan yapılan ekniek ile bir­ ( «küçüklerin a n a sı") adlı fakir bir koyun, likte, başlıca g ı dalarını teşkil etmektedir. Bay­ G ara Mm, ahâlisi de dâhil idi. S iv a ’mn nüfusu ram günlerinde pirinç ve kuskus dâ yenir ; de­ İse, toprak işleri ile uğraşan sudanlılar ile be­ ve eti ve nadiren koyun eti yenildiği de vâkidir. raber, 4.000 kadar idi. Başlıca içkileri şahin, dedikleri çay ile, bay­ Bugün kısmen harabe hâlinde olan S iv a ka­ ramlarda geniş Ölçüde içilen hurma şarabıdır. sabası, Marmarika istikametine bakan dar ve Sarımsak bîr cins mukaddes madde sayılır. uzun bir gara üzerinde bulunmaktadır. Sarp Her yıl teşrin I. ayında bahçelerdf bîr hafta kayalıklar üstünde dik bîr şekilde İnşâ edilmiş İkamet edilmekte ve bunun ilk gömerinde he­ olan evlerinin duvarları kırmızı topraktan, çok men sâdece sarımsak yenmektedir. Fakat se­ güzel görünüşlü, cenup cephesinde kısmen yıkıl- nenin diğer zamanlarında hemen-hemen hiç sa­ mışj şark tarafta 60 m, kadar yükseklikte bir rımsak yenmez. set teşkil etmektedir. Kasabanın içinde karanlık, S iva Ma s a n a y i çok iptidaîdir. Erkekler, zikzaklı ve dar sokaklar vardır. Bunlar ekse­ hurma yaprakları veya alfa otu He nakışlı ha­ riyetle daha üstteki inşâata taban vazifesi sır, hasır eşya ve sepet örerler. Zenciler, ka­ göre» -ıe burma ağacı gövdelerinden yapılmış ba malzeme, değirmen ve cendere kullanarak, bir çatı ile örtülmüştür. Bahçelerin yakınında kıymetli bir yağ imâl ederler. Ağurmi ’li ka­ ve kayalığın dibinde daha kullanışlı evler inşâ dınlar çanak-çömlek imâl^ eder ve Tanca ’ya eden bugünkü K şû ri ’ler tarafından hemen ta­ kadar berberî âleminde henüz itibarda olan ma miyle terkedilmiş bulunan yüksekteki şehir, eski usullere göre, onları kırmızı ve siyah renk­ müdâfaa endişesinin ön planda geldiği çok ler ile süslerler. Kadınlar yerli giyiminin esâs yakın bir devrin hâtırasıdır. kısmını teşkil eden ve cübbe denilen nakışlı göm­ Kayalık bir yayla üzerinde sıkışmış olan A ğur­ lekler yaparlar, E l b i s e n i n hâ'ik, aharam mi ’ye her taraftan hurmalıklar hâkimdir. Bu denilen diğer kısımları ile kırmızı ve beyaz küçük köy bir şehri, bir kşar ’ı ifâde eden çift takke Trablus ’tan, pantalon, yelek ve A ğram veya îğrem berberi adını muhâfaza et­ çoraplar İskenderiye Men gelmektedir. Kadın­ miştir. Bunun tasgir şekli Fas berberîlerinin lar da pantalon, renkli işlemeler ile süslenmiş çok iyi bildikleri tiğrem t ise, müstahkem bîr akber denilen siyah gömlek giyerler, başlarına hisarı, bir kaleyi ve mazgallı duvarları olan yemeni örterler ve sokağa çıktıkları zaman da köşeM fuleler ile tahkim edilmiş bir çiftliği vücutlarına baştan-aşağı sardıkları pamuklu ifâde eder, Ağurmi Me Jupiter-Hammon mâ- uzun bîr örtü kullanırlar. Gümüşten mücev­ bedinin son kalıntıları bulunmaktadır. Bunlar herlerinin en dikkate değer olanı ağrao deni­ fakir yerli inşâatı içerisinde kalmış büyük taş­ len ve genç kızlar tarafından evlenmelerine lardan yapılmış duvar satıhlarıdır. kadar taşman ağır bir gerdanlıktır. Eskiden Yerli olan ve bahçe işleri ile uğraşan S i v a buna' «bekâret halkası" denilen diğer bir mü­ K ş ü r i Heri umumiyetle taraçalar ile Örtülü cevher asılırdı. Kadınlarda dövme yoktur, on­ geniş evlerde otururlar*- Bu evler ekseriyetle lar kızlara mahsus olan ayak bilezikleri de tuzlu çamurdan ve nadiren de taştan yapıl­ takmazlar. Sâhfl bedevileri ve nübyeliler gibi mıştır. Evler, tanzim edilmiş mağaralar ile burunlarını bir düğme veya halka ile de süs­ bugünkü kır evleri ve bir kaç katlı eski ika­ lemezler, Mağribîlerden daha az kına kullanır*



SÎV Â . lar, fakat kabul ile dudaklarım cazip hâle ge­ tirmek için bol mikdarda su ak, yüzlerini renk­ lendirmek için de al bir düzgün sürerler* S iv a halkının İ s l â m l ı ğ ı bir az aşın ve ka­ tıdır. Banların bir kısmı senûsîliğe, bir kısmı da medânîliğe intisap etmişlerdir. Mahalli evliyâya büyük hürmet gösterirler. Her sene on­ ları moled ( m a vîid ) denilen âyinler ile anarlar ki, en muhimmi şehrin koruyucusu Si di Sli» mân âyinidir. Bu zat X V . asırda, S i v a ’da ya­ şamış olmakla beraber, H icaz’ın Bani Salim kabilesinden çıkmıştır. Her yıl hararetli bir şekilde icra edilmediği takdirde, memleketin üzerine lanet yağacağı inancı da bu âyinin ehemmiyetini göstermektedir. Hakikatte bn âyinin münâkaşa kabül etmez bîr ziraî husû­ si yeti bulunmaktadır. Hattâ menşe’de bir az da serbestliğe kaçan bir husüsiyeti vardır. A yin hasat sonunda yapılır ve 3 gün devam eder. Kısmen harman yerinde, kısmen de Sıdı Silm an ’m mezarı başında cereyan eder. Felîâhîar bahçelerde kşar arifesinde kesilmiş olan koyunun etini yerler ve hurma şarabı ile sar­ hoş olurlar. Bahçelere, kadın elbisesi giydir­ dikleri bir delikanlıyı önlerine alarak, toplu halde ve kavallar çalarak giderler ve Tmüssi kaynağında, üzerlerine âyin sulan serpildikten sonra, akşam olunca, meş’ al elerin ışığında geri dönerler. S i v a ’da iki dinî bayram, bütün İslâm âle­ minde olduğu gibi, tes’id edilir, Yalnız zen­ ginler evlerinde 'ed kabir koyununu kurban ederler ve onun derisini küçük parçalara bö­ lerek yerler. Berberistan’m her tarafında câ­ ri olan bir an’ aneye göre ve mutaassıp gele­ neklerin aksine olarak, kurban etinin bir kıs­ mı saklanmakta ve aşûre bayramında yenilmek­ tedir. Y ılın en sevilen bayramı olan aşure bayra­ mı kadîm gün donumu bayramının devamın­ dan başka bir şey değildir. Bu bayram günün­ de evler uzun burma dallan ile süslenir. Ço­ cuklar bütün gece ellerinde meş’aîeîer ile ve içinde yağlı paçavralar bulunan beşbaşa ’lar ile, şarkı söyleyerek dolaşırlar. Doğum, sünnet, evlenme ve cenaze merasimi gibi muhtelif ai­ levî hâllerde temelini sihir ve büyüden alan ha­ reketler yapılır. Çocuğun doğumuna takip eden üçüncü ve yedinci günlerde mühim merasim icra edilir. Bılhasa yedinci gün lohusalıktan kalkış ve çocuğa îsîm koyma günüdür. Eğer ilk çocuk ise, bu merasimin hemen arkasından saçları da kesilir. Kız çocuklar henüz erginlik çağma girmeden, 8 veya 9 yaşında evlendirilir. Tak­ riben otuz sene önce, başlık değeri hiç bir za­ man muayyen bir mıkdarı, 120 Mısır kuruşu geçmez idî. Fakat nişanlı genç müstakbel zev­ cesine, değeri ve mikdarı düğün hazırlıkla! 1 ba­



şında pazarlık mevzuu olan elbise ve mücev­ herat vermeğe mecbur tutulmuştur. Evlenme günü, güneş batarken, nişanh kız büyük tan­ tana ile, Tmüssi kaynağına gö tü rü lü r; ağır gü­ müş gerdanlığına asılı bekâret halkasını oraya a ta r; sonra evine bırakılarak, usta bir ka­ dın süsleyici tarafından düğün süsü yapılır. Ertesi sabab erken saatlerde damadın, tanı­ dıkları ve dostları olan kadınlar kızı almağa gelirler ve âüe halkı ile sözde bir münâkaşa yapılır. Müteakiben gelin bîr zenci kadının omuzları üzerinde düğün evine götürülür. Çok evlilik yoktur. Fakat erkekler o kadar kolay ve çok kadın boşarlar ki, evlilik ile müstefrİşe hayatı arasında bârız bir fark görülmez. A n ’ane icâbı olarak, erkekler bütün cenaze merâsimlerine iştirak ederler. Onlar mezarlıkta iken, kadınlar da dul kalan kadını Tmüssi kay-' nağına götürerek, yıkarlar ve ona matem elbi­ sesi giydirirler, Sonra da onu evine kapatır­ lar. O artık bir dev anası, bir ğ ü la sayılır. Bu meebûrî yalnızlık devresi esnasında dul kadma en .yakın akrabalarından başka kinişe yaklaşamaz, Bu müddetin son akşamında tel­ lâl guta ’nin sokağa çıkma hakkını kazandığı-, m ilân eder. Tellâl aynı zamanda kadının ük ziyaretini yapacağı kaynağa giderken geçeceği yolu da bildirir. Ona rastlamak korkusu ile erkekler o gün bahçelere giderek, akşam vak­ ti dönerler. Kadın, kaynakta yıkanmak sure­ tiyle bünyesindeki kötülüklerden temizlenmiş olarak, cemiyetteki eski yerini almakta ve im­ kân hâsıl olursa da, yeniden evlenebilmektedir. Kşüri ’ler çöl kumlarının istilâsına uğramış veya goller altında kalmış şehirler bulundu­ ğuna, mağaralarda hazîneler saklı olduğuna inanırlar. Toz kasırgaları arasında sürüklenip giden, İnsan veya hayvan şekline bürünmüş * Hj 325



ve



ît f



SÖFÂLfi.



tâdi İbn Mâcid 18 zilhicce 866 ( 1 3 eylül 1463) kuledir'. Bıi binaların hepsine birden yerliler tarihli denizciliğe dâir bir risalesinin iki mıs­ S ym b a o e ( oku : Z im bab ve ] ismini verirler ki, raında, vazıh olarak, «{renklerden edinilen bil­ bu kelime kendi dillerinde »saray" [ hüküm­ giye göre, eski devirlerde {renk gemilerinin dar sarayı ; zim ba~bve ( „ta ş-ev ") ’den başka mâMadagaskar ’a ve keza Zeng ve garb î Hindis­ naya gelmez; şarkî Bantıi lisanında bir hü­ tan sahillerine geldikleri söylenir" der. K a­ kümdarın veya bir reisin oturduğu her hangi nâatime göre, bu iki mısra XIV. asrın ilk çey­ bir eve de bu îsîm verilir ] mânasına gelir, reğindeki ; sözde-Brocardus ( muhtemelen dömiX V I. asırda S o fâla bu havâlîde yegâne al­ niken papazı Guillaume A d am ) ’un seyahatine tın ihraç limanı idi.'Sonraları tâcirler yavaşimâ ediyor. Bu tarikat mensubunun verdiği yavaş daha ziyâde Zambezi ’nin şimalinde Quemalumata göre, bu zamanda «tüccarlar ve gü­ 1im ane’ye gittiler. XVII, asrın ortasında S o ­ venilir başka kişiler çeşitli yerlerde meridi- fâla ’deh yıllık ihracât sadece 500 pasta (aş.-yk. yenİn ötesinde, ellidört ( otuz) derece yukarı­ 17b kg.) iken, Queiimane ’den 3^000 pasta da kaldığını tahmin ettikleri bölgelere kadar (aş.-yk. 1.020 k g .)’ya'yükselm iş idi. Yüz yıl gidiyorlardı". Lâkin mesele aşağıda'daha mu­ sonra ise, Sofâla artık fiilen mevcut değildir. fassal olarak ele alınacaktır [ krş. mad» Z E N G ]. Eski portekîzce eserler ve bâzı avrupalı 18 mayıs 1506 ’da" Pero d’Anhaya veya da âlimler Tevrat ’ta anılan Sulaymân peygam­ Nhaya, 6 gemi ile, S o fâ la ’de bir müstahkem ber ile H ıram ’m filolarının her üç yılda bir mevki inşâ etmek üzere, Lizbon Man yola çıktı. gemi dolusu altm, gümüş, fildişi, maymun, ve Castanheda { 1 8 3 3 tabı, kitap H, fasıl X, s. 34') tavus kuşu ile döndükleri Ophir *i Sofâla ola­ kıral Çufe (o k u : Y u s u f) ’nin kendileri n i n e rak-' gösterirler ( M ülûk 1, X , 22, 'Tevârih II, şekilde karşıladığı hakkında malûmat verir. IX , 2 1) . Sylvaİn Levi (A u to u r■ du BâveruLâkın bu kıra! K ilva kıral âilesine mensup jât aka, Annuaire de V E colepraiiqu e des Hau~ idi ve maiyeti müslümanlardan mürekkep idi. tes Etades, Paris, 19 13 — 19 14 ) kısa, fakat münBu malumat da bize yerli halk hakkında hiç derecât bakımından çok; zengin bir çalışma­ bir bilgi vermemektedir. ( sında, O ph ir’in H indistan’da aranmaması ge­ Barros (kısım I, kitap X, fasıl I, s. 372— rektiğini göstermiştir. Buranın Sofâla olduğu 38 )’ büyük Sof âl a kıratlığının bir ada üzerin­ husûsunu kabul etmek için, bugüne kadar kâfi de, Kuama nehrinin her iki kolu ile deniz ara­ sebep gösterilememiştir. Eski Sofâla şehri, XVI, asırdaki sâkinlerinin sında uzandığını, 650 milden daha geniş bir büyüklüğe sahip olduğunu bildirir. O kadar servetine şahadet eden büyük evlerinin - baki­ kesif nüfusu vardır ki, filler burayı ter ket (niş­ yelerine bakılacak olursa, çok muhteşem bir tir. Yerliler her sene 4—5,000 filin öldüğünü şehir olmalıdır. Sonraları terkolunmuş ve ci­ söylerler; bu da Hindistan ’a bü mîkdarda fil­ varda yeniden inşâ olunmuştur. Yeni Sofâla dişi ihraç olunduğunu izah eder. Sof al a ’nin ’nin 1764 yılında küçük bir şehir olduğu bil­ hemen-hemen 50 mü garbında, Manica ’da al­ dirilir. Burası 20“ 13' arz ve 34° 45' tûl dâi­ tın mâdenleri mevcuttur. A ltın burada toz resi üzerindedir. 252 kulaç uzunluğa/ 60 ku­ ( veya küçük topaklar 3 hâlinde 6—7 karış laç genişliğe yayılm ıştır ve biri taş ve kireç­ (1,6 0 m.™ 1,90 m.] derinliğe kadar bulunur. ten, ikisi toprak damlı ahşap ve 32 ’si saz En uzak mâden yatakları S of Sİ a ’ye too—200 damlı -ahşap 35 eve mâliktir. XVI. asırdan bert mil mesafededir. Butua kıratlığı adı da verilen Orta çağa ait bu meşhur ticâret sâhasi ehem­ Toroa memleketinde başka yataklar da var­ miyetini kaybetmiştir. 1883 senesinde joao de dır. Orada yontma taşlardan yapılmış dört Andrade Corvo eski arap hâkimiyeti zama­ köşe bir kale vardır. Bu, birbirlerine harç nında çok zengin olan Sofâla kıratlığından ile raptedilmemiş hayrete şayan cesamette bahseder. 1889 senesinde E lem en tos p a ra um taşlardan yapılmış çok güzel bir yapıdır. K a­ diccİonario chorographico da p ro v in c ia de lenin duvarları 25 karıştan [ aş.-yk. 6,75 m.] ■ M oçam biçae ’mn müellifleri, hüzün ile, «tarihî daha geniştir, lâkin yüksekliği genişliği ile an’anelerde o kadar zengin olan So fâla mmmütenâsip değildir. Bu binanın kapısında bir takası [bu g ü n ] kazanç menbâlart bakımından kitabe vardır, bâzı münevver müsiüman tâcir- fakirdir ve ierkolunmuştur" derler. B i b l i y o g r a f y a : Mas'üdi, MtırUc ler bunu görmüşler, fakat onu ne okuyabil­ (nşr. ve trc. Barbier de Meynard ve Pavet de mişler, ne de hangi harfler ile yazıldığım söy­ Courteille ), I, lI!;B u z u rg b» Şahriyar, L iv re leyebilmişlerdir [malûmat doğru d eğild ir; zîdes m erveilles de V İnde ( nşr. P . A . van der râ bu mmtakada hiç bir kitabe bulunmamış­ L iih , frns. trc. L . . Marcel Devic), Leyden, tır ]. Bu binanın etrafındaki tepelerde aynı 1883 — 1886; âl-Bironi, İndia (London, 1887); şekilde inşâ olunmuş başka tahkimat vardır. ingb trc, Sachau (London, 1 9 1 0 ) ; Idrigi Bunlardan biri 12 kulaçtan daha yüksek bir



SOFÂLE — SOFfÂ, (trc. ja u b e rt), Paris, 1836, I ; Yakut, Mu cam (nşr. W üstenfe!d), III; Zakâriyâ* b. Mu» hammed b. Mahmüd al-IÇazvinî, A şar al* büâd ( nşr. Wüsfcenfeld), Gottingen, 1848 ; Abu ’l-Fidâ’ , Takvim al-buldan (nşr, Reınaud ve Mac Guckin de S İa n e ), Paris, 1840, I I / l; trc. Reinaud ( Paris, 18 4 8 ); Abu 'Abd A llah Muhammed al-Dimaşîâ, Cosmograpkie (Petersburg, 1866 ) ; trc, Mehren, Manuel de cosmographie du moyen-âge (P a ris, 18 7 4 ); ibn al «Vardı, Harİdat a l-a cd ’ib va fa rîd a t al-ğarâ’ib (K ah ire, 13 2 8 ) ; İbn Ba^tüta, R ihla (nşr, C . Defremery ve B .R .San gu in etti ), Paris, 1877, I I ; İbn Haldun, Mugaddime ( nşr, Quatremâre), Paris, 18 5 8 ,!; trc, d eS lane ( Paris, 1863 ) ; Bakuvi, K ıt âb talhîş aldşSr va 'acâ'ib al-m alik al-kahhâr ( trc. Guİgnes), N E , 1789, II; Conde de Ficalho, Viagems de Pedro da Covilkan ( Lizbon, 1898), s. .99 v.dd.; G, Ferrand, Les Bantous en A friq a e orientale ( J A , 19 21, s. 162—165 ); ayn. mil., ü n e navigation earopeenne dans VOcean Indien au X IV » siecle ( J A , *922, s. 307 — 3 0 9 ); sozde-Brocardns, D irectorium ad passagium faciendum (R ecu eil des historiens des Croisades, Docaments arm in ien s,Paris, 19 06,H, 384, CXLV1II v.dd.); Joao de Barros, Da Asia, kısım I, 1778 tabı (ilk i Lizbon, 1552 ) ; Joao de Andrade Corvo, Estııdos sobre as provincias ultramarinas (Lizbon, 1883), II; Joaquim Jose Lapa ve Alfredg Brandao :Cr& de Castro Ferreri, Elementos para um diccionario chorogra­ phico da pfovincia de Moçambiyue ( Lizbon,: 18 8 9); Manuel Barreto, Inform açâo do estado e conquista dos rios de Cuama vu lgar e verdadeiramente chamados Rios de Oarö ao conde visorei Joâo Nunes da Cünha, kâ­ nda-İ L 1667 ( Boletim Soc. Geog. de Lisboa, 1883, s. 33 v.dd.); A . P. de Paiva e Pona, Dos primeiros trabalhos dos Poriuguezes no Monomotapa: o Padre D , Gonçalo da $ ilveira, 756Ö (Lizbon, 18 9 2 ); T. Lopes, Navegaçâo as Indias orienials, portekizce yazılmış, portekizceden italyancaya tercüme, edilmiş ve tekrar italyancadan portekizce ye çevrilmiş ( Collecçâo de noticias para a historia e geographia das Naçöes ultramarinas qae vivem nos dominios poriuguezes, L iz-' bon, 1867 ), 2. tabı, II, 160 v.dd.; Joao de Empoli, Viagem as Indias orientaes, ital­ yancadan tercüme ( Collecçâo de noticias, ayn. esr., s. 225 ) ; The Book o f Duarte S a r­ hoşa, ingl. trc. M. Longworth-Dames, Hakluy* Soc., 2. seri, nr. XLIV (London, 19 18 ), I, 6 v.dd.; Le Congo, la veridique dener iption du royaume africain appele, tant par



le s indigenes que p a r les Portugais, le . Çongo, telle qu*elle d . ete tiree recemment ■ • des explorations d’Edoaard Lopez, p a r P k ilippe Pigafetta, qûi Va. mise en langue itdlienne, Portekizlilerin, bilhassa Edöuard Lo­ p ez ’in 1578 yılındaki seyahatleri hakkında, De B ry kardeşlerin 1598 ’deki latince neş­ rinden fransızcaya trc. eden Leon’ Cahun ( Brüksel, 1883), s, 193 v.dd.;' R. C. F. Maughan, Zambezia (London, 19 10 ), s. 38—4 1 ; R . N. Hali, Prehistoric Rhodesîa ( London, 1909 ) ; David Randall-Maeıver, Mediaeval Rhodesia, London, 1906 {Zim babw e deni­ len binaların iyi fotoğrafları ile-); Bâzı mü­ ellifler bü binaları çok eski, bir kısmı da ol­ dukça yeni olarak kabul etmektedirler. Bu iki iddiadan hiç birisi şimdiye kadar kat’î ola­ rak İsbat edilememiştir ; L. M. Devic, L e pays des Z en djs (P aris, 1883) orta çağda şarkî A frik a kıyılan hakkında klasik bir eser; Gnillain, Docaments sur Vkistoire, ta geographie et le commerce dc V A friqu e orientale (P a ris, *856), I ; F. Storbeck, D ie B erichte der arabisehen Geographen des Mittelalters über O stafrika ( M S O S A s., X V II,



1 9 1 4 , 9 7 — IÜ9)-



• _ (G abriel F errand .) • S O F T A . SO FT A , F.sühta ( «yanmış, kavrul­ muş", bk, Burhân-i kât?, trc. Asım Efendi, Bulak, 12 5 1, is. 369) kelimesinin türkçede al­ mış olduğu bir şekil olup (krş. I. Redhouse, Türkçeden İngilizceye lügat kitabı, İstanbul, 19 21, s. 119 2 ), bir kısım Osmanh-türk m e d ­ reselerinde okuyan talebe için kullanılan bir t â b i r d i r . S o fta kelimesinin şufi kelimesinden geldiği (k rş. Ş. Sâm î, Ka­ mus-1 târkî, İstanbul, 1318 , II, 839, ihtimal hâlinde) veya yunanca asıllı sofîstâ’î kelimesi ile ilgili bulunduğu ( krş. Ferid Kam, Vahdet-i vücâd, İstanbul, 1 3 3 1 ) iddiası doğru olmama­ lıdır. Zîr.a gerek B u r kân-i kâfi ( nşr, M. Mu'ın, 2. tabı, Tahran, 1342 ş,, II, 118 4 ) mü­ ellifi, gerek ondan naklen diğer lügatler ( mst. Ğ iyâs al-Din, G iyâş al-luğa, s. 236; J , A . Vullers, Lexicon Persico-latinumj 11, 342“ ), şahta kelimesinin muhtelif mânalarını verdik­ ten sonra, Rum, yânı Anadolu sahasında, ilim talebesine de sakta denildiğini açıkça yazmak­ tadır. A yrıca bu kelimenin kullanıldığı devirde ( XV I. a sırd a ) Osmanlı hükümdarları tarafın­ dan verilen bâzı fermanlarda şuhta ve softa kelimelerinin, bir kaç satır ara ile, tamamiyle aynı mânada olmak üzere, birbirleri yerine kullanılmaları da softa ’mn sühia Man geldiği­ ni te’yıd etmektedir (krş. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlt devletinin ilm iye teşkilâtı, A n­ kara, 196S» s, 16 ). Sükta kelimesinin, aym şe*



SÖ FÎA ~ SÖGD. kilde softa şekline sokularak, bir kısım med­ rese talebesine ad olarak verilmesi ise, eski metinlerde sık-sık rastlanaıı sühta-i nâ-pahta ( »pişmeden1 yanmış, kavrulm uş") terkibinin ifâde e ttiğ i mâna ile ilgili olmalıdır ki, bu tâbir daha çok olgunlaşmamış, ham kalmış insanların sıfatı olarak kullanılmıştır. Nitekim medrese tahsili sırasında kendilerine bu ad verilen talebe de henüz olgunlaşmamış sevi­ yededir, Filhakika Fâtih tarafından tesis edil­ miş olan sekiz medreseden teşekkül eden Sahn-ı seman veya Medâris-i semânı ye adı ile İstanbul ’da kurulmuş olan meşhur üniversi­ teye talebe yetiştirmek üzere, bu medreselerin arka taraflarında daha küçük ölçüde bir de Tetîmme veya Mûsıla-ı Sahn adı verilen sekiz medrese daha yapılmış ve bunlara devam eden talebeye de softa, adı verilmiş idi ( bk. İ. Hak­ kı Uzunçarşılı, ayn. esr,, s, 9 v, d.}. Tetîmme adı verilen bu medreselerdeki odaların her bi­ rine üç softa konulmuş idî. Bu softaların ye­ mekleri imaretten te’ min edilmiş ve ayrıca mum v.b. masraflarım karşılamak üzere, her odaya beş akçe ayrılmış idi. Bu medresedeki talebe­ ye, yalnız daha yüksek seviyede bulunan Sahn medresesi talebesi ( danişmendler ) ders veri­ yordu. Softalara ders veren talebe ( danişmend­ ler ) onları bütün vakitlerini dolduracak şekil­ de çalıştırmak mecburiyetinde idi. A yrıca im­ paratorluğun belli başlı şehirlerinde ( Edirne, Bursa v: b.) kurulmuş olan softa medreseleri de var idi ( ayn. esr., s. 24.2 v, d.). Softaların zamanla derslerine çalışmağı bırakıp, ok, yay ve diğer harp âletleri ile köyleri basıp, bir takım kötü hareketlerde bulundukları, hattâ: haklarında »softa eşkiyası" tâbiri kullanıldığı, bu yüzden yapılan şikâyetlerin saraya' intikal ettiği, bu gibi kimselerin teMibı için ferman­ lar çıktığı görülmektedir ( bu hususta verilmiş olan 9 8 7= 159 7 ve 1006=1598 tarihli ikİ fer­ man için bk. İ, Hakkı Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 242 v.d .; suhte ayaklanmaları hakkında faz­ la bilgi için bk. Mustafa Akdağ, C e lâ li is^anla rı ( 1550—1 6 0 3 ), Ankara, 1963, s. 85— 137). Bu talebenin giymiş oldukları başlıklara, inti­ zamsızlıkları ile ilmiye, sınıfı külahlarından ay­ rılmalarından dolayı, »softa külahı" denil­ miştir (*bk. M. Zeki Pakalm, Osmanlı tarik d e yim le ri ve terim leri sözlüğü, İstanbul, 1955,



m, » $ \



Bu günkü türkçede ise, softa kelimesi ile, daha çok körü-körüne bir dâvaya bağlanıp, ayak direyen kimse kasdedüir ( krş. T ü rkçe sözlük , T. D. K., nr. 175, Ankara, 1959, s. 693a ), B i b l i y o g r a f y a t Metinde zikredil­ miştir. (TAHSİN Y a z ic i .) ŞO FTA. [B k . SOFTA.]



SO G D . SO GD , a l -S O Ğ D veya a l - ş o g d , O r t a A s y a ’d a b i r y e r i s m i . Aynı isim (eski farsça S a g u d a , yeni-avesta. sağda, grek. sogdioî, yahut sogdian oi, memleket adı: S o g d ia n e }, Kadîm çağda perslere tabî ve ara­ zisi, grek rivayetlerine göre, Amu-Derya [ b,bk» ] ’ dan S ır »Der ya [ b. bk. ] ’ya kadar uzanan1 (h iç olmazsa Darius 1. , 5 2 2 — 4 8 6 ’dan beri) İranı menşe’li bir kavmi gösteriyordu. İslâm devrinde Soğd ülkelerindeki dü, bilhassa tak­ vim ile alâkalı ıstılahlar ve Zerdüştî bayramlar hakkında at-Birüni (b. bk, ] ’de, C k ro n o lo g ie o rien ta lisck er V o lk er ( nşr, Sachau, Leipzıg, 1878, bilhassa s. 46 v.d., 233 v. dd.) ’de geniş teferruat bulunmaktadır. at-Birüni ’ nin Soğdca hakkında verdiği bilgiler sâyesinde devrimizin iraniyatçıları ( bilhassa F. C. Andreas ve F. W. K . Müîler ) şarkî Türkistan ’ da meydana çıkan bir çoket yazması parçalarının ( ticarî akîdnâmeler, Buda, Mani, hırıstiyan dinî metinleri) »soğd" dilinde olduğunu teşhis edebilmişlerdir. Kadîm çağda olduğu gibi, al-B ir ün İ ’de de (a y n . esr., s, 4$j a ı) soğdîuîar, HvSrîzmîiİerin yanında, Mâverâünnehr ’in Zerdüşt dîninde bir yerli ka­ vım olarak zikredilmiştir. Uzak memleketlerde îslâmdan Önceki Soğd muhacirleri hakkında yalnız Çin kaynaklarında değil, İslâmî kaynaklarda da bilgi bulunur; krş, H udüd a l-â lâ m (hâlen Leningrad A sya müzesinde bulunan tek Tumanskty yazması), bk. W. Barthoîd D i e kistoriscke B ed eu tu n g der alttürkischen Jn s c k r ift e n , s. 4, not 1 (W . Radîoff, D ie alttürkischen In s c k r ifte n der M on golei, yeni seri, Petersburg, 1897 ilâ v e si); Toğuzğuzlar Ülkesindeki soğdîuîar hakkında ( bk. E l, mad. OĞUZ ve Mahmud K âşğari, D îv â n la ğ â t aU turk, İstanbul, 13 3 1, I, 31, ve 391 v.d.); Balâsâğün ’da »türk âdetlerini ve giyim tarzım " almış olan soğdlu muhacirler ('Orhun kitâbeIerinde : Suğdâk ) hakkında ve Balâsağün ’dan İsficâb yahut Sayrâm ( Sayrâm ’m »ak şehir" diye anıldığı hususunda bk. a y n . e s r., III, 132) ’da soğdca ve Balâsâğüiı türkçesi konu­ şan şehir ahâlisi hakkında bk. E /, mad. BAtÂSÂGHÛN. Keza R. Gauthîot tarafından gös­ terilen Uygurların yazılarını soğdlulardan al­ mış olmaları hususu İslâmî devirde zâten ma­ lûm görünüyor (Fahr al-Din Mubârak Şah, VII, = XIII. asır başları, bk, E. D, Ross, 'A c a b nâm a, A Volüm e o f O rien ial S ta d ies pre~ sented to E , G . Brozune, Cambridge, 19 12, s,



405, aşağıd a). »kasaba, şehir" mânasında türkçe ken t kelimesinin soğdcadan alınmış bîr ke­ lime olduğuna daha K a n d iy a (metin içinde bk. W. Barthoîd, Turkestan vepohu m ongolskago n aşestviya, Petersburg, 1898, I, 48 ) ’de ışâret edilmiştir.



SOGD -



SOKOTÖ.



m



diennef İ, Pkonİtique (P aris, 19 14 — 19 2 3 ); Memleket adı olarak Soğd kelimesi, İslâmî P. Tedesco ( Z. /. îndologie, 1925, IV, 95); devirde kadîm çağdaki nden çok daha dar bir F, A . Rosenberg, O sogdiycah ( Z ap. K olmânada kul!anılmıştır. îştahri { B G A> I, 3 J 6) leg ii Vostokovedo.v, I, *93$? I, 81 v.d d .); V. ’ye göre, asıl Soğd, Buhârâ ’mn şarkında DaL. Vyatkin, Materiah k isioriçeskoy geo grafii bü siya’den Sem erkand’a kadar olan sahaları Şamar kanda kag o vilayeta ( Sprav. K n ijk a İhtiva ediyordu * aynı kaynakta, başkalarının Samark. O blastit 1902, VII, 57 v.d d .). bu araziye Buhârâ, Kîşş ( K a ş ; b. b k ,) ve Ne­ (W. Barthold.) şe f ’i ilâve ettikleri söyleniyor, Kaş, bâzan SO Ğ D . [B k . S O G D .] Soğd ’ un payitahtı olarak gösterilmektedir, S O H  R . [B k . S U H  R .] B G A , VII, 299, 19 ’da böyle ( Y a '^ ü b i); Kaş Ş O H A R . [ Bk. su h â r .] bölgesinin en eski çİnce adı Sakiai ( eski telâf­ S O K M A N . [B k . S Ö K M E N .] fuzu : Su-git ) ’ nin, j. Marquart ( Chronologie Ş O K O L L *. [B k . S O K U L L U .] der alttürkischen Inschriften, Leipzıg, 1898, S O K U L L U . [Bk. m e h m e d p a ş a , s o k u l l u .] s. $ 7 ) ’ın düşündüğü üzere, Soğd adından çık­ SO K O T O . SOKOTO veya S a k a t ü , H a n s a mış olması mümkündür. Diğer taraftan Ya'kübi ( B G A , VII, 393) Sem erkand’ı S o ğ d ’ un pâ- t o p r a k l a r ı n ı n g a r b ı k ı s m ı n d a b i r yitahtı olarak gösterir; K aş ve Nesef S o ğ d ’a y e r a d ı olup, N ije r’in sol kolu olan ve bağlı, fakat Buhârâ ondan ayrıdır. Birüni ’nin, Hausa dilinde Sokoto nehri mânasına gelen coğrafî olarak, JS o ğ d " adı altında tasavvur et­ GuIbı-n-Sokota kolu üzerinde bulunmaktadır. tiği, saha bizce malum değildir; onun her hangi Bu mahallin X IX . asırdan evvel pek ehemmi­ bir Soğd bayramım muayyen bir sahaya bağ­ yeti olmadığı anlaşılm aktadır; burası, her hâl­ ladığı her defasında, dâimâ Buhârâ arazîsin­ de, H au sa ’nm Zanfara, Gober veya Tessava, de bîr kasaba bahis mevzuudur. Narşahi ( nşr. Katsena, Zinder, Kano ve Zegzeg veya Zaria Schefer, s, 47 ) ’nin, Buhârâ bölgesinde konu­ gibi diğer kasabalarına nazaran daha az ta ­ şulan dilden zikrettiği bâzı tâbirleri F. Rosen- nınmakta idi. Halkının hemen hepsi gayr-i berg ( Pracie Linguistyczne, ofîarowane J . Ba- müslim olan diğer Hausa memleketlerinde de udouinovi de Courienay, Krakav, 19 21, s. 94 olduğu gibi, bunların da arasında çok az müsv. d d .} soğdca olarak izah etmiştir. îştahri lüman var idi ve burası Gober kırallığmın (s. 3 x 4 )’ye göre de, Buhârâ’da konuşulan dil bir kısmını teşkil ediyordu, Esas olarak zirâat soğdca idi. Kâşgarlı Mahmüd (I, 391 v. d .) ’a ve ticâret ile geçinen yerli halkının arasında göre, Soğd Buhara ile Semerkand arasındaki az mikdarda Pul veya Ful be çoban muhacir­ memlekettir. Bugün coğrafî bakımdan, Semer­ leri bulunuyordu. 1801 veya 1802 tarihinde kand arlzİsinin yalnız bir kısmı Soğd sayılmak­ Sokoto, Füta-Törolu (Senegalli) Törodhe ta ve Z a ra fşsn ’m iki kolunun ( Ak-Dar ya ve ( müf. Törodo) „kastm a" mensup Tukulor K ara-D arya} meydana getirdiği adadaki „Y arı Şeyhi tarafından te’sis edilen bir nevî kıraiSoğd" (Nim S u ğu d ) ile, A k -D a ry a ’nm şima­ lığın payitahtı oldu. Bu fâtihe 'Usmânu ('O s ­ lindeki JSüyük Soğd" ( Suğud-i Kalan ) arasın­ man ) deniyordu ve Foco ( yâni „âlim, kanunda fark gözetilmektedir. Soğdl uların dili, ş în a s ") lekabını taşıyan Muhammed adlı bir Hrârizmlîlerinkinden daha önce, diğer İranı kimsenin oğlu idi, Şayh Usmânu, Mekke ’ye lehçeler gibi, kısmen fars edebî dili, kısmen hacca gitmek üzere, memleketinden ayrıldıktan türkçe { bilhassa muhacirler İle meskûn yerler­ sonra, G o b er’e gelip, 1801 ’de İslâmiyet hak­ de ) tarafından istimalden kaldırılmış görünü­ kında vaaz vermeğe başladığı zaman, orada yor. F, C. Andreas tarafından „orta soğdca" çobanların şikâyetçi olduğu Tessava kiralına adı verilen dil, bugün sâdece, tek başına kal­ karşı onun himayesini talep etmek maksadı mış bir „yeni-soğdca" lehçe olan Yağnöbİ ( krş, ile, Fulbe ’den gelen hey’etî kabul etti. Cihad Gr. J Ph , I, kısım II, s, 291 ) ’de yaşamaktadır. ilân etmek için bir bahane arayan Usmânu, B i b l i y o g r a f y a : F. W. K. MÜller, değişik menşe’den gelmekle beraber aynı lisanı Die „persischen“ Kalenderausdrüclce im chi- konuşan Fulbe ve Tukulor ’lerı hemşehri olarak nesiseken Tripitaka ( S B P r . A k . W . , 1907, kabul ettiğinden, bu şahısların müracaatım bîr X X V ); F . C . Andreas, Zvoei soghdîsche Excur- sebep saydı. Taraf darlarından bir ordu kura­ se zu Vilkelm Thom sens: Ein Blatt in tür- rak, Tessava kıralı Y u n fa ’ya karşı harekete kiseher R unenschrift ( S B P r. A k. W. 19x0, geçti ve onu yendi. Fetihlerine devam ile, kısa X V ); R. Gauthiot, D e l ’alpkabet sogdien bir müddet sonra, diğer Hausa kır allıkları ile ( J A , seri 10, XV II, 81 v.dd.); ayn. mil. komşu müteaddit eyâletleri ( Liptako, Kebbi, ( Comptes rendus des seances de V Academie Yaurİ, Nupe, Kororofa, Bautşi, Adam ava) de des İnscriptions et B e lle s -L e ttre s, 19 13 , s. 671 idaresine almış ve buraların halkına İslâmî yeti v.dd. ); ayn. mil, , Essai de grammaire sog- zorla kabul ettirmiş, her kır allık veya eyâletin Ulİra Ansiklopedi*!



47



SÖKÖTÛ - SOKOÎRA. başına kencSı ailesi âzası arasından veya kas­ Keşşaf Overveg ( ı 8 $ ı ) ’i ve Barth (1 832 tından intihap edilmiş am iru denilen bir ve 1834 ) ’ı Sokoto ’da kabul eden Muhammed nevi vali geçirmiştir. Bu şekilde, Törodo B ello ’nun oğlu 'A liy u ’ nun hükümdarlığı sıra­ kastının küçük bir Tnkulor zadeganı menfaati­ sında ( 1843 — 1860) dâhilî huzursuzluk ve is­ ne, aşağı-ynkarı Nîjer ’in şarkî meerâsı ( Lip- yanlar hâlâ devam etmekte idî. Tedricen im­ tako 'da bunun garbine de taşıyordu ) İle Büyük paratorluğun kudreti azalmış ve bu kudret Sahra ’nın cenuba arasındaki hemen-hemen bü­ eyâlet am iru ’larımn eline geçmiştir» Törodo tün memleketleri içine alan askerî mâhiyette sülâlesinin son beş hükümdarı—A tiku ’nun oğlu bir imparatorluk kuruldu. Buna, Usmânu kuv­ Ahmedu ( 1860—1866 ), Bello ’ nun oğlu ‘Aliyunvetleri taraf ından işgal edilmekle beraber, 1810 Karamî (18 6 6 —1867), Ahmedu-Rafâye ( 1867— ’da yeniden istiklâlini kazanmağa muvaffak olan 1872), Abubakari ( 1 8 7 2 —1877) ye Moyasu Bornu hâriç, Benu, Lagone ve Çad dâhil idi. ( 1877 —1904) — zâten çok büyümüş ve kötü Bu fetihler He zaptedilen yerlere, umûmî bir bir şekilde teşkilâtlandırılmış böyle bir impa­ İsim olarak, Sokoto imparatorluğu denmiştir, ratorluğu İyi bir şekilde idareden âciz olduk­ çünkü Şayh Usmânu ve halefleri dâimî ikamet larından, imparatorluk Frederick Lugard kuv­ yeri olarak Sokoto ’nun şark semti olan Vur- vetlerinin Sokoto ’ya girmesi ve 1904 ’tekı tek darbesi ile yıkılmıştır. BÖylece uzun müd­ no ’yu intihap etmişlerdi. Fakat Usm ânu’nun ölümü ile ( 1 8 1 6 veya det N ijerya’daki İngiliz sömürgesinin bîr kıs­ 18 18 ), imparatorluk üç müttefik devlete ayrıl­ mını teşkil eden Sokoto şehri bugün Nigeria mıştır : bunlar sırası ile garpte Kebbi, Yaurı, devletinin vaktiyle f ran sız sömürgesine dâhil Nupe ve L ip ta k o ’yu ihtiva eden G ando; şark­ bulunmuş olan Gober ’İn kalan kısmı ile payi­ ta Kororofa ve A d am ava’yı ihtiva eden Yola tahtı Tessava Nijer cumhuriyeti toprakları ve merkezde bütün Hausa memleketini ve içindedir. Bautşi ’yi ihtiva eden merkez veya Sokoto B i b l i y o g r a f y a ' . Brass, E in e neue devletleridir, Gando devletinin idaresi, U s­ Q aelle zur Geschichte des F u lreich es Sokoto mânu ’nun kardeşi Abdullâhi ’ye, Yola devleti­ ( I s l., 1920, X , 1 — 73, daha önceki kitâbiyat nin idaresi Modibbo A dam a’ ya düşmüş ve bu bilgisi ile ) ; Clapperton, S e c o n d V oyag e dans sonuncu Yola devletini kendi adı olan Ada» V in terieu r d e V A fr iç u e (trc. E yrîes ve de mava dîye İsimlendirmiş ve Usmânu ’nun oğlu la Renaudiere), Paris, 1829; H. Barth, /Jet­ Muhammed Bello Sokoto da babasının yerine sen u n d Entdeckzingen (G otha, 1858), IV, geçip, 1 S 16 veya 1818 ’den 18 3 7 ’ye kadar sal­ 107 v. dd., 540; V , 326 v. dd.; frns. trc, P. tanat sürmüştür. lthier, V oyages et decouverts dans V A fr iy u e Bu hükümdar hâkimiyetini devam ettirmek­ Sep ten trio n ale et C en tra le (P aris, 18 6 1) ; te epeyce güçlük çekmiştir. Yerli halk her T azkirat al-nzsyan f i ahbâr m ulük al-S û d Sn yerde İslâmîyetten dönüyor, isyan ediyor ve (trc. O. Houdas), Paris, 19 0 1, s. 3 0 3 ; C, K , bu isyanlar T u areg’ler ve Bornu sultam tara­ Meck, The N orth ern Tribes o f N ig e ria (Lonfından destekleniyordu. Bir kaç muvaffakiyetdon, 1925). ( Ma u r ic e D e e a f o sse .) ■ sîzlikten sonra Muhammed Bello ’nun askerleri S O K O T R A . S O K O T R Â , H İ n d o k y abu hükümdarın iktidarını yeniden kuvvetlen­ n u s u n d a, ‘A d e n k ö r f e z i n i n şark dirmişlerdir. İyi bir savaşçı olmayan ve mu­ s a h i l i n d e , R âs ‘A sir (Guardafui burnu) harebelere şahsen iştirakten hoşlanmayan bu ’den takriben 230 km. mesafede bulunan b i r hükümdar diğer taraftan seçkin bir müellif idi. a d a olup, aynı zümreden daha küçük adalar, Arapça olarak hayli çok manzum ve mensur bilhassa ‘Abd al-Kür i, «kardeşler", yâni Se in­ eseri vardır ki, bunlardan S ü d ân ’m tarihi ile ha ve Dersi, Sambüya ( Sam baniya; Vellsted alâkalı olanı oldukça mühimdir. Edebiyatçıları ’den beri eski haritalardaki S ab o y n a ) ve Fahimaye etmiş, ingilİ2 kâşif Clapperton’ u (1828} rün kayalıkları ile birlikte, şimalî Somali kı­ gayet iyi bir şekilde ağırlamış ve bizzat yap­ yısının eoğrafî ve jeolojik bir devamını teşkil tığı tahkikat, muaheze ve takibatından kor- ij eder. 132 km. (garpta Râs Şoab'dan, şarkta kan hâkimlerinin icraatı üzerinde de çok sıkı Râs Redresse ’ ye k a d a r) uzunluğunda ve en bir murakabe kurmuştur. geniş yeri 40 km. olan sathı 3579 km.2 olup, Kendinden sonra gelen kardeşi Atiku ( 1837 bu satıh ufkî maktamın uzunluk ve yayvan­ —1843) hir ahlâk ıslahatçısı olmuş, musikî lığı ( adanın uzunluk ve genişliğini 72 ve 32 ve raksı yasak ettiğinden, seviimemiştir. Bu «mil" olarak doğru bir şekilde veren Th. Bent, titizliği valilerinin neiicede Gober ve Katsena Southern A ra b ia t London, 1900, s. 34 5 'te bu­ eyâletlerinin isyanına sebebiyet verecek yağ­ lunan Guardafui burnundan itibaren: «takri­ macılıklarına ve her türlü müfrit hareketler ben 240 mü" mesafe ölçüsünde bir yazı ha­ yapmalarına mâni olamamıştır. tâsı vardır [ 1 mil— 1,852 km.]) İle göze'çar-



SöKÖfRÂi par. Klasik kadîm çağ Solcotrâ ’ yı Dioskorides adası olarak tanıyordu, Periplus metris E rythraei, 3 0 ’da vrjo o ç... ^ AtocfxoQi8ou j;aXoüp.svrı (yazma Atpbxo$£8a verir; C. Müller, Geograpki Graeci minör e s,l, 280 ’de, metinde AtoaxogiCSon î bununla beraber krş. onun notu; Fabrieius, kendi neşrinde, Leipzîg, 1883, A iooko" uötÖou verir ), Sachal koyu ( Râs el-Kelb ’in şarkında, Şeljr k ıyısı) ve Syagros (R â s alF a rta k ) burnunun zikrinden sonra, ada S a p ­ mağa ( Ş a b v a t) ’da oturan günlük memleketinin hükümdarı Eleazos’un hâkimiyet sâhası ola­ rak gösterilm iştir; ondan sonra, Batlamyus {-27; kitabelerin de te’yit etmiş olduğu C, Mülle'r ’in § 26 hakkında yapmış o’ duğu gibi, Fabricıus ’ un yanlış_ olarak, ’ E^edÇoi) şekline soktuğu hükümdar 11‘azz’m adı için yazmalar vâsıtası ile bize intikal etmiş bu’ unan ’EUödoou muzafıinileyh şekli hakkında krş, Pauly-\Vissowa, Realenzyklopadie der klass, Altertamszoiss. [ biz bunu R E kısaltması ile göstereceğiz] bk. mad, eleazos ve elîsar, VIII, 3 2 , 17 ’de Atoö«optSoııç uviooç ve VI, 7, 4$ ’te Aıo o^o 05 £8011 fj îto^tç ( nüsha farkı: Ato 0x0518 ov? JiöM ç); S o ­ kotrâ merkezînin, en eski ve kadîm zamanlar­ dan gelen zikrini veren Cosrnos İndopl., s. 178 ’de t) vnooç rj KC&ovpdvrj AıooJtooıSov? ( is ­ min şekli için krş. Bizanslı Stephanns Aıooîtovçidç kelim esi) ’dır. Plinius, Nat. H ist., VI, 1 5 3 ’t e : ,,cîara ( in sula) in Azanio mari Dıoscuridu" diye adlandırılmış olan bu adadır ( ay­ nı şekilde Amiti. Marc., XXIII, 6, 47, bir de kilise müellifleri [ aş. bk ,]); Agatharchideş (parça hâlinde Diodor ve Photius’ta muhafaza edilm iştir; krş. mad. SEBA, yukarıda X, 273»), § 10.3 ’İn işaret etmek istediği butun bu adalar zümresidir; kendisi, Saba’ ülkesini tasvir et­ tikten sonra, kıyı civarında vrjooı sööaüuovgç ’lerin bulunduğunu kaydeder ki, bu A gathar­ chideş ’in cenubî A rab istan ’ın bir kısmını teş­ kil eder telakki ettiği Sokotrâ ve civar ada­ lar için en eski kayıttır. Sokotrâ ’nm Theophraştus ( Hist, Plant,, IX, 4 , 1 0 ) ’un zikrettiği A ra­ bistan yakınında bulunan günlük adaları ara­ sına dâhil edilmiş olduğu tahmin edilebilir. Dioscorides adası ile Sokotrâ ’nıh aynı olduğu hakkında krş, Ritter, Erdkundej Berlin, 1845, XİI, 64,336 { Vincent ve diğerlerine istinaden ), C. Müller^ ayn, esr,, s. 190 ve sık-sık. Araplarda Sukütrâ ( YâkÜt, Mu*cam, İH, lo i, kı­ ya sî şekil yanında Sukutrâ’, I, 543 ve Sukütarâ’ şekilleri de va rd ır; îbn Roste, B G A, V ll, 8® ’ de Sulçiıt ( a ) r a ; Uskutrâ şekli hak­ kında bk. Kam us, I, 38 i ve Tâc al- arüs, III, 273,) şeklinde bulunan âdabın adı, iştikak ba­ kımından, vaktiyle Bochart ( Gebğrâphia sacra, Lelden, 1692, I/î, 436) tarafından hindce dvî-



?39



pa , sukhaiara (^mes’ut. ada“ ) ’dan getirilm iş­ tir ve Agatharchideş ( krş, BûScupaıv ’ApapCa) ’te bulunan mâna ile pek iyi mutabakat arz eden bir izah Bohîen ( Das al te Indien, Königsberg, 1830, II, 139), Betıfey ( Ersch Grııber ’in Enzyklopadiet bölüm II, c. VII, s. 30 ’ da, C. Müller, ayn. esr,, I, 280 ; krş. Ritter, ayn. esr.) ve diğer yeni müellifler ( Bent, ayn. esr., s, 391, Schweinfurth’dan Önceki kitâbiyatı bil­ miyordu ) tarafından tekrar edilmiştir. Grekçe îsîm bir çok şarka âît kelime köklerinin grekçeleştirilmesi gibi, halk iştikakına dayanarak, yabancı bir kelimenin grek düşüncesinde mutad olan esatiri bir şekil ile, Kızıl denizin garp sâhîlinde bir liman olan At,oo«oQ«v kıpfjv ( Batlamyus, IV, 7, 5 ) ’a da admı vermiş bulu­ nan şekil ile benzeşmesinden doğmuştur ve Sokotrâ adının ifâde ettiği mâna bakımından grekler arasında yaygın olan Dioskur İkiz yıl­ dızlarının görünmesinin deniz seferleri için bir uğur sayılması fikrî ile bir var oluş hakkı kazanmaktadır. İsmin hind menşe’i, Periplus ( 30 ) ’un bir parçası ile mutabakat ar ze t inek­ tedir ; bu isme göre, ada hindûlar tarafından meskûn idi ( Solcotrâ ’da bugün hindûlar vardır ) ve Hindistan ’dan gelen denizciler pirinç, adada yetişmeyen hububat, pamuk ve hindii köleler satmak ve kaplumbağa ( 3 1 ) satın al­ mak için adaya yanaşıyorlardı ve bu A gathar­ chideş ’in ( Diodor, III, 47 ) hindii tacirlerin vî)0oı söSaîpoveç’i ziyaret ettiklerine dâir verdiği malûmata da uyar. Kadîm tarihte bilhassa gün­ lük adası oîarâk tanınmış olan Solçotrâ ’nm K ı­ zıl denizin medhali durumunda olduğundan do­ layı, iyi limanlardan mahrum olmasına rağmen, Arabistan ile şarkî A frika ( Azania, Zangibar ’da R as fA sîr ) arasındaki deniz seyr-ü-seferî için tieârî bir durak olarak ehemmiyeti var îdi. Bent ( ayn. esr,, s, 391 ) ’in Sük ( eski idare mer­ kezinin harabe hâlindeki mevkiine delâlet eden ve hâlâ yaşamakta olan î s î m) ’ un XVI. asır Portekizlilerinin Zokö ’sunun iptidaî hindû is­ min bir bakiyesi olacağına dâir fikrî az muknîdir. Sprenger ( Di e alt e Geographie A rabiens, Bern, 1875, s. 8 8 ) ’in Sokotrâ adının belki de sakız ağacı reçinesine halk tarafından ve­ rilen fcâtir kelimesinden iştikak ettiğine dâir ileri sürdüğü fikir lisaniyat esasları bakımın­ dan müdâfaa edilemez. F. Hommel ( Grundriss der Geographie und Geschichte des alten O rients, Münih, 1904, s. 2 12, not 2 ) ’in, Sokotrâ ’nm, bâzı bakımdan Skudru—Thrakya ile ilgili olduğu ve adanın kendi adını grek-trak müstemlekecİlerinden almış olduğu hakkmdaki tahminî hiç bir sûretle müdâfaa edilemez. W, Gotenishef Sokotrâ ’yı Petersbürg ’daki O rta-kırallık (takriben m, ö. ikinci binin baş-



?4û



SOKOTRA.



İarı) devrine âit bir papirüsteki eski Mısır masalında (Golenischef tarafından yapılan branşı zea tercümesi Verhandlungen d. V. Öricntalistenkongresses, Berlin, 1882’de bulun­ maktadır ) bahsedilen günlük memleketi hü­ kümdarının kaldığı yer olan A-a-penenka veya Pa-anch ( cinler adası ) ite birleştirmiştir. G. Sehweinfurth Önce Freiburg { Brisgau } ’daki alman tabiat âlimlerinin 56. toplantısında ver­ diği bir konferansta ( Ein Besuch a u f Socotra, Freiburg i. B., 1884) ve sonra Erinnerungen von einer Fahri nach Sokotra ( krş. Wesierm ann’s Monatshefte, 1891, XXXİV, 603 v, dd,, XXXV, 29 v. d d .} ’da hakikatte kabu­ lü mümkün olan bu ayniyeti kabul etm iştir; ke2â E. Glaser, Skizze der Ceschichte und Geographie Arabîens, Berlin, 1890, II, 182 v, d, ve Das Weihrauchkmd und Sokotra, A lîg eTrteinen Zeitung, nr, 120 ve 12 1 zeylinden ay­ rı baskı, Münih, 1899, s. 4, 1 x ; Hommel (aş. b k .) v, b. Diğer taraftan Glaser ( Weihrauch~ land, s. 4 ve Punt, M V A G, i 899 j IV, 43), Diodor ( V, 43 v. d., Euhemerus ’tan naklen ) tarafından tasvir edilmiş olan Ilayjtö ia ('Igga da denilmektedir} adasının günlük adası Pa-anch ’m, o hâlde Sokoirâ ’nm aynı olduğunu ifâde etmektedir. Ondan önce R itter, ayn. esr., s. 364 ’te Strabo, Plinius ve iatîn şâirlerinin zikretiklerİ efsânevî günlük adası Panchaia ’yı Sokotra ’nm civarına yerleştirme imkânını denemiş İdi, Panehaia i!e Pa-aneh arasındaki benzerlik hakikaten yeniden ele alınmağa değer ; ve efsânede zikredilmiş olan nebat mahsulleri Sokotra ’mn nebat mahsulleri iîe de mutaba­ kat arzetmekiedir ( krş. Glaser, Weihrauchland, s. 3, v. d ), Buna mukabil, Glaser ( Weihrauchland, s, 20 v. d., 2 3 ) ’in S o k o tra ’nm eski Mı­ sır dilindeki ismi hakikatte Pa-anch olmamalı, fakat Panach veya Pönech, yâni JKartacalıîar adası" olmalıdır ve aynı zamanda tamâmiyle Panchaia mânasında olduğu şeklindeki faraziyesi müdâfaa edilemez; kezâ, onun, cenubî A rabis­ tan ve Sokotra ’nm ilk sâkinlerinin finikeliler olduğu ve cenubî Arabistan ve Sojçotra ile aynı zamanda A frika ’daki bütün habeşlerin {ayn. esr., s. 12 v .d .) doğrudan-doğruya Fini­ ke veya Punt (krş. ayn. mil-, Skizze, H, 250, 297 v.d.; Punt, s. 1 , 3 1 , 6 5 ) soyundan geldik­ leri ve Sokotra dilinin bir Finike dilinden ge­ len habeşçe olduğu fikri de müdâfaa edile­ mez. Euhemerus ’un Panchaia hakkında ki hikâ­ yesinin muhayyel vasfına rağmen, tasvirin ger­ çek esasını muayyen bir adanın teşkil ettiğin­ de şüphe yoktur. Aynı ada hakkında verilmiş olan muhtelif bilgilerde bulunan mutabakat arasındaV Sokotra hakkında yapılmış olan yeni müşâhadelere tamâmiyle uyan Panchaia ’nm



günlük, en iyi vasıftaki mürr ağaçları ve çe­ şitli itriyat bakımından zenginliğinden Diodor ( V , 4 i ) ’un bahsedişi vakıasına işaret etmek lâzımdır} Diodor, V, 43 (VI , 1 ) Panchaia’mn nebat zenginliğini medhetmektedir; Sokotra ’mn nebat örtüsünün husûsî cazibelerine Weİlsted, R ep o rt ( aş. b k .), s. 145 v, d. ’da işaret edil­ m iştir; Schweinfurth, a yn . esr., S. 6x4 ve 620 v.dd., 38, 42 v.dd.; Bent, ayn . esr., ş. 367 v,dd. (hurma ağaçtan bakımından zenginliği hakkın­ da krş. al-Hamdâni, Ş i f a , s. 53} aş. b k .; Tâc, ayn. y e r ’den naklen; Yakut, ayn. esr., III, 102 ), Ada hakkında o kadar dal budak salmış olan bu rivayetlerde rastlanması bu tâyin ve tesbitler için birinci derecede sebepler te’ min eden ferdî çizgiler arasında şu da zikredile­ bilir : Bir taraftan P eriplu s 30 ’un bir kaydına göre, Dioskorİdes adasında yılanlar çoktur, diğer taraftan da, Mısır efsânesinde sihirli adanın hükümdar cini için bir yılan şekli tah­ sis edilmiştir ; Plinius, VI, 169 ( kezâ Mela, III, 8 ) Trogodytikce sakinleri arasında Panchaia ’ları, quos O phiophagos vocant, serpentibus e$ci adsueti ’ yi, Panchaia sakinleri He aynı is­ mi taşıyan bir halkı, zikretmektedir. Panchaia komşu iki adasının efsânevî tasvirinde (D io ­ dor, V , 41 v.d .), tıpkı Agatharchides ’in viiaoı sâÖcup,övsç ’ler hakkmdaki parçasında olduğu gibi, Solfotrâ’ nın civarında bulunan iki adaya işaret edilmek isteniyor. Greklerİn Panchaia hakkında sâhip oldukları fikri kadîm tarihte mes’utlar adası mefhumuna dâir açıklamasının umûmî çerçevesi içine idhâl etmiş bulunan Hommel ( bk. D ie In sel d er S e lig e n , Münih, 1901, I, 14 v.d. ve krş. s. 15, 32 ) Schvveinfurth ’un tasvirindeki ,,50 m. irtifâiı küçük kayalık adanın" Diodor us 'tâki Panchaia ’dan yedi ko­ nak mesafede bulunan küçük ada olduğunu be­ yan etmektedir. Dioskorİdes adasının efsânevî eşi olan Panchaia, kadîm çağın bu ada hak­ kında sâhip olduğu coğrafî tasavvurda Dios­ korİdes adasından ayrıldığından, Diodorus ve Plinius gibi bir çok müellif tarafından, iki ada­ nın ayrı olarak zikredilmesine şaşmamalıdır. Sokotra ’ nm Daryus ’un N.akş-i Rustam kitabe­ sindeki Izkuduru ile ayniyeti ( Glaser tarafın­ dan Sk iz z e, s. 337,432, W eih rau ch la n d , s. 1 1 ve Bent, ayn . esr., s. 345 ’te te’ yit edilm iştir) hususunda isimlerin tamâmiyle haricî bîr ben­ zerliğinden başka hiç bir delîl yoktur. Mariette Bey ( Bent, ayn. esr., s. 343 ’te ) ’in eski Mısır âbidelerinin ıtriyatça zengin Punt ül­ kesinin adı olan ve hemen-hemen dâima cenubî Arabistan için kullanılan Vntr (ekseriya to N uter »ilâhlar memleketi" ) ’İn Sokotra için de kullanılması gerektiği fikri, gerçekten mühim olan hiç bir delîl ile te’ yit olunmamaktadır,



SOKOTRA. bir de az kalsın, adanın eski mısırlılar tarafın­ dan da günlük memleketi olarak tanındığını kabule sebep oluyordu. S o k o tra ’yı, Pausanias, VI, 26,0 ( Hommel, Grundriss [ E th nologie.. * ], Münih, 1926,3. 650 ) ’da bulunduğu üzere, Z a«ata ile aynı göstermek için kâfi sebep de yoktur. Hommel, yukarıda zikredilmiş otan yazısında, bir mes’ut günlük adası efsânesine verilmiş olan edebî İfâdeler dâiresine, bir taraftan Odyssee ’deki Phaeaken adalarını, diğer taraftan da ( s, 23 v.d .) Nemrüd hakkmdaki Bâbil destanının 10. ve 11. kitaplarındaki Mes’utlar ülkesi efsâne­ sini idhâl etti. En kadîm tarihte, bâbilliferde ve mısırlılarda ( bu mevzuda krş. Glossetı und Exkurse IV, Neue kirch l. Ztschr., 1892, II, 88 £ v, dd., 899 v.d.), cennet adası olarak Sokotra ’nm oynamış olacağı usturevî rol üzerindeki izahları ancak mehâret İle ileri sürülmüş faraziyeler olarak bakılabileeek bir çok kısımlar ihtiva e d e r; nitekim „cin!er adasının" Mısır dilindeki isimi olan ,/f pen-en-ka ? “ ile „pâi~i~ka ?'f Man gelen curjKeç arasındaki İştikak nev’inden yaklaştırma böyledir; buna mukabil, onun Phae­ aken ’ler adasının hakikî adı olan Z^eofa ile Hazramüt k ıt’asında günlük sâhilîuin eski adı olan Şihr [ b. bk.] ( S a h il) arasındaki benzerli­ ğe dair kaydını çok ciddî olarak tetkik et­ mek yerinde olur, çünkü X%sQta şekil bakımın­ dan olduğu kadar, mâna bakımından da, grekçeden hareket etmek suretiyle, yeter derecede izah edilemez. Ben bu tefsir denemesini R E Me Saba kelimesinde ( stn. 1045 v.dd.) takip ettim, Phaeaken ’ler adasının şiirdeki mefhumunda bulunan umûmî fikre tekabül eden Sokoirâ ’nın adının iştikakı mânasını ve Cinler adasında karaya vurmuş olan denizci hakkmdaki Mısır masalının hemen-hemen her cümlesi arasında bu­ lunan uygunluklar ile Phaeaken ’ler adasında Çlyssee ’nio maceralarının usturevî muhtevasını hesaba kattım ve böylece, Sokotra ’nm efsâne ve şiirin geliştirdiği Phaeaken ’ler adasının bu destanî hayalinin arka pîanmı te’min etmiş olan ye bilindiği gibi, tamâmiyle şarka âit bir ren­ ge sâhip bulunan hakikî nümunesi olduğunu İsbat etmeğe çalıştım. A rap coğrafyacıları arasında al-Hamdânî, Ş i f a cazirat a l-A ra b (nşr. D. H. Müller, L ey­ den, 1884, s. 53) ’da Sokotra sâkinlerinin mil­ liyet ve dîninden kısaca bahsederek, adada bütün Mahra kabilelerinin mümessillerinin bu­ lunduğunu v e . eli silâh tutan erkeklerin sayı­ sının 10.000 ’i bulduğunu; bunların hıristıyan olduğunu; K isrâ ( H usrav) ’nm bu adaya bir mikdar bizanslı getirdiğini, bandan sonra, Mahra kabilelerinin onların civarında yerleş­ tiğini ve çoğunun hır isti yanlığı kabûl ettikle­ rini bildirir, Yakut, Mu*cam Me aynı şeyi söy­



741



ler ; onun verdiği malûmat (III, £02 v.d.) alHamdSnİ {a y n . esr,, s. $ 2, 17- “ 53, s ; krş. al» Kazvini, K o sm o grap kie , nşr. Wüstenfeld, Gottingen, £848, 11, $4) ile fam bîr uygunluk gös­ te rir; fakat o daha Önce Sokotra greklerinin Büyük İskender devrine âit olmaları icap et­ tiği faraziyesini kaydeder: bu faraziye ‘Aden halkının bizanslılarm adaya gelmiş olmaya­ cakları fikri ile mutabakat arzeder ( Glaser, Skizze. s, 184 ’te bütün bunlar karışık bir şe­ kilde gösterilmiştir ). Ada sâkinlerinin menşe’i hakkmdaki bu mutalar P erip lu s, 30 parçasına yaklaştırılabilir ; buna göre, buranın oldukça az mikdarda olan sakinleri muhacir olup, ar&p, hindû ve aynı zamanda oraya ticâret yapmak için gelmiş olan greklerin halitasıdır; İkinci yerde, Panchaia adasında, yerlilerin yanında, hındölarm, Skitîerin ve giritlüerin bulundu­ ğuna dâir Diodor (V , 42) Maki işaret ve niha­ yet Agatharchides, £0 3’İn vfjcKH sûSaıp,oveç ’ler Hind, Pers, Karamania ve komşu kıt’amn geri kalan yerleri ile yapılan deniz seyr-ü seferi hakkmdaki parçası göze çarpar dere­ cede mutabakat gösterir. So’ş otrâ Ma bugün de karışık bir halk bulunur; bu halkın içinde, bilhassa şimal sahilinde, yerlilerin yanında arapîar, somaliler, Savabil i ’ler ve hindû unsurlar temsil edilmiştir. Haklı olarak, Sokotra ’nm grek unsurunu Batîamyuslarm muhacir yer­ leştirme zamanına çıkaran Cosmos ’un daha yukarıda zikredilmiş olan şahadetine göre, bu grekler dillerini muhafaza ediyorlardı, hırîstiyan idiler ve papazlarını P e r s ’ten alıyorlardı. Glaser ( S k iz z e , 184 [ 1 5 8 ) ) ’in Plinius { Nat. H isf., IV, 1 59) tarafından zikredilmiş olan Üç Arabistan grek şehrinin, Arethusa, Larisa, Chalkis ’in, biri veya diğerinin SokoEra Ma aranılma­ sı icap ettiğine dâir telkini hiç bîr esâsa da­ yanmaz. Soltotrâ ile Mahra sâhili arasındaki deniz seyr-ü-seferi hakkında mâlûmata sâhip olan al-İdrisi ( trc. Jaubert, Paris, 1836, I, 48 ), tamâmiyle Yakut ( ayn. esr., III, 102 ) gibi, İskender ’in günlük bakımından zenginliğin­ den dolayı, Arabistan içine yaptığı fetih seferi­ nin efsanevî Hikâyesi ile istihsâl ettiği fevka­ lâde sarı sabır, nebatı sebebi ile, A ris to ’nun tavsiyesi üzerine ( kezâ Tâc al~arüs, ayn, yer.), grekler tarafından müstemleke hâline getiril­ miş olan Sokotra adası arasında bir irtibat kurar. Adanın hır isti yanlığı kabulü, hiç şüp­ hesiz, kısa bir müddet Arabistan ’ı ele geçir­ miş bulunan Habeş hükümdarları tarafından gerçekleştirilmiştir (Sokotra Ma hıristiyanhk hakkmdaki tafsilât için bk. Africanus, Theodoret, al-Mas'üdi, Abu ’İ-Fidâ1 ve bunun çağ­ daşı Marco Polo, krş. Bent, ayn. esr., s. 344). îranlılar ve sonra müslümanlar, Arabistan ’a



74*



SOKOTRA.



hâkim olunca, adada hırıstiyanlık gittikçe ge­ riledi. Kilisenin tamâmiyle inhilâli nisbeten geç oldu; hıri sti yanlığın son isleri XVII. asrm başında henüz görünmekte idi ( dindar karineli Vincenzo ’nun verdiği bilgiye g ö re; krş. Bent, s. 35$). Sokotrâ ile deniz seyr-ü-seferinin şartlan al-Hamdâni ( ayn. esr. ve Yakut, a y n iesr.) ’nin verdiği diğer bir bilgi ile aydınlanmış bulun­ maktadır ; buna göre, ‘Aden ’den al-Zine ( Zen~ gibar ’ın karşısındaki Savabil i ’ler ülkesi olan k ıyı) ülkesine gelindiği vakit, Önce ‘ Omân is­ tikametini tutmak ve Sokotray ’ı sağda bı­ rakmak lâzımdır ve adayı arkada bırakmcaya kadar, al-Zînc denizinde adanın etrafın­ da seyredilir. Sprenger, haklı olarak ( ayn, esr., s. 87), bu dolaşmanın, A frika ’mn şark sahili üzerindeki cenup rüzgârının galebesi dolayısı ile zarûrî olduğuna ve al-Hamdânİ ( ayn. esr,, 3. $ 2 ) ’nîn düşündüğü gibi, 'Aden körfezinin al-Zinc ’den bir kaya şeddi İle ( krş. aym za­ manda Yakut, ayn. esr., göst. yer) ayrıldığı va­ kıasından dolayı olmadığına işaret etmektedir, al-îdrisi, îbn Battüfca ( Kam us ve Tâc, ayn. yer.) ’ya göre, aî-Ztnc ’den gelindiği vakit, SoIcotrâ solda bırakılır, ‘Aden ’den Sokotrâ ’ya gidildiği vakit, R âs al-Fartak ’a ( Sprenger, göst. yer,} kadar, Arabistan sahili boyunca gitmek lâzımdır. Şüphesiz bu sebepledir ki, kadîm ta­ rihte adan m Syagros burnu ile A frik a Aromata burnu ( Guardafui burnu) arasında, bunun­ la beraber birinci burna daha yakın ( haki­ katte ise, sonuncuya daha yakın) bulunduğu­ nu söyleyen P eriplus, 3 0 ’da ve S o k o trâ ’dan „promonturium Syagros" ’a kadar olan mesafe­ yi he men-he men tam 280 fersah olarak kabul eden Plinİus (V I, * $ 3 ) ’ta olduğu gibi, adanın mevkiinin tâyini bu burna göre yapılıyordu. Yine şüphesiz bundan dolayıdır kî, Batlamyus ’un haritasında deniz yolu bize Syagros bur­ nundan çok uzakta, garba doğru itilmiş gibi gözüken adanın şarkından geçiyordu. Bu, Tâc { göst. y e r.) ’da zikredilen hesabın uyduğu düz hat hâlindeki seyahate a ittir; verilen bu he­ saba göre, Soko'.râ Mohâ ’ dan üç gün üç ge­ ce mesafede bulunmaktadır. Batlamyus ( krş. Sprenger, ayn, esr.) ’a göre, adanın uzunluğu 80 fersahtır, fakat bu kayıt mübâl agah dır. Ham­ dan i ’nin »ada ancak 80 fersahın üçte biri uzunluğundadır" kaydı da böyledir. Sokotrâ ile ilgili grek eserlerinde bulunan ve yeni müşâhadelerin te’yit ve izah ettikleri tafsilâtlı kayıtlar arasında Periplus, 30 ’daki parçaları zikredelim ; buna göre adanın şimal kısmında az sayıda nüfus bulunuyordu; bugün de en kalabalık ve mühim zümreler, bunların arasında merkez olan Tam arıda ( »hurma şeh­



ri", yerli ism i: Hadibo ) şimal sahilde bulun­ m aktadır; garp sahiline yaklaşma daha güçtür ve diğer sâhiller de çok seyrek bir şekilde mes­ kûndur. Agatharchides, 103, inekleri boynuz­ suz beyaz Öküzlerden bahsetmektedir; bu ka­ yıt ile hörgüçlü yabanî Öküzlerin kastedildiği kabul edilmek istenmiştir (R itter, ayn. esr., XII, 24.9; krş. Bent, ayn. esrt, s, 367, hörgüçsüz inekler hakkında). Sokotrâ hakkında bir az doğru ilk malûmat Şark Hind kumpanyası tarafından, sahilleri Ölç­ mek ve bir deniz haritası vücûda getirmek için, vesika toplamak ile vazifelendirilmiş kap­ tan Haine s ’in sevk ve idaresinde, 18 3 4 ’te A ra­ bistan’ ın cenup sahilinden adaya ( Sokotrâ -’ya ) kadar Palinurus gemisi ile yapılmış olan se­ yahat ile elde edilmiştir. Mülâzım J, R, Wellsted adanın İç kısmının pek tabiî çok eksik olan ilk topografya haritası taslaklarını verdi. O adadaki bu seyahatinde, tabiat bilgisine ve coğrafyaya ait neticeleri kendi R eport on the îslan d o f Socotra , J A S B , 183$, IV , 138 v.dd., Memoir on the îslan d o f Socotra, J R G S, London, 183Ç, V, 129 v.d d . ve,-daha muhtasar bir şekilde, Travels to the city o f the Calîphs, London, 1840, II, ’de toplamıştır. Daha önce, bu ilk bilgilerin gösterdikleri gibi, tabiatçılarm araştırmaları için çok şey vaad eden ada j . B. Baitour ( On the îslan d o f Socotra, Rept. B rit. Assoc. fo r the Advancement o f Science, 1881, s. 486 v. d d .) tarafından, nebatat, hayvanât ve jeoloji bakımlarından, tetkik edilmiştir. Onıin seyahatinin taşlar ile ilg ili' tavsiflerinin neti­ celerinden T. G, Bonney ( On a collection o f Rock Specimens from the îslan d o f Socotra, Philos. Transactions o f the Roy. Soc;, Loıfdon, 1883, C L X X IV , 273 v. dd.) istifâde-et­ miştir. 1881 ’de G. Schvveinfurth' ( k rş .‘ Dâs Volk von Sokotrâ, Unsere Zeit, 1883, daha yukarıda zikredilen 1883 ’te ki konferansı, ve Erinnerungen ’i krş. stn. 4 ) ’un'da katıldığı Riebeck sefer heyeti, takriben beş haftalık bir müddet içinde, Tam ar i da ( krş. Wester m. Ar.o~ natsk,, X X X V , 33 ’tekı resim, ayrıca s. 41 ve 49 ) şehrinin civarlarım ve Hageher dağlarına en yakın olan kısmı tetkik etti. Schweinfurth ’un nebatat ile ilgili müşâhadelerinin düzel­ tilmesi işi Baîfour ( krş. onun Botany ö f Söcotra, Transactions o f the R oyal Socîety o f Edinhurgh, 1888, X X X I), mâdenîyata âit müşâhadelerinin düzeltilmesi işi ise, ’ Sauer ' ( krşi Zeitsckr. d. deutsckeh geolog. G e s e lls c h 1888, XL. 138 v.dd.) tarafından yapılmıştır. 1897: kışı esnasında, Th. Bent, karısı ile birlikte, ikt' ay­ lık bir zamanda, büyük bir dikkat ile, arkeo­ loji ile İlgili eserleri-araştırarak, adayı kat’ett i ; onun seyahat hikâyesi, diğer şeyler ara-*



SOKOTRÂ. sında, S o k o trâ ’nm iyi bir haritası ile birlikte, karısı tarafından neşredildi. T, B en t’in arka­ daşı olan hay vana tçı Benett ve ondan sonra 1899’da *ki viyanah O. Simony ve F. Kossmat, bildiğimize göre, ilk ’ defa olarak, Hageher ’ın zirvesine tırmandı. Teşrin 11. 1898’ de bir se­ fer heyeti «Gottfried" adlı İsveç gemisi üe, hareket e tt i: heyet Viyana İlimler Akademisi tarafından cenubî Arabistan ve Sokotrâ ’yı, arkeoloji, kavmiyât ve tabiî ilimler bakımın­ dan, incelemek ite vazifelendirilmiş idi. Heyet (Landberg, D. H. Müller, Simony, Kossmat, Jahn ve Paulay ) ‘Aden ’e —W. A . Bury burada ona iltihâk etmiştir — varışında, Londra ve Liverpool müzeleri için, arziyat ve nebatat koleksiyonları yapmakla mükellef H. O. Forbes ve O gilvie-Grant ile karşılaştı. Cenubî A rabistan’daki tetkik seyahatinin beklenme­ dik inkıtamdan sonra, viyanalı âlimlerin hemen-hemen hepsi kânûn 11. 1899’ da Sokotrâ adasına geldiler ve o zamana kadar, bilhassa adanın y ter derecede bilinmeyen cenup ve garp kısmını tetkik etmek İçin, İkİ ay burada kaldılar ; onlar aynı ayda Sem ha ve 'A bd alKüri ’ yi ziyaret ettiler. Bu İlmî seferin İlmî neticeleri D e n k s c h r ift e n d e r A k . W ien , m aih e m .-n a tu T iu issen sc h a ftlich e M lasse ( 1907 ; bk. b ib liy o g r a fy a ) ’ nin 71. cildinde bulunmakta­ dır. İngiliz sefer heyetinin iki âzâsımn seya­ hat neticeleri Fo rb es’în The n a tu ra l H ia to ry o f S c k o t r a a n d ‘ A b d e l- K ü r i ( Liverpool, ı ş o j j ’de yer almaktadır. D. H. Müller, yer­ lilerin ağzından toplanmış dil örneklerini, ter­ cüme ve şerhleri ile birlikte, D ie M e k r i- ım d S b q o t r i-S p r a c h e , Ş e h r i f t en d e r s iid a ra b ise h e n E x p e d itio n , A k . W ien ( 1902, ıç o j, 1907, IV,



VI, VII )’ de neşretmiştir. Bent bize küçük bir lügatçe esr., s. 440 v.dd.) vermiştir. Bu yeni neticeler Sokotrâ hakkında şimdiye kadâr sahip olduğumuz bilgilerdeki bir çok boş­ lukları doldurmağa imkân vermiş ve eski ha­ tâları düzeltmiştir. İşte bu suretledir ki, So­ kotrâ adasında günlük ağacının mevcudiyeti hakkında uzun zamandan beri yaratılmış olan şüphe artık ortadan kalkmış ve Rıtter ( a y n . e s r., XII, 3 6 2 ) ’in ifâdesi eskim iştir; onun bu ifâdesine göre, Theophrastus ’un Sokotrâ günlü­ ğünün nefasetine dâir beyanını adalarda gün­ lük ağacının olmadığını (Plin., XII, 3 2 ) bildi­ ren ju ba reddetmiştir. Hâlbuki Theophrastus ’un malûmatı ( daha önce, Glaser, Skizze, s. 18 3) te’yit olunmuştur,^ Glaser ( W eikrauch~ land, s. 4 ) «Sokotrâ ’da mürr ağacı yoktur" diye Hân ettiği hâlde, Bent { a yn . e s r., s. 344 ) de üç çeşit çok iyi günlükten ve bir çok çeşit mürr ağacından v.b. ve (s. 380 v.d.) günlük, mürr ağacı-ve diğer kokulu nebatlar ile dolu



743



vadilerden bahseder. Ch. I. Cr ut tenden, N ar raivoe o f a Jo u rn ey from Mokkâ to Ş a n ’â { J R G S , 1838, VIII, 278 v.d.)’ daki Sokotrâ adasında günlük ağacının mevcûdîyeti hakkmdaki parça şüphelidir, zîrâ o günlük ağacına Sabhûr veya sabbar diyordu ve bu İfâde ( sa­ bır [ b. bk.]) şubr { »sarı sabır" ) ’a delâlet et­ mektedir. Şimdi Diodorus ( krş. st. 5 ) ’un Panchaia adasında günlük bolluğu hakkındaki kaydından da anlaşılmaktadır. Mevsûk tahkik­ lere göre, ikî çeşit günlük ağacına, „Boswellia Socotrana" ve »Bosvvellia Ameero Balfour fil"’e sâhip olan yalnız Sokotrâ ’dır ( bu günlük­ lerin bulunduğu yerler hakkında daha fazla tafsilât için bk. daha önce zikredilmiş olan müşterek eserde, Vîerhapper ’ in bibi, ’ da kay­ dedilen risalesi, s. 374 v.d.). Sokotrâ ’da günlük ağacı için kullanılan isim skerekom di-ââhez ’dir. al-Hamdâni {ayn . esr., s. 51, $3), kezâ al-Mukaddasi, B G A , III, 98 ( krş. Bent, ayn . esr., s. 380, 38 4 ) Sokotrâ ’da bulunan mürr ağacı çeşidinden bahseder. al-Hamdani { s. 53 ) şabr ’m bolluğunu te’yit eder. Bunun Sokot­ râ ’ da bulunan cinsi hepsinin en iyisi ve hu­ sûsî ticâret metâı olarak gösterilmiştir ( kezâ ffâmiis, Tâc, göst. yer., v.b.; benzer şahadet­ ler hakkında bk. al-Nuvayri, I bu Sina v.b., krş. E, Wiedemann, Beitrâge, S B P M S Eri., 1916, XLVIII, 20), Weilsted ’e göre, SoVolrâ ’ya âit san sabrın yerli adı tayof, daha doğ­ rusu Bent ( s. 381 ) ’de, ta îf, Glaser, Weihrauchland (s . 4) ’de ia if veya daha iyisi C, H. Müller ’e göre, İa if, arapça subal ’dır. Bent (s. 344, 377, krş. Wellsted, Report, s. 143 ve tür, yer.) nefis ve çok bo! olan bir cinsini görmüştür. Sarı sabır P erry i Bak., ne bati arının bulunduğu yerler hakkında bk. Vîerhapper, ayn. esr., s. 336, reçine mahsûlü hakkında bk. Bent, s. 381 (krş. ai-N u vayrİ’ den naklen Wİedemann, ayn, esr,). Az mikdarda da olsa, S o k o trâ ’dan eskiden olduğu gibi ( krş. C. Niebuhr, Beschreibung von Arabien, Kopenhag, 1772, s. 284), bugün de sarı sabır İhraç edil­ mektedir ( Bent, gÖst. y e r.; krş. Wel!sted, ayn. esr., s. 14 3 ; Schvveinfurth, ayn. esr., s. 42 ; A. Grohmann, Sudarabien al s W irtschaftsgebiet, Wien, 1922, s. 163 v.d.).-—Sokotrâ adasında reçi­ nesi kardeş ağacı kanı denilen maddeyi—bu PIinius’ta d a ( 1 3 , 7 ; 3 3 ,1 1 5 v.d.) zikredilir—veren kardeş ağacının, Draco Kinnabari denilen ağa­ cın, mevcut olduğunun tesbiti iki kardeş-kan ağa­ cı, ile ilgili Periplus, s. 30 ’daki parçayı hatırlat­ maktadır ki, buna göre, »adada ağaçlardan göz yaşı şeklinde toplanan ve hındu ( xivvdeve ve at bu ip ile bağlanmışlardı" cümlesi şöyle söylenir: H areggan rattiga iyyo faraska a lo ga ka la her ay, yâni, harfiyen: „bu ip deve ve at onlar idî iîe-nin-tarafından bağlanmış" (,Jle-m n-tara­ fından" kelime zümresi iki hayvanın bir arada değil de, her birinin bahis konusu ipin bir parçası ile bağlanmış olduğu fikrini İfâde eder). Saho-'Afar dilinde sahip olunan şeyi gösteren kelimenin sahip olanı gösteren kelimenin önü­ ne ve buna mukabil Galla diünde, mâlik olanı gösteren kelimenin mâlik olunan şeyi göstere­ nin Önüne getirilmekle İfâde olunan izafet münâsebeti Somali dilinde, G alla ’da olduğu gibi veya daha sık olarak, ilk önce başka eş­ yanın adını koymak, bundan sonra sahibin adını mülkiyet sıfatı ile birlikte getirmekle, İfâde olunur; msl. „ö m e r ’in evi", harfiyen, ,,'Umar ev" veya ,,‘Umar evi" ile ifâde olunur. S o m a l i l e h ç e l e r i , kavmî taksimata göre, I s a k, Dâröd, Havİya, Sab zümrelerine ayrılır. 1 s a k l e h ç e l e r i aslî olan ön da­ mak d lerini muhâfaza etmiştir ; devamlılık fiil­ lerini -ay eki ile teşkil ederler; ilk iki şahıs zamirlerioin ceminde, dâhil edici „biz" ( y â n i: söyleyen ve duyan b iz) ile hâriç bırakıcı »bi­ zi" ( y â n i: konuşan ve bir başka şah sı) birbir­ lerinden ayırır. D a r ö d l e h ç e l e r i , iki sesli arasında bulunduğu takdirde, ön damak çf’leri r ’ ye ( Ogatlen lehçeleri ) veya r ’ye ( Macerten lehçeleri ) çevirir ; bunların devamlılık gösteren fiilleri hay ile teşkil olunur; bunlar



yukarıda bahsedilen iki „biz"i muhâfaza etmiş­ lerdir. H a v i y a l e h ç e l e r i iki sesli ara­ sında bulunan çf’ leri r ’ye çevirir; devamlılık gösteren fiilleri, ihbar sığasının yanına kay fiili getirilmek suretiyle teşkil edilir ; çift „biz" bu lehçede yoktur. S a b l e h ç e l e r i , yuka­ rıda söylendiği gibi h ’yı k ’ya ve ' ’j 3 ’ye çe­ v irir; bunlar başka Somali lehçelerinde - o ’lu emir şekline girmiş olan at) ’lı sıla sigasını muhâfaza etm işlerdir; emrin menfi şekii-inÖn-eki ile -oy ekini taşıyan fiil ile teşkil olunur ( diğer lehçelerde bu hâlde /ta-Ön-eki île -in ekini taşıyan fiil kullanılır). K e l i m e l e r e gelince, Somali dili arapçanın çok az tefsirinde kalmıştır ve hattâ arapçadan alman kelimeler, kabul edilir-edilmez, tamâmiyîe Somali fonetiğinin kaidelerine uy­ muştur ; G alla dili de, müşterek menşe’leri göz Önünde bulundurulursa, Somali dili üzerine büyük bir te’sir yapmamıştır ; bur s dan ihtimal Sab lehçeleri istisna ed ileb ilir; bununla bera­ ber, G alla ’ larm büyük istilâsından önce, so­ ma) i ler ile Sidâm â ’İarm eski komşuluklarının bâzı delillerini Somali kelimelerinde bulmak kabildir. e. T a r i h , Kavm î efsâneler, menşe’lerint Peygamberin yeğeni ‘A kil b. A b i T â îİ b ’e kadar çıkararak, Somali tarihini İslâmlaştırmış ise de, hamı kavimlerin A fr ik a ’ya A s y a ’dan gelmiş olup-olamayacakları meselesi hakkında ne düşünülürse-düşünülsün, somalîierİn şim­ diki arazilerini, hepsi ‘Aden körfezinin A frika sahilinden gelmek üzere, birbirini takip eden ve birbirini iten zümrelerin arka-arkaya ge­ len muhtelif istilâlarından sonra işgal ettik­ lerinde şüphe yoktur. Diğer Somali müstevli­ leri tarafından sürüldükten sonra, D ir ’ler de buraya böylece gelm işlerdir; bunların arasın­ dan bir kısım ö g a d e n ’i ve Cub ile ŞabeSla arasındaki mıntakayı kat’ettikten sonra, bu son nehrin aşağı vadisine ulaşmış ve Bimât kabi­ lesinin doğmasına sebep olmuştur. Sab ’lar ‘ Aden körfezini terk etmişler ve Cub havza­ sına doğru yönelmişler, sonra Veb vadisi t o ­ yunca yayladan inerek, Mârilla yakınlarından itibaren şarka yönelmişler ve bir G alla kabilesi olan V a rd â y ’lar ile savaşarak, şimdiki mıntakalarım istilâ etmişlerdir. îs â k ’lar ve Dâıöd ’lar yukarıda anılan şimâl sâhillerinden gel­ mişler ve Dir ’ier ile Galla ’ları atarak, ara­ zilerini zaptetmişler dir. H a v iy a ’ler şimâl mmtakal arın dan gelm işlerdir; bunlar ilk önce Mareg şimalinde durm uşlardır; hâlbuki kardeş­ leri Acura n ’lar Gaita ’lar dan ve Ciddu Mardan Şabella vâdisini alm ışlardır; fakat aynı Ha­ v iy a ’ler nehre kadar ilerîlemişler ve AcurSn ’ları dağıtmışlardır. Şu hâlde Somali arazisi­



S öm a L I nin istilâsı tarihinde iki devre görülebilir: G a lla ’ lara karşı savaşlar devresi, sonra en İyi yeri zapt etmek için bizzat Somali zümreleri arasındaki savaşlar devresi. Fakat çok alâka uyandırıcı yazılı bir rivayette ( bunun arapça ya­ zılmış olan bir el-yazmasını te’min ettim ) S o ­ mali efsânelerinde bahsedilen savaşlar, yâni müstevli G a ita ’iar İle Cub havzasında oturan Z a n c’ler ( yâni Baritu halkı) arasında vukua gelen savaşlar hikâye olunur. Somali ’yi istilâ edenler şu şekilde sıralanabilir: zenci Bantu ’lar, sonra Kuşî Galla ’lar, en sonunda Kuşî Somali ’ ler. Bu sonuncular toprakların iç kısmının isti­ lâsında birbirlerini takip ederlerken, deniz sahilinde bulunan mıntaka, pek çok asırlardan beri, Arabistan ile sıkı ticâret münasebetle­ rine sahip id i; daha cenubî Arabistan kırat­ lığının £ bk. mad. HİMYa R ] ticarî müstemle­ keleri ile başlamış olan bu ticâret, İslâmiyet devresinde daha da kesif bîr hâl aldı. Bu arap müstemlekesi hâline gelmesinin neticesi olarak iki küçük devlet teşekkül etti : Zayla‘ devleti ile Makdişü devleti; bunlar umumiyetle soma* Üleşmiş araplarm veya kuvvetle arap kültürü te’siriııde kalmış Somaliierin mahallî hanedan­ ları tarafından teşkil ve idare edilmiştir. Mi­ lâdî XIV. asırdan beri inkişâf ederek devam eden Zayi a* kır allığı, kuvvetleri Grân kuman­ dası altında ha beşlere karşı yapılan savaşlar­ da yok olduğu zamana kadar, cenubî Habe­ şistan ’daki müteaddit müslüman devletler ile yapılan iç ticâret sayesinde, devam ve inkişâf etmiştir [ bk. madd. GRÂN, bir de HABEŞİSTAN. HARAR, ZAYLA* ]. Bununla beraber Makdişü devleti milâdî XIV. aşırda kışa bir refah dev­ resine erişm iştir; sonra inhitatı hemen-hemen sür’ atle başladı, zîrâ nüfus iç taraflarda otu­ ran Somali bedevilerinin gevşek mukavemet­ lerini yenebilecek iktidarda değil idi. Bir çok hâdiselerden sonra, MakıdişS,. Muzaffar ’ler sü­ lâlesi idaresi altında, XVI, asra kadar istik­ lâlini muhâfaza e t t i; XVII. asırda cÖmân ima­ mı tarafından işgal ed ild i; bu da bir kaç sene sonra, B anidir denilen bütün şâhiH, Makdişü İle birlikte, sakinlerine terketti, yalnız onları ken­ disini bukümdar olarak tanımağa mecbur etti, Maslçat devleti {X IX . asrın başında), ‘Omân sultanlığı ile Zangibâr sultanlığına bölününce, Makdişü taksimde Zangibâr ’a verild i; sultan­ lar, Makdişü, Marka ve Br&vS ’ya bir vali ile askerî birlikler yerleştirerek, burayı kendi memleketleri hâline getirmeği denediler. Fakat kısa bir hâkimiyet devresinden ( aş.-yk. 60 y ı l ) sonra, Zangibâr bu şehirleri İta ly a ’ ya sattı. Ne ol ursa* ol sun, memleketin içlerinde, S o ­ mali kabileleri müteaddit asırlar boyunca,



#55



tam bir İstiklâl içinde yaşamışlardır. Somali an’aneleri XVf. asırda Somalileri Sidâmâ ’İardan ayıran ve onları bu küçük hars merkez­ lerinden uzaklaştıran G a lla ’larm Habeşistan ’a karşı büyük istilâsından hiç bir hâtıra muhâ­ faza etmemiştir. Bununla beraber memleketin İçlerinde bâzı bölgelerde bulunan Som ali’nin bugünkü harsından üstün ve yerliler tarafın­ dan Acurân İa ra veya Madinia ’ler© isnat olu­ nan bir harsın izlerinin şimâl Sidâm â devlet­ leri harsı te’sîri altında kalmış olan bir yerli harstan ziyâde, cenup sahillerinin arapları ile daha Önceden sıkı bir temasta bulunan Somalilerin eseri olması faraziyesini göz önünde bu* lundurmak lâzımdır. Iç~Somalİ boylece XIX. asrın sonuna kadar müstakil kald ı; bu devirde Fransa ( 1884 'te ), Büyük Britanya ( 1884 ’te } ve îfcalya { 1889 ’da ) müstemlekelerini işgal ettiler. / . İ s l â m i y e t . Somaliler tamâmiyle müslümandırlar ve şâ fı’î mezhebindendîrler. Ne Maskat imamı, ne Zangibâr sultanları, Somali sahillerindeki kısa hâkimiyetleri müddetinee, Somali nüfusu arasında kendi Ib&zi görüşlerini yaymışlardır ; bunun neticesi olarak, sultanın valisi Somali ’den çekilince, ibâzîliğin artık hiç bir izi kalmadı. Avrupa müstemlekesi otan yerlerde asker ( ‘a s k a ri) veya işçi sıfatı ile Somali ’ ye hicret edip gelen araplar arasında bâzı Zeydîler bulunmaktadır, fakat bunlar İti­ katlarını halk arasında tel kî n etmemektedirler. Yetişmelerinin farklılığı ve tarihî gelişme­ lerinin ayrılığı sebebi ile, deniz sahili nüfusu ile iç taraflardaki nüfus islâmİyetın te’ sirini ayrı şekillerde almıştır. Bir çok asırdan beri müslüman harsına sahip arap merkezleri ile münâsebette olan ve tacir cemâatler hâ­ linde teşkilâtlanmış, bir kabilenin diğer ka­ bile ile münâsebetleri hâlinde değil de, mede­ nî bağlar İle birleşmiş bulunan sahil şehirleri, memleket içinde müstakil, sâhi! nüfusu karşısın­ da düşman ve itimatsız bulunan ve geniş ara­ zilerinde müşterek bir menşe’in bağı ile sıkı­ ca bağlı olan nüfusundan tabiî olarak daha kolay bir şekilde İslâmiyet'i kabul etmişlerdi. İslâmiyet propagandası eski miişriklik ve ka­ bilelerin Örfî hukuku ile mücâdele etmeğe mec­ bur oldu. Bu durumda, islâmiyetin memleket İçlerinde yayılması başlıca dinî tarîkatler sa­ yesinde mümkün olmuştur. Bu itibârla bura­ da Somali dinî harsının şu üç unsuru hakkın­ da bir az izahat vermek lâzım dır: İç-Somali ’de e s k i m ü ş r i k l i ğ i n k a l ı n t ı l a r ı , sahildeki m ü s l ü m a n h a r s ı , d i n î t a ­ rîkatler. Şüphesiz eski bir mukaddes raks olan sar merâşimİ m ü ş r i k l i ğ i n b i r k a l ı n ti s ı $a*



?5&



âOMALİ.



yılabilir. Yerli halk bir dâire şeklinde toplanır ve şarkıcılar, bosûsî bir ahenk ile, şarkı söyler. Bir veya bir kaç şarkıcı baygın bir hâlde ye?e düşer. Ötekiler şarkı söyleyerek ve ellerini çırparak, ayaklarını vurarak yahut davul ve dümbelek çalarak, sar ’ı çalarlar. Sonra ba­ yılmış olan kimse yavaş-yavaş ayağa kalkar, bir kama alır, yeniden bayılıncaya kadar, dâ­ irenin ortasında, kama sallayarak, raks eder; fakat tamâmiyle kendine gelmiş bir hâlde, der­ hâl tekrar kalkar. Sa r, kama yerine, elde alev­ li bir meş ’ale ile de oynanır ; Sab ’larda oyun­ cu dâireden dışarı çıkar, en yakın sık ormana girer ve oradan geri gelir, ve yüksek ses ile bağırarak, kana bulanmış kamasını gösterir ki, bunun Öldürülen cinin kam olduğu söylenir [ Bk, bir de mad. ZAR], Somalilerin müşriklik devrinden kalma di­ ğer bir merasimleri yılın ilk günü ziyafetidir, Somalilerin 365 günlük bir güneş yıllan var­ dır ; J yıl bir devre teşkil eder; her yıl haf­ tanın bir gününün adını taşır ; her devre, için­ de cereyan eden en mühim hâdisenin adını ta­ ş ır ; nitekim H a v iy a ’ler isnihta orrâh madö (»siyah güneşin pazartesi günü" ) ’dan bahseder­ le r; şüphesiz bu devre bir güneş tutulması sebebi ile böyle adlandırılmıştır ; S a b ’1ar sabdi f a r a n d { »avrupalı, frenk cumartesi günü" ) Men bahsederler, bu suretle kaptan Battego ’nun memleketlerine gelmesine telmih ederler. Y ılın ilk günü çok yaygın bîr aile bayramı olan dabşid ile kutlanır. Her aile kulübesinin yanında bîr sevinç ateşi yakar ve baba, bir tarafından Öteki taraf ma atlayarak, ateşin üze­ rinden geçer; yahut mızrağını ateşin ortasın­ da çevirir. Sonra umumî rakslar yapılır, bun­ dan sonra da şarkı söyleyen gençlerin geçitle­ ri başlar ve kurbanlar kesilir. ölümden sonra maddî hayatın devam ettiği­ ne ve ölülere yiyecek ve giyecekler te’min et­ mek zaruretine dâir halk inancını da zikret­ mek lâzım dır; bu da mezarın yanında davar kurban etmekle ve fakirlere et ve pamuk bez­ ler dağıtmakla yapılır ; bunların »yiyeceği ölü­ lere ulaştırdıkları" söylenir. Mirasın büyük bir kısmının bu merasimleri (»birlikte defnedi­ len şey") yerine getirmek için vasiyetnâmelerde tesbit edilmesi ve oğul İle yakınların »me­ zarı süpür ineğe", yâni bâzan kurban kesmeğe ciddî ihtimam' göstermeleri bu âdetten ileri gelmektedir. Diğer müşrik fikirlerin izleri ka­ bilenin mevrus reislerinin sihirli kudretlerinde bulunmaktadır; müşrik K u ş î’lerin kadîm gök tanrısı İçin güneş ne idi ise, bunların gözleri de onlar için aynı şeydir. Reisin »sıcak gözü" davara çok doğurma kabiliyeti verir veya ondan bunu alır, ölüm getirir, hasta eder



veya hastaları iyileştirir. Eski müşrik sihirbaz­ ların yerini müslüman âlimler almıştır. Bunlar vadâd adını muhâfaza etmişlerdir ve sihirli iş­ ler de yapabilirler. Koruyucu takdis, müşriklik zamanında olduğu gibi, tükürerek yapılır. Ke­ silen hayvanın başı, karnı ve ayakları, Somali Meki İslâmîyette, müşrik Kuşî itikatlarına uy­ gun olarak, necis sayılır. Gök tanrısının Somali dilindeki adlan ( /fö» ba ve Vak) şimdi Allah için kullanılmaktadır ve hattâ müşrik cin adı ( g ü l ; gali a. kolla amhar, k o lle) yeni lehçelerde talih, baht mâ­ nasında kullanılır. İslâmiyete karşı daha kuvvetli bir mukave­ met islâmiyetten Önceki arap hayatına büyük bir benzerlik gösteren bir İçtimaî teşekküle dayanan ve binnetîce müslüman şerîati ile ek­ seriya tezat hâiînde bulunan somali örfî hu­ kuku tarafından gösterilmiştir. Ölen bir kim­ senin zevcesinin Ölenin kardeşi ile evlenmesi ve dul kadının ölenin kardeşinden başka bir kimse ile yeniden evlenmek istediği takdirde, ölmüş zevcin yakın akrabalarına Ödeyeceği be­ del ( bununla beraber, Somaliler için, ölünün kardeşi olan ikinci kocanın çocuklarının, sâmîlerde olduğu üzere, birincinin oğulları ve soyunun devamı olarak telakkî edilmediğine, bilâkis ilk zevcin çocuklarının ikinci zevcin neslinden sayıldıklarına dikkati çekmek gere­ k ir ) ; kız kaçırmakla izdivaç; somalilerin zih­ ninde, öldürülen kimsenin yakm akrabalarının katilin şahsı üzerinde sahip oldukları bir e xd e i i c t o hakka istinaden, katilin kurtuluş bedeli sayılan kan bedeli; miras haklarından mahrum edilen kadınlar; kanun dışı bırakıl­ mış zümreler (bunlar ile izdivaç münâsebet­ leri kurulamaz, hiç bir şekilde onlar Üe te­ masta bulunulmaz, zîrâ bunlar dâimî bîr şe­ kilde necaset [ nacâsa ] hâlinde sayılır eski âdetin maharet ile İslâmlaştırıl masını kaydet­ mek gerekir ); şimal kabilelerinde son zaman­ lara kadar tesadüf edilen dışarıdan evlenme ve ayn İki şahıs arasında aktedilen izdivaç­ tan ziyâde, iki kabile arasında aktedilen izdi­ vaçların dikkate alınması gereken İzleri hakkındaki hükümler zikroîunabiiir. Bununla beraber sahilde, müslüman h a r s 11 merkezlerde, bilhassa XIX. asrın ikin­ ci yarısından itibaren ticâretin gelişmesinden sonra, müslüman âlimlerin çalışmaları arapça ya­ zılmış ve bilhassa tasavvuf mevzularını ele alan mahallî küçük bir edebiyat teşkil ediyordu. Basılmış başlıca eserler şunlardır: Şayh ‘Abd Allah b. Yusuf ’un al-Macmu at al-mubâraka ’sı, şekhâl zümresine mensup olan müellif ese­ rini Kahire ’de bastırmıştır ; Brava ( Baravâ ) ’ya mensup Şayh Kâsim b, Muhyi ’l-Din



SOMALİ. ’İn M a e m a 'a t a t - k a ş S ’ i d ’i. Bu son eser bir çok Somali müellife âıt olan manzûmelerin bir f dergisinden ibarettir; bununla beraber, a lMacmü'at al-mubâraka Şayh ‘Abd A llah ’m tasavvuf hakkmdaki beş risalesinden meydana gelm iştir; fakat bunun asıl alaka veren kısmı üçüncü ve dördüncü risaleleri olup, ilki alSikicin al-zâbiha ‘ala ’l-kilâb al-nâbiha (,,hav­ layan kopeklere karşı keskin bıçak") ve so­ nuncusu Naşr al-mu'minin cala ’l-maradat a lmulhidîn ( »dinsiz isyancılara karşı imanlılara yardım" ) adını taşır ve Sâlihiye tarikatına karşı şiddetli hücumları ihtiva eder. Somali ’ nin başka bir büyük âlimi Şayh A ves ( Uvays ) Muhammed al-Barâvi olup, Maema'at al-kaş a 'id ’de neşredilen iki manzumesinin yanında, Somali dilinde beş manzume kaleme almıştır ve kendisi arap alfabesi ile yazan yegâne şa­ hıs olmuştur; bu beş manzumeden biri Mad Mulla ’nm şâkirdierine karşı yazılmıştır, A rap­ ça bir çok tasavvuf? manzumeler yazmış olan (en çok yayılmış olanı Sirâc a l-u k ü l va 7sara'ir f i ’l-iavaşşul bi şayh cAbd at-K adir [ „Şeyh ‘ Abd al-K adir—aî*C ilâni—’e bağlan­ mak hususunda akıl ve içlerin meş’aiesi" ] ’dir ) Şayh ‘Abd al-Rahmân a!-Zayla‘ i ’ yi de zikret­ mek gerekir. Diğer bir Somali âlimi, Makdişu ’da şanşiya zümresinden olan ve daha çok Şayh Şîifi adı ile tanınan Şayh 'Abd at-Rah­ man b. 'Abd Allah ’dır ; kendisi al-Macmttat al-m uböraka’âe yayınlanmış olan Şacarat alyakîn („kesİn bilgi ağacı” ) veya al-Nııhzat al-yaklna f i mu'çizât H ayr al-bariya ( „insan« îarm en iyisinin mucizeleri hakkında gerçek k ısım ") ’nin müellifidir ve bu eser Somali sa ­ fîler muhitinde çok yayılmıştır. B ra v a ’ da bulunmuş olan bir el-yazması alBÜşiri ’nin ffam ziya 'sinin sevâhilİ diline man­ zum bir tercümesini ihtiva eder. Araştırm a­ ların daha eski başka el-yazmalarını ve arapçaSomali dilinde vesikaları meydana çıkarması muhtemeldir. Somali ’de dört t a r i k a t vardır : K âdiriya [bk. m ad, 'A B D A L - Ç Â D İR A L - c I l A n Î veya ALCÎLÎ ] ; Ahmediya, yâni XIX. asrın yansında ‘A sir Me, Ş a b y a ’ da Ölmüş olan Ahmed b. İdr i s ’in tarikatına mensup olanlar; Ahmediya ’nin daha muahhar bîr kolu olan Şâlihiya ( k u­ rucusu ve reisi Mekke ’de oturan ve Ahmed b. İdris ’in müridi olan sudanlı mutasavvıf İb­ rahim al-Raşidi ’nin müridi Muhammed Salih ’t ı r ) ; R ifâ 'îy a , Sayyid Ahmed al-Rifâ'İ ’nin tarîkati. Yukarıda tasavvufî eserlerin yazar­ ları olar^-k anılan âlimlerin hemen hepsinin mensup ^«Jîduğu K adiri ya tarîkati mensupları Somali ’nin en bilgili ve en çok asrileşmiş ŞÜmreşini teşkil ederler; yayıldıkları şaha az­



' 75?



dır ve hiç bir İktisadî teşkilâta sahip değil­ lerdir, fakat bunlar zirâat ten daha çok, öğ­ retim ile meşgul olurlar. Somali Kadiriler i, bîr çok yıllardan beri, Ş âlih iya’ mensupların­ dan şiddetli bir fikir ve duygu ayrılığı ile ayrılm ışlardır; ilk önce Muhammed S a lih ’in sâdık bir arkadaşı olduğunu bildirmekle mü­ câdeleye başlayan Mad Mutla ’ya karşı K adiri­ ler tarafından tenkitler ileri sürüldü [ bk. mad. MUHAMMED B. ‘ABDALLÂH HASSAN ] ; bunlar *327 ( 1909 ) ’de Mulla.’nm tarafdarlarma Şayh A ves b. Muhammed al-Barâvi ’yi öldürttüîer. Şayh ‘A bd Allah ’m kitabı ( al-Macmu at al-mubaraka) ve Şayh Kâsim M uhyi’l-Din al-Barâvi ’nin bir manzumesi neşredildikten sonra, Ş â li­ hiya mensupları, lakum dinukum va ll d in i na­ karatı ile, tecâvüze uğradıklarından, daha az şiddetli olmakla beraber, hücumlar yeniden başladı. Şâlihiya mensuplan, bilâkis, kabileler üzerinde siyâsî bir nufûz kazanmağa çalıştılar ve bilhassa nehirlerin kıyılarında bir ziraatçı cemâatler teşkilâtı kurmakla meşgul oldular. Mulla hareketi Veb vadisinde, 1917 ’de Habe­ şistan ’a karşı Sayyid Muhammed Yusuf ’un is­ yanı Şâlihiya ’ye mensup reislerin idaresi al­ tında yürütüldü. Diğer taraftan Şabella vadisi boyunca uzanan ve davar yetiştirmekle meşgul olan Somali bedevileri tarafından ilk Önce bi­ linmeyen „kara topraklar" bir çok yerlerde kabileler arasındaki mücâdelelerden ve başka siyâsî vaziyetlerden İstifâde etmekte oldukça maharetli olan Şâlihiya mensuplarının istek­ lerine mevzu teşkil e t t i; onlar bu sûretle zirâate en elverişli mıntakaîarı kabilelerin ken­ dilerine vermesini te’mine çalıştılar. Ahmediya mensupları daha azdırlar ve her ne kadar umu­ miyetle Şâlihiya ’den çok Öğretim ile meşgul olurlar ise de, yine de Şâlihiya mensupları gibi, topraklar elde etmek fikri içinde yetiş­ mişlerdir. K adiriler ile Ahmedilerde gerçek bir dereceli teşkilâtı yok ise de. Salih iler Italyan Somali s i ’nde „M işra" (Şabella vadisi ortasınd a) zâviya ’si reisi tarafından idare edilirler ki, kendisi bütün bölgede Muhammed S a lih ’in naibi idi. Italyan Som alisi’nde, yer­ liler arasındaki hukuk İşleri bâzı cinayetler ve siyâset ile ilgili bâzı hâller müstesna ol­ mak üzere, bir müslüman kâzİ ’nın idâresindo idi. K â iİ ’nın hükümleri şu tâbirler ile b a şla r­ d ı: bi ’smi ' ilahi ’l-rahmân al-rahim \ innani ah kumu bi şar t at al-islam b i's tik lâ f al-m alik al-mu azzam m alik a l-İ tâli ya . . . (rahman ve rahim olan Allahın adı ile, ben büyük kıral, İtalya kiralına isühlâf ile İslâm şeriati ile hükmederim , , , ) , [ ikinci dünya savaşından sonra, İngiliz ve İtalyan Somali ’leri |>ir arada Somali Çumhıj-



7S*



SOMALİ - ŞÖMÂY.



ri ye t ini meydana getirmiştir { I temmuz 1960 ). "Şimdi nüfusu aş.-yk. 2 .0 0 0 .0 0 0 ’dur. Fransız Somalisi ise, 1957 ’de Fransız Birliğine bağlı bir bölge hâline getirilmiştir (nüfusu aş.-yk, 70.000) ]. B i b l i y o g r a f y a ; C o ğ r a f ya. Gu• illain, Documents sur l’ hisioire, la geogra• phie et le commerce de V A friq u e Orientale ' (P aris, 18 5 6 ); Burton, First Footsteps in East 'A fric a ; V. Bottego, II Giuba esplorato (Rom a, 18 9 5); L. Vannutelli ve C. Citerni, V Omo ( Milano, 1899 ); U. Ferrandi, Lugh, emporio commerciale sul Giuba ( Roma, *9o3); C. Citerni, A ile frontiere meridionalî d eli' Etiopia (Milano, 1 9 1 2 ) ; Robecchi Bricbetti, Somalia e Benadir ( Milano, 1899 ); ayn, mil,, N el paese degli Arom i ( Milano, 1903 ); R . E. Drake Brockmann, B ritish Somaliland ( London, *917 )» A . Hamilton, Som aliland (London, 1 9 u ) ; A . Donaldson Smith, Through unknotan A f rican Countries ( London, 1897 ); E. Hoyo3, Zu den Aulihan (Viyana, 1895)5 F. Jousseaume, Impression de voyage en Apharras ( Göte française des S o m alis), Paris, 1 91 5; F. Storbeck, Die Berichte der arabischen Geographen des Mittelalters über Ö stafrika ( M S O S A s., XVII, 2. cüz, Berlin, 1914); Stefanini ve Paoli, R icerche geologiche, idrologiche ete. nalla So­ malia Italiana (Floransa, 1916). E t n o g r a f y a ve Ör f h u k u k u . P, Paulitschke, Ethnographie N ord-O st-A frilda ( Berlin, 1893 ); E. Cerulli, II diritio consuetudinario della Somalia Italiana settenirionale ( Napoli, 1919 ); ayn. mil., Testi di diritto consaetudinario det Somali Merrehön ( R S O, Roma, 19*8, V II) ; M. Colucci, P rincipîi di diritto consuetudinario della Somalia Jta lia n i: i gruppi sociali e la proprietâ (Floransa, 1924); E. Cerulli, Note sul movimenio musulmana nella Somalia { R S O , Roma, 1923, X ), D i I. Hunter, A grammar o f the Somali language { Bombay, 1880 ); A . W. Schleicher, Die Somalisprache (Berlin, 1 892); L. Reinîsch, SehleicheFs Somalitexte (Viyana, 19 0 0 }; Fr. E, de Larajasse ve C. de Samnont, Practical grammar o f the Somali lan­ guage ( London, 1897 ) î Fr. de Larajasse, Somali E nglish and E nglish Som ali diciionary ( London, 18 9 7 ); L. Reiniscb, Som ali­ sprache (V iyana, 1901 — 1903 ), 3 c ilt ; A. Jahn, Som alitexte (Viyana, 1906 ),* J . W .C. Kirk, A gram mar o f the Som ali language (Cam bridge, 19 0 5 ); E. Cerulli, Note sui dialetti somali { R S O , Roma, 19 21, V III) ; M. ypa Tiling, Som ali-Texiç (Berlin, 192Ş),



T a r i h . İngiliz dış işleri bakanlığının veya müstemleke dâiresinin Somali meselelerini ele alan Mavi kitapları, Italyan dış işleri bakanlığının Yeşil kitapları ve İtalyan Somalisi valilerinin parlementoya gönderdikleri açık raporlar yanında bk. E . Cerulli, Iscrizioni e documenti arabi per la storia della Somalia { R S O , Roma, 1926, X I ); ayn. mil., Le popolazioni della Som alia nella tradizione siorica locâle { R R A L, Roma, 19 26 }; ayrıca bk. maddi HARAR. MUHAMMED B. 'A B D ALLAH HASSAN ve ZAYLA'. \



(E



n r ic o



C e r u l l i .)



S O M A Y . ŞO M AY, İra n ’ın garbında, Rizâ’ iya vilâyetinin t ürk hududunda bulunan bir k a z a s ı d ı r . Şöm ây „görüş“ demektir ( krş. farşça sümaı „termînus, finiş, scopus", Vullers. 11, 352 )• Şömay şimalde, Zola-çay ( Şepîren, Salm âs, b. b k ,) havzasından Bere-di, Uncaîık ve Ağvân dağları He a y rılır; şarkta Anzal na­ hiyesi onu Urmiye gölünden ayırm aktadır; eenûb-i şarkîde, Brâdöst nahiyesi cenubunda, Şayh-BSzid dağı bulunur; cenûb-i gârbîde Kotül zirvesi vard ır; garba doğru Bânegâ dar boğazı türk sahasının içerilerine doğru { Bâjirgâ, Gever nahiyeleri) bir çıkıntı teşkil eder. Şömây bâzan Şepirân ve Anzal-i B âlâ nahi­ yelerini de içine alıyordu. Şömây asıl havzanın sularım götüren Nazîuç a y ’m bİrî (H asani, Berdük ) Bânegâ dar bo­ ğazından gelen şimal kollan ile sulanır. Bu kollar Berdtîk ’un şarkında birleşir ve Brâdöst ’a doğru yönelerek, orada BâjirgS boğazından gelen kolu alır, Nâzlu-çây ile birieşerek, Ur­ miye [ b. bk,] ovasının şimâl-i şarkîsinde go­ le dökülür. Şaraf-nâm a ’ye göre Şömây ile Brâdöst Hasanöya ( Haşanavayh ) sülâlesi mensuplan tara­ fından idare edilmekte id i; bunlar Büveyhîterden Şams al-D avla’nin 405 ( 10 14 ) ’te Hilâl b. B a d r’i uğrattığı mağlûbiyetten sonra [ bk. 1 A , V, 337b ] şimale doğru çekilmişlerdi. XV. asrın başında, Şaraf-nâm a bu aileden Ğ âziKirân b. Sultân Ahm ed’i zikreder; bu şahıs, savaşları sebebi ile, Şah İsmâ'il I . ’den Şömây, Tergever ve Döl nahiyelerini atmış idi. Fakat sonra Sultan Selim tarafına geçti. Van valisi­ ne tabî olan ha'.eflerİ bir takım kollara ayrıl­ dılar. Şaraf-nâm a ’nin zikrettiği son Şömây m îr ’i A vliyâ Beg ( 9 8 5 * l $ 7 7 ’den itibaren) ’dîr. Evliya Çelebî [ b. bk.], 1065 ( 1654 ) ’te Van ile Urmiye arasındaki mmtakayı dolaştığı sı­ rada, Ğ âzi-Çirân kalesi Urmiye ovasına hâ­ kim olan bir kaya üzerinde mevcut id î; bu esnada Şöm ây’m garp kısmı Pinyâniş kabile­ si (şimdi T ü rk iy e ’dç Gev&r vş Albak kazâla,*



ŞÖMÂY - SONGHOY.



?$9



B i b l i y o g r a f y a t Şaraf-nâm a, 1, 296 rtnda y a şa r) tarafından işgal ediliyordu. Ber­ —300; Evliya Ç e leb i,İseyahat-nâme (İstan­ dük ’un sahibinin adı Çolak Mir 'A ziz idi. Bu bul, 13 15 ) , IV, 377—283; Derviş Paşa, Rapkale Bânegâ ( Berdük ’un 5—6 km. yukarısın­ port o ffic ie l du commissaire pour la d elida ) ’mn ayn\ olarak kabul edilebilecek olan mitation turco-persane en 1269 = 1852, isimsiz Kal'a-İ Pinyaniş ’İn aşağısında bulunuyordu. olarak basılmış ( İstanbul, matbaa-i âmire, Evliya Çeîebî ’nin ziyaretinden az zaman son­ 12 8 6 ); yem' baskı ( İstanbul, 1 321 ); Çirikov, ra, çok ilgi çekici âbideler vücûda getirmiş olan Putevoy ju rnal (Petersburg, 187Ç ), s, 573 Şömây emirlerinin Pinyaniş kabilesinden olupv. d d .; H. Binder, Aus Kurdistan (P aris, olmadıkiarı pek vazıh değildir. Berdük ’da beyaz 1887), s, 1 08—1 1 2 ; V. Minorsky, M aieriali ve siyah taşlardan yapılmış bîr eâmi (Âu&fea) po Vojioku, II, 4 7 7 . (V . M i n o r s k y .) ve 1071 ( t 6 6 o ) ’de ölmüş olan G azi B e g ’in Ş O M A Y . [ Bk. şö m â y .] oğlu Na?ar Beg ’in mezarını ihtiva eden bir SO M E N A T . [ Bk. sûmenâT.] mezarlık bulunmaktadır. Bunun oğlu olup, SO M N A T . [B k. sûmenâT.) Sultan unvanına bakılırsa — zira, ^sultanlık" SO N G H O Y . SONGHOY (S on go î), veya bir tevcih ile alınmış olan bîr malikâneyi ifâde etmektedir —, İktidarım sağlamlaştırmış Songbay muhtemelen aslında N İjer’in Bourem olan Sultân Tâki çok güzel ve heybetli Bâ- ve Say arasında kalan vadisine ve bu mintanega kalesini inşâ ettirmiştir. Bununla beraber kanm sakinleri ile bunların kurmuş oldukları inşâ tarihi { 1078-= 1667 ) eski Kal‘a-i Pinyaniş hükümdarlığa verilmiş olan bir isimdir. Daha ’in yeniden inşâsı ile de alakalı olabilir. Ka­ sonraki tarihlerde bu isim, devletin hudutları lenin girişinde kaya üzerinde kaba bir şekilde yukarı kısımda Debo golüne ve aşağı kısımda kazılmış bir kitabenin bakiyeleri görülmekte­ da Dahomey ’in şimaline kadar genişledikten dir : şâhib mâlik... Sultân Murâd b. Sultân... sonra, bu büyümüş devlet veya balkının bü­ (?). Kalenin aşağısında Zâl-ı ‘ Adil adlı biri yük bir kısmının konuştuğu Dyenne, Tımbuktarafından inşâ edilmiş olan ( 1 10 3 = 16 9 1 ?) bir tu, Gâo, Dendi lisanları ve Zer ma veya Cer ma Hbâdat-hâna ile bir cami bulunmaktadır. Bu arazisi için kullanılmıştır, Songboy devletinin VII. (m . s.) asırda ber­ yapıların üslûbu Van ’m şarkındaki Mahmüdi ( Hoşab ) kalesi üslûbunu hatırlatmaktadır ! krş. beri asıllı olup, sülâlesi önce G âo ’nun 150 km. aşağısındaki Bentia adasında Gungıya Binder, s. 126 v. d d .). 1 1 3 6 ( 1 7 3 6 ) ’da Şömây sancağının veraset veya K u k iy a ’ yı takriben 1000 senesine kadar Üe işbaşında bulunan reisi Fâtim H an ’a, yap­ ve daha sonra G â o ’ nun kendisini veya GSotığı hizmetlere karşılık, Osmanlı hükümeti gâo ’yu idare etmiş bîr şahıs tarafından ku­ komşu Salmâs, Kerdkazân (?), Karabâğ ve rulduğu söylenmektedir. Bu sülâlenin hüküm­ Enzel nahiyelerinin idaresini verdi (k rş. v. darları 1335 senesine kadar ca veya za ve bu tarihten sonra ise, sonm, sun, san veya ş î un­ Hammer, G Ö R 2, IV, zı ı ). XIX. asırda, iranlılar tarafından cesaretlen­ vanlarım almışlardır. Kıratlığın Aiyaman isimli dirilen Şakak ’îar yavaş-yavaş Şömây ’ı ele ge­ kurucusunun bir hırîstiyan olduğu ileri sürül­ çirdiler. Derviş Paşa ’ya göre, Bânegâ ‘A li müştür. Bunun halefleri içinde İslâmiyet! ilk  ğa Şakak tarafından ( 13 5 7 3 0 18 4 1’e doğru) kabûl edeni, XI. asırda payitaht G â o ’ya nakle­ dildiği zaman hüküm sürmüş olan Ca Kosoy tahrip edilmiştir. 185» ’de Çirikov „ Ş 5mâ y ’ın irsi valisi" olan veya Kosay olmuştur, Songhoy, o zamanki hükümdarı meşhur bir Parrov Han ’dan bahsediyordu, Bu zât bir aralık B râ d ö st’u ele geçirmiş İdî. 1893 Te Ş a ­ Gongon Müsâ veya Kankan Musa olan Mankak *1ar G unbad’da mir ’ler ailesinin son tem­ dingo veya Mali kıralhğı ile 13 2 5 ’te birleş­ silcisi olan Kılıç Han adlı bir şahsı öldürdüler. miştir. Bu hükümdar Mekke ’den hacc dönüşü Şömây ’dakİ eski eserlerden şunlar zikre­ Gâo ’ ya gitmiş ye orada kendisine bîat eden d ileb ilir: 1. Zincir-Kate kalesi (Şöm ây ile yeni tabii Ca Asiboy veya A stb a y ’m iki oğ­ Salm âs [ b, bk.] arasında ); bunun Evliya Çele­ lunu da rehine alarak, memleketine dönmüş­ bi ( IV, 2 8 ı ) ’nin zikrettiği ve adı ( aym zamanda, tür. Bu iki kişiden ‘Aii-Kolon daha sonra Mali Ferhad-Kapu) Blau, Peterm. M iti,, 1863, s. payitahtından kaçarak Gâo ’ ya gelmiş ve ken­ 201 — 2 1 0 ’da da bulunan „şeddâdî" K arnı­ dini, sonni ünvâm ile, hükümdar ilân etmiştir yarık inşâatına tekabül etmesi gerekir ; 2. Ko- U 33S)* 1464 (veya 14 6 5 ) ’te tahta 'A li-Ber (Büyük tül dağında kayaya kazılmış bir oda; 3. Nazlu-Çay ’m Urmiye ovasına çıktığı sahada ben­ 'A li ) denilen bir başka sonni ‘A lî çıkmış, zer odalar. Bütün bu âbideler ,,Van" devrin­ Songhoy ’u Mandıngo hükümranlığından kur­ den kalmış olmalıdır bk. Minorsky, fÇelaşin, tarmış ve 1468 ’de Timbuktu ve 1473 ’te Dyenge ’yi fethederek, hudutlarını, bilhassa G âo ’nug ga ph k i, 1917, XXIV, 190), i



'



i



7 6 of



SONGHOY -



üst kısmında, epeyce genişletmiştir. O n u n sa­ yesinde Songhoy büyüyerek küçük bîr tâbi devlet durumundan kurtulup, kuvvetli bir kıralhk hâlini aldığı için bu hükümdar asıl kurucu sayılabilir. Fakat bu şahıs memle­ ketinde iyi bir şöhret bırakmamıştır. Timbuktuîu vak’anuvisler onu, zâlim ve hiç değilse, sureta müslüman olduğu hâlde, Allaha karşı Hürmetsiz ve sefih olmakla, ilim ve din adam­ larına karşı çok fena davranmakla itham et­ mektedirler ; 1492 ’de kazaen bir selde boğu­ larak ölmüştür. Yerine geçen ve ancak bir kaç ay hükümdarlık edebilen oğlu Bakarı veya Bari ile tahtta takriben dokuz asır kalan alYaman sülâlesi 1493 ’te sona ermiştir. 'A li-B er ’in en iyi kumandanı S illa fırka­ sından olan Muhammadu Türe isimli bir Sarakolle 14 9 3 ’te tahtı eline geçirmiş ve yeni bir hanedan olan askıya ’ yi kurmuştur. Epeyce parlak olan hükümdarlığı zamanında Songhoy en yüksek seviyesine erişmiştir. Sathî olarak isiâmiyeti kabul etmiş olan, fakat müşriklere de müsamahalı davranan askıya Muhammadu 1496— 1497 senelerinde Mekke ’ye hacca gitmiş­ tir. Giderken yolda al-Suyüti gibi itibâr sa­ hibi kimseler ile tanışmış, onun nasihatlerim dinlemiş ve mukaddes şehirde, Mısır ’dakî A b ­ basî halîfesi al-Mutavakkil ’in teklifi üzerine, büyük Şerif Mulay al-'Abbâs ’ın eliyle Takrür ( yâni Sûdân ) topraklarının halîfesi tâyin olunmuştur. Büyük şerif G âo ’ya Ahmed alSekli isimli amca-zâdelerinden birini de yol­ lamıştır. O sıralarda Tlem sen’in meşhur İsla­ hatçısı al-M eğili askıya Muhammadu ile de­ vamlı muhabere hâlinde idi ve hattâ 1502 ’de Gâo ’ya giderek onu ziyaret de etmiş idi. Bu hükümdar birbirini takip eden m uvaffakiyetli seferler ile fetihlerini aşağı Senegal ’e, garbda A ir ’e, şarkta Bornu hudutlarına ve cenupta Segu ’ya kadar uzatmış ve Songhoy evvelce cenubî Su dan ’da Mali imparatorluğunun sahip olduğu sahaya yerleşmiştir. Bu hükümdar aynı zamanda bir dâimi ordu, Nijer nehiri üzerinde ikmâl gemilerinden kurulu bir filo, devlet ha­ zînesini zenginleştirmek için, bîr vergi ve tediyat usulü ihdas ederek ve iyi bir şekilde tanzim edilmiş faaliyet programları, mahallî idareler, askerî, siyâsî ve idârî dâireleri, hâ­ kimler ve polis vâsıtası ile, bâzı esaslar çerçe­ vesine alarak, memleketini takdire şâyân bir şekilde idare etmiştir. Alimlere ve münevverlere ihsanlarda bulunarak, bunları tebcil ve hi­ maye etmiş, sonradan müslüman harsının hâkikı bir ilim merkezi ve tanınmış bir ilim ye­ ri hâliik ^afan Tîmbuktu ’da mekteplerin açıl­ masını teşvik için bütün gücünü harcamış ve hşr türlü gayreti göstermiştir.



SÖSÖ.



Ne yazıktır ki, bu seçkin hükümdarın etra­ fındakiler basit ve hattâ nefret uyandırıcı kimseler olmuştur. Bunlar, o kor olunca, oğlu Musa vâsıtası ile, kendisini 1528 veya 15 2 9 ’da tahttan indirmiş, yeğeni Bengan-Korey da onu 1 531 senesinde Nijer üzeTİnde bir adaya sür­ dürmüş ve o da bu adada 1538 ’de bedbaht bir şekilde Ölmüştür. 1528 veya 15 2 9 ’dan 1591 ’e kadar GSo tahtına sekiz hükümdar gelmiştir. Bunların ekseriyeti zâlim, hodgâm ve sefih in­ sanlar olup, vakitlerini birbirlerini katletmek veya aç gözlülüklerini ve ihtiraslarım tatmin ile geçirmişler ve böyîece kısa bir zaman sonra hanedanları müessisinin yaptığı büyük işlerin birer-birer bozulmasına sebep olmuşlardır. Aralarından yalnız bir tanesi, Muhammadu ’nun oğullarından askıya D a’ûd ( 1549—1583 ) erkek kardeşleri ve yeğenlerinin sebep oldukları in­ hitata mâni olmağa çalışmıştır. Bu inhitat on­ dan sonra daha da süratlenm iştir. Bunun üzerine, Fas sultanı Ahmed al-Manşur at-Zahabi o zamanlar Songhoy ’un sahip oldu­ ğu Teğazza tuz mâdenlerini, ele geçirmek ve hazînesi için Sudan ’ın altınlarını elde etmek maksadı ile, büyük bir kısmı Ispanyol firari­ lerinden kurulu 3.000 kişilik bir kuvveti Cüder Paşa kumandasında, 1590 ’da G âo ’ya karşı yol­ lamıştır. Bu sefere kat ilanların üçte ikisi yol­ da açlıktan, susuzluktan ve yorgunluktan öl­ müş ise de, geri kalan ve üstün silâhlara sahip olan bin kadar asker ile Cüder, G âo ’nun az şimalinde bulunan Tondıbi ’de, 12 mart 1591 ’de sâdece mızraklar, oklar, kılıçlar ve kalkan­ lar ile mücehhez son askıya İshâk ’m 40.000 kişilik ordusunu yenmekte güçlük çekmemiştir. BÖylece Cüder, kendini yormadan, Gâo ’ya gir­ miş ve Timbuktu ’yu karargâh yaparak, kendi seçtiği ve elinde bir kukla olmaktan başka bir şey ifâde etmeyen bir askıya ’yı tahta geçir­ miştir. G â o ’nun alt kısmında kalan mıntakadâ, faslı askerlere karşı istiklâlini koruyabilen Den­ di isimli ve Muhammadu ahfadından gelen a$kiya ’lar tarafından idare edilen küçük bir hü­ kümdarlık kurulmuştur. Fakat o sırada artık Songhoy devleti de ortadan kalkmıştır, Sonni 'A li-B e r ’în devleti kuruş tarihi kat'î kabûl edilecek olursa, bu devletin ömrü 127 sene sür­ müştür (14 6 5 —159 1 ). B i b l i y o g r a f y a : *Abd al-Rahman al-Sa'd i, T ârik al-Südân, ( trc. Houdas), Paris, 1900; M. Delafosse, Haut Senegal N iger (Paris, 19 12 ); Mahmnd KâU, Târih al-Fattah (tre, Houdas ve Delaf osse ), Paris, 19*3.



(Maurîce Delafosse.) SÖ SO . SÖ SO — veya Malinke telâffuzuna gö­ re S u su —eski F r a n s ı z S u d a n ’mda, şimdjki M ş l i c u m h u r i y e t i m d e , Bppıpjcç



SÖSÖ — SÖĞÜT, ’nun 200 km. kadar şimâl-i şarkîsinde b i r y e r olup, burası bir zamanlar Sarakolle ’ler tarafından iskân ve idare edilen bir kırallığın pâyitabtı idi. Sösö kırallığı da aslında meş­ hur Gana İmparatorluğunun tabii idi. İstik­ lâlini, XI. asırm sonlarına doğru, bahis mev­ zuu imparatorluk, payitahtlar mm Murâbıtİar tarafından zaptı ile ( 107Ö), inkıraz bulduğu zaman kazandı, O zamanlar S ö s ö ’ya hükme­ den Cariso hanedanı Sarakolle ’li bir müslüman ailesinden geliyordu. Bu hanedan takri­ ben 1180 ’de yine bîr Sarakolle olan, fakat putperest ve demirci Cara Kant e kastına men­ sup bir asker tarafından devrildi. Sumanguru (veya Sumahoro) Kante isimli halefi, eski hu­ dutlarının şimal ve cenup kısımlarında fetih­ ler île, bilhassa Vağadu ve eski Gana impa­ ratorluğunun payitahtı Kumbi ’nîn içinde bu­ lunduğu Bağana ve Bamako yukarısında Üst Nijer ’in iki yakasında da yer alan Manding veya Mali gibi bâzı eyâletleri devletine kata­ rak, S o s ö ’nun evvelce az olan itibârım şâyân-ı dikkat bir şekilde yükseltmiştir. İbn Haldun ’a göre, Sösö ordusu Gana payitahtını 1203 ’te aldı, ibn Haldun ’un metinlerinin yanlış bir tefsiri bu fetihi Füta-Caîîön ’da veya Sösö ’nun 570 km, kadar cenûb-i garbisinde bulunan garbı mayiilerde yaşayan ve bu şehir ile temâmen tesadüfi olarak bir isim benzerliğin­ den başka aralarında müşterek bir şey bulun­ mayan Süsü veya Sösö halkına atfetmiş bu­ lunmaktadır. Bir putperest olan Sösö kıralı Gana ’lı müslümanlara işkence yapmıştır ve müslümanlar, bu durum üzerine, kiralın cebrî hareketlerinden kurtulmak için, 12 2 4 ’te Biru veya V âlata ’ya kaçarak, burasım bir müslümanlık merkezi hâline getirmişlerdir. Sumanguru Kante, Manding ’î ancak Kum­ bi ’ yi aldıktan sonra, zaptetmeğe teşebbüs et­ miş ve bu teşebbüsünde muvaffak olmuştur. Bir rivayete göre, o 1224 ile takriben 1230 seneleri arasında, Manding ’in 1 1 hükümdarını tahta çıkışlarım müteakip öldürtmüştür. Fa­ kat bunlardan İbn Haldun tarafından MariCata denilen ve bütün cenubî Sûdan ’da Keyta ailesine mensup Sun-Cata veya Son-Cata diye bilinen on İkincisi ona şiddetle karşı koy­ muştur. Bu emîr sadece Manding ’de değil, fakat kendi memleketi gibi Sösö kiralının kan dökücü istibdadından kurtulmağa çalışan kom­ şu memleketlerden de çok sayıda taraftar top­ lamağa muvaffak olmuş ve Sösö ’nun üzerine yürümüştür.‘ İki ordu aş.-yk. 12 3 5 ’te, Kulîkoro civarında, Nijer yakınındaki Kirina ’da karşı­ laşmıştır. Rivayete göre, Sun-Cata hasmmı, Sumanguru’nun tana ( ta b u ) ’sı olan beyaz bir hçro? mahmuzunu okunun ucuna takıp, onu



761



bu ok ile vurmak suretiyle bertaraf etmiştir. Okun saplandığı hasım gözlerden kaybolmuş veya hâlâ Kulîkoro köyüne hâkim bir yerde gösterilen bir taş hâlini almıştır. Ne olur ise olsun, Sun-Cata ’nm Manding ’i Sösö ’nun vesâyetindea kurtardığı, şehirî ve bu şehiria pâyitahtlık ettiği bütün memleketi ele geçirdiği ve fetihlerini, şimale doğru, 1240 yılında ala­ rak, tamamen yakıp-yıktığı G a n a ’ nın eski pâyitahtma kadar genişlettiği ve boylece Sösö devletinin kısa ömürlü üstünlüğü yerine Man­ ding veya M a li’ ninkİni kâim kıldığı bir ha­ kikattir. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, H istoire des Berber es ( trc. de S İane ), Cezayir, I8S2—1856; G, Adam, Legendes historigues dtz Pays de Nioro ( Revue Coloniale, Paris, 19 0 4 ); M. Deîafosse, Traditions historiçues et legendaires da Soudan Occidental ( B alletîn da Comite de P A frigu e Française, Pa­ ris, 1 9 1 2 ) ; ayn. mil., Haat Senegal (Paris,



1912 ^



(Maurîce Delafosse.)



SOSO. [Bk. sösö.] SÖ Ğ Ü D . ( B k . S Ö Ğ Ü T .] SO G Ü T , Marmara bölgesinde B i l e c i k vilâyetine bağlı kaza merkezi. Takriben 1.000 m. irtifâındaki bir yayla düz­ lüğüne hâkim tepelerden çıkarak, bu yaylanın şimal kenarından dar bir boğaz içinde inen Söğüt deresinin tepelik bir çevre ile kuşatılan küçük bir ovaya açıldığı yerde, deniz seviye­ sinden 650 m. irtifada kurulmuştur. Adı geçen dere, buradan itibaren, çok defa dar boğazlar içinde şimâl-i garbîye doğru akarak, Sakarya nehrinin kollarından K arasu ’ya, Bilecik yakın­ larında, karışır. Söğüt kasabası, Bilecik demir -yolu istasyonuna 25, Bilecik şehrine 29 km. mesafededir ve en fazla ticarî bağlılığı bulu­ nan Eskişehir ’e $3 km. uzaklıktadır; bunlar­ dan başka Söğüt talî yollar île, bir yandan cenupta komşu kaza merkezi Bozüyük (25 km.), bir yandan da şarkta orta Sakarya vadisine ( İnhisar, Mihalgâzî v. b . ) bağlıdır. Her ne kadar bugün Söğüt-îç Anadolu ( Ankara, E s­ kişehir ) Akdeniz ve iç batı Anadolu ( A n­ talya, Afyon, Kütahya ve Konya) bölgelerini Marmara kıyılarına ve İstanbul ’a bağlayan en işlek yollara göre az-çok sapa kalmış durumda ise de, yine ikinci derecede bir düğüm noktası teşkil etmektedir. Karasu vadisini boylayarak, Şİmâle çıkan yol ile Eskişehir ’i Bursa ’ya bağ­ layan doğru yol ortaya çıkmadan önce, İstan­ bul ’un doğrudan-doğruya veya Marmara iske­ leleri üzerinden İç-Anadoîu ’ya bağlılığını sağ­ layan yollar ( Karamürsel-îznik-Eskişehİr, Gem­ lik veya Mudanya-Bursa-Bilecîk-Eskişehir yol­ la r ı) Söğüt ’ten geçerdi ve buraşı, bilhassa İş-r



763



SÖĞÜT,



tan bul ’un fethinden sonra „hacc yolunun** bir konak yeri olmuş idi, Bundan çok daha evvel de İran, Roma ve Haçlı ordularının bu yol­ dan geçtikleri bilinir. Soğut ’un yerinde kadım çağa âit bir iskân noktasının bu’ unup-buîunmadığını bilmeyoruz. Bizans devrinde burada Thebasion veya Seva­ si on adlı bir kasabanın bulunduğu rivayet edi­ lir, Ne olursa olsun, Soğut tarih sahnesine, marnf ağaçtan türeyen bugünkü adı ile çıkmış bulunmaktadır (arapların B a ld a i a l- Ş a fş â f tercümeleri de bunu göstermektedir: Yakut, Mu'cam j keza farsçada H itfa-i bid). Eski türk kaynaklarında kasabanın adı Sögüdcük = Sö­ ğütçük şeklinde geçer ( Tevârih-i âî-i Osmûn, nşr. G ie se ; Oruç Bey ve hattâ XVIII, asırda Mehmed Edîb böyle yazarlar ; krş. Taeschner, I, l o l ), SÖğütlii-Saraycık adına gelince, bu ismin ikinci kelimesinin Söğüt yakınındaki başka bir köye ait olması muhtemeldir. Sö­ ğüt İsminin arapça Şafşâf ’tan tercüme edil­ diği, bunun İse, grekçe Sevasıon ’dan türe­ miş olması ihtimâli pek kuvvetli görünmeyor ( t. H. Dânişmend, O sm anlt tarihi k ron o­ lo jis i , I, 514). Söğüt havâiİsi, İslâmî yetin zuhurundan sonra, vakit-vakit arap ordularının veya akıncı kuv­ vetlerinin geçici istilâlarına uğradı, Kâtİb Çe­ lebi, Taltvim al-tavârik Ünde Harun al-Raşid ’in 181 ( 796 ) senesinde, Söğüt ’ü ( o zaman şüphesiz bu adı taşımayordu ) fethettiğini kay­ detmesi, bu türlü bir istilâ hareketinin belir­ tisi olmalıdır. Söğüt, Osmanlı devletinin kuruluşu sırasın­ da, çok ehemmiyetli bîr rol oynadı. Türk ta­ rihçilerinin müşterek rivayetlerine göre, Konya Selçuklu sultanı Alâeddin, kendisine savaşta yardım ederek, başarısını sağlayan K ay ıhan aşireti başbuğu Ertuğrul G â z î’ye, S o ğ u t’ü yurt olarak vermiştir. Bu rivâyete göre, Do­ maniç dağları aşiretin yaylağı, Soğut ise, kış­ lağı oluyordu ( Aşı k Paşa-zâde, s. 4 ; Oruç Bey, nşr, Babİnger,$. 7 , 8 3 ; krş. Enverî, Düstur-nâme, nşr. M. H. Y m an ç); buna karşılık, Söğüt ’ür Selçuklu devleti hudut boylarına yerleşmiş ( uç beyi ) Ertuğrul Gâzî tarafından, rumlar ile döğüşülerek, onlardan ( muhtemel olarak Bel ekoma = Bilecik tekfurundan ) alın­ dığı da ileri sürülmektedir ( Ahmedı, tskendcrnâme, T M, V I; Şukr Allah, Bahcat al-tavârihy Nuruosmaniye, nr. 3059). Her ne oîursa-olsun, Soğut ’ün bugün türbesini barındırdığı Ertuğ­ rul G â z î’nin uç beyliğinin olduğu gibi, oğlu Osman G â z î’ nîn tam istiklâle eriştikten sonra payitahtı olduğu, başka bir tâbir ile, S ö ğ ü t’ün Osmanlı devletine ilk payitaht rolünü oynadı­ ğı belirtilebilir. Dçyletin sür’atîî İnkişâfı? Byr-



sa ’nm fethi, Soğut ’ün bu rolünü kısa sürdür­ dü ve S ö ğ ü t’ü, devletin beşiğinde kurulmuş Suİtan-önü [b. bk.] sancağına bağlı, bir subaşı veya mütesellim tarafından idare edilen bir nahiye durumunda bıraktı. K âtib Çelebi Sö­ ğüt ’ü »şâhrâh üzerinde bir kasaba" olarak zikreder. 1058 (1648 ) senesinde Soğut 'ten ge­ çen Evliya Çelebi burayı Bursa sancağı top­ raklarında Lefke ( şimdiki Osmaneli> kazâsı nâhiyelerinden, kadısı bulunan, bağlı-bahçeîi, 700 kadar kiremit Örtülü evler, müteaddit ca­ mi, han, hamam, çarşı ve pazar ihtiva eden bir kasaba olarak zikreder ve şehrin Timur tarafından yağma ve harap edildiğini ve bu­ nun neticesinde, kendi zamanında Ertuğrul türbesinin bile o kadar bakımlı olmadığını söyler. X !X . asrın iİk yarısında Soğut kasabası Hudâvendİgâr ( B u rsa} vilâyetine bağlı E rtuğ­ rul (B ilecik ) sancağı içinde Lir kaza merkezi hâline getirildi. XIX. asır sonlarında kasaba­ nın nüfusu 3.000 kadar tahmin edi.miş idi ( Kam aş al~aelâm ); bu nüfus içinde büyük ek­ seriyeti teşkil eden türkİerden başka rum ve ermeniler de var idi. Millî mücâdele yıllarında, Söğüt ilk olarak ikinci İnönü savaşı sırasında yunan kuvvetlerinin istilâsına uğradı ise de, yunanlılar burada 6 günden fazla kalamadılar ( 26 mart— 1 nisan 19 2 1). Aynı yılın temmuzun­ da tecâvüze uğrayan Söğüt, 4 ağustos 1921 ’de 13 ay sürecek bir yunan işgaline uğradıktan sonra, 4 eylül 1922 ’de büyük Ölçüde tahribe uğramış olarak geri alındı. 1927 ’de yapılan ilk nüfus sayımında S ö ğ ü t’ ün nüfusu 2,446 kişi idi. Son yıllarda kasaba, esaslı şekilde imâr edilmiş olmasına rağmen, daha sonraki sayım­ larda nüfusu pek az değişikliğe uğramış, 1960 ’ta 2.88$ olarak tesbıt edilmiştir. Bu sayımda 36 köy ihtiva eden 862 km2, arazı üzerinde ka­ za nüfusu 22.975 fe varıyordu (196 5 sayımının muvakkat sonuçlarına göre, kasabanın nüfusu 3.004, kazânmki 23.697 olm uştur). Birinci cihan harbinden evveh söğütlüler çe­ şitli bahçe mahsulleri ( meyve, üzüm ; eski kay­ naklar ise, S ö ğ ü t’ün „Üzüm turşusunu" över­ ler ), kasaba ve köylerde dokunan ipek ile karışık pamuklu dokumalar ile beraber bilhassa ipek istihsâli ile geçinirlerdi. İstiklâl savaşında dutluklar harap olmuş, harpten sonra mübadil olarak gelen Yunanistan türkleri İpekçiliğe, gereği gibi devam edememişler, daha sonraki yıllarda kaydedilen kalkınma İse, sun’ î ipek v.b. rakipler yüzünden, devam etmemiştir. Bu­ nunla beraber. Marmara bölgesinde Söğüt bu­ gün bile bu konuda nisbî ehemi yetini muha­ faza etmekte, son yıllarda 100,000 kilo kadar yaş koza istihsâl edilerek, Bursa ’ ya gönderil­ mektedir. İpek istihsâli kasabadaki 2 iplik şek»



SÖĞÜT - SÖKMEN.



763



me fabrikasında yapılmaktadır. Son senelerde Tutuş ve daha sonra oğulları melik Rizvân bağcılık da gelişme halindedir, ve melik Dukâk zamanlarında Suriye ve Elce4 mahalle içinde 800 kadar ev ihtiva edenzîre ’de vuku bulan siyâsî hâdiselere katılması Söğüt ’te mevcut camilerin en mühimi Çelebi yüzünden, çoğu zamanKudüs ’te bulunamamış Sultan Mehmed’e izafe edilir ise de, bu câmi ve dol ayısı ile şehir nâibler tarafından idare eski minaresi dışında, bugünkü şekli ile çağ­ edilmiştir. daş bir yapıya benzemektedir. Başka bîr cami Sökmen, 488 ( 1095 ) ydı ortalarında, Diyarİse, Abdülhamid II. tarafından, 1332 ( 19 0 6 ) ’de bekir bölgesini hâkimiyeti altına almak gayesi inşâ ettirilmiştir. ile, S u ru ç ’a yürüyen Haleb Selçuklu meliki Soğut’ün en dikkat çeken âbidesi, şehrin 2 km. Rizvân ’dan daha önce davranarak, Tutuş ta­ şimâiinde, Bilecik yolu üzerinde, etrafa hâ­ rafından kendisine İktâ edilmiş olan ( Ibn Şadkim bir tepe üzerinde yükselen Ertuğrul Gâzt dad,af- A lök al-hazira, ı8 b') şehre girmiş ve türbesidir. Kurşun Örtülü bir kubbesi olan, adı geçen melik de S u ru ç ’u işgalden vazgeç­ kesme taş ve tuğladan yapılmış bulunan türbe, miştir. Çok geçmeden melik Rizvân, Dimaşk: bir kaç defa tamir edilmiş olup, bunlardan ( = Ş a m ) hâkimiyeti için kardeşi Dukâlr ile biri 1304 tarihsi bîr kitabe ile belirtilmiştir. anlaşmazlığa düşerek, şehri işgal hazırlıklarına Türbenin, esaslı şekilde ilk defa Mehmed I. girişmiş ve bu sıralarda Suruç ’ta bulunan ve tarafından inşâ edildiği rivayet olunur. Türbe­ çok sayıda Türkmen kuvvetlerine sahip olan yi kuşatan bahçe içinde Osman Gâzî ’ntn kar­ Sökm en’i, kendine yardım için, H aleb’e çağır­ deşi Saruyatı veya Savcı B e y ’in medfun oldu­ mıştır. Bunun üzerine Sökmen, askerleri ile ğu rivayet edilir. Osman Gâzî de ölümünde Fırat nehrini geçtikten sonra, Rakka e mîrî ( 1 3 2 6) ilk olarak muvakkaten Soğut *e defne­ Yûsuf b. Abi^: ile birlikte H aleb’e yönelmiş­ dildi, sonra da Bursa ’daki medfenîne nakle­ tir. ö te yandan her ikisinin her hangi bir dildi. Ertuğrul Gâzî türbesinde Osman B e y ’e hücumundan endişe eden Rizvân, derhal ha­ âit bir makamın bulunuşu, kendisinin Bursa ’da rekete geçerek, onları Marc Dâbik yakınların­ değil Söğüt ’te gömülü olduğu ri yâ yetinin doğ­ da karşılamıştır. Fakat Sökmen, Rizvân He masına sebep otmuş bulunmalıdır. Ertuğrul çarpışmak isteyen Yûsuf ’un safında yer alma­ G âzî türbesi Karakeçili v. b. Türkmen aşiret­ yarak, Rizvân ile birlikte, H aleb’e gelmiştir, leri tarafından belli bir günde ziyaret edilirdi. Rizvân, biraz önce Yağısıyan ’dan aldığı Ma'arŞimdi eylül ayı içinde burada toplanılmaktadır. ra al-Nu'mân şehrini Sökmen ’e ikiâ etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : J.H . Kramers, E l, Hazırlıklarını tamamlayan Rizvân, beraberinde Söğüt maddesinde zikredilmiş kayn aklar: Sökmen de olduğu hâlde, kardeşi D ukâk ’m Kâtib Çeîebî, Cihannümâ, s. 642,656 ; Evliya elinde bulunan D im aşk’ı kuşatmaya girişmiş Çeİebî, Seyakatnâme, III, 1 1 v.d.; von Ham- ise de, başarı kaza namı yarak, Haleb ’e geri dön­ mer, G O R , 1, 4$ ; C. R itter, Erdkande, XVHi müştür. Bu sırada, kardeşi Ilğâzi ’nin melik Du(cilt IX, kısım I ), Berlin, 1858, S. 622; Cl. kâk tarafından hapsedilmiş olduğunu Öğrenen Huart, Konya , La ville des Derviches Tour- Sökmen, derhal Kudüs ’e gidip, şehri kendisi neurs ( Paris, 1897 ), s. 32 v.d ; Şemseddin Sâ- ile müştereken idare eden kardeşinin nâiblerinmî, Kamus al-a'lâm, IV, 2587. — A y rıc a : V. den teslim alarak, şehirde yalnız başına hâki­ Cuinet) La Tur gide d’ A sie (P aris, 1894 ), S. miyet sürmeğe başlamıştır (489 sonraları == 176 v.d.; Belediyeler y ıllığ ı (A nkara, 1950), İbn al-Kalânisi, s. 1 32; îbn al-A dim , 1096; 111, 380 — 38 3; M. Şâkir Ülkütaşır, Söğüt II, 124). B eyliği ( Tarih-Coğrafya dünyası, s. 9 v.d.). Bâzı kıyı bölgeleri hâriç, bütün Suriye hâ­ kimiyetini kendi uhdesinde toplamağa muvaf­ ( Besim Darkot.) SÖ K M EN . S ökmen ( Sokman ve Sokman ) fak olan T u tu ş’un, Rey savaşında yenilip, kat­ b. A r t UK M'UİN AL-Da VLA, S e l ç u k l u l a ­ ledilmesi üzerine (27 şubat 1095 ), adı geçen r a t â b i H i ş n - i K a y f S ( H a s a n k e y f ) ülkede çıkan karışıklıklardan istifâde ile ha­ rekete geçen Mısır Fatım î halîfesi al-MustanA rtu kiu beyliğin in kurucusu. Artuk B e y ’in Kudüs valisi bulunduğu sı­ şır amir al-cuyüş Afzal ’in kumandasında Su­ rada, 3iümü Üzerine ( 4 8 4 = 10 9 1), Suriye Sel­ riye ’ye bir ordu gönderdi. Afzal, cenubî Suçukluları meliki Tâc adı geçen şehrin idaresi­ riyeyi istilâ ederek, Kudüs üzerine yürümüş, ni onun oğullarından Sökmen ve Ilğâzi 'ye ( Ibn şehirde bulunan Sökmen ile, bilâhare buraya al-A şir, X, 98, ’egöre, yalnız Sökmen’e ) ver­ gelmiş olduğu anlaşılan kardeşi ılğâzi ’ ye şeh­ miş îdi. Sökmen ’in kardeşi ile birlikte bu şe­ rin kan dökülmeden teslimini bildirmiştir. hirdeki faaliyetleri hakkında kaynaklarda hiç Sökmen ve kardeşi, bu teklifi reddettikten bir bilgiye rastlanmıyor. Fakat hâdiselerin ee- sonra, şehrî, kırka yakın mancınık ile kuşatıp feyaıjıpd^ıı anlaşıldığına göre, Sökmen, melik sıkıştırmağa başlayan çok sayıdaki Fatımî



764



SÖKMEN.



ordusuna karşı müdafaaya girişmişler İse de, neticede burasım A fz a l’a teslime mecbûr ol­ muşlardır ( şaban 489—tenimûz/ağustos 1096 ; İbn a l-K alin îsi, s. 1 3 5; İha al-A şır, X, 98). Şehrin düşmesi üzerine, kardeşi ve bütün A rtuklu ailesi ile birlikte Kudüs ’ten ayrılan Sök­ men muharrem 490 { kânım I. 1096 ) 'da Ha­ le b ’e gelmiş ve bu sırada melik Dulfâk’ ın Haleb ’i kuşatması üzerine, Sumaysat emîri IIğâzi-oğlu Suîaymân ile birlikte, melik Rizvan ’ın safında yer almıştır. Çtıvayk çayı civarın­ da yapılan savaşta (rebîiüevvel 490—şubat 1097) Sökmen son derecsde cesaret ve kah­ ramanlık göstermiş ve savaşın kazanılmasın­ da büyük âmil olmuştur. Şaban 490 sonlarında ( temmûz 1097 son­ la r ı) Haçlı ordularının B ir a ’yİ alarak A ntak­ ya istikametine hareket etmeleri üzerine, şe­ hir vâlîsi Yağısı yan, Selçuklu Sultanı Bar kiyarük ile, Haleb meliki Rizvan, Dimaşîf me­ liki Dukâls, Humus emîri Canâh aî-Davla Husayn ve diğer İslâm emirlerine haberler gön­ dererek, A n tak ya’ ya derhal yardıma gelmele­ rini bildirmiştir. Sökmen ’in, yukarıda adlan geçen emîrler arasında yapılan toplantıda, A n ­ takya ’ya hareket edilmeyip önce Diyarbekir bölgesine gidilerek buranın alınmasını teklif etmesi (İbn al-'Adim , II, 129) sonunda anlaş­ mazlık çıkmıştır. Bunu tâkip eden günlerde Haçlıların Antakya ’yı işgali üzerine (2 hazi­ ran 1098 ), Musul hâkimi Kiİr-Boğa ’nın kuman­ dasında harekete geçen büyük bir orduya, diğer İslâm emirleri gibi, Sökmen de kuvvet­ leri ile birlikte katıldı. Bilindiği üzere, A n ­ takya ’yı kuşatmış bulunan Kür-Boğa ’nm yer­ siz kararlan sonunda, bütîin türk kuvvetleri birer-birer bozulup, çekilmişlerdir. Bu arada Sökmen de savaşa devam edemiyerek, kuşat­ mayı terketmek zorunda kalmıştır. Sökmen, kardeşinin oğlu Belek ’e vermiş ol­ duğu S u ru ç’ un ( îbn Şaddad, ı8*>}, Urfa kontu Baudouin I. tarafından işgali üzerine (494«• ııo o ), kalabalık bir kuvvet ile, beraberinde Belek olduğu hâlde, S u ru ç’ a yürüyüp, kuşattı. Şehir senyorü Foulque de Chartres ile henüz Urfa kontu olmuş bulunan Baudouin H, Su­ r u ç ’u müdâfaa ettiler. Yapılan savaşta frank ve ermeni askerleri bozulmuş, bunlardan bîr çoklan kılıçtan geçirilmiştir. Hattâ ölüler ara­ sında adı geçen Suruç senyörü de bulunuyor­ du. Urfa kontu ise, güçlükte Urfa ’ya sığına­ bildi (kânun II. n o l ). “'Şehirdeki müslüman halkın Sökmen ile birlik olmasına karşılık, akıbetlerinden endişelenen Hıristiyan halk, İs­ tin piskoposu Benedietus İle beraber, iç-kaleye çekilip direnmeye başladı ( al~Huj ab nl-şalibîıja e. 37). Bunun üzerine Sökmen iç-kaleyi



şiddetle sıkıştırdı. Fakat öte yandan, bir az Önce U rfa ’ya çekilmiş olan Baudouin II,, A n­ ta k y a ’ ya gidip, oradan yeni kuvvetler toplaya­ rak, ikinci defa Suruç üzerine yürüdü. İç-kaieyi kuşatmakla meşgul bulunan Sökmen, buradan ayrılıp, Baudouin II .’i karşılamak zorunda kal­ dı, Bunun üzerine iç-kaiedeki mahsur halk, mızraklarının uçlarına yanan ateşler takarak, iç-kaleden çıkıp, yeniden savaşa başladılar. BÖylece iki tarafta çarpışmak zorunda kalan Sökmen, Haçlı kuvvetlerini ikinci bir yenil­ giye uğratmak üzere iken, bir kısım Türkmenlerin çarpışmayı terketmesî sonunda, Suruç 'tan çekilmiştir. Musul emîri Kür-Boğa, beraberinde Zengi b. Aksungur olduğu hâlde, Diyarbekir böl­ gesinin en mühim kalesi Amid ’i atmak ga­ yesi ile, harekete geçti ( 4 9 4 = 110 0 / 1 10 ! ). Şe­ hir İnal-oğullarmın elinde îdi. Kür-Eoğa, şehri kuşatmağa başlayınca, buranın sahibi, az önce Suruç ’u terkeden Sökmen ’e haber göndererek, yardıma çağırdı. Sökmen, yeğeni Yaküti ile birlikte askerlerini toplayıp Am id e mîrînin yardımına koştu. Yapılan savaşta Kür-Boğa, yenilmek üzere iken, Zengi ’yi dağılan asker­ lerine göstermiş ve «vaktiyle efendiniz bulu­ nan Aksungur ’un oğlu için çarpışın" diyerek, onları teşvik etmiştir. Bunun üzerine askerler yeniden toplanıp, Sökmen ve Amid e mîrînin kuvvetlerine hücûm ederek, onları bozmuşlar­ dır. Hattâ bu savaşta Sökmen ’in yeğeni Y a ­ kut i, Kür-Boğa kuvvetleri tarafından esir alın­ mıştır. Savaşı güçlük ile kazanan Kür-Boğa A m id ’i ele geçire mi yeceğini aniıyarak, kuşat­ mayı terk ile, buradan ayrılmıştır. C azira İbn al-’ Omar sahibi ÇÖkürmüş ’ün hücumuna uğ­ rayan Musul hâkimi Musa, sıkışık bir durum­ da kalınca, bu sıralarda Diyarbekir bölgesinde bulunan Sökmen ’e haber gönderip, sür’atle Musul ’a yardıma gelmesini ve buna karşılık kendisine Hisn-i K ayfâ ile onbtn dinar para vereceğini vâdettî. Sökmen, bu teklifi alır-almaz, derhal onun yardımına koştu. Bunu ha­ ber alan Çökürmüş Musul kuşatmasını bırak­ mak zorunda kaldı. Sıkışık durumdan kurtu­ lan Musa, Sökm en’i karşılamak Ü2ere, şehir dışına çıktığı zaman, bir suikast sonunda öl­ dürüldü. Bunu müteakip Sökmen, hiç vakit kaybetmeksizin, geri dönmüş ve Müsâ ’nm ken­ disine vâdettiğî Hişn-i K ayfâ kalesini, onun buradaki nâiblerinden teslim almı ştir 495= 1102 sonları; İbn al-Azrak, 159a; al»‘A yni, III, 219b). Böylece Sökmen, Hişn~i K a y f â ’ya hâkim olduktan sonra, burada İlk Artuklu bey­ liğini kurmuştur ki, bu beylik, 629 ( 1 231 ) yılında E y yu biler tarafından ortadan kaldırı­ lıncaya kadar devam etmiştir.



SÖKMEN. Artuk oğlu İlğSzî, Büyük Selçuklu saltanatı müddeisi Mufıammed Tapar adına B agdad ’da Şahneİik yaptığı sırada, Selçuklu sultanı Barkiyarük rebîüîevvel 496 ortalarında ( şubat 110 3 ) Gümüş-Tegin al-Kayşari ’yi, kendi adına şahneîik yapmak üzere, B agdad ’a gönderdi. Sıkışık bir duruma düşen îiğâzi, kardeşi Sök­ men ’e haber gönderip, rakîbi Gümüş-Tegin ’e karşı kendisine yardıma gelmesini bildirmesi üzerine, Sökmen kuvvetleri ile Bagdad ’a ha­ reket etti. Sökmen, yoîu üzerinde bulunan Tekrıt kasabasını, askerlerini yağ, bal ve pey­ nir satıcısı kıtığına sokarak, işgal ettirdikten sonra, yoluna devam etmiş ve Bagdad yakın­ larındaki Remle civarına gelip, karargâh kur­ muştur. Sökmen, bu sırada kendisine katılan liğazi ve Hiiîe emîri Sadaka ile birlikte, Bag­ dad civarlarını istilâ hareketine girişm iş ve bu arada Gümüş-Tegin ’İn askerleri ile çatış­ mıştır. Neticede yeni şahne Bagdad ’dan ay­ rılmak zorunda bırakılmış, İlğazi eski vazife­ sine yeniden başladıktan sonra, Sökmen de Hişn-i K ayfâ ’ya dönmüştür. Sökmen, aynı yıl, Cazira ibn al-'Omar sahibi Çökürmüş ’im tâ ­ biiyetine giren yeğeni Mardin hâkimi Alî ’nin elinden Artuklu ailesinin bekasını sağlamak için (İbn ai-A şir, X, 13 7 ), M ardin’i almış ve buna karşılık ona Cabal Cür ( Çapakçur ) ’u vermiştir (îbn al-A şir, göst. ger.). H arran ’ın 497 ( 1 1 0 3 / 1 1 0 4 ) yılında Urfa kontu Baudouin II, tarafından kuşatıldığını haber alan Sökmen ve Çökürmüş, aralarındaki düşmanlığı bir tarafa bırakarak Türkmen,-arap ve kürtlerden kurdukları 10.000 ’e yakm bir kuvvet ile harekete geçerek, Ra’s al-'A yn ’da toplandıktan sonra, şâban 497 başlarında ( msan/mayıs 1 1 04) Baudouin’in kuvvetleri ile karşılaştılar. Sahte hareketler ile Haçlı kuvvet­ lerini birbirinden ayırmağa muvaffak olan Sökmen ve Çökürmüş, onlardan büyük bir kısmım bu civardaki Bal ili çayı kıyısında pu­ suya düşürerek, tamamen kılıçtan geçirmişler­ dir. Haçlıların bütün ağırlıkları yağma edil­ dikten başka, Baudouin ve kardeşi Joscelİn maiyetleri ile birlikte, esir alınmıştır. Bîr tepe arkasında, yardımcı kuvvetler île beklemekte olan Bohemund ve Tancrede, Haçlı ordusunun korkunç bozgununu gördükleri zaman, müdâ­ haleye cesaret edemeden, geceyi bekleyip, ka­ ranlıktan istifâde île, kaçmaktan başka bir şey yapamamışlardır. Sökmen, hıristiyan âle­ mini günlerce üzüntü içinde bırakan bu zaferi takıp eden günlerde askerlerini frank elbise­ leri ile teçhiz ettikten scara, bu civarda bu­ lunan b’ r çok Frank kalelerini işgal etmiştir. Balih çayı zaferinden sonra emaret merkezî Hişn-i K ayfa ’ya dönen Sökmen ’in kahraman­



lık ve şöhreti bütün İslâm âlemine yayıldı. Bunun bîr neticesi olarak, 498 ( 110 4 ) yılı baş­ larında Haçlı hücumlarına mâruz kalan Trab» lusşam hâkimi Fahr al-Davia b.'A m m âr, Sök­ men ’i yardıma çağırmış ve kendisine istediği kadar para ve asker vereceğini bildirmiştir (İbn al-A şir, X, 1 36; İbn al-Kal anisi, s. 146; a l-A y n i, 111, 2258). Bu daveti alan. Sökmen, sefer hazırlıklarına başladığı sırada, Şam hâ­ kimi T u ğ-Tegin’deu bir mektup almış idi. Tuğ-Tegin bu mektubunda, kendisinin çok ağır hasta olup, ölmek üzere bulunduğunu, fa­ kat öldükten sonra, Şam ’ı koruyabilecek bir kimse olmadığını, bu yüzden şehrî Haçlıların kolaylıkla ele geçirebileceklerini bildiriyor ve ona kendisi öldükten sonra, Şam ’a hâkim ol­ masını vasiyet ediyordu. Bunun üzerine Sök­ men, İbn ‘Ammâr ’m davetini nazar-ı itibâra almayarak, isîâm âlemi için korunması daha mühim olan Şam ’a hareket etmiştir. Fakat Öte yandan T u ğ-T egin’in Ş am ’ı Sökm en’e vasiyet ettiğini, omm da şehri teslim almak üzere gelmekte olduğunu haber alan maiyeti erkânı T u ğ-Tegin’e Sökm en’e yaptığı bu tek­ lifin yerinde olmadığım hatırlatıp, vaktiyle Şam hâkimi A tsız ’ ın, yardıma çağırdığı Tu­ tuş tarafından nasıl Öldürüldüğünü söyleyerek, onu ikaz etmiş idi. A yrıca Sökmen ’în şehre sokulmaması için de tedbirler alınmış idi. Tam bu sırada Sökmen, kuvvetleri ile birlikte, Şam yakınlarındaki Karyatayn civarına eriştiği za­ man, difteriye tutulmuş idi. Durumunun ağır­ lığını gören yakın adamları ona Hişn-i K ayfâ ’ya geri dönülmesini tavsiye etmişler ise de. Sökmen bunu red ile yoluna devam etmiştir. Fakat çok geçmeden Sökm en’in hastalığı art­ mış ve nihayet, iki gün dili tutulduktan sonra, safer 498 ( teşrin I. 1x04) tarihînde Karyatayn civarında hayata gözlerini kapamıştır. Sök­ men ’in naşı bir tabut içinde Hişn-i K a y fâ ’ya getirilerek, burada gömülmüştür. Hişn-i K a y fâ ’ da ilk Artuklu beyliğini ku­ ran Sökmen, gerçekten yiğit, dirayetli, iyilik yapmağı seven, dindar bir Türkmen beyi idi. O, babası A rtuk Bey gibi savaş usulünü iyi biliyordu. İslam topraklarında sürekli bir şe­ kilde ilerleyen ve hur gün yeni-yeni başarılar kazanarak, hâkimiyet bÖ'geîerini genişleten Haçlılara karşı Baîih çayı zaferi g ifr ‘ lüyük bir başarı kazanmış ve İslamların Haçlılar kar­ şısındaki devamlı gerileyişini ilk defa mevziî olarak o durdurmuş idi. Sökmen öldüğü sırada Hişn-i K ayfâ ile Mardin ve civarına sahip bu­ lunuyordu. ölümünden sonra oğlu İbrahim bu memleketlerde hâkim olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : ibn aî-Kalâm si, Z a y i Tav ar i h D im aşk ( nşr. H. F. Amedroz,



:?6&



SÖKMEN -



Beyrut, 19 *8 ); İbn al-A şir, a l Kâm il f i ’ltârih (Bulak tabı), X ; aya, mîL, Târih al~ davîat al-atabak' ya mulak a l-M a vşîl; İbn al-'Adim , Zubdat al-halab f i târih Halab ( nşr, Sami Dahhau ), Dimaşk, *954s H ; İbn al-Azrâk al-Farıki, Tarih Mayyâ fa r ikin va  m id ( British Museum, Or, $803 ); Urfalı Mateos,» Vekayinâme ( türk, trc. H. Andreasyan), Ankara, 1962; a l-A y n i, lîkd alcuman f i târih ahi zaman (Topkapı sarayı, Ahmed III. kiitüp., nr, 2 9 11/ 12 ), XXI, XXIII; Sibt İbn al-Cavzi, MiRât al-zamân f i («vârih al~âcyân (Topkapı Sarayı, Ahmed III. kutup., nr, 2907), XH; İbn aî-Şaddad, alA 'lâk aUhazira f i zikr umara1 al~Şâm va ’1Cazira ( Tübîngen Üniv, kutup., nr. 9800); al-flurû b al-şalibiya (arap. trc. IshSk A rmala al-Suryani ), Beyrut, 1929; aî-'A zim ı, Târih ( nşr. Claude Cahen ) , / A , 1938; Continuation de Guülaume de Tgr ( nşr. M. G u izo t), Paris, 1824; İbn Muyassar, Ahbâr Mişr ( nşr. H. Masse ), Kahire, 1919, I I ; İbn Haili kân, VafayÜt al-a'yan ( Kahire, 1948 ), I ; Müneccimbaşı, Cami' al-duval ( Süte y mani ye kütüp., E s’ad Elendi kısmı, nr, 2103, var. 389»—3900); Steven Runeiman, A History o f ihe Crusades ( Cambridge, 1952), I I ; Recucil des Historiens de s Croisades, III, 424.



(A







SEVİM.)



S P A H İ. [ Bk. SEPOY ve SİPÂHÎ.] S P A R T E L , A f r i k a ’d a F a s ’ı n g a r p u c u n d a bir b u r u n olup, Tanca ’mn 10 km, garbmdadır. İdrisi ’de adı geçmez. al-Bakri bu­ rayı A rz ila ’dan 30 mü ve Tanca ’dan 4 mil mesafede, denize doğru uzamış, tatlı su men* baları olan ve ribât vazifesi gören bir camii bulunan bir dağ olarak tanımaktadır ; ona göre, karşısında, al-Andalus ( Endülüs ) kıyısın­ da, aî-Ağarr ( = T arf al-Ağarr > Trafalgar ) dağı vardır. al-Bakri ’nin buraya verdiği lşbartâl adı ( her hâlde îatince spariaria »hasır kamışı hol olan yer" ile İlgili olm alıdır) yer­ liler tarafından artık bilinmemektedir. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Bakri, Description de VAfriyue Septentrionale ( Cezayir, 1 91 1 ) 1 s. 113 . (G . S, C o lin .) S R Î V İC A Y A . [ Bk. z â b a g .] SU . ŞU ( T-, < s u b ), su , m â y ı , u s a r e v.b. Aym zamanda çay, ırmak, pınar v.b. mef­ humları ifâde eder ve bunlar ile ilgili coğ­ rafî adlarda geçer. Bundan başka bâzı mâden­ lerin suda eritilmiş şekli (altın suyu v.b. gibi, krş. A , m â\ F. â b ). Eski türkçede sub şeklinde olan kelimeye son­ radan kelime ortası ve sonundaki b > v ses değişmesi ile, suv şeklinde rastlanır. D ivân luğâi al-türk ’te ve müteakip metinlerde



SÛBADÂît suv —su f şekillerinde geçer. Muasır şivelerde sup, suğ şekillerine de rastlanmaktadır ( Radloff, İV ). Zamanla sondaki ses, -y - yardımcı sesi ile karıştırılarak, Türkiye türkçesinde ve bîr çok şivelerde, kelime su şeklini almıştır. Mâmâfİb Anadolu ağızlarında bulunan suvar»sulamak, su vermek4* fiilinde aslî şeklini mu­ hafaza ettiği gibi, tasrifte muzaf iieyh hâlinin sunun olması gerekirken, bunun yerine suyun ( ağızlarda sıraım ) denmesi eski şekli ile ilgi­ lidir, Kelime yukarıda belirtilen mânâ ve kul­ lanılışları yanında, meca2 yolu ile, çeşitli tâbir­ lerde de geçer (bk. Ş. Sâm î, Kamas-ı tü rk :. II, 835 v.d.}. Türk edebiyatında su ile ilgili eserlerin başında, Fuzulî ’ nin meşhur Su kasi­ desi gelmektedir. ( A . F. K a RAMANLIOGLU.) Ş Ü . [B k . SU.] S U A H E L Î. [B k . su a h îl İ.] S U A H ÎL İ. [ Bk. ZENGİBAR.] S U -B A Ş I. J Bk. sü - b a şi .] S Û B A . ŞU BA , saba, yaşübu ( »dökülmek, yayılm ak ") fiil kökünden müştak arapça bir isim olup, aslında bir y ı ğ ı n veya bir b u ğ d a y y ı ğ ı n ı , bir hurma yığını, bir toprak yığını v.b. mânâlarına gelmektedir. Kelime, A k bar ’ın saltanatı zamanında, daha önce ta­ rihçilerin şik k, hitta v.b. gibi kelimeler ile ifâde ettikleri H i n d i s t a n ’d a k i b ü y ü k e y â l e t l e r e d e l â l e t e t m e k ü z e r e reşm e n k a b u l e di 1 m i ş t i r. Akbar İmparator­ luğu evvelâ 12 şûba ’ya, sonra 15 şüba ’ya ay­ rılmış id i; bunlar, Dikli, A gra ve Iiâhâbad gibi idare merkezlerinin adlarına izafet ile veya PancâbjBangât, Berâr, Mâîva ve Gucarat ’ta olduğu gibi, üzerinde bulundukları arazîlerin eski isim­ lerine izafet ile adlandırılıyordu. Hind-türk im­ paratorluğunun en çok genişlediği sırada, A vrangzib tarafından Bİcapür ve Golkonde’ nİn fethinden sonra, bunlara diğer şüba ’lar ilâve edildi. Tâbir ingiîİzler tarafından, yanlıştık ile, bir şûba ’nın valisi mânasında da kullanılmış­ tır. Bu hatâ, belki de şübadâr [b . b k .]’m mü­ teradifi olup, »bir eyâletin emîrine" delâlet eden şâfaib-şüba tâbirinden gelmiş olmalıdır ve şübadâr tâbirinin ilk kelimesi, anlaşılan yanlışlık ile, bir şeref unvanı olarak da te­ lakki edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Arapça lügatler; Şayh Abu ’l-Fszl, Â’in-i A kbarî (metin ve trc. Blochmann ve ja r r e t t ), Bengale A sya cemiyetinin Biblioiheca Indica serisinden; H. Yule ve A, C. Burnell, Hobson-Jobson { nşr, Wilîiam C rooke), London, 1903. (T. W. H a i G.) S U B A . f Bk. SÖBA.J S Û B A D  R . ŞU BA D  R , H i n d i s t a n M a b i r e y â l e t i n , yâni şüba [ b. bk. j ’ nm vali­



SÛBADÂR - SU B E Y ÎİL A . si. İmparatorluğu muntazam bir şekilde şüzÛtr adı verilen eyâletlere taksim eden ilk Hind-tiirk hükümdarı Akbar M ir; A k b a r’in hükümdarlığı esnasında şübadâr unvanı kullanılmayordu ve A 'in -i A kbari ’de eyâlet valisi si pah-salar (»baş kumandan") keümesİ ile ifâde edilmiş­ tir- Akbar ’in halefleri, şübadâr veya şâhibşûba ( »eyâlet errıtri" ) tâbirlerini kullandılar ise de, bu unvanların istimali umûm! ve de­ vamlı olmadı. Dekken valisi veya kıral-naibine umumiyetle şübadâr denilmiştir, fakat XVIII. asırda Avadh ve Bengale valileri sık-sık navvâb-vazir ve navvab-nâzim diye adlandırıl­ mışlardır. Bizzat aldandığına dikkati çeken Örme gibi avrupalılar bir şübadâr ’a ekseriya şüba adını veriyorlardı. Bu hatâ için krş. mad. ŞUBA. Şübadâr unvanı avrupalılar tarafından şehir veya idâri bölge ( sarkar ) idarecileri gibi, daha aşağı derecedeki me’mûrlar için de kul­ lanılmış görünmektedir. Şübadâr unvanı, aynı zamanda, Hindistan ’da yerli bir ordunun teşkilinden beri, bir se~ poy [ b. bk. ] bölüğünün hindü kumandanına veya nizâm! bir süvari birliğine verilmiştir. Nizamî olmayan süvariler için bu tâbir kulla­ nılmazdı, Bu bölük ve taburların kumandanları için bu tâbirin kullanılması İlk teşkilâtın İcap­ larından idi. Unvanın bu kullanılışı ve mülkî me’mûrlara ilk tatbiki, belki, ehemmiyetsiz şahsiyetlere parlak unvanlar vererek, onların hoşuna gitmeğe çalışan hindûlardaki umûmî düşünce tarzının neticesidir ; fakat şü&a iştikak bakımından bir bölük için olduğu kadar, bir eyâlet için de kullanılabilir. B i b l i y o g r a f y a : Şayh A b u ’l- F ail, j4Jrn*i A kbari (trc. Blochmann ve ja r r e t ), Bengale A sya cemiyetinin Bibliotheca Indica serisi içinde; P .E . Roberts, A H istorical Geography o f the British Dependencies, VII, India ( Ozford, 1 9 1 6) ; H. Yuİe ve A. C. Burnell, Hobson- fob son ( nşr. William Crooke ), 2. tabı, London, 1903 ; V. A. Smith, The O xfo rd H islory o f India ( Ozford, 19 19 ) ; W. H. Moreland, From A kbar to Aurangzeb ( London, 1923 ) ; India at the Deatk o f Akbar (London, 1920), (T , W. Ha ig . ) Ş U B A D A R . [ Bk. SÛBADÂR.} Ş U B A Y T İL A . [B k . su b eyt ila .] SU B E Y T IL A . ŞUBAYTİLA (Ş b ey iia ve Henşir Şbeytla, e s k i S u f e t u l a ) , T u n u s ’ta KayravSn ’ın 130 km. şimâl-i garbisinde ve Tebessa ’mn 92 km. şark-şimâl-i şarkîsinde, büyük bir ovanın merkezinde, şarkta Vâd Şbeytla ile çevrili bir yüksek düzlük üzerin­ dedir. Eski şehir, bilhassa Guerİn, Tissot, S al­ ladın, Diehl ve Merlin tarafından olmak üzere,



sık-sık tasvir edilmiştir. Müslüman A frika ta­ rihinde Şubaytila hemen-hemen yalnız fetih devrinde anılmış, fakat bu nâdîsedeki yeri lâ~ yıkı He tâyin edilmemiştir. Hicrî 26 ( 646/647 ) yılında, ‘Abd A llah b. SaM kumandasındaki 20.000 kişilik bir ordu, Şubaytila önünde ( 8alâzuri ’ ye göre, ‘Afcuba ’de ), 120.000 kişiye ku­ manda eden Bizans patris ’i Curcir ( Gregor io s ) ile karşılaşm ış idi. Curcir, bundan bir yıl Önce, Bizans imparatoruna karşı İstiklâlini ilân etmiş ( bu hâdiseyi Theophanes te’yid eder, bk. Chronographia, Bonn tab., I, 525 ) ve bâzı müelliflerin rivayetine göre, Şubaytila ’yı hükümet merkezi olarak seçmiş idi. Arap müelliflerinin, bilhassa İbn 'Izari ve al-Nuvayri ’mn rivayetleri açıkça destanı un­ surlar ile doludur ( C u r c ir ’in kızı, yüzü açık olarak, bir burcun üstünde görünüp, İbn S a M ’i öldürecek otan kimse ile evlenmeği vâdeder ). 'Abd A llah b. aî-Zubayr ’e isnat edilen rol kasden büyütülmüş gibi görünmektedir. Sefe­ rin kumandanına muharebenin sevk ve idare­ si ni tavsiye eden odur ; Curcir ’İ kendi eli iie ansızın o öldürür j bu fedâkârane hareketini tevâzû île gizler ve haberi halîfeye götürmek için o seçilir. Patris ’in Kartaca yerine Şubaytila ‘ yi hükümet merkezi olarak seçmesi ihtimali de ayni şekilde çok zayıftır. A frik a hakkında ye­ teri kadar bilgileri bulunmayan müstü manlar memleketin baş şehrinin daha iik darbede ele geçirildiğine inandırmağı faydalı buluyorlardı, Patris Greorgorîos ’un, müslüman birliklerin ilk görünmeleri üzerine, »yardım aradığı yerli hal­ ka yaklaşmak" ( Dİehl ) ve mümbit ve meskûn bulunan merkezî T unus’u korumak için, ce­ nuptan gelen yollardan birinin bu en mühim noktasına gelmiş olduğu tahmin edilebilir. Şub a y tiîa ’nın VI. asrın sonlarından itibaren çok sağlam bîr müstahkem mevki hâline geldiği muhakkaktır. Burada müdâfayi etrafı duvar ile çevrili üç mabedin meydana getirdiği mer­ kezden ibaret olan iç kaleyi çevreleyen bir takım hisarlar sağlıyordu. B i b l i y o g r a f y a : Guerın, Voyage en Tunisie,\, 376 v .d d ,; Tissot, Geographie comparee de la province romaine d 'A friç u e , 11, 613 v.dd.; Saladin ( A rchives des missions, 3. seri, XIH, 68 v.dd.); Diehl, A friyue byzantine, s. 278 v.dd.; A . Merlin, Forum



et eglises de Sufetula ( Notes et Pocuments, V ), Paris, 1 91 2; Şubaytila ’ nm İs­ lâm fethi sırasındaki yeri hakkında bk. ibn 'Izari, aUBayân al-muğrib (nşr. D o z y ), I, 4, 6 ; trc. Fagnan, I, 4, 7 ; al-Nuvayri (İbn Haldun, H htoire des Berberes, trc de Slane, I, 320) ; al-İdrisİ, Description de l ’Afriyue £t de l ’Espagne ( nşr. Dozy ve de G o e je ),



^8



SÜBEYTÎLÂ - SUBFÎ,



değerler 160 ’den 20° ’ye kadar gider, Sibt alMârİdini ( 1423— 1494/1495 ) ’ ye göre, devrinde umûmî fikir al-şa fa k £ > = 17 °, al-şubh D ~ 190 idî. Abü ‘A li al-Hasan al-Marrâkuşi ( Öîm, 1262 ( G e ORGES M ARÇAÎS.} SUBH* AL-ŞUB 3rI, veya AL-FACR ve AL- ’ye d oğru ) 160 ve 20° ’yi kabul ve şafağın fe­ ŞAFAK, g ü n a ğ a r m a s ı , ş a f a k ve f e c i r . cirden daha uzun olduğu üzerinde İsrar etmiş Islâm aleminde ve İslâm hey’et ilminde çok idi. Güneşin batması ile doğması arasında ge­ mühim bir rol oynar, çünkü başlıca iki na­ çen zaman, yâni güneşin alçalma zâviyesinin mazın zamanım tesbıt eder. Her iki hâdisenin msl. I80 olduğu ikî an arasındaki zaman, gü­ vetiresi aî-Birüni tarafından al-Kânân a l- neş medarının ufuk üzerindeki meyline tâbi­ M adüdi ’de (Mak. 8, bâb 1 3 ) mükemmel bir dir. Müslümanları bilhassa ilgilendiren husus şekilde tasvir edilmiştir. Sabahleyin ilk önce, fecir ile şafağın birbirine iltihak ettikleri gün­ hafif ve uzun bir ışık sütununun yükseldiği dür. 48° arzda olan mahaller için bu hâdise görülür; bu sütun, mahallin coğrafî arzına güneşin ser atan burcuna girdiği zaman vukua göre, ufuk üzerine çok veya az meyillidir. Bu­ gelir. İbn Yûnus ( olm. 1009 ) ve Abü ‘A li al-Mar­ na aldatıcı sabah, al-şubfy al-kazib veya alfa cr al-kazib, yahud da şeklinden dolayı za- râkuşi ’nin hesaplarına göre, fecir v .b .’nın nab al-sirfyân (»kurt kuyruğu") ve aynı za­ hey’et hesapları C. Schoy tarafından haftalık manda »köpek kuyruğu1* ve »ceylân kuyruğu" Naturajiss. W ochenschrift İlmî mecmuasında denilir. Hâdisenin bu ilk safhasını ilk önce verilmiştir. Fecir ve şafak hâdiselerinin teferruatını izah beyaz bir ışık gibi ufuk boyunca yarım dâire şeklinde yayılan gerçek sabah, al-şubh al-şâdik etmek için, msl, Kutb al-Din Ş irâzi ve baş­ takip e d e r; bu beşinci namazın, sahah nama­ kaları, yer yüzünün İçinde toprak ve su kı­ zının başlangıcını tâyin eder. Sonra kızıl şafak sımlarını da ihtiva eden kürevî bir buhar zarfı gelir. Akşamlayın hâdise aym safhalardan, fa­ ile çevrilmiş olduğunu kabûl ederler. Bu kı­ kat aksi tertipte, geçer. Zanab al-sîrhan *m sımlar aşağı mıntakalarda yukarıdakilerdetı akşam üzeri sabahleyin olduğundan daha az daha kesiftir. Bu buhar zarfının etrafında saf müşâhade edilmesi vakıası, müsîüman âlimle­ havadan başka bir kürevî zarf daha vardır. rince, birinci hâlde bu anda istirahatın başla­ Güneş şuaları bu kürevî zarflarda dünyanın masından, İkincide İse, çalışmanın başlamasın­ bir gölgesini husule getirir. Gölgenin dışında dan ileri gelir. Redhouse ilk şafağın, al-şubh al- bulunan kısımlar ışığı aksettirir ve parlar gibi kazib ’in b u r ç l a r m ı n t a k a s ı ı ş ı ğ ı n a te­ görünür; müşâhade edilen hâdiseleri az veya kabül ettiğini emin bir şekilde isbât etm iştir; Çok doğru olarak onlar bundan çıkarırlar. Usturlab levhalarında ve bâzı zaviye ölçme o bunun daha K ur'an ’da ( II, 183 ), yâni milâdî 630 yılma doğru, sonra al-Cavhari tarafından, âletlerinde sabah namazının ve akşam namazı­ lügatinde, ve başkaları tarafından zikredilmiş nın zamanlarını tesbite yarayan çizgiler çekil­ olduğunu da göstermiştir. O hâlde bu hâdise miştir, buna karşılık ne umûmî levhalar, ne şarkta Avrupa ’da olduğundan çok daha önce de al-Zarkâli ’nin levhası bu neviden bir çizgi bilinmekte idi. Farsça bir çok şiirlerin mevzûu ihtiva eder. Hey’et eserlerinin müellifleri arasında ek­ şafak ve fecirdir ( bk. Redhouse, ayn. esr., burada farşça ve türkçe adlar da zikredilmek­ seriya msl. Camâl al-Dİn al-M âridini, S ib t alM âridini b. al-Şâtir ( olm. 1375 /137 6 ) gibi, tedir ). Ş afiî, mâiikî ve han bel iler üçüncü namaz camilere bağlı, namaz saatlerini bildirmek ve (akşam namazı) zamanının sonu ile dördüncü namaza davet etmek vazifesi île mükellef manamaz zamanının başlangıcının kızıl ışığın vakkit ’ler buluyorsak, bunun sebebi bu me’(a l-şa fa k al-ahm ar) kaybolduğu zaman ol­ murların namaz zamanlarım doğru olarak he­ duğunu, ittifak ile, kabul ederler, hâlbuki Abü saplamak ve bunun için gerekli müşahedeleri Hanifa bunu beyaz ışığa göre tanzim eder. yapmak ile vazifeli olmalarından ileri gelmek­ Talebeleri Abü Yusuf ve Muhammed al-Şaybâ- tedir. ni diğer mezheplerin görüşlerini kabul eder. B i b l i y o g r a f y a ' . J . W. Redhouse, Muhtelif arap hey’et çileri yukarıda tasvir On ihe natural phenomenon knozun m the edilen hâdiselerin vukua geldiği güneşin D East by the name Subh-i-kâzib ( J R A S, alçalma zaviyesinin ne kadar geniş nisbette 1878, X, 344~ 3 5 4); ayn. mil., Identifica­ hava şartlarına ("sis v.b.), mehtabın bulunuption o f the „Fahe Da?vn“ o f the Muslims bulunmamasına, gözün keskinliğine bağlı ol­ with the „Zodiocal Li&kt*1 o f the Europeans duğuna dikkati çekmişlerdir. Bundan dolayı (ayn. esr., 1880, XX, 327—3 3 4); E. Am. her âlim D ’ ye farklı bir değer vermiştir ; bu Sediiiot, Sur les Instruments asironomiques s. 1 10 j trc. s. 128; de Slane, L eitre.â M. Hase ( J A , 18 4 i, II, 328 v.dd,); Fournel, Le$ Berber s, I, 112 v.d.



SUBH des A r abes ( Memoires pres. par divers savants â l'A c a d . Roy. des Inscriptions, i, seri, 1844,1, 92 v.dd.); C. Sehoy, Gesckichtlich-astronomische Studien über die Dam merang ( Naturzoiss. W ochenschrifi, 19 15, XXX, 209—2 14 ) ; E. Wiedemann, Über a lSuhh al-kâdib, die fa h ch e Dammerung ( Isl,, 1912, İIÎ, 19 5 ); ayn. mil., Erscheinungen bei der Dammerung und bei Sonnenfinsterniş­ sen nack arabischen Quelhn ( A rchiv fü r Gesch. der Medizin, 19 23,X V , 43—52 Ş arap ­ ça kaynaklar hakkında tef er r «âtlı bil griler ihtiva eder ; E, W. ve J, Frank, Die Gebets zeiten im İslam ( S B P M S E r lg ,, • *926, LVIII, I —32). (E. W [E D E M A N N .) ŞU B H . [ Bk. su bh .] S U B H A . [B k, spBHAi] S U B H A N A L L A H . [B k. sü b HÂN a l l a h .] SU BH Î. Ş ubhî Mehmed E fendi ( ? — 1769 ), XVIII. asır O s m a n l ı v a k ’ a n ü v i s i ve B â b ı â l İ r i c â i i n d e n d t r , İstan­ bul ’da doğmuş, yetişme çağında, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa sadâretinde beylikçİ olan babası Halil Fehmî Efendi ’nin mesleğine mey­ ledip, sadâret mektupçuluğu halîfeleri zümre­ sine girerek, orada feyz aldıktan sonra, vilâ­ yetlerde bâzı vezirlere divan kâtipliği yap­ mıştır. İstanbul ’a dönüşünde, divân-ı hümâyûn kâtipleri zümresine dâhil olup, hâcegânlık rü t­ besine kadar yükselmiş ve iki defa piyade mukabelecisi, sonra küçük evkaf muhasebecisi olmuş { bk. Mehmed Süreyya, Sicill-i osmânî, IH, 220), muhtemelen bu sonuncu hizmetine ilâveten, 1 1 52 (17 3 9 /17 4 0 ) senesinde, uhdesine vak’anüvislik hizmeti de verilmiştir (bk. Cemâleddin,  yin e-i zurefâ, Osmanlı tarih ve m üverrihleri, İstanbul, 1314 , s. 48 ). Hüseyin Rainiz Efendi ( bk. Tezkire, E s’ad Efendi ku­ tup., nr, 3873, 6 2» )’nin, onu, Hekim-oğlu Ali Paşa [ b. bk.] ’nın ilk sadâreti ( 1 1 4 4 — 1 1 48) devresi ortalarında vak’anüvisiiğe getirilmiş olarak göstermesi her hâlde bir zuhûl eseri olm alıdır; zîrâ kendisi bu hizmete 115 2 ’de tâ­ yin edilmiş olduğunu sarâhatle kaydeder ( Subhî, Tarih, İstanbul, 1198, 4“, 74«). Dört se­ ne kadar bu munzam hizmeti ifâ eden Subhî, pek fazla meşguliyeti olan divân-ı Hümâyun beylikçiliğine getirilmesinden ( 16 ramazan 1156 —2 teşrin 1İ. 1743, Subhî, ayn, esr., 234*;  y i­ ne-i zurefâ, s. 4 8 ’de ki receb 1156 tarihi her halde yanlıştır) sonra, vekayî zaptını lâyıkı ile ifâ edememiş ve 1 1 $6 sonlarında, bu meş­ galeden büs-bütun el çekmiş, 1158 recebi ba­ şında vak’anüvîs tâyin edilen Süleyman izzî [ b. bk.] eserini, Subhî ’nin bıraktığı yerden başlatmak zorunda kalmıştır (İzzî, Tarih, İs­ tanbul,-1199, 2*>). t»Um Antik lopedtai



SÜBHÎ, j



Beylikçüikten 8 ramazan 115 8 (4 teşrin I. *745 ) ’de mâliye tezkireciliğine nakledilen Mehmed Subhî 9 şevval 115 9 {24 teşrin I. 1746 ) ’a kadar bu hizmette kalmış (İzzî, ayn. esr., 33*», 70b) ve 10 şevval 1 16 1 ( 3 teşrin I. 17 4 8 ) ’de arpa eminliğine getirilm iş (İzzî, ı8 ı» ), 7 zilka’ de 1 1 6 8 ( 1 5 ağustos 1 7 5 5 ) — 6 safer 1169 ( n teşrin II. 17 5 $) arasında büyük muhasebecilik hizmetinde bulunmuştur (S ey yid Mehmed Hâkim, Tarih, Bağdad Köşkü kiitüp., nr. 2 31, 145a, 180a; Ahmed V âsıf, Ta­ rik, Bulak, 1246, 1,4 7 ) . 21 receb 117 0 ( 1 1 ni­ san 1757 ) ’te tâyin edildiği darhhâne eminliğİ, 3 şevval 1 1 7 1 ( 2 1 haziran 1757 ) ’de muta d teveihât sırasında, uhdesinde ibka edilmiş ise de, Emin Ağa-zâde Hüseyin A ğ a ’ nm dağıttığı rüşvetler, nihayet 22 zilhicce 1 1 7 1 (7 eylül 1757 ) ’de S u b h î’nin azlini mûcip olmuştur (Hâkim , ayn. esr,, 234a, 377a, 398®;  kif Meh­ med, Tarıh-i ciilâs-i Sultan M ustafa, E s’ad Efendi kütüp., nr. 2108, 84b; Vâsıf, I, 59, 77). 23 şaban 1 1 72 (22 nisan i7 5 9 ) ’de tâyin olun­ duğu yeniçeri kâtipliğinden ( Hâkim, ayn. esr., 4 5 6 b ; tâyin tarihi,  kif, 130b ’de, 22, V âsıf, I, 9 9 ’da 26 şaban) 28 ce mazi yele vvel 1 1 73 (27 kânûn H, 176 0 ) ’te azledildiği ( k if, 196»; V âsıf, I, 1 1 3 ) gibi, darbhâne eminliği devre­ sine âit zimmet çıkarılarak, baş-bakı kolu ma­ rifeti ile, tevkif ve ancak istenen meblağın bir kısmını ödeyip, geriye kalanını taahhüt etmek şartı ile, evinde ikametine müsâade olundu ( Hâkim, Tarik, Bağdad Köşkü kütüp., nr. 233, 25b). Bir müddet sonra, uğradığı nekbetten kurtulup, 5 şevval U 7 S ( 39 mart 1 762 ) ~ 8 şevval 1176 ( 2 1 nisan 176 3) arasında defter-i hâkânî emini (Hâkim , ayn. esr., 132®, 15 7 ®; Vâsıf, I, 135, 144 v.d.), 6 şevval 1 177 (8 ni­ san 1764 ) — 4 şevval 1178 ( 27 mart 1765 ) ara­ sında ikinci defa arpa emini (Hâkim, 177b, 201b; V âsıf, I, 150, 172 ), 5 şevval 118 0 (6 mart 1 767) — 4 şevval ı ı S ı ( 23 şubat 1768) arasında keza ikinci defa baş-muhâsebeci oldu ( Çeşmî-zâde Mustafa Reşîd, Tarik, nşr. Bekir Kütükoğlu, İstanbul, 1959, s. 20, 80; V âsıf, I, 185, 197). Son hizmeti muhtemelen 118 2 şev­ valinde (şubat 1769) ikinci defa tâyin edildiği yeniçeri kâtipliği oldu ( Râmiz, Tezkire, 62®, aynı yerde, baş muhasebecilikten sonra büyük ruznâmçecilik hizmetini deruhte ettiği ifâde ediliyor ise de, Vâsıf ’taki teveihât kayıtları ile bu husûsun tahkiki mümkün olam ayor). Ülfet ve sohbete düşkünlüğü He tanınan Sub­ hî Efendi, muhteris dostlarının töhmet, tezvir ve iftiralarına mâruz kalarak, hayatının son senelerini tamânıiyle küskün, duçar olduğu çe­ şitli hastalıklardan muztarip olarak geçirmiş ve yeniçeri kâtibi sıfatı ile bulunduğu Baba49



kıM l. dağı kışlalında, 1182 sonlarında vefat etmiş­ tir. Ölüm haberi Edirne Men serhadde hareket edeü serdar-ı ekrem ordusuna, Hacı-oğlu-pazan ’ndan sonra, Kurnalı-dere menziline ko­ nulduğu 1 muharrem 1183 (7 mayıs 1769) pa­ zar günü gelmiştir (Sâdullah Euverî, Tarih, Â tıf Efendi kütüp., nr. 1828, 98; V âsıf, II, 5. Sicill-i osmânî ve ondan naklen Fr. Babinger, G O W, Leıpzîg, 1927» s* 298 ve J . H. Kramers, E / , mad. Ş U B H Î M UH AM M ED Me 1 1 83 saf er inde vefat ettiği hakkındaki kayıt zuhûl eseri olm alıdır). Yukarıki tafsilâttan anlaşılacağı üzere, Bâbıâlideki mesleğinde pek fazla terakki ede­ meyen Subhî Mehmed Efendi, asıl şöhretini vak’anüvis sıfatı ile zapt ve tedvin ettiği vekayinâmesi ile kazanmıştır. Filhakika iki cilt olarak tertip ettiği eseri, 1198 ( 1783/1784.) Me Matb&a-i âmirede basılmış olmakla, ihtiva et­ tiği » 4 3 —-J156 vekayii için, geniş mikyasta kullanılan bir kaynak eser olarak itibar ka­ zanmıştır. Mabmud I . ’un cülusu tarihinden ( 1 1 4 3 ) iti” bâr en vekayî zaptına me’ mûr vak’anüvİ sterden Mustafa Sâm î (muhtemelen 114 3 —x*44 vekayiini yazm ıştır) ve Hüseyin Ş â k ir ’İn ( H 4S— 11 48) vakayinamelerine, 1148 rebiüîevvelinden itibaren, Râmî Mehmed Paşa-zâde Abdul­ lah Re’fet B.ey v.b. tarafından yapılan zeyil­ lerin tamamlanmadan kalmış olması Subhî ’ntn vak’anüvisliğe başladığı 1152 Men Önceki 5 se­ nelik vekayii yeniden ele alması temennisini uyandırmış ve ilk defa sadrâzam Hacı Ahmed Paşa( 1x 33—-1155 ) Mm emri üzerine, 1736—1739 harbine isabet eden bu devrenin vekayiinî ve 1739 Belgrad muahedesinin akdi tafsilâtım ihtiva eden bir tarihçe kaleme almış (26 cemaziyeîâhır 1 1 54 ’te tamamlanan bu eserin Es’ad Efendi kütüp,, nr. 2096 Maki nüshasının tavsifi için bk. İstanbul kütaphâneleri iürkçe tarih-coğrafya yazmaları kataloğları, cüz 2, s, 266), Hekim-oğlu A li Paşa, İkinci defa sa­ dârete gelince ( 1 5 safer 115 5 ) , 1x48—113 2 ve­ kayii nden başka, Subhî ’nin, Sâmi ve Şakır 'in tarihçelerini de tedvin ile, Mahmud I. devrinin vekayiini bir bütün olarak ele alıp, bir ciltte toplamasını da arzu etmiş ( Ali Paşa ’nm ismi ve arzusu, bâzı Subhî tarihi yazmalarında ve msl. Veliyüddin Efendi kütüp., nr. 2371, 7^ 9« Ma zikredilmiş olup, matbu metinde bu ifâ­ deler çıkarılmıştır ), müverrihimiz de, elde mev­ cut Subhî tarihinin Hekim-oğlu ’nun ikinci sa­ dâretine kadar olan kısmını { bâzı Subhî Ta­ rih ’i yazmaları ve msl. Revan köşkü kütüp., nr. 12 5 6 ,12 6 0 ; Â tıf Efendi, nr. 1884; Çelebi Abdullah Efendi, ar. 245 ; Hamîdiye, nr. 905, Hekim -oğlu’nun sadârete gelişi bahsi ile sona



ermektedir, Matbû metinde, 2x2a Ma ise, bu bahsin sonu, hatimeye benzer bir cetvel çer­ çevesi içinde, Ali Paşa ’mn muvaffakiyeti te­ menni edilerek, bitiriliyo r) tedvin ve takdim etmiştir, Hekim-oğlu ’nun azli de dâhil, 115S — 1156 vekayiini ihtiva eden kısım (Subhî, 2120—2388), esere bu ilk tedvinden sonra,' ilâve edilmiş olmalıdır. Subhî Tarih 'inin bütün yazmalarını tahlil ve kaynakları ile kontrolünü gaye edinen bir araştırma yapılmadığı için, eserin tahlili ve asilliğinin tâyini şimdilik güç ise de, Sâmî Tarih ’i ( Üniversite kütüp., nr. T Y 9768, tam ; Bayezid Devlet kitaplığı, nr. 14036, eksik nüs­ ha) ile Şâkir ve haleflerinin zapt ettikleri ve­ kayii toplayan yazma nüsha (Revan Köşkü kütüp., nr, 1255, Sâmî Tarih ’inin başından 1 1 50 cemaziyelâhırına kadar vekayi ihtiva eder ) ile Subhî ’nm sathî bir mukayesesi 1, cilt Subhî Tarih ’inin, — eserin başma ilâve edilen İran ahvâline dâir icmal ve değişik bir ifâde ile kaleme alman 1730 ihtilâline âit ba­ his istisnâ edilirse — , bâzı bahislerin hazfı ile Sâm î, Şâkîr ve Râmî Paşa-zâde tarihçeleri­ nin aynen tekrarından ibâret olduğu, ikinci cilde âit 114 8 —115 2 vekayi inin ise, geniş mik­ yasta ilâveler ile, yeniden yazıldığı kanaatini tevlit etmektedir. Esâsen Subhî de, bu kısım­ da devlet eşrârma âit bâzı vesikaları kullandığını ve seferlerde gördüğü mühim vekayii dercettiğmi ifâde ediyor (Subhî, 40). 1 1 52 Men sonraki vekayiin İse, tamamen Subhî ’ye âit olduğu şüphesizdir. Mehmed Subhî Efendi, gerek î 736—1739 harbine ve 1739 müsâlahasma âit mütemmim tasvirlerinde, gerekse müteakip devre âit vak’anüvîs sıfatı ile zapt ettiği vekayîde yer-yer müşâhadelerini tesbit etmiştir. Msl. bizzat bu­ lunduğu 1739 temmuzunda vuku bulan Hisarcık (K ro z k a) muharebesini pek canlı olarak tasvir ettiği gibi (Subhî, 151b v.d .; müellif 1538 ve 154 0Ma kendisinden bahseder; ayrıca bk. J . v. Hammer-Purgstall, H isioire da l ’Em p ir e O tla­ man, trc. J. — J. Heîlert, Paris, 1839, XIV, 448), 3 şaban 1152 ( 5 teşrin II. 1 739) Me, Avusturya müsâîahası tasdiknamesinin müba­ delesi vesilesi ile, transız elçisine tersanede verilen ziyafet (Subhî, i 7i «) ile 14 safer 11 54 ( 1 mayıs 1 7 4 1 ) ’te Iran elçisine Sâdâbâd Ma verilen ziyafette hazır bulunduğunu ( ayn. esr,, 196»), 12 muharrem 1154 (30 mart 174 1 ) ’te han elçisinin Bâbıâliye gelişinde teşrirata me’­ mûr edildiğini {ayn. esr., 1900) ve İran elçisi­ ne Bahariye Me verilen ziyafet sırasında konu­ şulan husûsları me’mûriyeti hasebiyle, dikkatle zaptederek, takdim ettiğini {ayn . esr., 1988) ifâde eder, Dîvân-ı hümâyûn hizmetlerinde bu-



âÜBHÎ - SUCÂN RAY.



?h



tunmuş olmanın verdiği imkânlar ile birlikte, cidine minber ilâve ettirdiği nakledilmiştir vak’anüvis Sıfatı ile elde edebildiği vesika ( Hüseyin Ayvansarâyî, f/adi$at al-cavâm ı, İs­ ( nâme»İ hümâyûn, takrir, temessük, mektup tanbul, 1381, I, 97). v .b ,) ve risale { msl. Râğıb Mehmed Efendi ’nîn B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredi­ fran vekayii ne dâir risalesi, ayn. esr., 85“ v.d.) lenlerden başka, Müstakim-zâde Süleyman suretlerini eserine dercetmiştir. S a ’deddin, Macallat al-nişab f i H-nasab va Subhî ’nm nesrinin güzellik ve sağlamlığın­ H-kunâ va H-alljiâb ( Halet Efendi kütüp., da hemen bütün müellifler ittifak ederler ise nr, 628, 2908); J. v. Hammer-Purgstall, Cescde, nazmı hakkmdaki hükümler muhteliftir. hichte der Osmanischen Dicktkunst bis a u f Msl. Râmiz (ayn . esr., göst. yer.), S u b h î’nin unsere Zeit (Pesth, 1838), IV, 266; Subhî müretteb divan sahibi ve emsalinden' üstün Tarik ’İ yazmaları için bk. Ch. Rieu, Çata bir şâir olduğunu ifâde ederken, Sahaflar Ş ey­ logue o f the Turkish Manuscrîpts in t he hî-zâde Mehmed E s’ad Efendi ( Bağçe-i safâB ritisk Musetım (London, 1888), s. 578; Fr. endûz, Üniversite kütüp., nr, T Y 2095, s. 167), Babinger, G O W, s. 299 ; İstanbul kütüpha­ nesrinden kuvvet alan Bîr nâzım olduğunu, neleri tarih-coğraf ya yazmaları kataloğları , Fatîn (T ezk ire, İstanbul, 12 7 1, s, 235) ise, I, türkçe tarik yazmaları, cüz. 2, s. 264—266 mühründeki mısrâmdan başka şiirine rastlaya(4 nüsha); F. E. karatay, Topkapı sarayı madığmı kaydederler. müzesi kütüphanesi türkçe yazmalar-katalo­ Mehmed Subhî, daha mesleğinin başlarında, gu (İstanbul, 19 6 1}, I, 292 v.d. {5 nüsha Nevşehirli Damad İbrahim Paşa [ b. b k .]’mn tavsif edilm iştir), (T . H.) arapça ve farşça tarihleri tercüme yolundaki Ş U B H l. e Bk. SU B H Î.] teşviklerinin uyandırdığı alâkaya kapılarak, S U B K Î. [B k . sübk İ.] belki de ilk kalem tecrübesi olmak üzere, isS U C  N R  Y . SU CÂN R  Y ( bâzan yan­ lamdan önceki Iran hükümdarlarına âit tumtu­ lış olarak, Sancân R â y ; krş. Rİeu, I, 230 ; III, raklı farsça bir tarihin tercümesine teşebbüs 908 ), H i n d i s t a n ’d a y a ş a m ı ş b î r m ü ­ etm iştir: 1 143 ( 1 730 ) ’te tamamlanan 7 arfA-z v e r r i h olup, A vrangzib saltanatının başına şâhân- 1 Iran ( muhtemelen mütercimin tashih- ; kadar,H indistan’ ın umûmî bîr tarihî olan H ulerini ihtiva eden E s’ad Efendi kütüp., nr. lasat al-tavârih adlı eserin müellifidir. Bizzat 2096 ’daki nüshanın tavsifi için bk. İstanbul kendisi tarafından kaydedilmiş bir kaç vak’a kütiipkâneleri tiirkçe tarih -coğraf ya yazma­ ile eserinin müstensihleri tarafından ilâve edil­ ları kataloğları, cüz. 3, s. 319 ) Şaraf al~Din Faz! miş kayıtlar hâriç, hayatı hakkında hiç bir Allah al-Husayni Kazvini ( Subhî, tercüme­ şey bilinmemektedir. Kendisi, eserinin mukad­ sinde müellifi Abü Vaşşâf F a il A llah b. Fazl dimesinde ( taş-basması, s. 6, n ), gençliğin­ A llah olarak gösteriyor ise de, Vaşşâf *m ba­ den beri, idare ve mâliye hizmetlerinde mün­ bası ‘İzz al-Din Fazl Allah ile al-Muccam mü­ şilik mesleği He iştigal ettiğini nakletmekte­ ellifi Ş araf al-Din Fazl A llah ’ı tefrik etmek dir. Pencâb (s. 7 1, 20 ) ’ta, B a tâ la ’de doğdu; lâzımdır, bk, C. A . Stor ey, Persian Literatü­ Kâbul ( s. 86, i24 ), belki de Thatta ( s. 60, e ) ve re, a Bio-bibliografical Survey, London, 1936, Himalâya ( s. 35, te ) eteğinde Pincavr bahçe­ I, 243 v.d.) ’nin, atabek Nuşrat al-Din Ahmed b. lerini ziyaret etti. Tarihîni yazmak İçin, say­ Yusuf Şah [bk , mad. LÛR-İ BÜZÜRGj’a İthaf dığı bol miktardaki farsça eserlere istinat etti, ettiği al-Mu'cam f i asar ( E s ’ad Efendi kütüp., ve kitabını, iki üç kere gözden geçirmek sure­ nr. 2096, 12» ’de ta v â r îh ) mulük al-acam ’nin tiyle, iki yıllık çalışmadan sonra, Avrangzib tercümesidir, ’in saltanatının dördüncü yılı olan Uo7 (1695) S u b h î’nin oğlu Abdülaziz Efendi { 1 1 4 9 — ’de bitirdi. Fakat eser 1068 ( 1 6 5 8 ) vak’aları 1 1 9 7 ’den son ra) Hekimbaşı ( 1 1 7 9 — 1 1 90) ve ile son bulur. Müstensihleri onun bir Hatri 119 7 muharreminde ( kânun 1. 1782 — kânun II. ( Bbandâri veya D h ir ) olduğunu söylerler ve 1783) Üsküdar kadısı olmuş (H afız Hüseyin bir müstensih de Sucân R ây ’ın, hindçe, farsça Ayvansarâyî, V efeyât, Üniversite kütüp., nr. ve sanskritçe bildiğini beyân eder (Rieu, I, T Y 2464, s. 18 0 ; E s’ad Efendi, ayn. esr., gosb 230, burada nakledilen parça bariz bir şekilde yer.; S icili-i osmânî, III, 339 v.d.; Sicil ’de bozulmuştur ), Bütün bunlara rağmen, müellifin Abdülaziz Efendi ’nin Subhî ’nin ahfadından sanskritçe bildiğine dâir bir deîîl yoktur. Bu olarak gösterilmesi zuhûl eseri olmalıdır ), to­ eser ancak bir «tarihler hulâsası" olmak iddi­ runu Abdülhamîd Efendi İse, küçük ve büyük asındadır, fakat bir hindû tarafından yazılmış tezkireni ve 1233 {1808 ) ’te de yeniçeri kâtibi olması sebebi İle, husûsî bir alâka uyandır­ olmuştur ( Vâsıf, II, 5 v.d .; S icill-i osmânî, III, maktadır ; kitap mühim bir coğrafî kısım ih­ 06 ). Subhî Mehmed Efendi ’nin Çemberlitaş tiva eder, zırâ müellifin bilhassa Pencâb hak­ ’taki evi civarında bulunan Hoca Rüstem mes­ kında iyi malûmatı vardır.



m



SÜCÂN RÂY -



SUDAN.



Vekâyinâmesinin en büyük kısım S ig a r al- Burada Büyük Südân, Sahra ’ nın ve Libya'nın muta'ahhirîn { Elli ot, VIII, 19 4) ve Ahbâr-i cenubunda, garpte A tlas okyanusundan, şarkta makabbat ( agn. esr., VIII, 376) müellifleri ta­ Habeşistan 'm garp hudutlarına kadar devam rafından eserlerinde tekrar edilmiştir. Afsös eden, cenup hududu aş.-yk. 10* şimal arzım [ b. bk.] 'un A ra’iş-î malıf i l 'i onun orducaya tâkİp eden sahada bulunan memleketlerin hep­ serbest bir tercümesinden ve bâzan da nak­ sini içine alan bir tâbir olarak kabul edilecek­ tir. ( S u d a n t ü r k ç e d e , yalnız Mısır ’m ce­ linden ibarettir. nubunda bulunan m ü s t a k i l d e v l e t e d e ­ S ucan R ay, aynı zamanda oğlu R ay Singh ile bir müslüman dostunun talebi üzerine, 1 1 1 0 l â l e t e d e r ki, maddenin sonunda bundan - „ (1698/1699, eserin içinde ise, 1114 = 1 7 0 2 / 17 0 3 ayrıca ve tafsilen bahsedilecektir ]. tarihi bulunmaktadır) 'da kendi yazılarından Südân ile Akdeniz A f r i kası arasında en derlediği Hulâşat al-makâtib unvanım taşıyan kadîm çağlardan iti bâr en münâsebetlerin mev­ bir inşâ11 ’mn da müellifidir. Hulâşat al-tavârih cut olmuş olması muhtemeldir. Eski Mısırlılar, (bk. s. 127, 13 1, 207 v.d., 229 ve 454 v.d.)’teki siyahların memleketlerine seferler yaparak, zehirler, ilâç maddeleri ile oyunlara âıt par­ kendilerine zenciler te’ miu ediyorlardı ve bun­ çalar H ulâşat al-makâtib İçinde de bulunmak­ lar İle ticarî münâsebetler de devam ettiriyor­ tadır. Bu son eserin bir nüshası India Office lardı. Fenike müstemlekelerinden ve hususi­ kütüphanesinde ( Ethe, Catalogue . . , , nr. 2109} yetle Kartaca 'dan hareket eden kervanlar Sü­ ve bir nüshası da Pencâb Üniversitesi kütup- dân 'dan altın, fil dişi ve köleler alıyorlar, buna mukabil dokumalar, bakır ve zÜecacî eş­ hânesindedir. B i b l i g o g r a f g a ı Hulâşat al-tavârih yalar veriyorlardı. Hem Nil yolu ile ve hem Sah­ (nşr. M. Zafar Haşan), taş-basması, Dehli, ra vâsıtası ile cereyan eden bu hareket Yunan1918, bir mukaddime, notlar ve bir fihrist Roma hâkimiyeti zamanında ve sonraları, şi­ ile beraber ; H. Beveridge, The Khulâşat malî A frik a ’mn araplar tarafından fethi ve al-tawârikh ( J R A S , 1894, s. 733—768; İslâmlaştır 1İmasını müteakip de devam etti. 189$, s. 2 1 1 ); Eliiot>Dowson, H istorg o f In- Şüphesiz VII. (m.) asrın sonlarından itibâren, dia, VIII, 5—1 2 ; Rıeu, Catalogue o f the Mısır, Ifrikiya ve Mağrib müslumanları büyük Per&ian Mss, in the British Museum, 1, 230; Südân pazarlarına sık-sık gidiyorlardı; hattâ G, Sarkar, India o f Azurangzib ( Kal küte, bazıları, Akdeniz sahillerindeki hemşehrileri 1 9 0 1 ) ; XI v.dd., j —122 ; [ C, A, Storey, Per- için, muhabir veya mutevassıt vazifesini gör­ $ian Literatüre, London, 1939» s, 4 5S~~4SB ]. mek üzere, burada tamamiyle yerleşmişlerdi. Fakat siyahlardan ilk defa bahsetmiş olan _ _ (M uhammad S hafi.) arap müelliflerinin şahadetine göre, müslüman» SU CAN R A Y . [Bk. sucân ray .] îar yalnız ticarî işler ile uğraşıyorlardı ve SU D A . [B k . sûde.} SÜDAN. SUDAN. Arapça bilâd al-$âdân dinî propaganda yapm ayorlardı; ancak XI. tâbiri «siyahlar memleketleri" mânasına gelir. asırda müslümanlık sudanlılar arasında yayıl­ Şu hâlde bundan çıkmış olan Südân ( S ou dan ) mağa başladı. Bâzı rivayetlere göre, filhakika kelimesi zenciler tarafından meskûn olan A f­ fatih ‘O^ba b. Nâfi‘ S u d an ’a kadar gelmiş rika bölgelerinin hepsine delâlet etmiş olma­ idi, fakat bu rivayetlerin galiba bertaraf edil­ lıdır. Bununla beraber avrupalılarda olduğu mesi lâzımdır. Bu durumdan, XI, asırdan önce, bu mmgibi, araplarda da bu kelime bu bölgelerin şi­ mal kısmı veya, daha umûmî -bir tarzda, A f ­ takalarda her hangi bir medeniyetin ve siyasî r i k a ' n ı n i s l â m i y e t i n n ü f u z e t m i ş teşkilâtın mevcut olmadığı neticesini çıkar­ o l d u ğ u - S a h r a - a l t ı mı 11 t a k a s ı için mamak lâzımdır. XI, asırdan itibâren muhtelif kullanılmıştır. Amelî olarak, bu mıntaka üç Südân eyâletlerini idare eden bir çok hüküm­ bölüme a y rılır: g a r b ı S u d a n , Senegal, darlar müslüman dininde iseler de, böyle ol­ Gambiya, yukarı Volta ve orta Nijer havza­ mayanlar da var idi. Gerçekten bir çok Südân larını içine a lır ; m e r k e z î S ü d â n , Çad devletleri arasında en mühimleri memleketin gölü havzasını içine alır ; ş a r k î S ü d â n ve­ İslâmî yeti kabûl etmesinden önce vazifelerini ya M 1 s 1 r S u d a n ’ı, yukarı Nil havzası ile hu- yapıyorlardı ve bu devirden Önce bâzan mü­ dutlanmıştır. Burada kaydetmek gerekir ki, İn- him bir kudret ve şöhrete ulaşm ışlardı; sonra giltzler için kısaca «Sudan" kelimesi umumi­ müslüman hükümdarların kabûl etmekle iktifa yetle Mısır Südân ’ınm müteradifi idî ve fransız­ ettikleri müesseseleri vardı ve al-Bakri ’nin XI. lar «Sondan Français" tâbiri ile, resmen müs­ asırda müşrik Gana ktr&lİığmdan bahsederken, temlekelerinden birini kas de diyorlardı ki, bu tasvir etmiş olduğu şekilde, yukarı V o lta ’ daki onların işgal etmiş oldukları Südân mıntakası- Mösi kır allıklarında olduğu gibi, bu gün bile sm ancak bir parçasına tekabül etmekte idi. i müşrik kalmış devletler de bulunmaktadır.



SÛDAN. Eskiden butun sudanlılar tarafından inanı­ lan din, her hâlde bugün onların islâmiyetin hiç te’sirindc kalmamış olanlarında görülen dinin aynı idi, yâni hem ecdada ibâdet, hem de tabiat ruhlarına İbâdet esâsına dayanan „animisme“ ’in bir şekli idi. Bununla beraber hıristiyanlık Südân ’ın bâzı mmtakalanna nü­ fuz etmiş idi. İV. — VII. asırlarda N ûbe’ de hıristiyanlık hâkim duruma girmiş idi ve VII. asırda Sonğoy [ b. bk.) kıratlığını kurmuş ol* duğu kabûi edilen ve Berberi menşe’ Ii olarak şöhret kazanmış olan hükümdarların hıristiyan oldukları iddia olunur. İslâmiyetin Nil vadisinin Nûbeleri veya N«be­ lileri arasında oldukça erken bir zamanda ya­ yılmış olması gerekir, fakat nehrin esas ko­ lundan biraz uzakta bulunan şarkî Sudan eyâ­ letlerini islâmiyetin kazanması için çok uzun bir zaman geçmiş gibi görünmektedir; bu yer­ lere İslâmiyet XVI. asra doğru cenûb-i garbî istikametinde İlerileyen ve mmtakanın siyah­ ları ile temasa geçen arap menşe’ii kabîleler tarafından sokulmuştur. Sudan'ın islâmiyetin derin ve devamlı izlerini ilk olarak atan kısmı garbı kısmıdır, İslâmiyet XI. asırda buraya araplar tarafından değil, fakat bu tarihte Mu» râbıtlar hareketine başlayan sahra Berberîlerİ tarafından getirilmiştir. Bu devirde, g a r b i S ü d â n ’da, beyaz ırka mensup oldukları söylenen hükümdarlar tara­ fından bilinmeyen bir tarihte kurulmuş olan, fakat bu sırada hükümdarları Sarakolie ( veya Soninke veya Vâkore veya Marka J ’ler kabi­ lesinin siyahlan otan Gana imparatorluğu ge­ lişiyordu ; hükümdarlar Vağadu veya Bağana denilen eyâlette, V â la ta ’nın cenup-cenub-i garbisinde Kumbi ’de otururlardı ve iunka, kayamağa ve ğâna gibi muhtelif unvanlar ta­ şıyorlardı, Arap müellifleri, Kumbi şehrini gös­ termek için, hükümdarın payitahtına da teş­ mil edilen bu Gana tâbirini kullanmışlardır. Gana devletinin hâkimiyeti, asıl kendi ülkesi dışında, garbi Südân ’ m büyük bir kısmına ve bilhassa yukarı Senegal Ün sol sahilindeki al­ tın madenlerine, bir de Şahrâ' Berberi kabi­ lesinin ekserisine ve hususiyetle Lemtüna ka­ bilesine ve ihtimal T işit ( T ic h it ) ’in cenûb-İ garbisinde bir az mesafede bulunan payitahtları A vd a ğo st’a kadar yayılıyordu. 1043 ’de Berberi müceddidi 'Abd A llah b. Y a­ sin, aşağı Senegal ’ in bir adası üzerinde kur­ muş olduğu ribât („tekke") 'tan çıkıyor ve, A drâr ile Tagant ’ın Berberîlerİ arasında oldu­ ğu gibi, bugünkü Tokorör veya TukulÖr (Toucouleurs) ’ lerin cedleri oîanTakrür (Fûta-Töro) zencileri ve o sırada az veya çok bir şekilde G a n a ’nın hâkimiyeti altında bulunan başka



773



bâzı Südân ahalisi arasında da İslâmiyet! yaymağa başlıyordu. Onun vaazları müşrikÜğin bir nevî kalesi olan Kumbi ’dekİ Sarakoî» le ’lerin hakimiyet veya boyunduruğunu sars­ mak isteyen beyaz veya siyah kimselere hitap ettiği nîsbette muvaffakiyet kazanmış idi. S i­ yahlar arasında Takrür kıralı ve ailesi şüphe­ siz İslâmiyet! ilk kabûi edenler olmuşlar ve Murâbıtlar ordusuna birlikler bile te’min et­ mişlerdir. Yukarı Nijer ’de oturan Manding veya Mali kıralı da İslâmiyet! kabul etmekte gecikmedi ve orta Nijer ’de Gâo mmtakasmda yerleşmiş olan Sonğoy kiralının ihtidası da aynı devre doğru gösterilmektedir. Bununla beraber Gana ’ya sadık kalan Avdağost 1054 ’te 'Abd AH âh b. Y asin ’İn hücumuna uğradı ve onun tarafından alındı, ve 1076 ’ya doğru, Yûsuf b. Taştın, Murâbıtîarm başlıca bölümünün başın­ da olarak, F a s ’ı zapt ederken ve Ispanya’ nın istilâsına hazırlanırken, yeğeni Lemtüna kabi­ lesinden Abu Bakr b. ‘Omar Südân hudutla­ rında kalmış olan Murâbıtlar ile, Kumbi 'yİ zapt ediyor ve Gana imparatorluğunun uzun hâkimiyetine son veriyordu. Yeni dini kabul etmeğe şiddetle zorlanan Sarakolie ’ler kitle hâlinde müslüman oldular ve hâkimiyetleri al­ tında kalmış ve istiklâllerini kazanmak i çın hâkimleri Gana devletinin sukutundan istifâde etmiş bulunan muhtelif kıraîlıklarda, C âra ve­ ya Kanyağa (şim diki Nyoro yakınında), Gumbu { Kumbi ’nîn cenubunda), Sösö ( Gumbu ile Bamako arasında ), C&ha veya C â ( garbi Mâ­ sına ) v.b, kır allık veya eyâletlerinde, İslâmî yeti yaymağa başladılar. Abü Bakr b, 'O m ar’in 1087 yılında vukua gelen ölümü ve desteklediği son Murâbıt birliklerinin şimale hareketi, İs­ lâmlaşma hareketinin devam etmesine mâni olmadı, ve XI. asrın sonlarından itibaren, SarakoUe C a h a ’ları tarafından ihtida ettirilmiş olan müslüman Çula ’lar, yeni dini kola cevizi almağa gittikleri Altın sahilinin kesif orman­ ları yakınına kadar götürdüler. Bunu müteakip bir duraklama devri oldu. Son­ ra, 12 2 4 ’e doğru, V a la ta ’da bir dinî ve ticarî merkez teşekkül etti ve Timbuktu ve bilhassa Cenne ’ ye doğru taşmakta gecikmedi. Müteakip asırda garbî Südân muslümanlannın merkezi Timbuktu oldu. Hâkimiyetleri Gana hâkimiye­ tini takip etmiş olan Mandingo imparatorluğu o zaman en yüksek derecesine varmış idi. 1325 ’te bu devletin hükümdarı meşhur Gongon-Müsâ (halk arasında Kankan-Müsa ) M ekke’den getirdiği Gırnata ’lı bir aileye mensup bir ara­ ba Gâo ve Tim buktu’da taraçalı ve ehrâm şeklinde minareli camiler yap tırd ı; boyleçe bu­ raya sür’atîe yayılan ve müslüman dinine ka­ zandırdığı parlaklık İle, bunun Nijer memle-



774



SÜDAN.



ketleri «zerindeki itibârım sağlamlaştırmağa hizmet eden bîr mimarî üslûba Sudan ’a soktu. Sudan ile Fas arasında devamlı münâsebetler bunun halefi zamanında kurulmağa başlanmıştır. Isla mi yetin iler ile mesî, X V . asrın sonunda ve XVI. asrın başında, Sonğoy’un en büyük hü­ kümdarı, askıya Muhammadu Türe zamanında, daha da kuvvetlendi. Buna karşılık, X V . asrın ortasına doğru, Takrür, yâni Füta-Töro ’nun, Koîi-Tengella ’nm Fulbe ve Mandingo güruhları tarafından zaptedilmesi ve bu memlekette, 1559 ’dan 1776 ’ya kadar iktidarını muhafaza eden bir müşrik Fulbe mutlak İdâresinin ku­ rulması ile, İslâmî yetin terakkisi mühim bir şekilde yavaşladı. Aynı şekilde ve inanıl abileceğin aksine olarak, Sonğoy ile Timbuktu ’ nun 1591 ’de, Paslıların yaptığı bir sefer ile, zap­ tedilmesi orta Nijer ’de müslümanîığm inhitatı ile Tim buktu’nun dinî ve fikrî merkez olarak inhitatının işareti olmuştur. Esasen sudanlıların hepsinin İslâmiyet! ka­ bul ettiğini düşünmemek lâzımdır. Arap tarihçi ve coğrafyacılarının, aynı zamanda mahallî vekayinâmelerin şahadetine göre, yeni din bilhas­ sa kıraîlar ve yüksek me’mûrlar arasında tarafdarlar kazanmış id i: Tukulör, Sarakolle, Çula, Sonğoy ’lar gibi bâzı kabileler müstesna, nüfus kitlesi, biiyük şehirler hariç, müşrik kalmışlardı. XVIII. ve XIX. asırda İslâmiyet garbı Sudan ’da en büyük ve Murâbıtlar zamanından beri asla göstermemiş olduğu bir ileri Ie meyi kay­ detti, Bu hareketin başlıca muharriki Takrür ’un Tukulör kastından Torodbe ( müfr. Tor o d o ) ’lerin ateşli ve mutasavvıf mizacı olmuştur. Ha­ reket 1720 ’ye doğru, Füta-Calîon [b . b k .] ’da bir nevi dinî mutlak idarenin kurulması ile başladı. 1776 ’da müslüman Tukulörlerin bu tarihte o zamana kadar müşrik katmış olan ve ekserisi o zaman İslâmiyet! kabûle mecbûr bı­ rakılan Ful belere karşı kazandıkları zafer so­ nunda, Füta-Töro ’da benzer bir dinî idarenin kurulması ile, bu hareket daha da kuvvetlendi. Yavaş-yavaş, aşağı Senegal’la Volof ’ları da İslâm dinine kazanıldı. Az sonra Füta-Töro Törodbe ’leri ve M isina Ful beleri arasında peygamber gibi kimseler zuhur etti. Nijer ile Çad arasında ilk cîhad ilân eden Tukulörlerden Usmânu Föco oldu, kısmen Havsa ’ları İslâmlaştırdı ve Sokoto imparatorluğunu kurdu (18 0 2 ). Sonra M is in a ’da H am dalîihi adını verdiği bir payitaht kurarak ( l 8 l o ) , burada islâmiyetîn hâkimiyetini te’min eden F u lb e’lerden Seku-Hamadu Bari oldu. Nihayet Mekke ’ye yaptığı bir hacc ziyareti ( 1820) sırasında, Sudan için Tîcânîlerin «halîfesi" unvanım alan ve 18 3 8 ’de kendini Mandingo (18 4 8 ), Kaarta ’mn { 1854 ), Segu ’nun ( 18 6 1) ve nihâyet M i­



sina ’nm (18 6 2 ) hâkimi kılan vaazlarına ve savaşlara başlayan Tukulör ler den al-I^ac 'Omar oldu; ölürken (18 6 4 } islâmîyetin bir nevi devlet dini olduğu geniş bir imparator­ luk bıraktı. Fakat bu imparatorluk fransıziarm ilerilemesi önünde (18 9 0 —1893 ) dağılmağa mecbur kaldı. A z sonra (18 9 8 ), yukarı Sene­ gal ile yukarı Volta arasında bir müslüman İmparatorluğu kurma teşebbüsü Mandingolardan fatih SamÖri Türe tarafından yapılmış î d i ; bu hareket, fransız birlikleri tarafından esir edi­ len bu şahsın mağlûbiyeti ile, kesin olarak, dur­ duruldu. İslâmiyet m e r k e z î S ü d â n ’da da XI. asırdan itibaren ilk defa olarak görülmüş idi. Bu din sülâlesi müşrikliğe sâdık kalmış olan Ume zamanında Kânem ’e sokulmuş id i; bu sülâle yerli menşe’lî bir müslüman sülâlesi olan May ’lar tarafından yıkılmıştır. Bunlar da merkezi XV, asrın sonlarına doğru Bornu’ya nakletmîşlerdir. Fakat ancak bu son tarihte İslâmiyet, Çad gölünün iki kıyısında yerleşe­ rek, bu mıntakada derin bîr şekilde kökleşmiştir. Ancak müteakip asrın sonunda, Mbang cAbd A lla h ’ın hâkimiyeti zamanında ( 1 561 — 1602), Bağirmi ’yi kazandı ve ancak XVII, asrın baş­ larında, arap menşe’li olduğu söylenilen Sâleh, V a d â y ’ı zaptetti ve 16 3 5 ’ten itibaren, muzafferâne bir şekilde, oraya yerleşti. Çok sonra, maceracı Rabah ’ın verdiği hız ile, İslâmiyet cenup istikametine yayılmıştır, ( 1 8 7 8 —1900 ). Ş a r k î S u d a n ’ da XVI. asra kadar, yerli müslüman halkı bemen-hemen yalnız Nüba ’ler teşkil ediyordu. Bu devirde Dâr-Für da, Vaday ve Kordofân gibi, A sya menşe’li olduğu söylenilen putperest Tuncür hükümdarlarının uzun zaman idâresinde kaldıktan sonra, yeni sülâlenin kurucusu Solun-Slimân tarafından kısmen İslâmlaştı. Bunun haleflerinden biri, Teber5 b, Kordofân ’ı zaptetti ve XVIII. asır­ da bu memleketin Koldâci(erini İslâmlaştırdı. Şark î Südân ’ın müslüman!aşması, X IX. asırda Dongola ’nın Nûbeli bir ailesine mensup olan ve Klordofân, D âr-Für, Bahr al-G azal, Sennâr [b . bk.] ve nihayet H®rt“ m ( 1881 — 1885 ) ’ı zapteden Mahdi Muhammed Ahmed [ b. bk,] ’in ve bunun halîfesi olup, Dâr-Für ’un Baggâra kabilesine mensup olan ve fetihlerini Equatoria eyâletine kadar uzatan ( 1892 ) so­ nunda Kitchener tarafından Hartam ’dan çıka­ rılan (18 9 8 ) ve 1899’da W in gate’ nin birlik­ leri tarafından Kordofân ’da öldürülen 'A bd A l­ lah ’m te’siri ile, ehemmiyetli bir şekilde kuv­ vetlendi. ^ 1925 ’te Südân, bütünü ile, takriben 25—30 milyon kadar tahmin edilen nüfusa sahip idi ve bunlar aş.-yk, müşavî kısımlar hâlinde,



SÜDÂN.



ı



i



J



İ,



i



müslüman ve „animiste" ’îer den müteşekkildir. Müslümanîar büyük merkezlerin ekserisinde hâ­ kimdirler, fakat şehirli halk dışında, nisheten az miktardadırlar. Butumla berâber bâzı kabile­ ler tamâmiyîe veya büyük bir kısmı ile müsİümandır; bunlar garbdan şarka doğru Volof ’lar, Tukulör ’ler, Sarakolle ’ler, Çula ’îar ve Sonğoy, Kanüri ’Ser, ve Kânembu ’îar,T eda Tub u ’lar, Maba ’lar, K oncâra’ lar, K o ld a c i’ler, Nüba ’ler ve daha az mühim olan başkaları­ dır. P51 ’ler yâni Fulbe ’ler, Mandingo ’lar, veya Malihke, Sorko ’lar veya Boso ’îar, Hausa ’lar, Bağİrmi ’ler v.b. gibi bâzı kabileler de kısmen müslüman, kısmen müşriktir. S e re r’ler, Cola, yânı Flup ’ler, Basari ’îer, Konyağı ’îer, Bambara ’lar, B ob o’lar, Dongon veya Tombo ’lar, Samo ’lar, Mösi ’îer, Gtırunsi ’ler, Lobi ’ler, Dagâri ’ler, Semıfo ’îar,Busanse ’ler, Gurmatıtşe ’ler, B erb a’ lar, K am barî’îer, B au tşi’ler, Man­ dara ’lar, Musgu ’lar, Mundang ’lar gibi bazı­ ları ve merkezî şarkî Südân ’ın müslümanîar tarafından K âfiri, Kirdi, Fertit, Cenahera !ekapları altında toplanan müteaddit halkları gibi bazıları da tamâmiyîe veya ekseriyetle „ani miste" ’dirler. Arapça, konuşma dili olarak, Südân ’a çok az nufuz etmiştir. Bu dil yalnız müslüman Südân lehçelerini dinî kelimeler bakımından zenginleştirmiştîr. Bu lehçeler, ^animiste" südânlılarınki gibi, zenci-Afrika ailesine men­ suptur, Buna karşılık, arapça bîr az tahsil görmüş sudanlı müslümanlara yazı dili vazi­ fesini görür ve bilhassa XV. asırdan itibaren, arap dilinde gerçek bir Südân edebiyatı var­ dır. Bâzan, biç olmazsa Fulbe ve Hausa dille­ rinde, yerli dilleri yazmak için, arap alfabesi kullanılır. [ Burada bahis mevzuu olan topraklar Üze­ rinde şimdi S e n e g a l [b . bk.], G a m b i y a (10.700 kın.2 olup,ekseriyeti müslüman 290.000 kadar nüfuslu bir İngiliz müstemleke himaye idaresi, 19 60’ta kabul olunan bir anayasaya göre idare olunur), G i n e (Ispanya ve Por­ tekiz Gine ’lerinden ayrı, 1958 ’de kurulmuş bir cumhuriyet olup, 244,000 km,2 arazisi ve 2.500.000 kadar nüfusu vardır ), S i e r r a L e o n e ( İngiliz Milletler topluluğuna dahil bir dev­ let olup, 72,000 km,2 arazisi ve 2,500,000 nü­ fusu vardır ), L i b e r y a ( ı i ) ,000 km.2 arazili, 1.250.000 nüfuslu bir cumhuriyet), F i l d i ş i c u m h u r i y e t i (322.000 km.2 arazisi ve 2.500.000 kadar nüfusu olan bir devlet olup, 19 6 0 ’ta istiklâline kavuşmuştur ), M a 1 i (m er­ kezi Bamako olan bir müslüman cumhuriyeti olup, 1,250,000 km,2 arazîsi ve 4,300.000 kadar nüfusu vardır ; eylül 1960 ’ta tam bir İstiklâl kazanmıştır), V o l t a c u m h u r i y e t i (İs­



775



tiklâlini 19 6 0 ’ta kazanmış olan 272.000 km.2 arazili ve 3.500.000 Dİifuslu bir devlet), G an a ( Ghana, 1960 ’ta kurulmuş bir cumhuriyet olup, 230.000 km.2 arazîsi ve 6.500.000 kadar nüfusu va rd ır; Ingiliz Milletler topluluğuna dahildir ), T o g o ( 1960 ’ta istiklâline kavuş­ muş bir cumhuriyet olup, 55.600 km.2 arazisi ve 1.500.000 kadar nüfusu vardır ), D a h o m e y ( 1 9 5 5 ’te kurulmuş aş.-yk. 110.000 km.2 ara­ zili, 1.600,000 nüfuslu bir cumhuriyet), N ij e r c u m h u r i y e t i (1.800.000 km.2 arazili, 2.850.000 nüfuslu), N i g e r y a ( Ingiliz Millet­ ler topluluğuna dahil bir devlet olup, 954.000 km.2 arazisi ve 35.000.000 nüfusu va rd ır; mer­ kezî Lagos ’tur ) ve Ç a d c u m h u r i y e t i (1,300.000 km.2 arazili olup, 2.700.000 kadar nüfusludur, 19 6 0 ’ta istiklâline kavuşmuştur) devletleri kurulmuştur]. B i b l i y o g r a f y a .: G a r b î S ü d â n : 'Abd al-Rahman al-Sa'dî, Tarih al-Sûdân ( trc. Houdas ), Paris, 1900 ; Mahmüd K âli, Târih al-Fattâh ( trc. Houdas ve Delafosse ), Paris, 19 13; Tazkirat al-nisyân (trc. Hou­ das ), Paris, 1901; Mungo Park, Travels in the Interior o f A f rica ( London, 1799); Rene Caille, Jou rn al d ‘un voyage â Timboctou et â Senne dans V A frique centrale (P aris, 1830), 3 c .; H, Barth, Travels and Discoveries in Northern and Central A f rica, 1849— 1855 (London, 1858), 5 c . ; E, Mage, Voyage dans le Soudan Occidental, 1863— 1866 ( Paris, 1868 ); Binger, Du N iger au G o lf e de Gainee par le pay s de Kong et le Massi ( Paris, 1892 ), 2 c .; A . Hacquard, Monographie de Tombouciou ( Paris, 1900 ); Ch. Monteiî, Monographie de Dienne (Tulle, 19 0 3 }; »yo. mil., Les Khassonke (P aris, 19 2 5 ) ; ayn. mil., Les Bambara de Segou et du Kaarta ( Paris, 19 24 ); M, Delafosse, HautSenegal-N iger {P aris, 19 13 ) , 3 c .; M. Dela­ fosse ve H. Gaden, Chroniyues du Fouia Senegalais (P a ris, 19 13 ). Me r ke z î ve ş a r k î S ü d â n : Brnce, Voyage aux sources du N il, en Nuhie et en A byssinie pendant les annees 1768 â 1772 (trc. Castera), Paris, 1790 — 1792 ; Denham, Clapperton ve Oudney, Voyages et decouverte s dans le Nord et dans les par t i es cenfrales de V A frîyu e (trc, Eyries ve de La-



mandiere), Paris, 1826, 3 e.; İbn Omar El Tounsy, Voyage au D arfou r ( trc. Perron ), Paris, 1845! nyn. nılL, Voyage au Ouday { trc. Perron), Paris, 1851; d’Escayrac de Lauture, Memoire sur le Soudan (Paris, 18$$— 1856); H. Barth, Traels and Discoveries in Northern and Central A f rica ( London, 1 8 5 6 ) 5 ç .; G. Nachtigal, Sakara und Su ­



776



SÛDAN.



dan (Berlin, 1879— 1882), 3 e,; Juîes Boreili, Ethiopie meridionale ( Paris, 18 9 0 ); Bricehettî-Robecchi, Tradıziöni storiche, raccolte in Obbia (Roma, 18 9 1) ; C. H. Robmson, Hausaland ( London, 1896); R, C. SlatinPacha, Fener und Schwert im Sudan ( Leipzig, 1896 ) j i ilgi, trc., F ire and Szvord in the Sudan ( trc, F. R, Wingate ), 5, tab., London, 1897 î E. Gentil, La chute de Vampire de Rabah ( Paris, 1902 ); H. Carbou, La region du Tckad et âu Oudaî (P aris, 19 12 }, 2 e ,; A . Schultze, Das Saltanat Bornu (Essen, 1910 ); ingl. tre., The saltanat e o f Bornu ( trc, P. A . Benton ), London, 19 1 3 ; G. Bruel, I.VI/rigue Eçuatoriale Française (P a ris, 19 18).



bozkır hususiyetini alır. Geniş bodur, dikenli ağaç ormanları büyük miktarda arap zamkı te’min eder, 12 0 arzın cenubunda, memleket mebzul miktarda yağmur alır ve kısmen, ağaç­ lardan mahrum, yüksek otlar ile örtülü geniş ovalardan, kısmen de ağaçlıklı bozkır or­ manlarından ibarettir. Ü stüvaî ormanlar su cer yanlar mm kenarları boyunca en cenupta bulunur. 12. arz dâiresi, kaba olarak, müslüman Su­ dan ile müşrik cenup arasındaki ayırma hattını teşkil eder. Cenubun zenci ırkından gelen ka­ bileleri arasında, şaşılacak kadar dil ve hars tenevvuü vardır ki, bu hâl tatmin edici her hangi bir tasnifi imkânsız kılmaktadır. Bâzı dil (Maurice Delafosse .) aileleri açık bir şekilde görünm ektedir; diğer Ş a r k î S u d a n ( türkçedeki mânası ile, hâllerde, bir zümreye bağlama fizik veya harsî S û d a n ) , orta çağ arap müelliflerinin Sudan ’ı hususiyetlerin benzeşmesine, yahut sâdece züm­ olup, b ü y ü k S a h r a ’n 1 n c e n u b u n d a b u ­ re tarafından iskân edilen mmtakanm coğrafî lunan garbî ve m e r k e z î A f r i ­ görünüşüne istinat etmektedir. Evans-Pritchard ka a r a z i s i d i r . Ancak XIX. asırda bu ’a göre, böylece, burada şu bölümler tefrik olunur: isim 1820— 1822 ’de Muhammed ‘A l i ’nin as­ i. Nil sahilleri kavimleri ile ilgili zümre, Dinka, kerî birlikleri tarafından zaptedilen ve o za­ Şhilluk ve N uer’Ierî içine alan iyi tâyin edil­ mandan itibaren Mısır Sudan ’ı { daha sonra İn- miş zümre; aralarında sıkı akrabalık münâse­ giliz-Mısır Sudan ’ı, türkçede yalnız Sudan) betleri bulunan dilleri konuşurlar ve bir çok denilen Nü havzası için de kullanılmıştır, Bâ- müşterek hars unsuruna sahiptirler, 2, Nil-hâbıâîi tarafından Muhammed 'A li ’ye 1841 ’de mt kavimleri, BarPİer ve Bari dîli konuşan verilen bir ferm an ’da onun hâkimiyeti altında diğer kabileleri ve bir de dil bakımından Ba­ olan ülke Nuba, Dar Für, Kordofân ve Sennâr ri ’den ve diğerlerinden ayrılan bir miktar ile bunlara bağlı yerleri ihtiva eder bir şekilde kabileleri içine alır, Nil ’in şar kındadırlar. 3, tasvir edilmiştir. Sonraları mısırlıların verdiği Demir mâdenleri yaylasının (Ironstone yaylası) ad coğrafî, tarihî mânada Südân ’a âit olma­ kabileleri; Bahr al-Gaza! mmtakasmda küçük yan yukarı Nil ile Bahr al-Gazâl mmtakala- kabilelerden meydana gelen mütecanis olmayan rına da şâmil oldu, zümre, 4. Azande ’ler. 5, Ekseriya Nüba ’lerin ikinci dünya savaşından evvelki Îngiliz-Mı- E b. bk.] aynı sayılan cenubî K ord ofân’ ın dağ sır Südân ’ı 220 ve 30 şimal arzı arasında, aş. k abileleri; bunlar 10 dil ailesine mensup -yk. 1,000,000 mil3 olan sahayı İçine alır ve muhtelif lehçeler konuşan büyük miktarda kü­ bunun içinde, fizik şartlar, kum çöllerinden çük kabilelere bölünür. 6. Mavi NÜ ile Beyaz hatt-ı üstüvaî ormanlara kadar, değişir ve bu­ Nil ’in yukarı mecraları arasında bulunan Dâr rada çok ayrı kavmî çeşitler vardır. Buraların Fung ( F u n c ) kabileleri; bunlar 5 veya 6 dil birleştirilmesinin âmili, memlekette 2.000 mil­ zümresine ayrılırlar. den fazla bir uzunluğa sahip olan Nil nehridir. Şimal İle cenup arasında gerçekleştirilmiş Muhtelif iklim mmtaka hususiyetleri yağmur bulunan ve müşterek bir idarenin ve ticarî düşüşü ile tâyin edilir ve yağış memleketi münâsebetlerin neticesi olan sıkı bağa rağmen, garp-cenûb-i garbiden şark-şimâl-i şarkîye İslâmiyet müşrik bölgelerde yayılmak temayü­ doğru uzanan bâzı nebat şeritlerine taksim lünü göstermemiştir. Zenci asıllı (ekseriya köle) eder. En şimalde olan şerit yağmursuz ve Nil olan bir çok şahısların, kabile bağlarını kay­ sahilleri boyunca dar bîr kısım hariç, iskânı bederek, müslüman oldukları doğru ise de, imkânsız bîr çöldür. Çölün cenubunda çalılık müşrİkliğin, bizzat kendi memleketinde veya bir çorak arazi bulunur, burada az mebzul olan çok az karşılıklı nüfuzların bulunduğu Nüba kış yağmurları deve, koyun ve keçilere mer- dağlarında olduğu gibi, her iki dinî nizamın ’alar te’ min eder ve böylece hayvan yetiştir­ yan-yana yaşadığı hudut bölgelerinde bile, mekle meşgul olan göçebe bir nüfusun mev­ ciddî bir surette hücuma uğramadığı da mu­ cudiyetine imkân verir. 15 0 arzın cenubun­ hakkaktır. Müslüman cemâatler/ devlet me’da mevsim yağmurları çoğalır ve memleket mûrları, tâcirler, eski askerler v.b. Manadan iba­ hayvan yetiştirmek ve darı ve mısır mah­ re ttir; bunlar cenubun bir çok İdarî ve ticarî sulü zırâati için çok uygun olan bir ağaçlıklı merkezlerinde bulunurlar, fakat bunlar müşrik



SÛDAN. kabileler arasında mühim bir propaganda te’ « siri icra etmeyor görünmektedir. Cenubun kavım ve harsı karışıklığının ak­ sine olarak, şimal hem müslümanlıktan, hem arap dil ve harsının hâkimiyetinden İleri gelen büyük bir mütecanislik hususiyetine sahiptir. Bâzı istisnalar { Nüba ’liîer, Beea [ b, bk.] ve Dâr Fur [ b. bk,] Ma bâzı zenci menşe’ti kabi­ leler ) hâriç, butun Sudan müslümanları arapça konuşurlar ve az veya çok doğru olarak, arap menşeli olduklarım söylerler. Arapların S u d a n ’ın İçlerine doğru göçmeleri [ bk. mad, NÜBA ] dışarıdan hicret edip, gelenlerin yerli nüfus ile karışması neticesini doğurdu ve Sü­ dân ’m şimdiki kabileleri bu suretle teşekkül etti. Arap menşe’lerinin nisbî saflığı türlü zümrelerde değişir ve yalnız dilin verdiği mi’yardan bir delil çıkarılam az; şu hâlde »Sü­ dân araplan" bedihî bir kavmi mânaya sahip değildir, fakat bu, N üba’lerden ve Beca ’1ar­ dan ayrılan arapça konuşan kabileleri göster­ mek üzere kullanılır; bununla beraber şu va­ kıayı gözden uzak tutmamak lâzımdır kİ, yalnız Nüba ve Beea unsurları arap kabileleri içinde imtisas edilmiş olmayıp, bâzı hâllerde bunun aksi doğrudur. MacMichael ’in tasnifine göre, Südân arapları başlıca iki bolüm ihtiva eder ; Ca'liyinDanâkla zümresi, sahil kabilelerinin ekserisini ve aym zamanda K o rd o fân ’m yerleşik nüfu­ sunun çoğunu içine a lır; ve Cuhayna [ b. bk.] zümresi, menşe’ierinî ‘Abd Allah al-Cuhani adlı bir kimseye çıkarır ve Bakkâra ’ler ile deveci göçebelerin büyük bir kısmım içine afır. İster menşe’, ister maddî hars ve âdet mese­ lesi bahis mevzuu olsun, arap unsurlarını yerli A frika unsurlarına mensup olanlardan ayırmak güçtür. Kadınların cinsi münâsebete imkân vermeyen bir ameliyat He evlenme münâsebet­ lerinin »ilga edilmesi" merasimi, ailelerin ve kabilelerin soy adlarım teşkil etmek için (ha­ mi ?) -56 edatının kullanılması (R ubatâb, ‘A liyâb v.b.), gayr-i arap menşe’li sayılabilir. Anılan ameliyatı yapmayan ve -ab ekini kul­ lanmayan B a h a r a ’ler, hem dış görünüşte, hem de mizaçta, cenubun siyahi kabileleri ile sık münâsebetlerinin neticesi olan bâzı zenci hu­ susiyetler almışlardır. Bu âmillerin her biri göz Önünde bulundurulur ise, kabile mensup­ larından, yalnız lisanı mânada değil, fakat harslarının, ırkî duygularının ve tarihî an’aneİerinin hâkim çizgileri bütün arap menşe’ li ol­ duğundan, bunlardan araplar gibi bahsetmemiz esassız değildir. Bu din ve dil birliği ile rekabet edercesine, mesken ve hayat tarzı bakımından, büyük fark­



m



lar mevcuttur ; bundan dolayı aşağı ki bölmelere kolayca vâsıl olunabilir: a. Deveci göçebeler { Abbâla ) 13° ve 180 arz­ lar arasındaki çorak arazinin kuru mıntakasım işgal ederler ; buraların arazi şartlan A rabis­ tan ’ın şimalinin şartlarına çok benzer. Bunun neticesi olarak, bu nüfusun hayat tarzı ve âdetleri eski arap şiirinde ve Arabistan seya­ hat edebiyatında tasvir edilenler ile büyük bîr yakınlık gösterir; bununla berâber ihmâl edilmesi mümkün olmayan farklar, kısmen Beea ve N ü ba’li unsurların imtisas edilmesi vakıasından, kısmen de yeni muhite intibak­ tan ileri gelmektedir. En mühim kabileler : şi­ malî Kordofân kabileleri (K abâbış, Dâr Hâmid, Hamar ); hem Kordofân ’da, hem Kassala ’da temsil edilen L ah â v in ’ler, Bütana kabile­ leri (Şu kriya, B atâ h in ); Kassala eyâletinin Beea iehçeti k abileleri; ve Tigre dili konuşan, Erıtre hudutlarındaki Bani ‘ Amir ’ler. b. Hayvan yetiştiren göçebeler ( B a k k â ra ); bunlar cedlerini deveci kabileler ile aynı menşe’e çıkarırlar ise de, bu sonunculardan yalnız hayat tarzı bakımından değil, vücut görünüş­ leri ve konuşmaları ile de ayrılırlar. Bunlar 13. arz derecesinin cenûbunda, Beyaz Nil ’den cenubî Kordofân ’a ve Dâr Für ’a kadar giden çok geniş bir mmtakayı işgal ederler ve eskî İngiUz-Mısır hudutlarından V adâ’i [ b. bk.] ve Bornu ( b, bk.] ’ya taşarlar. Cenup otlaklarında yukarı Nil ’in ve Bahr al-Gazâl [b. bk.] ’in zenci kabileleri île sıkı münâsebette bulunurlar ve Südân ’m geri kalan arapîarmdan daha fazla bir nispette zenci kanına sahip gibi görünmek­ tedirler. «Erkekler umumiyetle kaim dudaklı ve yassı burunludurlar . . . ve her tarafta hâ­ kim olan renk açık esmerden ziyâde koyu es­ merdir" (G . D. Lampen). Fakat aynı müellife göre, bunlar ırkî gururlarını muhafaza ede­ bilmişlerdir ve »mühim bâzı hususiyetlere rağ­ men, bunlar ile büyük arap ırkı kolları ara­ sında bulunan büyük benzerliklerden dâima hayrete düşülür, Öyle ki, Bakkâra ’ler üzerin­ de bîr giriş çalışması için, Doughty ’nin Arabia Deserta ’sı en iyi rehberdir". Onların ara­ larında şimal azaplarının hayatındaki develer kadar ön planda bir yer işgal eden davarları için husûsî bir alâkaları vardır. Onlar at da ye­ tiştirirler ve cÜr’etli zürafa ve fil avcıları olmak şöhretine sahiptirler. Eskiden savaşçı ruhları, köleler yakalamak İçin, b a s k ıla r ile tatmin olu­ nurdu ve Mahdi devrinde, dervişler orduları emirlerinin büyük kısmını bunlar te’min etmiş­ lerdir. Eski İngiİiz-Mısır Sudan ’ındaki başlıca Bakkâra kabileleri,garpten şarka doğru giderek, şunlardır : A vlâd Humayd ’ler, Havâzma ’ler, M tsiriya ’ler, Hu mr ’la:r,Rîzaykât ve T a'â’iş a ’ler.



778



SUDAN.



c. Yerleşik köylüler. Ekser hâllerde, göçebe ile köylü arasında tefrik ancak yaşama tar­ zına münhasırdır, yoksa kavim ve kabîle men­ şeleri her iki hâlde birbirinin aynıdır. Hartu ra’un şimalinde büyük sahil kabileleri Nüba dili konuşan D anâkla’lar, sonra Ş â ’ikiya ’îer, Ruba tâ b ’lar ve bîr miktar daha küçük kabi­ lelere ayrılmış olan C a'liyin ’lerdir. Ziraatları nehrin kıyıları ile hudutlanmıştır ve bu su do­ lapları ( sökiga ) ve şâdü f kullanmak sayesin­ de, yahut Nil suları çekildiği zaman, su üstü­ ne çıkan yerlerde mümkündür. İyi yağmur yıl­ larında, nehirden uzak çorak arazide de mah­ sul alınır, buralar kasabalılar için mevsimlik iyi mer’alar da te’min eder. Köyler kerpiçten, mustatil şeklinde, süslerden mahrum evlerden müteşekkildir. Danâkla ’ler ile C a'liyin K or­ dofân ve Beyaz Nil ’e ziraatçı halk kitleleri göndermişlerdir ve tacir olarak, Südân ’ın her tarafında bunlara rastlanır. Ş â ’ik iy a ’ler askerî hizmetlerden zevk a lırla r; eskiden Südân Defence Force ve polisinin arap birliğinde büyük miktarda bu kabîle mensuplan vardı. Merkezî S u d an ’ın yerleşik ahalisi şimaldekinden daha az mütecanistir. ^Cezira" köylü­ leri maddî bakımdan nehir sahillerindeki hem­ cinslerinden farklı değildir; Kordofân Makiler ihtimâl Danâkla muhacirlerinin yerli nüfus ile karışmasının bîr neticesidir. Arap unsuru ş i­ malde daha mühimdir ve cenuba doğru derecederece zayıflar. Fakat, koy nüfuslarının kavmî safiyeti göçebelerden ziyâde arap olmayan unsurlar ile bozulmuş olmakla fcerâber, arap ve İslâmî hars an’aneleri bunlarda inkâr edi­ lemeyecek bir kudretle kendini kabul ettirmiş­ tir. Bu mmtakalarm ziraati kış yağmurlarına bağlıdır ve başlıca mahsulleri darı ve mısırdır. Bundan başka susam ve şam fıstığı mahsulü alın ır; aynı şekilde arap zamkı mahsulü ilâve bir gelir kaynağı teşkil eder. Uzun zamandan beri küçük bir mikyasta yapılmakta olan pa­ muk ziraati, son yıllarda, bilhassa Sennâr ba­ rajı ile sulanan mıntıkalarda, gittikçe artmak­ tadır ve bugün memleket iktisadiyatının en mühim âmillerinden birini teşkil eder. Köyler­ de yapıların buraya mahsus şekli çamurdan yapılmış dâire biçiminde kulübeler olup, mahrutî biçimde çatıları darı saplan ile örtülmüş­ tür ve hattâ ekseriya bütün kulübe saplar ve otlar ile yapılmıştır. d. En eski şehirlerin, Dongo’ a, Berber, Sennâr [ bk. madd.] *m sakinleri eski ehemmiyet­ lerini çok kaybetmişlerdir, idare merkezi Har­ tam ( b. bk.] türk—Mısır fethinden sonra ku­ rulmuştur ve yerli başşehir Omdurman [ b. bk.] ancak Mahdi hareketi sırasında ehemmiyet ka­ zanmıştır. Daha sonra Kordofân ’da El-Obeyd



( al-Ubayyaz ) ve CeziraM e Vad Medanİ mü­ him ticâret merkezleri olmuştur, Şehirlerin karışık nüfusu bütün yerleşik kabilelerden gel­ mektedir, C a'liyin ve Danâkla ’ler kuvvetle temsil edilmektedir. Bir de başlıca zanaatkâr­ lık ve ticâret ile meşgul olan mühim mısırlı ve .Jevantin" unsur vardır. D i 1. Müslüman şimalde arapça hâkimdir ve hattâ, başka yerli lehçelerin devam ettiği yer­ lerde bile, muhabere ve idâre için kullanılan yegâne di! arapçadır. Arapça olmayan yerli lehçeler şunlardır : Asvân Man Dongola ’ya ka­ dar Nil boyunca konuşulan Nüba dili; Beea kabilelerinin eski hâmî dili olan To-Bedavie d ili; ve Eritre hudutlarında Bani 'Amir tara­ fından konuşulan Tigre dili. Bu cemâatlerde erkeklerin bir çoklan iki dillidir. Dâr Für Ma bîr miktar yerli dil sözde müsiüman kabileler tarafından kullanılmaktadır : Für, Daco, Masâlit { Mâba ), Midob { bir Nüba lehçesi ) dille­ ri böyledir. Sudan Ma konuşulan arapça yeni yerli leh­ çeler arasında müstakil bir yer İşgal eder. Yer, kabîle ve İçtimaî duruma tekabül eden lehçe farkları pek çoktur; göçebelerin lehçeleri köylülerinkinden açıkça farklıdır ; nihayet Bakkâra lehçesi husûsî bir yer işgal eder. Farklara rağmen, bu lehçeler ayrı bir lehçe zümresi teşkil edecek kadar benzerlikler gösterir. Mem­ leketin tecrit edilmiş durumu dolayısı ile, dil bir çok eski hususiyetlerini muhafaza etmiştir ve komşu A frika konuşma dillerinin te’siri, bâzı zümrelerin iugatçeleri müstesna, çok ehemmiyetsiz olmuştur. Kayda değer f o n e t i k husûsiyetlerİ şunlar­ dır: c fm ’in ön-damak patlayıcı telâffuzu=£fo; aslî z ’nin d olması { kidib, yalan ; duhban sin ek ); bir ıslık sesi te’siri altında d m ’in d telâffuz edilmesi (deş, ordu; şadar, a ğ a ç ; cfaA?, sıpa, pacar; cahş yerin e); aslî k g telâffuz olunur ve ekseriya ğ olur. Kordofân ’m yerle­ şik kabileleri ha ile