Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 22, Tank-Tuhf) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Piilliget



BUYUK



LAROUSSE • •



••



SOZLUK VE ANSİKLOPEDİSİ 22. CİLT Tank — Tuhfet ül-Hattatin



li Milliyet



Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem FİLA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedla AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abt»as ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattln BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattln HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Sedal ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



Fransızca Grand Dictionnaire Encyclopédique Larousse (GDEL) temel alınarak hazırlanmıştır. BUYÜK LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ’nin bütün hakları saklıdır; adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Librairie Larousse 1986 [S.P.A.D.E.M. et A.D.A.G.P.J



Koussi-Gamma



1964’te kullanıma giren İsrail ordusuna ait amerikan yapısı M 48 A3 tankı (ağırlık: 47,21; silahlar: 90 mm'lik top ve iki makineli tüfek) ther'in 1943'te (45 t, 75 mm'lik top, 3 makineli tüfek, 45 km/sa), Tlger l'ln (56 t, 88 mm'lik top, 40 km/sa), daha sonra 500 adet kadar üretilen güçlü Tiger II ya da 'Büyük Kaplan'ın 1944'te (69,7 t, 88 mm'lik top, 3 makineli tüfek, 40 km/sa) ortaya çıkışına kadar tankların zırhlarını daha da güçlendirmeye ve silahlarını ar­ tırmaya zorladı. Bu silah savaşına 1944' te, başka bir dev olan, hızı ve koruyucu zırhından çok silah gücüyle dikkati çe­ ken rus tankı Stalln (4 6 1, 122 mm'lik top, 3 makineli tüfek, 40 km/sa) ortaya çıktı. Ruslar gibi Almanlar da bu ağır tankları güçlü tank avcı'larıyla desteklediler. Ingilizler bu gelişmelere Kuzey Afrika’ da Crusader III (18 t, 57 mm’lik top, 60 km/sa), Valentine (161, 57 ya da 40 mm’lik top, 20 km/sa) ve özellikle 1942'den son­ ra Churchill (3 3 1, 57 mm’lik top, 3 maki­ neli top, 26 km/sa) tanklarıyla karşılık ver­ diler. Amerikalılar transız BVden esinlenen Grant ve Lee’nin ardından, 1942'den son­ ra, önce uçak motoruyla, daha sonra da İki Diesel motorla donatılmış Sherman tan­ kını (30 t, 76,2 mm'lik top, 3 makineli tü­ fek, 45 km/sa) çıkardılar. Bu tank birçok müttefik birliğini, özellikle de 1944-45’te transız zırhlı tümenlerini donattı ve sovyet T 34 tankı kadar başarılı oldu. Savaştan sonra Anglosaksonlar da ağır tanklar imal ettiler. Amerikalılar 1945’te Pershing'i (42 t, 90 mm’lik top, 48 km/sa) ve bundan doğan Patton 47'yi 1952'de (44 t), M 60'ı 1960'ta (481), M 48 A3'ü 1964'te (471), ve son olarak, bir türbinle çalışan XM 1 Abrams'ı 1980'de (53 t) çıkardılar. Mü­ rettebata sağladığı rahatlık ve sovyet tank­ larına oranla daha çok cephane istifleme yeteneğine karşın yüksek ve ağır oluşları bu tankların kolayca görülüp saptanması­ na olanak veriyordu. Buna karşılık ingilizler savunmayı hareketliliğe tercih ettiler 1949’da, Kore savaşı’nda da kullanacak­ ları Centurion tankını (48 t) gerçekleştirdi­ ler; 75 mm'lik topu, yürürken atış yapma olanağı veren Jiroskop düzeneğiyle dona­ tılmıştır Bu tankın A 41 modelinde ise ağır tanklar sınıfında bulunan 105 mm'lik bir top vardır, israilliler'ce modernize edilen bu tank, en yeni modellerden hiç de aşağı kal­ maz. Hindistan tarafından kullanılan 1965 yapımı Chieftain (561) ve Vickers Vicayanta, birçok bakımdan Centurion'a benzer. Rusya'da 194b'ten beri tasarlanan tüm orta ve ağır tanklar (T 54, T 55, T 10, T 62, T 64-72, T 80) az çok, saptanmaları­ nı ve imha edilmelerini zorlaştıran alçak siluetleri ve tava biçiminde kuleleriyle T 34 ve Stalin tanklarından esinlenmiştir.. Ruslar, Anglosaksonlar'dan farklı olarak ağır tank programlarından (SSII, 50 t'luk T 10) vazgeçip orta tanklara yöneldiler Fransızlar 'AMX sistemini' 1948'den sonra geliştirdiler. AMX 13 1953'te çıkan hafif bir tanktır (1 51). Aynı şasiyi, aynı mo­ toru ve aynı rulman takımını kullanan on kadar modeli arasında 155'lik havan top­ lu ZPT'ler, onarım ve köprü tankları bulu­ nur. "AMX 13 ailesi'nden araçların yerini, 1973 yılında, bazıları tekerlekli olan 'AMX 10 ailesi' araçları aldı. 1963'te, Avrupa savaş tanklarının yeni nesline ait olan AMX 30 orta tenkı ortaya çıktı. 1965'te Al­ manya Panther'den türeyen Leopard l'i (40 t) benimsedi; İsviçre 1964'te Pz 61'i, daha sonra 1971'de Pz68'i (39,71); İsveç ise 1966'da S 103 tankını (3 9 1) benimse­ di. Almanya ABQ ile yapılan 'MBT 70'



projesinin başarısızlığından sonra, Fran­ sa ile birlikte 1990'ın savaş tankı üzerinde araştırmalara başladı. Türk kara kuvvetleri'nde NATO kaynaklı M 47, M 48, M 48 Al, M 48 A2C, M 48 T5 tankları ile Alman­ ya'nın ürettiği tanklar kullanılmaktadır. Silahların tarihçesiyle ilgili olarak son yıllardaki tüm savaş tanklarının, 105 ya da 120 mm'lik (hatta Ruslar için 115 ya da 125 mm'lik) yivli ve yivsiz topun stan­ dart silah olduğu söylenebilir. Toplar daha yoğun, atışlar daha isabetli ve hızlı olsa da, erimde 1945'ten bu yana gözle görülür bir değişme yoktur (1 000-2 500 m). Buna kar­ şın vurma olasılığı, dururken atıştan daha az isabetli olmasına karşın, yürürken atışa olanak veren atış güdüm sistemlerinin ge­ lişimi sayesinde artmıştır. Ayrıca, bazı tank­ ların üzerine topun her iki yanına tel gü­ dümlü mermi atma sandıkları yerleştirilmiş­ tir (böylece SS ll'ler AMX 13'lerin üzerine monte edilmiştir). Daha sonra bazı füzeatar tanklar, yalnızca füzelerle donatılmışlar­ dır (böylece AMX 30 tankı “ Plüton" ya da "Roland’ sistemiyle donatılmış olur). Tanklar günümüzde, birçok hafif alaşım parçasıyla, hızla sökülebilen ve nispeten yoğun olan Diesel motorlarıyla çalışır. Ye­ ni amerikan tankı XM 1 Abrams'da oldu­ ğu gibi İsveç S 103 tankında da çok ya­ kıtlı Diesele bağlı bir türbin bulunur. Oto­ matik vites kutuları yaygınlaşmıştır ve ma­ kaslı ya da yüksekliği ayarlanabilir oleopnömatik süspansiyonlarla hareket yete­ neği artırılmış ve mürettabatın daha az aüc harcaması saplanmıştır. 1980'den sonra amerikan XM 1 Abrams, İsrail Merkava, rus T 72 ve T 80 tanklarında kullanılan 'Şobham' tipi çukur çeperli zırhlarla iyi korunduğu için, gele­ cek tank nesli daha hafif olacaktır (30-45 t). Günümüzde araştırmalar çeşitli çö­ zümlere yöneliyor: kazamat tankı gibi ekonomik bir formüle dönülmesi (alman Mak şirketi nin 105 mm'lik 2 toplu ilk örne­ ği): kulesiz, tek kişilik ya da tümüyle oto­ matik mürettebatsız kuleli tank tasarıları; sa­ vaş tanklannın bazı görevleriyle zırhlı per­ sonel taşayıcısının görevlerini birleştiren araç formülü (90 mm'lik) topuyla transız AMX PAC 90; arjantin ordusunca incele­ nen, 105 mm’lik topuyla Marder tırtıllı VCI tankının bir modeli olan alman TAM); füzeatar tankların gelişimi (Marder'in diğer modeli olan, TOW tanksavar füzeatar sis­ temi ve 57 mm’lik top ile donatılmış ilk Begleitpanzer; Hot füzeatar sistemiyle donatıl­ mış alman Jaguar avcı tanklannın 1980’de kullanıma girmesi). Önemli olan, tankın ağırlığının azalmasına karşın, hazırtanmakta olan yeni neslin kısmen, hâlâ ağır tank­ larla donatılmış bir önceki nesil kadar iyi si­ lahlandırılmış olmasıdır. 80 ile 90’lı yıllarda öne sürülen, savaş tankları, hafif tanklar ve her türlü zırhlı ara­ cın kullanımıyla ilgili öğretiler teknik sorun­ lara ve daha genel bir taktik düşünceye bağlanır. Sabit değere göre tankların mal oluş fiyatı ise 1916'dan 1956’ya kadar altı kat, o dönemden bu yana da, özellikle elektronik aletlerin fiyatı nedeniyle üç kat artmıştır. —Ask. Türk silahlı kuvvetleri’nin gereksini­ mi olan tank sınıfı subay ve astsubaylar An­ kara Etimesut'taki Zırhlı birlikler okulu'nda, er ve erbaşlar ise çeşitli yerlerdeki eğitim merkezlerinde yetiştirilir T A N K (Yevgeniy ivanoviç SKURKO, Mak-



Sherman 1943 (ABD)



Birinci ve İkinci Dünya savaşı'nda kullanılan başlıca tank tipleri Tıgre 1943 (alman)



sim — denir), beyaz rus şair (Pilkovşçina, Minsk bölgesi, 1912). Beyaz Rusya'nın batı kesimini,ve bu yöredeki işçi hareketini dile getirdi (Étapes [fr. çev.], 1936; Couleur d'a­ irelle [fr. çev.] 1937). Bir saplantı haline ge­ len savaş temasının yanı sıra (Jonuk Siyaliba, 1942; Fourbissez vos armes [fr. çev.], 1945), kişisel temalara da yer veren (la Tra­ ce de l'éclair [fr. çev.], 1957; la Gorgée d ’e ­ au [fr çev.], 1964) şiirleriyle tanındı.



Buddha'nın yaşamından sahnelerle bezeli bir tibet tankası (merkezde Buddha Şakyamunl) tuval üzerime resim XIX. yy. sonu



TANKA a. (tibet dilinde thang-ka, düz



Guimet müzen, ‘’iris



arka güverte



kontrol organlarının bulunduğu bölüm



azot tankları



kaptan köprüsü



dairesi



GAZ TANKERİ (METAN TANKERİ)



250 000 T'LUK BİR PETROL TANKERİNİN YAPISI



yükleme-boşaltma donanımları



gaz giderm e bacaları



pompa



nesne). Taşınabilir ve genellikle tekstil bir ta­ şımalık üzerine çizilen dinsel buddha imgesi. —ANSİKL. Tapınaklarda asılan, ayin alay­ larında taşınan ya da gezici keşişlerin ken­ dileriyle birlikte götürdükleri bu resimler, öğretici oldukları kadar düşünme nesne­ leridir. Kirece, kolaya bulanmış ve silkme yapılmış bir tuval (pamuk, keten ya da ipek) üzerine sanatçı, guvaş ya da tutkal boyayla çizdiği yapıtına başlamadan ön­ ce tanyı yardıma çağırır Hiçbir zaman im­ zalanmayan ve ender olarak tarihilenen ya­ pıt tamamlanınca ressam, fırçasıyla tanrının gözlerinin açılmasına ve arkaya da mantranın yazılmasına girişir ya da bazen kır­ mızılar içindeki bir lamanın eliyle kutsama­ sını sağlar Üç brokar şeritle çevrelenen im­ geyi kutsayan su, resmin karşısına konan bir aynaya serpilir Şeritlerden birinin altın­ da, farklı renkteki bir kare düşünme sıra­ sında müminin mandalaya ya da simgele nen tanrıya eriştiği "kapı” yı oluşturur, ikonometre ve ikonografi kuralları her zaman çok katı uygulanmış ve kompozisyonlar sı­ kı sıkıya bir merkez çevresinde toplanmış­ tır. Yalnız çin etkisinde kalan peyzajlar, belli bir fanteziye olanak verir. Bu üslup sürekli­ liği, yapıtların tarihlendirilmesini de tibet kö­ kenli mi, yoksa nepal kökenli mi oldukları­ nın saptanmasını da güçleştirir Dunhuang’ta bazı tankaların XI. yy.'a kadar uzan­ dığı sanılır; tarihlenmiş en eski tankalardan biri (1479) Boston müzesi’ndedir TA N K A a. (japonca tanka, kısa şiir). 5-7 -5/7-7 duraklarıyla arka arkaya gelen ve 31 heceden oluşan klasik japon şiir kalıbı. (Manyo-şu'da yer alan 4 000 kadar kom­ pozisyon, bu türün eksikliğini kanıtlar.)



TA N K Ç I a. Ask. Tank sınıfından olan as­ ker. TA N K -DESTROYER a. (ing. söze). 1942-1945 yılları arasında müttefik ordulannda tank avcılan olarak kullanılan ame­ rikan yapısı zırhlı araç. (Kısalt. TD.) [Üç modeli vardır: yaklaşık 30 t ağırlığındaki ilk iki model, Sherman tank kasası üzerin­ de 76,2 ya da 90’lık toplarla donanmış bir kuleye sahipti; 19 t'luk üçüncü model ise 76’lık bir topla donatılmıştı; genellikle di­ rekt atışlarda kullanılan TD, topçu deste­ ğiyle sık sık eğik atışlar da yapmıştır.] TAN K ER a. (ing. söze). Denize. 1. Dök­ me sıvı yükleri (petrol ürünleri, şarap ve yağ gibi besin ürünleri, kimyasal ürünler v b) taşımada kullanılan gemi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Gaz tankeri, sıvılaştırılmış gaz (L.P.G.) taşımada kullanılan tanker. (Taşı­ nan gazın türüne göre, bunlara bütan, metan, etilen tankeri denir.) || ikmal tanke­ ri, gemilerin yakıt gereksinimlerini karşıla­ yan tanker. || Mazot tankeri, mazot taşıma­ da kullanılan, özel olarak düzenlenmiş petrol tankeri. || Petrol tankeri, sıvı hidro­ karbonları taşımak için özel olarak inşa edilmiş tanker. (Bk. ansikl. böl.) —Oto. Dökme sıvıları taşımak için özel olarak düzenlenmiş motorlu taşıt. (Petrol ürünlerini taşımada kullanılan tankerlerin sığası yapacağı dağıtıma bağlıdır, kimi ya­ rı treyler tankerlerin sığası 30 m3’e ulaşır.) —Tarım mak. Bir römork şasisine yerleşti­ rilmiş olan ve su ya da gübre taşımaya ya­ rayan, genellikle metal tank. — ANSİKL. Denize. Başlangıçta tankerler,



küçük boyutlu ve limandaki gemilere tatlı su taşımada kullanılan gemilerdi. Su ik­ mali, bez makinelerle ve pompalarla ya­ pılıyordu. Günümüzde çok değişik ürün­ ler taşıyan bu gemiler, çeşitli boyutlarda­ dır: kimyasal ürün taşıyan tankerlerin sı­ ğaları birkaç bir. metreküp ile birkaç yüz bin metreküp arasında değişebilir. Kimi tankerler, taşıma maliyetini düşürmek için birçok ürünü aynı anda taşır. • Petrol tankeri. XIX. yy.’ın ikinci yarısın­ da ortaya çıkan ilk petrol tankerleri, güver­ tesine petrol taşımak için metal sarnıçlar yerleştirilmiş yelkenli gemilerdi. Dökme petrol taşımak için inşa edilen ilk gemi, 1886’da hizmete giren, 2 307 dedveyt ton­ luk alman buharlı gemisi Glückauf'tur. Bu ilkörnekten sonra, petrol tankerleri önemli bir gelişme gösterdi ve boyutları gitgide büyüdü. 1967'de, Süveyş kanalının kapa­ tılmasından sonra, 250-350 t'luk süper petrol tankerleri ortaya çıktı. Günümüzde 500 000 t’u aşan petrol tankerleri inşa edilmektedir. Bir petrol tankerinin genel görünümü çok karakteristiktir: güverte, geminin uzunluğu boyunca tamamen açıktır, makineler ve kaptan köprüsü ar­ kadadır Tüm gemi, sarnıçlardan (tanklar) oluşur, bu sarnıçların bölmelemesi, taşı­ nan sıvının kütlesine karşın büyük bir den­ ge sağlar. Çok güçlü pompalar sayesin­ d e yükleme-boşaltma işlemi çok hızlı ger­ çekleşir. Tanklar birbiri ardına boşaldığın­ dan ve makineler ile pompalar kıçta yer aldığından, geminin dengesini sağlamak için bu tankları boşaldıkça deniz suyuyla doldurmak gerekir: bu balast alma işleG az transport belg. göre



mürettebat lojmanları ve yemek salonu



hastane



yük direği



projektör



-güverte zabitlerinin lojmanları yangın platformu (köpük topu) telsiz odası pom pa odasını havalandıran manikalar



r52âV~ 'MM T sinema pervane şaftı dümen



kontrol odası



iskele yan tankı



kazan türbin



orta tank enine bölme



boyuna bölm e



sancak yan tankı



: i/,- * £5



....



L- b a ş bodoslama p e rva n e si



a y ırte d ici ö ze llikle r uzunluk : 270,00 m genişlik : 41,60 m dedveyt tonu . 68 270 t tank hacmi 130 000 m3 Gaz transport belg göre



midir. Petrol tankeri, yalnız yük transferi için gerekli süre boyunca limanda kalır. Yükleme boşaltma işlemleri, bir boruhattıyla stoklama depolarına ya da karaya bağlanan bir yükleme şamandırası yardı­ mıyla kıyıdan açıkta da gerçekleştirilebi­ lir. Geminin bakım ve temizleme işlemle­ ri, yalnız kirlenmemiş su boşaltmayı sağ­ layan yöntemlerle açık denizde yapılır. ■ TANKSAVAR sıf. Tanklara ve diğer zırhlı araçlara karşı kullanılan ve onları imha et­ meye ya da ilerlemelerini engellemeye ya­ rayan her türlü silah ve araca denir. —A n Sİk l . Ask. Tanksavar silahının gelişimi Birinci Dünya savaşı'ndan beri zırhlı araç­ ların gelişimini izlemiştir Bir yandan tank­ ların manevrasının tanksavar engellerince önlenmesi; diğer yandan tankların tanksa­ var silahlarınca imha edilmesi sözkonusudur. Engel ateşle korunmuyorsa rahatça çevrilebileceği ya da imha edilebileceği için ve tanksavar silahı da tankların kolayca gi­ rebileceği bir sahada bulunuyorsa hemen imha edilebileceği için tanksavar silahı ile engellerin gücünü birleştirmek gerekir. Tanksavar engelleri doğal (bataklık, gür orman) ya da yapay (çukur, Cointet engel­ leri, tel engeller) olabilir. Zorunlu geçiş noktalarına yerleştirilen yapay engellerin arazide kullanımı zordur. Buna karşın, çu­ kur ya da düz imla haklı, uzaktan kuman­ da edilen ve mürettebat tarafından tespit edilemeyen tanksavar mayınları çok etki­ lidirler ve mayın tarlası olarak arazide en etkin tanksavar engelini oluştururlar. Rul­ man kısmını tahrip ederek, bazen de (düz imla haklı) döşemede delikler açarak bir tankı durdururlar. parmaklık küpeştesi



Uddevallavarvet



150 000 t’luk petrol tankeri



Tanksavar silahları, 1918 alman yapısı ilk tanksavar silahlarından (75 mm’lik Minenvverfer: direkt atışa uyarlanmış havan topu; 13 mm'lik özel tüfek; 37 mm’lik Rheinmetall topu) bu yana son derece ço­ ğalmış ve çeşitlilik göstermiştir. Tanksavar savunması'nın, gittikçe kalınlaşan zırhları delmek için gücünü artırması gerekir. Ama 1918'den beri aynı özellikleri göste­ ren tanklarla yapılan çarpışmalar genel­ likle kısa menzilde (göğüs göğüse muha­ rebeden 2 000 m’ye kadar), görerek ve çabuk olarak gerçekleştirilir. Bu çarpışma, özellikle korunmayan piyadeler sözkonusu olduğunda, büyük bir soğukkanlılığa İkinci Dünya savaşı'nın yüksek ilk hız­ larıyla (800-900 m/sn) çekişti tanksavar topları ve dik mermiyollu delici obüsleri (1939 yılında fransız yapısı 25 mm'lik ve 47 mm'lik, rus yapısı 45 mm'lik, 1942 yı­ lında müttefik ordularının 57 mm'lik, al­ man yapısı 37 mm'lik, 75 mm'lik Pak [Panzer Abwehr Kanone] ve 128 mm'lik toplar) ortalama 30 ile 1 000 metreden binlerce tankı imha etti (birçok İsrail tankı da aynı şekilde 1973 yılımdaki Kippur savaşı'nda rus yapısı AT-3 Sagger mermi­ leri tarafından çok yakın mesafelerden imha edildi). Bu hafif silahlar çok hızla mevzi ve hedef değiştirme olanağı sağ­ lar; küçük oldukları için kolayca kamufle



ana g ü v e rte a y ırte d ici ö ze llikle r uzunluk 323.75 m genişlik 47,17 m deplasman 223 6T>0 t tankların hacmi 229 883. m i hız 17 deniz mili



baş kasara



baş bodoslama balbı



bir gaz tankerinin (metan tankeri) tankının kesiti 1. Birinci kat izolasyon; 2. Birinci cidar; 3. jkinci cidar; 4. ikinci kat izolasyon; 5. Birinci köşelik; 6. Enine bölme. Gaz transport belg. göre



edilebilirler. Ancak çapları artırmak için bu özellikler terk edilmiştir. Geleneksel tekerlekli tanksavar topları­ nın verini 1943'ten itibaren, tank kasası­ na bindirilmiş toplar (otomatik) ya da ağır silahlarla donatılmış ve iyice zırhlan­ dırılmış özel tanklar (amerikan yapısı ‘tank-destroyer’ , 76 mm'lik top; alman yapısı SU-85, SU-122/152, rus yapısı SU-100). Gene bu sırada, ağızdan frenli toplar ve kısa menzilli, hafif dayanıklı ve aynı ilkeye dayanan (geri tepmeyi gide­ ren Venturl borusu) tanksavar roketatar­ ları gibi geri tepmesiz toplar (tekerlek üzerinde ya da hafif araçlarla taşınan) ortaya çıktı. ikinci Dünya savaşı'ndan sonra tank avcılar!nın sayısı Almanya (150 mm'lik namlulu Jagdpanther Kanone 45, tank­ savar füzeli Hot) ve özellikle Rusya (hava­ da taşınabilen ASU-85) dışında pek art­ madı; günümüzde bu araçların görevleri daha çok savaş tankları ve tanksavar si­ lahlarıyla donanmış mekanlze piyadelere verildi. Geri tepmesiz piyade topları da (İn­ giliz yapısı 120 mm’lik BAT L6 Wombat, Jeep üzerinde bulunan amerikan yapısı 106 mm'lik M-40 A1) yavaş yavaş kalk­ makta, buna karşın, zırhlı araçlar ve uçak­ lar üzerine bindirilen hafif toplar (20, 30, 57 mm’lik) önemlerini korumaktadır. Çukur imla haklı mermiler, delici obüs­ lere, toplara (1961 modeli fransız yapısı G obüsü) ve tanksavar roketatarlarına çok büyük bir tahrip gücü verdi. Ayrıca nişan aletlerinin gelişimi, modern tanksavar ro­ ketatarlarını (İsveç yapısı FFU-550 Cari Gustav, fransız yapısı STRİM 89 ve ACL /APX80, İtalyan yapısı Breda Folgore)



700 m'ye kadar etkili erimli, tekerlekler üzerinde çekilen 1110 model 90 mm’lik geri tepmesiz İsveç yapısı tanksavar topu Bofors



azami 500-600 m erimli, 89 mm çapı olan çukur imla haklı mermi atan, fransız yapısı tanksavar roketatarı STRİM Luchaire LRACF1 E. C. P. armées



75-4 000 m taktik erimli fransız-alman yapısı tanksavar Hot füzeleriyle donatılmış alman yapısı MBB Bo-105 helikopteri



amerikan yapısı çift jet motorlu tanksavar savaş ve taktik destek uçağı Fairchild Republic A-10 Thunderbolt II



Jeep üzerinde 106 mm'lik geri tepmesiz tanksavar topu



1943-1945 arasında kullanılanlara oranla (amerikan yapısı bazuka, İngiliz yapısı piat, alman yapısı Panzerfaust ve Panzerschreck) uzak mesafede (400-1 OOO m) çok daha verimli ve isabetli kıldı. Füzeler, kuramsal olarak atış isabet ve erimlerinin (amerikan yapısı Tow ve Dra­ gon için 3 000 m, helikopter üzerinde bu­ lunan fransız-alman yapısı Hot ve İngiliz yapısı Swingfire için 4 000 m'ye kadar) art­ masına karşın, tanksavar savaşı koşulla­ rını şimdiye dek pek değiştirmemiştir. Ama bu füzelerin kusurları, açık ve yük­ sek bir arazi gerektirmeleri ve yakın me­ safede az isabetli olmalarıdır, ilk nesilden fransız yapısı Entac (2 000 m erimli) ve SS-11’den (3 500 m erimli) sonra üretilen fransız-alman yapısı 2 000 m erimli telgüdümlü Milan (kısa mesafelerde de et­ kilidir) mevcut tanksavar füzelerinin en iyi­ lerinden biridir. Nişancının uzun süre ve masraflı çalışmasını gerektiren elle gü­ düm sistemiyse bu silahın sakıncasıdır. Ni­ şan sistemlerinde iki gelişme (laser) ne­ deniyle çok daha isabetli olan ikinci, nesil füzeler, yarı ya da tam otomatik güdüm­ lüdür ve birkaç haftalık eğitimden sonra nişancı tarafından kullanılabilir. Tam anlamıyla tanksavar silahı olan helikopter türleri günümüzde Amerika Birleşik Devletleri (Hugues AH-64), Rus­ ya (Mil Mİ-24 Hind) ve Fransa'da (savaş helikopterleri çerçevesinde Hot füzesiyle donanmış Gazelle SA-342 ile değiştiril­ mekte olan SS-11 ile donanmış Alouette III) geliştirilmektedir. Ancak, tanksavar savunması, harekât­ larını birleştirmek için kaçınılmaz olan ge­ niş çerçeveli savaşma olanağına özellik­ le uçaklarla kavuştu. Zırhlı birlikleri tü­ müyle ortadan kaldırabilecek ya da iler­ lemelerini engelleyebilecek güçte olan yalnızca uçaklardır. Alman uçakları Stu-



ka ve Henschel HS-129, ile müttefik uçak­ ları ikinci Dünya savaşı sırasında bu gö­ revi kusursuz olarak yerine getirdiler. Ay­ rıca "altı gün" savaşı'nda (1967) İsrail uçaklarının tanklar üzerindeki yıkıcı etkisi de bunun devam ettiğini gösteriyor. Gü­ nümüzde de değişik boyutlarda alman -italyan-ingiliz yapısı Panavia Tornado, fransız yapısı Jaguar ve özellikle 30 mm'lik toplu "gatling" füzeleri, bomba­ ları ve roketleriyle büyük bir vurucu gü­ ce sahip amerikan yapısı Fairchild A-10 Thunderbolt II uçakları taktik hava des­ teği alanında teknolojik bir devrim baş­ lattı. Son yıllarda tanksavar savunması, tüm bu silahların dışında klasik ve nükleer si­ lahlara da başvurmaktadır. Tanksavar engel ve mayınlarıyla güçlendirilmiş tah­ kimli hatların yararı artık tartışma konusu­ dur; bir yandan, arazinin düzenlenmesi, nükleer silahın etkilerine karşı çok güç­ süz kalan bir savunma yığınağı gerektir­ mektedir; diğer yandan ise, tüm zırhlı ve mekanize tümenler istihkâm araçlarıyla (engel aşma-imha) yeterince donatılmış­ lardır. Kısacası, dünyada kullanılan zırhlı araç ve tankların durmaksızın artan sa­ yısı, tanksavar savunmasını dar ya da geniş bölgelerde gerçekleştirilen topyekûn taarruzlarla karşı karşıya bırakmış­ tır. (Bunun tam tersine, zırhlı araçların geleceğini tartışma konusu eden 4. İsrail-Arap savaşı sırasında tanksavar fü­ zelerin topyekûn kullanımı, şaşırtıcı so­ nuçlar vermiştir; bu sonuçlar gene de özel bir arazi olan bitki örtüsüz bir çölde elde edilmiştir.) 3. boyutun (uçaklar, he­ likopter) kullanımı kara tanksavar sa­ vunmasının yetersizliklerini örtmektedir, ama hava savunmasına ayrılan silahla­ rın gücü nedeniyle bu yol da çok mas­ raflıdır.



US A ir Force



25-2 000 m erimli 1981’de hizmete giren fransız-alman yapısı telgüdümlü Milan tanksavar füzesi MBB



Tanpınar TA N K TO P a. Denize 1. Gemilerin Cist güvertelerinde yer alan ve gemi devrele­ rine düzey farkının etkisiyle tatlı su ya da deniz suyu basan, genellikle küçük sığa­ lı tank. —2. Gemilerde, döşeklerin üzeri­ ni boydan boya örten kaplama saçlarının oluşturduğu yüzey. T A N K U T (Haşan Reşit), türk yazar, yö­ netici ve siyaset adamı (Elbistan 1891 - Ankara 1980). Mülkiye’yi bitirdikten (1913) sonra kaymakam, İstanbul polis müdürü yardımcısı, mülkiye müfettişi ola­ rak görev yaptı. Kurtuluş savaşı’nda To­ kat yöresinde yararlıklar gösterdi. 1931 -1940 ve 1957-1960 arası milletvekilliği, ay­ rıca Dil ve tarih-coğrafya fakültesi'nde öğ­ retim üyeliği (1936-1940), Türk dil kurumu’nda etimoloji ve lengüistik kolları baş­ kanlığı, genel yazmanlık, ikinci başkanlık (1934-1950) yaptı. Dil ve tarih konuların­ da yayımlanmış başlıca yapıtları Güneş -dil teorisine göre toponomik tetkikler (1936), Güneş-dil teorisine göre dil tetkik­ leri (1936), Dil ve ırk münasebetleri hak­ kında tetkik (1937), Dil ve tarih tezlerimiz üzerine geçerli izahlar (1938), Maraş yol­ larında (1940), Köy kalkınması (1960). TA N LA M A K ya da T A N M A K gçz f. Esk. Şaşmak, şaşırmak: "Önün anlama­ yan sonun tanlar" (Atalar sözü, XV. yy.). (Sözcük bugün bu anlamda, bazı yörele­ rimizde kullanılmaktadır.) TA N M A K -» TANLAMAK. T A N N A a d a s ı, Vanuatu takımadasının güney bölümünde ada; 549 km2; 10 500 nüf. Kopra ve sığır dışsatımı. TA N N A N sıf. (ar. fan/n’den {annân). Esk. Çınlayan: "Gök gürler gibi tannan akisler yaptı" (E. E. Talu). —Taşoc. Tannan taş katmanı, metal dar­ besi altında net bir ses veren iyi, tıkız taş bankı. TA N N A N E a. (ar. jannân'dan osm. tannâne). Esk. müz. Senfoni. TANNAT a. (fr. tannate). Kim. Tanenden türeyen tüm bileşiklere verilen ad; tannik asidin tuzu. T A N N A Z sıf. (ar. fanz’dan (annâz). Esk. Herkesle alay eden: "Nesic-i fitneye nakşolmak ister ol tannaz" (Nedim, XVIII. yy.). T A N N A ZA N E be. (ar. ¡annaz ve fars. -Sne'den (annâzâne). Esk. Alay ederce­ sine, dalga geçercesine. T A N N E N B E R O , lehçe Stçbark, eski Doğu Prusya’da, bugün Polonya’da (Olsztyn voyvodalığı) köy, Olsztyn'ın G. -B.'sında. Grunwald yerleşmesi G.-B.'dadır İb n n e n b e r g s a v a ş ı (1410) — G RUN­ WALD SAVAŞI.



Tsnnenberg savaşı, Birinci Dünya savaşı'nın başında, doğu cephesinde kaza­ nılan kesin alman zaferi. General Prittwitz komutasındaki VIII. alman ordusunun iki­ li bir rus saldırısının (güneyde Samsonov, doğuda Rennenkampf) baskısıyla geri çe­ kilmek zorunda kalması üzerine Hindenburg ve Ludendorff, güçlerini yalnız Samsonov’un ordusu karşısında toplamayı ka­ rarlaştırdılar. Tannenberg’de bu orduyu yendiler (26-29 ağustos 1914). Bunun üzerine Samsonov intihar etti. (-> MAZURYA SAVAŞI.)



T A N N E R (Thomas), İngiliz papaz ve ta­ rihçi (Market Lavington 1674 - Oxford 1735). Oxford’da geçirdiği uzun yıllardan sonra, 1732’de Saint Asaph (Wales) pis­ koposu oldu. Ancak, asıl çalışmasını iki büyük yapıt oluşturur: Notitia Monastics (1695) ve özellikle, XVII. yy. başlarında ya­ şamış tüm İngiliz yazarları konusunda son derece değerli bilgiler içeren Bibliotheca Britannico-Hibernica (1748). T A N N E R (Vâinö), finlandiyalı siyaset adamı (Helsinki 1881 - ay. y. 1966). Sena­ tör, sonra sosyal demokrat parti başkanı oldu (1919), ilk sosyalist finlandiya hükü­ metinin (1926-27), ardından Uluslararası



kooperatifler birliği başkanlığına (1927 -1945), Maliye bakanlığına getirildi (1937 -1939), Moskova görüşmeleri (kasım 1939) sırasında sovyet isteklerine boyun eğmeye yanaşmadı. Kış savaşı sırasında Dışişleri bakanlığı (1939-40), SSCB’ye kar­ şı ikinci savaş sırasında Sanayi ve ticaret bakanlığı (1941-42), ardından Maliye ba­ kanlığı (1942-1944) yaptı, savaş suçluları mahkemesi tarafından mahkûm edildi (1946). Affa uğradı (1948), 1958-1960 ara­ sında sosyal demokrat partiye başkanlık etti. TA N N E R (Victor), Finlandiya asıllı isveçli coğrafyacı (Hâmeenlinna 1881 - ay. y. 1948). Helsinki Üniversitesi’nde coğrafya profesörü oldu (1931); Labrador’a gönde­ rilen iki bilimsel araştırma seferini yönetti (1937, 1938). 1944’te İsveç uyruğuna geç­ ti. Finlandiya’nın morfolojisi ve Labrador' un coğrafyası hakkında yapıtlar verdi. T A N N E R (Alain), isviçreli film yönet­ meni (Cenevre 1929). 1956-57’de C. Goretta ile kısa metrajlı bir film (Nice Ti­ me) yaptı. BBC'de yapımcı yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 1964’te uzun metrajlı les Apprentis adlı filmi gerçek­ leştirdi, ama başarılı olamadı. 1969’da Charles mort ou vif adlı çalışması yeni İsviçre sinemasının çıkış noktasını oluş­ turdu. La Salamandre (1971), Retour d'Afrique (1973), le Milieu du monde. (1974), Jonas qui aura 25 ans en Tan 2000 (1976), Messidor (1978), les Années-Lumière (1.981), Dans la ville blanche (1983), No Man's Land (1985), François Simon-La Présence (1986), La Vallée fantôme (1987), La Femme de Rose H///(1989) ve Les Anges (1990) gi­ bi filmleri, kuşağının en iyi yönetmenle­ rinden biri olduğunu kanıtlar. T A N N H A U S E R , alman şair (Tannhausen, Neumarkt yakınında, ? - 1268'e doğr.). Avusturya-bavyeralı eski bir aile­ dendi. 1228 haçlı seferine katıldığı sanı­ lır. Avusturya dükü savaşçı Friedrich tara­ fından korundu, daha sonra gezgin şar­ kıcılık yaptı. Alman minnesânger’i tarzın­ da ve saraylı aşkının incelik ve kibarlıkla­ rını alaya alan küçük güldürüler, lirik şiir­ ler özdeyişler yazdı, halk hikâyelerinin ef­ sanevi kahramanı oldu. Ününün yayılma­ sında, Heinrich Heine ve Richard Wagner'in de katkısı olmuştur. TannhA user und d e r S A ngerkrleg a u f W artb u rg (Tannhäuser ve şarkıcı­ ların Wartburg'daki turnuvası), Richard Wagner'in kendi librettosuna dayanarak bestelediği 2 perdelik operası (Dresden 1845; 1861’de Paris operası ve 1875’te Vi­ yana operası için yeniden elden geçiril­ miştir). Gerçek kişilerle efsanevi ya da ta­ rihsel olayları bir araya getiren Wagner bu’ yapıtında, bedensel aşk ile ruhsal aşk ara­ sındaki ikiliği anlamaya çalışır ve bir yan­ dan Roma’nın geçici yetkisini eleştirirken, insanlığın kurtuluşu mitini yeniden ortaya atar. Bu partisyonun en ünlü bölümleri operanın bir özeti olan uvertürü, Venusberg bacchanaliası, Wolfram’in iki şarkı­ sı, keşişler korosu ve Elisabeth'in duası' dır. Yapısı bakımından geleneksel opera­ dan pek kopmuş sayılamayacak bu yapıt, diliyle, Wagner’in kendi çağına benimset­ mekte güçlük çektiği lirik drama özgü yeni anlayışları yansıtır. T A N N İN G (Dorothea), amerikalı kadın ressam (Galesburg, Illinois, 1912). 1947'den beri M. Ernst ile yaşayan Tanning gerçeküstücülüğün doğrultusunda gizemli ve erotik resimleriyle kendini ka­ bul ettirdi, ilk çalışmalarında aşırı bir özen­ le en küçük ayrıntılarına kadar işlediği er­ genlik çağının kuruntularını konu alarak seçti (Eine kleine Nachtmusik, 1946, özel kol.). Sonra, 1952'den başlayarak, duyu­ sal öznelliğin lirik ve dolaylı anlatımına yö­ neldi (Zaragoza'da akşam, 1965, Paris kenti Art moderne müzesi). Aynı anlayışı 1969-70 yıllarında, içi doldurulmuş ku­



maştan yaptığı ve resimlerinden daha çar­ pıcı olan heykellerinde de sürdürdü (Oda 202-Pavot oteli, 1970, Art moderne ulusal müzesi, Paris). TA N N -R A T H S A M H A U S E N (Ludwig baron VON DER), bavyeralı general (Darmstadt 1815 - Meran 1881). Schleswig’de ün kazandı (1848); 1870’te, Bazeilles’i ele ge­ çiren (1 eylül) Bavyera birliğine komuta et­ ti. Kasımda, Loire üzerinde, Coulmiers'de yenilgiye uğradı. TANNYU -



KANO TANNYU.



T A N O B A , Tokat'ın Erbaa ilçesi mer­ kez bucağına bağlı belde; 2 943 nüf. (1990). Belediye. TA N O Ğ L U (Ali), türk coğrafyacı (Seniçe, Kosova, 1904 - İstanbul 1974). Türkiye’ de çağdaş beşeri ve iktisadi coğrafyanın kurucusu sayılır. İstanbul Üniversitesi ede­ biyat fakültesi coğrafya bölümü’nü bitirdi (1929). Açılan bir sınavı kazanarak Fransa' ya gönderildi. Burada da Martonne ve de Mangeon gibi dönemin dünyaca ünlü fi­ ziki ve beşeri coğrafya hocalarının yanın­ da Sorbonne Üniversitesi’nde lisans öğ­ renimini tamamladı (1933). Yurda dönü­ şünde Edebiyat fakültesi beşeri ve iktisa­ di coğrafya doçentliğine atandı (1934) ve 1942'de bu kürsünün profesörlüğüne yük­ seltildi. Türkiye'nin yükselti basamaklarını hesapladı ve Martonne’nun kuraklık indisi formülünü kullanarak Türkiye yağış etkin­ liği bölgelerinin haritasını yayımladı. Fran­ sız jeoloji profesörü E. Chaput'nün Türki­ ye’nin jeolojisi ve jeomorfolojisine ilişkin yapıtını türkçeye çevirdi. Bu çalışmaları­ nın yanı sıra, beşeri-iktisadi konular üze­ rinde araştırmalarını yoğunlaştırarak Türki­ ye’de nüfus yoğunluğu, kırsal yerleşme­ ler, tarım ve arazi kullanımına ilişkin özgün makalelerle, uzmanlık alanındaki boşluğu gidermeyi amaçlayan ders kitapları yayım­ ladı. Yönetici olarak da görevler üstlenen Tanoğlu, iki kez (1950-1952 ve 1956-1957) İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi de­ kanlığı ile 1957-1959 arasında İstanbul Üniversitesi rektörlüğü yaptı. Başlıca ya pıtları: Enerji kaynakları (1940), Ziraat ha­ yatı (1942), Türkiye'de jeolojik ve jeomor fojenik seyahatlar (çeviri, 1947), Türkiye at­ lası (S. Erinç ve E. Tümertekin ile birlikte, 1961); Nüfus ve yerleşme (1966). TA N O İT a (fr. tanöide'den). Taze b itk ile r­ d e b u lu n a n , b ile ş e n le rin e a y rıld ığ ın d a tan itle r ile b ir y a d a d a h a ç o k fe n o ls e l b ile ­ ş ik v e re n kom ple ks. (Ö rn e ğ in k estane a ğ a c ı ta n o id i, b ir ta n it [e s k ü lita n n ik asit] ile b ir h e te ro z itin [e s k ü lo z it] b irle ş m e s in ­ d e n oluşur.)



T A N O M U R A Ç İK U D E N , japon res­ sam (Bungo, Oita valiliği, 1777 - Osaka 1835). Bunço Tani'nin öğrencisi olduğu halde, gölge ve ışığa dayalı kontrastlı lavilerle (manzaralar, çiçekler ve kuşlar) Kyo­ to ve Osaka nan-ga akımına bağlandı. Şiir ve resim hakkında yazılmış pek çok yapıt bıraktı.____________ _ T A N Ö R (Bülent), türk hukukçu (İstan­ bul 1940). Galatasaray lisesi’ni (1959), İstanbul Hukuk fakültesi’ni (1963) bitirdi Aynı fakültede Anayasa hukuku asistanı (1964) ve doçent (1978) oldu. 12 Eylül 1980’den sonra, 1402 sayılı yasa uyarın­ ca görevine son verildi (1983). 19831986 yılları arasında Paris-Nanterre, Di­ jon ve Cenevre Hukuk fakültelerinde öğ­ retim üyeliği yaptı. 1990'da hakları iade edildi ve üniversitedeki görevine geri döndü. Başlıca yapıtları şunlardır: Siyasi düşünce hürriyeti ve 1961 türk anayasa­ sı (1969), Anayasa hukukunda sosyal haklar (1978), TCK, 142. madde, düşün­ ce özgürlüğü ve uygulama (1979), İki Anayasa 1961-1982 (1986), Türkiye'nin insan hakları sorunu (1990). T A N P IN A R (Ahmet Hamdi), türk şair, yazar (İstanbul 1901 - ay. y. 1962). Kadı Hüseyin Efendi’nin oğlu. İstanbul Üniver­ sitesi edebiyat fakültesi’ni bitirerek (1923)



11 2 17



Tanpınar 11218



liselerde, Gazi eğitim enstitüsü'nde ede­ biyat öğretmenliği yaptı (1923-1932). Gü­ zel sanatlar akademisi'nde sanat tarihi, estetik, mitoloji derslerini okuttu (1933 -1939). Yeni türk edebiyatı tarihi profesö­ rü olarak atandığı İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’nde görev yaptı (1939 -1942; 1949-1962). Kahramanmaraş mil­ letvekili olarak TBMM'de bulundu (1942 -1946). Üniversitede öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı’nın sanat anlayışın­ dan (öz şiir) ve tarihe bakışından yer yer etkilendi. Şiirlerinde {Şiirler [1961]; Bütün şiirler [1976]) doğa, aşk, zaman, sonsuz­ luk, ölüm, bilinçaltı dünyası, geçmişin de­ ğerleri gibi temaları biçim titizliğiyle ve yo­ ğunlaştırılmış bir anlatımla işledi. Sık sık simgelerden, alegorilerden yararlandı. Kusursuzluğu amaçlayan ürünler (Ne için­ deyim zamanın, Selam olsun, Hatırlama) verirken yaşanan anda geçmişin değer­ lerini yakalamaya, kültür sorunlarını irde­ lemeye de yöneldi (Bursa’da zaman). Psi­ kolojik gözlemlerin beslediği öykülerinde (Abdullah Efendi'nin rüyaları [1943], Yaz yağmuru [1955]), kahramanlarının bilinç­ altı serüvenine, düşlerine geniş yer verdi. Bu yapıtlarında, daha çok da romanların­ da Türkiye'de Tanzimat’tan itibaren top­ lumsal yaşamın değişmelerini anlattı; do­ ğu uygarlığından batı uygarlığına geçişin sorunları üzerinde durdu. Ele aldığı olay­ lar bakımından birbirini izleyen roman di­ zisinde (Mahur beste [tamamlanmamıştır, 1975], Sahnenin dışındakiler [1973], Sa­ atleri ayarlama enstitüsü [1961], Huzur [1949], Aydaki kadın [tamamlanmamıştır, 1987]), bazıları ortak olan kahramanların bireysel serüvenlerini (aşk) anlatırken ta­ rihsel ve doğal bir çevreyi (İstanbul) de­ rinliğine canlandırdı; Kırım savaşı'ndan DP yönetiminin çöküşüne kadar gelen dönemin toplumsal çalkantılarını göster­ di. Kültür değişmelerinin yol açtığı buna­ lımları ele aldı; geçmişteki değerlerin çağ­ daş yaşamı nasıl besleyebileceğini araş­ tırdı. Bu yapıtlarında zaman zaman lirik (Huzur), yergici (Saatleri ayarlama ensti­ tüsü), siyasal polemik (Aydaki kadın) yan­ lar ağır basıyordu. Yapıtlarında (yukarda anılanlardan başka Beş şehir [1946], Ya­ şadığım gibi [1970], Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mektupları [1974]) öğretici, düşün­ dürücü nitelikleri kadar kullandığı imge­ ler, başvurduğu benzetmeler, çağrışımlar, uzun cümleli sözdizimiyle bir düzyazı us­ tası olarak da görünür. (-> Kayn.) TA N P U R A a. Hint lavtası. Bu çalgıda, çok güçlü armoniklerin oluşmasını kolay­ laştıracak biçimde çok yassı bir eşik üze­ rine takılmış dört çelik tel ve ses uğultula­ rını yoğunlaştırmak amacıyla eşik ve tel­ ler arasına sıkıştırılmış bir ipek iplik var­ dır. (Bir ezgi çalınmasına elverişli olma­ makla birlikte bu çalgı, sürekli olarak şar­ kılara eşlik etmeye yarar.) TA N R EK a. (fr. tenrec). 1. Madagaskar’ da ve Komorlar'da yaşayan böcekçil me­ meli hayvan. (Tanrek dikenli postuyla oklukirpiyi andıran, avlanmak için geceleyin ortaya çıkan ve kurak mevsimde inine çe­ kilerek kışuykusuna yatan bir hayvandır. Bil. a. Tenrec ecaudatus; tanrekgiller famil­ yası. Boy, 1 kg ya da daha fazlası için, kuy­ ruk dahil, 50 cm.) —2. Haiti sivri burunlu tanreği -> HAİTİ SİVRİBURUNLU TANREĞİ. TANREKGİLLER a. Madagaskar'da ve Komorlar'da yaşayan, geceleyin avlanan, kurak mevsimde kışuykusuna yatan bö­ cekçil memeliler familyası. (Tanrekgiller fa­ milyasında yirmiye yakın tür bulunur; bun­ ların bir bölümü kirpiye benzer [Tenrec, Setifer, Hemicentetes, Echinops, Dasogale cinsleri], kimisi soreksi andırır [Microgale, Mesogale, Geogale cinsleri] ya da ya­ rı sucul su neomisi [Limnogale mergulus] görünümündedir. Bil. a. Tenrecidae.)



Dağ tanrısı heykelciği fildişi İ.Ö. XIV.-XIII. yy. Boğazköy



TA N R I a. 1. Çoktanrılı dinlerde, insanlar üzerinde doğaüstü güçlere sahip üstün varlık (tekil ya da çoğul olarak ve küçük harfle yazılır): Romalılar'ın tanrıları. —2.



Bir uluhiyetin temsili: Taştan tanrılar. —3. Âdeta dinsel bir saygı gösterilen, tutkuy­ la bağlanılan ya da üstün görülen kimse: Elvis Presley bir zamanlar gençlerin tanrısıydı. — 4. Değerler ıskalasında en yük­ sek dereceye konulan ve uğrunda her şe­ yin feda edildiği nesne, şey, fikir: Dolar tanrısı. || Tanrının sevgili kulu, şanslı, talih­ li kimse, her el attığını başaran kişi. || Tan­ rının sırrına vâkıf olmak, önemli kişilerden mahrem bilgiler almış olmak, kimsenin bil­ mediği bir durumdan haberi olmak. —Mit. On iki büyük tanrı, klasik yunan-roma panteonunun en önemli on iki tanrısı. (Roma'da dii consentes [öğüt veren tanrı­ lar] adını aldılar. Ennius, adlarını iki ünlü di­ zede bir araya getirdi: iuno, Vesta, Minerva, Ceres, Diana, Venüs, Mars, Mercurius, Jovi', Neptunus, Volcanus, Apollo.) — A n sİK L . Homeros tanrıbiliminde, tanrı­ lar, en eski ya da en büyük tanrının'çevresinde toplanırlar; ilyada'da Okheanos, tüm varlıkların kökeni olarak gösterilir. An­ cak Homeros, yok olmuş bir dünyanın ta­ nığıdır Bunun aksine Hesiodos, kendi dö­ neminin insanlarına, tanrılarla ilgili gerçek­ leri açıkladığını iddia eder ve bu görevin, Musalar'dan aldığı bir vahiy ile ona veril­ diğini söyler. Hesiodos daha baştan bir­ takım sınırlamalar koyar Ona göre tanrı­ ların kendileri de yaratılmışlardır. Hesiodos tanrıların soy kütüğünü çıkarır, ama aynı zamanda onlara belirgin bir ahlaki değer verir. İşler ve günler'de (Erga kai Hemerai), bir yandan kötülüğe ve çekilen acı­ lara bir anlam vermeye çalışırken, öte yan­ dan tanrıların yönetimini aklamaya çaba­ lar; Zeus’un kudretini ve tanrısal adaletini vurgular. Bir tanrıbilime doğru atılmış ilk adım sayılabilecek bu düşünce biçimi, Milet doğa felsefesinin habercisi olmuştur. Tek tanrı öğretisi Kolophonlu Ksenophanes ile doğmuş, orpheusçulukta (I.Ö. VI. yy.) gelişen ruhun tanrısallığı öğretisi ise, Homeros'un yazılarının bir yorumu olarak sunulmuştur. Bir varlık anlayışına dayanarak tanrısal­ lık üzerinde düşünmenin ilk örneğini Peri physeos adlı şiiriyle Elealı Parmenides’te görürüz. Karanlık güçlerden kurtulmayı amaçlayan bu düşünme tarzı, özellikle V. yy.'da, insandaki kutsallığı bütünüyle sil­ meye çalışan bir akılcılığa zemin hazırla­ dı. Gene de akıldışı öğe yunan felsefesin­ de çok önemli bir yer tutmaya devam et­ ti. Sözgelimi, Devlet (Politeia e peri tes dikes) adlı yapıtında yaşamı bütünüyle filo­ zofun egemenliği altında düzenlemek is­ teyen Platon, Yasalar (Nomoi) adlı yapıtın­ da, arındırarak ve en önemlilerinin kataloğunu hazırlayarak yeniden geleneksel inançlara döner. Aristoteles de evrene ilk hareketi kazandıran ve Tanrı adını verdiği gücü kanıtlayabilmek için fiziğe başvurur. Aslında yunan düşünürlerinin, mitolojinin etkisini silmeyi amaçlayan yöntemleri ge­ nel olarak dinsel ve tanrıcıdır. Filozoflar bir yandan akla dayanarak mitleri eleştirirken, bir yandan da “ metafizik” in anahtarı ola­ cak ve tanrısal aşkınlığından emin olduk­ ları bir temel ilke aradılar. Hellenistik dönemde, ruhu esenliğe ka­ vuşturmayı amaçlayan dinler ve misterlere dayalı kültler, yavaş yavaş eski çoktanrılı dinin yerini almaya başladı. Bu kültler öbür dünya korkusunu ve misterlerin, in­ sanı tanrı katına yaklaştırarak dünyadaki yazgısını düzeltebileceği inancını yerleş­ tirdi. Antikçağ yunan düşüncesi için, ikinci bir yaşam fikrine en büyük engel, evre­ nin çevrimsel bir düzene sahip olduğu inancıydı. Bu fikir Anaksimandros ve Empedokles’in sonsuz dönüş öğretisin­ den beslenmiştir ve Platon'un, felsefesin­ de, öbür dünya fikrine yer vermekten uzun zaman çekinmesinin nedeni de budur. Bununla birlikte Platon, orpheusçu mitlerden etkilenerek öbür dünya görüşü­ nü benimsedi ve çevrimsel zamanı savu­ nan kuramı yadsıdı. Platon üst dünyayı tasvir ederken aşkın, tanrısal bir süreden söz eder (Phaidon, 110-111). Bilincin birey­ selliği bir kere temellendirilince, ruhun bi-



reysellıği de (bedenin değil) temellendiril­ miş olur. Buradan, misterlere dayalı din­ lerle bağlantılı ahlaksal bir tanrısallık an­ layışı doğmuştur. Bu anlayış gnosisçilikte (İ.S. Il.-lll. yy.) ve ruhu esenliğe kavuştur­ mayı amaçlayan çeşitli dinlerde yeniden ortaya çıkacaktır. Eski yunan bir özgürlük ahlakı açısın­ dan sonunda tanrı fikrine varmış, buna karşılık Mısır; tanrıyı ölüm aracılığıyla, öbür dünyaya insanı götüren yolda bir yazgı olarak bulmuştur. Asur ve Babylonia'da krallık dini olan çoktanrıcılık, sonun­ da bütünüyle tektanrıcı bir görüşü temsil eden İran mezdekiliğinin tepkisine yol açtı: Avesta dünyanın yönetimine müdahale eden bir Tanrı, gerçeğin koruyucusu, ada­ letli, yüce ve ölümsüz bir Ulu efendiden söz eder. Yahudi-hıristiyan tanrı anlayışı­ nın temeli bu üç dünya arasından doğ­ muştur. — ikonogr. Batı sanatında antikçağ tanrı­ larının tasviri. Yunan-roma tanrıları ortaçağ ikonografisinde de görülür. Buna karşılık antikçağ etkileriyle kendi ideallerini birleş­ tiren İtalyan Rönesans’ında, bu tanrıların tasvirleri iyice yaygınlaşmıştır: Venüs (Botticelli’nin Venüs'ün doğuşu; Cranach, Gi­ orgione, Tiziano’nun Venüs’leri), Bacchus (Michelangelo, il Caravaggio), Apollon, At­ hena (her ikisi Raffaello’nun Atina okutu'nda temsil edilmiştir), Mercurius (Giambo­ logna) vb. İtalya ve Fransa’da, saray ve parklar, antikçağ tanrılarının heykelleriyle donatıldı. Hükümdarlar yunan-roma tan­ rıları, kadınlar da (XVIII, yy.’da) tanrıça ola­ rak temsil edildi: Diana kılığında Savoiah Marie-Adélaïde (Coyzevox), Venüs kılığın­ da Pauline Borghese (Canova), Flora kı­ lığında Madame Henriette (Nattier), Dia­ na kılığında Madame Adélaïde (Nattier). XIX. yy.’da, ingres’in klaslkçlliğl ve G. Moreau’nun simgeciliği, antikçağ tanrıları­ nı kendine mal etti. XX. yy.'ın başında, Bourdelle’in heykellerinde ve Zadkine’in bazı yapıtlarında da bu esin görülür. T A N R I a. 1. Tektanrılı dinlerde her şeyin yaratıcısı, her şeyin yapıcısı ve İnsanlığın tarih içinde gerçekleşen kurtuluşunun il­ kesi aşkın ve tek yüce varlık. —2. Tanrı'm! Ulu Tanrı'm!, şaşkınlık, kızgınlık vb. belir­ ten ünlem; Allah, Allahım. || Tanrı aşkına, bir dileği güçlendirmek İçin kullanılan de­ yim; Allah aşkına. || Tanrı emri, kesin ola­ rak yerine getirilmesi gerekli dilek. || Tanrı günahlarını affetsin, ölmüş bir kimseyi bir oranda iyi anmak için kullanılan deyim. || Tanrı isterse, Tanrı yardım ederse, bir ters­ lik çıkmazsa; Allah'ın İzniyle. || Tanrı koru­ sun, bir şeyi yapmaktan ne kadar uzak olunduğunu, bir şeyden ne kadar korkul­ duğunu belirtmek için kullanılır. || Tanrı mi­ safiri, bir eve kendiliğinden gelen ve hoş tutulan konuk. || Tanrı (bir kimseden) razı olsun, hoşnutluk anlatan deyim. || Tanrı sizi korusun, ayrılıktan önce söylenen iyi di­ lek sözü. || Tanrı sözü, mutlak olarak doğ­ ru sayılıp benimsenmesi gereken söz. |j Tanrı şahidimdir, bir doğrulamayı vurgu­ lar. || Tanrı taksiratını affetsin, bir kimsenin yaptığı kötü bir işin hoş görülmesini te­ menni etmekte kullanılan deyim. || Tanrı vergisi -» ALLAH* VERGİSİ. I Tanrı'nın gü­ nü, yaşamın her günü; Allah’ın günü. || Tanrı'nın huzuruna çıkmak, ölmek. || Tanrı'nın sevgili kulu, şanslı, talihli kimse, her el attığını başaran kişi. || Tanrı'ya bırakmak, olacağa rıza göstermeye hazır olmak; bir İşin, çaresizlik yüzünden sonunu düşün­ memek. || Tanrı'ya emanet, sonu belirsiz, kuşkulu ya da tehlikeli bir İşin ya da böy­ le bir işe girişen bir kimsenin Tanrı’nın ko­ ruyuculuğuna bırakıldığını belirten deyim. || Tanrı'ya sığınmak, Tanrı’dan başka gü­ venecek şeyi, kimsesi olmamak, çaresiz durumda olmak. || Tanrı'ya şükür, Tanrı'ya hamdotsun, rahatlamayı ya da hoşnutlu­ ğu belirtir. —Din. Tanrı buyrukları, Tanrı’nın peygam­ berler aracılığıyla insanlara duyurduğu kutsal yasalar. (Kutsal Kltap'taki On emir, yahudilik ve Hıristiyanlıktaki en kutsal Tanrı buyrukları sayılır. Aynı buyruklar İslam di-



nince de benimsenmiş, Kuran'ın Enam [VI, 151-153] ve isra [XVII, 23-38] surele­ rinde yeni buyruklarla birlikte yinelenmiş­ tir.) —ANSİKL. Tanrıbil. Karşılaştırmalı dinler ta­ rihi, Musa’ya Sina dağında gelen vahyin, benzersiz, kendine özgü nitelikte bir tektanrıcılığı başlatmış olduğunu göstermek­ tedir. Nitekim, daha önceki dinler, bir ilk Varlık ya da yüce Hâkim fikrine gelmiş ol­ salar, hatta yahudi geleneğinin de daha sonra kullandığı bazı mitlerden yararlan­ mış olsalar bile, Musa’nın başlattığı tektanrıcılığa denk bir tektanrıcılık oluşturmaz­ lar. Tanrı’nın yahudi kutsal kitaplarında bi­ ricik varlık olarak kendini göstermesi, gi­ derek bütün halkların kabul edeceği ev­ rensel bir inanç ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle az ya da çok ona bağlılık göstermişlerdir. Eski Ahit'in Tanrı kavramı, bilindiği ka­ darıyla tanrı kavramlarının ilk evrenselci olanıdır. Ancak bugün elde bulunan ya­ hudi kutsal kitaplarının yahvist metinlerin­ deki Tanrı anlayışı daha çok ulusal ve in­ sanbilimseldir. Tanrı'nın soyutluğu ve ev­ renselliği işaya ve Yeremya gibi Musa’dan sonraki büyük peygamberler döneminde, İ.Ö. VIII. yy.’da ortaya çıkan elohist metin­ lerde vurgulanmış; bundan böyle Eski Ahit'in Tanrısı bütün insanlığın babası, melekleri aracılığıyla bulutların arkasından seslenen aşkın varlık olarak gösterilmiş­ tir. Günümüzde yahudi düşüncesi, vahyin bütün uluslara yahudi kavmi aracılığıyla yayılması gerektiğini ileri sürerken, hıristiyanlık bunu Isa’nın kişiliğine bağlı bir iş saymıştır. İslamlıktaysa "Tanrı’nın adını yükseltme ve yayma” (ilâyı kelimetullah) görevi son olarak Hz. Muhammet ve onun ümmetine verilmiştir Kuran'a göre Hz. Muhammet peygamberlerin sonuncusu (hâtem ül-enbiya, XXXIII, 40), tüm insan­ lığın peygamberidir (XXXIV, 28). Ona ge­ len vahiyde Tanrı’yı insanbiçimsel olarak sundukları gerekçesiyle yahudilik ve hıristiyanlık eleştirilmiştir (IX, 30). Kuran’da, Tanrı'nın birliği ilkesiyle çeliştiği göz önü­ ne alınarak özellikle hıristiyanlıktaki Tanrı’ nın üç ilkenin birliği şeklinde açıklanışı ke­ sinlikle reddedilmiştir. Modern zamanlarda, Antikçağ’ın ya­ bancısı olduğu ve tanrıbilimler ve tinsel­ likler biçiminde ortaya çıkan bir "Tanrı üzerine söylem" ile tanrıtanımaz diyebile­ ceğimiz diğer bir söylem gelişti. Bu son söylem aslında oldukça basit bir din kar­ şıtı yapıda ifadesini bulur: "Tanrı" varsa­ yımı hiçbir şeye yaramaz; ne akli bilgiye hizmet eder, ne de teknik aracılığıyla dün­ yaya hükmetmeye. Üstelik Tanrı fikri psi­ kolojik ve tarihi bir olay olarak bilimsel bir biçimde açıklanmak zorundadır Bilim ise bu konuda yansız kalmaktadır. Bu reddedişe karşılık olarak çağımızda tanrıcı bir söylem oluştu. Klasik anlamıy­ la tanrıbilime gittikçe daha az başvuran, metafiziğe ve ontoteolojiye yönelik bu tan­ rıcı söylem, tanrısal gerçekliği açıklayıcı bilgiye yalnızca kendi kaynaklarıyla ulaş­ mak hevesinde olan her türlü söylem hakkındaki köklü eleştirileri göz önünde tut­ maktan geri kalmıyordu. Çağdaş sorun­ lar karşısında, Tanrı'nın nüfuz edilemez bir aşkınlık içine atılmasından artık vazgeçil­ di: Tanrı artık insanla bir diyaloğa girmiş görünüyor; bu diyalog içinde insan, Tanrı'yı inkâr edebildiği gibi, kabul de ede­ bilmekte, onu isterse bir yana bırakıp, is­ terse onunla buluşabilmekte, onu içinde duyabilmektedir. • isla m iye tte Tanrı -> ALLAH. • Asya dinlerinde Tanrı -> BUDDHACILIK, BRAHMANCILIK, HİNDUCULUK, ŞİNTOCULUK.



■ —ikonogr. Hıristiyan sanatında Tanrı tas­ viri. Pagan sanatının tanrıları insan biçi­ minde betimleme eğilimine de bir tepki olarak Tanrı tasvirlerini yasaklayan Musa yasası’na hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında uyuldu. Teslis’in birinci (Peder) ve üçün­ cü (Ruhülkudüs) kişileri simgelerle belir-



müzikçi meleklerin çevrelediği Tanrı Milano’da Castello Sforzesco’nun dukalık capeilasını süsleyen Benedetto Bembo'nun bir freskinden ayrıntı



x tilirken, Cisimleşme dogması isa*'nın in­ san biçiminde temsil edilmesine izin ver­ di. Özellikle Habll ile Kabil, Tufan, İbra­ him'in oğlunu kurban etmesi, Musa, Ezehyel ile ilgili sahnelerde (Dura-Europos'takl fresk, III. yy.; Hlldeshelm’daki bronz kapılar, XI. yy.; Venedik'te San Marco'daki mozaik) Tanrı'nın varlığı buluttan çıkan bir sağ elle simgelenmiştlr; aynı sim­ ge, İsa'nın vaftizi ve Uruç’u sahnelerinde de (fildişi bizans kabartması, IV. yy., Mü­ nih; Liöge’de St-Barthölemy vaftiz kurna­ sı, XII. yy.) kullanılmıştır. Bizans ve daha sonra batı sanatların­ da, Ortaçağ'dan başlayarak Tanrı, Danyal’ın Antiquus dierum'u ("Günlerin yıl­ lanmışı") gibi soylu bir yaşlı adam, ardın­ dan papa ya da haçlı küreyi elinde tutan imparator (özellikle XV. yy. fransız ayin ki­ taplarında ve XVI. yy.’da basılan Kutsal Ki­ taplardaki resimlerde) olarak canlandırıl­ dı. Özellikle Teslis* temsillerinde de ben­ zer figürler yer alır Michelangelo (Sistina), Raffaello, Guido Reni, Poussin vb. de Tanrı'yı şimşek çaktıran iupiter biçiminde tem­ sil ettiler. Bununla birlikte, Tanrı tasvirleri­ nin sayısı isa’nınkilere oranla çok azdır. TA N R IB İL İM a. 1. Tanrısal varlığı ve da­ ha genel olarak dini konu alan inceleme. (Eşanl. İLAHİYAT, TEOLOJİ.) — 2. Bir yaza­ rın ya da bir okulun dinsel öğretisi. —3. Doğal tanrıbilim — doğal. j| Olumsuz tanrıbilim - * OLUMSUZ. —ANSİKL. • İslam tanrıbilimi. İslam felse­ fesinde çoğu zaman “ el-ilahiyat", bazen de “ el-felsefe el-ulâ" (ilk felsefe) ve "m â ba’d et-tabia (doğaötesi, metafizik) terim­ leriyle ifade edilen tanrıbilim, başta Pla­ ton ve Aristoteles olmak üzere yunan filo­ zoflarının başlıca yapıtlarının arapçaya çevrilmesinin büyük ölçüde tamamlandı­ ğı IX. yy. ve sonrasında gelişti, ilk İslam filozofu sayılan ve Arap filozofu (Feylesuf el-arap) diye tanınan el-Kindi'nin (öl. 873) gözde konularımdan birini tanrıbilim oluş­ turur. el-KindÇbaşta Kitap fi'l-felsefe el-ulâ olmak üzere çsjşjtli yapıtlarıyla İslam tanrıbiliminin temellerini attı. Onun ardından, Aristoteles'ten sonra en büyük filozof sa­ yıldığı için el-Muallim es-sani (ikinci öğret­ men) diye tanınan türk düşünür Farabi ve ibni Sina, ibni Rüşt gibi düşünürler ve ihvanüssefa görüşündekiler platoncu, aristotelesçi, pythagorasçı, stoacı ve yeniplatoncu felsefeleri inceleyerek, İslam dininin Tann inancıyla da bağdaştırmaya özen gösterdik­ leri zengin bir tannbilim kültürü geliştirdiler İslam tanrıbiliminin temel konusu, Tanrı’nın varlığının kanıtlanması, O ’nun içe­ rik ve nitelikleri, var olan her şeyin en yük­ sek ilkesi (el-mebde el-evvel) olan Tanrı ile



Lauros-Gıraudon



öteki varlıkların ilişkileri ve Tanrı karşısın­ daki durumları gibi metafizik ve ontolojik sorunlardır. Bütün İslam düşünürleri, ilke olarak Tanrı’nın varlık ve birliğini hiçbir kuşkuya yer vermeksizin kabul ederler. Kelam bilgin­ leriyle birlikte filozoflar da Tanrı’nın varlığı konusunda daha çok kozmolojik (kevni) ve teleolojik (gai) tanıtlar ortaya sürerler. Kindi'nin benimsediği ve öteki İslam filo­ zoflarınca da geliştirilen en temel tanıtlar­ dan biri "imkân delili"dir. Buna göre, Tanrı dışındaki hiçbir şeyin varlığı zorunlu de­ ğildir. Evren ve evrendeki tüm varlıklar zorunsuz (mümkin) ve sonradan olma (ha­ dis) varlıklardır; bunları varlık alanına çı­ karansa Tanrı’dır. Ayrıca evrendeki eşsiz düzen ve uyum da en üst düzeyde bilgili, güçlü ve iradeli bir yaratıcı ve bilge (el -mübdi’ el-hakim) Tanrı'nın varlığını gös­ terir. Evrende var olan her şey belli bir dü­ zen içinde ve bir varoluş dalgası halinde Tanrı’dan doğar (feyz, sudur). Bu neden­ le Tanrı ilk ilke (el-mede el-evvel) ve ilk ne­ dendir (el-illet el-ulâ). En üst düzeyde ina­ yet ve cömertlik (cûd) göstererek evren­ sel her şeye, varlık hiyerarşisindeki yerine göre gereksinim duyduğu ölçüde tam bir yetkinlik (kemal) vermiştir. Bu nedenle il­ ke olarak evrendeki kötülük, varlığın özü­ ne bağlı olmayıp, ilinekseldir (arazi). Bü-



Adem ile Havva'yı birleştiren Tann M iroir de l ’humaine salvation 'u süsleyen bir minyatür Flandre, XV. yy. Condé müzesi, Chantilly



tanrıbilim 11220



oturan tanrıça heykeli toprak İ.Ö. VI. binyıl



tanrıça heykelciği _ siyah taş İ.Ö. VI. binyıl



tün İslam düşünürleri iyilik-kötülük soru­ nunda kesin olarak iyimser düşünmekle birlikte, kötülük sorununun akılcı açıkla­ masının olanaksızlığı karşısında sorunu Tanrı’nın “ hikmeCine havale ederek bu konuda agnostik bir tutuma girme gere­ ğini duymuşlardır. İslam filozofları, aristotelesçi görünme­ lerine karşın, farkında olmadan Aristote­ les'in ikici (düalist) felsefesinden uzaklaş­ mışlar; Tanrı'yı fizikötesi sistemlerinin mer­ kezinde görerek, Tann’dan başlayarak, bütün evreni ve evrendeki her şeyi en ge­ neI b ir birlik düzeni olarak düşünmüşler­ dir. Böylelikle Aristoteles yerine Platon'un anlayışını sürdürmüşlerdir ki, bunun da nedeni, yazarı bilinmemekle birlikte yeniplatoncu felsefenin ürünü olan ve arapçaya Esotocya (teoloji, tanrıbilim) adıyla çev­ rilen yapıtın Aristoteles'e ait olduğunu san­ malarıdır. İslam filozofları tanrıbilimi dar anlamda bir Tanrı felsefesi olarak görmeyip, ibni Si­ na'nın eş-Şifa ve en-Necat adlı yapıtları­ nın "ilahiyat" başlıklı bölümlerinde oldu­ ğu gibi, felsefelerinin genel birliği ve kuşatıcılığı içinde tanrıbilimi ontoloji, kozmo­ loji, epistemoloji gibi kuramsal felsefe alanlarını; hatta estetik, ahlak ve siyasete ilişkin pratik disiplinleri de kapsayacak bi­ çimde geniş tutmuşlardır. Bunun dışında, İslam düşünce tarihinde tanrıbilim, salt bir felsefe sorunu olarak özellikle İslam filo­ zoflarınca işlenmekle birlikte, sorunun işlam inançlarını yakından ilgilendirmesi ve insanın yaşam dünyasını temelden etkile­ mesi dolayısıyla kelam bilginleri ve muta-' savvıflar da tanrıbilim ile yakından ilgilen­ miş ve bu alanda özgün görüşler ileri sür­ müşlerdir. • Katolik tanrıbilimi. Tanrıbilim, yani "Tanrı’nın bilgisi", yunan-latin antikçağının fel­ sefi ve bilimsel geleneklerinden doğdu ve paganlığın mirasını, yahudi peygamber­ lerin sezgileri ve Eski Ahit'in içerdiği yasa öğretisiyle bağdaştıran hıristiyan düşünür­ ler sayesinde, hıristiyanlığın doğuşuyla birlikte gelişmeye başladı. Kilise Babaları’nın -özellikle Origenes, Augustinus, Athanasios, İskenderiyeli Kyrillos ve Basileios- emeğiyle bir hıristiyan tanrıbilimi or­ taya çıktı: bu, her iki Ahit’te yazılanlar üze­ rinde düşünen, her türlü metafizik ve yahudilik aleyhtarı ikiciliği ve her türlü gnosisi reddeden ve kurtuluşunu bu dünya­ da kendi başına özgürce gerçekleştirebi­ lecek güce sahip insan denen bir yaratı­ ğın özüne saygı duyan bir tannbilimdi. Ro­ ma ile İstanbul arasındaki kopmadan (1054) sonra, batı katolik tanrıbilimi sko­ lastiğin (XII.-XIII. yy.) büyük ölçüde etkisin­ de teldi. Skolastik, özellikle Thomas Aquinus’la, belli bir sınıf hakikatler için aklın mutlak geçerliğine olan güveni, kutsal metinlere ve onlann yetkili yorumcularına



öğreti. (Tanrıcılık doğaüstü vahyi kabul et­ bağlı kalarak birleştirdi. Ortaçağ okulu mesi bakımından yaradancılıktan ayrılır.) tanrıbilimcilerinin biçimsel ve tümdengelimci düşünce tarzına, insan gerçeği ko­ /¿TANRIÇA a. 1. Çoktanrıcılıkta ve mito­ nusunda daha sezgici bir görüşle karşı çı­ lojide, dişi tanrı. (Eşanl. İLAHE.) —2. Ana kan protestan Reformu (XVI. yy.) patlak tanrıçalar, antik mitolojilerde üremeyi ve verdiği zaman, Trento konsili (1545-1563) bereketi simgeleyen, insanlığın, özellikle Babaları tarafından hazırlanan katolik Re­ de kadının koruyucuları olarak düşünülen formu ya da Karşı Reform, katolik tanrıbitanrısal doğaüstü varlıklar. (Bk. ansikl. limine polemik karakterde bazı “ iman böl.) özellikleri" katmaya çalıştı. Vatikan* kon— ANSİKL. Arkeol. Doğurganlığı, verimi, siline (1869) gelinceye kadar, katolik ima­ üreticiliği simgeleyen ve daha Yenitaş dö­ nı, ısrarla, skolastik tanrıbilimciler tarzın­ neminden başlayarak tektanrılı dinlere de­ da biçimsel olarak anlaşılan akla göre ta­ ğin değişik adlarla binlerce yıl yaşayan nımlanmakta, çağdaş insanlığın tarihsel ana tanrıçanın betimlemelerine ilk kez ve bilimsel deneyimleri göz önünde tutul­ Anadolu'da rastlanmaktadır. Çayönü*'nde mamaktaydı. XX. yy.’ın başında ortaya çı­ ortaya çıkarılan, kilden yapılmış ilk heykel­ kan ve katolik tanrıbiliminin bizzat temel­ cik denemelerinin (İ.Ö. VIII.-VII. binyıllar), lerini tartışma konusu haline getiren moana tanrıça kavramı, bereket tılsımı ile il­ dernist bunalım, bu aşırılıklardan kaynak­ gili olduğu sanılmaktadır. Çatalhöyük*'ün landı. Bu bunalımı izleyen ve aşırı akılcı taştan ve pişmiş topraktan yapılmış, ana bir thomasçılık damgası taşıyan antimotanrıçayı kutsal hayvanları aslan, leopar, dernist tepki, tanrıbilim alanında yenileş­ boğa ile gösteren heykelcikleri ve renkli meyi geciktirdiyse de, ikinci Dünya savakabartmaları (VI. katman) bu kültün Ana­ şı’ndan sonra Henri de Lubac, Kari Rahdolu’daki ilk betimlemeleridir (İ.Ö. VI. binner, Marie Dominique Chenu, Yves Conyıl başı). Çatalhöyük’ün ana tanrıça kültü gar ve daha başkaları aracılığıyla bu ye­ Hacılar*’da sürmüş, burada da çok stili­ nileşme, nihayet kendine bir ifade yolu ze olarak işlenmiş, pişmiş topraktan hey­ bulmaktan geri kalmadı ve insan bilimle­ kelcikler ele geçmiştir (İ.Ö. VI. binyıl orta­ rine, eleştirel yorumculuğa, eklesiolojiye ları). Çatalhöyük ve Hacılar örneklerinde (tanrıbilimin kiliseyi inceleyen bölümü), vb tombul bir kadın olarak betimlenen ana giderek daha geniş bir yer ayırmayı, zen­ tanrıça, tahtında otururken, uyurken, diz ginleşmek için başka hıristiyan Kiliseleriyle çökmüş durumda, doğururken ya da do­ diyalog kurmayı bildi. İkinci Vatikan kon­ ğurturken gösterilir. Bu tür heykelciklerin sili (1962-1965), tanrıbilimdeki bu yenileş­ yapımı Bakırtaş döneminde de sürmüş­ meyi onayladı. Fakat bu arada insan bi­ tür (Hacılar, Canhasan). ilk Tunç çağda, limlerindeki gelişmeler gittikçe daha zorun­ karaz kültürünün etkisi altında olan Pulur' lu hale gelen birtakım uzmanlıklara yol aç­ da (Sakyol, Elazığ), sunakların iki yanın­ tı. Öte yandan, katolik tanrıbilimi, İncil me­ da yer alan ana tanrıça betimlemelerinin sajının Asya, Afrika ve Latin Amerika uygar­ çok şematik olduğu görülür. Gene bu kült­ lıklarının kültür verileriyle yoğurulması so­ le ilişkili olarak kaplara ana tanrıçanın yü­ runlarıyla karşılaştı (kurtuluş tanrıbilimleri). zü işlenmiştir. Bu dönemde ana tanrıça • Ortodoks tanrıbilimi. Başlangıçta Bizans heykelciklerinin hem değerli madenler ve imparatorluğu çerçevesinde ortaya çıkan taşlardan (altından yapılmış Alacahöyük ortodoks tanrıbilimi, uzun süre kristoloji ikiz idolleri, gümüş heykelcik, altın ve gü­ (tanrıbilimin İsa'nın kişiliğini ve yaptığı iş­ müş alaşımından felektrum] yapılmış Haleri konu alan bölümü) konularında çekiş­ sanoğlan* idolü), hem de pişmiş toprak­ tikten (V.-IX. yy.’lar) ve arkadan Kutsal tan (Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Kalınkaya) ör­ Ruh’un tecellisi ve eklesioloji sorunları nekleri vardır. Kültepe'nin yassı mermer­ üzerinde tartıştıktan (IX.-XII. yy.'lar) sonra, den ana tanrıça heykelcikleri de (İ.Ö. III. son derece zengin bir tinsel tanrıbilim ha­ binyıl sonu - II. binyıl başı) benzersiz bir linde gelişip çiçeklendi. Ortodoks tanrıbigrup oluşturur. Truva'nın, Demircihöyük' limi özellikle bir kudas eklesiolojisi niteliği ün ve Batı Anadolu'nun kadın biçimindeki taşır. En seçkin tanrıbilimcisi, kezikiacıkapları, kapakları ve idolleri de bu kültle lık'ın mistik deneylerine bir öğreti temeli bağlantılıdır. Anadolu’da ana tanrıça kül­ sağlayan Gregorios Palamas*'tır (1296 tü ve betimlemeleri Hititler'in ve Geç Hi-1359). İstanbul'un düşmesinden (1453) . titler’in Kubaba'sı, Phrygialılar'ın Kybele'si, sonra, ortodoks tanrıbilimi Protestanlığın ("M agna m ater" büyük ana olarak da etkisi altında kaldı. Fakat, özellikle Aynaanılır), Efes'in Artemis'i (Artemisia* Epheroz dağı keşişleri ve onların 1793’te slasia) ile sürmüştür. von diline çevrilen Philokalia adlı büyük Anadolu dışında, İ.Ö. IV. binyıl'a doğru mistik derleme yapıtlarının yayılması sa­ Ukrayna ovalarında görülen ana tanrıça yesinde, yenileşme XIX. yy.’da Rusya'dan kültünün, baharda doğanın yeniden can­ geldi. ( - DOĞU KİLİSELERİ, ORTODOKS­ lanışına bağlı olduğu sanılmaktadır. Fran­ LUK.) sa’da Marne bölgesindeki yeraltı mezar­ • Protestan tanrıbilimi. Bu tanrıbilim, biri­ larında (hypogeum), İ.Ö. III. binyıl sonun­ cik doğru tanıklık saydığı Kutsal Kitap’a, da, kayalara oyulmuş ana tanrıça betim­ yalnızca ona dayanır. Tanrı kavminin bu la­ lemeleri, bu tanrıçanın mezar kültünde de ik tanrıbilimine göre, herkes sorumluluğu bir yeri olduğunu düşündürmektedir. kendine ait olmak üzere Kutsal metinleri TA N R ID O Ö U M a. Mit. Tanrıların köken­ yorumlayabilir ve kilise yaşamının her ka­ leri ile ilgili öğreti. demesinde eleştirel görüşlerini dile geti­ rebilir. Tanrıbilimin çağımızdaki bunalımın­ T A N R IK U L U (Remziye), Remziye da, inanç yaşamı ve Incil öğretisinin ya­ Alper de denir, türk lirik soprano (Sudak, yılması büyük iktisadi, toplumsal ve siya­ Kırım, 1944). Orkestra şefi Örhan Tanrıkusal tercihlerin engeliyle karşılaştığı bir sı­ lu'nun eşi. Devlet konservatuvarı opera rada, protestan tanrıbilimi, hıristiyanların yüksek bölümü'nü bitirdi (1963); Münih’ havarilik sorumluluğu ekseni üzerine otur­ te Prof. C. Glettenberg, Köln’de Prof. R tuldu. Bu kesin yöneliş, her şeyden önce Witsch, Roma'da G. Pederzini gibi şan çağdaş protestan tanrıbilimcilerin en bü­ eğitmenleriyle çalıştı. 1976'da Salzburg' yüğü olan Kari Barth*’ın (1886-1968) et­ da Sommerakademie Mozarteum'da Mo­ kisinden kaynaklandı. K. Barth'ın eserini zart operaları üstüne uzmanlaştı. Avrupa özellikle Paul Tillich, Dietrich Bonhoeffer ve ABD'de birçok konserler ve resitaller ve Rudolf BuKfnann sürdürdüler. Kilise1 verdi; uluslararası nitelikteki çeşitli yarış­ nin gerçekleşmiş mesajına bağlı olarak malarda ödül ve madalya kazandı (Paler­ Kutsal Kitap’ın anlaşılmasına hizmet eden mo, Genç opera şarkıcıları yarışması’nda yorumculuk, protestan Kiliselerinin asli gö­ birincilik [1974], Sofya 6. uluslararası şan revlerinden birini oluşturur. yarışması'nda birincilik [1976], Katya PoTA N R IB İL İM C İ a. Tanrıbilim uzmanı. Dova festivali altın madalya [1976] vb.). (Eşanl. İLAHİYATÇI, TEOLOG.) Türkiye’de de birçok operanın başrolünü TA N R IB İL İM S E L sıf. Tanrıbilime ilişkin. yorumlayan sanatçı günümüzde İstan­ bul Devlet opera ve balesi'nin solistlerin­ T A N R IC IL IK a. Dünyanın yaratıcısı ola­ den biridir. rak kişisel bir Tanrı’nın varlığını öne süren



tansif TANRIKULU (Orhan), türk orkestra şefi (Çorum 1937 - İstanbul 1989). Ankara Devlet konservatuvarı'nı bitirdi (1961). 1968’de ABD'ye giderek Philadelphia'da orkestra, koro yönetimi ve yorum kursla­ rına; 1971’de Monte Carlo Ulusal operası’nda igor Markevitch ve Herbert Blonnstedt’in repertuvar kurslarına katıldı. 1973’ te Venedik’te Don Pasquate operasını yö­ neterek İtalyan lirik müziğinin en iyi yorum­ cusu ödülünü kazandı; ayrıca Accademia musicale Chigiana tarafından liyakat dip­ lomasına değer görüldü. Daha sonra Pa­ lermo'daki Teatro Massimo'da konuk şef olarak çalışan (1975-1976) Tanrıkulu, An­ kara ve İstanbul Devlet operası orkestra­ sı şefliği, genel sanat yönetmenliği görev­ lerinde bulundu. Radyo ve TV için, yo­ rumcular, türk bestecileri, büyük eserler ve opera sanatına ilişkin programlar ha­ zırladı. T a n rıla r s u s a m ış la rd ı (Les dieux ont soit). Anatole France'm romani (1912). Ya­ pıtta tarihsel bir romandan çok, devrimci bir dönemin ortaya çıkarabileceği çeşitli tutumları simgeleştiren kişilikler aracılığıy­ la 1789 devrimi üzerine bir,dizi görüş ve­ rilir. Genç bir ressam olan Evariste Gamelin, David'in atölyesinde çalışırken, Dev­ rim mahkemesi'ne atanır. Ödünsüz bir jakoben tutumuyla, önüne çıkarılanların tü­ münü giyotine gönderdikten sonra, ken­ disi de giyotinde can verir; ancak bu ara­ da pek çok bakımdan yazara benzeyen ve kuşkucu bir epikurosçu, az çok ütopyacı ve hayalci bir kişi olan Brotteaux des Mettes kurtulur. T a n rıla r to p la n tıs ı ÇTheon Ekklesia), Lukianos'un yapıtı. Zeus, Momos ve Hermes-Momos, Olympos’un yeni tanrılar ta­ rafından işgal edilmesi konusunda yakı­ nırlar. Yapıt mitolojiye bir yergi niteliği ta­ şır. T a n rıla r ve İn s a n la r -» G il g a m iş T a n rıla rın s ö y le ş is i (Dialogoi theon), Samosatalı Lukianos’un yergili yapıtı. Güldürücü bir imgelem gücüyle yazılmış yirmi altı söyleşide insanların tüm zayıf­ lıklarını taşıyan Olympos tanrılarını anla­ tır. T A N R ILA Ş M A K gçz. f. Bir kimse sözkonusuysa, yücelmek, tapılacak kadar sa­ yılmak, sevilmek, hayranlık uyandırmak ya da kutsal sayılmak; ilahlaşmak. ♦ tanrılaştırmak ettirg. f. Bir kimseyi tanrılaştırmak, onu Tann gibi görmek, kut­ sal saymak: Eski Romalılar imparatorları­ nı tanrılaştırır/ardı. T A N R ILA Ş TIR M A a. 1. Tanrılaştırmak, tann derecesine yüceltmek, bir şeye kut­ sal özellik vermek, tapınırcasına yücelt­ mek eylemi. —2. Eski Yunanistan'da ve Roma'da, bir ölümlüyü tanrı katına çıkar­ ma; Roma’da, imparatoru tanrı olarak say­ ma. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Tar. Yunanlılar ve Romalılarda sitenin, devletin kurucuları ya da hizmet­ leriyle neredeyse ikinci bir kurucu duru­ muna gelmiş seçkin yurttaşlar, ölümlerin­ den sonra, onurlandırılmak amacıyla tanrılaştırılırdı. Tanrılaştırılan kişinin mezarı ta­ pınak haline gelir, efsanesi, şairlerin ha­ yal gücü sayesinde genişlerdi. Atina, ku­ rucuları Kekrops ile Theseus’u tanrıları arasına kattı. Roma’nın kurucusu Romulus da tanrılaştırıldı. Augustus dönemine kadar Roma’da başka tanrılaştırma olma­ dı. imparatorluk Roması'nda tanrılaştırma ya da consecratio iyice yaygınlaştı, impa­ ratora ve imparator ailesinin kimi üyeleri­ ne, ölümlerinden sonra tapma geleneği ortaya çıktı. Tanrılaştırma Senato kararıy­ la yapılıyordu; böylece Senato, tanrılaştırılmalarını reddederek, Galigula, Neron ya da Domitianus gibi kötü anı bırakmış olan imparatorları bir bakıma cezalandırma olanağına sahip bulunuyordu. Augustus tarafından Sezar için benimsenen ve o dönemden başlayarak gelenek haline ge­



len uygulamaya göre, ölü tanrılaştırılmıyor, yalnızca kutsallaştırılıyordu (divus). Gens Julia kültü için rahip kurulları (sodales augustales) oluşturuldu. Flaviuslar, Hadrianus ve Sofu Antoninus kültü için de baş­ ka kurullar vardı. imparatorları tanrılaştırma uygulaması hıristiyanlığın ilk zamanlarına kadar de­ vam etti. TA N R ILA Ş TIR M A K - TANRILAŞMAK. TA N R ILIK a. Tanrı’ya özgü nitelikler bü­ tünü; üluhlyet. TA N R IM E R K E Z C İL İK a Her dünya görüşünün ve her tarih yorumunun mer­ kezine Tanrı'yı ve dinsel otoritenin temsil­ cilerini yerleştirmeye dayanan eğilim ya da tutum. rfTA N R IÖ V E R (Hamdullah Suphi), türk yazar, siyaset adamı (İstanbul 1885 - ay. y. 1966). Maarif nazırı Abdüllatif Suphi Paşa'nın oğlu, Samipaşazade Sezai’nin ye­ ğeni. Galatasaray sultanlsi'nde öğrenim gördü (1895-1904). Ayasofya rüştiyesi’nde (1908-1910), Darülmuallimln’de (1910-1913) öğretmenlik yaptı. Darülfünun edebiyat şubesl'nde türk edebiyatı, pedagoji ders­ leri verdi. Türk ve İslam güzel sanatları ta­ rihi kürsüsünü kurarak bu dersi okuttu (1913-1920). Türkçülük akımının öncüleri arasında yer aldı; Türk ocakları'nın baş­ kanlığını yaptı (1913-1931; 1949’da ocağın yeniden açılmasından ölümüne dek). Son Osmanlı mebusan meclisi'ne Antalya'dan üye seçildi (1920). Meclis'in feshi üzerine Ankara’ya giderek görev aldı. Matbuat ve İstihbarat umum müdürü (1920), Antalya milletvekili ve Maarif vekili (1920-1921; 1925) oldu. Bu görevi sırasında istiklal marşı için yarışma açılmasına ön ayak ol­ du; böylece Mehmet Âkif Ersoy'un şiiri marş olarak seçildi (1921). Türk ocakları' nın kapatılması üzerine elçilik göreviyle Bükreş’e gönderildi (1931-1939; büyükel­ çilik görevi: 1939-1942). Bu görevi sırasın­ da Dobruca, Besarabya köylerinde yaşa­ yan Gagavuz Türkleri’yle ilgilendi. Önlar İçin türkçe öğreten okullar açılmasını, bazı gençlerin Türkiye’ye gelerek öğrenim gör­ mesini sağladı. Birinci Dünya savaşı'ndaki türk şehitleri için Bükreş’te bir Türk me­ zarlığı kurulmasına katkısı oldu (1935). Yurda döndükten sonra İstanbul milletve­ kili olarakTBMM'de bulundu (CHP: 1946 -1950; DP listesinden bağımsız: 1950 -1954; DP: 1954-1957). 1909’da Fecr-i ati topluluğu İçinde yer almış, daha sonra Milli edebiyat akımının temsilcileri arasına katılmıştı. Yurt, ulus sevgisi, kahramanlık duygusu, toplumsal konularla İlgili şiirleri vardır. Başyazarlığını yaptığı Davul (1908 -1909) dergisinde gülmece yazıları, taşla­ maları çıktı. Yerel yaşama, gelenek göre­ nekleri tanıklık eden öyküler ("Horoz dö­ vüşü” ) yazdı. Eleştiriler, tartışma yazıları kaleme aldı. Nâzım Hikmet’in Namık Ke­ mal, Abdülhak Hamit, Mehmet Emin gi­ bi yazarlara yönelik "Putları yıkıyoruz" kampanyasına (Resimli ay, 1929) karşı sert yanıtlar yayımladı. Ancak edebiyatta asıl ününü ulusal sorunlar, kahramanlık konu­ ları, kültür değerleri gibi konulardaki coş­ kulu söylevleriyle yaptı: Dağ yolu (2 c, 1928-1931), Güne bakan (1929). [ Kayn.j TA N R IS A L sıf. 1. Tanrı'yla ilgili, Tanrı'ya özgü; ilahi: Tanrısal güç. —2. Tanrı'ya, tan­ rılara yaraşır; mükemmel, ilahi: Tanrısal bir güzellik. TA N R IS A LL IK a. Tanrısal olma duru­ mu. T A N R IS IZ sıf. ve a. Tanrı'nın varlığına inanmayan; tanrıtanımaz, allahsız, ate, ateist. T a n rıs ız la r b irliğ i, rusça Soyuz bezbojnlkov, dindüşmanı propagan­ dayla görevli rus örgütü. 1925'te kurulan bu örgüt, 1929-1947 arasında “Militan tanrısızlar birliği" adını aldı. Dergiler ve broşürler yayımlayarak, müzeler ve sergi­



ler düzenleyerek, işyerlerine ve eğitim kurumlartna gönderilen propagandacıları yetiştirerek tanrıtanımazlığın dayandığı ku­ rumlan yaydı. 1947’den başlayarak görev­ leri, Znaniye (Bilgi) adlı örgüte aktarıldı.



11221



T A N R IS IZ L IK a. Tanrısız olma durumu; tanrıtanımazlık. TA N R ITA N IM A Z sıf. ve a. Tanrı'nın var­ lığını yadsıyan; tanrısız. (Eşanl. ATE. ATE­ İST.)



T A N R IT A N IM A Z L IK a. 1. Fels. Tanrı' nın varlığını yadsıyan öğreti. (Eşanl. ATE­ İZM.) —2. Tanrı’nın varlığını yadsıyan ki­ şinin tutumu; dinsel inançsızlık. — ANSİKL. Fels. Tanrıtanımazlık, yani Tanrı’nın var olmadığının ileri sürülmesi (Herakleides “ Dünya hiçbir tanrı tarafından yaratılmadı" diyordu), Tanrı'nın var oldu­ ğunu ya da var olmadığını düşünmeyi bi­ linçli bir biçimde reddetmek anlamına ge­ len bilinemezcilik (agnostisizm) ile aynı şey değildir; yaygın ya da çokbiçimli bir tan­ rısallığın varlığına belli belirsiz bir inanç anlamına gelen yaradancılık'la hiçbir iliş­ kisi yoktur ve Tanrı ile dünyanın bir ve ay­ nı şey oldukları, buna göre Tanrı’nın aynı zamanda hem her yerde olduğu, hem de hiçbir yerde olmadığı yolundaki inanç an­ lamına gelen tümtanrıcılık'ia (panteizm) ancak yanlış olarak bir tutulmuştur. inananlar bakımından tanrıtanımaz, hem bir günah konusu, hem de insan için Tanrı inancını “olanaklı" bir yabancılaşma olarak görme özgürlüğünü kabul eden bir tanrıbilimi kurma zorunluluğunun elle tu­ tulur bir kanıtını oluşturur. Bunun sonucu olarak tanrıbilimciler bakımından tanrıta­ nımazlık, Tanrı düşüncesinin verimli bir derinleştirme kaynağı olmuş ve öyle de kalmıştır. XIX. ve XX. yy.’larda tanrıtanımazlık, maddeciler tarafından insanın özgürleş­ me koşullarından biri olarak kabul edile­ rek etkin ve militan bir düşünce akımı oluşturdu. XIX. yy.’da Nietzsche, bambaşka bir gö­ rüş açısından “ Tanrı’nın ölmesi” gerekti­ ğini ilan etti. Ona göre Tanrı’yı, dünyaötesinin (dünyada saklı olan şeyin) kefili ve dünya ve yaşamı olumsuzlamanın bir baş­ ka biçimini oluşturan çileciliğin varlık nedeni olduğu için "öldürmek" gerekiyordu. TA N S E L (irfan), türk asker (İstanbul 1909). Harp okulu'nu (1930), Hava harp akademisi'ni (1944) bitirdi. Birlik komutan­ lığı, Paris’te ataşelik, NATO türk heyetinde danışmanlık yaptı. 1956'da tuğgeneralliğe yükseldi. 1960’ta korgeneral olarak Hava kuvvetleri komutanlığına atandı (1960-1968). Emekliye aynldıktan sonra Ottawa büyükel­ çiliği görevinde bulundu (1968-1970). T A N S E L (Fevziye Abdullah), türk ede­ biyat tarihçisi (Elazığ 1912 - Ankara 1988). İÜ Edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirdi (1935). Anka­ ra Atatürk lisesi’nde edebiyat öğretmeni oldu (1936-1963). 1964’ten sonra İlahi­ yat fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Tanzimat’tan sonraki türk edebi­ yatıyla ilgili araştırmaları vardır: Mehmet Âkit, hayatı ve eserleri (1§45$J-lususi mek­ tuplarına göre Namık Kemal ve Abdülhak Hâmit (1949). Namık Kemal (Namık Ke­ mal'in hususi mektuplan, 4 c, 1967-1986), Ziya Gökalp (Şiirler ve halk masalları, 1952; Limni ve Malta mektupları, 1965), Mehmet Emin Yurdakul’un (Şiirler, 1969) yapıtlarının eleştirili basımlarını hazırladı. Dinsel metinlerle ilgili derlemeler (Türk -İslam edebiyatı, 2 c, 1967-1971) yayımladı. TA N S IK a. Hayranlık uyandıran, şaşırtı­ cı, olağandışı durum ya da olay; mucize TA N SİB a. (ar. naşb'dan tanşib). Esk. Yükseltme, yükseğe kaldırma. TANSİF a. (ar. nışt'tan tanşif). Esk. iki eşit parçaya bölme. —Esk. geom. Ortaylama. || Tansif-i zaviye, bir açının ortayını çizme; pergel ve cetvel­ le açıyı iki eşit parçaya bölme.



Hamdullah Suphi Tanniver



tansif



11222



—Giy. Bir tür tülbent. (Bu tülbentten ye­ meni, yastık yüzü, uçkur, yazma, namaz bezi vb. yapılırdı.) T A N S İL L O (Luigi), İtalyan yazar (Venosa, Potenza, 1510 - Teano, Caserta, 1568). Eğretileme anlayışıyla önbaroku haber veren petrarcacı bir şairdi (Canzoniere). Biri, annelerin çocuklarını kendilerinin em­ zirmesini yücelten La Baha (1552), öteki, Vergilius'un Georg/ca'sının içtenci bir uyarlaması olan /I Podere (1560) olmak üzere iki öğretici şiir yazdı. TA N S İR a. (ar. naşara’dan tansif). Esk. Hıristiyanlaştırma. TA N S İS a. (ar. naşş'tan tanşis). Esk. 1. Bir işi ayrıntılarıyla inceleme. —2. Bir da­ vayı Kuran ya da hadisten örnekler gös­ tererek savunma. TAHSİSAT çoğl. a. (ar tanşiş’in çoğl. tanşişst). Esk. Araştırmalar, incelemeler. TA N S İY O N a. (fr. tension; lat. tendere, germek'ten). 1. Kardiyol. Kanın atarda­ mar çeperlerine içerden yaptığı basınç, kan basıncı. (Bk. ansikt. böl.) —2. Gergin­ lik, gerilim. —3. Tansiyon düşürücü, atar­ damar basıncını düşüren ilaçlara denir. || Tansiyon ölçmek, bir kimsenin tansiyonu­ nu, bu iş için hazırlanmış özel bir araçla saptamak. —Anesteziyol. Kontrollü tansiyon düşük­ lüğü, özellikle bazı beyin ve sinir ameliyat­ larında uygulanan yapay tansiyon düşük­ lüğü. (Bk. ansikt. böl.) —Oftalmol. Göz tansiyonu, GÖZ BASiNÇ"ının eşanlamlısı. —Ted. Tansiyon düşürücü, atardamar ba­ sıncını azaltan ilaç için kullanılır. —Tip. Büyük tansiyon, kalbin kasılması (sistol) sırasında kanın damarlara yaptığı basıncın doruk noktası. || Küçük tansiyon, kalbin gevşemesi (diyastol) sırasında ka­ nın damarlara yaptığı basıncın doruk nok­ tası. || Tansiyon aleti, havalı manometresi olan ve atardamar basıncını ölçmeye ya­ rayan aygıt. (Eşanl. s f İg m o m a n o m e t r e .) || Tansiyon düşüklüğü, atardamar basın­ cının normalden aşağı olması. (Bk. ansikt. böl. Patol.) || Tansiyon yüksekliği, atarda­ mar basıncının normalin üzerinde olma­ sı. (-> HİPERTANSİYON.) —ANSİKL. Anesteziyol. Kontrollü tansiyon düşüklüğü, ya ayrı ayrı ya da birlikte uy­ gulanan iki teknikle sağlanabilir: 1. halotanla, peridural anesteziyle, raşianesteziyle ya da gangliyoplejik ilaçlarla vazomotor gerilimi kaldıran, böylece atardamar basıncını düşüren vazopleji tekniği; 2. hastanın ameliyat masasında yatma du­ rumunu değiştererek ameliyat alanından uzakta önemli miktarda kan toplanması­ nı sağlayan drenaj tekniği. Bu durumda hastanın alacağı konum ameliyat edilecek bölgeye bağlıdır ve ameliyat alanı kesin­ likle yüksekte kalmalıdır. Kontrollü tansiyon düşüklüğü, kanama­ ya bağlı risk ve sorunları azaltarak cerra­ hın işini kolaylaştırır. Bununla birlikte, sü­ resine ve önemine göre olguların % 0,1 ila 0,5'inde özellikle anoksi, hatta kalp dur­ ması gibi tehlikeler de doğurabilir. Eğer tansiyon düşüklüğü çok belirginse, hasta düz, hatta başaşağı yatırılarak, makramelekül madde perfüzyonu yapılarak, gere­ kirse vazopresyona neden olan ilaçlar şı­ rınga edilerek tehlikenin önüne geçilme­ ye çalışılır. Böyle bir anesteziden sonra hasta sakin ve sessiz uyanır, ancak hemodinamik denge tam olmadığı için, ameli­ yat bölgesi hafifçe yüksekte tutularak has­ ta 24 saat düz yatırılmalıdır. —Patol. Tansiyon düşüklüğü kendi başı­ na bir hastalık değildir. Sadece bir belirti­ dir. Genellikle yorgun ya da çöküntü için­ de olan kişilerde ve daha çok kadınlarda görülür. Ancak, organik bir nedene de bağlı olabilir; geçici (vagus halsizliği, miyokart enfarktüsü) ya da sürekli (düzeltilememiş kalp yetersizliği) olsun, özellikle önem­ li kanamalarda daha net ve ani olmak üze­ re tüm hipovolemi hallerinde görülür.



T A N S M A N (Alexandre), fransız yurttaş­ lığına geçmiş polonyalı besteci (Eödz 1897 - Paris 1986). 1921’de yerleştiği Pa­ ris'ten, yalnızca ABD’ye gitmek için (1941 -1946) uzak kaldı. Ravel, Milhaud, Stravins­ ki ve genel olarak iki savaş arası döneme özgü fransız müziğinden etkilenip, yahudi ve polonya kökenli oluşunu da yapıtlarına yansıtarak her türü denedi. Bestelediği operalar arasında la Nuit kurde (1925) ve lirik bir fresk özelliği taşıyan Sabbatay Zevı', le Faux Messie (1961); senfonik yapıtla­ rı arasında Musique pour cordes (1948), Concqrto pour orchestre (1954), Homma­ ge à,Erasme (1969) ve Milhaud'ya sundu­ ğu Elégie (1976); baleleri arasında Résur­ rection (1961) ve Psaumes (1962) sayılabilir T a n S O N N H U T , Vietnam'da yer. Hô -Chi-Minh-Ville'in havalimanı. TANSÖR a. (fr. tenseur; lat. tensum, ten­ dere, germek'ten). Ceb. Tansör çarpımı­ nın genel özelliği, aşağıdaki biçimde ifa­ de edilen özellik: E, ve E2 aynı bir K de­ ğişmeli cismi üzerinde iki vektör uzayı ise, E, xE2 üzerinden E ,® E 2 içine, öyle bir u çiftdoğrusal uygulaması kurulabilir; öyle ki K üzerinde F vektör uzayı ve E, xE 2 den F içine t çiftdoğrusal uygulaması ne olursa olsun f= ! ou olacak biçimde bir f doğrusal uygulaması vardır. (Et ® E 2 ve u bilindiğinde bu özellik, E, xE2 üzerinde tanımlanmış doğrusal uygulamalann ince­ lenmesini, E ,® E 2 üzerinde tanımlanmış doğrusal uygulamaların incelenmesine getirmeye olanak sağlar. Yöntem, herhan­ gi n sayıdaki uzay haline genelleştirilir.) || Tansör hesabı, tansörlere ilişkin hesap. || Aynı bir K değişmeli cismi üzerinde E,, E2 En vektör uzayının elemanları olan x,, x2, .... x„ vektörlerinin tansör çarpımı, sırayla E " E ” , ..., E " çiftikilleri içinde kanonik eşyapı uygulamalarından bunla­ rın sırayla elde edilen görüntülerinin tan­ sör çarpımı. Bu çarpım x ,® x 2® ...® x „ ile gösteri­ lir. Dolayısıyla E ,*xE |x...xE * üzerinde bir n-doğrusal biçimdir ve Vy, e E?, Vy, e ES Vy„ e e;„ *, ® * 2 ® ... ® * „ ( y „ ya, ..., y„) “ XıyjUJ>™y„(x„) dir. || Aynı bir K değişmeli cismi üzerinde E,, E2 E„ vektör uzaylarının tansör (ya da tansörel) çarpımı, E *xE |x...xE ^ üze­ rinde, E, in x,, E2 nin x2 E„ nin x„ vektörlerinin x ,® x 2® ...® x „ tansör çar­ pımlarının doğurduğu n-doğrusal biçimin vektör uzayının vektör altuzayı. (E ,® E 2® ...® E „ ya da ® E, ile gös1 < /* n



terilen bu çarpım, ancak ve ancak bütün E, uzaylarının boyutu sonlu ise E *x E |x ...x E * üzerindeki n-doğrusal bi­ çimin vektör uzayına eşittir.) || Bir K birleş­ meli cismi üzerindeki bir E vektör uzayı üzerinde p kez eşdeğişen ve q kez karşıtdeğişen ya da (p, q) tipinden tansör, p tanesi E ye eşit, q tanesi de E* ye (E nin ikili) eşit olan p + g uzayın bir tansör çar­ pımının elemanı. ((® pE ]® [® pE] tansör çarpımının bir elemanı, yani ® g E bir tansördür.) || Bir K değişmeli cismi üzerin­ de p vektör uzayın F, xF2 x ...x F p çarpımı üzerinde bir f p-doğrusal biçi­ mi ile, K üzerinde q vektör uzayın G, xG 2 x... xGq çarpımı üzerinde b ir g q -doğrusal biçiminin tansör çarpımı, F, xF 2x ...x F p xG., xG 2 x ...x G p üzerinde (*,. *2 x „ yv y2 yq) - f(Xp x2 Xp)g(y,, y2 y„) ile tanımlanan (p + g)-doğrusal biçimi. (Bu çarpım f® g ile gösterilir ve f tansör çar­ pımı g diye okunur.] || Değişmeli bir K cis­ m i üzerindeki bir E vektör uzayının p nci tansör kuvveti, E ye eşit p vektör uzayın tarsör çarpımı. (Bu kuvvet ® ’ E=E ve ® °E = K kabul edilerek ® pE ile gösteri­ lir. E nin ikilinin q ncü tansör kuvveti ® E ile, ® $ E = ® pE ve ® ° E = ® „E kabul edilerek de [ ® pE ]® [® q E ] tansor çarpı­ mı ®§E ile gösterilir.)



—Ger. day. Gerilme tansörü, bir katı cis­ min içindeki ya da çevresindeki beSi bir nok­ tadan geçen çeşitli yüzey öğelerine etkiyen gerilmeler kümesini göstermek için kulla­ nılan, ikinci basamaktan, bakışımlı tansör. —ANSİKL. Ceb. Bir tansör çarpımının ta­ nımına göre, (p, q) tipinden bir tansör, çı­ kış kümesinin elemanları, E* nin eleman­ ları olan p bileşenden ve E** nin eleman­ ları olan q bileşenden oluşmuş çokdoğrusal bir biçimdir, ama bir tansör E den E** içine birebir bir uygulamayla, E nin vektörleri ve eşvektörleri üzerinde (p + g ) doğrusal bir biçim olarak göz önüne alı­ nabilir. p?¡0 ve g ^ O ise karışık tansör; p ı t 0 ve q = 0 ise karşıtdeğişen tansör; p = 0 ve g ^ O ise eşdeğişen tansör sözkonusu olur; p = 0 ve g = 0 ise ® jjE nin bir elemanı, yani bir skaler denen "değiş­ mez" tansör sözkonusudur. Örneğin, E nin boyutu sonlu ve n ise, t de E nin bir içyapı uygulaması ise, buna kanonik olarak, (y, x) e y(f(x)) i eşlik etti­ ren, E*xE den K içine tanımlı

6(6't 6 '» ,a „...... 4/,) o tansörünün seçilen tabana göre koor­ dinatlarıdır. Bir tansörler toplamının, bir tansörler çarpımının koordinatlarının he­ sabı, E nin taban değişmesinin, bir tan­ sörün koordinatlarına etkisinin belirlenme­ si tansör hesabının konusunu oluşturur. 1900’de C. G. Ricci ve T. Levı-Civıta tara­ fından matematiğe getirilen tansör hesa­ bı çözümlemede çok kullanılır; klasik me­ kanikte çok yararlıdır, göreceli mekanikte ise zorunludur; daha çok bunu fiziğe dö­ nük olarak kullananlar, genellikle tansörleri koordinatlarıyla işleme sokmayı yeğ­ lerler (dolayısıyla yazılışlarında birçok in­ dis kullanılır). g T A N S U â (Sezer), türk sanat tarihçisi, eleştirmen (Erzurum 1930). İstanbul Ede­ biyat fakültesi sanat tarihi bölümü'nü bi­ tirdi (1953), aynı kurumda bir süre asistan­ lık yaptı. Sinema rejisör yardımcısı (1958 -1970), Ayasofya müzesi'nde sanat tarihi görevlisi (1960-1975) olarak çalıştı. Fethi­ ye camisi ve Ayairini mozaik onarım ça­ lışmalarına katıldı. Bazı yükseköğrenim kurumlarında sanat tarihi dersleri verdi, ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde sanat konularına ilişkin yazı ve eleştiriler yazdı. Bu arada Tonguç Yaşar'la birlikte Amentü gemisi nasıl yürüdü adlı kısa metrajlı ilk türk çizgi filmini gerçekleştirdi. Başlıca ya­ pıtları: Şenlikname düzeni (1961), Resim kılavuzu (1973), Beş gerçekçi türk ressa­ mı (1976), Sanatın dili (1976), Herkes için sanat (1982), Karşıtı aramak (1982), Çağ­ daş türk sanatı (1986), Türk resminde ye­ ni dönem (1988). T A N T A , Mısır'da kent, Aşağı Mısır'da Garbiye ilinin merkezi, Delta'nın en kala­ balık kenti; 334 505 nüf. (1986). Kahire ile İskenderiye’nin tam ortasındadır. Din­ sel bayramlar nedeniyle kentte her yıl üç panayır kurulur; Mısır'da en çok saygı gören İslam büyüklerinden birinin (Ah­ met el-Bedevi) mezarı kenttedir. Karayo­ lu ve demiryolu kavşağı. Petrol rafinerisi. TANTAL a. (fr. tantale; lat. tantalus; yun. Tantalos'tan). 1. Afrika'nın tropikal bölge­ lerinde yaşayan, hafifçe kıvrık iri gagalı, siyah benekli beyaz ve pembe tüylü iri ley-



Tanyol lek. (Bil. a. ibis /b/s; leylekgiller familyası. Bilimsel adına karşın tantal, sözcüğün bu­ günkü anlamında ibis değildir.) —2. Ame­ rika tantali ya da Amerika leyleği, Yeni Dünya’nın tropikal bölgelerinde yaşayan leylek. (Bil. a. Myctreia americana; leylek­ giller familyası.) TANTAL a. (fr tantale; lat. tantalum; yun. Tantalostari). Cevherlerinde birlikte bulun­ duğu niyobyuma benzer metal. (Simgesi Ta olan kimyasal element.) ♦ sıf. Anorg. kim. Tantal V, beşdeğerli tantal bileşikleri için kullanılır. —ANSİk l . Tantal atom numarası 73, atom kütlesi 180,948 olan kimyasal bir element­ tir. 1802’de İskandinavya’dan getirilen bir cevher içinde Ekeberg tarafından bulun­ du. 16,6 yoğunluğunda, 2 985 °C’ta er­ giyen gümüş beyazlığında bir katıdır. So­ ğukta yapısal herhangi bir değişikliğe uğ­ ramaz; kızıl derecede oksijen ve klorla bi­ leşir. Asitler arasında yalnızca hidrofluorik asitten etkilenir. Flüorla tantal flüorürü (TaFj) verir; tan­ tal flüorür, alkali flüorürlerle K2TaF7 gibi potasyum fluorotantalat V biçiminde birleşebllir. Bireşim yoluyla elde edilen oksi­ di O ^ C y beyaz bir tozdur; alkalilerle eritildiğinde tantalatları verir. Tantalin en önemli cevheri tantalittir (ge­ nellikle bileşiminde niyobyum bulunan de­ mir metatantalat). Tantalit, sıvı sodyum hidroksitle tepkimeye sokularak fluorotan­ talat V’e dönüştürülür; fluorotantalat V de ya sodyumla indirgenir ya da elektrolizle ayrıştırılır. Tantal ayrıca alüminotermi yön­ temiyle de elde edilebilir; bu yolla elde edilen tantal elektron demetiyle ya da tuz banyosunda arılaştırılır. Tantal, yüksek ısıya, kimyasal etkenle­ re karşı iyi bir direnç gösteren kimi alaşım­ ların (austenit tipi paslanmaz çelikler, süperalaşımlar, çok sert alaşımlar) bileşimi­ ne katılır. Bu bakımdan kimyasal reaktör­ ler ile uçak ve güdümlü mermilerin yapı­ mında kullanılır, insan dokusu tantal ele­ mentine karşı çok düşük bir reddetme tepkisi gösterir, bu nedenle tantaldan tıp­ ta yararlanılır. Ayrıca kondansatör ve elek­ trolitik doğrultucuların yapımında kullanı­ lır. Tantal karbür, kimi takımların üretimin­ de işe yarar. TANTALAT a. (fr. tantalate). Anorg. kim. Tantalik asidin tuzu. T A N T A L İT a. (fr. tantallte). Miner. FeTa20 6 formülündeki doğal demir tantalat. (Ortoromblk sistemde, siyah renkli de­ mir kristalleri halinde kristalleşir.) TA N TA LO S . Yun. mit. Efsanevi Lydia kralı. Tanrıların sofrasına alındı, kendisine sunulan nektar ve ambrosios’u çalarak ölümlülere tattırmak istedi; öz oğlu Pelops'u boğazlayarak bir şölende tanrılara sundu. Zeus olayın farkına vardı ve Pelops’u hayata döndürdü. Tantalos ise Tartaros’ta, meyvelerle yüklü ağaçların altın­ da yer alan bir göle atıldı; su içmek iste­ diği zaman gölün suyu çekiliyor, meyve­ leri koparıp yemek istediğinde de dallar ellerinden uzaklaşıyordu. Buna Tantalos işkencesi adı verildi. Pindaros onu her an kafasına düşecekmiş gibi duran bir kaya­ nın altında canlandırdı. T a n ta lo s m e z a rı, Bayraklımda (İzmir) Tantalos’un olduğuna inanılan mezar; akropolisin yakınında, kalıntıların K.’inde, D.'ya doğru uzanan alandadır. İ.Ö. VII. yy.’a tarihlendirilen daire planlı yapı, art arda iki oda ile dikdörtgen planlı bir mezar oda­ sından oluşur. TANTANA a. (ar. fanfana). Gösteriş, deb­ debe: Tantanadan hoşlanmamak. TANTAN A LI sıf. Gösterişli, debdebeli: Tantanalı bir nişan töreni. TA N T A V İ (eş-Şeyh Muhammet bin Sad), arap dil bilgini (Tanta, Mısır, 1810 - Petersburg 1861). Kahire’de el-Ezher üni­ versitesi'™ bitirdikten sonra Ezher camisi’ne müderris oldu. Arap şiiri ve eski ede­



biyat metinleri üzerindeki çalışmalarıyla ta­ nındı. Bir süre bir İngiliz okulunda öğret­ men olarak çalıştı. Petersburg'a çağrıla­ rak Doğu dilleri enstitüsü arap dili ve ede­ biyatı öğretmenliğine getirildi (1840). Pe­ tersburg Üniversitesi’ne öğretim üyesi ol­ du (1848) ve profesörlüğe yükseldi (1854). Arap şiiri ve konusundaki başlıca yapıtla­ rı: Urcûze, Leziz ût-tarab fi nazmi buhur il-arap. TANTRA a. (dokumanın atkısı ve çözgü­ sü, öğreti, ayin anlamına sanskrlkçe söze.). Flinduculuk, buddhacılık ve caynacılığın, tantracılığı meydana getiren me­ tin ve ibadetlerinin tümü.



sında. Ortalama 2 500-2 700 m yüksek­ likte, 300 km boyunca uzanır; en yüksek doruğu 3 061 m'dir. TA N U S İA a. (yun. tanusis, tanuein, yay­ mak, uzatmak'tan). Damarlarıyla ve hat­ ta bir mantarın yerleştiği bölümleriyle ağaç yaprağına çok benzeyen çekirge cinsi.



T A N U -O L A ("Sarayın dağları”), Rus­ ya'da sıradağlar, Tuva Özerk Cumhuri­ yeti sınırları içinde, Yukarı Yenisey hav­ zasıyla Ubsu-Nur (Moğolistan) gölü ara­



Larousse



T A N U T A M O N , sudan kökenli XXV. ha­ nedandan mısırlı firavun (İ.Ö. 663-656 do­ laylarında). Taharka'nın yeğeniydi, ondan sonra tahta geçti. Asurlular'ın egemenli­ ği altına giren Mısır'ı yeniden fethetmeye giriştiyse de, Asurbanipal’in ordusu kar­ şısında kaçmak zorunda kaldı ve Asur or­ dusu Teb kentini yağma etti. Bu sırada “ etyopya hanedanı" Sudan'da, Napata -Meroe* bölgesine kesin olarak yerleşti ve yavaş yavaş bu bölgede, Mısır tarihiyle il­ gisi telmayan yeni bir uygarlık gelişti.



T A N T R A C IU K a. (tantra'dan). Tantralardan kaynaklanan, hinduculuk ve buddhacılığa ilişkin dinsel ve bireşimsel biçim. — ANSİKL. Büyük olasılıkla hiçbir zaman ayrı bir okul ya da öğreti kurmayan tantracılık, daha çok düşünce, uygulama ve TA N Y E Lİ a. Sabaha doğru çıkan hafif sanat alanlarında hinduculuğun tümünü rüzgâr. ve bazı buddhacı ve caynacı okulları et­ kileyen bir düşünme ve davranma biçimi TA N Y E R İ a. 1. Güneş doğmak üzerey­ oluşturdu. Tantralara yönelik araştırma, bir ken ufukta hafifçe aydınlanan yer. —2. bölümü Gupta dönemine kadar uzanan Tanyeri ağarmak, güneş doğmak üzere metinler ve ikonografiden meydana gelen olmak, ufku hafifçe bir aydınlık bürümek. geniş bir gerecin ortaya çıkmasını sağla­ |j Tanyeri atmak, ortalık aydınlanmaya baş­ lamak. dı. Tantracı görüşün asıl amacı, görüngüT A N Y E R İ, Erzincan’ın merkez ilçesine sel dünya (vyavahara) ve mutlak dünya bağlı bucak; 1 996 nüf. (1990); 15 köy. (paramartha) özdeşliğini gerçekleştirmek­ Merkezi Ocakbaşı, 147 nüf. (1990). tir Bu amaca geleneksel hinduculuk, son ereğe (samadhi) yönelik düşünmeyle eriş­ ■ TA N Y E R İ (Yücel), türk sahne tasarım­ meye çalışırken tantra, çoğu kez içten ve cısı (Ankara 1938). Galatasaray lisesi'ni bi­ erotik bir dille ortaya konan maddi ve ruhtirdikten sonra Milano’da Belle arti di Brebilimsel uygulamalara (sadhana) başvu­ ra akademisi'nde sahne tekniği öğrenimi rur. Böyle bir dil kullanılmasındaki amaç, gördü. Ankara Sanat tiyatrosu’nda, 1972’ eğretilemeyi (gauna) göstergeler, sesler den başlayarak Devlet opera ve balesi’nya da kaba bir dil aracılığıyla belirtilen hude sahneye konan birçok yapıtın dekor ve rufi (mukhya) bir anlam altında gizlemek­ giysi tasarımlarını çizdi. Ayrıca 1968-1972 tir. Nitekim saklanan gerçek anlamı, yal­ arası TRT’de dekoratör olarak çalıştı. Si­ nız salikler anlayabilir. Bu maddi ve ruh­ nemayla da ilgilenen Tanyeri, 1968’de Pisal uygulamalar, genellikle yoga uygula­ er Paolo Pasolini'nin yönetiminde çekilen malarıyla ilişki kurarak ya da onlardan Medea filminin, Türkiye-Belçika ortak ya­ esinlenerek ve ayin usulleri içinde ortaya pımı olan Atatürk filmlerinin dekorlarını çıkarlar. En sık kullanılan simge, birlik nok­ gerçekleştirdi. Ankara Sanatsevenler dertasına erişmek için dişi enerjisiyle (şakti) neği'nin en başarılı dekor-giysi ödülünü erkek enerjisinin (purusa) karşılaşması aldı (1983). simgesidir. Bazen soluğun denetimi ya da T A N Y E R İ (Özgül), türk soprano (Mersin cinsel edim sırasında meninin tutulması 1940). Devlet konservatuvarı opera yük­ sözkonusu edilir. Bir başka eğretileme de sek bölümü'nü bitirdi (1959). İtalya’da bir kundalini'nin uyanmasıyla ilgilidir. Kundayıl kalarak La Scala’da Antonio Tonini ile lini, çöreklenmiş yılan gibi omurganın alt çalıştı. Ankara ve İstanbul operalarında bölümünde duran enerji anlamına gelir. sahnelenen birçok yapıtın başrollerini yo­ Çöreklenmiş yılan gibi açılan ve omurga rumladı, ayrıca özel çağrıyla katıldığı boyunca yukarı çıkarak çeşitli merkezler­ Brno, Bratislava operalarında ve Dublin den (cakra) geçen bu enerji, sonunda ka­ Uluslararası opera festivali'nde La Bohè­ fatasının tepesinde (sahasrara) bulunan me, il Trovatore, Nabucco, Madame But­ en önemli merkeze ulaşır. Düşünme için terfly vb. operalarında oynadı. Ankara tantracılık, birçok diyagram (yantra) ve Devlet konservatuvarı'nda şan öğretmen­ döngüsel şekillerden (mandala) yararla­ liği ve opera bölüm başkanlığı yaptı. nır. Bu döngüsel şekillerin merkez bölü­ münün, erkek ve dişi enerjiler arasındaki ■ T A N Y O L (Cahit), türk toplumbilimci, şair karşılaşma noktasını ve mistik formülleri ve yazar (Nizip 1914). Adana Öğretmen (mantra) simgelediği kabul edilir. okulu'nu (1931), Ankara Gazi terbiye ens­ titüsü edebiyat bölümü’nü (1935) bitirdi; TANTRAYANA a. Buddha tantracılığı. çeşitli illerde öğretmenlik yaptı. 1944’te İs­ TAN T U N a. (yansıma söze.). Tan tuna tanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi fel­ gitmek, başı belaya girmek; öldürülmek. sefe bölümü’nü de bitirerek, aynı fakülte­ de Haz ve elemin ahlakta rolü adlı çalış^ A N U C C İ (Bernardo, marki), napolili si­ yaset adamı (Stia, Toscana, 1698 - Napoli 1783). Carlo di Borbone'nin, ardından Ferdinando IV'ün Napoli'deki en önemli bakanıydı (1754-1777), bir aydın despot­ luk yandaşı olarak davrandı, iktisadi (bü­ yük inşaatlar [Caserta sarayı], manüfaktürlere para yardımları vb.), siyasal (soy­ luların ayrıcalıklarının kaldırılması) ve özel­ likle dinsel alanda bir reformlar siyaseti iz­ ledi. Dimeyi kaldırdıktan, birçok manastı­ rı kapattıktan ve kilise mahkemesini me­ deni ve cezai davalara bakma yetkisinden yoksun bıraktıktan sonra, cizvitleri sürdür­ dü (1773). Ancak kraliçe Maria-Carolina, Ferdinando IV'ten Tanucci'nin görevine son verilmesini istedi (1777).



11223



Bernardo Tanucci bir gravürden ayrıntı Bibliothèque nationale, Paris



Yücel Tanyeri'nin Don G iom ni operasında balo salonu dekoru (1987)



masıyla doktor, 1953'te doçent, 1961'de profesör oldu. 1982'de emekliye ayrıldı. İlk şiir denemelerini Ismail Habib (Sevük) tarafından Adana'da çıkarılan Maa­ rif mecmuasfnöş yayımladı. İçtihat, Servet-i fünun gibi dergilerde de yazdı. İz­ mir'de Aramak adlı bir dergi çıkardı (1939-1940). İkinci Dünya savaşı'ndan sonra Yenilik, Değirmen, Akademi dergi­ lerini yönetti. Son telgraf, Yeni sabah. Cumhuriyet, Havadis, Milliyet, Güneş ga­ zetelerinde şiir, şiir estetiği ve güncel ko­ nulara ilişkin yazı ve eleştiriler yazdı. Ba­ zı yapıtları: Sanat ve ahlak (1949), Sos­ yal ahlak (1960), Kuruluş ve fetih destanı (1969), Sosyolojik açıdan din, ahlak, laik­ lik ve politika üzerine diyaloglar (1970), Atatürk ve halkçılık (1981), Laiklik ve irti­ ca (1989), Çankaya dramı (1990). Şiirle­ rini Son Uman (1991) adlı kitapta topladı.



11224



TAN YPUS a. (yun. tanypuş ince ayaklı' dan). Nemli yerlerde bulunan, tüylü kanatlı sinek cinsi. (T'ıtreksinekgiller familyası.) TANYTARSUS a. (yun. tanyein, yaymak, uzatmak, ve tarsos, ayak, kanatlann alt tüyü'nden). Nemli yerlerde yaşayan sinek cinsi. (Suda yaşayan larvası bir ipek kın içinde bulunur. T'ıtreksinekgiller familyası.)



Cahit Tanyol



TA N Z a. (ar. fanz). Esk. Alay etme dalga geçme. T a n z a m (Tanzania-ZambiyaYnn kısalt­ ması), Darüsselam'ı Kapiri Mpoşi'ye bağ­ layan ve 1970-1976 arası Çin'in yardımıy­ la inşa edilen 1 860 km'lik demiryolu. T A N Z A N İY A , D. Afrika'da devlet. Hint okyanusu kıyısında; 940 000 km2; 26 900 000 nüf. (1991). Başkenti Dodoma (1990' dan beri). Resmi dili suahili. Kara Tanzaniyasindan (esk. Tanganyika) ve Ada Tanzaniyası'ndan (esk. Zanzibar) oluşur. COĞRAFYA



doğal çevre B.'dan ve G.-B.'dan Doğu Afrika riftlerinin



TANZANİYA



Bukoba RUANDA



l



' Bu9ec,fe



batı yayıyla çevrili (Tanganyika, Rukva ve Malavi gölleri buradadır) olan ülkenin or­ tasından, daha az görkemli ve daha ke­ sintili doğu yayı (Natron, Manyara ve Eyasi gölleri buradadır) geçer. Tektonik çukur­ larının oluşumu, yanardağ etkinliklerine yol açtı; yanardağların en önemlileri K. -D.’daki Meru, Afrika'nın en yüksek doru­ ğu Kilimancaro (5 895 m) ve dünyanın en geniş kalderalanndan biri olan Ngorongoro’dur. Riftlerin arasında, K.'de, uçsuz bu­ caksız bir plato Victoria gölü çanağına doğru alçalır; G. ve D. kesimiyse bir dizi dağla (Livingstone, Uluguru, Nguru, Usambara) engebelenir; plato, Hint okyanusu’nun denizkulaklanyla dolu, mercan kayalıklarıyla yarılmış, liman kurulmasını kolaylaştıran rialarla girintili çıkıntılı hale gelmiş kıyılarla sınırlanan tortul alçak top­ raklara egemendir. Açıklarda birçok mer­ can adası bulunur; Mafia, Pemba ve Zan­ zibar (son ikisi Ada Tanzaniyası'nı oluştu­ rur) bu adaların başlıcalarıdır. Uç büyük ırmağın (Nil, Zaire ve Zam­ bezi) hidrografya havzasınca paylaşılan Tanzaniya, ayrıca, Natron, Mangara, Eya­ si ve Rukva kapalı havzalarını da kapsar. Sıcak (gündüzle gece arastnda sıcaklık farkı çoktur) iklim, Masai bozkırlarında ve kuzey-doğu'daki platolarda oldukça kurak ve kurudur; kıyı kesimi (700-1 100 mm), adalar (1 500 mm) ve ülkenin geri kalan kesimiyse (yüzey şekillerine ve nemli rüz­ gârlara bağlı olarak 700 mm ile 2 000 mm arasında değişir) daha yağışlıdır. Mevsim­ lik büyük kuraklıklar hidrografya ağını et­ kiler; ırmaklann bir bölümü kurak mevsim­ de kurur. Yağmurların düzensizliği tanmın en büyük sorunudur. Bitki örtüsü çok çe­ şitlidir: kıyıda mangrovlar ve hindistance­ vizleri; platoların batısında seyrek orman (miombo) ve akasya bozkırları; dağlarda basamak basamak farklılaşan bir bitki ör­ tüsü. Bu flora alanını, rezervleri (en önem­ lisi K.'deki Serengeti ulusal parkıdır) çekici hale getiren çok bol bir fauna doldurur.



K lusom a



Ukereve ad '



RUMO al Nansk, ^ '



ulusal parlo



jyalikunçjy



OÎDoiriye>i



B U R U N D İ,



Kaham a*-



’^^Mkomazi



ulusaf parkı [i? / *K a sulu '>



Urambo



TARİH



T a b o ra , îhake Chake



Ugalla rezervi



¡ZANZÍBAR



Zanzibar !*M p a n d a J ko la yç ... , K a re m a ' 1



Z A İR E ,



Çok eskiden beri yerleşim alanı olan Tanzaniya, ünlü bir tarihöncesi buluntu yeridir. Ülkenin ilk sakinleri, Boşimanlar’la (Hadzapiler gibi) ya da Hotantolar'la (Sandaveler gibi) akrabalığı olan avcı ve toplamacı topluluklardı. Daha sonra gelen iskân dalgaları, Masailer gibi çoban Nil halkından ve nüfusun çoğunlu­ ğunu temsil eden tarımcı Bantular'dan oluştu. Ayrıca, çoğu adalarda ve kıyıda yaşayan 20 000 AvrupalI, 80 000 Hintli ve 40 000 Arap vardır. Kuraklık yüzünden ül­ kenin üçte ikisinde çok az insan yaşar. Nüfus, Victoria gölü çevresinde, Kilimancaro'nun alçak eteklerinde, adalarda ve kıyı bölgesinin kuzey yarısında toplan­ mıştır. Yıllık nüfus artışı %« 36,5’tir ve buna önlenmesi zor bir kırsal göç eşlik etmek­ tedir; başkent Dodoma’dan başka, nüfu­ su 100 000'in üstünde altı kent daha var­ dır: eski başkent Darüsselam, Mvanza, Zanzibar, Tanga, Aruşa ve Mbeya. Ço­ ğunluğu dağınık konutlarda oturan kırsal nüfus, Tanzaniya Devrimci partisi'nin em­ riyle kurulan 8 000 ücemee (ortak köy) içinde toplanmıştır. Ancak “köyleşme" halk tarafından hoş karşılanmamıştır ve tarım bundan zarar görmektedir. Başlıca besin ürünleri mısır (ekilen top­ rakların % 20'si), manyok, darı ve tatlı patatestir. Sulu pirinç tarımı, adalarda ve Victoria gölünün güneyinde gelişmekte­ dir. Henüz genellikle "toplumsal” nitelikte olan hayvancılık pek verimli değildir (14 milyon sığır, 5 milyon koyun, 6,65 milyon keçi) ve Malavi gölünden Kilimancaro’ya kadar uzanan -çeçe sineklerinin etkisin­ den uzak- yüksek yaylalarda toplanmış­ tır. Ekonomi, dışsatıma yönelik tarım ürünlerine dayanır. Bu ürünlerin başlıcaları kahve (44 000 t, birinci dışsatım ürü­ nü), pamuk (86 000 t), çay (17 000 t), kopra (30 000 t), karanfil ve odundur. Maden ürünleri (altın, elmas, kalay) gide­ rek azalmaktadır. Bununla birlikte Aruşa bölgesindeki fosfat yataklarının işletilme­ ye başlaması bir umut doğurmuştur. Sa­ nayi alanında henüz tarım ürünlerine da­ yanan imalat sanayisi egemen durumda­ dır. Ekonomik etkinlikler, ulaşım araçları­ nın kötülüğünden, karayollarının bakım­ sızlığından, demiryollarının eskiliğinden ,(Tanzaniya-Zambiya [Tanzam] demiryo­ lu böyle olmamakla birlikte yeterli sayıda lokomotif bulunmadığından yararlı biçim­ de kullanılamamaktadır) zarar görmekte­ dir. En önemli limanları Darüsselam, Tan­ ga ve Zanzibar'dır. Dış ticaretin (büyük ¡ölçüde açık verrriektedir, dışsatımın dışa­ lımı karşılama oranı % 50'nin altına düş­ müştür) yarısından fazlası Büyük Britan­ ya, Japonya ve Çin'le yapılmaktadır.



Singid^



[jgom a



M oba



nüfus ve ekonomi



3 Katavı ıV> Plains



Hılls



\ m F İ8



jamoyo ^Kunduşı Rungva 'Rungva rezervi



Kisaki



r*Kisiju



'\



tv a n g a



Kilva Kıyvınje



b K,lvarMasoko Kısıvanı t* * Kilva



Mşınga



yol patika demiryolu



Tunduru*



eşyükselti eğrileri: 20050010001500020003000



Boşimanlar'a benzeyen ilk halk topluluklannın, daha sonra 2 000 yıl önce ül­ kenin kuzey-doğu’suna yerleşen ve kuşi dilleri konuşan istilacıların yerlerini Bantular aldı. Kenya kıyısı gibi Zenc Bantular ile dolan kıyı, çok geçmeden Araplar ile ti­ carete başladı. Araplar ile ticaret, müref­ feh kent topluluklannın oluşmasına yol aç­ tı. Arapçayla karışık bantu lingua franca nitelikte bir dil olan kisvahili dilini konuşan bu kentsel toplulukların en önemlisi, 1200'e doğru Kilva adasında kurulan top­ luluktu. XIII. yy. sonunda iktidara geçen gasıp Mahdaliler hanedanı, Ulu cami'yi büyüttü ve Husuni Kubva sarayı’nı yaptır­ dı. Kilva gelişmesini, bugünkü Zimbabve' nin artülkesiyle yaptığı ve kendisine bağlı olan Sofala yoluyla hemen hemen tekeli­ ni elinde tuttuğu altın ticaretine borçluy­ du. Portekizlilerin gelmesinden önce baş­ layan gerileme -Vasco da Gama, Kilva'ya 1498’de geldi-, bir garnizonun varlığı ve bir verginin ödenmesiyle daha da hızlan­ dı. Ancak 1652’de Araplar, Portekizlileri Zanzibar*'dan kovarak tüm XVIII. yy. bo­ yunca kıyıyı egemenlikleri altına aldılar. Kı-



Tanzaniya tada Kilva için, batı yönüne giden kervan­ ların merkezi olarak, Zanzibar gibi Um­ man sultanı tarafından denetlenen yeni bir sit kuruldu. iç kesimde, göç dalgalarından kaynak­ lanan çalkantılar patlak verdi. İ.S. 1000’e doğru ülkenin kuzeyine yayılan Nil halkı, 1500’e doğru Gogo bölgesinin sınırlarına ulaştı. XVII. yy.'a doğru Masailer, ülkenin ortasına kadar yayıldılar. XVIII. yy. ortası­ na doğru kıyı artbölgesi yerlileri, Tanzaniya’nın ortasındaki Nyamveziler arasına yerleştiler. Zanzibar'dakl arap topluluğun Işbirliğiyle, ülke İçerisine doğru uzun me­ safeli bir ticaret kuruldu. Kervan yolları üzerinde ikmal merkezleri oluşturuldu (Kisaki). iktidarlarını korumak İçin rakip reis­ likler arasındaki anlaşmazlıklardan yarar­ lanan Araplar'ın taşıyıcı gereksinmelerini sağlayan Nyamveziler'in kendi kervanları da vardı. XVIII. yy. sonuna kadar ticaret, Tanganylka gölünün doğusundaki böl­ geyle sınırlı kaldı. Kıyıdaki fildişi talebinin, ardından köle talebinin artması, içerideki halkların silah sağlamak isteği ve Zanzibar’ın gelişmesi, ticaretin özellikle Araplar'ın eline geçmesine yol açtı. Speke ve Burton (1857-58), Llvingstone (1866,1871 -72), Stanley (1871) gibi kâşifler de bu yol­ ları sık sık kullandı. Bu sırada, Zulular’ın güneyden püskürttükleri Ngonller, batıya ve Tanzanlya'nın güneyine yayılarak reis­ likler oluşturdular. Bu reisliklerden biri olan Mirambo, 1870’e doğru Araplar ile reka­ bete girişti ve Tlppu-Tip ile birleşerek 1890’a doğru Tanganyika gölündeki Ujiji yolunu denetimi altına aldı. Zanzibar’ ın büyük ticari gelişmesi, Tippu-Tip gibi Araplar'ı da siyasal iktidarlarını ülke içi­ ne yaymaya yöneltti. Gerçekten de Cari Peters ve 1885'te kurulan Deutsch -Ostafrikanische Gesellschaft'taki ortak­ ları gibi alman tüccarlar, İç kesimdeki şef­



lerle birçok protektora antlaşması imzala­ maya giriştiler (1884-85). Bir ingillz-alman çatışmasını önlemek için, sultanın kıtadaki



TANGANYİI



RİFTİ Z A İ R E



CAMBRIAÖNCESİ t e m e l



I plutonık kayaçlar: granit, gnays, migmatit ...............) başkalaşmışalt cambnaöncesı L....... -—J tortullar I 1 başkalaşmış ust cambnaöncesı ...............i tortullar I başkalaşmamış tortullar. J kumtaşı. dolomıtlı kireçtaşı, lav YE N İ A R A Z İL E R 1 ıç havzalar; karasal J tortullar



T EM ELİN Ö R T U SU üst karbon tortulları (karroo) konglomeralar, karasal kumtaşları denizse! tortullar, dirençli kumtaşları Jura



j



denızsel alüvyonlar



-] yem j volkamzma



Kretase



( ¿ J ya„ artlağ • kaldera ____ I------J bataklıklar



başlıca kırıklar



Uçünçü Zaman tortulları



ENERJİ SAĞLAYAN ÜRÜNLER



KİMYASAL ÜRÜNLER anorganik kimya ürünler^ koruma ilaçları



ilaç / plastik maddeler



kumaş makineler -metalleri işlemek ıçm obur sanayiler ıçm



makineleri



sığır yetiştiriciliği



RUANDA I



üç—



GOLÜ



M vanza



^'Kilimancaro \



SukumaA ru ?a







X



Mvaduı



Usamba ra



S dağları



isaka



/ " x. t f o m b ı ^HJöngaf/ y



Aruşa



M ınjıngu Iramba



Kigoma



e



M oro go ro



Luş0,0 x



\



1 Z a n z ib a r



ah? Ipanda



başlıca ticari ürünler



\



ı



r* n- n . x



—.



Rungve



ZAMBİYA



_



kahve pamuk



-K r— o l» " ö n e n *



i



çay karankl



L f nl8r ° ^ekerkam.ş,



IN I



s,sal



v



iringa



buaday pıreotu



£i



/ f»



Lupa



U M b e Zambiya



rafine /edilmemiş V____ seter_



Great Ruaha’nın düzenlenmesi



J



j



HİNT



OKYANUSU



STIEGLER'S GORGE Kılva Masoko



''- 7 ^ Sonğve-



altın Kıvıra kaolin elmas tas^ ,lar kurşun, bakır demir gümüş, krom C kömür mika ________ fosfat







Mtvara



L iıc n u ı. — ^



Muşuşuma



gaz • işletilen hidroelektrik santrallar 5 m evcut P düşünülen ENERJİ SAĞLAYAN ÜRÜNLER



karanfil



s Parüsselam k im b iji



ujüpuı



-:;y Njombe



D IŞ S A T IM



ka,u



'



f r ç



M A D EN LER işletilenler



N j o mb e



m tera



^ V a z o Hill



1



a



ULA ŞIM demiryolu büyük bağlantı yolu



K ilo m b e ro



çam ve okaliptüs plantasyonu



Zaire run demir cevheri



Cÿrùsselam M o ro g o ro



hassas aletler



Ck A V >ı» •



j



/



işlenmiş Irauçuk



P



Tanme



ulkenır^^fe' ortak



/



SANAYİ demir sanayisi tasarısı haddeleme makineler-aletler tarımsal makineler otomobil montajı, vagon gemi yapımı pamuk iplikçiliği • dokuma ♦ gübre ^ tasarı S petrol rafinerisi ^ çimento fabrikası yağ fabrikası, sabun fabrikası



KENYA



VİCTORİA Musoma bataklık



-T a b ora



parçalar akse^uvarlar



iletişim donanımı



tekstil makine



tarım traktör ve 'makineleri



M b u lu



ÖBÜR İŞLENMİŞ EŞYALAR kâğıt^ mukavva



yeuuK



sanayi makineleri elektrikli sanayi donanımı



ham petrol



.



EKONOMİ ULAŞIM GEREÇLERİ



tarımsal METAL SANAVISI gereçlerV n§aal rnuhendıslıö1



sanayısel yağ



la n d



11225



JEOMORFOLOJİK BÖLGELER



D IŞ A LIM BESİNTARIM



mülkü, Deutsch-Ostafrikanische Gesell­ schaft (Tanganyika), British East Afrika Company (Kenya) [1 kasım 1886 antlaş-



sicim, ip, halat



pamuk



V IAOENSEL ÜRÜNLER



İŞLENMİŞ EŞYALAR



Qsarı halinde tasarı halinde



Tanzaniya 11226



ması] ve İtalya (Somali, 1889) arasında nüfuz bölgelerine ayrılırken Zanzibar sul­ tanı, kıtadaki kıyı topraklarını İngiliz (1887) ve alman (1890) şirketlerine kiraya vermek zorunda kaldı. Adalar için sultan, İngiliz protektorasını kabul etti (4 kasım 1890). Almanya da ödünleme olarak, kıtanın kı­ yı bölgesini ve Helgoland’ı aldı. 1891'de bir protektora altına alınan Alman Doğu Afrikası böyle oluştu. Başkent, Darüsselam'da kuruldu ve Tanganyika gölüne ka­ dar bir demiryolu döşendi. Abuşiri’nin yönetimindeki kıyılı Suahililer’in ayaklanmasını, 1905'te tüm güney etnilerini kapsayan ve birçok kısmi ayak­ lanmanın yerini alan maci-maci ayaklan­ ması izledi. Bu ayaklanma, sert bir biçim­ de bastırıldı. Birinci Dünya savaşı sırasın­ da, general von Lettow-Vorbeck komuta­ sındaki Almanlar 1918’e kadar dayandı. Savaş sona erdikten sonra, 1919'da Por­ tekiz'e geri verilen Kionga üçgeninden, Belçika'ya bırakılan Ruanda ve Urundi' den yoksun bırakılan Alman Doğu Afrikası, ilkin Milletler cemiyeti tarafından Büyük Britanya mandasına verilen (1920-1946) Tanganyika arazisi durumuna geldi, da­ ha sonra Birleşmiş milletler trusteeship'!ne geçti (13 aralık 1946). Almanya'nın desteklediği müslüman sultanların yerlerini, bantu ülkesindeki ge­ leneksel reisler aldı. Kenya, Uganda ve Tanganyika'yı kapsayan bir Yüksek Doğu Afrika komisyonu denemesine rağmen Tanganyika, tam bir özerkliğe yöneldi. 1926'da kurulan Yasama konseyi, 1955'te büyük ölçüde genişletildi, ingilizler’in kur­ dukları Tanganyika African Association (TAA) içinde, afrikalı bir seçkin zümre or­ taya çıktı. Ağustos 1953'te TAA başkanlı­ ğına getirilen Julius Nyerere, özerk bir hü­ kümetin kurulması amacıyla birliği yeni­ den derleyip toplamak istedi. 7 ekim 1954'te Nyerere, ırkçı olmayan bir milliyet­ çiliği savunan Tanganyika African Natio­ nal Union'u (TANU) kurdu. 1945’te Afrikalılar'a da açılan Yasama konseyi, yavaş ya­ vaş gerçek bir Parlamento’ya dönüştü (1955'ten başlayarak seçimler yapıldı). Ey­ lül 1958'deki ilk seçimler, TANU'nun za­ feriyle sonuçlandı ve bu zafer, 1960'ta yi­ nelendi. Eylül 1960'ta Nyerere, Konsey başkanlığına getirildi. 9 aralık 1961'de, Commonwealth çerçe­ vesinde bağımsızlık kazanıldı. Çok geç­ meden Nyerere'nin yerine Konsey baş­ kanlığına getirilen Raşidi Kavava, siyasal kadrolarda tam bir afrikalılaştırmaya gide­ ceğini ve yansız bir dış siyaset izleyece­ ğini bildirdi. 9 aralık 1962'de cumhuriyet ilan edildi ve Nyerere Cumhurbaşkanlığı­ na getirildi. 26 nisan 1964'te Tanganyika, komünist eğilimli kanlı bir devrimin ger­ çekleştiği Zanzibar* ile birleşerek Tanzaniya’yı oluşturdu. Tüm Tanzaniya için tek bir meclisin kurulmasına rağmen Zanzi­ bar, bazı iç sorunları için kendi meclisleri­ ni ve kendi yetkilerini korudu. TANU’nun yanında, Nyerere'ye çok yakın olan zanzibarlı lider Karume'nin Afro-Shirazi Party' si vardı. Çin'e yaklaşan Tanzaniya (1966 dostluk antlaşması), tutumunu yavaş ya­ vaş ilerici afrika çizgisine uydurmakla bir­ likte, batı yardımından da vazgeçmedi. Darüsselam'da Afrika Birliği örgütü, Ro­ dezya, Mozambik ve Komorlar'da etkin­ lik gösteren kurtuluş hareketlerini destek­ lerken Nyerere, Kongo-Kinshasa'nın do­ ğusundaki asileri destekledi. Tek parti olan TANU, Aruşa söylev-programı'nda (5 şubat 1967) tanımlanan ve Nyerere'nin ücemee ("topluluk” ve anlam genişleme­ siyle ''dayanışma” anlamına gelen arapça cemaaf’tan türeyen suahili sözcük) için­ de somutlaştırmaya çalıştığı afrika sosya­ lizmini savundu. Sosyo-ekonomik sorun­ lardan başka Nyerere, salt siyasal güçlük­ lerle de uğraşmak zorunda kaldı. 1972’de Karume'nin öldürülmesi, aşırı solun orta­ dan kaldırılması olanağını sağladı. Zanzibar’ın çin yanlısı rejimi, çok sert bir dikta­ törlük pahasına, iktisadi alanda iyi sonuç­ lar elde etti. 1977'de TANU ve Afro-Shirazi



Party, Nyerere'nin başkanlık ettiği Şama Şa Mapinduzi (Devrim partisi) adlı tek bir parti içinde birleşti. 1979'da Zanzibar ta­ rafından, Tanzaniya ile ilişkilere zarar ver­ meyen yeni bir anayasa kabul edildi. Ro­ dezya ve Güney Afrika'daki beyaz rejim­ lere karşı ortak cephe üyesi olan Tanza­ niya, aynı zamanda gerek Komorlar’daki 'Ali Soilih rejimine, gerekse Seychelles’deki Başkan Renö'ye asker ve polis yardımın­ da bulundu. 1978-1981 arasında Tanzani­ ya ordusu, Obote rejiminin yerleşmesini kolaylaştırmak amacıyla Uganda'yı işgal etti. 1982'de Cumhurbaşkanı Nyerere ye­ niden seçildi. 1985’te istifa etti ise de, Devrimci parti başkanlığını sürdürdü. Ali Haşan Mvinyi cumhurbaşkanı seçildi (1985). Ekonomik bunalımı gidermek için 1986' da İMF ile anlaşma yapıldı. Kasım 1990' da yapılan seçimlerde A. H. Mvinyi yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 1992'de çokpartili yaşama ve ekonomik liberaliz­ me geçiş için gerekli önlemler alındı. TA N Z A N İY A LI sıf. ve a. Tanzaniya hal­ kından olan. lA N Z İF a (ar nezSet'ten tanzif). Esk. Te­ mizleme, paklama. TANZİFAT, -tı çoğl a (ar. tanzifin çoğl. tanzifat). Esk. 1. Belediyece yaptırılan te­ mizlik işleri. — 2 . Tanzifat amelesi, temiz­ lik işçisi.



tanzimi, gözlenen atışlarla, seçilen düzelt­ me tanzim noktası arasında bulunan isti­ kamet ve menzil sapmalarının ileri gözet­ leyici tarafından ölçümünü gerektirir. Bu durumda ileri gözetleyicinin bir uzaklıkölçüm aygıtına sahip olması gerekir: radar ya da laser. Günümüzde artık pek uygu­ lanmayan ve birbirinden birkaç yüz met­ re uzaklıkta bulunan iki ileri gözetleyici ta­ rafından kullanılan yöntemler aynı ölçüm­ lerin elde edilmesine olanak veriyordu. Fakat bu yöntemler, günümüz harekât ge­ rekleriyle (birleştirilmiş ve iki yanlı gözet­ leme) bağdaşmayacak biçimde hedefle­ rin saptanması ve belirtilmesine bir yavaş­ lık getiriyordu. Bu yöntem, aynı topla ay­ nı unsurlara, istenen isabete göre ikili, dörtlü ya da sekizli darbe atışları yapmak ve bunlara göre orta vuruş noktasının, ko­ ordinatlarını saptamak ve yine bunlara bakarak orta vuruş noktasını düzeltme, tanzim noktasına götürmek için atış ele­ manlarına uygulanacak düzeltmeleri be­ lirlemekten ibarettir. Kusursuzca gerçek­ leştirilebilen bu işlemler, elektronik bir atış ölçüm aygıtı ile günümüz harekât gerek­ lerine uymaktadır. 2. Çevrelemeyle yapılan düzeltme tanzi­ mi. Bu yöntem, ileri gözetleyicinin hassas ve uygun bir uzaklıkölçüm aygıtı olmadı­ ğı zaman kullanılır, ileri gözetleyici istika­ metteki sapmaların yönünü ve değerini ölçse bile, artık menzilde atışların yalnız­ ca yönünü bilebilir: kısa ya da uzun ola­ rak yöntem, gözetlenen her atış serisin­ den sonra, atışları hedefin diğer yanına geçirecek biçimde, gerektiğinde gözetle­ me hattı üzerinde tutarak topun atış ele­ manlarını değiştirmekten ibarettir. Her de­ fasında, sıçrama değerleri, istenilen isa­ bet elde edilinceye kadar yarı yarıya indi­ rilir. Birçok yöntem (hedef koordinat sistemi, dikaçılı koordinat sistemi, birleştirilmiş sıç­ rama sistemi [atışları gözetleme hattında tutacak biçimde menzildeki bir sıçrama­ yı istikametteki bir sıçramayla birleştirmeyi içeren yöntem], atış düzlemine işaret di­ rekleri dikme vb.) ileri gözetleyicinin, he­ defin, topun konumuna göre ve gözetle­ menin yukarıdan ya da toprak düzeyin­ den yapılmasına bağlı olarak kullanılır. Gözetlemenin dik bir açıyla yapılması, atışların menzilde gözetlenmesini kolay­ laştırır ve atışların, gözetleme hattı üzerin­ de tutulmasını gerektirmez.



T A N Z İM a (ar. tanzim). 1. Nesnelere, şeylere belli bir düzen verme, onları dü­ zenleme: Bir odanın, eşyaların tanzimi, iş­ lerin tanzimi. —2. Şeyleri, bir yeri, bir me­ kânı tanzim etmek, bir düzen, bir biçim vermek; düzenlemek. || Tanzim satışı, te­ mel besin maddelerinin fiyatlarının yüksel­ tilmesini önlemek, tüketicinin eline kolay geçmesini sağlamak amacıyla belediye­ lerce yapılan satış. —Esk. 1. Sıraya koyma, sıralama. —2. Düzyazı ya da şiir olarak yazma, kaleme alma. —Ask. Tanzim topu, atış hazırlığı, ayarla­ rın yapılması ve'atışın gerçekleşmesi için kullanılan top. || Düzeltme tanzimi, bir ya da birkaç seri atışın gözetlemesiyle bu atı­ şın orta vuruş noktasını, düzeltme tanzim noktasının istenilen isabetten daha yakın bir uzaklığına götürmeyi amaçlayan işlem­ lerin tümü. (Bir topçu atışının düzeltilme­ si deyimi, modern gözetleme ve hesap­ lama araçlarının, tek bir seri atışın gözetlenmesiyle işlemlerin gerçekleştirilmesine TANZİMAT, -tı çoğl a (ar. tanzimin olanak vermesi nedeniyle, düzeltme tan­ çoğl. tanzimât). Esk. 1. Düzenlemeler. zimi deyiminin yerini almaya başlamıştır). —2. Bir kurumdaki işlerin yürütülmesinde || Düzeltme tanzimi elemanları, düzeltine düzeltme yapmak amacıyla alınan önlem­ tanzimi yardımıyla elde edilen atış ele­ ler ve uygulamalar bütünü. —3. Reform. manları (sapma, nişangâh açısı, imla hak­ —Kur. tar. Tanzimat dairesi, Osmanlı dev­ kı, parçalanma). || Düzeltme tanzim nok­ letinde Şûrayı devlet’in en önemli kalem­ tası, üzerinde düzeltme tanzimi gerçekleş­ lerinden biri. (1871'de kurulan Tanzimat tirilen, hedefe benzer nokta. dairesi'nin görevi, kanun ve nizamları in­ —Balist. Tanzim atışı, orta vuruş ya da pa­ celemek, gerekirse bunları yorumlamak ralanma noktasını, hedefin istenen yerine ya da görüş bildirmekti.) isabet ettirecek atış esaslarını saptamak amacıyla yapılan işlem. || Tanzim düzelt­ ■Ttanzlm at, Osmanlı devleti tarihinde Abmesi, merminin uçuşunu etkileyen koşul­ dülmecit’in imzasını taşıyan Gülhane hattı lar (rüzgâr, sıcaklık vb.) dikkate alınarak, hümayunu'nun Mustafa Reşit Paşa tara­ atış sırasında yapılan düzeltme. fından okunmasıyla başlayan ve Birinci —Bine. Doğru tanzim, yanlış tanzim, iyi ya meşrutiyet'e kadar süren ıslahat ve batılı­ da kötü eğitim. laşma dönemi (1839-1876). Bir zamanlar —ANSİKL. Ask. Uzaklık, düzeltme tanzim dünyanın sayılı devlet örgütleri arasında noktasına oranla, istikamet ve menzil ola­ yer alan osmanlı kuruluşları, 300 yılı aş­ rak meydana gelebilecek sapmadan da­ kın bir süre düzenli olarak çalıştıktan son­ ha düşükse, düzeltme tanzimi isabetli de­ ra bozularak etkinliğini yitirmiş, özellikle mektir; bunun tersi durumda ise isabetBatı'nın dev adımlarla ilerleyen düşünce siz'dir. ileri gözetleyici yaklaşık olarak top akımlarıyla teknolojisi karşısında varlığını -hedef istikametindeyse buna istikametten güçlükle sürükler duruma gelmişti. Bu bo­ gözetleme, tersi durumda yandan gözet­ zuk düzene karşı ilk yenileştirme atılımıleme, eğer gözlemlerini düzeltme tanzim na girişen Osman ll'nin (Genç) yaşamına noktasına göre veren iki ileri gözetleyici mal olan Haile-i* Osmaniye’den (1622) varsa iki yanlı gözetleme denir. İleri göVaka-i* hayriye’ye (1826) kadar geçen 204 zetleyicilerin kullandıkları optik araçlar ko­ yıl içinde kişinin en doğal ve kutsal hakkı ordinatlarıyla kusursuz olarak saptanmış­ olan can ve mal güvenliği osmanlı toplusa ve ileri gözetleyiciler gözlemlerini ku­ munun başlıca eksikliği olarak çözüm zey ve toprak açısıyla veriyorlarsa buna bekledi: can güvenliği yalnız padişahın birleştirilmiş gözetleme denir, iki yöntem değil, sadrazamın, vezirlerin ve valilerle uygulanır: voyvodaların bile dudakları arasından çı­ 1. Orta vuruş noktasının kaydırılmasıyla kacak bir söze bağlıydı; mal zoralımı yö­ yapılan düzeltme tanzimi: Bu düzeltme neticileri, vezirleri korkutan büyük bir teh-



Tanzimat likeydi. Bu durumdan hıristiyan yurttaşlar kadar müslüman halk da tedirgindi (böylece, bir bakıma kapitülasyonlar nedeniyle yabancılar, yerli halka oranla çok daha gü­ venli ve korunmuş durumdaydılar). Mahmut II döneminin en önemli olay­ larından biri olan Vaka-i hayriye'yi izleyen yeni düzenlemeler ve ıslahat programla­ rı, umulduğu gibi bu duruma son vereme­ di. Sözgelimi, Yeniçeri ocağı'nın yerine ku­ rulan Asakirl* mansurei Muhâmmediye ordusu için taşraya giden ahz-ı asker (as­ ker toplama) görevlilerinin önlerine gelen gençleri zorla toplayıp bir daha köylerine dönme olanağı olmaksızın sürekli asker yazmaları yüzünden yeni osmanlı yöneti­ mi de halkın gözünde saygınlığını yitirdi. Bu nedenle, Mısır ayaklanması sırasında (1832-1841) halk kitlelerinin Anadolu'da Mehmet Ali Paşa'ya yakınlık gösterdiği görüldü. Bu bozuk düzen dolayısıyla Os­ manlI devletinin içerde ve dışarda saygın­ lığının kalmaması sonucu, Mahmut II dö­ neminin sonlarında Tanzimat’a gereksinim duyuldu. Ancak, tutucu Dahiliye nazırı Akif Paşa'nın padişaha saltanat hakkının sınırlanmasından söz ederek buna şiddet­ le karşı çıkması yüzünden tasarım gerçek­ leştirilemedi. Bu tasarımın baş mimarı olan ve Hari­ ciye nazırlığına ek olarak Londra sefirliğin­ de bulunan Reşit Paşa, Abdülmecit’in cü­ lusu üzerine (1839) İstanbul’a gelince, sadrazam Koca Hüsrev Paşa başta olmak üzere tutucu devlet adamlarının hiç hoş­ lanmadıkları Tanzimat’ın osmanlı yöneti­ mi İçin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu gizli görüşmelerde genç padişaha anlat­ tı. Abdülmecit, tüm deneyimsizliğine ve yaşının küçüklüğüne karşın, kendi mutlak erkinin sınırlanmasıyla sonuçlanacak bu öneriyi kabul edip benimseme büyüklü­ ğünü gösterdi. Böylece Abdülmecit'in tahta çıktıktan 4 ay sonra imzalayıp onay­ ladığı Hattı hümayun, Gülhane meydanın­ da Reşit Paşa tarafından okunarak Tanzi­ mat'ın ilan edildiği duyuruldu (3 kasım 1839). Devlet ve hükümet kurulları (Mecalisi devleti âliye), yönetsel ve parasal dene­ tim, adliye ve ilmiye yenilikleri, askerlik iş­ leri gibi başlıca dört alanda yeni düzen­ lemelerin öngörüldüğü Hattı hümayun, gerçekte avrupa devletlerinin baskısıyla yurttaşların, özellikle reayanın (hıristiyan tebaa) ana haklarını güvence altına alan bir belge niteliğindeydi. Buna göre, padi­ şah başta olmak üzere hiç kimse mahke­ me kararı olmadan kişiyi idam ettireme­ yecek ya da sürgüne gönderemeyecek; vergiler, müslüman ve hıristiyanlardan ya­ salar uvarınca eşit olarak toplanacak; yurttaş .< hakları ırk ve din ayrımı gözetil­ meksizin korunacak; hıristiyanlar da asker ve devlet memuru olabileceklerdi. Gülha­ ne hattı hümayunu bir tür ilkel Anayasa ol­ duğuna göre, Tanzimat yönetimi de mut­ lakıyetle meşrutiyet arasında 37 yıl süren bir geçiş dönemi sayılabilir. Ancak, bu kendine özgü rejimin tek güvencesi, pa­ dişahla vükela ve ulemanın Hırkai şerif odasında içtikleri antla sınırlıydı. İçtiği ant gereğince keyfi yönetimden vazgeçip ya­ saya bağlı kalacağını açıklayan padişah, böylece saltanat yetkisini kendi isteğiyle sınırlamakta ve mutlakıyet rejimine res­ men son vermekteydi. Böylesl bir davra­ nış türk demokrasi tarihinde çok önemli bir devrim niteliği taşımakla birlikte, hal­ kın devfet işlerini denetlemesini sağlaya­ cak bir meclis kurulmadığı için, ulusal egemenlik henüz başlamış değildi. Gül­ hane hattı hümayunu’nun yasama yetki­ siyle donattığı kurullar millet meclisleri de­ ğil, devlet meclisleriydi. Topluma ilişkin ka­ nunların çıkarılması Meclisi vâlâ’ya ve as­ keri kanunların düzenlenmesi de Dârı şû­ rayı askeri’ye bırakıldı. Bunlardan Mecli­ si vâlâ, vekiller heyeti ve devlet ricalinin de kendi üyelerine katılmasıyla kanun çıka­ rabilecekti ve üyelerinin vekiller heyetin­ den açıklama isteme yetkisi bile vardı. An­ cak, Tanzimat, padişahla yönetimin ken­



dilerini halkın üstünde tutarak gerçekleş­ tirdikleri tepeden inme bir halkçılık kavra­ mı olduğundan, Batı'daki gibi aşağıdan yukarı değil de tam tersine yukardan aşa­ ğı doğru bir yol izledi. Ayrıca, Tanzimat’ ın ilanına kadar geçen 540 yıllık dönem­ de Osmanlı imparatorluğu'nda egemen bir ulus değil, egemen bir ümmet vardı. Devlet yapısına “ müsavatı islamiye" (müslümanların eşitliği) ilkesinin egemen oldu­ ğu bu beş buçuk yüzyıl içinde İslâmlaş­ mış uluslardan Boşnaklar, Pomaklar, Çı­ taklar, Arnavutlar ve öteden beri müslü­ man olan Araplar, Kürtler, Berberiler gibi daha birçok öğenin devlet sahibi bulunan Türklerle hukuk eşitliği olduğundan, bun­ ların tümü birlikte ortak bir egemen kitle oluşturmuşlardı. Böylece Türkler, bu beş buçuk yüzyıllık dinsel egemenlik döne­ minde ulusal kişiliklerini unuttular. Tanzi­ mat, “ ehli İslam ve milleti saire” (müslümanlar ve müslüman olmayanlar) eşitliğiy­ le ümmet egemenliğine son verince, imparatorlukta bunun yerini kozmopolit (çokuluslu) bir Osmanlılık dönemi aldı. Bu iğreti öğeler topluluğunda Türkler azınlık durumunda kalırken, ümmet egemenliği­ nin yıkılması da halk arasında zamanla çeşitli tepkilere yol açtı; üstünlüklerini yiti­ ren müslümanlar hoşnutsuzluğa kapıldı­ lar, yeni haklar elde eden müslüman ol­ mayanlarsa hoşnut kaldılar. Ote yandan, Tanzimat’la birlikte osmanlı toplum yapısına olduğu kadar edebiyat ve düşünce alanına da birtakım yenilikler geldi. Eğitim, ulemanın denetiminden çık­ tı, medreseler dışında çağcıl okullar açıl­ dı; türk edebiyatında başlamış olan batı­ lılaşma hareketleri Tanzimat'tan sonra da­ ha da hızlanınca, doğu edebiyatı çerçe­ vesinden çıkmanın gereğine inananlar ta­ rafından "Tanzimat edebiyatı” diye anılan yeni bir edebiyat türü geliştirildi. Mahmut II döneminde kurulmuş olan ilkokullarla rüştiyeleri (ortaokul) ve yeni açılan İdadi­ leri (lise) yönetmek üzere Maarifi umumi­ ye nezareti kuruldu (1847). Tanzimat* fer­ manı, Avusturya ve Rusya dışında öteki avrupa devletlerince iyi karşılandığından, sürüncemede kalan Mülteciler* sorunu türk tezi doğrultusunda çözümlendi (1849); bunu Encümeni daniş’in (bilim akademisi) açılış töreni izledi (1851). An­ cak, Osmanlı devleti yine Tanzimat döne­ minde Kırım* savaşı’nın (1853-1856) ağır harcamaları yüzünden tarihinde ilk kez dış ülkelerden borç para almak zorunda kal­ dı; Londra’da imzalanan 5 maddelik bir sözleşmeyle (1855) Ingiltere ve Fransa’ dan % 4 faizle 5 milyon İngiliz altını borç alındı. Bu borç için Mısır haracı, İzmir ve Suriye gümrüklerinin geliri karşılık göste­ rildi. Bu arada, Türkiye’de işletmeye açı­ lan ilk telgraf hattı, Malakoff zaferi üzeri­ ne Kırım’dan İstanbul’a çekilen ilk telgrafta Sivastopol’ün ele geçirildiği müjdesini iletti (1855). Sürüp giden Kırım savaşı’nda an­ laşma olasılıkları belirince, barış görüşme­ lerinde Rusya’nın Osmanlı imparatorluğu’ndaki hıristiyan uyruklular çıkarına bir­ takım siyasal dolaplar çevirerek avrupa kamuoyu üzerinde olumlu etki yaratmasını engellemeyi düşünen bağlaşık devletler (İngiltere ve Fransa), Viyana’da Avustur­ ya delegesinin de katıldığı bir toplantı dü­ zenlediler (1 şubat 1856). Burada barış görüşmelerine temel olacak İlkeler sapta­ nırken, arasına Osmanlı devletindeki hıristiyan uyrukluların hak ve ayrıcalıklarının açıklanmasını isteyen bir madde de ek­ lendi. Ortaya atılan çeşitli tezlerden Fransa’nınklni benimseyen Babıâli, bunu sad­ razam Âli Paşa’nın başkanlığında topla­ nan şeyhülislam, Hariciye nazırı ve avru­ pa devletleri elçilerinden oluşan bir heyete ferman biçiminde hazırlatarak Islahat* fer­ manı adıyla ilan etti (18 şubat 1856). Gülhane hattı hümayunu’nda olduğu gibi, Islahat fermanı’nda da, başlıca dü­ şünce tüm yurttaşları din ve ırk ayrımı gö­ zetmeksizin kaynaştırmak, devletin gele­ ceğiyle ilgili bir osmanlı toplumu yarat­ maktı. Bu amaca ulaşmak için mûslüman-



larla hıristiyanları ayıran özellikleri ortadan kaldırmayı ön planda tutan Islahat ferma­ nı din, vergi, askerlik, devlet memurlukla­ rına geçme gibi pürüzü olan sorunları çö­ zümlemeye yöneldi. Gülhane hattı hümayu­ nu gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımak­ tan çok, ondaki vaatleri gerçekleştirmeye yarayacak somut reformları içeren ferman, müslüman-hıristiyan eşitliği konusunda ciz­ yenin kaldırılmasını ve bunun yerine hıristiyanların da askerlik yapmalarını öngör­ mekteydi. Tanzimat fermanı’na göre Islamiyeti kabul etmiş bir gayri müslimin yeniden din değiştirmesi yasaklandığı halde, bu ko­ nu Islahat fermanı’nda "kimse dinini değiş­ tirmeye zorlanamaz" biçiminde yer alarak batılı devletlerin itirazına böylece hükümet güvencesi verilmiş oldu. Vilayet ve beledi­ ye meclislerinde müslim ve gayri müslim temsilcilere yer verileceğini, devletin kuru­ luşundan bu yana var olan ve Fatih tara­ fından saptanan gayri müslimlerin "millet" olarak örgütlenmelerinin yeniden düzenle­ neceğini; kilise adamlarından oluşan ruha­ ni meclislerine halktan temsilcilerin de ka­ tılacağını bildiren Islahat fermanı, anayasal gelişme açısından halkın temsil edilmesi konusunda ve batılı anlamda ilk önemli adımı oluşturdu. Ancak, ferman çeşitli yön­ lerden eleştirilere uğradı. En büyük eleşti­ ri de Tanzimat fermanı’nın baş miman olan eski sadrazam Mustafa Reşit Paşa’dan gel­ di. Paşa, Avrupa’nın bir olupbittiyle Os­ manlI devletine kabul ettirdiği bu ıslahat programının Kırım savaşı’na son veren Paris* antlaşması’nda (30 mart 1856) anıl­ ması yüzünden reformların uluslararası bir sorun olacağını ve merkezden uzak eya­ letlerde müslümanlarla gayri müslimler ara­ sında çatışmalar çıkabileceğini ileri sürdü. Öte yandan, ferman, kilise ruhanileri ara­ sında da hoşnutsuzluk yarattı. Bunlar, fer­ manda "millet" olarak tanımlanan eski ce­ maatleri üzerindeki yetkilerinin azalmasına şiddetle karşı çıktılar Müslüman olmayan halk, fermanla sağlanan haklardan şimdi­ lik memnun kaldığını belirtmekie birlikte, as­ kerlik hizmetinin kendilerine de yüklenme­ sinden hiç hoşlanmadı. Ayrıca, tam anla­ mıyla tatmin olmayan ve fermanın hazırlan­ masında başlıca rolü oynayan avrupa dev­ letleri temsilcileri de kendi ekonomik çıkar­ ları doğrultusunda gayri müslimlere daha çok ayrıcalık tanınmasını istediler. Böylece Paris antlaşması’ndan sonra batılı devlet­ lerin, özellikle dış borçların ödenememesi yüzünden Osmanlı imparatorluğu’nun iç işlerine artık iyice karışmaya başlamaları üzerine reaya yararına yeniden birtakım de­ ğişiklikler yapıldı: birleşik Eflak ve Boğdan voyvodalıkları adını alan Memleketeyen’e özerklik tanınmakla (1858) gelecekteki ba­ ğımsız Romanya’nın temelleri atıldı; bir hıristiyan mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul edilen Lübnan sancağına ayrıcalıklı özerklik verildi (1861) ve Abdülmecit, yine büyük dış borçlanmalara gidilerek yaptırı­ lan görkemli Dolmabahçe sarayı’nda öldü (1861).



11227



Abdülhamit ll’nin emri üzerine hazırlanan, ancak yapımı gerçekleşemeyen Tanzimat anıtı projesi



Tanzimat 11228



Abdülmecit’in kardeşi ve ardılı olan Abdülaziz döneminde de Tanzimat yasaları yürürlükte kalmakla birlikte, imparatorluk yine önemli iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Bu arada, Tanzimat ve Islahat fermanla­ rıyla yetinmeyen azınlıkların istekleri gide­ rek arttı. Doğal olarak, batılı devletlerin de bir süredir alışageldikleri gibi bu istekler doğrultusunda Babıâli üzerindeki baskı­ ları yoğunlaştı, imparatorluk yönetiminin ayaklanmaya kışkırtılan Karadağ'da aldı­ ğı önlemlere Fransa ve Rusya birlikte karşı çıkınca, bu uygulama durduruldu (1862). Bundan yüreklenen Sırplar ve Ulahlar (Rumenler) da bağımsızlık yolunda hare­ kete geçtiler. Romanya adını alan Memleketeyn'in birliği ve Prusya hanedanın­ dan Carol’un prensliği onaylandı. Ancak, Girit'in Yunanistan’a katılma isteği kabul edilmedi ve sadrazam Âli Paşa'nın hazır­ ladığı nizamnameyle Girit için özel bir yö­ netim öngörüldü (1867). Bu arada, orta­ ya çıkan meşrutiyet yanlısı Yeni* Osman­ lIlar, Tanzimat'a karşı propagandaya baş­ ladılar. Eleştiriler, giderek güçlenen ve hü­ kümete karşı tutum takınan basına (Ter­ cümanı ahval, Tasviri efkâr vb.) da yansı­ dığından, yönetim "Kararnamei Âli” de­ nen sansür yasasını çıkardı (1867). Ağır borçlar altında ezilen osmanlı mâliyesin­ de yeni düzenlemelere gidilirken, Fransa ve Ingiltere ile imzalanan ticaret anlaşma­ larıyla bu devletlere kapitülasyonlara ek olarak ticaret ayrıcalıkları verildi. Avrupa ile kaynaşmak ve ticaret ilişkilerini geliş­ tirmek isteyen hükümet, Londra ve Paris sergilerine katıldı. Paris sergisi dolayısıy­ la bir avrupa gezisine çıkan Abdülaziz’in buradan dönüşünde padişahın yetkileri­ ni eskisine oranla daha çok sınırlayan bir nizamnameyle Millet meclisi durumunda büyük bir "Şûrayı devlet" ve adliyenin ba­ ğımsızlığı anlamında bir "Divanı ahkâmı adliye” kurularak demokrasi yolunda önemli bir adım daha atıldı (1868). “ Teş­ kili vilayat” nizamnamesiyle de eski eya­ letlerin yerine sancak, kaza ve nahiye ör­ gütlenmesine dayalı yeni vilayetler kuran bu yasa önce Silistre, Vidin, Niş ve Sofya yörelerinin birleşmesinden oluşan Tuna vi­ layetinde uygulandı. Çok yetenekli bir vali olan Mithat Paşa'nın bu deneyimsel uy­ gulamada gösterdiği başarı üzerine yeni örgütlenmenin tüm ülkeye yayılmasına ka­ rar verildi. Bu nizamname gereğince vi­ layetlerde valilerin, sancaklarda mutasar­ rıfların ve kazalarda kaymakamların baş­ kanlığında birer “ meclisi idare” (yönetim meclisi) bulunacak ve bu meclislerin ye­ rel yönetim erkânından oluşan doğal üye­ leri dışında tüm müslim ve gayri müslim üyeleri yasanın uygun gördüğü seçim yöntemiyle iki yılda bir seçilecekti; yeni ku­ rulan karma mahkemelerin üyeleri için de aynı yöntem uygulanacaktı. Ayrıca, yine aynı yasaya göre, her vilayetin yılda bir kez toplanan bir "meclisi umumi"si (genel meclis) bulunacak, bu meclis tüm kaza­ lardan gelecek temsilcilerden oluşacak ve vilayetin ticaret, tarım, sanayi, eğitim, ba­ yındırlık gibi alanlarına ilişkin genel işleri­ ni görüşecekti. Böylece halkı yönetsel et­ kinliklere ve seçimlere alıştırmak konusun­ da olduğu kadar; yönetim işlerini adliye iş­ lerinden ayırmakla da “ tefriki kuva"nın (erklerin ayırımı) ilk temelleri İstanbul'dan önce taşrada atıldı. İstanbul'da ise, Tan­ zimat’ın ilanından sonra oluşturulan Mec­ lisi vâlâ birtakım değişimlere uğramış ol­ masına karşın, tüm yasama, yürütme ve yargılama erklerini yapısında toplamış bü­ yük bir güçler birliği kuruluşu ve simgesi durumundaydı. Ancak, Girit seferinden dönen Âli Paşa, Meclisi vâlâ’nın görevi­ ne son vererek ilk Şûrayı devlet ve Divanı ahkâmı adliye’yi kurmakla, yürütme ve yargılama erklerinin birbirinden ayrılma­ sını sağladı. Beş daireden oluşan bu ilk Şûrayı devlet, bir tür ilkel Millet meclisi ya da meşrutiyete giden yolda deneysel bir “ Meclisi mebusan” niteliğindeydi. Yasa­ ma yetkilerine ek olarak bütçenin düzen­ lenmesi bile bu kuruluşa bırakılırken, tüm



ülkeyi ve imparatorluğun tüm öğelerini temsil etmesine özellikle önem verildi. Ay­ rıca, Şûrayı devlet’in vilayet meclisi umu­ mileri ile işbirliği yapması da sağlandığın­ dan, bu meclislerin her yıl isteyecekleri ıs­ lahata ilişkin mazbatalarının Şûra’da hepbirlikte görüşülmesi için bunların her bi­ rinden 3-4 temsilci gelmesi kararlaştırıldı. Böylece Suriye, Bulgaristan, Sırbistan gi­ bi çeşitli vilayetlerden gelen ve tüm öğe­ leri temsil eden üyelerin katıldığı açılış gü­ nünde (10 mayıs 1868) Şûrayı devletin yalnız erklerin ayırımı ilkesine değil, dev­ let yönetiminde dinle dünya işlerinin ayrı­ mına da dayandığına değinilerek bunun laikliğe doğru atılmış büyük bir adım ol­ duğu da vurgulandı. Tüm ruhaniler ve av­ rupa devletlerince çok olumlu karşılanan Şûrayı devlet, sonradan Mülkiye, Maliye ve Tanzimat adları altında 3 daireye ayrı­ larak ilk niteliğini tam anlamıyla yitirdi. Öte yandan, bir süre sonra. Adliye nezaretine dönüştürülen Divanı ahkâmı adliye ise başlangıçta bir nazır yönetiminde iki bü­ yük mahkemeden oluşmaktaydı. Bunlar­ dan Temyiz mahkemesi Hukuk ve Ceza bölümlerine, istinaf mahkemesi de Hukuk, Ceza ve Ticaret dairelerine ayrılmıştı. Ad­ liyenin bağımsızlığını sağlamak amacıy­ la, müslim-gayri müslim karmasından olu­ şan üyelerinin "la-yenazil” (görevden alı­ namaz) olması ilkesi kabul edildi. Şeyhü­ lislamlığa bağlı olan Şeriye mahkemele­ rinin yetkisi kısıtlanarak yalnız şeri dava­ lara bakmalarına izin verildi. Şûrayı dev­ letin ilk başkanlığına Mithat Paşa, Divanı ahkâmı adliye’nin ilk nazırlığına da Cev­ det Paşa getirildi. Bu arada, Türkiye’de ya­ bancılara mülkiyet hakkı tanındı. Tanzimat öncesinde osmanlı topraklarında hiçbir yabancıya mülkiyet hakkı tanınmazkSn, çıkarılan 5 maddelik bir kanuna göre, Hi­ caz dışındaki tüm imparatorluk toprakla­ rında yabancı uyruklular mülkiyet hakkı­ na sahip olabilecekler, ancak bu konuda onlar da her bakımdan osmanlı yasaları­ nın hükümlerine kesinlikle uyacaklar ve yurttaşlarının bu haktan yararlanmasını is­ teyen yabancı devletler önce BabIâli’nin koşullarını kabul ettiklerini resmen bildire­ ceklerdi. ilk protokol Fransa ile imzalan­ dıktan sonra bunu sırasıyla İsveç, Norveç, Belçika, İngiltere, Avusturya-Macaristan, Danimarka, Prusya, ispanya, Yunanistan, Rusya, İtalya vb. devletlerle imzalanan protokoller izledi. Öte yandan, fransızca eğitim yapan Ga­ latasaray sultanisi'nin açılmasıyla eğitim alanındaki yeniliklerin ilki gerçekleştirildi. Ardından, eğitim sorununa yeni düzenle­ meler getiren “ Maarifi umumiye" nizam­ namesi yayımlandı (1869). Bunu askeri rüştiyelerle idadilerin kurulması, Tıbbiyei mülkiye mektebi’nin öğrenime açılması iz­ ledi. Bu arada, ordu için yeni silahlar alın­ dı; güçlendirilen donanma, İngiltere'den sonra dünyanın ikinci büyük deniz kuvveti durumuna getirildi. Rumeli ve Anadolu demiryollarının yapımı başlarken, "idarei Aziziye” adıyla bir denizyolları işletmesi kuruldu; Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak üzere "Şirketi hayriye"ye imtiyaz verildi. Türk medeni kanunu sayılan Mecelle’nin yayımlanmasına da başlandı. Ancak, re­ formlar konusunda Osmanlı imparatorluğu'nu destekleyen Fransa’nın savaştığı Prusya’ya yenilmesi üzerine (1870) ıslahat programlarını yetersiz bulan Rusya’nın bu durumdan yararlanmak üzere harekete geçerek Paris antlaşması'nın (1856) bağ­ layıcı hükümlerini tanımadığını ilan etme­ si, olumlu meyvelerini vermeye başlayan Tanzimat'ın zararına oldu. Yine Ruslar'ın kışkırtmasıyla bağlı oldukları Rum Orto­ doks kilisesi'nden ayrılarak ulusal kilise­ leri çevresinde toplanan Bulgarlar, bağım­ sızlığa giden yolda önemli bir adım attı­ lar. Öte yandan bu dönemde yetişen Mus­ tafa Reşit Paşa (öl. 1858), Keçecizade Fu­ at Paşa (öl. 1869) gibi büyük devlet adam­ larının sonuncusu olan sadrazam ve Ha­ riciye nazırı Âli Paşa'nın ölümü üzerine (1871) Tanzimat da artık can çekişme sü­



recine girdi. Onun ölümüyle saltanatının ikinci dönemi başlayan Abdülaziz, bu güçlü sadrazamın almış olduğu mali ön­ lemler sayesinde sağlanan geçici refaha dayanarak harcamalarını büyük ölçüde artırdı. Bu arada, Âli Paşa'nın ölümünden sonra sadrazamlığa getirilen ve dış siya­ sette Rusya yanlısı bir tutum izlediği için “ Nedimof” diye anılan mutlakıyetçi Mah­ mut Nedim Paşa, padişahın keyfi istekle­ rine kayıtsız şartsız teslim olurken, saraya para yetiştirebilmek için her çareye baş­ vurdu. Tanzimat geleneğine aykırı olarak aziller ve sürgünler yeniden başladı. Böy­ lece Tanzimat dönemini iki evreye ayırmak gerekir: Reşit Paşa tarafından Tanzimat’ ın ilanından (1839) başlayarak Fuat ve Âli paşalar sayesinde Tanzimat ilkelerine tam anlamıyla uyulduğu ilk 32 yıl; 25 eylül 1871'den Abdülaziz’in tahttan indirilmesi­ ne kadar süren ve keyfi bir yönetim biçi­ minde geçen son 5 yıl. Tanzimat’ın bu ikinci evresinde kıtlığa neden olan kuraklık ve sel felaketleri de köylüler arasında geniş bir hoşnutsuzluk yarattı. Öte yandan, merkezleri Rusya’da bulunan slav cemiyetlerinin Bosna-Her-., sek, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan hıristiyanlarını ayaklandırmak için uzun sü­ redir harcadıkları çabalar, Hersek ayak­ lanmasının patlak vermesiyle sonuçlandı (1875). Bu arada, 1855’te başlayan dış borçların tutarı yıllık ulusal gelirin yarısın­ dan çoğuna yükselince (1875), “ Tenzili* faiz” kararı alındı. Buna göre dış borç fa­ izlerinin yarısı nakit olarak, yarısı da yeni hisse senetleri çıkarılarak borcu borçla ödeme durumunda kalındı. Böylece dev­ let hâzinesinin kendi iflasını açıklamış gi­ bi olması üzerine İngiliz ve fransız hükü­ metleri, bankerlerine BabIâli’nin bundan böyle almak isteyeceği kredilerden ötürü hiçbir sorumluluk üstlenmeyeceklerini ilan ettiler. Bu karar yüzünden Osmanlı dev­ leti iç ve dış tüm parasal saygınlığını yitir­ di. Parasal güçlükler içinde bocalayan devletin bir türlü bastıramadığı Hersek ayaklanması, Bosna'ya da sıçradı. Bosna -Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya-Maca­ ristan Başbakanı kont Andrâssy, Babıâli' ye sorunun sözde çözümü için kendi adıy­ la anılan ıslahat tasarısını sundu (Andrâssy* layihası). İstanbul'da öneri üzerinde görüşmeler sürüp giderken, bulgar ayaklanması başladı (1876). Aynı yıl Selanik* olayı sırasında iki yabancı kon­ solosun (fransız ve alman) öldürülmesi, avrupa kamuoyunda türk düşmanlığını büsbütün artırdı. Öte yandan, meşrutiyet yanlısı Mithat Paşa ve arkadaşlarının kış­ kırtmasıyla İstanbul'da gösteri yürüyüşleri düzenleyen medrese öğrencilerinin (Talebe-i* ulum) baskısı üzerine azledilen Mahmut Nedim Paşa'nın yerine Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlığa getirildi. Hükü­ mette koltuksuz nazır olarak görev alan Mithat Paşa’nın önderliğinde serasker Hü­ seyin Avni Paşa, şeyhülislam Hayrullah Efendi ve yeni sadrazam (dörtlü cunta), Abdülaziz'i tahttan indirmek için hazırlık­ lara giriştiler. Selanik olayından sonra İn­ giltere dışında 5 büyük devlet (Rusya, Al­ manya, Avusturya-Macaristan, Fransa ve İtalya) ağır koşullar içeren Berlin* memorandumu’nu hazırladı ve bunu BabIâli'ye vermeyi kararlaştırdı. Ancak, buna olanak kalmadan, şeyhülislamın özellikle padişa­ hın dengesizliğini ve savurganlığını vur­ gulayarak kaleme aldığı hal fetvasıyla Ab­ dülaziz tahttan indirildi (30 mayıs 1876) ve yerine yeğeni Murat V tahta çıkarıldı. Cü­ lusundaki olağandışı koşullar ve uzun sü­ re hapiste kalması yüzünden sinirleri bo­ zulan Murat V, amcası Abdülaziz’in kanlı ölümü ve bunu izleyen Çerkez* Haşan va­ kası üzerine büyük bir ruhi sarsıntı geçi­ rerek rahatsızlanınca, 93 gün sonra, Sır­ bistan'la Karadağ'ın Osmanlı devletine karşı savaşa başladıkları sırada tahttan in­ dirilip yerine kardeşi Abdülhamit II padi­ şahlığa getirildi (31 ağustos 1876). Tanzimat'ın batılılaşma ortamı içinde ye­ tişen ve Mithat Paşa ile arkadaşlarına



meşrutiyeti ilan edeceğine söz vererek tahta çıkmış olan Abdulhamit H'nin salta­ natı (1876-1909) Sırplarla Karadağlılar'a karşı kazanılan zaferlere karşın, Rusya'nın savaşa son verilmesi konusundaki ültima­ tomunu’ BabIâli'nin kabul etmesiyle baş­ ladı. Böylece ödenemeyen dış borçlar yü­ zünden Batı’dan hiç yardım görmeyen ve Rusya’nın karşısında yalnız kalan Osmanlı devleti, Sırbistan ve Karadağ ile ateşkes imzaladı. Bu arada, Anayasa'nın hazırlan­ ması için oluşturulan komisyon, çalışma­ larına başladı; istifa eden Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa sadrazamlığa getirildi. Öte yandan, Paris antlaşması'nda imzası bulunan devletler Balkanlar’daki durumu ve Osmanlı imparatorluğu’ndaki hıristiyan uyrukluların hukukunu görüşmek üzere İstanbul’da toplandılar (Tersane* konfe­ ransı). Aynı gün Birinci meşrutiyetle bir­ likte Anayasa’nın (Kanunuesasi) ilan edil­ mesiyle Tanzimat dönemi resmen sona erdi (23 aralık 1876).. Tanzimat, Osmanlı imparatorluğu’nda Osman ll'den başlayarak girişilen batılılaş­ ma hareketleri dizisinde çok önemli bir aşama oluşturmasına karşın, halk tarafın­ dan tam anlamıyla anlaşılıp benlmsenemediği için uygulamada başarılı bir sonu­ ca ulaşma olanağını bulamadı. Özellikle ’’¡ltizam"ın kaldırılmasıyla gelir kaynakla­ rı kuruyan çıkar çevreleri (mültezimler, va­ liler, voyvodalar, sarraflar vb.), cemaatleri üzerindeki etkilerini büyük ölçüde yitiren din adamları (ulema ve ruhaniler), eşitli­ ğin getirdiği söz özgürlüğünden ürken tu­ tucular ve gelenekçiliği nimet bilen cahil halk zümresi Tanzimat reformculuğuna sert tepki gösterdiler. İslamcılığı savunan kitleyle batılılaşmaya önem veren merkez­ deki aydın bürokratlar arasında başlayan çatışma kısa sürede ön plana geçti. Böy­ lece kurumlar ve halk desteğiyle değil de kişilerin gücüne dayanarak ayakta duran Tanzimat, baş mimarı Mustafa Reşit Paşa ve onun yetiştirdiği Fuat’la Âli paşaların birbiri ardı sıra ölmeleri üzerine yaşamını tamamladı, imparatorluk içindeki çeşitli öğeleri ' ’Osmanlılık" İdeolojisi çevresinde birleştirmeyi amaçlayan Tanzimat, bir sü­ re sonra tam tersine osmanlı toplumunun dağılmasını kolaylaştıran, özellikle hıristiyan topluluklar arasında “ ulus" bilincinin uyanmasına yol açan bir dönem olarak ta­ rihe karıştı. (-» Kayn.) T a n zim a t e d e b iy a tı, Türkiye’de ürün­ lerini 1860-1895 yıllarında veren, divan* edebiyatı geleneği yerine batı kültürü ve düşüncesiyle beslenen, batı edebiyatın­ daki türleri ve biçimleri örnek alan edebi­ yat. Tanzimat fermam'nın (1839) öngördü­ ğü düzenlemeler toplumsal kurumlar ve toplumsal yaşam üzerinde etkisini göste­ rirken düşüncede, kültürde, sanat ve ede­ biyatta da değişmeler; yenilikler meydana geldi. Bu yenilikler büyük ölçüde batı uy­ garlığına, batı örneklerine dayanıyordu. Edebiyattaki yenileşme üzerinde batılı ya­ zarların önemli etkisi görüldü. Tanzimat edebiyatının öncüsü Şinasi* (1826-1871) batı şairlerinden (Racine, La Fontaine, La­ martine vd.) İlk manzum çevirileri yayım­ larken (Tercüme-i manzume [1859]), ay­ dınlanma çağı fransız düşünürlerinden (Voltaire, Fénelon vd.) ilk çeviriler de mey­ dana getiriliyordu (Muhaverat-i hikemiye [Münif Paşa, çev. 1859]). Türkçedekl İlk ro­ man çevirisi olan Terceme-i Telemak (Yu­ suf Kâmil Paşa, çev. 1862), dil ve anlatım bakımından eski düzyazı geleneğini sür­ dürmesine, geleneksel ahlak İlkelerini sa­ vunmasına karşın türk okuruna yeni bir dünyanın (yunan mitolojisi) kahramanla­ rını tanıtmış oldu. Bu yayını izleyen dö­ nemde batı romanından birçok çeviri ya­ pılması (serüven romanları: Tercüme-i hikâye-i Robenson [Daniel Defoe’dan, 1864], Monte Kristo Kontu, Alexandre Dumas’dan Teodor Kasap 1871-1873]; aşk romanları: Pol ve Virjini [Bernardin de Salnt-Pierre'den Sıddık, 1873], Daphnisile Khloe'nin hikâye-i taaşşukları [Longos’tan Kâmil, 1873]; cinayet-polls romanları: Ge­



ce yolculuğu [Ponson du Terrall’dan Sü­ leyman Vehbi-Manuk Gümüşclyan, 1873], Esrar-ı H ind [Xavier de Montepin'den S. Vehbi - M. Gümüşciyan, 1875], Esrar-ı Pa­ ris [Eugène Sue'den Paşayan, 1875] vd.) gittikçe genişleyen bir okur topluluğu oluş­ tururken o örneklere uygun yerli yapıtla­ rın kaleme alınmasına da ortam hazırla­ dı. Şinasi'nin Agâh Efendl’yle birlikte 1860’ta çıkarmaya başladığı türkçe ilk özel gazete Tercüman-ı ahval, Şinasi’nin 1862’ de çıkarmaya başladığı kendi gazetesi Tasvir-i efkâr, 1865'te yayımlanmaya baş­ layan ilk yerel gazete Tuna, 1862'de çık­ maya başlayan ilk bilim dergisi Mecmua -i fünun, aynı yıl çıkan ilk resimli dergi Mi­ rât vd., okur sayısının yükselmesine, okur­ ların yeni bilgiler edinmesine, yazı ve ede­ biyat dilinin sadeleşmesine yardımcı oldu; siyasal, toplumsal sorunların okurlar önünde tartışılmasına olanak yarattı. Hu­ kuk, millet, vatan, vicdan hürriyeti gibi kav­ ramlar bu yayınların ve edebiyat yapıtla­ rının konusu oldu. Bu ortam içinde, uzun bir geleneği olan şiir türünde köklü deği­ şiklikler meydana getirildi; tiyatro, hikâye -roman, eleştiri gibi türlerde batı edebiya­ tını öı.vak alan ilk ürünler verildi. • Şiir. Farklı içeriğiyle dikkati çeken yeni şiir, geleneksel vezinle (aruz) yazılmıştı. Hece vezninin zaman zaman savunulma­ sına, bu vezinle denemeler yapılmasına (Destan, Ethem Pertev Paşa [1824-1873]: “ Milletimizin öz dilinin şive ve-edasıyla ve­ zin ve kafiyesine uygun olarak yazılacak şeyler cümleye yarayacağı gibi manası da havas ve avamca anlaşılabilir", 1871) kar­ şın geleneksel vezin ve geleneksel biçim­ ler (kaside, gazel vd.), yaygınlığını sürdür­ dü. Daha önce divan geleneğine uygun ürünler veren genç Namık Kemal, Şina­ si’nin biçim bakımından eski yolda bir şi­ irini (Münacat) okuyarak etkisinde kalmış ve yenilik yolunu benimsemişti. Bu şiir; es­ ki tevhitlerdeki dogmalardan, basmaka­ lıp telmihlerden, benzetmelerden ayrılmış, Tanrı’nın ululuğunu usa dayanan neden­ lerle belirleme yolunu tutmuştu. Öte yan­ dan tanzimat şiiri sınırlı temalar yerine to p lum sorunlarını, günlük yaşamın olay, duy­ gu ve düşüncelerini ele alıyor, bunları di­ van edebiyatında olduğu gibi kalıplaşmış manzumlarla değil, düz bir anlatımla ya da kişisel mecazlarla dile getiriyordu. Top lumsal temaları işleyen Şinasi, Namık Ke­ mal (1840-1888), Ziya Paşa (1825-1880) gi­ bi şairlerin yapıtları biçimden çok içeriğiy­ le yenilik taşıyordu. Ancak bu İçeriğin gü­ zellik yerine anlama önem veren, tek tek ustalıklı beyitler kurma yerine bütünlüğü gözeten bir şiir yapısına bağlı oluşu da önemli bir yenilikti. Recaizade Mahmut Ekrem (1847-1914), Abdülhak Hamlt Tarhan (1852-1937) gibi toplumsal sorunlar yerine daha çok metafizik konuları (varlık -yokluk, dünya-ahret, ölüm vb.) İşleyen, aşkı, doğayı anlatan şairler biçimsel ye­ niliklere daha çok yer verdiler (“ ikinci fa­ sıldaki manzume [Tenaggum], osmanlı edebiyatında benzeri bulunmayan Batı yolundadır. Maksadım o yoldaki nazmın türkçede hâsıl olacağını denemektir", A. H. Tarhan, Duhter-i Hindu, 1875). Yeni şii­ rin yanı sıra eski anlayışı sürdüren bir şa­ ir topluluğu da vardı. Bu topluluğun ön­ cüsü Muallim Naci (1850-1893) ise öz ve biçim bakımından batı anlayışına bağlı şi­ irlerin de sahibiydi. • Oyun. Şinasi’nin batı sahne tekniğine dayanan oyunu Şair* evlenmesi (1860) ortaoyunundan yararlanması, günlük ya­ şamdan izler taşıması, gelenek-görenekleri yansıtması bakımından yeril bir yapıt­ tı. Halkın konuşma diliyle kaleme alınmış bu komedi aynı yolda başka yapıtlara da öncülük etti. Ahmet Vefik Paşa’nın (1823 -1891) Molière uyarlamaları, canlı yerel renkler yansıtıyordu. Molière'den uyarla­ yarak Ayyar Hamza'y\ (1873) yazan Âli Bey (1844-1899) Misafiri istiskal (1872), Ge­ veze berber (1873) oyunlarıyla da halk ko­ medisi geleneğini yaşattı. Ahmet Mithat (1844-1913) Açıkbaş (1875); Feraizcizade



Şakir (1852-1911) Evhamı (1885) vb. gibi yapıtlarında aynı çığırı sürdürdü. Namık Kemal’in Vatan’ yahut Silistre (1873) oyu­ nu vatanseverlik, kahramanlık, özgürlük gibi temaları işleyen yapıtlara öncülük et­ ti. Bu dönemde tiyatro bir eğlence oldu­ ğu kadar halk için eğitim aracı sayıldı (“ Ti­ yatro eğlencedir, fakat eğlencelerin en fay­ dalısıdır. Tiyatrolar eğlencelik mahiyetin­ den ayrılmamakla beraber medeni mem­ leketlerin inkılaplarına ve terakkilerine hepsinden ziyade hizmetler eylemiştir", Namık Kemal). 1869’dan başlayarak bir­ kaç yıl İçinde sayıları 200’e ulaşan tiyatro kitapları sade dille yazıldıkları, kolay kav­ randıkları için bu işlevi büyük ölçüde ye­ rine getirdiler. Bu dönemde günlük ya­ şam, ahlak sorunları, toplumsal bozukluk­ lar, imparatorluk İçindeki farklı topluluklar yer yer sahne yapıtlarına yansıdı: Namık Kemal: Zavallı çocuk (1873), Gülnihal (1875); Şemsettin Sami (1850-1904): 0esa (1875); Ebüzziya Tevfik (1848-1913): Ecel-i kaza (1872); Ahmet Mithat (1844 -1912): Çerkez özdenleri (1883); Manastırlı Rifat (1851-1907): Görenek (1873) vd. Ta­ rihsel olayları, tehramanları (Namık Ke­ mal: Celalettin Harzemşah [1885]; A. H. Tarhan: Tarık’ [1880], Eşber [1880] vd.), tutkuları (A. H. Tarhan: Finten’ [yayımlanışı 1918]) konu edinen trajediler yazıldı. Komedilerdeki yalin, sade sahne diline karşın bu yapıtlarda daha süslü, abartmalı bir dil ve anlatım görüldü. Manzum tiyat­ ro (A. H. Tarhan) ise aruz vezninden kur­ tulmak yolundaki bazı denemelere karşı yapay bir uygulama olmaktan kurtulama­ dı. • Hikâye-roman. Şemsettin Sami’nin gün­ lük yaşamdan yola çıkan, gelenek-göreneklerl eleştiren, kişileri canlandırırken şi­ ve taklidinden yararlanan Taaşşuk’-i Talat ve Fitnat'ı (1872) ilk türk romanıydı. Tanzi­ mat edebiyatında birçok yeniliğin uygu­ layıcısı olan Namık Kemal bu türde de ürünler verdi (İntibah [1876], Cezmi [1880]). Namık Kemal batı edebiyatında­ ki roman örneklerini masallar ve halk hi­ kâyelerinden büyük ölçüde farklı bir ya­ ratma ürünü sayıyor, bu yerli türleri kıya­ sıya eleştiriyordu: "Bizim hikâyeler tılsım ile define bulmak, bir yerde denize batıp yazarın hokkasından çıkmak, ah ile yan­ mak, külünk İle dağ yarmak gibi bütün bütün doğa ve gerçeğin dışında birer ko­ nuya dayalı ... olduğu İçin, roman değil, kocakarı masalı türündendir” , 1885). İlk romanlar gerçeği yansıttıkları ölçüde bu eleştiriyi doğrularlar. Ancak özellikle Ah­ met Mithat, romanlarında anlatım bakı­ mından halk hikâyesi, meddah gibi anla­ tı türlerinden büyük ölçüde yararlanmış görünür; bu yoldan geniş okur kitlesiyle rahat ilişkiler kurmuştur. Onun romanları içerik bakımından dönemin batı öykünmeciliğini taşlar (Felatun Bey ile Rakım Efendi [1876]), okurların serüven duygu­ larını okşar (Haşan Mellah [1875]), yerel renkler yansıtır (Dürdane Hanım [1882]); okuru eğlendirirken boş inançlarından kurtarmaya, onu bilgilendirmeye çalışır. Samlpaşazade Sezai (1860-1936; Sergü­ zeşt’ [1889]), Recaizade Mahmut Ekrem (Araba sevdası [1889]), Nabizade Nâzım (1862-1893; Karabibik [1890]) gibi yazar­ lar türün gözleme geniş yer veren, top­ lumsal sorunlar üzerinde geniş ölçüde du­ ran temsilcileridir. • Eleştiri-anı. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Ali Suavi (1839-1878) gibi Tanzimat yazarları toplum sorunlarıy­ la, siyasetle yakından ilgilendiler. Birçoğu baskı yönetimine karşı yurtta ve yurtdışında basın yoluyla savaşım verdiler; bu ko­ nularla ilgili makaleler, tartışma yazıları ya­ yımladılar. Edebiyatın geniş kütlelere ses­ lenmesi, gerçekleri yansıtması, toplum hizmetinde olmasını amaçlayan görüşle­ ri dile getirdiler. Namık Kemal’in makale­ leri (Lisan-ı osmaninin edebiyatı hakkın­ da bazı mülahazatı şamildir, 1866), kitap larının önsözleri (Bahar-ı daniş [1873], İn­ tibah [1876], Mukaddeme-i Celal [1885]),



Tanzimat edebiyatı 11230



*



Tanzimat fermam'nın dönemin resmi gazetesi Takvimi vekayi ile ilanı (22 kasım 1839)



eleştirel yapıtları (Tahrib-i Harabat [1885], Namık Kemal'in Talim-i edebiyat üzerine bir risalesi [bas. k. 1950]), divan edebiya­ tı geleneğine karşı çağının sorunlarına açık, halkı eğiten, dili ve anlatımı yalın bir edebiyatı savunuyordu. Ziya Paşa’nın (Şiir ve inşa, 1868), Şemsettin Sami’nin (Lisan-ı osmani, 1880) makaleleri divan edebiya­ tına karşı halk edebiyatını, osmanlıcaya karşı türkçeyi savundu. Recaizade Ek­ rem'in yeni şiirle ilgili ilkeleri (uyağın göz için değil, kulak için olduğu vb.) belirle­ yen bazı yazıları (III. Zemzeme önsözü [1885]; Takdir-i elhan [1881]), Muallim Naci (Demdeme [1887]) ve yandaşlarıyla sert bir tartışmaya girişmesine yol açtı. Tanzi­ mat edebiyatını izleyecek Servet-i fünun hareketi bu tartışma ortamında, bu ilkele­ ri savunarak doğdu. Tanzimat yazarlarının Abdülaziz ve Abdülhamit II dönemlerin­ de sürdürdükleri siyasal eylemler bazı anı kitaplarına konu oldu: Yeni OsmanlIlar ta­ rihi (Ebüzziya Tevfik [1848-1913]), Menfa (Ahmet Mithat, 1877). Anı türünde Ziya Paşa (Defter-i âmâ). Muallim Naci (Ömer' in çocukluğu [1889], Medrese hatıraları [1886]) gibi yazarlar dönemin türlü özel­ liklerini yansıtan ürünler verdiler. Üretken bir yazar olan Namık Kemal uzun sürgün yıllarında siyaset, edebiyat konuları, özel yaşamıyla ilgili ayrıntılı mektuplar kaleme aldı (Namık Kemal'in mektupları, c. 1-4, bas. 1967-1986). [-»Kayn.] B T a n z im a t fe rm a n ı, Gülhane hattı hümayunu da denir, Tanzimat* dönemi­ ni başlatan ve okunarak yürürlüğe giren padişah buyrultusu (3 kasım 1839). Bir hattı hümayun biçiminde ilan olunan Tan­ zimat fermanı, Gülhane meydanında, Topkapı sarayı'nın Marmara yönündeki bah­ çesinde kurulan yüksekçe bir kürsüye çı­ kan Hariciye nazırı Mustafa Reşit Paşa ta­ rafından okundu. Bu nedenle yapılan tö­ rende Abdülmecit, tüm vezirler, ulema, önde gelen devlet memurları, rum ve er­ meni patrikleri, yahudi baş hahamı, ruha­ niler, yabancı devlet elçileri, esnaf kuru­ luşları temsilcileri ve kalabalık bir halk top­ luluğu hazır bulundu. Devletle hükümet kurulları (Mecalisi devleti âliye), yönetsel ve parasal dene­ tim, adliye ve ilmiye yenilikleri, askerlik iş­ leri gibi başlıca dört alanda yeni düzen­ lemelerin öngörüldüğü Hattı hümayun şöyle özetlenebilir: Osmanlı devleti kuruluşundan bu ya­ na şeriata bağlı, güçlü bir devletti. Ancak, 150 yıldır eski güç ve zenginliğinin yerini ne yazık ki güçsüzlük ve yoksulluk aldı. Bu nedenle bundan sonra devlet ve ül­ kenin yönetimi bakımından bazı yeni ya­ saların konulması gerekli görülmüştür. Bu yasaların temelini can, ırz, namus güven­ liği; mülkiyetin korunması; verginin eşitlik



m m Bm M İi f f i i s



■;



i l p



\ -



ilkelerine göre saptanması; gerekli aske­ rin yasal olarak toplanması ve hizmet sü­ resi gibi konular oluşturacaktır. Şöyle ki: 1. Dünyada can, ırz ve namustan daha kutsal bir kavram yoktur. Bunları tehlike­ de gören kişi, ne durumda olursa olsun, yaradılışı gereği bunları korumak için mut­ laka harekete geçer. Öte yandan, can ve namusu güven altında olan insanın doğ­ ruluktan ayrılmayacağı, yalnız işi gücüyle uğraşacağı, böylece devletine ve ülkesi­ ne yararlı olacağı da bir gerçektir. Mal gü­ venliği olmayan kişi de devletine, ulusu­ na ısınamaz; ülkenin kalkınmasına katkı­ da bulunmaz ve sürekli bir tedirginlik için­ de yaşar. Vergilerin toplanması da önem­ li konulardan biridir. Her devlet toprakla­ rını korumak için asker bulundurmak, bu amaçla da gerekli harcamaları yapmak zorundadır. Bu harcamalar yurttaşlardan toplanan vergilerle karşılanır. Vergilerin de hakça ve iyi saptanması gereklidir. Bun­ dan böyle herkesin mülk varlığı ve para­ sal gücü göz önünde tutulup bu orana uy­ gun bir biçimde saptanacak, hiç kimse­ den gücünün üstünde vergi alınmayacak; devletin kara ve deniz kuvvetleri için ge­ rekli askeri harcamaları, öteki tüm masraf­ ları sadece yasalarala belirlenen sınırlar içinde yapılacaktır. 2. Hiç kuşkusuz, askerlik konusu da devletin önemli sorunlarından biridir Yur­ du savunmak için asker vermek halkın borcudur. Ancak, şimdiye kadar bölgele­ rin nüfus yoğunluğu dikkate alınmadan buraların kiminden az, kiminden çok as­ ker istendiğinden, bu durum doğal ola­ rak tarım ve ticaretin aksamasına yol aç­ tı. Şimdiden sonra her bölgeden yasala­ ra uygun bir oranda ve yeterince asker alı­ nacak, askerlik süresi de 4-5 yıl olarak sı­ nırlandırılacaktır. 3. Hakça düzenli yasalar yapılmadan güçlenme, huzur ve kalkınma olanaksız­ dır. Bundan böyle sanıkların duruşmaları halka açık olarak yapılacak; suçluluğuna hüküm verilmeden kimse hakkında gizli ya da açık idam, zehirleme ya da sürgün cezası uygulanmayacak; hiç kimse bir başkasının ırz ve namusuna el uzatamayacak; bir suçlunun mirasçıları onun adı­ na cezalandırılamayacak; suçlunun malı­ na devlet tarafından elkonularak miras­ çılar haklarından yoksun bırakılamayacak­ lardır. Müslim ve gayri müslim tüm yurt­ taşlarımıza bu haklardan ayrıcalıksız ve eşit olarak yararlanmaları için tam güven­ ce verildiği duyurulur. 4. Öte yandan, her konuda oybirliğiyle karar vermek gerektiğinden, Meclisi ahkâ­ mı adliye üyelerinin sayısı yeterince artırı­ lacak; vekiller heyeti, devlet ricali belirli gün­ lerde burada toplanacak; herkes düşünce­ lerini hiç çekimeden açıkça söyleyecek; can ve mal güvenliğiyle vergi konusuna iliş­ kin kararlar böyle alınacaktır. Her yasa ka­ rara bağlandığında, Hattı hümayun’umuzla onaylanmak üzere tarafımıza sunulacaktır 5. Tüm yasalar şeriata uygun olarak ve ancak din, devlet, yurt ve ulusu kalkındır­ mak amacıyla çıkarılacaktır. Böylece ule­ ma ve vüzeradan kim olursa olsun, yürür­ lüğe giren yasalara uymayanlar, hatır gönüle ve rütbeye bakılmaksızın cezalandı­ rılacaklardır. 6. Bu iradei şahanemiz İstanbul halkı­ na ve tüm imparatorluk camiasına ilan edilerek duyurulacağı gibi, dost devletle­ rin İstanbul’daki elçilerine de resmen bil­ dirilecektir." Ferman, içerdiği hükümleri onaylayıp genişletmek üzere daha sonra ek olarak hazırlanan ve BabIâli’de vükela, devlet er­ kânı, ruhanilerden oluşan bir topluluk önünde sadrazam Âli Paşa tarafından okunan Islahat* fermanı’yla (1856) bütün­ leştirilerek tamamlandı. fb n z lm a t m üzesi, İstanbul’da anakent belediyesine ait müze; 1952’de Beşiktaş’ taki Ihlamur kasrı’nda açıldı. Daha sonra Yıldız parkı içindeki Çadır köşkü’nde faa­ liyet göstermeye başlayan (1969), müze­ de Tanzimat fermanı, tanzimat fesleri, bu



döneme ilişkin belgeler, gazeteler, nişan ve madalyalar, çeşitli yağlıboya resimler sergileniyordu. 1981’den sonra Gülhane parkı’ndaki yeni yapısına taşındı. TA N ZİM A TÇ I a 1 . Tanzimat hareketin­ de ve/ya da yönetiminde görev almış kim­ se. —2. Tanzimat yanlısı kimse. T a n zim at-ı H a y r i y e -> TANZİMAT. T an zim at-ı H ayriye m ad a lyas ı, Ab­ dülmecit döneminde, Tanzimat’ın ilanı ne­ deniyle tunçtan bastırılan madalya (1850). Madalyanın ön yüzünde türk bayrağı ile çeşitli silahlardan meydana gelen bir kom­ pozisyon üzerinde padişahın tuğrasının yer aldığı bir arma, Gülhane hattı hümayunu’nu simgeleyen bir ferman, armanın çeşitli yerlerinde osmanlı padişahlarının adları bulunur Arka yüzündeyse dalgala­ rın vurduğu kayalar üzerinde yükselen bir burç, Sultanahmet camisi’nin kubbesini ve iki minaresini simgeleyen bir motif var­ dır. TA N Z İR a. (ar. nezâretten tanziı). Esk. Tazeleştirme. TA N Z İR a (ar. nazar'dan tanziı). Esk. 1. Bir şeye benzetme. —2. Bir şiirin içerik ve biçim bakımından benzerini yazma. —3. Tanzir etmek, benzetmek; bir şiire her yönden benzer başka bir şiir yazmak. T A N Z İR E N be. (ar. tanzir'den tanziren). Esk. Benzeterek, nazire olarak. TAO a. (yol anlamında çince söze.). Eski çin felsefesinde, evrenin birliğini sağlayan düzen ilkesi. (Eşanl. DAO.) —ANSİKL. Tao, “ Tanrı’ya götüren gerçek yol” anlamına gelir. Konfuçiusçuluk ona yalnızca "doğru yaşama biçimi” şeklinde ahlaki bir anlam verir. Oysa taoculuğa gö­ re tao, metafizik bir gerçeklik, yaşamın ve ölümün, sürekli bir değişme içinde olan tüm doğanın değişmez dayanağıdır. Bu tao, sözcüklerle upuygun bir biçimde betimlenememekle birlikte, doğal olaylar gözlenerek keşfedilebilir. Taoculuğun kla­ siklerinden biri olan ve tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte, herhalde İ.Ö. III. yy. öncesinde yazılan Tao-tö-king (ya da Daodıcing) adlı yapıtta şöyle denir: “ Kendi­ sinden söz edilebilen tao, mutlak tao de­ ğildir.” Bu taoya erişebilmek için, doğaya uygun bir biçimde yaşamak gerekir. TAOCU sıf. Taoculuğa ilişkin. ♦



sıf. ve a. Taoculuk yandaşı.



TAOCULUK a. (fao’dan). Büyük çin din­ lerinden biri. — ANSİKL. Söylentiye göre taoculuk, VI. yy.’da Laozi tarafından kuruldu. Başlıca metinleri, Laozi’ye atfedilen Daodıcing, Cuangzi (üstad Cuang’ın kitabı) ve Liezi' dir (üstad Lie’nin kitabı). Taoculuk, hem örgütlenmiş bir din, hem de tek başına uygulanabilen bir mistik yaşamdır. Taoculuğun ereği, sürekli ve gözlemlenebilir bir değişme içinde olan doğanın temeli olan metafizik yola, yani mutlak taoya götüren doğru yolu göstermektir. Dinsel sistem olarak babadan çocuğa geçecek şekilde bir rahipler topluluğu kuran bu yolun, çok ayrıntılı bir ayin düzeni vardır. Taoculuk, tarihi boyunca birçok değişik­ lik geçirdi. Bu dini, konfuçiusçuluk’a yak­ laştırmak ve bir yeni taoculuk durumuna dönüştürmek girişimlerinde bulunuldu. Buddhacılık, büyük taoculuğun rakibiydi. Aralarındaki savaşımlar, karşılıklı yıkımla­ ra ve değişimlere yol açtı. Çağdaş dönemde taoculuk, komünist devrimden çok zarar gördü ve Kültür dev­ rimi, taoculuğa büyük bir darbe indirdi. Bu din, günümüzde, buddhacılık ve öte­ ki çin dinlerinin canlanmasından çok da­ ha yavaş da olsa, belli bir gelişim göster­ di. Özellikle Tayvan’da, 63. büyük göksel üstad Şang Inbu’nun buraya sığındığı yıl olan 1945’ten başlayarak, büyük bir can­ lılık kazandı. Buddhacılık’ın tersine taoculuk, salt çinli bir dinsel düşüncedir. Gene salt çinli bir nitelik taşıyan konfuçiusçuluk’la ortak bir



kaynaktan gelen birçok düşünceyi paylaş­ makla birlikte, tapınma görenekleri ve do­ ğa karşısında konfuçiusçuluk'un salt ah­ laksal ve toplumsal tavırlarıyla çelişen m e tafizik ve kişisel tavırlarıyla ondan ayrılır. Tao’nun tutum ve öğreti kuralı olan izle­ necek yol konusundaki felsefe görüşü, in­ san ve doğa arasındaki eksiksiz bir daya­ nışmayı simgeleyen ve “ Tanrı’nın yolu” nu (Tien dao) taklit eden "Kral'ın yolu'T.u (Vang Tao ya da vang dao) temel olarak alır, insan bedeni kosmosun düzeyini yi­ nelediği için, makrokosmosa tastamam karşılık düşen bir mikrokosmostur. Taocu ayini gerçekleştiren filozoflar, simyacılar ve hekimler, kademeli bir biçimde düzenlen­ miş olan ve insandan evrene uzanan bu sistem üzerinde önemle dururlar. Çünkü insan ve evren arasında ortak olan şey, onların tözü, yani dayanakları olan taodur. Varolmaya başlayan her şey, kaynağını taodan alır ve gene taoya döner. Duyularla fark edilemeyen tao, evrene durmadan bi­ çim verir; yin ve yang’ın etkisinden doğan sürekli dönüşüm, taonun dış görünümün­ den başka bir şey değildir. Doğayı say­ mak ve ona uymak gerekir, insanın ger­ çek ereği budur. Bu nedenle Cuangzi, “ Tanrı tarafından yapılan” ve insanın “ da­ lavereci icatları" olan toplumsal kuralları tanımayan doğaya ve topluma karşıt ola­ rak "insan tarafından yapılan" doğayı ve toplumu reddediyordu. Buna koşut olarak, toplumun bütün kat­ manları tarafından paylaşılan, mutluluk vermeye ya da felaketler yaratmaya yöne­ lik gizli uygulamalar ve boş inançlar içe­ ren bir tür "halktaoculuğu" (Şın Ciao) da her zaman varlığını sürdürdü. Buna göre her nesnenin, her yaşam etkinliğinin, yatıştırılması bir tanrıya bağlı olduğu kabul ediliyordu. T A O Ç İE N ya da T A O Q İA N , Tao Yüenming ya da T ’ao Yuan-ming de denir, çinli şair (Ciangşikfe 365'e doğr. - ay. y. 427). Memurluktan ayrılarak köye çekildi. Doğa şiirleri yazdı, dilinin sadeli­ ği ve duygularının evrenselliği onun, tüm çin edebiyatının en çok sevilen yazarla­ rından biri olmasını sağladı (Poèmes du retour [fr. çev.], En buvant du vin [fr. çev.]). Kayıp bir cennet üzerine bir denemesi de vardır: la Source des pêchers en fleurs (fr. çev.). TA O LA G N A RO , esk Fort-Dauphin, Madagaskar’ın (Toleara ili) güney-doğu’ sunda liman kenti; 18 300 nüf. Mika işle­ me. —Tar. Eski Fort-Dauphin kalesini 1643'te Pronis, Hint okyanusu'ndaki fransız sö­ mürgelerine destek noktası olması için yaptırdı. TA O LA R , Yeni Meksika’daki tao ve picuri köylerinin özellikle Rio Grande kıyılarında yaşayan kızılderili Pueblolar. Toplumları (eskiden ikiyanlı geniş aileye dayanıyor­ du), grubun tüm etkinliklerinin bağlı oldu­ ğu bölgesel bir kuzey-güney dağılımına göre, iki yarı biçiminde bir bölünmeye da­ yanır. Taolar, tarım ve avcılıkla (mevsimlik yer değiştirmeler) geçiniyorlardı. Gizli der­ neklerin üyeleri, Kivalar içinde toplanırlar. Tao ve picuri koruma bölgeleri, önemli bir turizm yeri oluşturmaktadır. T A O Q İA N -



TAO ÇİEN.



T A G R M İN A , İtalya'da turizm merkezi, Sicilya’da (Messlna ili), Etna'nın eteğinde ve ion denizi kıyısında; 10 800 nüf. Evler ve anıtlar (yunan ve roma tiyatrosu, kated­ ral, şato ve Ortaçağdan kalma saray.), gösterişli bir bitki örtüsünün ortasındaki yamaçlarda sıralanır ve isola Bella ile Sant Andréa burnu arasındaki koya egemen­ dir. —Tar. Tauromenion adıyla bir yunan ken­ tine dönüşen (İ.Ö. 392’den başlayarak pa­ ralı askerlerin yerleşmesi) bu sikul kenti, genellikle Siracusa’nın egemenliği altında teldi. Yaşlı Dionysios bu kentte bir eski as­ kerler kolonisi kurdu. Octavius burada ye­



nildi, ardından burada bir koloni kurdu (İ.Ö. 34). 902'de Sarazenler'ln yakıp yık­ tıkları Taormina kalesi. Ortaçağ Sicilyası’ndaki karışıklıklarda genellikle bir rol oyna­ dı. Messina ayaklanması (1674) dolayısıy­ la, bir ara Fransızlar tarafından işgal edil­ di. TA O S , ABD’de köy. New Mexico'da, Las Vegas'ın K.'inde, yaklaşık 2 100 m yüksek­ likte, Rio Grande'nin yukarısında; 3 400 nüf. Turizm merkezi. Yakınında, Sangre de Cristo Mountains'te, kış sporları. ljA O TİE, arkaik dönem bronzlarını süs­ leyen fırlak gözlü, öküz boynuzlu, altçenesi olmayan fantastik hayvan masklarını belirten çince sözcük. Tfeo-tö-king ya da D ao d ıcln g (Ses'in ve Erdem’in kitabı), Laozi’ye mal edilen çince yapıt, taoculuğun temel kitabı. Her ne kadar yazarın öne sürdüğü düşünce­ lerin temeli daha eskiye dayanıyorsa da bugünkü metnin İ.Ö. III. yy.'dan az önce olduğu sanılır. T A O Y Ü E N ya da T A O Y U A N , Tay­ van'da kent, il merkezi; 235 521 nüf. (1990). Uluslararası havalimanı. -T a o yüen ili, 1 221 km2; 1 321 868 nüf. (1990). T A O Y Ü E N M İN G - TAO ÇİEN. TAPA ya da T IP A a. (ital. tappo’dan). Türlü maddelerden (tahta, mantar, plas­ tik, kauçuk vb.) yapılan ve dar ağızlı bir kabı kapatmaya yarayan nesne: Şişenin tapasını çıkarmak. Benzin bidonunun ta­ pası. Mantar tapa. (Bk. ansikl. böl.) —Denize. Ağaç gemi inşaatında, borda ve güverte kaplamalarında bulunan sap­ lama ya da çivi başlarının boşluklarını dol­ durmada kullanılan ağaç kavela. || Tekne­ lerin su kesimi altında telan lavra delikle­ rini tıkamada kullanılan takoz ya da kıla­ vuzlu kapak. — Isıbll. Eriyebilir tapa, sıcaklığın artması durumunda güvenlik organı görevi ya­ pan, eriyebilir metalden küçük parça. —Mak. san. Merkezleme tapası, bir par­ ça üzerindeki bir deliğe zorlanarak yerleş­ tirilen ve merkezi bir zımba darbesiyle işa­ retlenen tahta ya da metal tapa; tapa mer­ kezindeki iz, bu parçanın eksen konumu­ nu belirtir. (Bir merkezleme tapası kimi kez bir parçanın çizimi, özellikle merkezi boş­ luğu düşecek eğrilerin çizimi için kullanı­ lır.) —Metalürj. Bir döküm potasının ya da bir döküm havuzunun döküm deliğini tıka­ maya yarayan parça. —Nük. müh. Koruma tapası, bir nükleer reaktörün sızdırmazlığını ve korunmasını sağlayan yapılarda açılan bir deliğe uyar­ lanan hareketli öğe (Reaktör üzerinde ba­ zı işlemler yapılmasını sağlamak üzere, ki­ mi şartlarda tapa çıkarılabilir ya da yeri de­ ğiştirilebilir.)



—Sıh. tes. Eviye, lavabo, bide ve banyo Taormlna küvetlerini tıkamaya yarayan parça. yunan tiyatrosu —Sil. Kimi mermilerin imla hakkını, mer­ İ.Ö. III. yy. mi yolu üzerinde istenilen zaman ve yer­ (Romalılar döneminde yapılmış de patlatmayı sağlayan mekanik ya da elektrikli düzenek. || Tapa tanzim aleti, bir sahne duvarları ve orkestra yeri top mermisinin patlama mesafesini değiş­ [gladyatör dövüşleri vb. için]) tirmek için tapalarda hava delikleri açma­ ya yarayan alet. || Tapa tanzim etmek, bir top mermisinin patlama mesafesini değiş­ tirmek için ihtiraklı bileşeni içeren tüpte ta­ pa tanzim aletiyle hava deliği açmak. || Çift etkili tapa, isteğe göre hassas ya da ihtiraklı olarak kullanılabilen tapa. || Elektrikli tapa, çukur imla haklı mermilerin yemle­ me fitilini mermi hedefe vurmadan önce ateşleyen tapa. || Hassas tapa, bir engele ya da toprağa çarptığında patlayan tapa. (Hassas tapalar, ani ateşlemeli, kısa ge­ cikmeli [saniyenin yüzde birkaçı] ya da uzun gecikmeli [saniyenin onda birkaçı] olarak ayarlanabilir.) || Hedef yakınında patlamalı tapa, hedefe belirli bir uzaklığa geldiğinde, bir dış etkiyle patlayan ihtiraklı Lauros-Giraudon tapa. (Bu etki, ya radyoelektrik dalgalarıy­ la çalışan tapalarda olduğu gibi hedefin kendi özelliğinden ya da kimi güdümlü mermilerin tapaları gibi kızılaltı ışımalara karşı duyarlı olan tapalarda topraktan ya­ yımlanan bir işaretten kaynaklanabilir.) || İhtiraklı tapa, havada, mermi yolunun be­ lirli bir noktasında patlayan tapa. || Tavikti tapa, çukur imla haklı mermilerin hedefe vuruşundan sonra patlayarak lağım etki­ si oluşturan tapa. —ANSİKL. Mantar tapalar bugün de, di­ ğer yeni kapama araçlarının rekabetine rağmen, özellikle kalite şaraplarında, şam­ panyalarda ve değerli damıtık içki (kon­ yak, viski) şişelerinin kapatılmasında hâ­ lâ kullanılmaktadır. Mantar gerçekten ru­ tubete uzun bir süre dayanır. Kapamış ol­ taotie ile süslü duğu şişe ya da diğer kaplardaki içkinin kapı tokmağı gerekliyse “ soluk alma"sını, yani hava al­ bronz masını sağlar. Mantarın diğer önemli bir Savaşçı krallıklar dönemi avantajı da, sıkıştırılabilir olmasıdır. Çin Halk Cumhuriyeti Kapsül kapaklar daha ziyade gazlı iç­ kiler için kullanılır. Kapsül kapakların işle­ vi, alüminyum gibi esnek metallerden ya­ pılmak ve içine mantar ya da plastik mad­ de döşenmek suretiyle emniyet altına alın­ mıştır Fabrikalarda imal edilen kapsül ka­ paklar, doğrudan doğruya şişelerin ağzı­ na basınçla geçirilir. Bugün piyasada kapsül ve plastik ka­ pakların esnek ya da sert, çeşitli biçimler­ de, değişik renklerde, tek ya da çok par­ çalı ve bazı hallerde de kapak ya da ta­ paya hiç dokunmadan, bir dili çekip yırt­ mak suretiyle açılan çeşitli modelleri vardır —Sil. XVII. yy.'dan itibaren, güllelerde ve top mermilerinde bunlan parçalayarak pat­ latan kara barut kullanılmaya başladı. Bu amaçla, topu ateşlemeden hemen önce bir fitil yakılıyordu. Top mermisi de hedefe vurduran belli bir sûre sonra patlıyordu. XIX. yy.'da, içi, düzenli bir şekilde yanan ve saniyelere göre taksimatlı, ihtiraklı bir



tapa 11232



bileşimle doldurulmuş bir, ya da değişik boyda birkaç pirinç tüpten tahta gömlekli bir tapa yapıldı (Desmaret 1859). Bronzdan ilk hassas tapalar (1858'de yapılan ve 1875'te benimsenen Budin ta­ pası), bir emniyet düzeneği, bir amors, bir ateşleme iğnesi ve bir yaydan oluşuyor­ du ve vuruş sırasındaki eylemsizlik etki­ siyle çalışıyordu. 1870’ten sonra, hassas tapaların, hem ani ateşlemeli, hem de pat­ lamadan önce top mermisinin toprağa saplanmasını ya da engelleri (duvar, ka­ las) geçmesini sağlayan gecikmeli (sani­ yenin 1/10’u) türleri geliştirildi; günümüz­ de aynı tapa, bu iki patlama biçimi ara­ sında yapılan seçime göre kullanılır. Tapa­ nın çalışması, mermi çıkışında, eylemsiz­ likle, merkezkaç kuvvetiyle (bilyalar ser­ best kalır, kimi kez kapak yerinden oynar) ya da barut tanesinin yanmasıyla gerçek­ leşir; böylece amors taşıyıcı ateşleme iğ­ nesine yaklaşır ve vuruş anındaki patla­ ma, geri tepme ya da eylemsizlik etkisiy­ le meydana gelir. Günümüzde kullanılmayan ihtiraklı ta­ palar tablalı tapa (alman yapımı olan bu tapalar, biri diğerine göre döndürülerek ayarlanabilen biri hareketli iki tabladan oluşur ve her iki tabla da ihtiraklı bir bile­ şimle doldurulmuş birer kanal içerir) ve kovanlı tapa (transız yapımı olan bu tapa­ ların içi ihtiraklı bir bileşimle dolu ve tapa­ nın gövdesinin çevresine helis biçiminde sarılmış kalaydan bir tüpü vardır; tüpün üzerindeki metal gömlekte de, tapa tan­ zim deliklerinin açılmasıyla gerçekleştiri­ lecek mesafe süresini belirleyen taksimat­ lar bulunur) olarak ikiye ayrılır. Merminin çıkışında, sivri uçlu silindirsel bir parça, tablalardan birinin ucunu ya da kovanın hava deliğini ateşleyen amorsa vurur. Bu tapalar, 1914-1918’de kullanılan 97 modeli 75'lik toplarda etkisini göstermiştir. 1940'tan itibaren bu tapaların yerini, sü­ resi ayarlanabilen ve daha isabetli atış ola­ nağı veren süreli tapalar aldı; bunlar gü­ nümüzde, yükseğe yapılan ihtiraklı atışları ayarlamada hâlâ kullanılmaktadır. H edef yakınında patlam alı tapa, 1943’te Amerikan deniz kuvvetleri tarafın­ dan geliştirildi. Küçük radyo lambaları içe­ ren ve 2 cm dalga boyunda çalışan bir alıcı-verici topraktan yansıyan dalgalar ya­ yımlar. Mermi, birkaç metrelik bir yüksel­ tiye indiğinde yansıyan dalga, ateşleme­ yi gerçekleştiren elektronik röleyi hareke­ te geçirecek yeğinliğe ulaşır. Bu tapa, gü­ nümüzde topçular tarafından hassas ta­ palarla birlikte kullanılan tek tapadır. Uçak­ savar ve füzesavarların hedef yakının­ da patlamalı tapaları aynı ilkeye göre ça­ lışır. Uzaktan güdümlü füzelerde kullanılan elektrikli tapa'mn enerji kaynağı, mermi­ nin fırlatılmasıyla çalışan ve bu sırada elektrikli amorsa bağlanarak bir pilin dev­ resini kapatan basit bir başlık kontaktöründen sağlanır. Top mermilerinde, hedefe vuruş sırasında, yüksek duyarlıktaki elek­ trikli bir amorsu ateşlemek için gerekli enerjiyi yayan piezoelektrikli bir başlık kul­ lanılır; elektrik devresini ve fişek bağlantı­ sını kesme, yalnız merminin çıkışı sırasın­ da ortadan kalkan emniyet düzenekleriy­ le sağlanır. TAPA a. (polinezya dilinde söze.). Ekmek ağacı, çeşitli incir ağacı türleri gibi kimi bit­ kilerin iç kabuğundan elde edilen elyafla dokunan ve özel bir tokmakla dövüldük­ ten sonra, haşıllanan ve boyanan kumaş. T A P A C H U L A , Meksika'da (Chiapas eyaleti) kent, Sierra Madre'nin eteğinde; 89 000 nüf. Guatemala sınırı yakınında, Panamerikan karayolu kentten geçer. Bir kahve ekimi bölgesinin merkezi. TAPAOELER a. Kim. Kimyada şişe ka­ paklarını delmeye yarayan aygıt. TAPAJOSf'rio), Brezilya’da ırmak, Ama­ zon’un kolu (sağ kıyıdan); Teles Pires ile birlikte 1 992 km. Juruena ile Teles Pires ırmaklarından oluşur.



TAPAKULO a. (isp. tapaculo; tapar, sak­ lamak, gözlemek, ve culo, kıç, geri’den). Güney Amerika ormanlarında yaşayan, esmer tüylü, zayıf uçuşlu, böcekçil ötücükuş. (Adını kuyruğunu hep dik tutmasın­ dan alır. Yirmi kadar türü vardır. Tapakulogiller familyası.)



TA PASIZ sıf. Tapayla kapatılmamış, ta­ pası olmayan; tıpasız. TAPAYA a. Phrynosoma cinsi üyelerinin ortak adı. TAPE a. (fr. daktilo etmek anlamına ge­ len faper’den). Tape etmek, bir şeyi dak­ tilo etmek, daktiloyla yazmak.



TAPALAM A a. Tapalamak eylemi; tıpa­ ■ TAPES a. (yun. tapes, halı). Bisüslü, bü­ lama. yük ve yassı ayaklı, ayrı ve memesi iki si­ TA PA LA M A K g. f. Bir şeyi tapalamak, fonlu, eşmerkezli çizgilerle kaplı yassıca ağzını tapalamak, tapayla kapamak; tıpa­ oval kavkılı, ikiçenetli yumuşakça cinsi. lamak: Şişeleri tapalamak. (Tapes’ler bütün denizlerde bulunur ve — Metalürj. Bir boşluğu (maça başı yöre­ Üçüncü Zaman’dan beri fosiline rastlanır. sinde, dövülmüş parçanın ardında) dol­ Atlas okyanusu kıyılarında bol olan bu yu­ durmak amacıyla kumu belli bir yere sı­ muşakçalar kıyı ülkelerinde sevilerek ye­ kıştırmak. || Bir döküm potasının tapasını nir. Veneridae familyası.) küçük darbelerle kaldırmak ve aşağı in­ T A P E TU M a. (lat. tapetum, halı, halıcı­ dirmek. lık). Nöroanat. Nasırlı cismin splenium bö­ ♦ tapalanmak edilg. f. Ağzı tapayla ka­ lümünün, artkafa lobunda, yan karıncığın patılmak, tıpalanmak. artkafa boynuzunun dış kısmında yelpa­ ze halinde son bulan liflerinin tümü. TAPALANM A a. Tapalanmak eylemi; tı­ —Bot. Başçıklarda oluşum halindeki çi­ palanma. çektozlarını saran ve belki de onları bes­ TA PA LA N M A K -> TAPALAMAK. leyen hücre tabakası. —Karş. anat. Sedefsi bağdokusu lifleri ya TAPALI sıf. Ağzı tapayla kapatılmış; ta­ da guanin kristalleriyle dolu hücreler sa­ pası olan; tıpalı. yesinde göze giren ışığı kıran derin reti­ TAPAN a. Tohum atıldıktan sonra tarlayı na bölgesi. (Balıkların pek çoğunda, tim­ düzeltmeye yarayan yassı ağaç. (Eşanl. sahlarda ve karanlıkta gözleri parlayan ke­ SÜRGÜ.) di ya da inek gibi birtakım memeli hay­ —Bes. san. Pastırmacılıkta denkleme* iş­ vanlarda bulunur.) leminde kullanılan kalın ve uzun sopa. (4 -5 m uzunluğunda, 15-20 cm enindedir.) || Tapan tahtası, pastırmacılıkta denkleme işlemi sırasında ağırlığın etlerin her yanı­ na eşit dağılması için tapanın altına yer­ leştirilen kalın tahta. (Boyu 2-4 m, eni 1-2 m civarındadır.) —Değirmene. Taş değirmenlerde boğazağacı*nın içine girdiği ortası oyuk kalas. (Yere bağlı olan tapanın çukur kısmına içi oyuk bir demir ya da tunç parça yerleşti­ rilmiştir. Boğazağacı bunun içinde döner.) TAPANLAMAK g. f. Tarım, işlenmiş ara­ zinin yüzeyini tapan ya da sürgü gibi bir tarım aracıyla düzlemek.



T A P H İO İ. Tar coğ. ion denizi’nde ada­ lar öbeği, Lefkas’ın yakınında. Başlıca adası Taphos’tur (günümüzde Meghaniss i) .



TA P H R İN A a. (yun. taphros, çukur’dan). Asklımantar. (Birçok taphrina türü, özellikle odunsu bitkilerde asalak yaşar; kimisi yapraklarda kıvrılmaya, kimisi çiçeklerde yumurtalıkların bozularak keseleşmesine, kimisi tomurcukların cadı süpürgesine dö­ nüşmesine neden olur. Taphrina [Exoascus] deformans, şeftalide yaprak kıvrılma­ sının etkenidir. Taphrinaceae familyasının ve taphrinales ya da exoascales takımının örnek tipi.)



TAPAS, hinduculuğun ve hint kökenli T A P H R İN A C EA E a. Paralel diziler ha­ öteki dinlerin temel dinsel kavramlarından linde serbest aşklarla belirgin asklımanbiri. Sanskritçede bu terim, uzun zaman tarlar familyası. sürpn çileci davranışlarla meydana geti­ rilerek, iyilik ya da kötülük için kullanılabi­ TA P H R İN A LE S a. Bot. EXOASCALES’in len büyük çileci yaratma güçlerine yol eşanlamlısı. açan "sıcaklığı" adlandırır Tapas’a neden TA PI a. Kendisine tapınılan şey; mabut. olan sıkı önlemler arasında perhiz, güç koşullardaki, örneğin ateşin yakınındaki, T A P IK L A M A K g. f. Yörs. 1. Bir kimseyi yazın yakıcı güneş altında, kışın buzlu su beğenerek arkasını okşamak; tapışlamak. içindeki acı verici durumlar, bedensel iş­ —2. Bir çocuğu arkasına hafif hafif vura­ kenceler vb. sayılabilir. Yoga ile ilişki için­ rak uyutmaya ya da sakinleştirmeye ça­ de düşünülen tapas, yoga kurallarından lışmak; tıpışlamak. (niyama) birini, sekiz kollu yoganın ikinci öğesini oluşturur. Genellikle solumaya B TA P IN A K a. Bir tanrı adına inşa edilmiş yapı; tapınmak için toplanılan yer; mabet, (pranayama) bağlıdır ve ruhu arındırarak ibadethane. (Bk. ansikl. böl.) toplanmayı pekiştirdiği kabul edilir. —Esk. Rom. Göğün ya da yerin kâhinlerTapas aynı zamanda, karma zincirini ko­ ce kutsal sayılan bölgesi. Kâhinler oraya parmak amacıyla caynacılıkta da uygulabakarak kehanette bulunabilmek için lituBüyük tapınak İ.Ö. XIII. yy. Boğazköy, Çorum



us kullanarak onun yerini, yönünü belir­ ler ve bölümlere ayırırlardı. —Mim. in antis tapınak (templum in antis), cephesinde iki anta bulunan bir pronaosu (kimi zaman da bir oplsthodomosu) olan, revaksız, dikdörtgen planlı yunan tapınağı, (iki anta arasında iki sütun sa­ paklığı taşır.) —Tar. Kudüs'te yapılmış olan ve İsrail tan­ rısı Yehova'ya adanmış olan tapınma ye­ ri. (Geleneksel inanca göre ilk Tapınak, Süleyman tarafından yaptırıldı ve İ.Ö. 587' de tahrip oldu ve ikinci Tapınak İ.Û. 526|— -515'e doğru, Sürgün'den dönüşte yeni­ den yapıldı, İ.S. 70’teTapınak, Büyük Herodes tarafından güzelleştirildi. — ANSİKL. • Yakındoğu. Eski Yakındoğu' da, kutsal yerlerin sürekliliği kadar kulla­ nılan mimari formüllerin çeşitliliği de dik­ kati çeker. Müminlerin toplanma yeri de­ ğil Tanrı’nın evi olan doğu tapınağının bü­ yük boyutta olması hiç gerekmez; hatta, kimi zaman, tapınaklar sivil yapılardan güçlükle ayırt edilir. Bu nedenle, kazı so­ nucu gün ışığına çıkarılan kalıntılar yorum­ lanırken çok dikkatli olmak gerekir. Özel­ likle erken dönemler İçin, biraz özel gö­ rünümlü ya da örtülü her binaya, daha geç dönemde de dinsel bir nitelik taşıyan yapılara tapınak adı verilegelmlştlr. örne­ ğin, Mezopotamya’nın güneyinde, Eridu’ da VI. binyıl ortasından IV. binyıl sonuna kadar art arda yapıldığı düşünülen “ tapı­ naklar", belki de yalnız gösterişli evlerdi. Uruk tapınaklarının planları örnek alına­ rak kurulmuş çok sayıda yapı Suriye'de, Habuba Keblre’de bulunmuştur (IV. binyıl sonu). Bunlar, büyük bir olasılıkla var­ lıklı kent sakinlerinin kabul salonlarıdır. Buna karşıklık, daha III. binyıl'ın İlk ya­ rısında Mezopotamya'da, ayin amacıyla kullanılan dinsel yapılar yapılmıştır. Bu ya­ pılar arasında, uzunlamasına dikdörtgen biçiminde bir cellası bulunan ve girişi uzun kenar üzerinde olan sümer tipi tapı­ naklar ya da eksenel girişli babll tipi tapı­ naklar ayırt edilir. Gerçek anlamda cella çoğu kez küçük boyutlarda olsa da, av­ lular, girişler ve sofalar geniş alanlarda ge­ lişebilir. Çeşitli öğeleri 300 m'yi aşkın bir uzunluk boyunca tek bir eksen üzerinde sıralanan Larsa'daki Güneş tanrısı tapına­ ğı bu türdendir. III. binyıl'ın son yıllarından başlayarak mezopotamyalı mimarlar ziggurat adı ve: rilen katlı kuleler yaptılar. Bu özel yapı bi­ çiminin en tanınmış örnekleri, bugün de Ur*, Uruk*, Nlppur ya da Susiane'de Çogazanbil* gibi yerleşmelerde görül­ mektedir. Suriye topraklarındaki tapınaklar, ekse­ nel girişli uzun salonlar biçimindedir. Bu biçim daha III. binyıl’ın ilk yarısında orta­ ya çıkmış (tel Huera) ve II. binyıl boyunca varlığını sürdürmüştür (Ebla*, Emar). Ku­ düs tapınağı’nın (I. binyıl başı) planı da, hiç kuşkusuz bu formüle dayanmaktadır. Kutsal metinlere ve Antakya yakınlarındaki tel Taynat gibi eşzamanlı bazı anıtlara ba­ kılırsa, kral Süleyman döneminde fenikeli sanatçılarca gerçekleştirilmiş olsa da Ku­ düs tapınağı, doğrudan doğruya Suriye’ nin iç kesimlerinde uygulanan kutsal mi­ marlık formüllerinden esinlenmiştir. • Mısır. Mısır tapınağı, dindışı kişilerin ya­ pıya girmesini engelleyen bir beden du­ varıyla çevrili kutsal bir alandır. Bu neden­ le, halkın ve müminlerin serbestçe girebil­ diği bir cami ya da bir kiliseyle hiçbir bi­ çimde karşılaştırılamaz. Tapınak, Mısırlı­ larda yaratıcı enerji ve dünyalara çekidü­ zen veren ana güç olarak kabul edilen tanrısallığı barındıran yerdir. Böyle bir güç­ le, ancak uzmanlar, en başta da firavun temas kurabilir. Bu nedenle, her dönem­ de, tapınağın ana yapısını, dışardan, gö­ rünür ışıktan başlayan ve gizli ışığı, tanrı­ sal varlığı barındıran kutsal mekâna ka­ dar uzanan bir eksen belirler. Çoğu kez, zemin yavaş yavaş yükselirken tavan al­ çalır. Toprak tanrıya doğru yükselmekte, tanrı firavunun bedeninde cisimleşmekte ve bu iki çizgi, firavunla tanrının yüz yüze



geldiği merkezi bir mekânda birbirine ka­ vuşmaktadır. Büyük ya da küçük olsun tüm Mısır tapınakları binlerce yıl boyun­ ca hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp gi­ den bu ölçüte karşılık verir. Tapınaklar için hep yinelenen planda, bir cephe (Yeni imparatorluk döneminde bir pilon), açık bir avlu, bir ya da birkaç hypostylos salon, bir pronaos, dua oda­ larıyla çevrili bir naos yer alır. Çok sayıda değişik uygulama bulunsa da, ana fikir hep aynıdır: dlndışıyla kutsal arasında, ya­ pının üstü açık ilk bölümüyle örtülü tapı­ nağı oluşturan ikinci bölümü arasında bir sınır yaratmak. Kutsal metinler, tapınağın tıpkı evren gibi tasarlandığını açıklamakta­ dır: naosa adımını atan firavun, "gökyüzü­ nün kapıları” ™aşmaktadır. Tanrı kendi evin­ de mutluluk İçinde yaşasın ve Mısır'a muh­ taç olduğu yaşam enerjisini versin diye, fi­ ravun onu besler, giydirir ve yaşatır. Geniş anlamda tapınak, hem dinsel, hem de eko­ nomik bir bütünlüktür kentin tam kalbidir. Ana yapı çevresinde “ Yaşam evi”, kutsal göl, mammisi, atölyeler depolar, rahipler için evler gibi başta birçok öğe yer alır. Uzun yıllar boyunca tanrısal tapınaklar­ la mezar tapınakları arasında bir ayrım ya­ pılmıştır. Tanrısal tapınaklar tanrıların ba­ rındığı yerlerdir ve Mısır uygarlığının doğ­ duğu günlerden başlayarak yapılmışlar­ dır. Ne var kİ, taş bloklarını devşirme yo­ luyla sonraki inşaatlarda kullanma gele­ neği nedeniyle, Eski ve Orta imparatorluk döneminden pek az anıt ayakta kalabil­ miştir. Başlıca tanrısal tapınaklar arasında, Karnak*, Luksor* Abydos*, Ebu* Slmbel topluluğu ve Denderah* ya da Edfu* gi­ bi büyük yapılar anılmalıdır. Mezar tapınakları, kuramsal olarak, bir kralın anısını yaşatmak amacıyla yapılmış­ tır. Metinlere göre bunlar, firavunun ruhu­ nun sonsuza dek yaşadığı "milyonlarca yıllık şatolar’ ’dır. Bunlara örnek olarak, kra­ liçe Hatşepsut'un mezar tapınağı Deyr* ül -Bahri, Ramesseum* (Ramses II) ya da Medinet* Habu (Ramses III) sayılabilir. Gerçekte, insan-firavuna tapınmanın, tan­ rılar ve tanrılaştırılmış firavun kültüyle kay­ naştığı görülür kİ, bu da, sonuç olarak, bi­ zi tanrısal tapınak kavramına götürür. Bir başka grubu oluşturan güneş tapı­ naklarıysa, kutsal sayılan varlığın ışık ilkesi olduğu bir çeşitlemeden başka bir şey de­ ğildir. Güneş-yaz kültü açık havada kutla­ nır ve Tel El-Amarna*’daki Aton tapınağı'nda ya da Ebû* Gurâb'da (V. hanedan) ol­ duğu gibi, naosun yerini bir piramit almıştır. • Eski Yunan. Tapınak, İ.Ö. 1250-1200 do­ laylarında girit-mykenai monarşisine son veren siyasal ve dinsel bir devrimin so­ nunda ortaya çıkmıştır. Girit ve Akhaia hü­ kümdarlarının saray capellalarının yerini almıştır ve eski yunan toplumunun yeni bi­



rimlerinin (aileler, fratriler, siteler, koine vb.) ibadet ettiği mekândır. ister Atina’da olduğu gibi, doğrudan doğruya akhaia sarayından türeyen ve kentin siyasal merkezine daha yakın olan bir akropolis tapınağı (Hephaisteion), is­ ter Aighina* Bassal*, Sunion* Argos*'taki Heralon, Sisam*, Didyma*, Dodone* ör­ neklerindeki gibi büyük merkezlerin uza­ ğında kurulmuş bir tapınak, İsterse kutsal bir yerin tapınağı (Olympia* Epldauros*, Delphoi*) olsun, hepsinin ortak özelliği, temenos adı verilen kutsal, kapalı bir hacim­ lerinin bulunmasıdır. Temenos bizzat tan­ rıya aittir ve açık hava sunağı burada yer alır. Sunak basit bir toprak ya da çayır tümseği olabileceği gibi, en eksiksiz ör­ neğine büyük Bergama sunağında rast­ lanan anıtsal bir yapı biçiminde de orta­ ya çıkabilir. Balla birlikte birkaç damla süt ya da şaraptan, kurban edilen onlarca hayvana kadar çeşitli sungular sunak üze­ rinden tanrıya gönderilir. Sunağın karşısın­ da, özel bir yapı olan naos'ta, tanrının su­ reti saklanır. Mimarlıkta çok belirgin bir de­ ğişim sözkonusudur: Ege'nin saray içine yerleştirilmiş düz çatılı dua odaları, yerle­ rini çift eğimli bir çatıyla örtülen, kütlesi ve konumuyla insan konutlarından ayrılan naosa bırakmıştır. Tanrının sureti, artık girit ya da akhaia heykelciği değildir; insan oranlarında ya da çok daha büyük hey­ kellerdir. Bu heykelleri korumak için, D.’da bir kapıyla giriş sofasına ya da pronaos'a açılan uzun bir cellaya gerek duyulmuş, bakışım kaygısıyla bu sofa, cellanın geri­ sinde de yinelenmiştir. Cellayla bağlantılı olmayan bu bölüm opisthodomos'tur. Bu iç dikdörtgenin önünde önceleri bir revak (prostasis) bulunur, bunun altı sütunu,



Didyma Apollon tapınağı (Dldymaion) Söke, Aydın



TAPINAKLAR



Yazılıkaya açık hava tapınağı büyük galerinin genel görünüşü İ.Ö. XIII. yy, Boğazköy, Çorum



tapınak 11234



TAPINAKLAR



üzerinde oymalı bezemelerin yer aldığı saçaklık ve alınlığı taşırdı; mimarlığın ge­ lişmesiyle birlikte, revak, naosu dört bir yandan kuşatmaya başladı (peristasis); ki­ mi zaman da, iki ya da üç kenarlı bir iç revakla cella genişletilerek tapınma ¡dölü­ nün daha İyi sergilenmesi sağlandı. Kar­ şından bakıldığında, özenle tesviye edil­ miş bir örgü sırasıyla sona eren kütlesel temel üzerinde, dor düzeninde üç basaG. Gerster-Rapho



Ebla’daki (Suriye) IV, tapınağın kalıntıları; amurru uygarlığı, 1.0. XX.-XVIII. yy. pişmiş tuğlalarla yapılmış Dur-Kurigalzu zigguratı (Irak); İ.Ö. XIV. yy. (?) (önde, pişmiş tuğla merdivenin restore edilen ana kolu)



maklı, büyük ¡on tapınaklarında daha yük­ sek olan ve revakla iç naosu taşıyan krepis görülür. Parthenon'da saptanan optik düzeltmeler, yatay çizgilerin hafifçe eğri­ leştirildiğini, sütunların eğik, şişkin ya da kalın yapıldığını, duvarların dış yüzlerine hafif bir şev verildiğini göstermektedir. Sü­ tun başlıkları ve silmeli örgü sıraları dışın­ da, özellikle heykellerle süslenmiş alınlık­ larda (Olympia, Aighina, Atina Parthenonu vb.) ve saçaklıkta yoğunlaşan oymalı bezemeler (friz) dikkati çeker. Alınlık akroterlerinde (bitkisel bezemeler ya da hey­ keller, hatta hareket halinde betimlenmiş gruplar) ve çörten işlevi gören aslan baş­ larıyla süslenmiş derelerde de heykel ve oymalar vardır. Arkaik tapınaklarda bu be­ zeme, canlı renklere boyanmış pişmiş top­ raktandır. Çok çeşitli nedenlerle birçok tapınak genel bir tiplemenin dışında kalır ve ger­ çekte, model sayılabilecek tek bir yunan tapınağı yoktur; bunu anlamak için, bü­ tün gariplikleri eski oluşuna bağlanamayacak Olympia Heraion tapınağı’nı, Sicil­ ya tapınaklarının o şaşırtıcı çeşitliliğini (Se linus, Agrigento; Agrigento'daki Zeus ta­ pınağı, gerçek bir naos olmaktan çok, bü­ yük, kapalı bir temenos'tur), dev lonia ta­ pınaklarını (Efes, Sardeis, Didyma, Si­ sam), Atina Erekhteionu’nu, özel bir plan­ la kuzeye doğru yönelen ve üç düzeni ilk olarak bir araya getiren Bassae'yi gözler önüne getirmek yetecektir. Dor düzeni kıta Yunanistan'ı ile Batı'nın, ¡on, Anadolu ile adaların düzenidir. Çeşitli türlerin birbiri­ ne karıştığı Atina ve Delos, Delphoi, Olympia'daki uluslararası tapınaklar bu genel­ lemenin dışına çıkar. Korinthos düzeni Hellenistik ve Roma dönemlerinde geliş­ miştir. Birçok örnekte çokrenklilik ortadan kalkmıştır, ancak Atina Akropolisi müzesi’ndeki kalıntılar bu konuda fikir verecek niteliktedir Renk yalnız dekorla sınırlı kal­ mamakta, gereç seçiminde (mermer, ki­ reçtaşı, tüf, yığışımlar, boyalı pişmiş top­ rak), kafes, tavan ve kapılarda (bronz, fil­ dişi ve altın) ve daha geç dönemlerde ze­ min mozaiklerinde çokrenklilik aranmak­ tadır. Zenginlikleri ve olağanüstü boyutlarıy­ la normalin dışına çıksalar da, Athena Parthenos ve Olympia Zeus tapınakları, 'kült heykeli konusunda klasik örneklerdir; yazık ki, günümüze pek az özgün parça ulaşmıştır • Roma. Bilinen en eski Roma tapınakla­ rı krallık döneminin sonuna uzanır: Roma'da Servius Tullius'un kurduğu ve ka­ lıntıları S. Omobono kilisesi altında bulun­ muş olan Fortuna ve Mater Matuta tapı­ nakları. 509’da kurulan ilk Capitolium'dan günümüze yalnızca temeller kalmıştır (bunlar Museo Nuovo Capitolino’da görü­ lebilir). Roma’da, bilinen cumhuriyet dö­ nemi tapınaklarının en önemlileri Largo' Argentina (Minucia Vetus revakı) kutsaj alanı içinde yer alır; bu dört tapınak bir-: çok onarım görmüş olsalar da, büyük te-; tihler döneminde, zafer kazanmış gene­ rallerin yaptırdığı çok sayıda bina hakkın­ da bilgi vermektedir. Cumhuriyet dönemi nin daha ileri yıllarında yapılmış iki başka tapınak Tevere ırmağı kıyısında bugün de ayaktadır: ion düzeninde, dikdörtgen planlı tetrastylos Portunus tapınağı ve ko­ rinthos düzeninde yuvarlak bir yapı olan Hercules Olivarius tapınağı. Roma dinsel mimarlığı, Cumhuriyet dö­ neminden başlayarak, önce etrüsk, ardın­ dan yunan etkilerinde kalmakla birlikte, ki­ mi özgün yönleriyle ayırt edilir: örneğin, pseudo peripteros tapınaklarda, cellanın sütunları, tıpkı uzunlamasına dikdörtgen planlı (Forum'da Concordia ve Capitolium üzerinde Veiovis tapınakları) ve yuvarlak tapınaklarda olduğu gibi cella duvarına gömülmüştür. Augustus döneminde bir devrim yaşa­ nır: imparator bir yandan Roma tapınak­ larının birçoğunu yeniden yaptırırken, bir yandan da Palatium tepesi üzerindeki



Apollon gibi, günümüze yalnız podiumu ulaşan yeni tapınaklar yaptırır. Roma ko­ rinthos düzeni bu dönemde biçimlenir. Hadrianus, Agrippa'nın uzunlamasına dikdörtgen bir plana göre yaptırdığı Pantheon'u geniş bir kubbeyle örtülü yuvar­ lak bir cella ekleyerek yeniden yaptırdığın­ da, önemli bir başka yenilik boy gösterir: önceki dönemlerde yapılmış yuvarlak planlı tapınakların çatısı düz ve ahşaptır. Pantheon kubbeli tüm yapıların atasıdır. Roma tapınakları İtalya’da ve eyaletler­ de taklit edilmiştir: Augustus’un torunları­ na bağışlanan Nîmes'deki Kare ev, Au­ gustus döneminin korinthos düzenindeki peripteros tapınaklarının en iyi korunmuş örneğidir. • Hindistan ve etkisi altındaki yöreler. Vedacılık, yalnızca, kurbanlar İçin kutsal bir alan ve bir sunak yapılmasını zorunlu kı­ larsa da caityalar'a gösterilen saygıya bağlı olarak kurulan en eski tapınma yer­ leri, bu alanı ve sunakları parmaklıklarla çevirmiştir. Buddha ve cayna tapınakları, din adamları için konutlar ekleyerek bu il­ kel formülü geliştirecektir. Hıristiyanlık dö­ neminin başlarına doğru, putlara tapınma olayının gelişmesiyle, tanrılarla özdeşleş­ tirilen ve onların evi sayılan tapınaklar ya­ pılmıştır. Önceleri iddiasız, küçük bir celladan oluşan (Bhopal* Sanci*, IV.-V. yy.) bu tapınaklar, zamanla, dünyanın ekseni sayılan Meru tepesini ya da brahman tan­ rıların barındığı dağları çağrıştıran yapı1 lara dönüştü. Günümüze kadar korunabilmlş en eski cayna tapınakları (İ.Ö.III. yy.) kayalara oyulmuştur. Bunlar çök kü­ çük boyutlarda olsalar da, güzel görülür bir biçimde, daha kısa ömürlü gereçierle yapılmış yapıları taklit ederler (Blhar’da, Barabar tepelerinde: Sudama, İ.Ö. 250, Lomas Risl vb.). Gereçleri bir araya geti­ rerek oluşturulmuş mimarlığı kopya etme isteği tüm kaya tapınakları İçin geçerli bir kuraldır (yaklş. ¡.O. II. yy. - İ.S. VIII. yy.). Caynacılık ve özellikle de buddhacılık, din adamları için konutları (serbest bir alan çevresinde düzenlenmiş hücreler olan vihara) ve tapınma yerini (absidal planlı, be­ şik tonozlu caityagriha) geliştirmiş, Andhra Pradeş (Nagarcunakonda: kazılarlfi gün ışığına çıkarılmıştır) ya da Gandhşra’nın (Taht-i Behi kalıntıları) manastırların­ dan esinlenen topluluklarda bunları bir araya getirmişlerdir. Bu iki din ve ardından brahmancılık, kayalara oyulmuş ve tektaş yapıları birleştirerek, gittikçe karmaşıkla­ şan tapınaklar gerçekleştirmişlerdir (yaklş. VIII. yy.: Ucayn’ın K.’lnde buddha tapınağı Dhamnar; Ellora’da brahman yapısı Kallasa). Çok geçmeden de, tapınakları ka­ lıcı gereçlerle İnşa etme uygulaması yay­ gınlaşmıştır. Buddhacılığın gerileme İçin­ de olduğu Ortaçağ boyunca, bir yandan simgeciliğin gelişmesine, bir yandan da yerel mimarlığın gösterdiği atılıma bağ|ı olarak brahman tapınağı gerçek bir evrinfı yaşamıştır. İki anlayış karşı karşıyadır. B{rj, Tanrı’nın evi olan dağla benzerliğini vufğulayarak tapınağı olabildiğince gö zla Önüne serme (şikhara* adı verilen e ğ ris i yapılar: Bhubanesvar; vimana denilen pi­ ramidal yapılar: Tancavur), özellikle Gûney’de benimsenen öteki anlayışsa, küçük boyutlarda yaparak ve dışa doğru genişleyen gopura'\ar\a eşmerkezli duvar­ lar içine alarak tapınağı gizleme (Şrirangam) eğilimindedir. Caynacılık ise, "tapınak-kent" formülüne yönelmiştir (Abu, Girnar vb.). Hindistan dışında, Ortaçağda bu ülke­ de görülenle karşılaştırılabilecek yerel bir çeşitlenme dikkati çeker. Özellikle buddhacılığın önemini koruduğu yörelerde (Sri Lanka, Birmanya, Tayland) bu çeşitlilik gü­ nümüzde de sürmektedir Birmanya, kıs­ men pala sanatından devraldığı formül­ leri ustaca geliştirmiş (Pagan, XI. yy. ve sonrası), Endonezya* ve Cava, ama özel) likle de Kampuçya*, çok daha özgün tâ pınaklar yaratmışlardır. Şaşırtıcı bir mekân örgütleme duygusunu yansıtan, basa­ maklı piramit biçimindeki khmer tapınağı



(“ dağ-tapınak" denir) çok ileri bir simge­ ciliğin ürünüdür ve Bakong'dan (881) Angkor Vat'a (XII. yy.’tn ilk yarısı) tam an­ lamıyla klasik bir güzelliğe ulaşır. Benzer bir tasarıma, daha ileri bir tarihte yalnız Nepal’de rastlanır (Bhadgaun'da Bhagavati tapınağı, XVII. yy. sonu). • Çin. Genellikle en güzel doğal alanlar üzerinde kurulan tapınaklar, çevre duvarı içinde bir eksen boyunca düzenlenmiş ve çoğu kez aynı etek üzerinde birleştirilmiş birçok yapıdan (genellikle sağında ve so­ lunda iki kule bulunan, dikdörtgen planlı büyük bir pavyon) oluşur. Bunlar çoğu kez ahşap yapılardır; sütunlar üzerinde taşı­ nan kavisli ve taşkın çatılar (kimi zaman birkaç çatı üst üste getirilir) sınırlı kiremit­ lerle kaplıdır. Sütunların canlı kırmızısı, te­ ras ve parmaklıkların beyaz mermeri ile kiremitler arasında büyük bir uyum var­ dır. Bu tapınakların önünde çoğu kez taş ya da ahşap revaklar bulunur. Bu tapınak türü Vietnam ve Japonya’ da da uygulanmıştır. Çok basit bazı japon tapınakları (örneğin kare planlı, orta dikmeli izumotapınağı) V. ve VI. yy.’ların mi­ mari biçimlerini sürdürmektedir. • Anadolu'da Doğu Çatalhöyük*’ün G. -B. kesiminde rastlanan ve duvar süsle­ meleriyle öteki yapılardan ayrılan kalıntılarifrtapınak olduğu sanılmaktadır. YenitaŞ'döneminin en önemli merkezlerinden olan bu yerleşmede (İ.Û. 6300-5700), ev­ lerin duvarları kırmızı boyalı iken, bu ya­ pıların duvarları çokrenkli geometrik mo­ tifler; doğal ve simgesel resimler, av sah­ neleri, ana tanrıça ve çeşitli hayvan ka­ bartmalarıyla süslüdür. Hacılar" II katma­ nında Bakırtaş döneminden bir tapınak yapısı ortaya çıkarılmıştır, ilk Tunç çağda, konutlardan ayrı bir kült yapısı bulunama­ mıştır. Bu dönemde doğal kutsal alanla­ rının yanı sıra evlerde kült odaları vardı. Anadolu'da özgün tapınak yapıları İ.Û. 11. binyıl'ın ikinci yarısında Hititler’le birlikte ortaya çıkmıştır. Ele geçen kil tabletlerde, Hitit krallık döneminde “ tanrı evi’nden söz edilmektedir Hitit tapınakları halka açık ta­ pınma yerleri olarak tasarlanmamıştı, tanrı heykelinin bulunduğu kutsal odaya (adyton), yalnızca rahipler, kral ve kraliçe gi­ rebiliyordu. Kutsal odanın yanındaki oda­ daysa tanrı yatağı bulunuyordu. Boğaz­ köy (Hattuşaş) kazılarında ortaya çıkarılan beş büyük tapınak, bu yapıların mimari­



lerinin aydınlatılmasında önemli ölçüde et­ kili olmuştur. Büyüklükleri ve gösterişli mi­ marileriyle dikkati çeken Boğazköy tapı­ nakları, avlu, ön avlu, cella (naos), cella ön odası ve yan odalarından oluşuyordu. Mekânların düzenlenmesinde bakışık bir plan gözetilmemiş, yalnızca kült odasının belirginleştirilmesine özen gösterilmiştir. 160x135 m'lik bir alanı kaplayan Tapınak I bu yapıların işlevselliğini de belgeleyen önemli bir örnektir: dikdörtgen planlı ana kutsal yapının çevresinde, dar, uzun oda­ lardan meydana gelen depolar ve işlikler vardır. Tanrı heykelinin bulunduğu odanın yan ve arka pencerelerle, doğal ışıkla ay­ dınlatılması, hitlt tapınaklarını öteki Onasya tapınaklarından ayıran önemli bir özel­ liktir. Yazılıkaya", hitit tanrılarının tümünü kapsayan büyük bir açık hava tapınağıy­ dı; burada da kayaların oluşturduğu do­ ğal mekânlara yapılan kimi eklemelerle, hitit tapınak şemasına bağlı kalınmıştır. Geç hitit tapınaklarının bir bölümü Su­ riye'nin etkisindeyken (Kargamış), kimile­ ri de ön avlu, cella ve adyton bölümleriy­ le ege mimarlığının megaronlarını andı­ rır (tel Teynet). Urartu kralları tanrıları için pek çok ta­ pınak yaptırmıştır; Anadolu'da ve Anado­ lu dışında gerçekleştirilen kazılarda bu ya­ pı türünün çeşitli örnekleri ortaya çıkarıl­ mıştır. Çoğunlukla belirli bir şemaya göre yapılan bu tapınaklar galerili bir avlu, tanrı heykelinin bulunduğu kare planlı, köşeleri



çıkıntılı kutsal odadan meydana geliyor­ du; avluda üç ayaklı kazanlar, kurban ma­ sası, ortası delikli sunaklar vardı. Aznavurtepe'de Menuas'ın yaptırdığı, tere planlı tapınak bu türün ilk örneğini oluşturur, Altıntepe, Çavuştepe (SardurihinHi) ve Top-



A



Ch. Lenars



4 İ.Ö. 27'de Agrippa tarafından kurulan ve Hadrianus tarafından yeniden yaptırılan (İ.S. 117-138) Roma Pantheonu



, tJ . . Ran^pur da (Racastan 1433-1435 arasında yapılan Adlnath cayna tapınağı’nm iç mekanı ^



^



Atina’da Thesekm diya anılan Hephaisteior| ¡ ö 449-444 arasında ^ dÛ2Mİnde tapınaj| . ŞERİF MU­ HİTTİN. H TA R G A N (Safiye Ayla), türk kadın ses sanatçısı (İstanbul 1907). Bebek Çağlayan darüleytamı'nda yetişti. Bursa Kız mual­ lim mektebi'ne devam etti. Çapa kız öğ­ retmen okulu'nu bitirdi. Beyoğlu birinci ilk­ okulu öğretmenliğine atandı (1925). Eyyubi Mustafa Sunar'dan müzik dersleri aldı. Darüttallm musiki heyeti'nin konserlerine katıldı. 1931'de öğretmenlikten ayrıldı ve gazinolarda çalışmaya başladı. Yesari Asım, Hafız Ahmet Irsoy, Selahattln Pınar, Sadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey'den yararlandı. 500'den fazla plak doldurdu. Yurtiçinde ve yurtdışında konserler verdi. Bir ara İstanbul konservatuvarı icra heyeti'nde bulundu. İstanbul radyosu’nun ilk açılışından bu yana Türkiye radyoları’nda yayınlara katıldı. Pek çok ses sanatçısı onun taklitçisi oldu. Son derece yumuşak, tatlı sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı, özel­ likle arap ülkelerinde büyük ilgi gördü. I950'de Şerif Muhittin Targan ile evlendi. Seninle doğan güldür bu gönül (neva, sofyan) ile Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir (mahur-sofyan, değişmeli) ad­ lı iki şarkısı vardır. T A r g o v İş t e -



TÎRGOVİŞTE.



Taisusw fea k e n rfe d a ra s y o n u , 14 ma­ yıs 1792’de Felix Potockl, hetman Se-



weryn Rzewuski ve Franciszek Branicki adlı üç magnat tarafından kurulan polonya konfederasyonu. Konfederasyonun, 1791 Anayasası'nın geçersizliğini ilan et­ mesi ve rus birliklerinin yardımını isteme­ si üzerine, 18 mayısta rus birlikleri sınırı geçti, 24 temmuzda kral Stanistaw August, Konfederasyon'a katıldı ve savaş ha­ rekâtlarını durdurtarak Polonya'nın ikinci bir paylaşımına yol açtı (1793). TA R G U M a. (çeviri anlamında ibranice söze ). Babil esaretini (İ.Ö. 587-538) izle­ yen dönemde, ibranicenin yerini aramca aldığı zaman, Kutsal Kitap'ın sinagog ayini için yapılan (bazen açıklamalı) aramca çe­ virisi. —ANSİKL. Filistin ve Doğu diasporadaki Yahudıler'in aramca konuştukları sürgünsonrası dönemde sinagog ayini gereksi­ nimlerinin ürünü olan targumlar, yalnız bir çeviri olmakla kalmıyor, klasik ve ayinsel ibraniceyi az bilen kuşaklar için kutsal metni anlaşılır bir duruma getirmek ere­ ğini güden bir açıklama oluşturuyorlardı. Başlangıçta sözlü, bir çırpıda yapılmış ve bölük pörçük bir nitelik taşıyan bu çeviri­ ler, yüzyıllar boyunca, genellikle çok son­ radan yazıya döküldü. Kumran kazıların­ da, İ.Ö. II. yy. sonunda yazıldığı sanılan çok eski bir Eyüp targumu bulundu. Bu­ gün elde bulunan targum edebiyatı şöy­ le sınıflandırılmaktadır: 1. en ünlüsü Onkelos targumu (Babil targumu da denir) olan Torah targumları (Onkelos targumu, çok daha eski bir metnin İ S. II. yy.'a tarihlenebilen edebi aramca bir yeniden çe­ virisidir); 2. eldeki metnin, İ.S. Ill.-V. yy.'lar arasında yazıldığı sanılan Peygamberler targumu; 3. eldeki yazma Talmud döne­ minden önceye tarihilenmeyen Ketubim* targumları. T A R a U M U R E Ş - TÎRGU-MUREŞ. TA R G Y A . Tar. coğ. Anadolu’nun Lydia bölgesinde kent; yeri kesin değildir. An­ cak Manisa'nın Salihli ilçesine bağlı iğ d e cik köyü yakınında, Karataş ovasındaki ka­ lıntıların bu kente ait olduğu sanılmakta­ dır.



Blollay-Dlaf



demirci ve zanaatçı ustalarına, esnaf temsilcilerine verilen ad. —ANSİKL. Tarhanların eski Türkler’de kehanet sahibi olduklarına, gerektiğinde tıl­ sımlı taşlarla düşman ordularını yok ettik­ lerine inanıldığı için göktürk ve hazar ha­ kanları da tarhanların soyundan geldikle­ rini iddia ederlerdi. Bu, daha sonra Türkler'de "tarhanlık*" olarak büyük toprak sahiplerine verilen bir unvana dönüştü. Moğollar'da da önemli komutanlar, yük­ sek düzeydeki görevliler, toprak sahipleri ve büyük tüccarlar bir ayrıcalık ve onur belirtisi olarak adlarının sonuna eklenen "tarhan" unvanıyla anılırlardı. Bu gelenek türk boytannda X. yy. ortalanna kadar var­ lığını korudu.



Tarentaise isâre vadisi Breviâfes'de



TARHAN (Mehmet Hayri), türk asker



(Tırnovacık 1880 - Ankara 1934). Harp okulu’nu (1902), Harp akademisi'ni (1905) bitirdi. Balkan savaşı'na katıldı. Birinci TARH a. (ar. farğ). Bahçelerde çiçek dik­ Dünya ve Kurtuluş savaşlarında tümen ko­ mek için ayrılmış yer: Çiçek tarhları. mutanlığı yaptı. Kurtuluş savaşı'nda 61. (Eşanl. PARTER.) [Bk. ansikl. böl. Çiçekç.] Tümen komutanıyken generalliğe yüksel­ —Esk. 1. Atma, bırakma. —2. Vfergi koyma. di. Harp akademisi'nde Atatürk'ün sıntf —3. Düzenleme, tanzim: “ Eğer seryretme arkadaşıydı. dinse her birinin tarh-ı dil-cûsun" (Nedim, XVIII. yy.). — 4 . Tarh etmek, atmak, bırak­ TARHAN (Ali Rana), türk siyaset adamı mak: “Eşrefoğlu Rumî'yi aradan tarh ed e (İstanbul 1883 - ay. y. 1955). Galatasaray yin / Senin ile bakayım seni göreyim lisesi'ni bitirdikten sonra yükseköğrenimi­ canım''(Eşrefcğlu Rumi, XV. yy.). — 5 . Tarhni Almanya ve Belçika'da PTT meslek efgen -> tarh e fg e n . || Tarh-endaz -* tarokullarında tamamladı. 1927'de başlayan hendaz || Tarh-i esas, temel atma. yasama görevini 1950 seçimlerine değin —Esk. mat. ÇIKARMA'nın eşanlamlısı. sürdürdü. İnönü ve Bayar hükümetlerin—Süslem. sant. Kimi islarâ elyazmalarınde Gümrük ve tekel bakanı olarak yer al­ da, sayfanın yazı yazılacak zemini üzeri­ dı (1931-1939). Bir süre Müstakil grup baş­ ne yaldızla yapılan hafif bezeme. kanlığı yaptı. Yasama görevinin sona er­ —Verg. huk. Vergi tarhı, vergi alacağını mesinden sonra iş bankası yönetim ku­ yasalarda gösterilen matrah ve oranlar rulu başkanlığına getirildi. üzerinden hesaplayıp saptama İşlemi. (Bk. ansikl. böl.) TARHAN (Mümtaz). türk yönetici ve si­ —ANSİKL. Çiçekç. İngiliz usulü tarhlarda yaset adamı (İstanbul 1908 - ay.y. 1970). genellikle çimenden bir fon bulunur. Fran­ Ankara Hukuk mektebi’nin bitirdi (1931), sız usulü tarhlarda düzgün bakışımlı ekil­ kamu görevlerinde çalıştı. Sayıştay baş­ kanlığından ayrılıp siyasete atıldı. Bir dö­ miş çokyıllık bitkilere yer verilir. İşlemeli tarhlarda tarh kenarları oya gibi budanmış nem DP Ankara milletvekilliği (1954-1957) şimşir bordürlerle süslenir. Su tarhları bü­ yaptı ve 4. Menderes hükümetinde Çalış­ yük parklarda bulunur. ma bakanı olarak yer aldı (1955-1957). Ya­ —Verg. huk. Vergi tarhı işlemleri genellik­ sama görevinin sona ermesi üzerine İs­ le vergi dairelerince yapılmakla birlikte, tanbul vali ve belediye başkanlığına geti­ yükümlünün kendisi ya da üçüncü kişiler rildi (1957-1958). Kamu görevinden ayrıl­ tarafından da yapılabilir. Örneğin, gelir dıktan sonra yaşamının sonuna değin kendi kurduğu bir özel okulun yöneticili­ vergisinde, yükümlü vergi konusunu ve matrahını ve bu matraha göre hesapladığı ğini yapan Tarhan’ın Olgunluğumuzun vergi borcunu kendisi saptar ve beyan panoraması (1940), Medeni kanunun ge­ eder. Üçüncü kişiler tarafından yapılan nel esaslan (1947), Akitler (1948), Muka­ tarh işlemlerine ise kaynakta tevkif yönte­ yeseli dünya kadastrosu (1949) vb. yapıtmi gösterilebilir. Vergi tarhında uygulana­ lan bulunmaktadır. cak yöntemler şunlardır: beyanname* yön­ temi, götürü* yöntem, karine* yöntemi ve ^TARHAN (Abdülhak Hamit), türk şair, oyun yazarı (İstanbul 1852 - ay. y. 1937). idarece* takdir yöntemi (resen takdir). Tarih-i liva, Ruzname gibi yapıtların yaza­ TA R H A N a. (esk. türkç. tarkan'dan). Tar. rı hekimbaşı Abdülhak Molla'nın (1786 Eski türk boylarında, özellikle Oğuzlar'da -1853) torunu; tarihçi (Tarih-i devlet i atiye



İNSİ



RK Saüye Ayla Targan



Tarh an 11248



Abdülhak Hamit Tarhan



tarhun (Artemisia dracunculus)



-yi Osmaniye [1854]), Mekteb-i tıbbiye na­ zırı, Tahran büyükelçisi Hayrullah Efendi’ nin (1817-1866) oğlu. Hocan Tahsin Efen­ di, Edremitli Bahattin Efendi gibi, hocalar­ dan özel ders aldı. Bir süre Paris’te Hortus Collöge’de (1863-1864) okudu. BabI­ âli tercüme odası’nda (1864-1865) çalış­ tı. Babasının görevle gittiği Tahran'da 20 ay kaldıktan sonra onun ölümü üzerine İs­ tanbul’a dönerek 1867’den başlayarak Maliye, Şûrayı devlet, Sadaret kalemlerin­ de kâtiplik yaptı. Paris büyükelçiliği ikinci kâtipliğine atandı (1876). Burada imzası­ nı koymadan yayımladığı Nesteren (1878) oyununda zalim bir hükümdara karşı hal­ kın başkaldırmasını anlattığı için açığa alındı. Affedilerek Poti (Kafkasya, 1881), Golos (Yunanistan, 1882-1883) şehbende­ ri, Bombay baş şehbenderi (1883-1885), Londra elçiliği başkâtibi (1886-1888) ola­ rak çalıştı. Londra'dayken Zeynep (bas. 1908) oyununun sansürce incelenmesin­ de devlet ve hanedanla eğlendiği ihbar edildi, bir kez daha görevinden alındı. Abdülhamit ll’ye, edebiyatla uğraşmayaca­ ğına söz veren mektubu üzerine elçilik da­ nışmanı olarak Londra'ya dönebildi. Da­ ha sonra Lahey elçiliği (1895-1897), Lond­ ra elçiliği müsteşarlığı (1897-1906), Brük­ sel ortaelçiliği (1906-1912) görevlerinde bulundu. Meclis-i âyan üyesi (1914-1919), bu mecliste ikinci başkan olarak görev yaptı. Mütareke yıllarını Viyana'da geçir­ di. Kurtuluş savaşı bittikten sonra döndü­ ğü İstanbul’da belediyenin Maçka palas' ta ayırdığı dairede yaşadı. 1928'de İstan­ bul milletvekili oldu. ilk şiir kitabı Sahra'dan (1879) başlaya­ rak tanzimat* edebiyatında şiirin konuları­ nı alabildiğine genişletmiş, dil ve anlatıma önemli yenilikler getirmişti. Çağındaki türk şiirinin divan edebiyatıyla bağlarını kesin biçimde kesti. Günlük yaşamın basit olay­ larını konu edinen Divaneliklerim yahut Belde (1885) Paris’te görüp yaşadıklarını sade çizgilerle canlandırıyordu. Divan şi­ irinin imgelere bürünmüş yapay görüntü­ lerine karşılık doğaya bir gözlemci olarak yaklaştı. Ote yandan ölüm, varlık-yokluk, dünya-ahret, Tanrı'nın varlığı ruh-madde gibi doğaüstü konulara eski şiirin bağlan­ dığı hazır kalıpları kırarak yaklaştı (eşi Fat­ ma Hanım'ın ölümü üzerine kaleme aldı­ ğı Makber [1885], onu izleyen Ölü [1885], Hacle [1885]). Öte yandan istibdat yöne­ timine, baskıya, bağnazlığa karşı çıktı; si­ yasal özgürlük, kadın hakları gibi toplum­ sal sorunlar üzerinde durdu (Garam [bas. 1923], Kahpe yahut sefilenin hasbıhali [1887], Liberte [bas. 1913]). Divan şiirinin geleneksel biçimlerine karşın uyak düze­ ninde yeni uygulamalara yöneldi. Yeni aruz kalıpları kullandı; duraksız hece vez­ niyle denemelere (Bâlâdan bir ses [1911]) girişti. Doğaya yeni bakışına (Hyde Park’ tan geçerken, 1886), yeni duygu ve dü­ şüncelerine (Kürsi-i istiğrak, 1884), tarih­ sel değerleri coşkuyla yüceltişine karşın dilde sadeliğe yönelemeyişi, yer yer özen­ sizliği onun şiirinin yaşamasını engelledi. Yaşadığı dönemde "dâhi" diye adlandı­ rılmış, düşüncelerinin derinliği üzerinde durulmuştu (Abdülhak Hamit ve müla­ hazat’-ı telsefiyesi, R. T. Bölükbaşı [1918]). Sonraki kuşaklar ise şiirinin içeriğini (Put­ ları yıkıyoruz kampanyası, N. H. Ran, 1929), dil ve anlatımını (Ararken, N. Ataç [1954]) büyük ölçüde eleştirdiler. Tiyat­ ro oyunlarında düzyazı (Duhter-i Hindu [1875] vd.) yanında bazen düzyazıyla şiiri birlikte kullanmış (Tarık yahut Endü­ lüs'ün fethi [1879] vd.), aruz (£şber(1880] vd.) ve heceyle (Nesteren [1877]) manzum tiyatro örnekleri vermişti. Bu yapıtların ko­ nusu bazen yerli yaşamdan (Sabr ü se­ bat [1874] yabancı ülkelerden (Duhter-i Hindu [1875], Finten vd.), İslam (Tarık, ibni Musa [1917] vd.) ve türk (ilhan [1911], Turhan [1913] vd.) tarihinden kaynaklanır. Haksızlıkları, baskı yönetimlerini yerer, yurt ve insan sevgisi konularını işler; tutkuları sergiler (Finten). Batı tiyatrosunun dram ve trajedi türlerindeki deneylerini ilk kez



türk tiyatro edebiyatına aktaran bu yapıt­ ların sahneye uygulanması bazen büyük güçlükler gösterir (Finten vd.) [-* Kayn.]



meklere tat ve koku vermek üzere katılır, ilkbaharda demet halinde sebze olarak satılır. Zararsız ve etkili bir iştah açıcıdır.



TARHANA a. (fars. tarhana). Mutf. 1. İçi­ ne domates, biber, soğan, kokulu otlar (nane vb.), baharat, yoğurt ya da süt ka­ tılarak mayalandırılmış hamuru kurutup ufalayarak yapılan besin maddesi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Tarhana çorbası, tarha­ nayı et suyu ya da suyla pişirerek yapılan çorba. (Anadolu’da çok yaygın ve besin değeri yüksek bir çorbadır.) — ANSİKL. Mutf. Tarhana yapımında aşu­ relik buğday ya da un kullanılır. Büyük bir tencerenin dibine dereotu, çörtük, doma­ tes, kırmızı ve yeşil biber doğranır, biraz suyla soğanlar öldürülür. Harç adı verilen bu malzeme soğuyunca, otları alınarak başka bir kaptaki un üzerine dökülür; ma­ ya ve yoğurt ya da süt katılarak cıvık bir hamur haline gelinceye değin yoğurulur. 3-4 gün mayalanmaya bırakılır, bu sırada sabah ve akşam süt, su ya da yoğurttan biriyle tekrar yoğurulur. Mayalanma ta­ mamlanınca üzerine un serpilmiş çarşaf üzerine ince bir tabaka halinde yayılıp göl­ gede kurutulur ve ufalanır. Bileşiminde °/o 13-14 su; °/o 60-70 nişasta; °/o 12-14 pro­ tein; % 3-5 asit °/o 2-4 tuz bulunur. Değerli bir besin maddesidir.



TARHUNCU AHMET PAŞA, türk



TA R H A N A LIK sıf. Tarhana yapmaya uygun; tarhana yapmak için ayrılmış: Tar­ hanalık buğday, yoğurt. TA R H A N U K a. (tarhan'dan). Kur. tar. 1. Eski türk devletlerinde yüksek dereceli bir görev ve kimi ululara tanınan vergi bağı­ şıklığı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Tarhanlık b e ratı, devlete hizmeti geçmiş ululara sahip oldukları topraklar için tanınan vergi ba­ ğışıklığını belirtmek üzere verilen belge. (Osmanlı tahrir defterlerinde bu söze “ muafiyetname” ve “ müsellemiyet” kar­ şılığı olarak sadece bir deyim niteliğinde rastlanır.) —ANSİKL. Tarhanlık Göktürkler'de, Hazarlar'da, özellikle Oğuzlar'ın kurdukları çe­ şitli devletlerde yararlığı görülen saygın ululara tıpkı subaşılık, yinallık, tuğracılık gi­ bi bir tür ayrıcalıklı toprak sahipliği niteli­ ğinde verilen onur unvanıydı. Moğollar döneminde Cengiz yasası'yla yeniden dü­ zenlenen topraklarda 3 tür tarhanlık var­ dı: öteden beri vergi dokunulmazlığı olan tarhanlık toprakları; vergiye bağlıyken fer­ manla bu durumu kaldırılan tarhanlık top­ rakları; düşmandan alındıktan sonra dir­ lik ve arpalık olarak verilen tarhanlık top­ rakları. Müslümanlığı benimseyen Karahanlılar (955), İslamlığa aykırı bir kurum olarak gördükleri tarhanlığı ortadan kal­ dırdılar. Zamanla müslümanlığı kabul eden öteki türk boylarında da bu unvan unutuldu ve kullanılmaz oldu. TARHEFOEN sıf. (ar. tarh ve fars. efgen’ den (arh-efgen). Esk. Bir işi kuran, temel atan: "Tarh-efgen olan Nedimâ bu zemi­ ne / Mahdûm-ı felek-mertebei ilhamım iz­ d ir" (Nedim, XVIII. yy.). TA R H E N D A Z sıf. (ar. (arp ve fars. endâz’dan (arh-endâz). Esk. Düzenleyen, bir şeyin temelini atan. TA R H U N a. (ar tarhun; yun. drakontion; yılanyastığı’ndan). 1. Yavşan cinsinden, 60-120 cm yükseklikte, keskin kokulu, tüy­ süz yapraklı, çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. Artemisia dracunculus; bileşikgiller familya­ sı.) —2. Bu bitkiden yapılan bahar. —ANSKİL. Tarhun, Sibirya kökenli aroma­ tik bir bitkidir. Türklerle Yakındoğu’ya (Anadolu, İran) ve Anadolu'dan Haçlılarla Avrupa'ya yayılmıştır. Kısır bir bitki oldu­ ğundan çelikle ya da köklü sürgünlerle üretilir. Türkiye’de, Ankara, Erzurum, Ga­ ziantep, Urfa yörelerinde yetiştirilir. Taze ya da kurutulmuş yapraklı dalları acı madde, tanen ve uçucu yağ (% 0,04-0,08) içerir. Halk hekimliğinde iştah açıcı, gaz ve id­ rar söktürücü olarak infusyon halinde kul­ lanılır. Anadolu'nun bazı köylerinde toz edilerek ekmek üzerine serpilip yenir. Ye­



sadrazam (Mat, Arnavutluk, ? - İstanbul 1653). Enderun’da yetişti. Kethüdalığını yaptığı sadrazam Hezarpare Ahmet Paşa’nın öldürülmesi (1648) olayında canını şeyhülislam Abdürrahim Efendi'nin yardı­ mıyla kurtardı. Diyarbakır beylerbeyliği­ ne (1648), ardından vezirliğe yükseltilerek Mısır beylerbeyliğine (1649) gönderildi. 1651’de görevden alındı, bir süre İstan­ bul'da hapsedildikten sonra Selanik'te oturmak üzere Yanya valiliğine atandı. Ka­ zasker Hocazade Mesut Efendi'nin tavsi­ yesi üzerine Gürcü Mehmet Paşa’nın ye­ rine sadrazamlığa getirildi (1652). Göre­ ve gelir gelmez sarayda ve hükümet işle­ rinde büyük nüfuzu olan Darüssaade ağası Uzun Süleyman Ağa'yı sürdürüp, si­ pahi zorbalarını sindirdi. Mehmet IV’ün buyruğuyla, devletin gelir ve giderleri ara­ sındaki dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla sonradan "Tarhuncu layihalan" diye anılacak olan iki bütçe planı yaptı. Gereksiz harcamaları kısmak ve bütün dirlikleri bir deftere kaydettirmek suretiy­ le hâzineyi zenginleştirmeye çalıştı. Bunun sonucu olarak saray erkânından birçok ki­ şinin, özellikle de kaptanıderya Derviş Mehmet Paşa gibi devlet ileri gelenlerin­ den bazılarının düşmanlığını üzerine çek­ ti. Padişahı tahttan İndirmeye yönelik ta­ sarıları bulunduğu yolunda yapılan ihbar­ lar nedeniyle sadrazamlığa atandıktan dokuz ay sonra saraya çağrılarak boğdu­ ruldu.



Tarhuncu layihası, Mehmet IV döne­ minde, sadrazam Tarhuncu Ahmet Paşa' nın hazırladığı ve kendi adıyla anılan büt­ çe tasarısı (1653). Osmanlı devletinin bu­ nalımlı bir evresinde yönetimi ıslah ama­ cıyla sadrazamlığa getirilen Tarhuncu Ah­ met Paşa, baş defterdar Zurnazen Mus­ tafa Paşa başkanlığında çalışan maliyeci­ lere devlet gelir-giderlerinl gösteren bir ta­ sarı hazırlatarak 12 yaşındaki padişaha sundu. Bu tasarıya göre 1653'te hâzine­ nin geliri 24 bin yük (2 milyar 400 milyon) akçe, gideri de 25 bin 200 yük (2 milyar 520 milyon) akçe olduğundan, 1 200 yük (120 milyon) bütçe açığı vardı. Bütçe açı­ ğını kapamak için daha önce rüşvetle ser­ vet yapanları hazine adına vergiye bağ­ lamak, harcamaları kısmak, memurlardan vergi kesmek, yapımevi ve konut vergile­ ri koymak gibi köklü önlemlere başvuran Tarhuncu, çıkarları zedelenen saraylılar başta olmak üzere pek çok düşman ka­ zandı. Mehmet IV'ü devirip kardeşi şeh­ zade Süleyman'ı tahta çıkarmak istediği hakkında uydurulan ustalıklı bir iftira üze­ rine idam edildi. Onun ölümünden sonra Tarhuncu layihası rafa kaldırıldı; bütçe açı­ ğını kapamak için alınan önlemler göz ar­ dı edildi ve bozuk düzen sürdü. TA R IK a. (ar (ânjc). Esk. Sabah yıldızı; Venüs.



TARIK BİN ZİYAO, berberi asıllı arap komutan (öl. Şam 720). Bazı kaynaklara göre Hemedan’dan Kuzey Afrika'ya göç etmiş Nafza kabilesindendir Zenateiler’den bir berberi olduğu da ileri sürülür. Baba­ sı Zlyad bin Abdullah'tı. Kuzey Afrika ge­ nel valisi Musa bin Nuseyr’in hizmetine girdi. Çoğunluğu Berberiler’den oluşan bir ordunun başında Cebelitarık boğazı­ nı geçip iberya yarımadasına çıktı. Asker­ lerin geri dönme umudunu kırmak için de gemilerini yaktırdı (711). Almería ve Car­ tagena kalelerini ele geçirdikten sonra, Musa bin Nuşeyr'in gönderdiği takviye l HARF. —Hat. Bir harf, sözcük ya da cümlenin nasıl yazılacağını görmeleri ve ona baka­ rak meşk etmeleri İçin, hat hocası tarafın­ dan öğrencilere verilen örnek. —Mutf. Belli malzemeler kullanarak bir yi­ yeceğin hazırlanışını anlatan açıklama: Ye­ mek tarifleri kitabı. TA R İF A , ispanya'da kent, Andalucfa’da (Cádiz ili), Cebelitarık boğazında; 15 833 nüf. Mağribliler'den kalma şato. —Yakın­ larında, Bolonia'da, roma kenti Baefo'nun yıkıntıları. TARİFE a. (ar. ta'rif'ten tacrife, ta'rife). 1. Ürünlerin ya da hizmetlerin fiyatını göste­ ren çizelge. — 2. Taşıtların gidiş ve geliş saatlerini gösteren çizelge: istasyondaki tren tarifesine göz atmak. Vapur şirketleri yaz tarifesi uygulamaya başladılar. —3. Bir gösteri salonuna girmeye, bir kamu ta­ şıt aracına binmeye hak kazandıran be­ del, fiyat: Sinemalar halk günlerinde farklı bir tarife uyguluyorlar. Taksi tarifeleri artı­ rıldı. —4. Belirli malzemelerle bir yeme­ ğin yapılışının ayrfntılı betimlemesi; tarlfname: Yemek tarifesi. —5. Bir ürünün, bir ilacın, bir aracın nasıl kullanılacağını açık­ layan kısa yazı; tanıtmalık, prospektüs, tarifname: ilacı tarifeye göre almak gerekir. Tarifeye bakmadan makineyi çalıştırmaya­ lım. —San. Birterimli tarife, tek bir tarife öğesi taşıyan tarife. || Genel kullanım tarifesi, elektrik enerjisinden yapılabilen kullanım­ lara bağlı her tür ayrımın dışında kalan ta­ rife. || ikiterimli tarife, iki tarife öğesinin bir­ birine bağlı olarak tahsilini öngören tari­ fe. || Karma tarife, belli kullanımlar dışın­ da kalan birçok kullanım İçin hazırlanmış tarife. || Özel kullanım tarifesi, elektrik ener­ jisinin belirli bir kullanımı için düzenlenmiş tarife (aydınlatma tarifesi, mutfak tarifesi, devindirici kuvvet tarifesi vb.) || Saatlik ta­ rife, mevsimlik tarife, enerji arz anıyla (sa­



at, gün, mevsim) değişen fiyatlar taşıyan tarife. —Verg. huk. Mal ya da hizmet fiyatlarını, vergi, harç ve resimlerin miktarını göste­ ren cetvel. || Gümrük tarifesi, vergiye tabi ürün ve metaların (hammadeleı; yarı işlen­ miş maddeler ve işlenmiş maddeler) ve gümrük vergilerinin (bu vergiler, dışalımcı devletle yapılmış bir anlaşma varsa ak­ di tarife'ye göre [bu tarife kanuni tarifeler­ den daha düşük oranlardan oluşur]; böy­ le bir anlaşma yoksa kanuni tarife'ye gö­ re alınır) listesi. (Bk. ansikl. böl.) || Ortak dış tarife, 1986 temmuzunda kurulmuş olan gümrük birliğine üye Ortak pazar ül­ kelerince üçüncü ülkeler çıkışlı mallara uy­ gulanan gümrük tarifesi. || Vergi tarifesi, vergi tutarını belirlemek için, vergiye tabi maddelerin değeri hakkında yapılan iş­ lemleri düzenleyen kuralların tümü. (Bu­ rada esas olarak vergi oranlarının belirlen­ mesi sözkonusudur; ama, bunun yanı sı­ ra çeşitli indirimler, vergiye tabi şeyin di­ limlere ayrılması ya da çeşitli zamlar sözkonusu olabilir.) — ANSİKL. Verg. huk. Gümrük tarifesi, ya mali (Hazine'ye gelir sağlaması) ya koru­ yucu (yabancı rekabete karşı mücadele) ya da yasaklayıcı (çok yüksek tarifelerle yabancı malların girişinin fiilen olanaksız duruma getirilmesi) nitelikte olur, ilke ola­ rak gümrük tarifeleri yasayla belirlenir. Bu­ nunla birlikte, Türkiye’de Gümrük giriş ta­ rife cetveli Maliye ve gümrük bakanlığı’ nın, ilgili öteki bakanlık ve kuruluşların gö­ rüşlerini alarak önereceği kararnameler­ le gerekli değiştirmeleri yapmaya ve bu değişikliklerin uygulanmasına ilişkin kural­ ları saptamaya Bakanlar kurulu yetkilidir. T A R İF E LE N D İR M E a. Bir şeyi işleyiş, fiyat, kullanım vb. açısından tarifeye bağ­ lama. —Ulaş. Altyapı kullanımının tarifelendirilmesi, kullananların, yararlandıkları her çe­ şit altyapının işleyiş, bakım ve yenileştirme yatırım ve harcamalarını eksiksiz olarak üstlenmeleri gerektiğini savunan kuramın uygulamadaki biçimi. TA R İFELİ sıf. Belli bir tarifeye bağlı olan. T A R İF E S İZ sıf. Belli bir tarifeye bağlı ol­ mayan; tarifesi olmayan. T A R İF N A M E a. (ar. tefrit ve fars. -nâ­ m eden tacrif-name). Bir şeyin nasıl yapı­ lacağını, nasıl kulanılacağını açıklayan ya­ zı. TA R İF S İZ sıf. 1. Tarifi olmayan, tarifi ya­ pılmamış. —2. Tanımlanması, anlatılma­ sı çok güç; anlatılamayacak kadar yoğun bir şey için kullanılır: Tarifsiz bir acı. Tarif­ siz bir mutluluk. TA R İH a. (ar. târib). 1. Bir olayın meyda­ na geldiği, bir mektubun yazıldığı bir an­ laşmanın yapıldığı vb. gün, ay ve yılı ke­ sin olarak belirten ve zaman içindeki ye­ rine oturtulmasını sağlayan söz: 29 ekim 1923 Cumhuriyetin Han edildiği tarihtir. Doğum ve ölüm tarihleri. Bir konferansın tarihini belirlemek. Hangi tarihte gelmeyi düşünüyorsunuz? —2. Tarihi belirten ka­ lıp söz: Bir mektuba tarih atmak. Bu bel­ genin üstündeki tarih okunmuyor. —3. in­ sanlığın ve toplumların geçmişi ile ilgili bil­ giler, geçmişteki ve bunların gelişmeleri­ ni yeniden ele alıp inceleyen bilim dalı: Değişik tarih anlayışları. Tarihin kaynakları ve yöntemleri. Tarihin yararlandığı belge­ ler. Tarih öğrenimi görmek. Tarih öğretme­ ni. Tarih kitabı. —4. insanlığın geçmişi; bi­ lindikleri, düzenlenebildikleri ölçüde, özel­ likle birbirleriyle olan ilişkileri, gelişmele­ ri, belirleyici birer eğilim, akım oluşturma­ ları açısından ele alınan ve bu geçmişi oluşturan olaylar dizisi: Tarihin akışı. Tarih­ teki önemli olaylar. Tarihi yapan kişiler. —5. Geçmişte ya da geçmişin bir döne­ minde İnsanlık ya da bir insan topluluğu, önemli bir kişi, bir yer, bir insan etkinliği vb. için belirleyici olmuş olayların ya da ol­ guların anlatısı, yorumu, incelenmesi, ya­ zılmış yapıt: Bir ulusun, bir ülkenin tarihi­



ni yazmak. Yakınçağ tarihi. Cumhuriyet ta­ rihi. Türk edebiyatı tarihi, iktisat tarihi. —6. Sonraki kuşakların.geçmişteki olay­ ları ve kişileri anımsama, anma biçimleri ve bunları yorumlayarak, yargılayarak var­ dıkları kanı: Tarih bu olayı kınayacaktır. — 7. Belli bir yazar tarafından yazılmış ta­ rihle ilgili yapıt: Cevdet Paşa’nın Osmanlı tarihi. —8. Tarihöncesi'nin karşıtı olarak, özellikle yazılı belgeler aracılığıyla bilinen dönem: Tarih yazının bulunuşuyla başlar. —9. Bir şeyin geçmişini belirleyen olay­ lar, gerçek olgular, durumlar dizisi: Ben bu bölgenin doğal güzellikleriyle değil, tari­ hi ile ilgileniyorum. — 10. Tarih dersi: Ta­ rihten bütünlemeye kalmak. — 11. Tarih atmak, tarih koymak, bir yazıya ya da bel­ geye, içinde bulunulan günün tarihini yaz­ mak. || Tarihe geçmek, hiçbir zaman unu­ tulmayacak kadar önem ve değer kazan­ mak. || Tarihe karışmak, tarih olmak, üze­ rinden çok uzun zaman geçmiş olmak, iş­ levini yitirmek. || ... tarihinde, gün, ay, yıl ya da yalnızca yılla kullanıldığında, o ta­ rihte, o yılda. || Belirli tarihlerde, belirli gün­ lerde; düzenli bir biçimde. || O tarihte, o dönemde, o zamanda. —Esk. Tarih-i edebiyat, edebiyat tarihi. || Tarih-i hususi, özel tarih. || Tarih-i kadim, eskiçağ tarihi. || Tarih-i nebean, suların çı­ kışı, kaynamazamam.il Tarih-i tabii, bitki­ lerin, hayvanların ve yeryüzünün evrimini anlatan bilim. || Tarih-i umumi, genel tarih. —Ask. tar. Askeri tarih, askeri olaylar, kişi­ ler ve teknikler konusunda uzmanlaşmış tarih. (Bk. ansikl. böl.) || Askeri tarih bölü­ mü, amerikan ordusunun özel bir kurulu­ şu. (Bk. ansikl. böl.) —Ed. ve Tar. Bir olayın meydana geldiği yılı ebcet* hesabıyla belirten söz ya da şiir. || Tarih düşürme, ebcet hesabına dayana­ rak tarih düzenleme. (Bk. ansikl. böl.) || Ta­ rih mısraı, içinde bir olayın tarihinin bildi­ rildiği dize. || Tarih-i düta, istenen sayının iki katını veren ve ikiye bölünmesi gere­ ken tarih. (Tarih-i dübâlâ ya da tarih-i muzaf da denir.) || Tarih-i iafzl, ebcet sistemi uygulanmadan sözle belirtilmiş tarih. || Tarih-i mühmel, yalnız noktasız harflerin sayı değerinin hesaba katıldığı tarih. || Tarih-i mücevher, yalnız noktalı harflerin sayı değerinin hesaba katıldığı tarih. |{ Tarih-i tam, tarih dizesindeki bütün harf­ lerin sayı değerinin hesaba katıldığı tarih. |[ Tamiyeli tarih, tarih dizesinde belirtilene sayı ekleyerek ya da sayı çıkararak bulun­ ması gereken tarih. (— TAMİYE.) —Fels. Tarih felsefesi, genelleştirilmiş ve karşılaştırmalı tarih olaylarını yöneten ya­ saları ortaya koymaya çalışan görüş. (Bk. ansikl. böl.) —Güz. sant. Tarih resmi, konusunu din­ den, Antikçağ'dan, efsanelerden ya da ta­ rihten (eski ya da çağdaş) alan resim. (Ba­ tıdaki güzel sanatlar akademilerindeki hi­ yerarşide eskiden bu tür ilk sırayı işgal ederdi.) — Huk. Bir hukuksal işlemin yapıldığı ya da sonuç doğurduğu zaman. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL.



tarihin malzemesi



Uzun süreden beri yazılı uygarlıklar kapsamında yer alan toplumları da ince­ lemekten geri kalmayan arkeolojinin gün yüzüne çıkardığı maddi kalıntılara tarih malzemesi arasında önemli bir yer ver­ mek gerekir. Yüzeysel bitki örtüsü altında kaybolmuş görünen köy ya da kent şifle­ rini ve tarımsal yapıları ortaya çıkaran ha­ va fotoğrafçılığına giderek daha çok baş­ vuran, coğrafya (varv), biyocoğrafva (dendrokronoloji, palinoloji, fenoloji) ve fiziksel-kimyasal (ısılkalıcılık, ısılışıldama, radyoaktiflik) olayların incelenmesi saye­ sinde tarihleri kesin olarak saptayabilen ta­ rihçiler, artık ortaçağ toplumları hakkındaki bilgilerimizi de açılan birçok kazı alanın­ daki araştırmalar sayesinde berraklaştır­ mak, derinleştirmek ve hatta yenilemek



olanağına kavuşmuşlardır. Fakat, arkeolojik malzeme ne kadar önemli olursa olsun, yazılı belgeler yine de tarihsel araştırmanın temel kaynakları olmaya devam etmektedir. Bu belgelerin okunması ve yorumlanması, yazıtbilim*, paleografi* mühürbilim* ve dllbilim'e başvurulmasını zorunlu kılar. Fakat, ayrı­ ca, hologram ve laserle dakik tayf analizi gibi daha modern bazı tekniklere de baş­ vurmak gerekir. Bu modern teknikler sa­ yesinde harflerin şekli, üzerine yazıldıkla­ rı nesnenin ve kullanılan mürekkebin ni­ teliği ve dolayısıyla ne zaman ve nerede yazıldıkları kesin olarak bilinebilir. Bu bel­ gelerin en eski olanları temelde anlatı ni­ teliğindedir ve çoğunlukla salt kronolojik bir sıra içinde sunulmuştur. Olayları yıl yıl tarihlendiren yıllıkların çoraklığı, bir aile­ nin tarihini anlatmayı amaçlayan soykütüklerlnln kuruluğu ve uzun kahramanlık şiirlerinin abartılı yaşamöyküleri, bu tür belgelerin öz niteliğini oluşturur. Bunların üstünde kronikler ve tarihler yer alır. Bun­ lar kuramsal olarak evrensel nitelikte ol­ makla birlikte, esas katkılan genellikle ya­ zarın doğrudan doğruya yaşamış olduğu olayların anlatılmasından ibarettir Olayların açıklayıcı ilke ya da ilkelerini ortaya çıkarmak amacıyla, onları tematik bir biçimde sunan yazarların yapıtları da­ ha derinlemesine işlenmiştir. Bu bakım­ dan Yunanlılar belirleyici bir rol oynadılar. Herodotes coğ-afi çerçeveyle, olayların "girdisi ve çıktısTyla ilgilenmekten geri kalmadı. Herodotes’in bu yöntemini Thukydides eşi görülmedik bir mükemmelli­ ğe ulaştırdı ve Peloponisos savaşı adlı ki­ tabıyla türü için örnek oluşturan bir tutarlı­ lık ve mantıksallık başyapıtı ortaya koydu. tarih ve tarihçiler



Tarihçi, XIX. yy. alman tarih okulu gibi salt “ bilim için bilim" yaptığını iddia ettiği zaman bile, ele aldığı belgeler karşısında daima, bir ölçüde, içinde yaşadığı zama­ na ve ortama göre hareket eder. Nitekim, birçok yunanlı yazar, tarihin yalnızca ken­ dileri için bir deney ya da bir belge de­ ğeri taşıyan faydacı yanını göz önünde bulundurdular. Ortaçağ tarihçilerinin ya­ pıtlarını da didaktik kaygılar yönlendirdi. Bunların birçoğuna göre, (hajiyografi ya­ zarları ya da Jolnville gibi), tarih, aslında, seçme bir kahramanın kişiliğinde ahlaki ve dini dersler vermek için bir bahane­ den; başka bazılarına göreyse, yazarın kendi benimsediği (Villehardouin) ya da hizmetinde bulunduğu hükümdarların iz­ ledikleri (Froissart) siyaseti haklı gösterme aracından başka bir şey değildir. Bu du­ rumda, Guy Palmade'ın belirttiği gibi, “ XV. yy.’ın sonunda tam anlamıyla tarih, henüz doğmuş değildi"; gerçi Philippe de Commynes’in başkalarına ve kendine gösterdiği güvensizlik onun doğmasına bir ölçüde katkıda bulundu, ama tarihe asıl can veren, Machiavelli’nin gerçekçili­ ğinin temelinde yatan şüphecilik ve Guicciardini’nin, olgunun asıl kendisini araş­ tırma yöntemi oldu. Nitekim, bu iki düşü­ nür de tarihi, yeniden doğmakta olan hü­ manizmin çocuğu olan yöntemli geniş bil­ giye dayandırdılar ve bu bilgi, XVI. yy. so­ nunda uyanan eleştiri düşüncesinin etki­ siyle giderek daha aydın bir hale geldi. Ne var ki, daha sağlam bir bilimsellik yö­ nündeki bu evrim, bazı yazarların edebi ve faydacı önyargılarının tehdidi altına gir­ di: bunlar, XVII. ve XVIII. yy.’larda tarihi, din savunucusu (Bossuet), partizan (Saint -Simon) ya da felsefi (Montesqueiu, Voltaire) emellerinin hizmetine koşmak iste­ diler. Buna rağmen Karşı Reform'u çürütülemez kanıtlarla desteklemeye çalışan bazı bilginlerin ve özellikle din adamları­ nın gayretleriyle tarih, kendi yolunda iler­ lemeyi sürdürdü. İsa Birliği (bollandcılar) ve Saint-Maur Benedikten kongregasyonu üyelerinin inançlarını doğrulamayı amaçlayan bilgin­ ce ve kolektif bir çabayla önemli birtakım



metinler yayımlamaya başladılar. Fransa’ da Yazıtlar ve edebiyat akademisi'nin (1663) kurulmasıyla, sistemli bir biçimde eleştirel baskılar yayımlama politikası ku­ rumsallaştı. Akademi, bilgini haklı olarak, metnin otoritesi altına soktu; öte yandan, yine bu sıralarda Asya kıtasının tümüyle insanlık tarihi alanına girmesi tarihçiyi, faz­ lasıyla avrupamerkezçi olan anlayışını ve kullandığı kronolojinin salt Kutsal Kitap'a dayanan yapısını yeniden gözden geçir­ mek zorunda bıraktı. Tarih, dünyada pek çok ve çeşitli uygar­ lıklar bulunduğunun bilincine vardı; öyle ki, bu uygarlıklardan her biri “ tüm” haki­ kati değil, ancak “ kendi” hakikatini tem­ sil etmekte ve dolayısıyla da mutlak de­ ğil, ancak göreli bir değer taşımaktaydı. Böylece tarih, artık geçmişi yöntemli bir şüphecilik anlayışıyla incelemeyi kendine görev bildi. Önce betimleyici, sonra eleştirici olan tarih, sonunda şimdi’yi ve geçmiş’i açık­ lamaya ve bu işi, şimdi’yi geçmiş'e oran­ la ele alarak yapmaya başladı. Bu konu­ da “ 1789”, kendi yapıcılarına hem eşsiz bir deney alanı -olmakta olan olguyla il­ gili deney-, hem de daha önce olanların gerçek önemini daha iyi takdir etmeyi sağlayacak araçlar sundu (krallık, senyörlük Ve kilise arşivleri, bilginlerin emrine ve­ rildi). Arşivlerin milleştirilmesi, sözgelimi Fransa'da Archives nationales’in kurulma­ sına (7 eylül 1790 tarihli kararname) ola­ nak sağladı. Napoléon I, bunu, daha ön­ ce Paris’te toplanmış bulunan Avrupa arşivleri'nln çekirdeği, yapmayı düşündü; Restauration ise, Ecole nationale des chartes’ı kurarak (1821) arşivlerin kullanı­ mını kolaylaştırmaya çalıştı. 1789,1793 ve 1804 İnsanlarının, ondan yararlanarak Ancien Régiméin kafaları karanlıkta bırakma çabalarını mahkûm et­ meye çalıştıkları bir sırada elbette savun­ macı ve partizan kaygılardan sıyrılamayan tarih, bu yeni yönelişte, paradoksal sayı­ labilecek bir biçimde, bazı yeni kavram­ ları inceleyerek etkinlik alanını genişlete­ cek malzeme bulmaktan geri kalmadı. Bu kavramlardan birincisi gerek devrim dra­ mının aktörleri, gerekse romantikler tara­ fından baş tacı edilen ve Michelet’nin de­ diği gibi her halkın farklı temel dehasını yansıttığına inanılan ulus; İkincisi, bağım­ sızlığın güvencesi ve dolayısıyla, Augus­ tin Thierry’ye göre Histoire véritable de Jacques Bonhomme'un (Jacques Bonhomme’un [eskiden Fransa’da köylülere verilen teklifsiz ad] gerçek tarihi) [yayımlanışı, mayıs 1820] dayandığı ilke olan öz­ gürlük; üçüncüsü de, Alexis de Tocqueville’in düşüncelerine konu olan amerikan deneyinin, Devrim’le siyasi bakımdan baştan aşağı değişen Avrupa'ya yeni tip bir kurumsal modelini sunduğu demok­ rasi idi. Antikçağ’a bir tür onursal öncelik tanı­ yan, ayrıca Ortaçağ'ı bir gotik barbarlık dönemi gibi değil de, bütün avrupa ülke­ lerinde ulus olayının ortaya çıkmasıyla so­ nuçlanan zahmetli bir gebelik dönemi ola­ rak görüp, ona itibarını iade eden tarih, son olarak, modern zamanların incelen­ mesine klasik filoloji alanında kotarılmış yöntemleri uyguladı. Leopold von Ranke, bilgince ve eleştirel tarihin babası sayıla­ bilir. Bundan sonra tarih, Renan ve özel­ likle Fustel de Coulanges gibi bilginler sa­ yesinde daha disiplinli ve daha sağlam bir bilgi dalı haline geldi. Bu bilginler, belki de Auguste Comté un etkisiyle, tarihin nesnel hakikatini keşfe çalıştılar; her ikisi de, bu bilgi dalını, insanlığın toplumsal ge­ lişimini yöneten yasaları araştıran bir bi­ lim düzeyine çıkarmayı düşünüyordu. Buna rağmen tarih, 1870-71 Fransız-AIman savaşı’ndan sonra Fustel de Coulanges’ın Theodor Mommsen’e karşı aç­ tığı tartışma gibi bazı polemik kapışmala­ rın tuzağına düşmemezlik edemedi. Aynı savaş, Taine’i Paris komünü’nün düşma­ nı yaptı ve Ernest Lavisse’i ulusal zaferle­ ri ve dolayısıyla da intikam’ı göklere çıkar­



maya şevketti. Bu yüzden tarih, ancak XIX. yy.'ın son yıllarında, yöntemlerini ke­ sin bir biçimde belirlemesini mümkün kı­ lan bir profesyonelleşme süreci sayesin­ de, bilimsel nesnelliğe ulaşabildi. tarih okulları



• Olgucu ya da deneyci okul. 1819'dan başlayarak Monumenta Germaniae histó­ rica ve 1844’ten başlayarak Patrologie la­ tine ve Patrologie grecque (rahip Migne’ in yapıtı) gibi bazı önemli koleksiyonları ya­ yımlayan ve arşiv belgelerinden kolayca yararlanılabilmesi için bp belgelerin özen­ le envanterini çıkaran Ecole nationale de chartes mensupları, profesyonel tarihçile­ re kaynaklarını kanıtlamak olanağı sağla­ dılar. Tarihçiler artık başvurdukları kaynak­ ları "dış” ve "iç ” eleştirilerin süzgecinden geçirebiliyor; ve bu işi, ancak doğruluğu­ nu çürütülemez bir şekilde tespit edebil­ dikleri olayları doğru olarak kabul etme­ lerini gerektiren bir yöntemsel şüphe an­ layışı içinde yapıyorlardı. Bu yöntemleri Charles Victor Langlois ve Charles Seignobos, 1897’de yayımla­ dıkları introduction aux études historiques (Tarihsel incelemelere giriş) adlı yapıtla­ rında formülleştirip sistemleştirdiler. Sor­ bonne profesörlerince ders olarak okutu­ lan bu yöntemler, büyük bir titizlikle uygu­ landı ve bunlardan en ufak bir sapma gösteren araştırmacılar, Revue critique' in ya da Gabriel Monod tarafından kuru­ lan (1876) Revue historique'in denetmenlerince kıyasıya eleştirildi. Böylece, tarihi çalışmaların kuralları tespit edildi. Bu ku­ rallar, yeni bir tarih anlayışının hizmetinde kullanılsalar bile geçerliklerini, XX. yy.’ın ikinci yarısında da hâlâ esas bakımından korumaktadır. Olgucu okul tarihçilerinin başlıca kusuru, bir ihtiyat tedbiri olarak in­ celeme alanlarını, doğruluğunu kesin ola­ rak belirleyebilecekleri olaylarla sınırlı tu­ tarak, bu deneysel tarihi, bir “ siyasi tarih” olarak -olayların kronolojik akışları içinde anlatılması ya da kurumsal yapıların ana­ lizi biçiminde- anlamalarıdır. Olayları as­ keri, diplomatik, parlamenter, kurumsal gi­ bi ayrı ayrı şekiller altında ele alan bu “ tarihleştirici tarih" ya da “ olgucu tarih”, ken­ di içine kapalı bir dünya oluşturuyor, coğ­ rafya, iktisat, toplumbilim... gibi öteki in­ san bilimleriyle her türlü teması reddedi­ yordu. • Bütünsel tarihe doğru. Tarihin ancak di­ ğer insan bilimleriyle sıkı bir beraberlik ve karşılıklı alışveriş içinde amacına (insanın geçmişteki çeşitli etkinlikleri içinde bilin­ mesi) ulaşabileceğine inanan Henri Berr, birbirine komşu bilim dalları uzmanları arasında temasları teşvik etmek ve kolay­ laştırmak amacıyla Revue de synthèse historique dergisini kurdu (1900) ve söz konusu uzmanları beraberce Bibliothèque de synthèse historique'i (Tarihsel sentez kütüphanesi) kurmaya çağırdı, insanlığın evrimini inçelemek görevini üstlenen bu kuruluş, l'Evolution de l'humanite genel başlığı altında bir dizi yapıt yayımladı. Bu dizi, Lucien Febvre’in 1942’de yayımladı­ ğı ve nefis bir kolektif psikoloji incelemesi olan le Problème de l'incroyance au XVI. s. (XVI. yy.’da dinsizlik sorunu) adlı yapıt­ la doruğuna ulaştı. Revue de synthèse historique'den ay­ rılan bu yazar, 1929’da Marc Bloch’la bir­ likte Annales d'histoire économique et so­ ciale'! kurdu. Olgucu tarih anlayışını, ta­ rih araştırmalarını ve öğretimini felce uğ­ ratmakla suçlayarak bir yana atan dergi­ nin kurucuları, tarihçinin mutlak bir şekil­ de metne bağlı kalması ilkesini reddede­ rek, ona varsayım kurmak, yani mesleğin kurallarına sıkıca uymak şartıyla özgürce davranmak hakkını yeniden tanıdılar; böy­ lece, artık "olay"ı değil, fakat insanı, in­ sanları konu alan bir tarih anlayışının te­ mellerini atmış oldular. Bir tarlanın resmi, bir aletin şekli, bir çe­ liğin kalitesinin en az bir yazılı metin ka­ dar belge değeri taşıdığına ve bir halkın



yaşam tarzı, bireylerinin kültür derecesi hakkında tarihçiyi hiç olmazsa onun ka­ dar ve belki de ondan daha iyi aydınlata­ bileceğine inanan Annales okulunun ön­ cüleri (Febvre, Bloch, Braudel), tarihin kaynaklarında bir çeşitlendirmeye gidil­ mesini ve tarihle öteki insan bilimlerini bir­ leştiren bağların pekiştirilmesini istediler. Bu şekilde anlaşılan tarih, her şeyden önce, dikkati “ tarihin kısa süreleri, yaşamöyküleri ve olgular” üzerinde kutuplaştırmayı reddederek, toplumların ve uygar­ lıkların evrimine yol açan derin nedenleri iktisadi ve toplumsal olayların “ uzun süreleri"nde arayan bir iktisadi ve toplum­ sal tarihti. Bu yapısal tarih anlayışı, insan topluluklarının iktisadi evrimini şartlandı­ ran "A” (genişleme) ve “ B" (daralma) ev­ relerinin dönüşümlü olarak birbirini izle­ mesini uzun süreler içinde belirleyebilmek için, toplumbilimci iktisat uzmanı François Simiand’ın ön ayak olmasıyla, istatistiğe başvurmaya başladı. iktisadi tarihin daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla böyle matematiksel formüllere başvurma, aynı zamanda, konjonktürel bir tarih biliminin oluşmasına yol açtı. Bu tür tarihi niceliksel olarak tanım­ layan Jean Marczewski; bu bilimi bir "ge­ riye bakışlı ekonometri" (Pierre Vilar) ha­ line getirmek istedi. 1780 öncesi dönem­ ler sözkonusu olduğunda tarihçinin mut­ lak niceliklere erişebilmek bakımından he­ men her zaman imkânsızlığa düşmesi, Pi­ erre Chaunu’yü dizisel tarih adını verdiği bir tarih anlayışı ortaya koymaya götürdü. Bu, “ bireysel olaylardan çok [...] homo­ jen bir dizi halinde bütünleştirilebilen ve sonra klasik matematiksel dizi analizi yön­ temleriyle işlenebilen ve özellikle de öte­ ki insan bilimlerinde her zaman kullanılan dizilerle arasında bağlantı kurulabilen un­ surlar üzerinde duran [...]” bir tarihti. Bundan böyle tarih durmadan başlan­ gıçtaki alanının dışına taştı: coğrafyadan yararlandı, doğayı kapsamına aldı, de­ mografiyi kendine bağlayarak yörüngesi üzerinde yeni yeni bilgi dalları oluşturdu. Doğal ortamın, yani toprak, iklim ve bitki örtüsünün insanlara sunduğu etkinlik im­ kânlarını göz önüne alan Marc Bloch, Ca­ ractères originaux de l'histoire rurale fran­ çaise (Fransa kırsal tarihinin kendine öz­ gü nitelikleri) [1931] adlı yapıtıyla kırsal ta­ rihin temellerini attı. Kara-deniz diyalekti­ ğini ustaca kullanan Fernand Braudel, ta­ rihe aynı zamanda hem mekânı, hem de uzun süreli zamanı katan la Méditerranée et le monde méditerranéen à l'époque de Philippe II (Philippe II zamanında Akde­ niz ve Akdeniz dünyası) başlıklı tezini ya­ yımlayarak (1949) “ yerbilimsel tarih” e hak ettiği yeri verdi. Nihayet, 1967’de, Emma­ nuel Le Roy Ladurie, iklimin dizisel ince­ lenmesini yaparak tarihe doğayı kattı. E. Le Roy Ladurie, bu girişiminde dendroknolojinin ABD’de kaydettiği gelişmeler­ den ve salt meteorolojik olaylarda onar yıl­ lık, hatta yüzer yıllık dönemler içinde mey­ dana gelen ve insanın toplumsal davra­ nışlarını etkileyebilen değişiklikleri incele­ yen fenolojinin kaydettiği ilerlemelerden yararlandı. Nihayet, Jacques Le Goff’un “ yeni tarih” adını verdiği tarih anlayışı her şeyi kapsa­ mına aldı ve çok çeşitli ve sağlam dalla­ rın ortaya çıkmasına yol açtı: nüfusbilim tarihi (özellikle kilise kayıtlarının incelen­ mesi sayesinde gelişti ve toplumların dav­ ranışlarını daha iyi anlamaya olanak sağ­ ladı); zihniyetler tarihi (Robert Mandrou ve George Duby’nin öncülüğünde gelişen bu dal, toplumbilim, etnoloji ve kolektif ruhbilimin katkılarıyla beslendi ve bunla­ rın yardımıyla kitlelerin kültür edinişlerini ve dinsel davranışlarını en küçük belirti­ lerine kadar incelemeye çalıştı); gerçek­ dışı varlıklar tarihi vb. —Ask. tar. • Askeri tarih. Uzun süre yal­ nızca muharebelerin cereyan tarzını an­ latmakla sınırlı kalan askeri tarih, günü­ müzde savaşları, askeri toplulukları ve si­ lahları ilgilendiren her şeyi kapsamına al­



maktadır Bu nedenle, özellikle strateji, tak­ tik, toplum bilim, hukuk ve teknik, onun temas ettiği konulardır. 1960'tan sonra ge­ rek Fransa’da, gerekse başka ülkelerde yeniden revaç bulmasında Pierre Renouvin, Henri Michel ve André Corvisier gi­ bi yazarların rolü oldu. • Askeri tarih bölümü. Amerikan ordusu­ nun bu kuruluşu, harekât halindeki büyük birliklere bağlı ve harekâtların cereyan tar­ zını, hemen olduktan sonra çarbucak ve tamamen nesnel bir biçimde yazmakla görevli tarih uzmanlarını (subay ya da üni­ versiteli) içerir. Askeri tarih bölümü görevli­ leri, harekâtta rol alanları ve tanıkları sorgu­ ya çekebilirler ve arşivleri inceleyebllerler. —Ed. ve Tar. Tarih düşürme'de bütün harf­ lerin ya da yalnız noktalı harflerin yahut yalnız noktasız harflerin hesaba katılması gibi farklı yollar İzlenmiştir. Örneğin Nef’inln ölüm yılını belirten şu tarih dizesinde bütün harflerin sayısal değeri toplanmak­ tadır: "Ah kim kıldı felek Nef'i gibi üsta­ da". Bu dize arap harfleriyle şu yolda ya­ zılır: "ellf-he kef-ye-mlm kaf-ye-dal-ye fe -lam-kef nun-fe-ayın-ye kef-be-ye elif-sln-te -ellf-dal-he". Buradaki harflerin ebcet he­ sabına göre (-» EBCET) sayısal değerleri şunlardır: 1+5 20+10+40 100+10+4+10 80+30+20 50+80+70+10 20+2+10 1+60+400+1+4+5); toplam hicri 1044 (=1635) tarihini verir. "Bağdat alındı bin kırk sekizde" dizesinden İse aynı yöntem­ le hicri 1048 (1671) tarihi bulunmakta, bu tarih ayrıca sözle de belirtilmiş olmakta­ dır (lafzI tarih). Tarih düşürme divan şair­ lerinin yakın ilgi gösterdiği bir uygulamay­ dı. Padişahın, devlet büyüklerinin vb. ya­ şamıyla İlgili olaylar (bazen ata binme, ok atma gibi sıradan İşler), fetihler, bilginle­ rin, şairlerin ölümleri, cami, çeşme gibi ya­ pılar vb. için tarih düşürülürdü. Bu yolda­ ki şiirler divanlarda yer alır, binaların ya­ zıtları, mezar taşları üzerinde ve bulunur­ du. Her türlü olayla (bir kedinin ölmesi) il­ gili olarak en çok tarih düşürmüş divan şa­ iri Sururi’dir. —Fels. Tarih kavramı üzerinde düşünme, Hegel'le birlikte büyük bir önem kazan­ dı. Almancada tarih anlamına gelen İki sözcük vardır: Geschichte ve Historie. Hegel’e göre Historie, geçmiş olguların an­ latısını, Geschichte İse olan şeyin olum­ sallığı İçinde şimdi olmakta olan tarihi ad­ landırır. Birinci görünümüyle tarih, sebepslzllk alanına giren bir bilim koludur ve ele aldığı "gerçek” ler zorunlu olmayan belir­ lenimlerle İlgilidir" (Tinin görüngübiiimi [Phänomenologie des Geistes], "Önsöz". Buna karşılık İkinci sözcük, "kendi kendi­ ni dolayımlılaştıran [...] Tin'in o!uşyönü” yle İlgilidir (ay. ypt., “ Mutlak bilgi"). Bu işe İki görünüm katkıda bulunur: özgürce iç­ selleştirilmiş olumsal olayların hesaba ka­ tılmaları (gerçek anlamıyla tarih) ve bun­ ların "kavramsal düzenlenlş” i ("görüngüsel bilgi bilimi"). Bu özgürlük karşılaşma­ sında olumsallık ve kavram, bütünsel ger­ çeği, "kavranmış tarlh” i oluştururlar" (ay



ypt). • Marxçılığa göre tarih, yaşayanın ve sı­ nıflar savaşımının alanıdır. Marx ve Engels şöyle der: "Tüm insan tarihinin İlk koşu­ lu, elbette yaşayan İnsanların varlığıdır” (Alman ideolojisi [Die Deutsche Ideolo­ gie], 1) "Tarih yapmak" İçin insanların ya­ şayacak durumda olmaları gerekir. "Ya­ şamak İçin de her şeyden önce su İçmek, yemek yemek, barınmak, giyinmek ve da­ ha birkaç şey gerekir. Buna göre İlk tarih­ sel olgu, bu gereksinimlerin karşılanma­ sını sağlayan araçların üretimi, maddi ya­ şamın kendisinin üretimidir...” (ay. ypt.). “ Tarih, çeşitli kuşakların art arda gelme­ sinden başka bir şey değildir. Bu kuşak­ ların her biri, daha önceki tüm kuşakların kendisine aktardıkları gereçleri, sermaye­ leri ve üretici güçleri kullanır. Bundan do­ layı, her etkinlik biçimi ona aktarılmakla birlikte, kökten dönüşmüş koşullar İçinde aktarılmıştır ve öte yandan her kuşak, kök­ ten farklı bir etkinliğe girişerek eski koşul­ ları değiştirir" (ay. ypt.)



• Heldegger’in uğraştığı tarih sorunu, İn­ sanın neden ve niçin tarihsel bir varlık ol­ duğunu bilmek sorunudur. Ona göre İn­ sanın “ tarihselllk” i (yani insanın bir tarih nesnesi olması), zamanlılığının sonucudur ve bu zamanlılık da insanın, varlıkla ken­ dine özgü ilişkisini oluşturur. “ Bütünüyle varolanın başlangıçtaki gelişmesi, varola­ nın ne olduğu sorusu ve batı tarihinin baş­ laması bir tek ve aynı şeydir; bunların hep­ si aynı zamanda gerçekleşir, ancak ken­ disi ölçülebilir olmayan bu "zaman” , her türlü ölçü olanağının başında yer alır (Vom Wesen der Wahrheit) [Gerçeğin özü üze­ rine]. Tarih ancak varlığın İnsan tarafından geliştirilmesiyle başlar. Sartre İse, T Être et le Néant'dan (Varlık ve hiçlik) Critique de la raison dialectique'e (Diyalektik aklın eleştirisi) geçerken, marxçi bir bakış açı­ sından, tarihin temel rolünün farkına va­ rır ve onu felsefesiyle bütünleştirmeye gi­ rişir. İnsanın hem tarih yaptığını, hem de tarih tarafından yapıldığını ileri süren Engels’in düşüncesini, kesin olarak ortaya koymaya çalışır Şöyle der: “ Eğer tarih be­ nim istediğim gibi olmuyorsa bunun ne­ deni, onu benim yapmadığım değildir, başkasının da tarih yapmasıdır [...]. Bizim tarihsel görevimiz [...] tarihi ortaklaşa ya­ pacak somut İnsanlar içinde [...] tarihin ancak bir tek anlamı olacağı zamanı yak­ laştırmaktır" (Yöntem sorunları) [Question de méthode], • Michel Foucault, insanların yaşadıkları ve tasarladıkları tarih arasındaki ayrımın kazandığı önemi ortaya koyarak tarih kav­ ramını kökünden değiştirdi. Ona göre ta­ rih, İnsanların bilincini her zaman aynı bi­ çimde “ sulamadı". Yunanlılardan önce bu tarihin başlıca özelliği [...] dünyanın oluşunu İnsanların zamanına uydurarak [...] ya da tersine bir İnsan yönelim ve ha­ reketini, biraz da hırlstlyan İnayeti biçimin­ de, doğanın en küçük parçalarına kadar yayarak, her yerinde tekdüze, bütün İn­ sanları ve onlarla birlikte nesneleri, hay­ vanları, hareketli ya da hareketsiz her var­ lığı [...] aynı bir sapma İçine sürükleyen büyük ve düz bir tarihin tasarlanmasıydı” (Sözcükler ve nesneler [les Mots et les Choses], 10). XIX. yy.’la birlikte, insanla­ rın tarihle olan İlişkileri değişti. Tarih kar­ şısında insanlar, tarihsel İlişkilerin dışında yer aldılar. Tarihsellik doğdu. “ Doğaya öz­ gü bir tarihsellik keşfedildi. Hatta her bü­ yük canlı tipi İçin, sonradan kendi evrim profilini belirleme olanağı verecek çevre­ ye ayarlama biçimleri saptandı. Ayrıca, emek ve dil kadar İnsana özgü etkinlikle­ rin bile, nesnelere ve insanlara özgü bü­ yük hikâye içinde yerini bulamayacak bir tarlhselllğe sahip oldukları da ortaya ko­ nabildi. Buna göre üretimin gelişme bi­ çimleri, sermayenin birikim biçimleri, fiyat­ ların da, ne sonunda doğal yasalarla ye­ tinebilecek, ne de İnsanlığın genel gidişi­ ne İndirgenebilecek değişme yasaları vardır” (ay. ypt.). —Huk. Hukuksal İşlemlerde tarihin önemli bir yeri vardır. Bir hak ya da yükümlülük zaman içerisinde niteliğini değiştirebilir. Zamanaşımı, vade vb. önemli hukuksal sonuçları olan kavramlardır. Resmi belge­ ler üzerindeki tarih kesin kanıt niteliğinde­ dir Bir hukuksal işleme tarih konmamış ol­ ması İşlemin niteliğini değiştirebilir. Örne­ ğin, kambiyo senetlerinde (bono, çek, po­ liçe) düzenleme tarihi önemli bir şekil un­ surudur. Tanzim tarihi olmayan bir bono, çek ya da poliçe kambiyo senedi olma ni­ teliğini kaybeder. Bir borcun yerine geti­ rilme zamanı, kural olarak belirli tarihe gö­ re saptanır. Bu durumda borç sözkonusu tarihte muaccel hale gelmiş olur. (-» VA­ DE,)



—Ikonogr. Antikçağ sanatçıları Tarihi, do­ kuz musadan biri olan Kleio*'nun görü­ nümünde canlandırdılar. Bu gelenek kla­ sik dönemde, özellikle Le Brun (Versailles' da, Aynalar galerisi’nin tavanı) ve Boucher (B. N., Paris) tarafından sürdürüldü. Ta­ rih kimi zaman da bir cinle klşlleştirildl (François Un kalbi anıtı, Salnt-Denls). XIX.



yy.’da, resmi süsleme heykelciliğinde Ta­ rih figürü sıkça kullanıldı (Pantjtöon’un alınlık tablası [David d'Angers], Etoile za­ fer takı alçakkabartmaları [Cortot]). Tarih k u ru m u (Türk) (TTK), türk kamu kuruluşu. Atatürk’ün yönlendirmesi ve buyruğuyla Ankara’da Türk ocakları mer­ kez heyetl’ne bağlı olarak kuruldu (nisan 1930). Türk ocakları kapanınca tüzel kişi­ liğe sahip bir dernek durumuna getirildi (15 nisan 1931). Tüzüğünde amacı, türk tarihi İle Türkiye tarihini ve bunlarla ilgili ko­ nuları İncelemek ve elde edilen sonuçla­ rı her türü yolla yaymak biçiminde belir­ lendi. 16 üye İle kurulan kurumda üye sa­ yısı daha sonra 41’e çıkarıldı ve bu sayı ile sınırlandı. Her yıl seçilen yönetim ku­ rulu yedi kişiden oluşur. 1983'e kadar özerk bir kurum iken, bu tarihte Atatürk* kültür, dil ve tarih yüksek kurumu’na bağ­ landı. Kurum, seminer ve toplantılar dışın­ da beş yılda bir uluslararası nitelikte Türk tarih kongresi düzenler. Başlıca çalışma alanları ve konuları kurumun tüzüğünde şu biçimde belirlenmiştir: Türkiye’nin çe­ şitli yerlerinde arkeolojik kazılar yapmak, bu kazılardaki buluntuları dünya bilimine tanıtmak; türk tarihinin ana kaynakların­ dan henüz yayımlanmamış olanları yayım­ lamak, başka dillerde yazılmış kaynakları türkçeye çevirmek ve gerekenleri yayım­ lamak; arşivlerdeki belgeleri inceleyerek türk tarihini aydınlatacak monografiler oluşturmak; türk ulusunun dünya uygar­ lığına yaptığı katkıları ortaya çıkartıp bilim dünyasına tanıtmak; türk tarihini bilimin en çağdaş verileri ve yöntemlerine göre ye­ niden yazmak. Kurumun merkez binası yanında bir basımevi ve bir kütüphanesi vardır Kurum, üç ayda bir Belleten adlı bir dergi yayımlamaktadır. Tarih m u s a h a b e le ri, son osmanlı vakanüvisl Abdurrahman Şeref Efendl’nln (1853-1925) toplu makalelerinden oluşan yapıtı (1923). Tarlh-i osmani encümeni başkanı olduğu sırada (1917) çıkardığı dergide ve Sabah gazetesinde birçok ma­ kalesi yayımlanan Abdurrahman Şeref Efendi, daha sonra bunların arasında son dönem osmanlı tarihini İlgilendirenlerini ve ünlü Osmanlılar’ın yaşamöykülerlne İlişkin 20 kadarını Tarih musahabeleri adı altın­ da toplayarak kitaplaştırdı. Kitabının giriş yazısında yazar, Sicill-i osmani'den büyük ölçüde yararlandığını ve yaşamöykülerlnln bazısına kendisinin tanık olduğu otan­ tik fıkralar eklediğini belirtir. Tarih söyleşi­ leri (1970), Tarih konuşmaları (1978) adla­ rıyla iki kez yayımlandı. Tarih v e sın ıf b ilin c i - GESCHİCHTE UND KLASSENBEWUSSTSEIN.



TARİHÇE a. (ar. tarih ve fars. -çe, küçült­ me ekl’nden tarijjçe). Bir olayın, bir kuru­ mun vb. kısa tarihi. —Dllbll. Bir sözcüğün tarihçesi, bir söz­ cüğün kökeninin, anlamsal evlrlmlnln be­ lirtilmesi. Tarlh çe-i va ka-i Z a ğ ra , Zağra müftü­ sü Hüseyin Raci Efendl'nln yapıtı (1910). Doksanüç harbi’nde (1877-1878 Türk-Rus savaşı), Şarki Rumeli vllayetl’ndekl Eski Zağra’ya rus ordusunun girmesini, kasa­ badaki ve çevredeki Bulgarların Türkler’e uyguladığı kıyımı, Süleyman Paşa’nın ka­ sabayı kurtarmasından sonra halkın güç koşullarda İstanbul’a göçünü anlatır. Müf­ tülük, Eski Zağra rüştlyesi’nde öğretmen­ lik yapan yazarın 1896’da tamamladığı ki­ tabını Neler çektik (1910) adlı yapıtın ya­ zarı olan oğlu binbaşı Necmi Raci bastır­ dı. Hüseyin Racl’nin kitabı, dile getirdiği gerçekler ye etkileyici anlatımı dolayısıy­ la Y. K. Beyatlı, Y. K. Karaosmanoğlu’nun övgülü yazılarına konu oldu. (-» Kayn.) TA R İH Ç İ a. 1 . Tarih uzmanı; tarihsel ya­ pıtlar yazan yazar; müverrih. —2. Tarih öğretmeni. —ikt. düş. tan Tarihçi okul, İktisadi olayların göreceliği ve hareketliliği üzerinde duran tarihsel ekonomi anlayışı. (Bk. ansikl. böl.)



olaylarını yansıtan yakın tarihle ilgili oyun­ —İkt. tar. Tarihçi kalemi, Osmanlı devletin­ lar yanında güncel sorunların tarihsel kö­ de, mâliyenin öteki kalemlerinden çıkan resmi kâğıtların tarihlerini koymak, hava­ kenlerine yönelen oyunlar (Selim-i Salis [C. E. Arseven-Salah Öimcoz, 1910]) da ya­ le ve senetleri hazırlamakla görevli mali­ zıldı. Musahipzade Celal tarihsel geçmi­ ye kalemi. şin yönetimde bozukluklarını, ahlak düş­ —Kur. tar. Osmanlılar’da padişah adına künlüğünü komedilerinde (Bir kavuk dev­ yazılan berat ve fermanların sonuna, ta­ rih ve arapça bir ibare koymakla yüküm­ rildi [1930], Mum söndü [1931] vd.) sergi­ ledi. Atatürk'ün tarih kuramı eski türk tari­ lü görevli. (Bu görevin mansıbı, BabIâli kâ­ hini konu edinen bazı yapıtlara (Akın [F. tiplerinin en kıdemlisi ve seçkinine verilir­ di.) N. Çamlıbel, 1932], Özyurt [1932]) konu oldu. Bu yapıtlar savaş yerine barışı, in—ANSİk l . İkt. düş. tar. Tarihçi okul alman sanseverliği savunan daha sonraki yo­ iktisatçıları Wilhelm Roscher; Bruno Hilde­ rumlara (Oğuzata [S. Batu, 1961]) öncü­ brand ve Karl Knies tarafından 1840-1860 lük etti. Anadolu’nun eski uygarlıkları, mi­ yıllannda kuruldu. Bu yazarlar "eski okuf’u toloji konuları bazı yapıtları (Midas'ın ku­ oluştururlar. 1870'ten sonra bir “ yeni ta­ laktan [G. Dilmen, 1965], Akad'ınyayı [G. rihçi okul” ortaya çıktı; belli başlı öncüler Dilmen, 1967], Tanrılar ve insanlar [O. Gustav Schmollet Karl Bücher ve Lujo Asena, 1959]) besledi. Ancak en çok osBrentano idi. Bu okulun etkisi Almanya’ manlı tarihi üzerinde duruldu. Tarihi, fark­ nın sınırlarını büyük ölçüde aştı. Klasik ik­ lı görüş açılarından yorumlayan ya da ta­ tisat okulu bir doğal düzenin, sürekli ve rihsel çerçeve içinde tutkuları çözümleyen evrensel yasaların varlığına inanırken,“ taoyunlar yazıldı: Fatih (N. Kurşunlu, 1953), rihçi okul, iktisadi olayları, durmadan de­ Simavnalı Bedrettin (O. Asena, 1969), Deli ğişen olaylar olarak, tarihi evrimleri için­ İbrahim (T. Oflazoğlu, 1967), Suavi Efende ele alır” (A. Wagner). Demek ki, yasa­ ların her zaman evrime uymaları gerekir. • d i (İ. Tarus, 1962), Ulu Hakan Abdülhamit Han (N. F. Kısakürek, 1969), ittihat ve Te­ Klasikler, yasaların işleyişini ve ekonomi­ nin her zaman var olan güçlerini inceler­ rakki (G. Dilmen, 1969) vd. Tarihin çeliş­ kilerini yorumlanmasındaki güçlüğü gös­ ken, tarihçi okul toplumsal kurumlan de­ teren taşlamalar da kaleme alındı (Lütfen ğişimleri içinde izlemek ister. Tarihçi okul, dokunmayın [H. Taner, 1960]). bir ekonominin gelişiminin değişik aşama­ larını incelemesiyle, Rostow'un savlarını T a rlh -I â le m â rd -y ı a b b a s l, azerbayhaber verir. canlı tarihçi İskender Bey Münşi'nin (1560 -1633) İran’da özellikle Şah Abbas I dö­ TA R İH Ç İL İK a. Tarihsel konularda ince­ nemini (1588-1629) anlatan yapıtı. Safevi lemeler, araştırmalar yapma işi. -osmanlı ilişkileri, İran'da yaşayan türk —Fels. Nesnelerin ve olayların, tarihsel or­ boylarının etnografya ve kültürleri hakkın­ taya çıkışları ve gelişimleri bakımından in­ da geniş bilgi veren yapıt; "mukaddeme”, celenmesi. “ sahife I", “ sahife II” , “ maksad I", "makT A R İH İ sıf. (ar. târllj ve -/'den tsrilji). Ta­ sad II” başlıkları altında 5 bölümden olu­ rihsel: Tarihi araştırmalar. Tarihi olaylar. Ta­ şur. Mukaddemede Safeviler'in kökenle­ rihi bir an. Tarihi bir anıt. riyle Şah Abbas’a kadar olan hükümdar­ —Ed. Tarihi roman, piyes, konu ve kişileri ların dönemi kısaca anlatıldıktan sonra, tarihten kaynaklanan roman, tiyatro oyu­ bunu izleyen öteki bölümlerde yalnızca nu. (Bk. ansikl. böl.) Abbas I dönemi yaşamıyla birlikte ayrın­ — ANSİKL. Ed. Letaif-i rivayet dizisindeki tılı olarak irdelenir İran'da birkaç kez ya­ Yeniçeriler'de (1871) Selim III dönemi İs­ yımlanan yapıt, daha sonra R. M. Savory tanbul’undaki yaşamı konu edinen Ahmet tarafından The History of Shah Abbas The Mithat o dönemde türk okurlarınca çok Great adıyla İngilizceye çevrildi (Boulder, beğenilen Monte Kristo romanını (Ale­ 1978-1979). xandre Dumas, çev. Teodor Kasap, 1871 T a rlh -I â le m â râ -y ı E m in i, Fazlullah -1873) örnek alarak Haşan Mellah (1874), Hüseyin Fellah'ı (1875) kaleme aldı. Bu tür el-Emin bin Rüzbihan el-Hunci’nin farsça yapıtı. Akkoyunlular’dan Sultan Yakup yapıtlarında tarihsel çevre içinde hareketli serüvenler canlandırırken kahramanları­ (1478-1490) ve oğlu Baysungur (1490 -1492) dönemlerindeki olaylarını içerir. nın temiz aşklarını anlattı, iyinin kötüyü alt edeceğini gösterdi. Tarihi romanları tari­ Son derecede tumturaklı bir üslupla ya­ hin örnek alınacak yanını sergileyen, geç­ zılmış olan bu tarih, V. F. Minorsky tara­ mişi yücelten bir araç olarak kullananlar fından kısaltılarak, Abridged Translation of Fadlullâh b. Rûzbihân Khunj's Târih-i oldu (Namık Kemal: Cezmi [1880]). Anlat­ âlem, ârâ-yi Emini (Londra, 1957) adı ile tığı olayların gerçeğe uygunluğu tartışma­ lara yol açan romanlar görüldü (Kara Da­ İngilizceye çevrildi. vut [1928], Nizamettin Nazif TepedelenliTferlh-I as k e rl-i o s m a n l, sadrazam oğlu). Öğretici niteliği yanında hareketli Ahmet Cevat Paşa’nın (1850-1900) yapı­ kahramanlık serüvenleri, abartmalı aşk tı. 10 cilt olarak tasarlanan ve imparator­ sahneleri bu yapıtları (Abdullah Ziya Kolukta öteden beri yer alan askeri kuruluş­ zanoğlu: Kızıltuğ [1923] vd.; Feridun Fa­ ları, XX. yy.'a kadar yapılan önemli savaş­ zıl Tülbentçi: Yavuz Sultan Selim ağlıyor ları, bu tarihe kadar devleti sarsan büyük [1947] vd.; Oğuz Özdeş: Karapençe Esayaklanmaları anlatan yapıtın sıkı sansür tergon'da [1966] vd.) edebiyat dışı alana nedeniyle yalnız kuruluşundan ortadan itti. Türün olanaklarından farklı dünya gö­ kaldırılışına kadar Yeniçeri ocağı'nın tari­ rüşleri için yararlanan yazarlar (Nihal At­ hini kapsayan birinci cildi yayımlandı sız: Bozkurtların ölümü [1946] vd.; Kemal (1879). Yayımlanan bölümünde, İstanbul Tahir: Devlet ana [1967] oldu. Kurtuluş saYeniçeri müzesi’nde bulunan üniformalara vaşı’nı geniş biçimde konu edinen (Varol­ göre hazırlanmış çok güzel resimlerin yer mak [1957], ilhan Tarus; Kalpaklılar-Dolualdığı yapıtın geriye kalan bölümleri elyazdizgin [1962-1963], Samim Karagöz; Kü­ masıdır. Yapıtın tümü, K. Makrides tara­ çük Ağa-Küçük Ağa Ankara'da [1964 fından fransızcaya çevrilerek Fransa'da -1965], Tarık Buğra vd.) tarihi romanlar ya­ yayımlandı (1882). kın tarihe farklı siyasal yorumlar getirdi. Tarlh-I B e y h a k l, Ebülfazl Muhammet Öteki yapıtlarında işleyegeldikleri yaygın Beyhaki’nin (995-1077) Gazneliler tarihine temaları tarihi roman çerçevesinde yine­ leyen yazarlar (Halikarnas Balıkçısı: Uluç ilişkin yapıtı. 30 cilt olarak yazılan ve bu­ güne ancak 5. cildin sonu, 6. ve 9. ciltler­ Reis [1962], Turgut Reis [1966]) da görül­ dü. le 10. cildin başlangıcı kalan yapıtında • Tarihi piyes Tanzimat yazarları yurtsever­ Beyhaki, gördüğü ve yaşadığı tüm olay­ lik duygusunu, bağımsızlık, özgürlük dü­ ları geniş bir biçimde anlatır. Mesut I dö­ şüncelerini konu edinirken arap-islam (Ta­ nemi kapsamında (1030-1040) Gaznelirık [A. H. Tarhan, 1880]), türk-islam (Celer’in devlet yönetimi, saray yaşamı ve ha­ nedanın kökeni hakkında ayrıntılı bilgi ve­ lalettin Harzemşah [Namık Kemal, 1885]), rir. iranlı bir memurun anıları biçiminde ka­ İran (Gâve [Şemsettin Sami, 1875]) tarih­ leme alınan yapıt, ilk kez Kalküta'da (1862), lerinden esinlenen oyunlar yazdılar, ikinci meşrutiyet*’ten sonrajstibdat döneminin sonra da Tahran’da (1889) yayımlandı.



Tarlh-I C evd et ya da Tarih-i vekayi-i d e v le t-l aliye, Ahmet Cevdet* Paşa' nın (1822-1895) osmanlı tarihinin bir bö­ lümüne ilişkin 12 ciltlik yapıtı. 1851’de ku­ rulan Encümeni Daniş, osmanlı tarihini 3 bölüme ayırarak, üyeleri arasında bulu­ nan Cevdet Paşa’yı 1768-1826 arası dö­ nemi yazmakla görevlendirdi. Küçük Kay­ narca antlaşması’ndan (1774) Yeniçeri ocağı’nın kaldırılışına (Vakai hayriye) [1826] kadar geçen olayları kapsayan yapıtını ka­ leme almak için yalnız arşivlerden değil, kendinden önceki vakanüvislerden, özel­ likle Vâsıf, Enveri, Edip, Halil Nuri, Pertev, Asım, Şanizade, Esat ve yeri geldikçe de Ceberti gibi arapça kaynaklardan yarar­ lanan Cevdet Paşa, önceki tarihçilerin yo­ rumlarını kendi görüşleri doğrultusunda büyük bir ustalıkla kaynaştırarak ortaya tam anlamıylaözgün bir yapıt koydu. Za­ man sırasına göre olayların birbirini izle­ mesi yöntemiyle yazılmış olan yapıtta, bu sıraya uymak için savaşlar ve iç sorunla­ rın birbirine karıştırılmadığı gözlenir. Yaza­ rın üslubu süslü değilse de anlatım biçi­ minin parlaklığı 5. cilde kadar eski tarih­ çileri anımsatır; ancak 6. ciltten başlaya­ rak bu üslup birden çok sade bir anlatım biçimine dönüşür. Yapıtın çeşitli basımla­ rının birbirine uymadığı diktat çekici ol­ duğu gibi, bu dönemde BabIâli'nin hoşu­ na gitmeyecek bazı gözlemlerin de yazıl­ madan geçilmiş olmasını doğal karşıla­ mak gerekir. Tarlh-I clh an güşay, ilhanlı devlet ada­ mı ve tarihçi Cüveyni*'nin (1226-1283) üç ciltlik yapıtı. Uzun bir girişle başlayan 1. ciltte, moğol gelenekleri ve Cengiz yasa­ sı hakkında bilgi verildikten sonra Cengiz'in ortaya çıkışından ölümüne tadar moğol fetihleri; Uygurlar'ın din, görenek ve efsaneleri abartılı bir biçimde anlatılır (yapıtın bu cildi, Türk tarih kurumu tara­ fından yayımlandı). 2. ciltte Harizmşahlar' la Karahitaylar’dan söz edilirken, Ögedey'den Hulagu'nun İran’a gelişine tadar geçen dönemde yaşayan moğol hüküm­ darları da verilir. Mengü’nün tahta çıkışı, Hulagu'nun Önasya fetihleri, Alamut ka­ lesinin ismaililer'den alınışı ve mezhep ay­ rılıklarının yol açtığı çatışmaların yer aldı­ ğı 3. cilt, Cüveyni tüm bu seferlere katıl­ mış olduğundan, içerdiği zengin bilgiler açısından moğol tarihinin önemli kaynak­ larından biri sayılır. Birçok arap ve iranlı yazarın kaynak olarak başvurdukları ya­ pıt, XIX. yy.’da Batılılar'ın da dikkatini çekti ve bazı bölümleri avrupa dillerine çevri­ lip yayımlandı. Yapıtın tümü Mirza Mu­ hammet Kazvini'nin eklediği bir önsöz ve eleştirisel nitelikte dipnotlarla birlikte Tah­ randa basıldı (1937). T arih-i d e v le t-l o s m a n iye , son osmanlı vatanüvisi Abdurrahman Şeref Efendi'nin (1853-1925) yüksekokullarda ders kitabı olarak okutulmak üzere yazdığı 2 ciltlik yapıtı (1893-1896). İslamlığın do­ ğup gelişimini ve yayılışını anlatan bir gi­ rişin ardından, yapıtta Osmanlı devletinin kuruluşundan Abdülmecit döneminin so­ nuna kadar geçen olaylar kronik olarak özetlenir Yazar, 1. ciltte Selim II dönemi­ nin sonuna, 2. ciltte de Murat III dönemin­ den Abdülaziz tahta çıtana tadar meyda­ na gelen olayları akılcı bir gözle irdeler­ ken, geçmiş yy.'lar için eski tarihçilerin ver­ dikleri bilgilere, Tanzimat'tan sonrası için de kendi araştırmalarına dayanır. Ayrıca, her cildin sonunda kurumlar tarihiyle ilgi­ li ekler de vardır. Tarih-i E b ü lfe th , tarihçi Dursun Bey' in 2 bölümlük yapıtı (XV. yy.). İstanbul’un fethine ve Fatih'in öteki seferlerine katılan yazar, yapıtının ilk bölümünde bu olayları gerçekçi bir dille anlatır. 2. bölümde Bayezit II döneminin olayları daha dolaylı bir anlatımla ele alınır. Fatih Sultan Mehmet ve Bayezit II dönemleri üzerinde çalışan­ lar için önemli bir kaynak oluşturan yapıt, Mehmet Arif Bey tarafından Tarih-i osma-



TARİHÖNCESİ DÖNEM SANATI



ni encümeni mecmuası'nda tefrika edil­ dikten sonra aynı dergiye ek olarak ba­ sıldı (1914). Ayrıca yeni harflere aktarıldı (M. Tulum, 1977). H. İnalcık ve R. Murphey de yapıtın bir yazma müshasından yarar­ lanarak, İngilizce özet çeviri ve tıpkıbası­ mıyla birlikte (The History ot Mehmed the Conqueror, 1978) yayımladılar. Tarih-I fe th -l Revan v e B a ğ d a t, Zafername adıyla da anılır, Karaçelebizade* Abdülazlz Efendi'nin (1591-1658) tarih ya­ pıtı. Murat IV'ün çıktığı Revan (1635) ve Bağdat (1638) seferlerini anlatan yapıt, ya­ zarın gözlemlerinden çok ilk ağızlardan edindiği söylentilere dayanır. Yapıtın, İstan­ bul kütüphanelerinde elyazması nüshaları vardır.



Syra’da (Yunanistan) ele geçen kadın heykelciği mermer, ilk kyklades II dönemi sanatı (i. Ö. 2800-2300) Ulusal müze, Atina Lauros-Giraudon



Yaoguancuang'da (Şandong, Çin) bulunan üç ayaklı ibrik beyaz çömlek işi, Longsan kültürü İ.Ö. 2500'e doğr-1800 Çin Halk Cumhuriyeti



Proleek dolmeni (Lough yönetim bölümü, İrlanda Cumhuriyeti) Yenitaş dönemi i. Ö. 3000'e doğr. -2500



Tarih-I g ılm a n l, İbriktar BosnalI Meh­ met Hallfe’nln tarih yapıtı (1665). 4 bab, 15 bölüm (fasi) ve bir sonsözden (hatime) oluşan yapıt, Murat IV, İbrahim ve Meh­ met IV dönemlerinin önemli olaylarını, özellikle Içoğlanlarıyla acemi oğlanlarının yaşamlarını, bunların başlattığı ayaklan­ maları anlatır. Yapıtı yayımlayan (1924) Ah­ met Refik’in İncelemelerinden anlaşıldığı kadarıyla Naima, kaynağının adını belirt­ meden, Osmanlı devletinin XVII. yy.'da sosyal durumunu ve saray geleneklerini otantik biçimde yansıtan Mehmet Halife’ nln bu yapıtından yararlandı. Biri Kâmil Su (1986), öteki Ömer Karayumak (?) tarafın­ dan sadeleştirilerek yayımlandı. 1iarlh-i güzide, Iranlı tarihçi Hamdullah Kazvlnl'nln (1281-1350) farsça yapıtı. Reşldettln’in Cami'üt-tevârfh'i örnek alınarak yazılan yapıt, bir genel İslam ve dünya ta­ rihi niteliğinde olduğu kadar; halifeler, dö­ nemin İslam hükümdarları ve ulularının yaşamöyküleri açısından da önem taşır. E. Brown tarafından İngilizceye çevrilerek Londra'da yayımlanan yapıtın (1910), öteki avrupa dillerinden yayımlanmış çevirileri de vardır. Tarlh-l o s m a n i e n c ü m e n i, osmanlı tarihi üzerinde çalışmalar yapmak, karan­ lıkta kalmış ya da yanlış yorumlanmış olay­ ları gerçek yönleriyle aydınlatmak üzere oluşturulan kurul (1909-1933). Encümene toplantı yeri olarak, Babıâli sadaret dai­ resi altındaki bir salon ayrıldı ve burada bir kitaplık meydana getirildi. Abdurrah­ man Şerefin encümen başkanlığı sırasın­ da (1917) bir dergi çıkarılmaya başlandı. Dergi, yayın yaşamına girdiği günden beri önemli bir organ olarak gelişti, Türkiye’ de tarih çalışmalarına ilgi ve sevginin art­ masına olumlu yönde katkıda bulundu. Mondros ateşkesl'nden (1918) sonra bir



süre dergisinin yayımını ve kendi çalışma­ larını durduran encümen, Cumhuriyet yö­ netiminin kurulması üzerine (1923) “ Türk tarih encümeni" olarak yeniden çalışma­ lara başlarken, dergi de Türk tarih encü­ meni mecmuası adını aldı. Daha sonra İs­ tanbul Dârülfünunu'na bağlanan encü­ menin başkanlığına Fuat Köprülü getiril­ di (1927). Çalışmalarını 6 yıl daha sürdü­ ren encümen, görevini TTK'ye (Türk tarih kurumu) devrederek dağıldı. Thrlh-i s a f ya da Ib h fe t ül-ahbab, ta­ rihçi ve çevirmen Taşköprülüzade Kemalettln Mehmet Efendi'nin (1552-1621) ya­ pıtı. Yazarın "Kemali" mahlasını kullana­ rak yazdığı ve Ahmet l’e adadığı yapıt, ku­ ruluşundan Ahmet I dönemine kadar olan Osmanlı devletinin tarihini içerir. Daha sonra İstanbul’da 4 cilt olarak yayımlandı (1871). T a rlh -i S u lta n B a y e z it, Matrakçı Nasuh*’un, Bayezit II dönemindeki olay­ ları aktardığı mlnyatürlü yapıtı (Topkapı sa­ rayı müzesi). Yapıttaki on resimde, bu dö­ nemde fethedilen kaleler, kentler çizgici bir üslupta betimlenmlştir. Tarlh-l V assaf, Vassaf'ın (öl.1334) moğol tarihi ile İlgili yapıtı. Asıl adı Tecziyet ül-emsâr ve tecziyet ül-âsâr"dır. Beş ciltlik yapıt, ilhanlı devlet adamı ve tarihçi Cüveynl*'nin (1226-1283) Cihangüşa ad­ lı yapıtının zeylidir; 1258-1328 yılları ara­ sındaki olayları içerir. Son derece ağdalı ve tumturaklı bir dille kaleme alınmıştır. Dönemiyle ilgili güvenilir bir kaynak ola­ rak kabul edilir Ancak, anlaşılması zor dil ve üslubundan ötürü Nazmizade tarafın­ dan yapıtla ilgili bir şerh yazıldığı gibi, an­ laşılması güç sözcükler İçin farsça ve türkçe sözlükler de düzenlenmiştir. Tarlh-l vekayl-l d e vlet-l a liy e -» TA RİH-i CEVDET.



şını, İkincisi aynı olayın iyi tıellrlenmlş bir kronolojiye göre yaşını verir. Bir toprağın yaşı ya da evrim süresi şu yollarla sapta, nır: arkeoloji teknikleri (eski uygarlıkların kalıntıları), palinolojl (bitkilerin çiçektozla­ rına göre toprağın tarihini bulma) ve kar­ bon 14 yöntemi (daha çok toprağın orga­ nik maddesinin göreli yaşını verir). TA R İH L E N D İR M E K g. f. Bir şeyin tari­ hini belirlemek, saptamak. Tarih ler (Historiae), Tacltus’un Galba’nın son günlerinden Nerva'ya (69-96) kadar Roma İmparatorlarının tarihini kapsayan yapıtı. Yalnızca 69 ve 70 yıllarının bazı olaylarını anlatan bölümü günümüze kal­ mıştır. Tarihler kronolojik sıraya göre Tacitus’un YıllıklaTda anlattığı dönemden son­ rasını ele almasına karşın, onlardan ön­ ce yazılmıştır. Tacltus burada Yıllıklar'dakl kimliğiyle belirir: her şeyden önce bir ah­ lakçıdır, tarih üstüne görüşleri karamsar, ama verdiği bilgiler sağlam ve geniştir. T A R İH L E Ş TİR İC İ sıf. Bilimkuramında. incelenen bilimin kuramsal temellerine değil de, tarihine öncelik tanıyan anlayı­ şa denir. TA R İH LEŞ TİR M E a. Mitlerin tarihsel anlatılara dönüştürülmesi. (Antik Roma geleneğinde, eski mitlerin tarihileştirilme­ si çok yaygındı. Bunun sonucunda pek gelişmemiş bir roma mitolojisine karşılık, tarihsel sayılmakla birlikte aslında efsanevi olan çok zengin bir anlatı geleneği doğ­ du [Tltus Livius anlatılarında bunlardan bol bol yararlanmıştır. Krallar dönemi Ro­ ma tarihinin, gerçeğe uymadığını düşü­ nen İlk yazar da gene Tltus Livius'turj.) TA R İH Lİ sıf. 1. Belirtilen tarihte yazılan, kabul edilen bir şey İçin kullanılır; günlü: 5 şubat 1983 tarihli mektubunuzu aldım. —2. Üzerinde tarihi yazılı olan: Tarihli mektup.



Tarlh-l y e m in i ya da U tb l, arap tarih­ T A R İH N Ü V İS a. (ar. târih ve fars. nüçi Ebu Nasr Muhammet Utbi'nln (961 v/s'ten târih-nüvis). Esk. Tarih yazarı, mü­ -1036) Gazneliler devletine ilişkin yapıtı. verrih. Sebük Tigin'den başlayarak (977), özellik­ le Gaznell Mahmut dönemini (999-1030) B T A R İH Ö N C E S İ a. 1. İnsanlık tarihinin, yazının ortaya çıkmasından önceki dönemi. çok süslü bir anlatımla dile getiren yaza­ (Eşanl. PREHİSTORYA.) —2. (Tamlayan ola­ rın bu yapıtı, X.-Xl.yy. Gazneliler devleti ve rak) bu döneme ya da bu dönemi İncele­ Hindistan tarihinin bir evresi için önemli bir yen bilim dallarına özgü olanı belirtir: Tarih­ kaynak sayılır. öncesi araştırmaları. Tarihöncesi arkeolojisi. TA R İH LEM E a. Ambalaj, konserve ku­ —ANSİKL. Tarihöncesi araştırmaları, F. tusu ya da şişe etiketi üzerine, hazırlanışJouannet, Boucher* de Perthes ve E. Larları sırasında, ürünün fabrikadan çıkış ta­ tet*’nln çalışmaları sayesinde, XIX. yy.’ın rihini ya da en son kullanım tarihini gös­ ilk yarısında bilimsel bir nitelik kazandı. Bu termek İçin, otomatik olarak, kodlu ya da bilim adamları, soyu tükenmiş bazı hay­ kodsuz İşaretler koymak. van türleriyle İnsanların kullandığı ilk alet­ lerin çağdaş olduğunu göstererek insan­ TA R İH LEN D İR M E a. 1. Bir nesnenin, lık tarihinin çok eskilere uzandığını kanıt­ bir olayın, yerbilimsel bir oluşumun vb. ta­ ladılar. 1866’daJ. Lubbock, kabaca işlen­ rihini ya da yaşını belirleme. (Bk. ansikl. miş taşların kullanıldığı dönemi Yontmataş* böl.) —2. Bir yazıya tarih verme. —3. Dll(Paleolltik), taşların daha İnce işlendiği ve bil. Dildeki bir sözcüğün yazılı İlk kullanı­ mını gösteren belge. (Bir genel dil sözlü­ cilalandığı dönemi de Yenitaş* (Neolitik) olarak tanımladı. Bunların ardından da ğünde, tarihilendirme, sözcüğün kökenine ilişkin bilgilerle birlikte yer alır, ardından ilk Tunç* (Bronz) ve Demir* çağlan geliyordu. XIX. yy.’ın sonunda ve XX. yy.'ın başın­ kullanımın alındığı metne gönderme ya­ da, tarihöncesi araştırmalarında, G. de pılabilir.) —ANSİKL. Arkeol. Benzerlik gösteren ka­ Mortlllet, Piette, Cartallhac ve Lartet'nin lıntılar karşılaştırılarak önce bunlardan blrçalışmalarıyla önemli bir aşama kaydedil­ di. Araştırmalar, Breull*, Peyrony, Capitan, birlerlyle çağdaş olanları saptanır, sonra Bouyssonle ve Begouen gibi ünlü bilim da göreceli bir kronoloji oluşturulur. Kimi adamlarının katkılarıyla sürdürüldü. örneklerin yaşını belirlemek için yaklaşık otuz yıldan bu yana birçok fiziksel ve kim­ • Kronoloji ve sınıflandırma. Tarihöncesi yasal yöntem geliştirilmiştir. Bunlar arasın­ dönem arkeolojisinin İlk hedeflerinden bi­ da, arkeomanyetlkllk, paleomanyetlklik, ri, maddi kültürlerin gelişim evrelerinin bir kronolojisini oluşturmak oldu. Bu krono­ palinolojl, ısılışıldama, flüor, potasyum -argon ve en tanınmışı olan terbon 14 loji tekniklerin evrimine ve Dördüncü Za(karbonun radyoaktif izotopu) yöntemleri man'ın belirgin özelliği olan önemli İklim sayılabilir. Karbon 14 yöntemi İlk kez 1945 değişikliklerine dayanıyordu. Bu neden­ le tarihöncesi kültürlerin kronolojisi ile bu -1954 arasında Chicago’da Willard Frank dönem aletlerinin tiplemesi (-* Yontm a­ Libby tarafından denenmiştir. Llbby bu taş) arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. buluşuyla 1960’ta Nobel kimyaödülü’nü almıştır. Dendrokronoloji* yöntemiyle el­ G. de Mortillet, Breull ve Peyrony’nin ça­ de edilen karşılaştırma cetveli sayesinde lışmalarında, Yontmataş endüstrilerinin karbon 14 ile yapılan tarihlendirmeler, son kronolojik sıralaması, belirleyici fosiHerin tanınmasına dayandırılmıştı. Ancak, bu beş blnyıl İçin daha büyük bir kesinlik ka­ zanmıştır. yöntemin, F. Bordes tarafından kanıtlanan —Pedol. ve Yerbil. Mutlak tarihlendirmeyle bazı sakıncaları vardı. Bordes 1948'de, Ta­ rihöncesi dönem taş aletlerin incelenme­ göreli tarihilendirme arasında açık bir fark sinde nicel yöntemleri getirdi. vardır: birincisi bir olayın gerçek, kesin ya­



Tarihöncesi kültürleri, Fransa’nın kuzey -batı ve güney-batı bölgelerinde yapılan gözlemlere göre sınıflandırıldı. Ancak çok geçmeden, Eski Dünya’nın tüm kesimle­ rinde yapılan önemli keşifler sonucu, çağ­ daş endüstri evrelerinin her birinin kendi­ ne özgü son derece farklı özellikler gös­ terdiği anlaşıldı. • Araştırma yöntemleri. Yazılı metinlerin yardımı olmaksızın yalnızca maddi kalıntıların-yontulmuş taş, kemik, daha geç dönemler için de pişmiş toprak ve metal nesneler- incelenmesine dayanan Tarihöncesi dönem arkeolojisi, kısa süre­ de arkeolojik ortamın (kemikler, bitkisel ka­ lıntılar, çökeller) incelenmesinde kulanılmak üzere kendine özgü arazi ve laboratuvar yöntemleri geliştirdi. Tarihöncesi araştırmalarında günümüzde, çökelbilim, jeokimya, pedoloji, iklimbilim, paleobotanik (palinoloji ve antrakoloji), paleontoloji ve arkeozooloji gibi doğa bilimlerine öz­ gü dallardan, fizik ve kimyadan (radyokarbon, ısılışıldama, uranyum-toryum ya da potasyum-argon oranının saptanması, paleomanyetiklik, aminoasitlerin rasemikleşmesi yöntemleriyle tarihlendirme), mate­ matik (istatistik) ve insan bilimlerinden ya­ rarlanılmaktadır. Kökeni uzun süre betimlemeye dayalı kalan Tarihöncesi dönem arkeolojisi, ilk in­ sanların davranışlarını daha iyi anlamak için, günümüzde giderek kazı sonuçları­ nın yorum ve açıklanmasına yöneldi. Bu eğilim, etnoarkeolojinin önemini ortaya ko­ yan ve buna uygun düşen bir yöntembilim geliştiren amerikalı Lewis Binford ile fransız A. Leroi-Gourhan’ın çalışmalarının etkisiyle giderek güç kazandı. Tarihöncesi dönem sanatı



• Yontmataş dönemi sanatı. Tarihöncesi sanatın ilk belgesi 1834’te, Chaffaud ma­ ğarasında (Vienne) bulundu: işlenmiş bir kemik. E. Lartet, 1860-1865 arasında, Dordogne'da ve Ariège'de, madeleine kültürü insanlarının sanat etkinliklerine iliş­ kin başka belgeler ele geçirdi. Tarihöncesi mağara sanatını 1879’da, Altamira* ma­ ğarasında M. de Santuola ortaya çıkardı. Ama bu sanatın gerçekliği ancak 1895'te, la Mouthe* mağarasındaki gravür ve re­ simler bulunduktan sonra kabul edildi. Yontmataş dönemi mağara sanatının en önemli odağı, Fransa’nın güney-batı'sı ile İspanya’nın kuzey-batı'sıdır. Fransa ve ispanya'nın bu yöresinde (Cantábrica) re­ simlerle süslenmiş birçok mağara ve sı­ ğınak bulunmaktadır: Pair-non-Pair (Gi­ ronde), la Mouthe, les Combarelles*, Font de Gaume* le Cap Blanc, Lascaux* (Dordogne), Niaux* les Trois Frères (Ariège), Pech-Merle, Cougnac (Lot), Angle-sur -l'Anglin (Vienne), Castillo ve Altamira (Santander, ispanya). Tarihöncesi dönem sanatçıları çeşitli teknikler kullanıyorlardı, yumuşak zemin üzerine parmakla çizilen çizgiler, sert ze­ min üzerine çakmaktaşından bir aletle ya­ pılan gravürler, alçakkabartmalar, kilden biçimlendirilmiş kabartmalar, tekrenkli ya da çokrenkli desen ve resimler. Yontmataş dönemi sanat yapıtları ara­ sında taşınabilir nesneler de bulunmak­ tadır: heykelcikler, oymalı levhalar ve taş bloklar, süslenmiş aletler Ele geçtikleri kat­ mana göre bunlar, oldukça kesin bir bi­ çimde tarihlendirilebilmekte ve hangi kül­ türe ait oldukları saptanabilmektedir. Han­ gi katmandan geldikleri bilinen bu yapıt­ lardaki üslup benzerliklerine dayanılarak mağara duvarlarını süsleyen resim ya da kabartmalara da bir tarih verilebilmekte­ dir. Fransa-Cantabrica sanatı hakkında ilk sentezi, bu yüzyılın ilk yarısında H. Breuil yaptı ve ardışık iki evre içeren bir krono­ loji önerdi: boyalı çizgilerden oluşan re­ simlerle başlayıp, ardından, düz boyan­ mış yüzeylerin görüldüğü resimlere, son­ ra da çokrenkliliğe geçen “ aurignac -périgord” evresi; gene çizgi resimle baş­



layıp, genellikle siyah düz yüzeylerden oluşan resimlere, sonra da çokrenkliliğe geçen “ solutre-madeleine" evresi. Bu ev­ re, ince gravürlerle son bulur. “Aurignac venüsleri” diye adlandırılan pek çok kadın heykelciğinin gerçekte gravette* kültürüne ya da pörigord* en­ düstrisine ait olduğu söylenebilir. Kadın cinselliğine ilişkin resimler taşıyan kireç­ taşı bloklar, aurignac* kültürüne ait taş aletlerle bir arada bulunmuştur. Breuil'den sonra A. Leroi-Gourhan da Yontmataş dö­ nemi sanatını incelemiş ve değişik bir kro- j noloji önermiştir. Taşınır sanat yapıtların­ daki üslup ayrılıklarına bakarak dört de­ ğişik üslup saptamıştır: —I. üslup ya da ilkel üslup, aurignac kül­ türüne bağlı kaba oymalarda görülür; —II. üslup ya da arkaik üslup, gravette kül­ türüne bağlı yapıtların üslubudur. Hiçbir ayrıntının verilmediği figürler; birkaç çizgi­ ye indirgenmiştir; —III. üslupta bir öncekine göre gözle gö­ rülür bir ilerleme kaydedilmiştir. Biçimler­ de kabartı duygusu daha geliştirilmiş ve daha belirgin anatomik ayrıntılara girilmiş­ tir. Lascaux mağarasındaki pek çok resim bu üslupta yapılmıştır; —IV. üslupta figürler daha gerçekçi bir ni­ telik taşır. Resimlerde kabartı ve derinlik duygusu, tarama çizgileriyle ya da renk yoğunluğundaki değişiklikle verilmiştir. Resimli mağara ve sığınakların incelen­ mesi sonucunda, Tarihöncesi dönem sa­ natçılarının, simgesel bir bağlantı örgüsü­ nün de katıldığı bir estetik kompozisyon kaygısı taşıdıkları söylenebilir. Ancak bu simgesel bağlantıların büyük bir bölümü gözümüzden kaçmaktadır. Mağara sanatının bu yapıtlarını koru­ mak oldukça zor bir iştir. Bu yapıtların gü­ nümüze ulaşmalarını sağlamış olan yeraltı ortamı müdahalelerden pek kolay etkile­ nir ve kaya yüzeyinde meydana gelen bo­ zulmalar resim ve gravürlerin yok olma­ larına neden olur. Çok sık yapılan ziyaret­ ler bazı mağaralarda aydınlatma ve ısı ko­ şullarını, karbondioksit oranını değiştir­ mekte ve kaya yüzeyindeki yapıtları teh­ dit eden bakterilerin, çiçektozlarının ve sporların içeri girmesine yol açmaktadır. Bundan dolayı bazı mağaralar çok az zi­ yaretçiye açılmakta, hatta halka kapalı tu­ tulmaktadır. Lascaux mağarasında da du­ rum böyleydi; bu yüzden, halkın ziyaret edebilmesi için mağaranın bir bölümünün aynısı orijinalinin yakınında yapıldı (1983). • Yenitaş dönemi sanatı. Arkeologlar ço­ ğu zaman, Yontmataş dönemi uygarlıkla­ rına ait sanat biçimlerinin hemen hemen tümüyle yok oluşunu saptamış, bazen de Yenitaş* dönemiyle birlikte sanat belirtile­ rinin giderek şematikleşerek kaybolmaya yüz tuttuğunu düşünmüşlerdir. Oysa du­ rum hiç de böyle değildir: bu dönemde birçok sanat odağı ortaya çıkmış, bu odaklar biçime yeni bir soluk, öze de, ye­ ni toplumun genel görünümünü yansıtan simgesel bir ifade tarzı getirmiştir. İspanyol Levante*'sinde bulunan kaya resimleri henüz tam tarihlenememiştir ve bazı hayvan figürleri Yontmataş dönemi resimlerini çağrıştırır. Buna karşılık, iki ta­ kım okçuyu karşı karşıya gösteren savaş sahneleri gibi kimi öğeler Yenitaş döne­ mine özgü görünmektedir. Castellön'daki Gasulla boğazında ya da Morella la Vella’da ortaya çıkarılan resimler, büyük bir olasılıkla I.Ö. V. binyıl’a aittir. Avrupa’nın kuzeyinde, aynı dönemde, maglemose kültürüne ait kalıntılar arasın­ da yer alan kemik ya da geyik boynuzun­ dan bazı silahlar, hançerler, mızrak uçları ve baltalar geometrik motiflerle inceden inceye süslenmiştir; Sjaelland’da (Dani­ marka), Jordlpse’deki bir turbalıkta ele ge­ çen baltanın üzerinde olduğu gibi, bun­ larda bazen, geometrik motiflerin yanı sı­ ra insan figürünü çağrıştıran biçimlere de rastlanır. Buzullaşmasonrası dönemin başlangı­ cında, Tuna ırmağı kıyısında, Demir Kapı yöresinde yer alan, Lepenski* Vir’de, sa­



M.-L. Maylin



nat alanında başka bir özgün yaratım odağı ortaya çıkar. Burada ele geçen taş yontularda, yarı insan, yarı balık biçimin­ de yaratıklar canlandırılmıştır. Balık, yer­ leşik duruma geçmiş bu avcı-balıkçı top­ lumun yaşamında büyük bir olasılıkla önemli bir yer tutuyordu. Yenitaş dönemi sanatının önemli esin kaynaklarından biri de tarımsal bereket­ tir. Bu esin, İ.Û. VIII. binyıl'dan başlayarak Suriye ve Filistin'de, tanrıçaları ve evcil hayvanları canlandıran taş, özellikle de pişmiş toprak heykelciklerde görülür. Ye­ nitaş dönemi dinsel inançlarının en eksik­ siz ve en tutarlı ikonografik ‘ bütünü Çatalhöyük*'te ortaya çıkarılmıştır (İ.Ö. VI. binyıl başı). Burada ele geçen ve ana tanrıça'yı boğa ya da leopar gibi hayvan­ larla birlikte gösteren tasvirlere bakılarak çıkarılan sonuçları genelleştirmek aşırı cü­ retkârlık olur. Yakındoğu’ya ve Doğu Ak­ deniz'e özgü bu tema, herhalde Tuna va­ disi gibi başka bölgelere olduğu gibi ak­ tarılamaz. Bununla birlikte, Yenitaş döne­ minde Avrupa'nın ılıman bölgelerinde gö­ rülen kadın (ender olarak erkek) ve hay­ van (sığır, özellikle koyun-keçi, bazen ge­ yik) biçimli heykelciklerin bolluğu, kimi ar­ keologların anaerkil diye nitelemekte te­ reddüt etmedikleri bir tarım toplumunun simgesel ve belki de dinsel ifadesidir. Kadıp heykelcikleri çoğunlukla çıplaktır ve büyük bir çeşitlilik gösteren üsluplaştırılmış plastik biçimlere sahiptir; boyalı ya da kazılı çizgiler çoğu zaman soyut anlatımı daha da artırmıştır. Bu heykelciklerin en ünlüleri Ukrayna’da Tripolje*, Bulgaristan ve Romanya'da Gumelnita ve Cucuteriir , Sırbistan’da Vinca*, Yunanistan'da Sesklo* (Sesklon) ve Dimini (Dimenio) kültür­ lerinden kaynaklanır. Romanya'da, Dobruca yakınındaki Cernavoda kazısında 'ortaya çıkarılan hamangia kültürüne ait bir mezarda ele geçen, çömelmiş bir ka­ dın ile başı ellerinin arasında, bir tabure­ ye oturmuş bir erkeği canlandıran piş­ miş toprak iki figür, İ.Ö. IV. binyıl sanatı­ nın gerçek başyapıtlarıdır. Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Almanya, Fransa, İtal­ ya, iber yarımadası vb.’de de bu tür heykelcikler ele geçmiştir. Batıya doğru gidildikçe bunların daha çok üsluplaştı-, rılmış olduğu görülür: Ispanya’nın güne­ yinde Los Millarös’te bulunan seramik üzerine boyanmış ya da kazınmış “göz­ ler", Almeria bölgesinde ya da Porte­ kiz’de ele geçen taş idoller, FortHarrouard’da (Eure-et-Loir) ortaya çıka­ rılan birkaç pişmiş toprak heykelcik ya da Grimes Graves’te (Büyük Britanya) bulunmuş, bir "tanrı"yı canlandıran ki-, reçtaşı küçük blok, ortak çizgiler taşıyan bir ideolojinin geniş bir alana yayılmış ol­ duğunu göstermektedir. Marne hypogeumları ya da üstü örtülü geçitler (bunlar­ da göğüs, bazen de gerdanlık figürleriy­ le bir arada kullanılmış “baykuş başı" motifine sık sık rastlanır) gibi mezarlardada bu ideoloji hissedilir. Bretagne (Gavri-



avcı ile köpek Accer (Cezayir) tasillsinde kaya resmi Yenitaş dönemi İ.Ö. IV. - III. binyıl



Lauros-Giraudon



Lepenski Vir’de (Yugoslavya) bulunan “ 43 no.’lu heykel” kumtaşı, ilk Yenitaş dönemi



Lauros-Giraudon



Hlrbet Minha’da (Munhata, tlrdûn vadisi, İsrail) bulunan oturan kadın heykelciği, pişmiş fopral Yenitaş dönemi Sa’ar Hagolan evresi İ.Ö. V. binyıl ortası İsrail müzesi, Kudüs



bizonlar salonunu süsleyen resim madeleine kültürü



Balzi Rossi’de (İtalya, Ventimiglia ve Menton arası) bulunan Grimaldi venüsü obsidiyen üst perigord endüstrisi (?) Sm t-Gem ain-en-Uye



Idişi, madeleine IV kültürü (?)



nls*) ya da İrlanda'daki (Nevvgrange) megalitlk* mezar dikmeleri üzerine kazın­ mış ya da murç benzeri bir el aletiyle iş­ lenmiş süslemeler yaklaşık i. Û. 3000’e tarihlenir. Megalitlk anıtların kendileri de, İ.Û. V. blnyıl'dan başlayarak Batı'da, mimarlık sanatının özgün bir dinsel görünümü sa­ yılabilir. Bunların dindışı, özellikle de sa­ vunma alanındaki karşılığı, Erlha surların­ dan Salntonge’dakl Yenitaş dönemi hen­ dekli kamplarına kadar çeşitli yerlerde bu­ lunmaktadır. Daha kuzeyde "orman" uygarlıkların­ da, kehribar ve geyik boynuzu büyük bir ustalıkla İşlenmiştir: Rusya'da Usviyatıy'da ele geçen insan biçimli heykelcik­ le Şiglr’de bulunan rengeyiği başı, çoğu zaman “geri kalmış" sayılan kent dışı halkların sanatçı niteliğini yansıtır. Gü­ ney İsveç’teki ya da Karelya’dakl büyük kaya kabartmalarında, gündelik yaşam­ dan balıkçılık, av, tören, hatta doğum gi­ bi sahneler canlandırmıştır. Bu figürler Yenitaş döneminin sonlarında ve maden çağlarında gerçekleştirilmiştir. Avrupa’nın dışında, yine Yenitaş döne­ minde, Sahra’da ve Güney Afrika'nın ba­ zı kesimlerinde İlk mağara sanatları geli­ şip serpilmiştir. Mısır'da büyük sanat an­ cak önhanedanlar dönemi uygarlıklarıy­ la birlikte ortaya çıkmıştır. Asya’da da Yakındoğu’daklne benzer bir gelişme süreci görülür ve Çin’e kadar kadın heykelcikle-' rlne rastlanır. O sırada Avustralya'da ve Amerika'da yaşayan toplumların sanatı daha az bilinmektedir; ama Amerika’da, çok geçmeden kolomböncesl* dünyanın büyük kentleri İnşa edilecektir. • Ontarih döneminde sanat. Zenginlik göstergesi olarak metal, yönetici sınıfın saygınlığını artırmak amacıyla sanat ala­ nında da kullanılmıştır. Ur'daki kral mezar­ larında (i. 0. 3000’e doğr.) altın, gümüş ve bronz kaplar, silah ve heykelcikler bu­ lunmuştur. Kafkasya'nın kuzeyinde Maykop*'takl hükümdar tümülüslerinde, Bulgaristan'da Varna mezarlarında yakla­ şık aynı döneme ait altın, gümüş ve bakır kaplar ve süs eşyaları ele geçmiştir. Mezopotamya* ve Mısır*'da yazı bu dö­ nemde ortaya çıkmış, tarih çağının büyük uygarlıkları gelişmiştir. Bunların çevresin­



de birçok öntarlh dönemi halkı. Tunç ve Demir çağlarında kendi kişiliklerini kazan­ mıştır. Bu çağda Akdeniz çevresinde yük­ sek nitelikli bir öntarlh sanatı gelişmiştir: mermer kyklades* ¡döllerinden Girit ve Thlra'dakl (Santorinl*) minos resimlerine kadar birçok yapıt. Yazı da kral sarayla­ rında ortaya çıkmıştır (çizgisel A ve B ya­ zıları). İtalya'da birçok yeril halk, çok geç­ meden de Etrüskler, tapınaklarını büyük boy pişmiş toprak kabartmalarla süslemiş­ ler ve birkaç yüzyıl sonra iberler’in de ya­ pacakları gibi, tanrılara bronz heykelcik­ ler sunmuşlardır. Batı Akdeniz ülkelerinde taş üzerine heykelcilik yapıtları, çoğunluk­ la Kartaca*'ya ve daha birçok başka ko­ loniye yerleşmiş olan Fenikeliler aracılığıy­ la gelen doğuya özgü bir esini yansıtır. Alpes-Marltlmes’dekl Bégo* dağı gibi bazı dar ve kapalı mağara sanatı alanları, es­ ki yerel halk geleneğinin sürdüğünü or­ taya koyar. Kuzeyde kelt dünyası, antik yazarların sözünü ettiği ikinci Demir* çağındaki bir­ liğe büyük bir olasılıkla henüz kavuşma­ mıştır. Bununla birlikte, İskandinavya’dan Balkanlar’a ve İrlanda'dan Macaristan'a kadar, ikonografi temaları (kuşlar, kuğular [?] ve gemi ya da arabayla taşınan güneş kursu) ortaktır. Güney İsveç oymalarının yanı sıra Danimarka'da Trundholm'da ele geçen savaş arabası gibi kimi ünlü metal parçalar da bu mitolojiyi yansıtır. Hallstatt* dönemine alt küçük araba modellerinde de (bu tür arabalar Strettweg [Avusturya] ve Mérlda’da [ispanya] ele geçmiştir) ay­ nı kültür ortamının İzleri görülür, ilk Demir çağı sonlarına tarlhlenen savaş arabalı büyük hükümdar mezarlarına (örneğin Fransa'da Vlx* [Côte-d'Or], Güney AI-‘ manya'da Flochdorf* ve Klein-Aspergle mezarları) kadar bu ortamı izlemek müm­ kündür. Yeni doğan bu kelt dünyasında akdenlz etkileri göze çarpar; Hirschlanden (Güney Almanya) savaşçısı gibi taş heykelciliği örnekleri kısmen bu etkilerle açıklanabilir Buna karşılık, Avrupa'nın tüm ılıman bölgelerinde özgün bir kuyumcu­ luk sanatı yaygınlaşır: çarpma-çakma tek­ niğinde bezenmiş bronz sitülalarla "kelt üslubu” olarak anılan genel bir süsleme üslubu (örneğin Waldalgeshelm üslubu) ortaya çıkar. Doğu Avrupa’da, öntarlh dönemindeki güçlü kültür birimlerinin (Traklar, Daçyalılar, çok geçmeden de Slavlar) kendileri­ ne özgü sanatsal anlatım tarzları vardır. Kafkasya halkları, özellikle de Kuban’da yaşayanlar çok sayıda bronz heykelcik (geyikler, köpekler, etçiller ve fantastik hay­ vanlar) üretmişlerdir. iskltler*’de, kısmen Karadeniz kıyısındaki yunan kolonilerin­ den esinlenmiş olan ince bir sanat görü­ lür. İskit savaşçılarının, Pazırık* bölgesin­ deki slblrya step halklarıyla ilişkileri oldu­ ğu sanılmaktadır; Pazırık'ta, tümülüslerln altındaki mezarlarda, canlı renklerle be­ zenmiş İpekliler, keçeler ele geçmiştir. Hindistan'da, Çin'de, Vietnam'da üstün sanatlı imparatorlukların kurulması, tarih­ sel bağlamda, II. binyıl’da başlar. Yazının bulunmasından önce yaşamış olan halk­ ların karmaşık evreni ve binlerce yıllık mi­ rası Afrika'da, kolomböncesl dünyada, Polinezya*’da, Mlkronezya'da öntarlh dö­ nemi sanatlarının varlığının saptanmasıy­ la, yıldan yıla daha ayrıntılı bir biçimde ta­ nınmaktadır. TA R İH S E L sıf. 1. Bir bilim dalı olarak ta­ rihle İlgili olan şey için kullanılır; tarihi: Ta­ rihsel araştırmalar yapmak. Bir konuyu ta­ rihsel açıdan incelemek. —2. Tarihin var­ lığını doğruladığı, nesnel olarak kabul et­ tiği şey İçin kullanılır, tarihi: Tarihsel olay­ lar. Atatürk'ün tarihsel kişiliği. Tarihsel ger­ çeklik. —3. Tarihte ün kazanmış, anılma­ ya değer olan şey İçin kullanılır; tarihi: Ta­ rihsel bir söz. 19 mayıs 1919 tarihsel bir gündür, iki devlet başkanının tarihsel kar­ şılaşması. —4. Geçmiş dönemlerden ka­ lan, tarih ve sanat açısından değer taşı­ yan bir şey İçin kullanılır; tarihi: Tarihsel bir



anıt. Tarihsel bir kent. —5. Bir kişi, bir top­ luluk ya da bir nesne için büyük önem ta­ şıyan bir an ya da durum İçin kullanılır; unutulmaz, önemli: Bugün hepimiz için ta­ rihsel bir gün oldu. —Mim. Tarihsel sütun, gövdesi, bir olayın anısına alçakkabartmalarla bezenmiş sü­ tun. (Örn. Tralanus sütunu, Vendöme sü­ tunu.) —Res. Tarihsel manzara, tarihte ya da söylencelerde sözü edilen kişilere yer ve­ rilen ve doğadan alınmış çeşitli öğelerle oluşturulan düşsel manzara. || Tarihsel re­ sim, daha çok eski ya da çağdaş tarih olaylarını konu edinen resim türü. TA R İH S E L C İ sıf. Tarihselciliğe ilişkin olan şeye denir. ♦



a. Tarlhselciliği savunan.



TA R İH S E LC İLİK a. Tarihin, yalnızca kendi güçleriyle ve bir felsefenin yardımı olmaksızın belli birtakım ahlaksal ve din­ sel doğruları ortaya koyabileceğini İleri sü­ ren öğreti. —Fels. Marxçılığın getirdiği en önemli ye­ niliğin tarihsellik kategorisi olduğunu ileri süren marxçılık yorumu. —Mim. Mimarlık uygulamalarında geçmi­ şin bir ya da birçok üslubuna başvurup bunları kullanma eğilimi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Mim. Yitip gittiğine inanılan bir dengeye yeniden kavuşmak için geçmi­ şe dönme yaygın bir uygulamadır ve tıp­ kı çin sanatı gibi Mısır sanatı da, “ tarlhselcl" diye nitelendirilebilecek evre­ ler geçirmiştir. Bu tepkilerin en yaygın ve en uzun ömürlü olanı, XV. -XVI. yy.'ların Rönesans'ına yol açmış, Roma ve Vitru­ vius kaynağına açıkça dönüş yapılmıştır. Bu, gerçekte daha sonraki bin yıl İçinde edinilmiş ve sonunda klaslkçiliğe varan deneyimlerle bir uzlaşmadır. 1750’ll yıllar­ da, Antlkçağ'a yeni bir dönüşün ürünü olan yenlklasikçilik, İngiliz sanayi devrimiyle eşzamanlı olarak gelişti. Keşiflerin ve ar­ keolojinin kaydettiği İlerlemeler bilinen kaynaklara yenilerini kattığından bu akı­ mın sonuçları çok farklı olacaktı. Bu yeni­ lenme (İngilizce revival) “ yeni" sözcüğüy­ le başlayan birçok yeni akıma yol açtı. Yenletrüsk ya da yenimısır olmasa da, yenlroma ve yeniyunan aynı gelenekten bes­ lenen üslup çeşitlemeleri sayılabilir. Ro­ mantik tepki bunların karşısına bir yenigotiğl ya da bir yenlrönesansı, hatta düş âle­ mi gibi bir Doğu’yu çıkardığında, uyuş­ mazlık büsbütün belirginleşti. Bu “ yenilenme” lerln hepsini seçmecilik* altında toplamak uygun gibi görünmekteyse de, seçmeci tutum, bir üslubu seçip öne çı­ karmaya hiç yanaşmamış, farklı üsluplar­ dan öğeleri bir arada kullanıp yeni bire­ şimler yaratmıştır. Gerçekte, klasik disip­ lin ülusal geleneklerin etki ve baskısıyla blrleşince her türlü inkâra açık bu karma­ karışık oportünizme galip gelmiştir. Ro­ mantiklerin tarihselclllğl yüzeyseldi ve yal­ nız bezeme için geçerliydi; XIX. yy.’ın or­ tasına doğru, yerini akademistlerde yeni­ yunan ya da Rönesans, akılcılık yandaş­ larında erkenhıristlyan, yeniblzanS, roman ya da gotik yapısal bir tarihselciliğe bıraktı. Fransa'da Hlttorff’un, Vlollet-le-Duc’ün ya da Vaudremer'in, Almanya’da Semper’ln, Büyük Britanya'da Webb'ln ya da ABD’ de Rlchardson'un etkinliği örnek nitelik­ tedir Bu mimarların eski üslupları akılcı bir biçimde çözümlemeleri, yerel koşulları göz önüne alarak geliştirilen yapım yön­ temleri, yeni bireşimlerin, ilk sırada da Art nouveau'nun yolunu açtı. TARİHSELLİK a. Tarihsel olanın, yaşan­ mış tarih tarafından doğrulanmış olanın ayırtedici özelliği. T A R İH S İZ sıf. 1. Tarihi yazılmamış, be­ lirtilmemiş: Tarihsiz bir mektup. —2. Uzun bir geçmişi olmayan: Tarihsiz uluslar. T A R İJ A ya da S A N B E R N A R D O D E T A R İJ A , Bolivya’da kent, yönetim. bölgesi merkezi, rio de Tarija kıyısında; 68 495 nüf. (1988). Ticaret. — Tarija yö­ netim bölgesi, Bolivya’nın G.'inde yayılır; 37 623 km2; 315 000 nüf. (1990).



TA R İK , -kı a. (ar. tarik). Esk. 1. Yol: “ Be­ laların çeküben dönmeyüb tarîkinden" (Fuzuli, XVI. yy.). —2. Tutulan yol, İzlenen yöntem: "Tarih-i Cevdet’in tahrîrine baş­ lardım ve tarik-ı tertilde kaba türkçe ibârât ile tahrîrini iltizam eyledim" (Cevdet Pa­ şa, XIX. yy.). —3. Meslek, iş. —4. Neden, amaç, vasıta: "Bazıları doğrudan, bazıları ise temsil ve tasarruf tarikiyle tercüme edil­ miş olan..." (Baha Tevfik). —5. Tarik-ı Ahmed-I Muhtar, Hz. Muhammet’in yolu; müslümanlık. || Tarik-ı aklam, tarik-ı kalemiye, kalemle ilgili; sivil meslek. || Tarik-ı âm, tarik-ı sultani, geniş ve umumi yol. || Tarik-ı ehl-i seyf, tarik-ı askeriye, askerlik mesleği. || Tarik-ı hâs, çıkmaz sokak. || Tarik -ı ilmi, tarik-ı ilmiye, tarik-ı ulema, din bi­ limleriyle uğraşanların mesleği. || Tarik-ı makduh, beğenilmeyen yol: “.. yani biz ol vakitte dahi şimdiki tarik-ı makduha gidi­ yorduk.." (Cevdet Paşa, XIX. yy.). || Tarik-ı müstakim, tarik-ı hak, doğru yol. || Tarik-ı taharri, inceleme yöntemi: "Basit bir tarik-ı taharri ittihaz edeceğim" (Baha Tevfik). —Esk. kim. Tarik-ı ratib, toz halindeki mad­ deyi su ile karıştırarak tahlil etme, ayrıştır­ ma yöntemi. || Tarik-ı yabis, bir madeni ısı­ tarak tahlil etme yöntemi. —ikt. tar. Tarik bedeli, Osmanlı devletin­ de yol vergisine verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —isi. huk. Tarik-ı has, yalnız arazi sahip­ lerine ait olan yol. —Kur. tar. Tarik kadılığı, Osmanlılar’da ka­ dı adaylarına verilen ad. (Şeyhülislamlık makmında her yıl tarik kadılığı adıyla sı­ nav açılır, bu sınavda başarı gösterenlere bir belge [múñasele] verilirdi.) || Tarik ma­ aşı, Osmanlılar’da ilmiye sınıfından olan­ ların maaşı. || Tariki tedris, öğrenimin bi­ çim ve derecesini anlatan deyim. j| Tarik­ ten hak, ilmiye sınıfından olanların işledik­ leri bir suç nedeniyle bu sınıfla olan ilgi­ lerinin kesilmesi. — ANSİKL. ikt. tar. Osmanlı devletinin ku­ ruluşundan başlayarak çok önem verilen yol ve köprü yapımı işlerinde halk da ça­ lıştırılır, bu işlerle uğraşan bazı köylerin hal­ kına köprülüler ve derbentçiler adı verilir­ di. Bu yükümlülük, Tanzimat’tan sonra bir vergi haline getirildi. 1908'de Meclisi mebusan’da kabul edilen bir yasayla 20 ya­ şını dolduran erkekler ya yol yapımında çalışacaklar (yılda 4 gün) ya da bir bedel (12 ile 16 kuruş arasında) ödeyeceklerdi. 1914'te çıkartılan bir yasayla da tarik be­ delinin alt ve üst sınırları 12 ile 40 kuruş olarak saptandı, alınacak bedelin mikta­ rının belirlenmesi işi de Vilayet umumi meclislerine verildi. Ayrıca, tarik bedelin­ den 20 yaşından küçük ve 60 yaşından büyük erkekler, hocalar ve hahamlar ba­ ğışık tutuldu. T Â R İK , -ki sıf. (fars. tarik). Esk. Karan­ lık: Şeb-i târik (karanlık gece). T Â R İK , -ki sıf. (ar. terk'ter târik). Esk. 1. Bırakan, bırakıp giden, vazgeçen. —2. Tarik-i dünya, dünya işlerinden elini eteğini çekmiş olan kimse. || Tarik-¡ masiva, dün­ ya ile ilgili şeylerden vazgeçen: "Hâmid de dergâh-ı muhabbetde öyle bir târik-i mâ-sivâdır" (Cenap Şahabettin). T a r ik , Tanzimat ve ikinci meşrutiyet dö­ nemlerinde yayımlanmış bazı gazetelerin ortak adı. — Ermeni asıllı gazetecilerden Filip Efendi tarafından 1884'te İstanbul’ da yayımlanmaya başlayan günlük gaze­ te. 1899 ortalarına değin yayımını sürdür­ dü. Yazarları arasında Hüseyin Cahit’in de (Yalçın) bulunduğu gazeteye bazı Servet -i fununcu yazarların yanı sıra Tevfik Fik­ ret de “ Haftai edebi" başlığıyla edebiyat sohbetleri yazmıştı. — Şatırzade Haşan Hicabi Bey tarafından Trabzon’da çıkarı­ lan haftalık gazete 1910-1911 yıllarında 70 say*kadar çıktığı tahmin edilen gazetenin başlığı altında “ Hakka hadim hür bir ga­ zetedir” ifadesi yer alıyordu. — Muslihittin Adil’in kurucusu ve başyazarı olduğu günlük gazete 1919’da İstanbul’da yayım­ lanan gazete, 115 sayı çıktıktan sonra ka­ pandı.



kuşamları bakımından da değişiklikler gösterirler. Bektaşi tarikatında On iki imam’ı simgelemesi için on iki dilimli taç, mevlevilikte düz ve uzun, sikke denilen TARİKAT, -tı a. (ar. tarikat, yol’dan). 1. başlık giyilir. Rifailer ise taçlarına siyah tül­ Esk. Meslek, yol. —2. Aynı dinin içinde, bent sararlar. tasavvufa dayanan ve kimi ilkelerle birbi­ İslam dünyasında bütün tarikatların rinden ayrılan, Tanrı'ya ulaşma yollarından kendilerini ilk dört halifeden biri aracılığıy­ her biri. la Hz. Muhammet’e bağlamaları değiş­ —isi. İslam sufilerinin izledikleri ve kendi­ mez bir gelenektir. Buna göre, Hz. Mu­ lerini Tanrı’ya ulaştıracağına inandıkları hammet dört halifeye ayrı ayrı zikirler öğ­ yol; bu amaçla bir tasavvuf büyüğünün retmiştir. Bir tarikat, bunlardan birini sür­ önderliğinde oluşturulan kurum. || Tarikat dürmesine göre, halifenin adından ya da cihazı, tarikata girenlerin giydikleri; biçim­ lakabından esinlenilerek sıddıkiye (bekri­ leri ve renkleri çeşitli tarikatlara göre de­ ye), ömeriye, Osmaniye, aleviye (haydariğişen giysi, başlık, külah, ayakkabı; taşı­ ye) adlarından birini alır. Tarikatların gide­ dıkları asa vb. eşyaya verilen genel ad. || rek sayılarının artması ise, bunları kuran Tarikatın köçeği, mevlevilerde tarikatçı adı şeyhlerin çokluğuna dayanır. Genellikle verilen görevlinin hizmetinde bulunan bir şeyhe bağlananların oluşturduğu tari­ can. kat o şeyhin adıyla anılır (Mevlana’dan —Tar. Şövalye tarikatları, genellikle dini ve mevleviye, Hacı Bektaş'tan bektaşiye gibi). askeri nitelikte cemaatler (Bk. ansikl. böl.) Yozlaşmamış bir tarikatın tekkesi aynı — ANSİKL. Müslümanlıkta VIII. yy.'ın son­ zamanda çok yönlü bir eğitim kurumu ni­ larına kadar tarikat ve tasavvuf adlı her­ teliğindeydi. Buralarda müritler çeşitli din hangi bir kurum yoktu. Dinin gelişip yay­ bilimleri, sanat ve meslek eğitimi, iş ahla­ gınlaşmasıyla birlikte çeşitli İç ve dış et­ kı, görgü kuralları gibi konularda eğitilir­ kenlere bağlı olarak bazı sahabe ve tabi­ lerdi. Temel islami kimliği koruyan tekke ilerin önderliğinde Tanrı'ya bağlılık, ahret ve tarikatlar yaşamın güçlüğünü hiçe say­ korkusu, ibadete düşkünlük, mal ve ma­ ma, özveri, dayanışma, hoşgörü, geniş kam tutkusunu yenme, dünya ve dünya kapsamlı bir insan ve varlık sevgisi, sanat nimetlerine sırt çevirme gibi dinsel ve ah­ ve edebiyat beğenisi, hareketli ve rakslı laksal ilkelere dayanan özel bir yaşam bi­ sema ayinleri gibi yüksek erdem, duygu çimi belirdi ve buna VIII. yy.’ın sonu ya da ve eylemleri, uygulamaları, din ve ibadet IX. yy.’ın başlarında tasavvuf denildi. ( -> temalarıyla bütünleşerek kitleleri kendile­ TASAVVUF.) Ancak, ilk dönemlerde tarikat rine çeken kurumlar olmuşlardır. Ancak, düzenli bir tasavvuf birliğinin adı olmayıp, daha çok XVI. yy. ve sonrasında yabancı ahreti kazanmak için dünyadan yüz çevir­ kültürlerin etkisiyle İslam tasavvufunun me, ruhsal güçleri Tanrı buyruklarına gö­ dinsel ve ahlaksal özünden uzaklaşan ba­ re eğitme, nefsi dizginleme gibi kişisel ça­ zı tarikatlar da ortaya çıktı. Sözde ermiş­ balar için ve çok seyrek olarak kullanıldı. lik, abdallık, melamet (nefsin gururunu kır­ X. yy.'dan sonra tasavvufta giderek yer­ mak için olduğundan kötü görünmek) gibi leşmiş İslam hükümlerine ek olarak bir dizi adlar altında ibahi (anarşik) düşünce ve özel kurallar gelişti; önceleri sufinin iste­ «yaşama biçimini benimseyen bu tarikat­ ğine, dinsel ve tasavvuf alanındaki erde­ ların tekkeleri içki ve uyuşturucu âlemle­ mine göre değişen gönüllü ibadet, evrad rine kadar varan kötülüklerin işlendiği ba­ ve zikirler artık biçimsel ve sayısal bakım­ takhane ve bilgisizlik yuvaları durumuna dan belirlenip kurallara bağlanmaya, bu­ geldi. Bununla birlikte, bu tür tarikatlar hiç­ nun sonucu olarak tasavvufta şeyh, mür­ bir zaman ılımlı Sünni tarikatlar kadar güç­ şit, rehber gibi adlarla anılan manevi ma­ lü, etkili ve yaygın olamadı. kamlar ve işlevleri yüce sayılan gruplar İslam dünyasında sayıları yüzleri bulan oluşmaya başladı ve böylece tarikatlar ve çoğu çeşitli kollara ayrılmış olan tari­ doğdu. Önceleri kendi başlarına zahitlik katların en etkili ve yaygın olanları şunlar­ ve sufilik yaşamı sürdürenler salik ve mü­ dır: ahmediye (bedeviye), bayramiye, bek­ rit olmak için bir şeyhe bağlanmak gere­ riye, bektaşiye, celvetiye, cüziliye, gülşeğini duydular. niye, halvetiye, kadiriye, mevlevilik, nakşiXI. yy.'dan sonra veli sayılan tasavvuf bendiye, rifaiye, senusiye, şazeliye. Bu tari­ ulularının türbelerinin yakınlarında zaviye, katlar türkçede arapça "iye" ekinin yerine ribat, hankâh, tekke, dergâh adlarıyla anı­ “ lık, -lik” ekiyle (bektaşilik, mevlevilik vb.) lan tarikat merkezleri kuruldu. Buralarda anılır. ( -» Kayn.) belli zamanlarda “ uzlet” e çekilen mürit, —Tar. Şövalye tarikatları. Dini ve askeri ni­ şeyhinin manevi gücüne ve kendi kişisel telikteki ilk şövalye tarikatları Avrupa’da yeteneklerine göre değişen ibadet, zikir, derebeylik döneminde kuruldu; üyeleri riyazet ve mücahede ile velilik düzeyine yeminli asker keşişlerdi. Bu tarikatların ku­ kadar varabilen yetkinleşme becerisi gös­ ruluş nedenleri Kutsal yerler’e ziyarete gi­ terebildi. den hacıları tedavi etmek ya da Asya’da, XIII. yy.’dan sonra tarikat ve bir tekkeye Avrupa'daki müslümanlara karşı savaş­ bağlı müritlere ihvan (ahiler, kardeşler) de­ maktı. Kimileri, örneğin Templier ya da To­ nilmeye başlandı. Bunların ortak yaşamı ton şövalyeleri başlı başına bir güç olacak geceleri uyumamak, namaz kılmak, oruç kadar gelişmişti. Daha sonraları hüküm­ tutmak, virdler okumak (örn. yüz ya da bin darlar özellikle de ulusal buhranlar sıra­ kez “ Ya Latif” demek), özellikle kandiller­ sında, uyrukları arasında en seçkin say­ de zikir törenleri düzenlemek gibi dinsel dıkları kişileri dini bir yeminle kendilerine ve tasavvufi uğraşlar oldu. Tarikatların se^ bağlamayı denediler: örneğin Fransa’daki rü sülük denilen tasavvufi uğraş ve eylem­ Saint-Esprit tarikatını, kral Henri III Din sa­ leri ibadet, zikir, dua, ayin ve töreleri hem vaşlarında destek bulmak için kurmuştu. sayısal hem de biçimsel yönden birbirin­ Zamanla bu tarikatlar dağıldılar ya da den az çok farklı olmakla birlikte hepsinin cemiyetlere dönüştüler (örn. Fransa'da amacı insanı Tanrı'ya yaklaştırmak, dinsel Légion d'honneur cemiyeti). ve ahlaksal erdemlerle bezemek, onun Yaratan ve yaratılanlarla barışık olmasını TARİKATÇI sıf. ve a. 1. Bir tarikata bağlı sağlamak biçiminde belirlendi. olan kimse için kullanılır. —2. Tarikatları Yine XIII. yy.’ın başlarından sonra bir ta­ yaşatmak isteyen ve bu yolda çalışan kim­ rikatta bütün gerekli uğraşları tarikatın il­ se için kullanılır. ke ve törelerine uygun olarak tamamlayan —Tasav. Tarikatçı mezarı, Konya’da Mevve irşat etme yetkisine ulaşmış olanlara lana’nın türbesindeki Babüsselam deni-' şeyh tarafından icazetname ya da hilafetlen bölümün sol yanında yer alan mevlename denilen mühürlü bir belge verilme­ vi mezarlığına verilen ad. ye başlandı. Böylesi bir belgeyi alan sufiTA R İK A a. (ar. farika). Esk. Tarikat. —Müz. Peşrevden önce bu biçimdeki ya-, pıtlara verilen ad.



lerden bazıları çeşitli yerlerde şeyhlerinin ardılı (halifesi) olarak bağlandıkları tarikat­ ları yayarlarken, bazıları da kendi adları­ na yeni tarikatlar kurdular. Tarikatlar, evrad ve zikirleri bakımından olduğu gibi şeyh ve müritlerinin giyim ve



TA R İK A TÇ ILIK a. 1. Bir tarikata bağlı olma. —2. Tarikatların yaşatılmasından ' yana olma. , TA R İK H E U TE S a. (tuzlamak anlamın­ da yun. tarikheueiriden ). Antik. Yunan­



tarikheutes lılar'ın eski Mısır’daki özel gömücûler sı­ nıfına verdikleri ad. Bu gömücülerln gö­ revi cesetlerin içorganlarını boşaltmak, onları 70 gün boyunca bir natron banyo­ sunda bekletmek, bazı reçineler ya da yahudiye asfaltıyla sıvamak, en sonra da ke­ fenlemek ve sargılarla tutturulan sıkılama­ larla donatmaktı.



11266



T Â R İK İ a. (fars. târik ve -7den târiki). Esk. Karanlık.



tarlafaresi (Arvícola agreslis)



Ta rik i s a la h c e m iy e ti, Tarikatı satahlye cemiyeti de denir, türk siyasal par­ tisi. Eylül 1921’de Osmanlı ilayı vatan ce­ miyeti İle Hürriyet ve itilaf fırkası üyeleri Hamdl Paşa, Arap Asım, ismet ve Kemal beyler, Ahmet Raslm Avni Hoca gibi kim­ selerce kuruldu. Kiraz Hamdi Paşa, örgü­ tü güçlü göstermek için tarihçi Ahmet Re­ fik (Altınay), Ahmet Hamdi Hoca (Akseki) gibi ünlü kimseleri de üye olarak kaydet­ ti; padişah Vahdettin tarafından başyaver­ likle ödüllendirildi. Tarikat düzenine uygun biçimde örgütlenen partide yönetici kad­ ro üçler, yediler, kırklar olarak üç kademe­ den oluşuyordu. Üyeler ittihat ve Terakki üyeleri gibi törenle yemin ederek partiye katılıyorlardı. Yemin ederken amaçların lslamın yükselmesi olduğunu, islamın bü­ tün kurallarına uyacaklarını, gizil kararları açıklayan üyelerin ortadan kaldırılacağını kabul ediyorlardı. Parti, önce İttihatçılara, sonra Müdafaai hukuk ve Türkiye Cumhuriyetl’ne karşı bir politika benimsedi. Yö­ netici kadro Kurtuluş savaşı’ndan sonra Bükreş'e kaçtı. Partinin Anadolu'daki giz­ il çalışmaları, Şeyh Salt ayaklanması sıra­ sında ortaya çıkarıldı, istiklal mahkemesi’nde yapılan duruşmada partinin eylem­ leri açıklandı. 11 kişi idama, birçok kişi ağır hapse mahkûm edildi. Lütf'ı Fikri, Ah­ met Refik beyler, Ahmet Hamdl Hoca ile 32 kişi aklandılar (ağustos 1925). T A R İM , Çin'de ırmak, Şinciang'da; 2 179 km (havzası 350 000 km2). Karakurum’da doğar. Kunlun’dan (Yarkent-Derya ve özellikle Hotan-Derya) İnen, rejimi kar ve buzula bağlı ırmaklarla beslenir; mak­ simum debisine ilkbahar ve yazın ulaşırsa da, debisi, sızma, buharlaşma ve sulama amacıyla alınan sular nedeniyle saniyede 75 m3'e kadar iner. Tarim, döküntülerle dolu bir yatak içinde akan birçok kol ara­ cılığıyla Lob Nor çanağına ulaşır. T A R İM h a v z a s ı, Doğu Türkistan'ın G. kesiminde, Çin'in Şlnciang Uygur özerk bölgesinin en büyük bölümünü kaplayan geniş havza. K.’de Tanrı, G.'de Karakurum ve Altındağ sıraları İle kuşatılmış olan hav­ za, adını Tarim nehrinden alır. Ortası Taklamakan çölü İle kaplıdır. Bütün yerleşme­ ler, dağların eteklerindeki vahalara bağlı­ dır. Tarihi ipek yolu da K. ve G.'deki bu va­ haları izler ve havzanın B.’sındakl Kaşgar vahasında birleşir. Nüfusun en büyük kıs­ mını Uygurlar oluşturur. TA R İR İD A E a. Zool. TAPİRGİLLER famil­ yasının bilimsel adı. TAR İS a. (ar. "ares'ten taTris). Esk. 1. Bir yerde konaklama. —2. Bir kızı gelin etme, düğün yapma.



y



tarlakuşu



T A R İS (Jean), fransız yüzme şampiyo­ nu (Versailles 1909 - Grasse 1977). 1929’ dan başlayarak yedi kez dünya crawl re­ kortmeni oldu. 1932'de, Los Angeles olim­ piyatlarında, 400 m finalinde amerikalı Buster Crabbe tarafından bir el boyu ge­ çildi. 1937’de yarışları bıraktı. İh r ly (İzmir incir, üzüm, pamuk ve zey­ tinyağı tarım satış kooperatifleri birliği), in­ cir, üzüm, pamuk ve zeytinyağı tarım sa­ tış kooperatifleri birliklerinin birleşmesin­ den oluşan kuruluş. 2 834 sayılı yasa’ya dayanarak 2/5 930 sayılı Bakanlar kurulu kararıyla, Manisa ve çevresinde etkinlik gösteren "Üzüm kurumu" ile "Aydın Zi­ rai satış kooperatifi lttlhadı” nın birleşme­ siyle 1937’de kuruldu. 1939'da pamukçu­ luk kooperatifleri, 1942’de zeytincilik ko­ operatifleri birliğe katıldı. İş bankası ve Zl-



raat bankası'nın mail desteğiyle Ege böl­ gesinde hızlı bir gelişme gösterdi. 1949 Genel kurulu’nda üzüm, incir, pamuk ve zeytinyağı kooperatiflerinin ayrı birlikler halinde örgütlenmesi kararı alındı, 1950' de Tarlş 4 ana birlik halinde örgütlendi. 1988 sonu itibariyle, Tariş’e bağlı dört tarım satış kooperatif birliğindeki toplam kooperatif sayısı .124, üye sayısıysa yak­ laşık 60 OOO’I pamuk, 18 500'ü üzüm, 17 0001 zeytinyağı ve 10 0001 incir tarım satış kooperatiflerine bağlı olmak üzere toplam 105 500 dolayındadır. Tariş’e bağlı birliklerin İzmir’de, 100 000 İğlik bir İplik fabrikası; deterjan, sabun ve mar­ garin üretim birimleri de olan 100 000 ton/yıl kapasiteli bir pamuk yağı kombi­ nası; yılda 62 500 ton rafine, dolum ve kutulama kapasitesi olan bir zeytinyağı kombinası, bir kolonya fabrikası; Alaşe­ hir'de İse sirke ve pekmez üretim birim­ leri de olan 70 000 ton/yıl kapasiteli bir üzüm İşletmesi bulunmaktadır.



maya yarayan tarla. (Kesin sonuç elde et­ mek İçin, kurallara sıkı sıkıya uyulmalıdır [yinelemeler, parsellerin rasgele seçilme­ si, vb.]. Bazı tekniklerin toprak üzerindeki etkileri İncelenirken, uzun bir deneme sü­ resi gereklidir. 5-10 yıl, hatta daha fazla). ?«;•(« sıniF i e^am u, Anadolu’nun bir­ çok yöresinde yaygın bir köy seyirlik oyu­ nu. Ana temasını iki kardeş arasında tar­ la sınırı nedeniyle çıkan anlaşmazlık oluş­ turur. Güldürücü öğeler yanında düşün­ dürücü öğeler de İçeren oyun, Erzurum, Yozgat, Çorum, Adana gibi Anadolu’nun çeşitli yörelerinde, özel günlerde düzen­ lenen toplantıların başlıca seyirlik oyunla­ rı ndandır. TA R LA S İN C A B İ a. Zool. Doğu Avru­ pa İle Batı Asya bozkırlarında yaşayan, ke­ mirici memeli. (Postu gridir. Ağaca tırma­ nabilirse de daha çok yerde dolaşmayı sever. Uzun kış uykularına yatar. Bil. a. Citellus citellus; sincapgiller familyası.)



T A R İZ a. (ar.carz'dan ta'riz). Esk. 1. Do­ TA R LA C , Flliplnler’de kent, Luzon ada­ laylı anlatma, dokundurma, taşlama: sında, il merkezi, Manila’nın K.-B.’sında; "Genç kızlarımızın her taraftan aldıkları 121 400 nüf. —Tarlac ili, 3 053 km2; 559 derslerde bu istiklâl ve tariz ruhunu takvi­ 700 nüf. ye etmekten geri kalmamıştır" (H. C. Yal­ çın). —2. Tariz etmek, sözle sataşmak, TARLAÇEKİROESİOİLLER a. Böcbil. söz dokundurmak: "Hİlaf-giran ise şeyhin KIRÇEKİRGESİGİLLER familyasının eşan­ kerameti kendüden menkul deyü tariz lamlısı. ederler id i" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). jj Ta­ rizde bulunmak, iğneleyici sözler söyle­ a TARLAFARESİ a. Kafada yaşayan ya mek, taşlamak. da yüzebilen, tıknaz bedenli; yuvarlak bu­ —Ed. Bir söz söyleyip onun tersini kastet­ runlu, silindir biçimli ve tüylü kısa kuyruk­ me biçimindeki beyan sanatı. (Bu yolla bi­ lu, postuna gömülü küçük kulaklı, tarım rine kabalığa düşmeden yergi yöneltilir, bir bitkilerine çok zarar veren kemirgen kü­ İstek İncelikle belirtilir. Örn. Eli sıkı birine çük hayvanın ortak adı. (Cırlaksıçanglller "N e kadar cömertsiniz" demekte tariz familyası, Microtinae oymağı.) vardır.) — ANSİKL. Karada yaşayan tarlafaresi tür­ leri arasında tarım İçin en korkunç olanı, TARİZAT, -tı çoğl. a. (ar. tacriz'\n çoğl. ev faresi İriliğindeki, sırtı kırmızımsı esmer, tacrizât). Esk. Taşlamalar, dokundurmalar. karnı gri renkli tarlafaresidir (Arvicola agTA R İZEN be (ar. fa f/z’den ta’ rizen). Esk. restis). Bazen bununla karıştırılan orman ima yoluyla, dokundurarak. sıçanında kuyruk daha uzun, kulaklar da TA R İZ K Â R sıf. (ar. tacriz ve fars. kâri dan daha büyüktür. Tarlafaresi, ekili tarlalarda ta’ riz-kâi). Esk. Dokunaklı söz için kulla­ yere delikler açar; öyle kİ, çoğu zaman nılır. toprak kalbura döner Dişiler yılda İki kez doğurur; her doğuruşta on Ha on İki yav­ T A R K H O N , Tyrrhenos’un oğlu ya da ru yapar. Suda yaşayanlar arasında, su kardeşi, Tarquinla'nın, kimi antik yazarla­ kenarlarında kendisine az derin yuvalar ra göre de etrüsk dodekapolisinin efsane­ kazan su sıçanı (A. amphibius) sayılabilir. vi kurucusu. Etrüskler'I Lydia’dan İtalya'ya Su sıçanı bitkileri yemesinin yanı sıra omur­ onun götürdüğü söylenir. Aeneis'te, Ainegasızları da yediği için adi tarlafaresi ka­ ias ve Euander'ln bağlaşığıdır. dar zararlı değildir. Kuzey yarıküre’de on TA R K İN O T O N (Booth), amerikalı yazar kadar tarlafaresi cinsi bulunur ve çoğu (indianapolis 1869 - ay. y. 1946). Ilımlı bir toprağın içine yuva yapar; bunların bir gerçekçiliğin temsilcisi olan Tarklngton, cinsi (Microtus) buğdaygillerin bulunduğu Amerika’daki orta sınıfları uzlaştırıcı bir bi­ yerlerde yaşar, bir cinsi de ağaççıldır: kı­ çimde dile getirdi (The Magnificent Amzıl tarlafarelerl (Clethronomys cinsi üyele­ bersons, 1918; Alice Adams, 1921; ri). GroMh, 1927) ve tiyatro oyunları (Clarence, Tarlafareleriyle mücadele için fareka1919) yazdı. panları kullanılır; ama en iyisi, fare delik­ T A R K O V S K İY (AndreyjTrus film yö­ lerini ağzına ya da doğrudan doğruya ya netmeni (Moskova 1932 - Paris 1986). ekmeğe sürerek zehirli maddeler ya da Şair Arsenly Tarkovskly’in oğlu. 1962 Ve­ zehirli madde emdlrllirmlş tane kırmaları nedik festlvall’nde Ivanin çocukluğu (yulaf, buğday) bırakmaktır. (Ivanovo dietsvo) [1961] adlı filmiyle Al­ T A R L A K - FİRUZ ŞAH III. tın aslan ödülü'nü kazandı. Bunu İzleyen, filmi Andrey Rublev (1965-1966) kendi­ TARLAKOZ a. 1. Bir tür küçük manyat sine bazı sansür güçlükleri çıkardı ama, ağı. —2. iki çift kürekli balıkçı kayığı. bütün dünyada üne kavuşmasını sağla­ dı. 1972 .yılında Solaris İle bilim kurgu UTA R LAKÜŞU a 1. Tarlalarda yuva ya­ pan, kahverengi tüylü bazı küçük ötücüalanına girdi ve 1974 yılında Ayna’yı kuşların ortak adı. (Tarlakuşugiller famil­ (Zerkalo), 1979 yılında Statken, 1983 yı­ yası.) [Eşanl. TARLATOYGARI, TOYGAR. TUR­ lında İtalya’da Nostalghia'yı ve 1985 yı­ GAY] — 2 . Tepeli tarlakuşu -» TEPELİ TAR­ lında da Kurban (Offret) adlı filmini ger­ çekleştirdi. LAKUŞU. — ANSİKL. Asıl tarlakuşu (Alauda arvensis) TARLA a. 1. Üzerinde herhangi bir ürün Avrasya’daki büyük ovalarda yaşayan za­ yetlştirilebilen ve gerektiğinde nadasa bı­ manını ya yuva yaptığı tarlada ya da ötüş­ rakılan, sınırları belli toprak parçası: Tar­ tüğü göklerde geçiren bir kuştur. Hepçil layı sürmek. Buğday tarlası. —2. Tarla aç­ dir: böcekleri, taneleri ve genç yapraklan mak, ağaçlarla, çalı ve taşlarla kaplı bir ye­ yer. Yazları yalnız, kışın küçük topluluklar ri temizleyip ekilebilir duruma getirmek. halinde yaşar ve daha az soğuk yerlere —Coğ. Açık tarlalar, çitlerle ayrılmayan (kır kısa göçler yapar. Türkiye’de birçok türü görüntüsü) ve yan yana sıralanan birçok vardır: ağaç tarlakuşu (Lullula arbórea), işletmeye alt parseller. tepeli tarlakuşu (Galerida cristata), kulak­ —Su ür. kül. Midye tarlası, istiridye tarla­ lı tarlakuşu (Eremophila alpestris), beyaz sı, deniz kıyısında, midye ve istiridye ye­ kanatlı tarlakuşu (Meianocorypha leucopr tiştirmek üzere denizden tel kafeslerle ay­ tera), kara tarlakuşu (M. geltoniensis), rılan sığ alanlar. boğmaklı kuşu (M. calandra), Calandrel—Tarım. Deneme tarlası, tarım sisteminin la branchydactyia, C. rufescens. Ağaç tar­ bileşenleri (gübre, bitki çeşidi, toprağın iş­ lakuşu, kısa kuyruklu, güzel öten, yerde lenmesi, vb.) arasında karşılaştırma yap­



Tarquinia yuva yapan, böcekler ve tanelerle besle­ nen bir türdür. Kulaklı tarlakuşunun başı siyah ve sandır; her iki gözünün de üstün­ de bir tutam tüy bulunur. Tarlakuşugiller, Avustralya'ya kadar bütün Eski Dünya’ya yayılır. Avustralya’da yaşayan yerli tür Mirafra Javanica tüylerinin çeşitli renklerde olabilmesiyle dikkati çeker. Tarıma yararlı olduklarından bazı ülkeler tarlakuşlarının çoğalması için çaba harcamaktadırlar. —Avc. Birçok ülkede tarlakuşu avı, bu hayvanların tarıma yararı göz önünde bu­ lundurularak belli kurallara bağlanmıştır. TA R LA K U ŞU G İLLER a. Yuva yapma dönemi dışında sürüler halinde ve yerde yaşayan ötücükuşlar familyası. (Türkiye’ de 8 türü yaşar. Bil. a. Alaudidae.) [-» TAR­ LAKUŞU.]



■ T A R L A N (Ali Nihat), türk edebiyat tarih­ çisi (İstanbul 1898 - ay. y 1978). Darülfünun'un Türk edebiyatı, Fars edebiyatı, Garp edebiyatı bölümlerini bitirdi (1919). islam-türk edebiyatlarında Leyla ve Mec­ nun mesnevileri adlı teziyle Türkiye’deki ilk edebiyat doktoru oldu (1921). İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi’nde metin­ ler şerhi doçenti olarak göreve başladı (1934), profesörlüğe yükseldi (1941). Eski türk edebiyatı kürsüsü başkanlığından emekliye ayrıldı (1972). Karşılaştırmalı me­ tin yorumu, eleştirili metin yayını gibi ko­ nularda geliştirdiği yöntemleri uygulayan yapıtlar verdi: Şeyhi divanını tetkik (2 c, 1934-1936), Divan edebiyatında tevhitler (1936), Divan edebiyatında muamma (1936), Metin tamiri (1937), Metinler şer­ hine dair (1937), Hayali Bey divanı (1945), Necati Bey divanı (1963), Ahmet Paşa di­ vanı (1966) vd. ( -* Kayn.) TARLATAN a. (fr. tarlatane; portekizce tarlatana'dan). Belli bir sertlik kazandır­ mak için aprelenmiş, kalıp ya da kalıp dol­ gusu yapmada kullanılan ince muslin. —Grav. Basım sırasında, kazınmış ve mü­ rekkeplenmiş planşın yüzeyindeki fazla mürekkebi almaya yarayan gergin mus­ lin. TARLATOYGARI a. Z o o l. TARLAKUŞU’ nun eşanlam lısı. T A R L E (Yevgeniy Viktoroviç), rus tarih­ çi (Kiev 1875 - Moskova 1955). Tartu’da (1911), sonra Petrograd’da (1918) pro­ fesörlük yaptı. Fransız devrimi'nin ve Bi­ rinci imparatorluk’un iktisadi ve toplum­ sal tarihi konusunda uzmanlaştı. Tezini Raboçiy Klass vo Frantisii v Epohu Reyoyutsil (Devrim döneminde Fransa’da işçi sı­ nıfı) [2 cilt, 1909-1911] üzerine hazırladı. 1928'de bunun devamını yazdı: la Clas­ se ouvrière en France aux premiers temps de la production mécanique (fr. çev.) [Me­ kanik üretimin ilk dönemlerinde Fransa’ da işçi sınıfı], Kontinentalnaya Blokada'yı (2 cilt, 1913-1916) yayımladı. Napoléon (1937) ve Germinal et PrairiaTden (fr. çev.) [1937] sonra kendini rus tarihine adadı: Knymskaya Voyna (1941-1943), la Flotte russe et la politique extérieure de Pierre Ier (fr. çev.) [1949], TA R M A K A D A M a. (ing. tarmacadam; tar, katran ve macadam, makadam). Bayind. -> MAKADAM. TAR M A R -> TARUMAR. T A R N , Fransa’da (Massif central ve Akitanya havzası) ırmak, Garonne’un kolu (sağ kıyıdan); 375 km (havzası 12 000 km2'den büyük). Lozère dağının G.'inde, billurlu şistlerden doğan ırmak hemen ki­ reçli bir araziye girer. Tarnon'u aldıktan sonra Sauveterre causse'uyla Méjean causse’u arasındaki yatağa gömülür Jonte’u alan Tarn, Ségala ve Grands Caus­ ses kenannda akarak ovaya girer; Albi ve Gaillac'ı sular, Agout’yu alarak (sol kıyı­ dan) güçlenir; bundan sonra çığırı Garonne’unkine paralel uzanır. Yağmur-kar rejimli Tarn'ın suları en kabarık noktasına martta ulaşır ve yukarı çığırında Akdeniz’ in etkileri duyulur Ortalama debisi 250 m3/sn, en yüksek debisi 8 200 m3/sn'dir.



T A R N , Fransa'da (Midi-Pyrénées böl­ gesi) département; 5 758 km2; 342 723 nüf. (1992). Merkezi Albi. Départe­ m e n ts doğu bölümü Massif central'de uzanır; K.-D. bölümünde Ségala ovası yer alır; daha güneyde granitli bir plato yükselir. Tarım, hayvancılık, sanayi etkin­ likleri (camcılık, çelik fabrikası, tekstil ve kimya kuruluşları) gelişmiştir. T A R N -E T -G A R O N N E , Fransa'da (Midi-Pyrénées bölgesi) département; 3 718 km2; 200 220 nüf. (1992). Tarım ke­ simi çalışan nüfusun % 25’ini istihdam etmektedir. Tam ile Aveyron arasında buğdayla birlikte başlıca ürün şeftalidir; Garonne'un G.'inde, Lomagne'da, daha kurak bir iklimde de durum aynıdır. Su baskınlarının tehdidinde olmasına karşın vadiler çok daha kalabalıktır. Ova su baskınlarına .uğradığından genellikle ka­ vaklıklarla örtülüdür; orta kesimdeki taraçada meyve ve sebze yetiştiriciliği, bağ­ cılıktan (bunlara daha çok yüksek taraçalarda rastlanır) daha önemlidir. T A R N İE R (Etienne, Stéphane denir), transız kadın-doğum hekimi ve cerrahı (Aiserey, Côte-d'Or, 1828 - Paris 1897). Kadın-doğum hekimliğinde Pasteur'ün ve Lister'in asepsiyle ilgili görüşlerini uygu­ ladı ve çekmeli bir forseps icat etti. T A R N O B R Z E G , Polonya 'nın güney­ doğusunda kent, Vistül kıyısında voyvo­ dalık merkezi, Vistül'le San'ın kavuştuğu yerde; 42 000 nüf. 1953'e kadar küçük bir kasaba olan Tarnobrzeg, çeşitli etkin­ likler (mekanik, besin, kereste) ve zengin bir kükürt (çıkarılan kükürdü işleyen ku­ ruluşlar ve kimya sanayisi nedeniyle) ya­ tağı sayesinde önemli bir sanayi bütünü oldu. — Tarnobrzeg voyvodalığı (6 283 km2; 591 200 nüf. [1989]) birbirine ters düşen ürünler yetiştirilen bir tarım bölge­ sidir; çavdar, patates, orta ve G. kesi­ minde ormanlar; K.-D.'da ve özellikle K.B.'da buğday ve şekerpancarı (bunlara meyve üretimi de eklenir). Kentler San ve Vistül vadileri boyunca sıralanır.



T A R O , İtalya'da (Emilia) ırmak, Liguria Apenninleri’nde, Po'nun kolu (sağ kıyı­ dan); 126 km. Havzası 1 500 km2. TAROT a. (fr söze). Avrupa’da bilinen is­ kambil oyunlarının en eskisi. 78 kâğıtla oy­ nanır. TARPAN a. (kırgızcasözc.). Eskiden Do­ ğu Avrupa’da (Ukrayna bozkırları) yaşa­ yan ve yabani ya da göçer sayılan at ırkı. — ANSİKL. XIX. yy.’ın sonunda amansızca avlanan tarpan nerdeyse yeryüzünden si­ liniyordu. Tarpan ufak tefek, ama sağlam yapılı bir hayvandır; başı kısa, alnı geniş, burnu yassı, kulakları küçük ve sivridir. Üzerinde katıra özgü bir çizgi bulunan, fa­ re grisiyle esmer arası renkteki postu, son­ baharda beyaz bir havla kaplanır ve bu sayede tarpan, yaşadığı karlar ülkesinde düşmanlarının gözüne çarpmamayı başa­ rır. T A R P E İA , romalı genç vesta rahibesi, Capitolium kalesini kuşatan Sabinler’in sol bileklerinde taşıdıkları bileziklere göz dikti ve eğer “ sol kollarında taşıdıkları şeyi” kendisine verirlerse, kaleyi onlara teslim edeceğine söz verdi, isteği kabul edildi; ancak ihanet gerçekleştikten sonra Sabinler, onu gene sol kollarında taşıdıkları kal­ kanları altında ezdiler. Bu efsanenin bir­ çok değişkeleri vardır. Birine göre Tarpeia, kalkanların kendisine sunulduğu İlk ye­ rel tanrıçalardan biriydi. Bir başka değiş­ keye göre de, düşmanların başkanı Tatius'a âşık olduğu için yurduna ihanet et­ mişti.



G o r y , Polonya'da kent, Yukarı Silezya'da, Katowice bitişikkenti’nin çevresinde; 66 000 nüf. Makine sanayileri; kimya ve tejœtil sanayileri. —Ya­ kınında (Miasteczko Slşskie), çinko meta­ lürjisi.



TARO a. (polinezya dilinde söze.). Tropi­ kal bölgelerde yetişen ve yumruları besin olarak kullanılan bazı bitkilere verilen ad. (Yılanyastığıgiller familyası.) —ANSİKL. “ Taro" adı özellikle kalkan bi­ çiminde yapraklı Colocasia antiquorum'a verilir (C. esculenta bunun bir alt türüdür). Daha geniş anlamda, bu adla anılan bit­ kiler alocasia cinsinin türleridir (Alocasia macrorrhiza, A. indica), ayrıca kalkan bi­ çiminde değil, çoğunlukla ok biçiminde yapraklı xanthosoma da Q(anthosoma sagittifollum ya da Karayib lahanası) bu ad­ la anılır; colocasia ve alocasia cinsleri As­ ya kökenli, xanthosoma ise Amerika kö­ kenlidir. Bunlara yakın olan amorphophallus’lann da besleyici yumruları vardır ve Japonya, Çin ve Çinhindi’de yenir.



Ali Nihat Taflan



Tfcrpela ka yası, Capitolium'un güney -batı ucu. i. S. I. yy.'a kadar ölüme mah­ kûm edilen kimi kişiler buradan aşağıya atılırdı. Adını Tarpeia” dan alır. TA R P O N S P R İN O S , ABD'de (Florida) kent; 13 100 nüf. Sünger avcılığı merke­ zi. TA R PU Ş a. (fars. ser-puş'tan). Esk. giy. 1. Başa giyilen şey; başlık. —2. Kırmızı yünden örülmüş bir tür külah. (Yalnız ka­ dınlar giyerdi. Bazıları püsküllü olurdu.)



T A R N Ô W , Polonya' nın güney-doğusunda kent, voyvodalık merkezi, Kraków’ TA R PU ŞÇ U a. (tarpuş'tan tarpuş-çu). un D.'sunda, Karpat dağları etekleriyle Tarpuş yapan ve / ya da satan esnaf. Sandomierz havzasının birleştiği yerde; 118 400 nüf. Polonya rönesansı'nın tarih­ ■ T A R O U İN İA , İtalya'da komün, Lazio'da sel kenti, XIV. ve XVI. yy.’da yapılmış be­ (Viterbo ili), Marta vadisindeki bir mah­ lediye konağı (müze); katedral (XVI. yy.). muzda; 13 100 nüf. İ.Ö. VII. yy.’dan kalma Sanayi merkezi (temel kimya, azotlu bir yunan yeraltı mezarlığı kalıntılarından gübre, makine, hazırgiyim ve besin sa­ (Tarquinia’nın limanı Graviscae’de) anla­ nayileri). Demiryolu kavşağı. — Tarndw şıldığına göre, çok erken dönemlerde Yu­ voyvodalığı'nda (4 151 km2; 660 800 nüf. nanlılarla ilişkiye geçmiş en eski ve en [1989]) hem iyi tarım koşulları (ağır ba­ önemli etrüsk kentlerinden biriydi. Ayrıca, san buğday ve sığır yetiştiriciliği) ve kü­ yunanlı seramikçilerin de kente yerleştiği çümsenmeyecek yeraltı kaynakları (kü­ hemen hemen kesin gibidir. Büyük bir ta­ çük petrol ve doğal gaz yatakları; tuz) pınağın ve İ. Û. IV. yy.'da yapılmış surlar vardır. Dağ eteklerinin kenarında sırala­ dışında, çeşitli gömme yöntemlerinin uy­ nan küçük kentlerde makine ya da kim­ gulandığı geniş yeraltı mezarlıkları ve duya sanayilerine (en büyük kentlerde) ya da geleneksel sanayilere (kereste, taşoCh. Lenars cakları, besin) rastlanır. t a r n o w s k Ie



11267



Tarquinia "Baron'un mezarımdan (İ.Ö. VI. yy. sonu) duvar resimleri



var resimleriyle bezeli yeraltı odaları (Augurlar,Aslanlar, VI. yy.; Leoparlar, Avcı [V. yy.]; İ.Ö. VI. yy.’dan kalma Zırhlar, Dev). İ.Ö. VI. - 1. yy. arasında gerçekleştirilen bütün, etrüsk duvar resmi sanatının evrimini İz­ leme olanağı verir; buradaki duvar resim­ leri, doğu etkisindeki dönemle (VI. yy.) kla­ sik evre (IV. yy.) arasında çok yetkin bir ni­ teliğe ulaştı (ama, bu arada, katı atina üs­ lubu evresinden [V. yy.’ın İlk yarısı] de geç­ ti). İ.Ö. 350’den sonra çok güzel oymalı mezar taşları yapılmaya başlandı. 308’de Roma ile kırk yıllık bir ateşkes imzalayan Tarqulnia, topraklarının bir bölümünü yi­ tirdi. İ.S. III. yy.'da Lombardlar’ın, sonra Sarazenler'in (VIII.-IX. yy.) yakıp yıktığı kentin halkı yakınlarda Corneto kasaba­ sını kurarak Tarquinla’yi boşalttı. Corneto’ ya 1922'de Tarquinla adı verildi. (XV. yy.'da yapılmış sarayda Ulusal müze.)



Tarsius cinsi üyelerinden



hayalet cadı makisi (Tarsius spectrum)



Tarragona amfıtiyatronun (İ.Ö. I. yy.’ın sonlanna doğru) yıkıntıları



çeleri daha çok Kuzey ispanya'yı içeriyor­ du; II. yy.’da Galicia'dan ve Roma İmpa­ ratorluğu’nun son döneminde Cartagena (Cartaginiensis) bölgesinden ayrıldı. Augustus döneminden başlayarak İmpara­ torluk provinciası.



T A R R A O O N A , Ispanya'da liman ken­ ti, Katalonya’da il merkezi, Akdeniz kıyı­ sında, Francoli ırmağının denize dökül­ düğü yerde; 113 000 nüt. (1990). Üniver­ site ve turizm merkezi olan Tarragona'da önemli sanayi etkinlikleri (tütün İmalatha­ nesi, petrol rafinerisi ve petrokimya, taşıt lastikleri) de vardır. — Tarragona ili, 6 283 km2; 548 890 nüf. (1990). —Tar. Bir ege kavmlnln kurduğu, daha sonra iberler'ln istilasına uğrayan Tarrago­ na, C. Sclpio tarafından alındı (İ.Û. 218), Augustus (İ.Ö. 16’da koloni yapıldı) ve Fladrlanus döneminde güzelleştirildi ve Tarraconensis’in merkezi durumuna gel­ T A R G U İN İU S Yaşlı (Luclus Priscus), ri­ di. 469'da Vlzlgotlar'a, 714'te de Araplar'a vayete göre, beşinci Roma kralı (öl. İ.Ö. geçen kenti 1811 ’de Suchet bir baskın so­ 579). Caereli (bugünkü Cerveterl) büyük nucu aldı. bir etrüsk ailesinden geldiği söylenir; an­ —Güz. sant. Sarp bir tepenin üzerine kucak Kypselos’un tahta çıkmasıyla (İ.Ö. • rulmuş olan akropolis ispanya’daki roma 657’ye doğr.) Korinthos’tan kaçıp Tarqulgücünün merkeziydi. Kyklops örgülü bir nia'ya yerleşen ve bir Etrüsk'le evlenen altyapının üzerinde yükselen sur duvarı, yunanlı Demaratos'un oğlu olduğu da ileri amfitlyatro ve praetorium (ya da "Augussürülmüştür. Ancus Marcius’un ölümü üze­ tus'un sarayı, I.Ö. I. yy. sonu) bu döneme rine kral seçildi (İ.Ö. 616), askeri başarılar aittir. Aşağı kentteyse forumun, bir amfitikazandığı (Latlum kentlerine karşı), büyük yatronun ve erken hıristlyanlık dönemine bayındırlık işlerine (Cloaca maxima) giriş­ ait bir nekropolisln (lahitler, urnalar, moza­ tiği, etrüsk tarzında büyük oyunlar düzen­ ikler) kalıntıları yer alır. Ortaçağda akro­ lediği, etrüsk kehanet uygulamalarını ge­ polis önemli bir dinsel merkez durumuna tirdiği sanılır. Latinler üzerine roma hege­ geldi. Yapımına 1171'de başlanan kated­ monyasını kurduğu ve Sabinler’I yendiği ral, büyük ölçüde XIII. yy.’a aittir ve güzel de söylenir. avlusuyla birlikte genelde roman üslubu­ T A R G U İN İU S Superbus (Lucius), riva­ nu korumuştur (ana sunağın, Pere Johan yete göre Roma’ran, yedinci ve son kralı tarafından gotik üslupta gerçekleştirilen (İ.Ö. 534'e doğr. - İ.Ö. 509). Servlus Tulli[1426-1434] kaymaktaşından sunakarkaus'un damadı (Tullia'yla evlenerek), Yaşlı lığı). Arkeoloji müzesi ispanya’nın en Tarquinius'un oğlu ya da yeğeni. Tarihçiler önemli müzelerinden biridir. —Kent yakı­ kendisini çervesinde bir koruma birliği bu­ nında, İki kat biçiminde düzenlenmiş göz­ lunduran, angarya ile büyük işler başaran leri bulunan roma sukemeri (Tralanus dö­ ama yoksullara buğday dağıtan bir tiran nemi), Centcelles anıtmezarı (IV. yy., kub­ olarak tanıtırlar, Tarquinius iuplter Capltobede Kutsal Kltap’tan alınma sahneleri Hnus tapınağı'nı yaptırdı, Gabü’yi aldı, Arbetimleyen mozaikler) ve Barcelona yolu dea’da savaştı. Oğlu Sextus’un Lucretius’ üzerinde, Barâ kemeri (Tralanus dönemi). un ırzına geçmesiyle patlak veren devrim TARRAH sıf. (ar tarhtan tarrsh). Esk. sonunda sürüldü. Cumae’ye sığındı, ye­ Toplayan. niden Roma'ya dönmeyi denedlyse de —Güz. sant. Yazı yazılacak kâğıt üzerine başaramadı. tarh denilen süslemeyi yapan tezhip sa­ T A R G U İN İU S (Sextus) [öl. i. Ö. 496], natçısı. || Boya İle duvar ve tavan resimle­ Tarquinius Luclus Superbus'un oğlu. Uıcri yapan sanatçı. retius'un ırzına geçmesiyle ünlüdür. TA R R A K A a. (ar. taratya'dan osm. tarT A R G U İN İU S C O LL A TİN U S , (Luci­ ralya). Esk. Gürültü, patırtı: "Yeni b ir tarus), Tarquinius Superbus'un yeğeni ve raka ile başka bir ihtiras devresine g ird i" Lucretlus’un kocası. Brutus’la birlikte, Ro­ (H. Z. Uşaklıgil). manın ilk iki konsülünden biriydi (İ. Ö. TA R R A R sıf. (ar. tarr, bir şeyin kenarını 509). kesmeden (arrât). isi. huk. Yankesici. TA R R A C O N E N S İS . Tar. coğ. iber ya­ T A R R A S A y a d a T E R R A S S A , ispan­ rımadasında il; esk. Espaha Citerior: önyad a Kent, Katalonya'da (Barcelona III); 161 682 nüf. (1990). Tekstil (yün) merke­ zi. Elektrikli aletler ve makineler., —Güz. sant. Tarrasa (Roma döneminde, Egara), V. yy.’da piskoposluk merkezi ol­ duktan sonra kentte S. Marla, S. Pedro ve S. Miguel kiliseleri yapıldı. Bunlar, IX. yy.'da elden geçirildi: S. Marfa ve S. Miguel'ln abslda duvarlarını süsleyen resim­ lerle S. Pedro'dakl yalancı sunakarkalığı bu dönemden kalmadır. Roman döne­ minde yeni onarım çalışmalarına girişildi. S. Marfa kilisesi bugün resim müzesine dönüştürülmüştür. L. Borrassâ’nın yapıtı Aziz Petrus sunakarkalığı (1411-1413) ile J. Huguet'nln elinden çıkma AzizAbdön ve aziz Senân sunakarkalığı (1460-61) müze­ deki en önemli parçalardır. Belediye mü­ zesi ve Tekstil müzesi. T A R R E G A (Francisco), İspanyol piyes yazarı (Valencia 1554 ? - öt. 1602). Valencla katedrali’nde piskoposluk kurulu üye­ siydi. Piyesler (La Enemiga favorable; El Prado de Valencia) yazdı, özellikle Guillân de Castro ile birlikte, bu kentte tiyat­ ronun ilgi görmesine katkısı oldu. T A R R E G A (Francisco), Ispanyol gitarcı ve besteci (Villareal, Castellön de la Pla­



na, 1852 - Barcelona 1909). Pek çok ya­ pıt verdi, pek çok uyarlama yaptı; bu ya­ pıtlarıyla ve Avrupa turneleriyle XX. yy.'ın sonlarında gitar müziğinin yenileşmesin­ de belirleyici bir rol oynadı. T A R R İE TİA a. Eski Dünya’nın tropikal bölgelerinde yetişen,'el ayası-bileşik ya da sade yapraklı, taçsız, bireşeyli, demet ha­ linde toplu çiçekli büyük ağaç. (Afrika'da bulunan Tarrietia utilis türü çok İyi bir odun verir ve'bu oduna Fildişi Kıyısı'nda niangon ve Gabon’da ogue denir. Sterculiaceae familyası.) TA R S E K TO M İ a. (fr. tarsectomie). Cerr. Şekli bozuk bir ayağı İyileştirmek için bi­ lek kemiklerinden bir kısmının kesilmesi esasına dayanan ortopedik girişim. TARSİ ya da T E R S İ a. (ar. farşf). Esk. kuyumc. Değerli taşları, ahşap, sedef ya da bağa parçalarını bir yüzey üzerine (kı­ lıç, kutu vb.) çeşitli biçimlerde kesip kaka­ rak elde edilen bezeme. —Ed. Divan edebiyatında birbirini İzleyen iki dizedeki ya da tümcedeki sözcüklerin birbirine denk düşürülmesi. (Örn. "M ün­ hasırdır sözlerim evsafına / Muntazırdır gözlerim eitafma" [Sözlerim yalnız senin niteliklerini anlatmaktadır, gözlerim senin lütuflarını beklemektedir]. Burada karşılıklı gelen münhasır-muntazır, söz-göz, evsaf -eltaf sözcükleri birbirine uymaktadır.) TA R S İA . Tar. coğ. Anadolu’nun Bithynia bölgesinde kent; Adapazarı'nın D.'sunda, Büyükesence ve Küçükesence köylerinin G.'lndeydl. Nlkomedeia'dan (İzmit) Blthynion (Bolu) ve Fleraklela Pontika'ya (Ka­ radeniz Ereğllsl) giden yollar buradan ge­ çiyordu. Bizans döneminde piskoposluk merkezi oldu. TA R S İİFO R M E S a. Zool. UZUNBACAKLlMSlLAR takımının bilimsel adı. TA R S İLA DO A M A R A L, brezilyalı res­ sam (Caplvari, Sâo Paulo eyaleti 1897 - Sâo Paulo 1973). Paris’te F. Lâger'nln öğ­ rencisi oldu, ülkesinde modern sanatın ya­ yılmasına katkıda bulundu. Sentetik çizgi­ lerin, canlı ve açık renklerin kullanıldığı, hem folklor, hem de gerçeküstücü eşinil tabloları özellikle "Pau-Brasil’’ ve “Antropofâgica" (Sâo Paulo müzeleri; Grenoble müzesi) adlarını taşıyan diziler oluşturur. TA R SİN a. (ar. reşânet'ten tarşin). Esk. 1. Sağlamlaştırma. —2. Tarsin etmek, sağlamlaştırmak: "Öyle tarsin eyledim, ol­ sa cihan zir ü seber" (Neyzen Tevfik). —3. Tarsin-i cidar, duvarı sağlamlaştırma. TARSİNAT, -tı çoğl. a. (ar. tarşinin çoğl. tarşinât). Esk. Sağlamlaştırmalar. TA R SİS a. (ar. raşaş'tan tarşis). Esk. 1. Kim. Kurşunlaştırma, kurşun haline sok­ ma. —2. Sağlamlaştırma. —Esk. tıp. Tarsis-ül-esnan, çürük dişleri kurşunla doldurma. T A R S İS . Tar. coğ. Tartessos ülkesinin başka bir adı. TA R S İT a. (fr. tarsite). Oftalmol. Gözka­ pağı kıkırdağının İltihabı. (Oldukça nadir görülen frengi tarsltlnde, gözkapağı kıkır­ daklarında İleri derecede kalınlaşma ve kirpiklerde dökülme görülür.) TAR SİU S a. Güney-doğu Asya'da yaşa­ yan, gececi, cadı maki ortak adıyla bili­ nen memelilerin cins adı. (Uzunbacaklıglller familyası.) —ANSİKL. Tarsius cinsi üyeleri küçük be­ denli (yaklş. ağırlıkları 100 g), ağaççıl, yas­ sı yüzlü, İri gözlü (öndedir), zarsı ve hare­ ketli kulaklı primatlardır. Arka ayakları, ayaklıkemerlerl uzayarak sıçramaya uyar­ lanmıştır. Parmaklarında ağaçta dolaşma olanağı veren yastıklar vardır. Sıçrayarak üzerine atılıp hareketsiz hale getirdiği bö­ cekler ve sürüngenlerle beslenir. Üç türü bilinir: Borneo ve Sumatra’da bulunan ba­ tı cadı makisi (Tarsius bancanus), Sulavesi adalarında yaşayan hayalet cadı makisi (T. spectrum) ve Flliplnler’de rastlanan Filipin cadı makisi (T. syrichta).



T A R S K İ (Alfred), Polonya kökenli amerlkalı mantıkçı ve matematikçi (Varşova 1902 - Berkeley 1983). Varşova’da ders verdi ve 1939’dan başlayarak ABD’ye yer­ leşti. The Concept of Truth in the Languages of Deductive Sciences (Tümdengelimli bilimlerin dillerindeki gerçek kavramı) [1933] adlı metniyle, çağdaş mantıksal anlambilimi kurdu. Bu metinde dil ve üstdll arasında bir ayrım zorunluluğunu ortaya koydu ve biçimsel bir sisteme göre ger­ çek kavramını tanımladı. Daha yeni çalış­ malarında, özellikle temel geometri kura­ mı gibi bazı matematik kuramlarındaki karar* sorunuyla İlgilendi. Yapıtları: Introduction to Logic (Mantığa giriş), 1936; A Decision Metod for Elementary Algebra and Geometry (Temel cebir ve geometri için karar yöntemi), 1948; Cardinal Aigebra (Kardinal cebir), 1949 ve Logic, Semantics, Metamathematics (Mantık, anlambilim, üstmatematik), 1956. T A R S O d a ğ la rı, Tibesti’de (Çad) ya­ nardağ kütlesi. TARSOPLASTİ a. (fr. tarsoplastie). Cerr. Gözkapağı kıkırdağında yapılan düzeltme ameliyatı. TARSORAFİ a. (fr. tarsoraphie). BLEFARORAFİ'nin eşanlam lısı.



TARSOS, lat. Tarsus. Tar. coğ. Anado­ lu’nun Kilikia bölgesinde, Kydnos (Tarsus) çayı kıyısında kent. İ.Ö. XII. yy.'da Argo.slular'ca ya da Asurlular’ın efsanevi kralı Sardanapalos*'ca kurulduğuna ilişkin de­ ğişik inanışlar vardır. Sezar döneminde Juliopolis adını aldı. Roma imparatorluğu döneminde Tarsos felsefe ve retorik okul­ ları, İskenderiye ve Atina okullarıyla yarı­ şacak ölçüde gelişmişti. Aziz Paulus’un doğum yeri. (Bugün Tarsus") TARSOTOMİ a. (fr tarsotomie). Cerr. Ke­ mik kesmeden yapılan ayakblleği ameli­ yatı. TARSUS a. (lat. söze). Böcbil. Böcekler­ de ayağın beşinci bölümü. (Tarsus İki İla beş parçadan oluşur; yalnız kanatsızların bazı türlerinde ve tümbaşkalaşmalı larva­ larda tek parçalıdır. Tarsusun son par­ çasının [onikyum] üzerinde, tırnaklar ya da çengeller, em’podium ve yastıklar yer alır. Böceklerin tarsusu, öteki eklembacak­ lılardaki propodite karşılıktır.) —Oftalmol. Göz kapağı kıkırdağı. ■ T A R S U S , Akdeniz bölgesinde İçel iline bağlı ilçe; 290 633 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 2 bucak, 134 köy. Merke­ zi, Mersin'in 25 km kuzey-doğusunda Tarsus (antik. Tarsos"), 187 508 nüf. (1990). Tahıl, turunçgiller, üzüm, pamuk üretimi. Pamuklu dokuma', çırçır fabrikala­ rı, yağ sanayisi. —Tar. Eski çağlarda Hitit imparatorluğu' nun egemenlik sınırı İçinde bulunan kent, zamanla bu devletin zayıflaması üzerine Asurlular'ın (İ.Ö. 1255-1270), sonra da Kilikia'da kurulan birtakım yerel prenslikle­ rin denetimine girdi. Persler'ln eline ge­ çerek Kilikia satraplığının merkezi oldu (İ.Ö. 386). Büyük İskender tarafından alın­ dı (İ.Ö. 333). İskender'in ölümünden (İ.Ö. 323) sonra payına düştüğü Selefki krallığı'nın yönetimine girdi. Romalılar’ın eline geçti (İ.Ö. 66) ve Kilikia eyaletinin merke­ zi oldu. Mısır kraliçesi Kleopatra VII İle bu­ rada dillere destan olan aşkını yaşayan Marcus Antonius tarafından baştan başa bayındır duruma getirildi (İ.Ö. 44). impa­ rator Tiberius döneminde (İ.S. 14 - İ.S. 37) Kappadokia krallığı’nın eline geçen kent, daha sonra Romalılarda geri alındı. Ro­ ma imparatorluğu’nun ikiye bölünmesi üzerine (395) payına düştüğü Bizans dev­ letinin (Doğu Roma imparatorluğu) ege­ menliğine girdi. Halife Ömer döneminde Ebu Ubeyde komutasındaki arap ordusu tarafından fethedilerek İslam devletinin topraklarına katıldı (637). Emeviler döne­ minde (661-750) Araplarla BizanslIlar ara­ sında sürekli el değiştiren kent, abbasl ha­ lifesi el-Memun döneminde (813-833)



müslümanlar için önemli bir sınır kalesi ve ticaret merkezi olarak gelişti. Doğu sefe­ rine çıkan imparator Nikephoros tarafın­ dan alınarak yeniden blzans yönetimine geçti (965). Malazgirt* savaşı’ndan (1071) sonra Adana ile birlikte Selçuklular'ın eli­ ne geçen Tarsus, Birinci haçlı seferi sıra­ sında hıristiyan ordusunca istila edilerek Antakya prensllği’ne bağlandı (1097). Ye­ niden bizans egemenliğine geçti (1100). Ermeni prensi Leon’un ele geçirdiği kent (1133), İmparator ioannes Komnenos II ta­ rafından geri alındı (1137). Ancak, Bizanslılar’ı yenilgiye uğratan Leon'un oğlu To­ ros lll’ün yönetimi altına girdi (1198). Da­ ha sonra Karamanoğullarf nın (1261), Ramazanoğulları’nın (1358) ve Mısır Memlukları'na bağlı olarak Dulkadıroğulları'nın (1389) egemenliğinde kalan Tarsus, XV. yy.’da yörede üstünlük kurmaya çalışan Karamanlılarla OsmanlIlar arasında bir çekişme alanı durumuna gelmesi sonu­ cu ticaret merkezi olma niteliğini önemli ölçüde yitirdi. Kilikia Rupen krallığı’na son veren Memluklar, 1485-1491 Türk-Mısır savaşı’nın bitiminde kenti doğrudan ege­ menlikleri altına aldılar. Ancak, Memluk devletini ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim tarafından osmanlı topraklarına ka­ tılan Tarsus ve yöresinin yönetimi Ramazanoğulları'na bırakıldı (1517). Kanuni dö­ neminde Veli Halife, Tonguzoğlan, Yenice Bey gibi alevi önderlerinin yörede Tar­ sus'u ele geçirmek için başlattığı ayaklan­ malar, Adana beylerbeyi Ramazanoğlu Pi­ ri Bey tarafından bastırıldı (1527). Selim II döneminde kent, bir sancak merkezi ola­ rak önce yeni oluşturulan Kıbrıs eyaleti­ ne (1571), sonra da Kaptanpaşa eyaleti­ ne (1574) bağlandı. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ayaklanması sırasında türk ordusu­ nu Konya savaşı'nda bozguna uğratan mısır kuvvetlerince İşgal edildi ve Kütahya* antlaşması'yla (1833) yönetimi Mehmet Ali’nin oğlu İbrahim Paşa’ya bı­ rakıldı. Londra* antlaşması'yla (1840) ye­ niden Osmanlı devletine geçen Tarsus, önce Adana vilayetine, ardından da Mer­ sin'e (1888) bağlandı. Killkia’da bir devlet kurmak için Tarsus ve yöresinde Ermeniler’ln başlattığı ayaklanma hareketi, olay üzerine olağanüstü yetkilerle bölgeye gönderilen Cemal Paşa tarafından bastı­ rıldı (1909). Birinci Dünya savaşı sonrasın­ da (1918) fransız kuvvetleri ve işbirlikçi er­ meni çetelerince işgal edilen kent, Ankara* itilafnamesl (1921) gereğince er­ meni azınlığı da yanlarına katan Fransız­ ların bölgeden çekilmeleri üzerine (19.22) düşman istilasından kurtuldu. Bugün İçel İline bağlı bir ilçe merkezidir. —Arkeol. ve Mim. Tarsus ilçesi sınırları içindeki Gözlükule*'de yapılan kazılarda Yenitaş döneminden başlayarak İslam dö­ nemine değin süren bir yerleşme ortaya çıkarıldı, ilçe merkezi ve çevresinde çeşitli dönemlerden kalıntılar bulunmaktadır. Tar­ sus’ta ortaya çıkarılan Akhilleus lahdi Ada­ na müzesi’nde, temel kazılarında bulun­ muş çok güzel mozaiklerin bir bölümü İse Hatay Arkeoloji müzesi’ndedlr. Kenti çev­ releyen üç sıra surun Bağ, Deniz (Kleo­ patra bu kapıdan kente girdiğinden Kle­ opatra kapısı olarak da tanınır) ve Adana tapıları adlarıyla bilinen üç tapısı vardır, işlevi ve yapım tarihi kesinlik kazanmamış olan Donuktaş ya da Dönüktaş (Sardanapalos mezarı olarak da anılan yapıda 1982’de Prof. Nezahat Baydur yönetimin­ de tazılara başlandı), roma hamamı, Tar­ sus ırmağı üzerindeki iustinlanos köprü­ sü (Baç köprüsü olarak da bilinir) İslam öncesi kalıntılardır. Kentin ilk camisi olan Eski cami bir kiliseden (Aziz Paulus kated­ rali) camiye dönüştürülmüştür. 1579'da, Ramazanoğulları'ndan Piri Paşa’nın oğ­ lu İbrahim Paşa tarafından yaptırılan Ulu cami’nin tek şerefell minaresi daha eski bir yapıdan kalmadır. Mahmut Paşa vakfı olan Şahmeran hamamı, bir roma hama­ mının üzerine kurulmuştur. Bayrampaşa kervansarayı'nı (Çakıt hanı), Murat IV dö­ neminde Bayram Paşa yaptırmıştır (1637). Tarsus a m e rik a n lis esi (Özel), Tar­ sus'ta öğretim dili İngilizce olan özel İlse.



1888'de Amerikan Board heyeti tarafından açıldı. Yalnız gündüzlü öğrencilerin alındığı okulun öğrenim süresi, bir yılı ha­ zırlık olmak üzere toplam yedi yıldır. Okul, kolejlere giriş sınavında alınan pu­ anlara göre öğrenci kabul eder



Tarsus



genel görünüm



T A R S U S ç a y ı, antik Kydnos, Akde­ niz bölgesinin Adana bölümünde akarsu; 142 km. Orta Toroslar'da, 3 000 metreyi aşan Yıldız ve Medetsiz tepelerinin G. ya­ maçlarından inen kaymak kollarının dağ­ ların eteğinde birleşmesiyle oluşur; Tar­ sus'tan geçer ve Çukurova'nın B. kesimin­ de menderesler çizen bir yatakta atarak Akdeniz'e dökülür. Ortalama akım 41,8 m3/sn; ilkbahar yağışları ve eriyen kar su­ ları ile beslendiği aylarda en çok (nisan­ da ortalama akım 138 m3/sn), yaz sonun­ da en az (ekimde ort. akım 11 m3/sn) su geçirir. Rejimi sel özelliğlndedlr; bu ne­ denle bazen taşkınlara yol açtığından Çu­ kurova'daki yatağı setlerle kuşatılmıştır. Aşağı çığırı çökelttiği alüvlyonlarla sığlaşmıştır; oysa llkçağ'da küçük gemiler Tar­ sus'a tadar sokulablllyordu. Tarsus m e n s u c a t bo yalan sanayii m ü es sese sl (Sümerbank), kimya sana­ yisi dalında etkinlik gösteren Sümerbank’a bağlı kuruluş. Türkiye’de tekstil sanayisinin gereksinimi olan mensucat boyalarını üret­ mek amacıyla 1966’da İşletmeye açıldı. Yıl­ da 600 ton azo ve 1 050 ton kükürt boya­ ları üretebilecek kapasitededir. Tarsus m ü zes i, Tarsus ilçesinde 1972' de açılan müze; burada yöreden derlen­ miş arkeolojik ve etnografik yapıtlar ser­ gilenmektedir Müzenin ilginç eserleri ara­ sında: Gözlükule* höyüğünde ortaya çı­ karılan buluntular ve çeşitli dönemlerden sikkeler belirtilebilir. TART, -dı a. (ar. tard). 1. Bir yerden uzak­ laştırma, uzağa sürme. —2. Bir kimseyi bulunduğu görevden ya da kurumdan uzaklaştırma: Okuldan tart cezası. —3. Tart etmek, uzaklaştırmak, sürmek: ' A l­ lah'ın bilâdından tard ve ihraç etmek is­ tersiniz..." (Cevdet Paşa, XIX. yy.). —4. Tart olunmak, kovulmak, atılmak. —Ed. - AKis.



Tarsus çayı ve şelalesi



tart TART a. (fr. tarte). Mutf. 1. Tart hamuruy­ la yapılan bir tür meyveli pasta. (Tart ha­ muru kalıba konduktan sonra üzerine marmelat, krema, çiğ ya da pişmiş mey­ ve vb. konur ve avuç içinde İnceltilip uza­ tılmış hamur parçalarıyla kafes vb. biçim­ lerde bezenir.) || —2. Tart hamuru, un, yu­ murta sarısı, yağ ve şekerle hazırlanan bir tür hamur. (Piştiğinde kekten daha sert olur.) || Tart kalıbı, derinliği az, kenarları di­ limli, delik tabanı üzerine ayrı bir sac ta­ ban yerleştirilerek kullanılan kalıp.)



11270



Niccolo Tartaglia bir gravürden ayrıntı Bibliothèque nationale, Paris



COOH ho h



Je H J a OH COOH



D-tartarik asit



HOCO H HO



Ja O H Ja H



HOCO



L-tartarik asit



T A R T A O LİA (Niccolo FONTANA, — denir), İtalyan matematikçi (Brescla 1499 - Venedik 1557). Kendi kendini yetiştirmiş bir dâhi olan Tartaglia ("Kekeme"), Verona'da, Mantova'da ve Vfenedlk'te ders ver­ di. 3. dereceden x3 + mx2- n denklemi­ ni çözme konulu matematik yarışmasına katıldı; yarışmanın bitiminden birkaç gün önce x 3+ p x = q denklemini de kapsayan bir çözüm bulmayı başardı. Bunu, gizli­ ce Cardano'ya gösterdi; Cardano da çö­ zümü Ars magna adlı kitabında yayımla­ dı, Tartaglia Cardano'nun bu davranışına çok kızdı. 3. dereceden denklemler kura­ mını konu alan Ouesiti et invenzioni diverse adlı yapıtında (1546), balistik, plan alı­ mı vb konularını da inceledi; General Trattato di numen et misure'deıyse (1556-1560) ticari aritmetik kurallarını ele aldı. T A R T A O L İA (Marino), hırvat ressam (Zagreb 1894 - ay. y. 1984). Floransa, Viyana ve' Paris'te öğrenim gördü ve bu kentlerde bir süre kaldı. Sanat yaşamının İlk yıllarında fütürist ve anlatımcı anlayış­ ta çalışmalar yaptı (Kendi portresi, 1917, Modern sanat galerisi, Zagreb); Cezanne'ın tarzını ve kübizmi benimsediği bir evreden (Paris'teki atölyem, 1927, ay. y .) sonra, soyutlamaya varan diziler gerçek­ leştirdi ("Çiçek demetleri” , 1966-1975). Zagreb’de profesörlük yaptı, özellikle renk araştırmalarıyla çağdaş hırvat resmini et­ kiledi. TARTAKLAMAK g. f .B ir kimseyi tartak­ lamak, İtip kakalayarak, sarsarak hırpala­ mak. ♦ tartaklanmak edilg. f. İtilip kakılarak, sarsılarak hırpalanmak. TAR TAK LA N M A K -> TARTAKLAMAK.



ccO O H C h



Ja OH



h



Ja OH COOH



mezotartarik asit



tartan (XIX. yy.); Frédéric Roux'un



TARTAN a. (Ing. söze.). Tekst. Dimi ör­ güyle, canlı ve parlak renkler (kırmızı, la­ civert, yeşil ve sarı) kullanılarak dokunan ekose desenli yünlü kumaş. (Yumuşak bir apre işleminden geçirilen bu kumaş şal, eteklik ve örtü olarak kullanılır.) TARTAN a. (tese edil. a.). Amyant, plas­ tik madde ve kauçuktan oluşan, atletizm pistlerinin kaplanmasında kullanılan yığı­ şım. TARTAN a. (fr. tartane). Denize Akdeniz' de kullanılan, donanımı latin yelkeni taşı­ yan bir grandi direği İle bir cıvadradan Larousse



oluşan yelkenli. (Kimi kez, tartan mütehar­ rik gabya yelkeniyle donatılacak biçimde düzenlenir.) TARTAR a. (fr. tartre'dan). Org. kim. ŞA­ RAP TORTlTSU’n u n eşan lam lısı. —Dişç. -» KEFEKİ.



—Mutf. Tartar sos, alman sosu (ak meya­ ne), hardal, çiğ yumurta sarısı, ezilmiş hin­ distancevizi, sarmısak, zeytinyağı, sirke ve baharatla yapılan bir tür sos. (Daha çok et kızartmalarında, özellikle av eti yemek­ lerinde kullanılır.) TA R TA R va d isi, Irak’ta zaman zaman kuruyan akarsu, el-Cezlre’de Dicle ile Fı­ rat arasında. Cebel Sincar’dan doğar, yağmur mevsiminde G.’e doğru akar ve Bağdat'ın K.-B.'sındakl bir kapalı çökün­ tüde kaybolur. En alçak yeri deniz düze­ yinin 3 m altında bulunan bu çöküntü, ön­ ce Dicle'ye (76 km'lik bir kanalla), sonra Fırat’a (37 km’lik bir kanalla) bağlandı; böylece oluşan gölün yüzölçümü 2 700 km’yi bulacak ve bu iki ırmağın çığrının düzenlenmesine olanak verecektir. TARTARAT a. (fr. tartrate'dan). Org. kim. 1. Tartarik asidin tuzu ya da esteri. —2. Tar­ tarat asidi, TARTARİK* ASİT’in eşanlamlısı. —Şarapç. Tartarat tortusu, şaraplarda do­ ğal olarak oluşan ve soğutma İle çöküşü kolaylaştırılan kristal haldeki potasyum bltartarat (tartarat asit) tortusu. — A n s Ik l . Eczc. Tedavide eskiden kullanı­ lan tartaratların hepsi idrar söktürücü ve ve­ rilen miktara göre az ya da çok iç yumu­ şatıcıdır Potasyum ve sodyum çift tartaratı (Seignette tuzu), kabızlığa karşı kullanılırdı. Bor ve potasyum tartarat (eriyebilen tartar) antiepileptlk olarak kullanılmıştır Potasyum ve antimuan tartarat kusturucudur. TARTARİK sıf. (fr. tartrique; tartre, tortu, kefeki’den). Org. kim. Tartarik asit, formülü H O C O -(CH O H )2-C O O H olan, 1769’da Scheele tarafından şarap tortusunda bulunan dihidrokslbutandiolk asidin yaygın adı. (Eşanl. t ar tar a t ASİDİ.) [Bk. ansikl. böl.) —Şarapç. Tartarik asit katma, üzüme ya da şıraya tartarik asit katmak işlemi. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Tartarik asit, çevresinde aynı atomlar İle atom gruplarını taşıyan bakışım­ sız İki karbon atomu İçerir. Işığın polarma düzlemini sağa döndüren tartarik asit, ya­ ni L-tartarik asit, monopotasyum tuzu do­ ğal şarap tortusu olan bir asittir ve S,S bi­ çimlenmesi gösterir; boyamacılıkta aşındı­ rıcı olarak kullanılır Basınç altında suyla ya da sodyum hidroksitle ısıtıldığında rasemik asit İle mezotartarik aside dönüşür. Rase­ mik asit, yani paratartarik asit, iki enantiyomerln (L-tartarik asit ile D-tartarik asit) eşmoleküllü bir karışımıdır Tartarik aside kimi zaman şaraplaşma sırasında da rastlanır, ancak bu, rastlantısal bir olaydır Pasteur ışı­ ğın polarma düzlemini sola döndüren tar­ tarik asidi, yani D-tartarik asidi rasemik asidi çözümlemesi sırasında bulmuştu. Mezotar­ tarik asidin bir bakışım düzlemi vardır bu bakımdan enantlyomerlerlne ayrışmaz. —Eczc. D-tartarik asit müshil etkili limona­ taların ve kusmaya karşı kullanılan şurup­ ların bileşimine girer. Ayrıca köpüren toz ve hapların formülünde bulunur. —Şarapç. Bağdan toplanan taze üzüme ya da üzüm şırasına tartarik asit katma ya­ sal bir İşlemdir, ama şaraba katma yasal değildir. Bu katmanın amacı, elde oluna­ cak şarabın asriliğini yükseltmek ve şara­ ba tazelik vermektir. Etkisi, şarapta oluşan potasyum bltartaratın çökmesi ile sınırlıdır. TA R TAR O , İtalya'da ırmak, Po’nun kolu (sol kıyıdan); 168 km. Verona ve Rovigo illerini akaçlar ve Canale Bianco (Beyaz Kanal) adıyla sulamada kullanıldıktan son­ ra Loreo yakınında Po’ya kavuşur. TA R TAR O S. Yun. mit. Yenilmiş tanrıla­ rın ve Zeus'a hakaret eden kahramanla­ rın atıldığı cehennem hapishanesi, son­ ra, klasik yunan döneminde, günahkâr in­ sanların cezalarını çektikleri, yazarların da dramatize etmekten hoşlandıkları yer. Ro­ ma döneminde Tartaros Ahret’in eşanlam­ lısıydı.



T A R T E S S O S . Tar. coğ. Betica'da çok eski kent, Betis’in (günümüzde Guadalqu­ ivir) ağzı yakınında ve büyük olasılıkla del­ tadaki bir adada. Tartessii halkının baş­ kenti. Andalucía bölgesi o sıralarda Tartessoslar’ın (Tarsis) yurduydu. Tartessos kalay ticareti İçin batıya giden yolda zo­ runlu bir konaklama yeriydi. Fenikeliler’in (İ.Ö. XII. yy.), Phokaialılar'ın (İÖ. VII. yy.), sonra da yunanlı sülaleleri ortadan kaldı­ ran Kartacalılar’ın eline geçti. Zenginliğiy­ le ünlü siteyi, İ.Û. 500’e doğru, «artacak­ lar yakıp yıktı. TARTI a. 1. Tartmak eylemi ya da biçi­ mi. —2. Bir cismin ağırlığı. —3. Ağırlıkla­ rı tartmaya, ölçmeye yarayan araç. —4. Ölçü, karar: Elinin tartısı olmamak. —5. Tartı salıncağı, tahteravilli. || Tartıya gelmez, ölçülmesi, belirlenmesi olanaksız şeyler İçin söylenir. || Tartıya vurmak, tartmak; olumlu ve olumsuz yanlarını karşılaştıra­ rak incelemek. —Bine. Tartı hakemi, at yarışlarında jokey­ lerin tartılmasıyla İlgili ve sorumlu kişi. —Denize. Yelkenleri indirip kaldırmada kullanılan halat. —Ed. Halk şiirinde vezin. —Ev eşy. insanları tartmak İçin kullanılan, genellikle yaylı ve baskül mekanizması olan kantar. —Huk. Tartı ve ölçü -» ÛLÇÛ* VE TARTI. —Ölçbll. Çift tartı, bir D darasını, ilk İşlem­ de A ağırlığındaki tartılacak cisimle ve A, ağırlığındaki ölçü ağırlıklarıyla, daha son­ raki işlemdeyse A2 ağırlığındaki ölçü ağır­ lıklarıyla dengelemeye dayanan yöntem; bu durumda belirlenecek ağırlık A2- A, bağıntısıyla verilir. (Bu yöntem hassas ol­ mayan bir teraziyle duyarlı bir ölçüm yap­ maya olanak verir.) —Saraç. Tartı kayışı, eyeri kanat altından kolan ucuna bağlamaya yarayan tokalı kayı§—Spor. Yarışmacıların (araba, boksör, hal­ terci, güreşçi, jokey vb.) bir yarıştan önce tartıldıkları yer. || Bazı spor karşılaşmala­ rından (boks, güreş, halter, judo) önce, ra­ kiplerin öngörülen kilolarda olup olmadık­ larını anlamak İçin yapılan İşlem. || At ya­ rışlarından önce ve sonra jokeylerin han­ dikap komitesi tarafından saptanan (atın yarışma ve kazandığı ikramiyeye göre be­ lirlenen) taşıyacakları ağırlıklara uygun ağırlıkta olup olmadıklarını denetleyen iş­ lem. Jokeyler tartı işlemi sırasında eyer ve başlıklarıyla tartılırlar, istenen ağırlığa ulaş­ mayan jokeylerin eyerlerine kurşun ağır­ lıklar eklenir. —'Re. Tartı listesi, bir satıcının, faturaladığı malların ağırlığını ayrıntılı bir biçimde göstermek için düzenlediği belge. ^TARTICI a. Tadımları yapan ya da de­ netleyen kişi. — ANSİKL. ikonogr. Sarraflar kenti Amsterdam'da çok sık rastlanan altın tartıcısı te­ ması, hollandalı ya da flaman ressamlar tarafından sık sık ele alındı: P Christus (Aziz Eligius ve nişanlılar, New York), Q. Metsys (Faizci ve karısı, Louvre), G. Dou (Altın tartıcısı, Louvre), Rembrandt (Altın tartıcısı, Berlin). TA R TIL sıf. Kim. Tartıya dayanan bir İş­ lem İçin kullanılır: Tartıl çözümleme TA R TILA M A a. istat. Bir indeksin hazır­ lanmasında, göz önüne alınan elemanla­ rın her birine, gerçek önemleriyle orantılı bir yer veren yöntem. (Eşanl. AölRUKLANDIRMA.)



—ANSİKL. istat. Fiyat ve üretim indeksle­ rinin hesabında tartılama, mal ya da hiz­ metlerin fiyat ya da üretimine, bunların önemleriyle orantılı bir katsayı vermektir. Fiyatlar, yalnızca miktarları çok değişik ola­ bilen -değişken- mallara yönelik değildir. Aynı zamanda, bu fiyatların hareketleri de, gözlendikleri döneme, dolayısıyla da ha­ reketlerdeki değişimlerin gözlendiği temel yıla göre çok değişik şiddette olabilirler. Demek ki, dengeyi en İyi sağlayacak ve gerçeğe en fazla yaklaşacak “ tartT’yı seç­ mek gerekir.



TA R TILI sıf. 1. Tartılmış olan. —2. Ölçü­ lü, dengeli; yerinde: Tartılı bir tutum, dav­ ranış, söz. TA R T ILM A K -



TARTMAK.



T A R TIM a. Ritim. T A R T IM U sıf. Ritmik. TA R T IS IZ sıt. 1. Tartılmamış. —2. Ölçü­ süz, dengesiz, yersiz: Tartısız bir konuş­ ma, bir söz. TARTIŞI a. MÜNAZARA karşılığı ö ne rilm iş sö zcü k.



TA R T IŞ ILM A K -



TARTIŞMAK.



TA R T IŞM A a. 1. Bir şeyi tartışmak, kar­ şıt ya da değişik yönlerini ortaya koymak eylemi, o şeyin çözümlenmesini, eleştirili incelemesini yapmak işi: Meclis'te bu ya­ sa tasarısının tartışması günlerce sürdü. Bu sorunun tartışmasını beşinci bölümde bulacaksınız. —2. iki ya da daha çok kim­ senin, bir sorunu, bir konuyu incelerken yaptıkları karşılıklı görüş.alışyerişl, ayrıntı­ lı konuşma: Peki, bu tartşco^âh'^kan so­ nuç nedir? —3. Karşılıkirkırıcı konuşma, anlaşmazlık, münakaşa: Aramızda bir tar­ tışma çıktı. Önemli değil, küçük bir tartış­ maydı. —4. Bir konuda, farklı görüşte kimseler arasında, çoğu kez özel olarak düzenlenmiş karşılıklı görüşme: Öğretim sorunları konusunda bir tartışma düzen­ lemek. —Ed. Tartışma yazısı, bir sorunla (sana­ tın sanat için mi toplum İçin mi olduğu, dil­ de özleşme vb.) İlgi karşıt görüşlerden bi­ rini kimi zaman sert biçimde savunan ya­ zı: H. C. Yalçın'ın Kavgalarım (1910) yapı­ tındaki tartışma yazıları vb. TARTIŞM ACI a. Bir tartışmada, tartışan­ lardan her biri. T A R T IŞ M A C IU K a. Fels. -



DİDİŞİM.



TA R TIŞM A K g. f. (tartmak'tan). 1. (Bir sorunu, bir tasarıyı vb.) tartışmak, iki ya da daha çok kişi ya da bir grup sözkonusuysa, iyice kavramak, bir çözüm getir­ mek, bir karara bağlamak için, sorunu karşıt yönleriyle incelemek, görüşmek: Milletvekilleri bir yasa tasarısını tartışıyor­ lar. —2. Bir kimseyle bir şeyi tartışmak, herhangi bir konuda onunla karşılıklı dü­ şünce alışverişinde bulunmak: Seninle bu konuyu sonra tartışalım. —3. Bir şeyi tar­ tışmak, yazılı ya da sözlü olarak o şeyi ay­ rıntılarıyla incelemek, doğruluğunu, değe­ rini vb. saptamaya çalışmak: Yazının bu bölümünde, bu savı daha kapsamlı tartı­ şacağız. — 4. Bir kimseyle tartışmak, kar­ şılıklı olarak kırıcı sözler söylemek, müna­ kaşa etmek: Dün gece kocasıyla biraz tar­ tışmışlar. ♦ tartışılmak edilg. 1.1. Bir sorundan, bir tasarıdan, bir şeyden söz ederken, tar­ tışmak eylemine konu olmak, görüşül­ mek; değişik yönleriyle ayrıntılı bir biçim­ de incelemek: Dünkü oturumda tartışılan yasa tasarısı. Bu konu kitabın üçüncü bö­ lümünde tartışılmıştı. —2. Kavga, müna­ kaşa konusu haline getirilmek: Bu kadar küçük bir şey için tartışılır mı? TA R TIŞM A LI sıf. 1. Tartışmalı geçen, herhangi bir konunun tartışıldığı: Tartışma­ lı oturum. —2. Güvenilir ya da kesin ol­ mayan, hakkında çok değişik görüşler bulunan: Oldukça tartışmalı bir konu. —Dilbil. Öznenin, almak zorunda olduğu karara ilişkin bir duraksaması olduğunu belirten bir fiil biçimi ya da bir biçim için kullanılır. TA R T IŞ M A S IZ sıf. Hiçbir tartışmaya yol açmayacak kadar kesin bir şey için kulla­ nılır: Bir karşılaşmanın, bir yarışmanın tar­ tışmasız galibi. TARTİB a. (ar rütübet'ten tarfib). Esk. 1. Islatma, nemlendirme. —2. Tazelik verme. —3. Hoşlandırma, tat verme. —4. Tartib etmek, ıslatmak; tazelik kazandırmak; tat vermek: "Buy-i gül ü hurşid ile tartib-i di­ mağ e t" (Namık Kemal). —5. Tartib-i li­



san, dili tatlılaştırma; güzel bir söz söyle­ yerek konuşmayı tatlılaştırma. T A R T İN İ (Giuseppe), İtalyan kemancı, besteci ve kuramcı (Pirano, İstria, 1692 - Padova 1770). Din adamı olmaktan vaz­ geçerek Padova Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat okudu (1708). Elisabetta Premazore ile gizlice evlenmesi yüzünden Padova piskoposunun düşmanlığını ka­ zandı ve Assisi’de bir manastıra sığındı. Orada kilisenin papazı Ğemohorsky ona org dersi verdi, sonra üç yıl boyunca Tartini kendi başına keman çalıştı; 1714'te Ancona’da müzik öğrenimini sürdürdü. 1721’ de Padova’daS. Antonio kilisesi’ne birin­ ci kemancı ve orkestra şefi oldu. Caldara’nın yönettiği orkestrada kemancı olarak konser turnelerine katıldı ve bu vesileyle Prag’a gitti (1723-1726). Padova'ya dö­ nünce bir keman okulu açtı (1728); pek çok öğrenci yetiştirdi (Nardini ve Naumann bunlar arasındadır). Boyunu uzata­ rak keman yayını geliştirdi. Yapıtları pek çoktur: 125 keman konçertosu, 20 kon­ çerto grosso, 60 keman sonatı (bunlar­ dan biri olan ünlü Trillo del diavolo belki de 1745’te yazılmıştır), 50 trio, yaylı dört­ lüleri ve beşlileri ve vokal müzik yapıtları. Bu virtüözün keman tekniği ve keman için besteleme üslubu çağdaşları üzerinde derin etki bırakmıştır. Kuramsal yapıtları­ nın sayısı da pek çoktur ( Trattato di musica secondo la vera scienza d eli'armonia) [Gerçek armoni bilimine göre müzik ince­ lemesi] (Padova, 1754) vb.



Lauros-Giraudon



Sözlerini, davranışlarını vb. tartmak, özen­ le seçmek, nereye varacağını hesapla­ mak. —6. Çekip bırakarak sallamak, sars­ mak: Atın dizginlerini tartmak. Kapıyı tarttı ve açamayacağını anladı. —Parac. Sikkelerin gereken ağırlıkta olup olmadıklarını denetlemek. —Spor Tartarak yenmek, yağlı güreşte ra­ kibi kaldırarak üç adım yürümeyle elde edilen galibiyet.



TARTMA a. Tartmak eylemi, tartmak işi. —Bine. Yarışmalardan önce jokeyin ve atın üzerine konulacakların tartı hakemince tartılması. ♦ tartılmak dönşl. f. Basküle çıkarak, —Ruhbil. Karma bir notun hesaplanma­ kendi kilosunu öğrenmek: Son günlerde sına giren çeşitli değişkenlere katsayılar hiç tartıldın mı? Bana şişmanladın gibi ge­ verilmesi. liyor. —Spor. Kilolara göre yapılan boks, güreş, ■halter gibi bireysel sporlarda karşılaşma ♦ tartılmak edilg. f. 1. Ağırlığı saptan­ öncesi sporcuların tartılarak kilolarının de­ mak: Tartılınca ne kadar eksildiğin ortaya netlenmesi. || Güreşte, yerde yüzüstü ya­ çıkar. —2. Bir söz, bir davranış vb. söztan rakibi belinden kaldırarak bir süre ha­ konusuysa, özenle seçilmek, sonucu he­ vada tutma. saplanmak. —Tarım. Geometrik tartma, hasattan ön­ ♦ tarttırmak ettirg. f. 1. Bir şeyi, bir kim­ ce, bütün bir parselden alınan örneklerin seyi tarttırmak, onun ağırlığının saptanma­ katı kurallara uyularak değerlendirilmesiy­ sını sağlamak; Bir koliyi tarttırmak. Çocu­ le bir tarlanın verimini hesaplama biçimi. ğunu tarttırmak. —2. Bir maldan, bir (Eskiden bazı batılı ülkelerde şekerpanca­ rı verimini hesaplamak için uygulanan bu üründen belli bir miktarı hazırlatmak: Ma­ sistem şimdi yerini doğrudan ürünü tart­ nava üç kilo elma tarttırmak. maya bırakmıştır.) —ANSİKL. Ölçbil. Tartma işleminde terazi*, a TA R TR A ZİN a. (fr. tart'razine). Boyarmad. Formülü C16H9N4Na30 9S2 olan, dikantar*, vb. gibi aletler kullanılır. Tartılacak hidroksitartarik asidin fenilhidrazinsülfonik ağırlığın bilinen ağırlıklarla dengelendiği asitle birlikte ısıtılması sonunda-elde edi­ klasik kollu sistemin yerini gitgide, ağırlık­ len boyarmadde; hem yünü ve ipeği satan kaynaklanan yükü .ölçen algılayıcılar (biçimdeğiştirmeleri ölçen aygıtlar, titreşen telli uzamaölçerler), niceliği belirlenecek S 0 3 Na dökme yüklerle bir ışımayı soğuran aygıt­ lar (radyoaktif ölçü aygıtları), bir cayroskopun ağırlık etkisiyle yalpalanmasından yararlanan sistemler vb. almaktadır Ara iş­ N N lemleri gerektirmeyen bu teknikler ölçme işlemlerini otomatikleştirmeye olanak ve­ rir (işaretlerin değerlendirilmesi, görüntü­ N aO CO leme, belleğe aktarma, yazıcıdan çıkış, vb.) TA R TM A K g. f. 1. Bir şeyi, bir kimseyi (bir şeyle) tartmak, belli bir araç kullana­ rak ve bir birime oranlayarak ağırlığını saptamak: Bir paketi teraziyle tartmak. Bir yükü kantarla tartmak. Bir bebeği tartıyla tartmak. —2. Bir şeyi tartmak, avuç için­ de sallayarak ağırlığını kestirmeye çalış­ mak: İçinde ne olduğunu anlamak için paketi eliyle şöyle bir tarttı. —3. Bir malı, bir ürünü tartmak, belirli ağırlıktaki bir ni­ celiği ağırlığını belirleyerek hazırlamak: Bana iki kilo havuç tartar mısınız? —4. Bir şeyi (soyut), bir kimseyi tartmak, dikkatle incelemek; değerlendirmek, yargılamak; değer biçmek: Tüm sakıncalarını iyice tarttınız mı? Önemli bir karar almadan ön­ ce işin tüm olumlu ve olumsuz yanlarını tartmak. Müdür onu işe almadan şöyle bir tarttı. Yarıştan önce rakibini tartmak. —5.



Altın tartıcısı (1664) Gérard Dou'nun yapıtı Louvre müzesi, Paris



J. P. Derall-S. A M.



hipodromdaki



tartı yerinde bir jokeyin tartılması



S 0 3 Na



tartrazin riya boyamakta, hem de besin boyarmaddesi (E 102) olarak kullanılır. TARTRO NİK sıf. (fr. tartronique). Org. kim. Tartronik asit, formülü HOCO—CHOH —COOH olan hidrokslpropan-dioik asi­ din yaygın adı. (Eşan. HİDROKSİMALONİK ASİT.)



ve Cezire’ye giden demiryolunun son is­ tasyonu. Sayfiye merkezi. Eski Antaradus ve Constantia olan Tartus, doğuda çok es­ ki bir hıristiyanlık merkezidir; büyük bölü­ mü roman üslubunda olan katedral (XII. -XIII. yy.); Templierter’den kalma bir sur ve kale yıkıntıları. TA R U D A N T, Güney Fas’ta (Agadir ili) kent, Sus ovasında, bu ırmağın yakının­ da; 22 300 nüf. Duvarlarla çevrili yüzyıl­ lık zeytinliklerin ortasında bulunan Tarudant, Ortaçağdan XVI. yy.’a kadar, Sudan kervanlarının ulaştığı önemli bir merkez ol­ du. Ticaret merkezi. El sanatları (mücev­ herler, silahlar, tunç eşyalar).



Comédie-Française’de



1980’de Tartuffe temsili J.-P. Roussillon)



TA R T TIR M A K - t a r t m a k . T A R T U , esk. Dorpat, Estonya'da kent, Çudlar gölünün D.'sunda; 114 OCX) nüf. (1989). Üniversite. Makine sanayileri. Be­ tonarme. Tekstil. Grafik sanayileri. —Tar. Yuriyev kenti, 1030'da, Novgorod Yaroslav prensi tarafından fin ülkesinde rus karakolu olarak kuruldu. 1224'te "Dor­ pat" adıyla Almanya'ya geçti ve Hansa’ nın önemli bir ticaret merkezi oldu. 1632' de, burada almanca öğretim yapan bir üniversite kuruldu. 1704’te Rusya’ya geçti, 2 şubat 1920'de Estonyâ’nın bağımsızlı­ ğını tanıyan Dorpat anlaşması burada im­ zalandı ve kent estonya dilindeki adını al­ dı. 1940’ta Tartu da SSCB bünyesinde bir sovyet sosyalist cumhuriyeti olan Estonya’ nın yazgısını paylaştı.



■ T a rtu ffe , Molière’in 5 perdelik manzum komedisi. Başlangıçta 3 perde olarak ta­ sarlanan oyun ilkin 12 mayıs 1664’te Versailles’da oynandı; kralın hoşuna gitti, ama ana kraliçeyle Paris başpiskoposu halkın önünde oynanmamasını sağladılar Yapıt, 1667’de yeniden yasaklandı, ancak 1669’da oynanmasına izin verildi. Bu ara­ da sofular, özellikle Saint-Sacrement der­ neği (1627'de kurulmuş olan gizli dernek) üyeleri ayağa kalktılar. Oyunda Tartuffe kendini sofu göstererek Orgon'un güve­ nini kazanır, hatta kızıyla evlenme vaadi­ ni de alır. Orgon'un karısı Elmire, Tartuffe'ün Kendisini de baştan çıkarmak iste­ ilhan Tarus diğini kocasına kanıtlamayı nihayet başa­ rır. Fakat maskesi düşen ikiyüzlü Tartuffe birtakım dolaplar çevirmiştir Orgon’u ken­ di evinden kovacakken kralın adaleti ma­ ceraya son verir. Tartuffe, Molière tiyatro­ sunun en güçlü kişisi ve ikiyüzlülüğün tim­ salidir; aynı zamanda sahte çilekeşliğe ve gerçek cinsel isteklere dayalı sahte sofu­ luğun bir karikatürüdür. TA RTURA a. Dökme. Çıkrıkçı çarkı.



yönetmenliğini Kurt Neumanır ile Johnny Weissmuller'in yaptığı Tarzan ve Amazonlardan (1945) bir sahne



TA R T U S , Suriye'de (Lazkiye ili) kent, Ak­ deniz kıyısında, Arvad adasının karşısın­ da; 75 000 nüf. Tarım pazarı. Irak ve Su­ riye'de çıkarılan petrolün dışsatım limanı. Çimento fabrikası. Şeker rafinerisi. Halep



T A R U M , K. İran’da Gazvin ve Zencan kentleri arasında iki köy. Bunlardan biri­ ne Yukarı Tarum (Tarum-i bâlâ), ötekine Aşağı Tarum (Tarum-i payin) adı verilir. Yu­ karı Tarum, Zencan iline bağlı Sircan ilçe­ sinin bir bucak merkezidir. TA R U M A R sıf. (fars. târ ve mâr'dan târ -mâı). Esk. 1. Darmadağınık, karışık: "Saçların târumâr gözlerinde nem" (Şar­ kıdan). —2. Perişan. —3. Tarumar et­ mek, dağıtmak; dağınık, perişan etmek. —4. Tarumar olmak, dağılmak; dağınık, perişan olmak. T A R U S (Ilhan), türk yazar (Tekirdağ 1907 - Ankara 1968). Ankara Üniversite­ si hukuk fakültesi'ni bitirdi (1928). Gaze­ tecilik, savcılık, yargıçlık, Adalet bakanlığı'nda memurluk yaptı. Nesnel gerçekle­ ri süssüz, yalın bir biçimde sergileyen öykü ve romanlarıyla tanındı. Öykülerin­ de Ankara'nın Altındağ gecekondu ma­ hallesinin insanlarını, buradaki yaşamı, küçük memurları, devlet dairelerini ( Ta­ rus'u n hikâyeleri [1947], Apartman [1952]), köy ve kasaba çevrelerinin top­ lumsal sorunlarını (Ekin iti [1953], Köle hanı [1954]) vb. anlattı. Demokrasiye ge­ çiş döneminin sıkıntılarını, mahkeme, ha­ pishane gerçeklerini, kırsal kesimde kal­ kınmaya yönelik hareketleri, yolsuzlukları sergileyen romanlar ( Yeşilkaya savcısı [1955], Durugöl [1961]) yazdı. Kurtuluş savaşı'na halktan insanların katkısını, bu insanların kişisel dünyalarını ve toplum­ sal portrelerini, Var olmak (1957), Vatan tutkusu (1967) gibi romanlarında canlan­ dırdı. Suavi Efendi (1962) oyununda medreseden yetişmiş Ali Suavi'nin dev­ rimci kişiliğini, kültür ve siyaset alanların­ da verdiği savaşımı konu edindi. TA R Û P U D a. (fars. târ ü püd). Esk. dokme. Atkı ve çözgü (arış ve argaç). T A R V İS g e ç id i, Doğu Alpler’de geçit, Adriya denizi ile Karadeniz arasındaki su bölümü çizgisi üzerinde Tagliamento’nun kolu Fella vadilerini Drava ve Sava vadi­ lerine bağlar İtalya'dan Klagenfurt'a giden yol buradan geçti ve geçit stratejik bir önem taşıdı. T A R V İS İO , İtalya'da sayfiye ve kış spor­ ları merkezi, Veneto’da (Udine ili), Tarvisio geçidinin eteğinde; 6 500 nüf. Avusturya -Yugoslavya sınırındadır ve üç karayolu (Klagenfurt, Gorizia ve Ljubljana) buraya ulaşır. TA R V O S T R İO A R A N U S , galya pan­ teonunun üç turnalı kutsal boğası. TARZ a. (ar. farz). 1. Bir kimseye özgü davranış; bir şeye özgü oluş biçimi; şekil, tür: Hiç bu tarzda konuşan birisiyle karşı­ laşmamıştım. Doğrusu, kitapları bu tarz­ da yerleştirmek benim aklıma gelmezdi. Politikanın bu tarzını sevmiyorum. Hayat tarzlan ilginç olabilir, ama senin benim gibi insanlara göre değil. —2. Bir şeyin, bir eylemin gerçekleşme, uygulanma biçi­ mi; yöntem, şekil: Bir devletin idare tarzı. —3. Bir yapıtın gerçekleştirilmesinde iz­ lenen model; şekil, biçim, üslup: Kaside tarzında yazılmış bir şiir. Rokoko, barok, gotik tarzı. —Esk. Tarz-ı hal, çözüm yöntemi, çözme



biçimi. || Tarz-ı hareket, davranış biçimi: "Faal beyninde bir anda tarz-ı hareketini kararlaştırmıştı" (H. E. Adıvar). || Tarz-ı ha­ yat, yaşam biçimi: "Zira söyleyeceğiniz; mutlaka tarz-ı hayatımızdan, suret i mai­ şetinizden şikâyettir" (H. Z. Uşaklıgil). || Tarz-ı itilaf, uyuşma, uzlaşma biçimi. || Tarz -i nev, yeni biçim. —Esk. ed. Tarz-ı kadim, artık değerini yi­ tirmiş eski anlatım biçimine yenilerin ver­ diği ad; Tanzimat şairlerine göre divan şi­ irinin anlatım yolu: "Evet tarz-ı kadim-i şi’ri yıktık hercümerç ettik I Bize gelmişti zira meslek-i ecdat nakâfi" (Evet eski şiir üs­ lubunu yıktık, altüst ettik; çünkü bize es­ kilerin tuttuğu yol yetersiz gelmişti.) [Abdülhak Hâmit Tarhan], —Esk. güz. sant. Sanat akımı, sanat an­ layışı, üslup. || Tarz-ı cedit, Mahmut II ve Abdülmecit dönemlerinde barok etkisin­ deki mimari üsluba verilen ad. (Daha son­ ra türk baroku ya da osmanlı baroku ola­ rak anılmıştır. ITfersan, 1914'te E. R. Burroughs'un ya­ rattığı ve 1929'da Harold Foster tarafından çizgiromana aktarılan kahraman. Çok bü­ yük başarı kazanan dizi, ormanlar kralı­ nın serüvenlerini yaşatabilmek için art ar­ da birçok desinatör tarafından ele alınmış­ tır. Bu yaratıcılar arasında, Burne Hogarth ve Joe Kubert sayılabilir. Tarzan’ın vahşi ormanlardaki serüvenlerinin, çok sayıda sinemaya uyarlaması da yapılmıştır. I h r » c e d it G i r i t m a d a ly a s ı, Abdülhamit II döneminde, Gicit olaylarında ya­ rarlılıkları görülenlere verilmek üzere, al­ tın ve gümüşten bastırılan madalya (1890). Abdülaziz döneminde bastırılanlardan (1868) ayırt edilebilmesi için birincilere Atik Girit’ İkincilere ise Tarz-ı cedit denilmiştir. T A R Z IB İH İN a. Müz. Hüseyin Fahri Ta­ nık tarafından yapılmış bir bileşik türk ma­ kamı. (Bu makamı kendisinden başka hiç­ bir besteci kullanmamıştır.) T A R Z IC E D İT a. Müz. Türk müziğinde bir bileşik makam. (Kazasker Mustafa iz­ zet Efendi tarafından yapılmıştır. Neva [re] perdesi üzerinde buselik ve rast dizileri­ ne rast [so/j perdesi üzerinde nihavent ve neveser ile yerinde [fa natürel] acemaşi­ ran [çargâh] makamlarının birleştirilmesiy­ le oluşturulmuştur. Makam inici çıkıcıdır. Karar perdesi acemaşiran [faj'dır. Dona­ nımına ise sadece si küçük mücennep [si b ] bemolü konur.) T A R Z IN E V İN a. Müz. Türk müziğinde bir bileşik makam. (Bestekâr Haşim Bey tarafından yapılmıştır. Şevkefza makamı­ nın nikriz beşlisi kullanmayan şekli ile rast [sof] perdesine kürdi dörtlüsünün birleş­ mesiyle oluşmuştur. Kararı rast [sof]; güçlüsü 1. derecede gerdaniye [so/], 2. de­ recede çargâh [do] perdeleridir; donanı­ mı si [si küçük mücennep bemolü], re [re bakiye bemolü]'dür.) TA R Z İY E a. (ar. tarziye). 1. Gönül alma, hatanın bağışlanmasını isteme; bu amaçla söylenen sözler. —2. Din uluları için “ radyallahu anh” duasını okuma. —3. Tarziye , vermek, kırılan, incinen birine özür dileyen, gönlünü alan sözler söylemek. TAS a. (fars. (as) 1. içine sıvı konan, çu­ kurca ve genellikle metalden yapılma kap: Bakır tas. Çeşme tası. Sebil tası. Tıraş ta­ sı. —2. Tas gibi, dümdüz, apaçık; dazlak, saçsız. || Tası tarağı, toplamak, bir yerden acele gitmek, ayrılmak üzere bütün eşya­ sını toplamak; kaçmak. — El sant. Tas topağı -» MENGİT. —Falcılık. Tası okumak, su dolu bir tasa bakarak gelecekten haber vermek. (Fal­ cı, tasa doldurduğu suyu okuyup üfledik­ ten sonra, su içinde belirlediği varsayılan şekillere göre gelecekteki olayları haber verir. Kimi zaman da suyun içine atılan bir şeyin aldığı konuma göre dileğin olup ol­ mayacağını söyler.) —Giy. Anadolu'nun bazı yörelerinde, özel­ likle D. ve Orta Anadolu bölgesinde ka­ dınların giydiği bir tür başlık. (Başın tepe



sine oturtulmuş ters çevrilibir tası andır­ dığından bu ad verilmiştir. Üzeri çeşitli şe­ killerde bezeli olanları da vardır.) || Yangın tulumbacısı tası, tulumbacı örgütünün ku­ ruluş yıllarında, tutumbacılığa seçilen acemloğların yangına giderken giydikleri ba­ kır başlık. (Çorba tasına benzediğinden bu ad verilmişti. Başa geçirildikten sonra çene altından dolaşan bir bağcıkla bağ­ lanır, önünde giyenin Tulumbacı ocağı’ndakl kayıt numarası yazılı olurdu.) —Mim. Tas deliği, çeşmelerin ayna taşın­ da yer alan, niş biçiminde küçük oyuk. (Su İçmede kullanılan tas buraya konur­ du.) ♦ sıf. 1. Tas biçiminde olan. —2. Say. sil. + tas, bir tasın alabileceği miktarı be­ lirtir: Üç tas çorba içmek. —Marangl. Tas menteşe, bindirme kapak­ larda kullanılan ve tas biçiminde bir göv­ de İle ona bağlı yaylı bir koldan oluşan menteşe. TAfS (ar. (a's). Esk. Yok olma, yok oluş. TAS a. Müz. Eski bir türk sazı. TASA a. (fara fâse'den). 1. Bir kimseyi tedirgin eden, endişelendiren, üzen dü­ şünce; kaygı, dert: Hiçbir tasanız olmasın, ben her şeyi hallederim. Tasayı bırak, ne­ redeyse gelirler. —2. Tasa çekmek, üzül­ mek, kaygı içinde olmak. || Tasa etmek, kaygıya kapılmak, kaygılanmak. || Tasamın on beşi, ona mı üzüleceğim, beni ilgilen­ dirmez. || Tasası sana mı düştü? Seni ilgi­ lendiren bir yanı yok, gereğini ilgilisi dü­ şünsün. T A S A , Yukarı Mısır'da, Nll'ln sağ kıyısın­ da arkeolojik yer. Yakınında bulunan Badari gibi, Bakırtaş döneminin bir kültür ev­ resine adını vermiştir. Badarl* kültüründen pek ayırt edilemeyen tasa kültürünün en önemli özellikleri, köy yerleşmeleri, çöm­ lekçiliğin bilinmesi, yiyeceklerin depolan­ dığı silolar ve ölünün hoker durumunda gömülü olduğu mezarlardır. TASABBİ a. (ar. şabâvef’ten taşabbi). Esk. Çocuklaşma, çocuk gibi davfanma. TASADAYLAR, Mindanao'nun (Filipinler) güneyindeki dağlık bölgelerde yaşa­ yan endonezya dil grubundan bir etnl. Toplamacılık; balıkçılık ve avcılıkla besle­ nen yerleşik bir yaşam sürdüren, doğal mağaralarda barınan Tasadaylar, te k e li­ dirler ve yerel dıştanevliliği yeğlerler. Öz­ gül bir siyasal örgütlenmeden yoksun olan toplumları, grubun birliğini sağlayan bir dayanışma anlayışı gösteren (yaşam için zorunlu maddelerin paylaşılması) çe­ kirdek aileye dayanır. " TASADDİ a. (ar taşaddi). Esk. 1. Bir İşe girişme, başlama: "Bil illeti kıl sonra müdavata tasaddi" (Ziya Paşa, XIX. yy.).—2. Tasaddi etmek, bir işe girişmek. TASADDUK, -ku a. (ar. tasadduk). Esk. 1. Sadaka verme: "01 tasadduk yazılur defterine" (Ahmedl, XIV. yy.). —2. Tasad­ duk etmek, eylemek, sadaka olarak ver­ mek: "Onları fukaraya tasadduk eyle deyiverdi" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). TASADDUKAT, -tı çoğl. a. (ar. taşadduk'un çoğl. taşaddukst). Esk. Sadaka­ lar, sadaka vermeler. TA SADDUR a. (ar. şadr'dan taşaddur). Esk. 1. Baş köşeye oturma. —2. Başa geçme, ileride olma. —3. Tasaddur et­ mek, baş köşede oturmak; başa geç­ mek. TASAFFİ a. (ar. şafvet'ten taşaffi). Esk. Saf hale gelme, durulma. TA SA LA N M A K gçz. f. Bir şeyi üzüntü konusu yapmak; kaygılanmak: Tasalan­ ma, zamanı gelince borcumuzu öderiz. Benim için tasalanma, artık kendime ba­ kabilirim. Geç kalırım diye tasalanıyorsan, gitmeyeyim. TA S A U sıf. Bir tasası, kaygısı, üzüntüsü olan; kaygılı.



TASALLUT, -tu a. (ar. sa/atet'ten tasal­ lut). 1. Saldırı, musallat olma: "Kim derdi ki, bir vakitler bir muacciz hayaletin tasal­ lutundan kaçar gibi kaçtığı Şerife Hanım onu böyle arkasından koşturacaktı" (Y, K. Karaosmanoğlu). —2. Sarkıntılık, elle ya da sözle sataşma. —3. Tasallut etmek, sarkıntılık etmek. TASALLUTEN be. (ar. tasalluttan tasalluten). Esk. Sataşarak, saldırarak. TASALLÜF a. (ar. şaleften taşallüf). Esk. Kendisini olduğundan üstün göster­ me, üstün özelliklere sahipmiş gibi övün­ me: "His ve fikir sahtekârlıkları, riyakârlı­ ğı, tasallüf, hülasa bütün bu iğrenç şeyler" (R. N. Güntekln). —Ed. Divan edebiyatında şairin kendini övdüğü şiir, fahriye*. TASALLÜP a. (ar. şulb’den taşallüb). Esk. 1. Katılaşma, sertleşme. —2. Sağ­ lamlaştırma. —3. Din konusunda tutucu davranma. —Esk. anat. Tasallüb-i cild, derinin sert­ leşmesi. || Tasallûb-i dimağ, beyin sertleş­ mesi. || Tasallûb-i şerayin, damar sertleş­ mesi. TASA N N U , -u a. (ar. taşannuc). Esk. Yapmacık, bir şeyi olduğundan daha gü­ zel gösterme, sanat yapma: "...yazıların­ da süs yok, tasannu yok, vezin yahut ka­ fiye hatırı için kabul edilmiş vazifesiz keli­ me yok..." (Cenap Şahabettin). —Ed. Divan edebiyatında şairin bilgisini göstermek, başkasından farklı görünmek, birbirlyle uyaklı sözcükler bulabilmek gi­ bi nedenlerle sürüklendiği içtenlikten uzak, yapmacıklı, zorlama anlatım yolu. TASANNUAT, -tı çoğl. a. (ar. tasannu*' un çoğl. taşannu’St). Esk. Olduğundan daha güzel' göstermeler, sanat yapma­ lar. TASAR a. Bir bütünün, bir bölgenin, bir aygıtın vb. çeşitli öğelerinin sırasını gös­ teren çizim, resim ya da yazı; plan. TASARI a. 1. Ulaşılmak istenen amaç; niyet, proje, plan: Yazlık evimizi genişlet­ me tasarımızı gerçekleştirdik. Çocukları­ nız için ne gibi tasarılarınız var? —2. Ka­ bataslak çizgileriyle ortaya konan bir şeyi yapma düşüncesi: Tasarısı kabul edildi. Bir tasarıyı uygulamak. Bir arsada konut­ lar inşa etme tasarısı. —3. Bir kimse için bazı tasarıları olmak, o kimse, onun gele­ ceği İle ilgili, tasarladığı şeyler olmak. —Fels. Heidegger’e göre insanın, dünyayı önceden belirlemesine ve onu aşmak ye­ teneğini belli bir biçimde ortaya koyması­ na yarayan şey; Sartre'a göre, bilincin var olmak, yani hiçbir zaman bir durum İçin­ de donup kalmaksızın, durmadan geliş­ mek ve yenilenmek biçimi. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Yasa tasansı, hükümetin bir yasa­ da değişiklik yapmak ya da yeni bir yasa çıkarmak için yasama meclisine sunduğu taslak. (Yasa tasarılarının TBMM’de görü­ şülme usul ve esasları içtüzükle düzenle­ nir [Anayasa md. 88].) —ANSİKL. Fels. Fleidegger’e göre tasarı, insan ve dünya arasında bir bağıntı biçi­ midir. Şöyle der: “ Bir İnsan gerçekliği ba­ kımından dünya, herkes kendi niyetinin bütünselliği olduğu İçin, kendi kendisi kar­ şısında bu gerçeklik tarafından üretilir. Dünyayı 'kendi kendisi karşısında üret­ mek’ demek, İnsan gerçekliği için, varoluşanın ortasında olduğundan, onunla bir ilişki sürdürebileceği anlamında, ken­ di öz olanaklarını başlangıçta tasarlamak demektir’’ (Fragen [Sorular]). Sartre’a göre varoluş, her şeyden önce kendini zaman içinde tasarlamak olgusu­ dur. Şöyle yazar: “ insan İlkin var olur, ya­ ni İnsan ilkin bir geleceğe doğru atılan ve kendini gelecekte tasarladığının bilincin­ de olan şeydir [...]. Bu tasarıdan önce hiç­ bir şey yoldur [...] ve insan İlkin olmayı ta­ sarlayacağı şey olacaktır” (Varoluşçuluk



bir hümanizmadır) [L’existentialisme et un humanisme]. TASA R IM a. 1. B ir şeyi z ih in d e b iç im ­ le n d irm e , k u rm a ; ta s a rım la n a n b iç im ; ta ­ savvur. — 2 . DİZAYN'ın eşanlam lısı.



■ —Bilş. Bilgisayar destekli tasarım (B.D.T.), araştırma bürolarında, yeni bir ürünün ta­ sarımı İçin kullanılabilen bilişim teknikle­ rinin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Fels. Zihne duyu ve bellek yoluyla sağ­ lanan bilgi. (Bk. ansikl. böl.) —iş örgüt. Tasarım bölümü, bir firmada ürünleri tasarlamak, özelliklerini belirle­ mek ve planlannı çizmekle görevli bölüm. —Mim. ve inş. Bir yapıyı, çeşitli katların planları, kesit ve görünüşlerle tanımlayan çlzimlerin tümü. —Ruhbll. içeriği öznenin yaşadığı dünya­ nın bir nesnesine, bir durumuna, bir sah­ nesine vb. bağlanan ve bir algı, zihinsel bir İmge, vb. gibi kısa süreli öznel olay. |] Kimi kuramlarda ilk anlamdaki tasarımla­ rı ve daha genel olarak sözün anlaşılma­ sı, akılyürütme, imgelem etkinliği, vb. gi­ bi zihin etkinliklerini açıklamak amacıyla varsaydıkları ruhbilimsel ya da bilişsel ya­ pı. || Uzaysal (desenler, şekiller) ya da sözdlzimsel (formüller, diller) bir örgütlenme­ leri olabilmekle birlikte nesnel (bir zihnin dışında) bir varoluşları olan ve temel ba­ ğıntılarını koruyarak bir başka yapı "tasarımlama” ya yönelik yapılaşmış gösterge­ ler topluluğu. || Toplumsal tasarım, toplum­ sal ruhbilimde bir topluluk ya da grubun toplumsal gerçeklikleri düşünme ya da İmgeleme biçimini adlandırmak için kul­ lanılan kavram. —Topbil. Kolektif tasarımlar, toplum üye­ leri tarafından paylaşılan toplumsal bir gerçekliği düşünme ve o gerçekliğe gö­ re davranma biçimlerini adlandırmak İçin Durkhelm tarafından önerilen terim. (Bu­ gün daha çok toplumsal tasarım terimi kullanılmaktadır.) —ANSİKL. Bilş. Bilgisayarın mühendise, teknisyene, genelde tasarımcıya sağladı­ ğı destek, araştırma bürosunun can sıkı­ cı görevlerini hafifletmeyi ve tasarımcının yaratıcılığını kolaylaştırmayı amaçlar: ger­ çekte çoğu kez yeni bir ürünün tasarımı, genelde var olan ürünleri taklit etmek, bunlar üzerinde küçük ölçüde birkaç de­ ğişiklik yapmak ve son olarak hemen he­ men İkinci planda yer alacak şekilde, araştırılan ürün için yeni bileşenler yarat­ mak olarak düşünülebilir. Bu durumda bi­ lişimin rolü, doğal olarak, en çok yinele­ nen ve en genel evreler düzeyindedir; do­ layısıyla B.DT. her şeyden önce, üretilecek nesneyi gösteren planların tanımlanması­ na yardımcı olur: bu durumda operatör alfasayısal klavyesi olan bir grafik ekran önünde çalışır ve bu ekran genellikle üze­ rinde herhangi bir noktanın belirlenmesi­ ni sağlayan doğrudan bir grafik giriş ola­ nağıyla (örneğin ışık kalemi ya da grafik tablet) donatılmıştır; tasarımcı, belli bir an­ da yapılması mümkün olan işlemler liste­ sinden oluşmuş bir menüden kumanda­ lar seçerek, yapmak istediğini tanımlar: örneğin yeni bir şekil, iki noktadan geçen bir doğru yaratır, üç doğruya teğet bir da­ ire çizer, gösterilen nesneyi ölçülendirir, vb. Bu şekilde tasarlanan nesneler ya düzlemsel İzdüşümleriyle ya da üçboyutlu hacimleri daha iyi kavramak İçin pers­ pektif görünümleriyle gösterilir. Bu son du­ rumda tasarımcı, incelenen hacmin düz­ lemsel bir kesitini çizmeye, perspektif gö­ rünümdeki gizli çizgileri yok etmeye, de­ ğişik bakış açılarından İnceleyebilmek amacıyla hacmi döndürmeye olanak ve­ ren bilişim fonksiyonlarını kullanabilir. Bu fonksiyonlar genellikle, grafik ekra­ nın denetim mantığında ya da grafik ek­ ranı veri ve program olarak besleyen, yön­ lendiren ve yöneten bilgisayarda bulunan maddesel düzenekler ya da yazılımlar sa­ yesinde kullanılabilir. Günümüzde kullanı­ lan grafik ekranlar, bir teknik ressamın



tasarım 11274



dört renk (kırmızı, portakal rengi, yeşil, sarı) görûntülemeli grafik konsol üzerinde bilgisayar destekli tasarım



yaptığı planlardaki çizim duyarlığını vere bilecek şekilde, yüksek kaliteli bir televiz­ yon tüpü ya da özel bir katot tüpünden oluşur. Yeni bir bileşeni ya da tam ürünü tasar­ ladıktan sonra, operatör bilgisayara, bu sonucu, daha önceden tasarlanan altküme ve parçaların belirlenip kaydedildiği bir veri bankasında korumasını bildirir; böylece tasarımcı, değişikliklerin, ölçeklendirmelerin yapılmasından sonra, yeni bir parçada ya da yapıda kullanmak üze­ re önceden incelenmiş biçimlere başvu­ rabilir. inceleme, nesnenin grafik gösterim ve kimi parametrelerinin (hacim, ağırlık merkezi, dayanım...) hesabı açısından ta­ sarımcıyı tatmin ediyorsa, planlar ekranı yöneten ve tasarlanan ürünün şeklini ta­ mamen tanımlayan bir bilgisayara bağlı otomatik çizici tarafından çizilir: bu meka­ nik parça, uçak, otomobil, konfeksiyonda patronlar, elektronik devreler, şehircilik planı, bina planı vb. olabilir. Bu plandan yola çıkarak, üretim atölyesi böylece ta­ nımlanmış mekanik parçaya ilişkin işleme dizilerini kurabilir. Grafik B.DI sistemi giderek genel bir bil­ gisayar destekli tasarım ve üretim (B.D.Ü.) sistemine yaygınlaşmaktadır: bu genel sistemde üretim dizileri, ürünün tasarım aşamasından sonra, kullanılabilen alet -makine parkının bilişimleştirilmiş betim­ lemeleri dikkate alınarak doğrudan ve oto­ matik olarak hazırlanır. Böylece bilgisayar­ la tasarım kuruluşun sınai ve teknik biriki­ mini yönetir: tasarlanan parçaların para­ metreli tanımı, hesap ve doğrulama prog­ ramları, işleme yollarının tanımı, üretim yöntemlerini hazırlayan programlar ve üretim yönetimi. —Fels. Platon’a göre bilgi süreci, duyum birikimine dayanmaz. Gerçek bilgi, duyu­ lur veriler ve idealar arasındaki ilişkiye da­ yanır. Platoncu idealar kuramına göre ruh, bedene girmeden önceki dönemde, ideâları seyredalmıştır ve duyulur veriler do­ layısıyla bu öncesiz sonrasız özleri anım­ sar. Buna göre tasarım, duyular yoluyla belleğe yerleştirilen imge olmaktan çıkar ve bilgi ilkesinin, doğanın İncelenmesiyle idealar kuramı arasında kurulan bağlan­ tının sonucu durumuna gelir Platon'a gö­ re bu süreç, nesnel tasarımla sonuçlanır. Aristoteles'e göre bilgi, imgelerin tasa­ rımından doğar. Herhangi bir bilgiye ruh, algı yoluyla erişir ve imgesiz bilgi olanak­ sızdır (Peri Psykhes, 3, T). Descartes ve özellikle Leibniz’e göre ta­ sarım, zihinde mevcut ve bilince bağlı olan bir şeye karşılık düşer. Leibniz şöyle der: "Bütünü düzenlerken Tanrı, her par­ çayı ve özellikle her monadı göz önünde bulundurmuştur. Monat tasarımsal bir ni­



telik taşıdığı için, bu tasarım evrenin tümü bakımından belirsiz ve şeylerin ancak kü­ çük bir parçası bakımından seçik bir ni­ telik de taşısa, hiçbir şey onu şeylerin yal­ nız bir parçasını tasarlamakla sınırlandı­ ramaz (...]” (Monadoloji, 60). Başka bir yerde Leibniz, şöyle yazar: “ Doğal algı­ da ve duyguda, bölünebilir ve maddi olan ve birçok varlık biçiminde dağılmış bulu­ nan şeyin, ya bir tek bölünmez varlıkta, ya da gerçek bir birlikle donatılmış olan tözde dile getirilmesi yeter Birçok şeyin bir tek şey içinde böyle bir tasarımının olanaklılığından hiçbir kuşku duyulamaz; çünkü ruhumuz, bize bunun bir örneğini verir. Ancak bir tasarım, akıllı ruhtaki bi­ linçle birlikte bulunur ve ancak o zaman düşünce olarak adlandırılır” (Leibniz’den Arnauld'a 9 ekim 1687 tarihli mektup). Kant’a göre bilgi, zihinsel bir kurmanın sonucudur. Bilinci nesne belirlemez, ter­ sine nesnelerin "bilgimizi kendilerine ör­ nek almaları gerekir” (Salt aklın eleştirisi [Kritik der reinen Vernuft], 2. basıma “ Ön­ söz” ). Kant şöyle der; "Eğer sezgi nes­ nelerin doğasını kendine örnek almak zo­ runda olsaydı, herhangi bir şeyin, a prio­ ri nasıl bilinebileceğini anlayamazdım; eğer nesne, tersine [...] bizim sezgi gücü­ müzün doğasını kendine örnek alırsa, bu olanağı çok güzel tasarlayabilirim" (ay. ypt.). Tasarımın, deneyin bilişsel rolünü de yadsımayan bu idealizm biçimindeki işle­ vi, burada ortaya çıkıyor. Tasarım, bilgi sü­ recinin bir uğrağıdır: “ Hiç kuşku yok ki bütün bilgilerimiz deneyle başlar. Çünkü bilme yetimiz, duyularımızı etkileyen ve bir yandan kendi başlarına tasarımlar üretir­ ken öte yandan düşünsel etkinliğimizi ha­ rekete geçiren nesnelerden başka hiçbir şeyle uyarılıp etkinliğe geçirilemez [...]” (ay. ypt., 2. basıma "Giriş"). Son olarak Kant’a göre, görüngü/nu­ men ayrımı, "kendinde şeyler” , yani şey­ lerin kendileri ve bilinebilir tek şey olan ta­ sarımlarımız (Vorstellungen) arasındaki ay­ rımla çakışır. Bununla birlikte idealist gelenek, Maine de Biran’ın diliyle, tasarıma hiçbir saygın­ lık tanımayacaktır: "Gerçeklik, başlangıç­ ta ve her şeyden önce tasarımlar dünya­ mızın alanına girmez. Duyular ve imgeler her an yanıltır ve her zaman yanıltabilirler’' (ıExamen des ieçons de Philosophie [Fel­ sefe derslerinin incelenmesi], 1). Hegel’de bu terim, bilgiyi adlandırır ve bilgi bakımından nesne, zamanın ve me­ kânın dışsallığı içinde bir başkası olarak kalır, içerik "kavramsal olarak anlaşıldığı” zaman "bilinç, dolayımsız olarak bu be­ lirli ve seçik durumla olan birliğinin farkı­ na varır. Tasarımdaysa bu böyle olmaz; çünkü tasarımda bilincin, bunun kendinin bir tasarımı olduğunu özel bir biçimde anımsaması gerekir" (Tinin görüngübilimi [Phänomenologie des Geistes], "Ken­ dinin bilinci” ). Hegelci görüşü kabul etmeyen Scho­ penhauer, şöyle der: “ Dünya, benim tasarımımdır. [...] Eğer a priori olumlanabilecek bir gerçek varsa, o da işte bu ger­ çektir. [...] Ne nesneden yola çıkabiliriz, ne de özneden; ama bu iki terimi de kapsa­ yan ve içeren bir görüngü olan tasarım­ dan hareket edebiliriz” (Die Weits als Wille und Vorstellung [istenç ve tasarım olarak dünya], 1, 1). Bu kantsonrası felsefede gerçek olan, yalnız istençtir. Husserl'e göre tasarım, “ nesneyi bir an­ da kavrayan ve bir tek düşünce alanı için­ de onu elde etmeye çalışan algılarda ya da sezgilerde olduğu gibi, belli ve dar bir anlamda bizim için herhangi bir şeyi nes­ nelleştiren herhangi bir edimi” anlamamı­ za yarayan şeyin adıdır (Logische Unter­ suchungen [Mantık araştırmaları], 5, 33). Husserl şöyle yazar: “ Başlangıçta tasarım vardı." Geleneksel çözümlemenin parola­ sı, budur. Geleneksel çözümlemeye göre biz, daha önce bir tasarım aracılığıyla iliş­ kiye geçirilmedikçe, istek, yargı, istenç vb. kiplerinin herhangi biriyle ilişki kuramayız. Brentano şöyle der: "Daha başlangıçta



tasarlanmadıkça, hiçbir şey istenemez, hiçbir şey sevindiremez". Husserl'e göre bu çözümleme kaypak ve eksiktir; çünkü basit tasarım (Präsentation) “ maddesi” ile edim arasında, ancak tam ve gerçek edim arasında değil, nesnenin her türlü var olma ya da var olmama iddiası dışın­ da ortaya çıktığı etkisizleştirilmiş edim ara­ sında bir ayrım yapmamız gerekirdi. Bu­ na göre husserlci yönelmişlik kuramı çer­ çevesinde, “ nesnelerini varoluşan, iste­ nen [...] ve temellerinde her zaman tasa­ rım (maddelerinin] yer aldıkları nesneler olarak koyan 'ilkesel' edimlerle, davran­ mamak, inanmamak, tahmin etmemek vb. için kişinin kendini zor tuttuğu etkisiz­ leştirilmiş savlı edimler” karşı karşıya ge­ tirileceklerdir. Saf tasarımları, bir sonuncu edimler oluşturur Tasarım (maddeleri), ta­ sarım ediminin kendisi (saf tasarım) dahil, tüm tam edimlerin temelini meydana ge­ tirir. Husserl şöyle der: "Her edim, ya ken­ disi bir tasarımdır, ya da bir veya birkaç tasarıma dayanır” (Logische Untersu­ chungen) [Mantık araştırmaları], 5). TA S A R IM C I a. 1. Bir firmada, projeler, ürünler tasarlamakla görevli kişi. —2. Bir reklam kampanyasının grafik tasarımıyla görevli desinatör (grafik tasarımcı). —Halıc. Dokumasını kendisi yapan, teks­ til ürünleri yaratıcısı. —Tekst. Kareli desen kâğıdı üzerine, bir dokumanın çözgü ve atkı ipliklerinin alma­ şık konumunu işaretleyen dokuma desi­ natörü. TA SA R IM LAM A K g. f. Bir şeyi tasarım­ lamak, onu zihinde biçimlendirmek, kur­ mak; tasavvur etmek. ♦ tasarımlanmak edilg. f. Zihinde bi­ çimlendirilmek, kurulmak; tasavvur edil­ mek, TASAR IM LAN M A K - TASARIMLAMAK. TA SARIM SAL sıf. Ruhbil. Bir tasarımla ilgili olan. TASARLAM A a. Tasarlamak eylemi. TA SARLAM AK g. f. 1. Bir şeyi (somut ya da soyut), bir kimseyi tasarlamak, zi­ hinde canlandırmak, kurmak: Bir çizgi ro­ man kahramanı tasarlamak. Bir oyun, bir düzen tasarlamak. —2. Bir şeyi, bir şey yapmayı tasarlamak, yapmayı düşünmek, yapmaya niyetlenmek, yapmayı istemek: Bu arazide apartmanlar inşa etmeyi mi ta­ sarlıyorlar? O akşam sinemaya gitmeyi ta­ sarlıyordum. —3. Bir taşın, bir ağacın ka­ ba bölümlerini, çıkıntılarını almak, düzelt­ mek. —inş. ve Teknol. Bir yapının, bir makine­ nin vb. projesini hazırlamak. ♦ tasarlanmak edilg. f. Tasarlamak ey­ lemine konu olmak. TA SA R LA N M A K - TASARLAMAK. TASARRUF a (ar. sarf tan tasarruf). 1. Bir şeyi istediği gibi kullanma olanağı, yet­ kisi: Tüm tahviller benim tasarrufumdadır. —2. Herhangi bir şeyi tutumlu kullanma: Tasarruf düşüncesi. Elektrik, su tasarrufu. Zamandan tasarruf. —3. Harcamalarını kısarak para biriktirme; bu yolla biriktiri­ len para: Tasarruflarıyla tahvil almak. Ta­ sarrufunu bankaya yatırmak. Tasarruf sa­ hipleri. — 4. Tasarruf etmek, bir malın sa­ hibi olmak, onu dilediği gibi kullanmak; para biriktirmek; bir şeyi tutumlu kullan­ mak. || Tasarruf yapmak, parasının tümü­ nü harcamayıp bir kenara para koymak. —Esk. Bir kadına eş, zevce muamelesi yapma. —Ask. Kuvvet tasarrufu, bir komutanın ye­ teneğini ve elinde bulunan olanakları sa­ vaştaki hedeflerin önemine göre kullan­ masını gerektiren strateji ilkesi. —Bank. Tasarruf cüzdanı, bankalarca ta­ sarruf mevduatı sahiplerine verilen ve mevduat sahiplerinin hesaplarındaki pa­ ra giriş ve çıkışlarıyla bakiyeleri gösteren cüzdan. (Bankalarca bu cüzdanlara aile cüzdanı, küçük cari hesap cüzdanı vb. adlar verilir. Tasarruf cüzdanı adını kulla-



tasarrufkâr nabilmek için bankaların Başbakanlığa bağlı Hazine ve dış ticaret müsteşarlığı'ndan izin alması gerekir.) || Tasarruf hesa­ bı, tasarruf mevduatlanyla ilgili hesapla­ rın gösterildiği tablo. || Tasarruf mevduatı, gerçek kişilerce bu ad altında açtırılan ve ticari İşlemlere konu olmayan mevduat. (Türkiye'de, Bankalar k.'na göre, tasarruf mevduatı sahipleri, mevduatlarının % 50'sine eşit bir miktar için bankanın akti­ finde bulunan bütün değerler üzerinde ayrıcalıklı alacaklı durumundadırlar. Bu nedenle, bir bankanın İflasında, tasfiye so­ nucu beklenmeksizin tasarruf mevduatı sahiplerine bankadaki paralarının % 50‘slne kadar olan bölümü hemen öde­ nir.) || Tasarruf sandığı, kazanç amacı güt­ meyen ve işlevi, az varlıklı sınıfları tasar­ rufa özendirmek olan kuruluş. (Bk. ansikl. böl.) || Yapı tasarrufu, bireyleri konut sahi­ bi yapmak amacıyla tasarrufa özendirme sistemi. —Bors. Tasarruf planı, tasarrufu özendir­ meyi ve belirli kullanım alanlarına tahsis etmeyi amaçlayan plasman türü. (Tasarruf sahibi, belli bir meblağı kendi adına açıl­ mış bir hesaba, belli aralıklarla, yatırmayı taahhüt eder [yatırılacak paraların tutarı plan tarafından belirlenir]. Bu tasarruf, piyasanınkine yakın bir faiz haddi üzerinden nemalandırılır Mukavele bitiminde, hesap sahibi, bazı özel [öncelikle vergiyle İlgili] menfaatlerden yararlanır. Sözkonusu plan, çoğu kez bir hayat sigortasıyle birlikte dü­ zenlenir.) —Huk. Bir hakkı doğrudan doğruya etki­ leme, onu değiştirme ve ortadan kaldır­ ma. || idare makamlarının, yetkilerine da­ yanarak yaptıkları işlemler ve aldıkları ka­ rarlar. || Tasarruf ehliyeti, tasarruf İşlemleri yapabilme yeteneği. (Bk. ansikl. böl.) || Ta­ sarruf işlemi, bir hakkı doğrudan doğru­ ya etkileyen, onu değiştiren ya da ortadan kaldıran işlem. (Bk. ansikl. böl.) || Tasarruf nisabı, mirasta saklı paylı mirasçıların pay­ larının dışında kalan, miras bırakanın ölü­ me bağlı tasarrufta bulunabileceği pay. (Miras bırakan, ölüme bağlı tasarrufların­ da tasarruf nisabını aşarsa, saklı paylı [mahfuz hisseli] mirasçılar açacakları ten­ kis davasıyla bu tasarrufların tasarruf ni­ sabı derecesine getirilmesini isteyebilirler) || Tasarruf yetkisi, bir hakkı ya da hukuki İlişkiyi doğrudan doğruya etkHeyebilme gücü. || Ölüme bağlı tasarruf, gerçek kişi­ lerin, hüküm ve sonuçlarını ölümlerinden sonra meydana getirmek üzere yaptıkla­ rı İşlemler. (İki çeşit ölüme bağlı tasarruf vardır: vasiyet, miras sözleşmesi.) — ikt. Bir iktisadi karar biriminin gelirinin tüketilmeyerek bir sermaye oluşturmakta kullanılan bölümü: Tasarruf faizi % 40'tır. Tasarrufu özendirmek. (Bk. ansikl. böl.) || Tasarruf fonksiyonu, belirli bir ülkede ve belirli bir dönemde yapılan tasarruflarla gelir düzeyi arasındaki İlişki. || Bireysel ta­ sarruf, bireyin kendi gelirine bakarak tü­ ketimde bulunmak ya da bulunmamak yolunda yaptığı seçim sonucunda ger­ çekleşen tasarruf. || Gayri safi tasarruf, ik­ tisadi karar birimlerinin malvarlıklarının de­ ğerce uğradığı değişiklik (muhasebeyle İl­ gili artı ve eksi değerlerle hesaplara geç­ meyen arızi hasarlardan ileri gelen zarar­ lar bunun dışındadır). || Kollektif tasarruf, bireysel tasarrufların tümü ve buna ekle­ nen zorunlu tasarruflardan oluşan tasar­ ruf. || Net tasarruf, sabit sermayenin amor­ tisman bedeli karşılığı olan bir indirimden sonra kalan gayri safi tasarruf. || Serbest ya da isteğe bağlı tasarruf, iktisadi birey­ lerin serbestçe karar verdikleri tasarruf. || Ulusal tasarruf, ulusal gelirin ne hemen, ne de yakın bir gelecekte tüketim malları alımı için ayrılmış bölümü. || Yatırılmış ta­ sarruf, bir mali yatırım adı altında (tahvil, hisse sened) başkasının emrine verilen ve bir sermayenin oluşumuna dolaylı olarak katılan tasarruf, (iktisadi terimlerle dile ge­ tirilirse, bu tür tasarruf, mail tasarrufa kar­ şılık gelir ve şu alt bölümlere ayrılır: 1. likld ya da llkid tasarruf [bankalardaki va­ deli ya da vadesiz mevduattan ve tasar­



ruf sandığı hesaplarından oluşur]; 2. an­ laşmalı tasarruf [bir tasarruf sahibiyle bir hizmet kurumu -sigorta şirketi gibi- arasın­ da yapılan bir anlaşmadan ya da bir ta­ sarruf sandığı ya da bir bankayla İmzala­ nan bir konut tasarrufu planından kaynak­ lanan tasarruf]; 3. menkul kıymetler tasar­ rufu [hisse senetleri, tahviller, bonolar rant­ lar vb. ticari nitelikteki kıymetli evrak alımları].) || Yatırımcı tasarruf, sermayenin olu­ şumuna ya da artmasına yarayan tutarlar. || Zorunlu tasarruf, bireye bağlı bulundu­ ğu toplulukça yaptırılan tasarruf (devlet ve devlet kuruluşlarınca yatırım harcamala­ rını karşılamak amacıyla vergi biçiminde alınan paralar, sosyal güvenlik kumruların­ ca ilerdeki riskleri (yaşlılık gibi) karşılamak amacıyla kesilen ödentiler zorunlu tasar­ ruf sayılır.) —İsi. huk. Bir mal ya da haktan yararlan­ ma, bunlar üzerinde hukuki İşlemler ya­ pabilme gücü. || Tasarruf-u fiili, kullanma, İşleme ya da yok etme gibi maddi bir fiil­ le bir şeyden yararlanma. || Tasarruf-u kav­ li, sonuç doğuran bir İrade açıklamasıyla o şeyden yararlanma. || Tasarruf-u müllak, bir mülke yalnız mal sahibinin yapabildi­ ği tasarruf. || Tasarruf-u şeri, bir mal ya da haktan şeriat kurallarına uygun olarak ira­ di ya da fiili yararlanma. —Kamu mal. Tasarruf bonoları, Devlet ta­ rafından belirli bir vadede ödenmek üze­ re halkın küçük tasarruflarını toplamak amacıyla çıkartılan bonolar. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bank. Türkiye'de 10 haziran 1930 tarihli ve 1711 sayılı Tasarruf sandık­ ları hakkında kanun'la, hükümetlere özel İdare ve belediyelere bu yasa çerçevesin­ de olmak üzere tüzel kişiliği olan tasarruf sandıkları açmaları İçin İzin verme yetkisi tanınmıştır, bu yasaya göre, tasarruf sandıklannın yetkileri, statüleri, yönetim biçim­ leri, bütçe ve kesin hesaplarının incelen­ mesi ve onaylanması, kişiler ve bankalar­ la olan İlişkileri, faiz oranlarının saptanma­ sı vb. İşlemler bir tüzükle saptanır. Bu konudaki tüzük Bankalar kurulu’nun 2/18398 sayılı kararnamesl’yle Tasarruf sandıkları tüzüğü adı altında 1942'de çı­ kartılmıştır. 1711 sayılı yasa temmuz 1988'de 336 sayılı Kanun hükmünde kararname'yle yapılan bir değişiklikle tasar­ ruf sandığı, tasarruf cüzdanı ve tasarruf tevdiatı ya da buna benzer unvanları ilgili bakanlığın izni olmadıkça hiçbir banka ya da kuruluş tarafından kullanılamaz hükmü getirilmiştir. Türkiye'de İlk tasarruf sandığı 1868'de Ahmet Mithat Paşa tarafından İstanbul Emniyet sandığı adıyla kurulmuştur. San­ dığın 22 ağustos 1868 tarihinde uygula­ maya konulan ilk tüzüğünde kuruluş amaçları şöyle belirtilmiştir: "Emniyet san­ dığı asker, odacı, işçi, esnaf, çocuklar ve yoksul halk kitlelerinin, özet olarak, her sı­ nıf halkın artırdıkları paralan saklayıp bi­ riktirerek sahibine İstediği zaman İşlenmiş faiziyle birlikte eline teslim etmek için ku­ rulmuştur.” Kuruluşundan itibaren devle­ tin kefaleti altında bulunan sandık, başlan­ gıçta Şûrayıdevlet’in gözetimi altında ça­ lışmıştır. Cumhuriyet döneminde 1937’de çıkartılan 3202 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Ziraat bankası k.’nun 25. maddesiyle hu­ kuksal durumu yeniden düzenlenmiştir. Bu yasaya göre, sandık, Türkiye Cumhu­ riyeti Ziraat bankası'na bağlı tüzelkişiliği olan ve bankanın denetimi altında çalışan bir kurum haline getirilmiş ve sandığın ku­ ruluşu, işlemleri, yönetimi vb. hakkında yeni bir tüzük hazırlanmıştır. Türkiye Cum­ huriyeti emniyet sandığı, uzun bir süre hiz­ met verdikten sonra, 10 ekim 1983 tarihli ve 107 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Ziraat bankası hakkında kanun hükmünde kararname’nin 46. maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır. —Huk. Tasarruf ehliyeti. Kural olarak, me­ deni hakları kullanma ehliyeti olan herkes tasarruf ehliyetine de sahiptir. Ancak kişi kimi durumlarda, medeni haklan kullan­ ma ehliyetine sahip olduğu halde, tasar­



ruf ehliyetinden yoksun olabilir. Örneğin, iflas eden kişi, iflas masasına giren mal­ lar üzerinde tasarrufta bulunamaz. Evli ka­ dın, evlilik birliğini temsildeki yetkisi ora­ nında birlik içindeki mallara tasarruf ede­ bilir (Türk Med. k. md. 199). Tasarruf ehli­ yeti, kimi durumlarda kamu çıkarlarını ko­ rumak amacıyla da sınırlandırılabilir. • Tasarruf işlemi. Tasarruf işlemi, malvarlığındaki bir hakkın doğrudan doğruya devri, değişmesi ya da ortadan kalkması sonucunu doğuran bir işlemdir. Kimi hu­ kuki İşlemlerse bu tür bir sonuç yaratmaz­ lar, yalnızca borç doğururlar. Borç doğu­ ran bu işlemlere borçlandırıcı İşlem (taah­ hüt işlemi) denir. Borçlandırıcı işlemler ta­ sarruf İşlemleriyle yerine getirilir. Örneğin satış sözleşmesi yapmak yalnızca borç ya­ ratan bir İşlemdir. Bu İşlemle satıcı satılan malın mülkiyetini alıcıya devretme borcu altına girer. Bu borcun yerine getirilmesi bir tasarruf İşlemiyle olur. Bu da satılan malın alıcıya teslimidir. —ikt. Tasarruf artık kullanılabilir gelirle tü­ ketim harcamaları arasındaki fark olarak basit bir kalıntı gibi görülmemektedir. Ter­ sine, tasarruf, ailelerin malvarlıklarının oluşması sürecinde isteme bağlı bir eyle­ min sonucudur ve malvarlığının çeşitli kul­ lanımlarına (plasmanlar, yatırım özfinansmanları, ankes değişimleri, İstikraz İade­ leri) karşılık gelen cebirsel bir toplam ola­ rak anlaşılır. E.A.Lisle'e göre ailelerin ta­ sarruf kararları, onların uzun dönem istek­ lerini sağlayan kararlardır ve üç aşama­ dan oluşur: İlk aşamada bir tasarruf ka­ rarı doğrudan doğruya bir yatırım kararı­ na bağlanır; İkinci aşamada (ara aşama) tasarruf, belirli ya da belirsiz vadeli riskle­ re karşı bir sigortadır (hayat sigortası vb.); üçüncü (en üst) aşamadaysa bir iktisadi birey tasarruf kararını, davranış serbestli­ ğini artırmak ve malvarlığının oluşmasın­ da ve yönetiminde tutarsızlık risklerini azaltmak amacıyla alır. Tasarruf davranışının evrimi “ yaşam süreci" varsayımıyla açıklanmaktadır. Olayların da doğrular gözüktüğü bu var­ sayıma göre tasarruf sahibi, yaşamı bo­ yunca gelir kaynaklarını düzenli bir duru­ ma getirmeye çalışır ve bu amaçla geliri­ nin en yüksek olduğu dönemde (30-60 yaş arası), onun bir bölümünü tasarrufa ayırır; böylece, gelirinin en düşük olduğu emeklilik döneminde, elinin altında, kay­ naklarına ek bir sermaye bulundurmak olanağını sağlar. —Kamu mal. Türkiye’de, 5 eylül 1961 ta­ rihli ve 233 sayılı yasa’yta çıkartılan tasarruf bonoları, Devletçe zorunlu bir borçlanma sistemi olarak uygulanmıştır Çıkartılan bo­ noların matrahını veraset ve İntikal vergisi, gelir vergisi ve kurumlar vergisi matrahla­ rı; taşınmazların satış değeri; milli piyango ile bankalann nakit İkramiyeleri ve spor-toto ikramiyeleri oluşturmuştur Yasaya göre, bo­ nolar piyasaya ada yazılı olarak çıkartılır; an­ cak, bunlar çıkartıldıktan beş yıl sonra ha­ miline yazılı bono haline dönüşür ve piya­ sada alınıp satılabilir Kesinti oranı % 3, va­ deleri de 10 yıldır. Türkiye’de, bonoların pi­ yasada çok düşük fiyatlarla satılması, dü­ şük gelirli kimseler için zorunlu bir vergi ha­ line gelmesi vb. nedenlerle büyük eleştiri­ lere uğrayan tasarruf bonoları sistemi, % 3 oranında alınan Mail denge vergisi sis­ temine dönüştürülerek 1971’de kaldırılmıştır. TASARRUFAIM be. (ar. tasarruftan taşarrufan). Esk. Biriktirerek, biriktirmek amacıyla. TASARRIÎS&T, -tı çoğl. a, (ar. tasarruf un çoğl. taşarrufat). Esk. 1. Tasarruflar. —1. Tasarrufat-ı fiiliye, bir işin yapılmasın­ da tam yetki sahibi olma. || Tasarrufat-ı lisaniye, dilde herkesin kabul edeceği ye­ nilikleri kullanma. T A S A R R U ^İ a. (ar. tasarruf ve -/’den taşarrufi). Esk Tutumla, tasarrufla İlgili. T A S A IÎK U R İÂ R sıf. (ar. tasarruf ve fars. -kâfdan taşarrufkaf). Esk. Tutumlu, tasar­ ruf eden.



11275



tasarruflu 11276



TASARRUFLU sıf. 1.Parasını idareli, dikkatli harcayan bir kimse için kullanılır; tutumlu. —2. Çok masraf gerektirmeyen; ekonomik: Tasarruflu bir otomobil. Tasar­ ruflu bir yaşam biçimi. TA SA SIZ sıf. 1. Bir tasası, üzüntüsü ol­ mayan ya da hiç bir şeyi dert edinmeyen, umursamaz kimse için kullanılır; kaygısız: Tasasız insan var mıdır acaba? Amma ta­ sasız adam, evi yıkılsa aldırmayacak. —2. Üzüntü, dert vermeyen: Tasasız bir hayat. Tasasız günler. TA S A S IZL IK a. Tasasız olma durumu, niteliği; gamsızlık, umursamazlık. TASAUB a. (ar. şacb'dan taşa’ ub). Esk. Güçleşme, güç olma. TASAUBAT, -tı çoğl. a. (ar. taşa"ub'un çoğl. taşa"ubaf). Esk. Güçleşmeler, zor­ laşmalar. TASAUD a. (ar. şu’ üd’dan taşaccud). Esk. 1. Yükselme, yukarı çıkma. —2. Buhar, duman vb.'nin ağması, yükselmesi. TASAUDAT, -tı çoğl. a. (ar. taşa "ud‘un çoğl. taşa"udât). Esk. 1. Yükselmeler. —2. Buharlaşmalar. —2. Tasaudat-ı merzagiye, bataklıklardan yükselen fena ko­ kular. TASAVİR çoğl. a. (ar. tasvir'in çoğl. taşavlT). Esk. Resimler; benzetmeler: Tasavir-i esatir (mitolojik resimler). TASAVVUF a. (ar. tasavvuf). 1. Tanrı, ev­ ren ve insan ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışan, insanın tanrısal er­ demlerle bezenmesini amaçlayan dinsel ve felsefi düşünce. —2. Tasavvuf ehli, sufi. || Tasavvuf ilmi, tasavvufun açıklaması ve yorumu üzerinde çalışan bilim dalı. || Ta­ savvuf neşvesi, duydukları iç esenliğe sufilerin verdikleri ad. —Müz. Tassavvuf müziği, dini türk müzi­ ğinin iki ayrı dalından biri (ötekisi cami müziğidir). (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Tasavvuf sözcüğünün hangi kökten türetildiği tartışmalıdır. Araştırıcılar, sözcüğün ehl-isuffa (Hz. Muhammet dö­ neminde Medine mescidinde barınanlar), sufa (bir bedevi kabilesi), saff-ı evvel (na­ mazda ilk sıra), yunanca sophia gibi söz­ cük ve deyimlerden alınmış olabileceği yolundaki görüşleri, dilbilgisi kuralları ve tarihsel veriler açısından yerinde bulma­ mışlardır. Ünlü sufi ve kelam bilgini Kuşeyri* (986-1072) Risale adlı yapıtında tasavvuf sözcüğünün hangi kökten geldi­ ğinin bilinmediğini, sûf (yün) ya da safvet (arılık, temiz kalplilik) köklerinden türetil­ miş olabileceği yolundaki görüşlerin ke­ sin olmadığını belirtmekle birlikte, kendi­ si " s û f’tan türetilmiş olabileceği görüşü­ ne katılır. Çağdaş araştırmacıların görüş­ leri de bu yöndedir. Sufi ve tasavvuf deyimlerinin ilk kez ne zaman kullanıldığı da açıklık kazanmamış­ tır. Abdurrahman Cami'nin Nefehatü'l -üns'ü gibi bazı kaynaklarda İslam dünya­ sında "sufi” diye anılan ilk kişinin Ebu Haşim (öl. 767) olduğu söylenir. Ibni Haldun (1322-1406) tasavvuf deyiminin ilk kez hic­ retin ikinci yılında (626) kullanılmaya baş­ landığını belirtir. Ancak, son yıllardaki araştırmalarda tasavvuf ve sufi deyimleri­ nin VIII. yy. sonu ya da IX. yy. başlarında kullanıldığını ortaya çıkarmıştır. İslam tasavvufunun başlangıç dönem­ lerinde dış kültürlerden ne ölçüde etkilen­ diği yeterince aydınlığa kavuşmamıştır Bir görüşe göre tasavvuf, İslam dininin ruhun­ dan tümüyle uzaktır ve İran kültürü ya da İran aracılığıyla hint kültürünün etkisiyle doğmuştur, ikinci bir görüşe göre islamda tasavvufun temelleri hıristiyan ruhban­ lığından kaynaklanmış; bu arada fetihler döneminde Mısır ve Suriye’de yaygın bu­ lunan stoacı ve hermesçi düşüncelerden etkilenmiştir. Başka bir görüşe göre İslam tasavvufu tümüyle İslam etkisine bağlı ola­ rak doğmuştur; dış etkilerden ancak da­ ha sonraki dönemler İçin söz edilebilir ve bu etkiler tasavvufun islami özünü aşabi­



lecek boyutlara ulaşmamıştır. Nitekim, Macdonald, M. Asin Palacios, Carra de Vaux, L. Massignon; özellikle Nicolson ve A. Schimmel gibi çağdaş batılı doğubilimcilerle tüm müslüman araştırmacılar ibni Haldun’un Mukaddime’sırıdeki görüşüne katılarak İslam tasavvufunun başlangıçta baştan sona Kuran’ın “ Allah karşısında kulun acizliği” ilkesine verdiği önemden, ilk müslümanların Allah karşısındaki hiç­ liklerini duymaları, ahret azabından kork­ maları, bu azaba uğramamak için elden geldiğince kendilerini dünya sevgi ve bağ­ lılığından sıyırarak ahret hazırlığına ver­ melerinden doğmuştur. Daha sonra, Al­ lah korkusuna dayalı bu zahitlik yaşamı Al­ lah sevgisi ile bütünleşmiştir. Birçok ünlü sufi önde gelenlerinin geliştirdiği tasavvuf­ ta dış kültürlerin etkisi de yadsınamaz. Araştırmacıların çoğuna göre belirgin bir biçimde IX. yy.’da Hallac-ı Mansur tarafın­ dan ortaya konulan ve özellikle ibnül Ara­ bi, Abdülkerim el-Cili, Sadrettin Konevi, Ferldüttin-i Attar, Abdurrahman Cami, Mevlana gibi mutasavvıflarca geliştirilen vahdet-i vücut düşüncesinde İslam dışı et­ kiler kolaylıkla sezilebilir. Müslümanlığın ilk dönemlerinde tasav­ vuf deyimi bulunmamakla birlikte bizzat Hz. Peygamber ölçülü bir züht* yaşamı sürdürdü ve çevresindekileri de bu yaşa­ ma özendirdi. Ebu Hureyre, Hz. Muham­ met'in arpa ekmeği ile karnını doyurma­ dan bu dünyadan göçtüğünü söyler. As­ lında, dünyanın geçiciliği gerçek ve son­ suz yaşamın ölümden sonra başlayacağı biçimindeki islami inancın mantıksal so­ nucu olarak bu dünyanın gelip geçici hazlarının gereksinimden fazlasına önem ver­ mek İslam inancında anlamsız kabul edil­ di. Kuran'da, İslam savaşçılarına fetihler nedeniyle pek çok ganimet elde edecek­ leri bildirilirse de (XLIII, 19-20), Allah ka­ tında (ahrette) daha çok ganimet bulun­ duğu anımsatılır (IV, 94). Kuran ve Hz. Peygamberin İnanan ve hayırlı işler ya­ panların ahrette ulaşacakları mutluluk; kö­ tülük işleyenlerin uğrayacakları mutsuzluk hakkındaki açıklamaları müslümanlar ara­ sında oldukça duyarlı bir dinsel ve ahlak­ sal bilincin gelişmesine yol açtı. Bununla birlikte Hz. Peygamberin ölümünden (632) sonra sahabe ve Emeviler (661-750) dö­ neminde baş gösteren iç savaşlar, siyasal gruplar arasındaki çekişmeler, bazı yöne­ ticilerin haksız işlem ve eylemleri, asr-ı sa­ adetteki takva, züht, tevekkül, tokgözlülük, özveri vb. ahlaksal erdemlere dayalı ya­ şam anlayışının yerini mal varlığı, debde­ be, gösteriş, zulüm vb. tutkuların alması gibi olumsuz gelişmeler, başta Ebuzer el -Gıfari, Ebu Musa el-Eş'ari, Abdullah bin Mesut, Selman el-Farisi, Huzeyfe el -Yemeni gibi sahabiler olmak üzere zahit­ çe bir yaşama eğilimli olanlar arasında ciddi hoşnutsuzluklara yol açtı. İbni Hal­ dun "Zühde yönelmek, halktan uzak dur­ mak, ibadete ağırlık vermekle tanınan” bu insanların hicretin (622) II. yy.'ından son­ ra “ sufiye” ve "mutasawlyye” diye anıl­ maya başladıklarını belirtir. "Züht" sözcü­ ğü, bu kesimin yaşam biçimini ve üslubu­ nu anlatmak üzere ilk kez Hasan-ı Basri tarafından kullanıldı. Bu nedenle Hasan-ı Basri, bir anlamda tasavvufun kurucusu sayılır. Bütün büyük sufller tasavvufun bir "ha l” olduğunu söylerler. Buna göre, ta­ savvuf önemli ölçüde sufinin mistik deney­ lerinden oluşur; dolayısıyla hem zihinsel hem de eylem bakımından öznel bir alan­ dır. Bu durum, tasavvuf yoluyla kuramsal ve eylemsel alanlarda genel geçerliliği olan bir sistemin kurulabilmesini güçleş­ tirmiştir Bu güçlüğün bir sonucu olarak sünni ilkelere bağlı ilk dönem züht yaşa­ mından başlamak üzere yaygın inanç, dü­ şünce ve ahlak ilkeleriyle alay etmeye ka­ dar varan tasavvuf akımlarını doğurmuş­ tur. Düşünsel alanda tasavvuf, varlığı bir bütünlük içinde açıklama çabasındadır. Daha çok vahdet-i vücutçu sufilerin geliş­



tirdikleri bu açıklamaya göre, gerçek tek varlık Allah'tır ve evrendeki herşey onun tecellileri olmaktan öte bir gerçeklik taşı­ maz. Bir kudsi hadise göre, Tanrı "Ben, gizli bir hâzineydim; görülmek istedim ve bunun için varlığı yarattım” buyurmuştur. Tasavvuf inancına göre bu, herşeyin O' nun isim ve sıfatlarının tecellisi olduğunu gösterir. Evrende tannsal özünü kavraya­ bilen tek varlık insandır. Bu nedenle Hal­ laç "Ene'l Hak” (Ben Tanrı’yıml), Bayezit Bistami "Kendimi teşbih ederim; ben ne yüceyim!" derlerken İnsandaki tanrısal özü dile getirmek istemişlerdir. Bu felse­ feyi benimseyen sufller, gerçeği anlamak­ tan uzak olduklarına İnandıkları şeriat bil­ ginlerini küçümserken, onlar da sufileri in­ sanı tanrılaştırdıkları savıyla şiddetle eleş­ tirmişlerdir. Bununla birlikte Kuşeyri, Hûcviri ve özellikle Gazali gibi sünni mutasav­ vıfların çabalarıyla XI. yy.’dan sonra tasav­ vufla şeriat arasında önemli ölçüde anlaş­ ma ve birlik sağlanmıştır. Gerek tasavvufta egemen olan zorun­ luluk (cebir) anlayışı, gerekse şeriat ve za­ hirîn yanında varlıkları benimsenen haki­ kat ve batın anlayışı, başlangıçtan beri gerçek sufileri dinsel ve ahlaksal gevşek­ lik ve vurdumduymazlığa sürüklememiştir. Büyük sufiler için hakikat ve batın, iba­ det ve başka iyiliklerde gözetilmesi gere­ ken düşünsel ve ahlaksal özdür. Tarikat ve tekkeler kurulduktan sonra da varlığını sürdüren bu olumlu tasavvufi yaklaşımın yanında, kuramsal ve ahlaksal yönden aşırı ve yozlaşmış tasavvufi akımlar da ek­ sik olmamıştır, ibni Teymiye ve ibnül Cezvi gibi din bilginlerinin şiddetli eleştirileri­ ne karşın, eski türk ve İran inanç ve gele­ nekleri, özellikle aşın şiilerin (gulat-ı şia) de etkisiyle tasavvuf adına yapılan taşkınlık­ lar, ibni Arabi'den beri varlığını duyuran, Fazlullah el-Hurufi ile yeni bir tasavvuf akı­ mı niteliğine bürünen hurufilik ve hurufiliğin etkisiyle rafızi-batınl bir içerik kazanan Bektaşilik başta olmak üzere babailik, haydarillk, kalenderillk, abdallık gibi akım­ lar hem edebiyat alanında hem de pratik yaşamda itikat bakımından "hulul" ve "ittlh a d ” ı, ahlaksal bakım dan sözde “ melamet” ve "ibahiliği” yaşattılar. An­ cak, bunlar hiçbir zaman sünni ilkelere bağlı tarikatların ulaştığı düzeyde güç ve etki kazanamadılar. (-* Kayn.) —Müz. Vahdet-i vücut anlayışıyla beste­ lenmiş dini yapıtlardan oluşur. Mevlevi, bektaşi, celveti, gülşeni, halveti, kadiri, nakşi, rufai, sadi, uşşaki vb. tarikatlarda ta­ savvuf müziği varsa da bunlann içinde sa­ nat değeri taşıyan ve gelişmiş müzik mevlevi müziğidir. Itri, Dede Efendi, Osman Dede, Zekâi Dede, Ahmet Ağa gibi ünlü besteciler tarafından bestelenen mevlevi ayinleri türk tasavvuf müziğinin başyapıt­ larıdır. Tasavvuf müziğinin önemli formla­ rı: mevlevi ayinleri, dini peşrevler, ilahiler, naatlar, şugllar, mersiyeler, bektaşi nefes­ leri, duraklar ve tevşihlerdir. TASAVVUFİ sıf. (ar. taşavvuf ve -7den tasavvufi). Tasavvufla ilgili. TASAVVUR a. (ar. tasavvur). 1. Bir şeyi zihinde biçimlendirme, kurma; tasarım: Bu düşünce onda sadece bir tasavvur olarak kaldı. —2. Bir şeyi zihinde canlan­ dırma: Tasavvuru mümkün olmayan bir manzara. —3. Amaç, niyet, plan: Artık ge­ leceğe ait hiçbir tasavvuru olmadığını söy­ lüyor. — 4. Tasavvur etmek, zihinde biçim­ lendirmek ya da canlandırmak; düşün­ mek: Artık gerisini siz tasavvur edin. Öy­ lesine küçük ki şu anda onu büyümüş ta­ savvur edemiyorum. TASAVVURAT, -tı. çoğl. a. (ar taşavvubun çoğl. tasavvura!). Esk. Tassavuriar, düşünceler. —Esk. mant. Zihinde önermelerin oluş­ masını ve bunlann kuramını inceleyen bö­ lüm. TASAVVUR), TA SAVVURİYE sıf. (ar. taşavvur ve -7den taşavvuh, dişi, taşavvuriyye). Esk. Tasavvurla, düşünceyle ilgili.



tashih T A S A W U T , -tu (ar. şaı/f'tan tasavvuf). Esk. Seslendirme —Esk. dilbilg. Sesleme. TASBAZ a. Müz. Esk. Tas sazını çalan sanatçı. TASBAZ a. (tas ve fars. -bâz'dan tas -bâz). Sey. oy. Taslarla gözbağcılık ve el çabukluğu hünerleri sergileyen sanatçı. (Geniş entarilerinin altına sakladıkları boş ya da yemek dolu tasları, tencereleri çı­ kararak çeşitli gösteriler sergilerlerdi.) T A S Ç A (Angelo), Italyan kökenli transız siyaset adamı ve tarihçi (Moretta, İtalya, 1892 - Paris 1960). Kuruluşundan beri İtal­ yan komünist partisl’nin, sonra parti sek­ reterliğinin üyesi (1923) oldu. 1926’da İtal­ ya’dan ayrıldı ve VI. Kongre'de (1928) Ko­ münist enternasyonalin sekreterliğine gir­ di. 1929'da çıkarıldı, Fransa'ya yerleşti ve orada, A. Rossl takma adıyla, aralarında Naissance du fascisme (Faşizmin doğu­ şu) [1938], Deux Ans d ’alliance germano -soviétique (İki yıllık alman-sovyet ittifakı) [1949] ve les Communistes français pen­ dant la drôle de guerre (ikinci Dünya sa­ vaşı sırasında transız komünistleri) [1951] adlı yapıtların da bulunduğu çağdaş ta­ rih İncelemeleri yayımladı. T A SCHEREAU (Louis Alexandre), kanadalı avukat ve siyaset adamı (Québec 1867 - ay. y. 1952). Liberal milletvekili (1900-1936), Bayındırlık (1907) ve Çalışma (1909) bakanı, 1920'den 1936’ya kadar da Québec eyaleti Başbakanı oldu. T Â S C H H O R N , Valais Alplerl'nde (İsviç­ re) doruk, Mischabel kütlesinde; 4 490 m. Doruğa ilk tırmanışı İngiliz dağcılardan J. L. Davles ve J. W. Hayward (rehberleri J. ve S. Taugwalder ve J. Sommermatter ile) gerçekleştirdi (1862). T A S D İ, -f a. (ar. şudâ°'6an tasdi”). Esk. 1. Baş ağrıtma, can sıkma: "Bu mektup­ la seni tasdiden maksadımın ne olduğu­ nu anlatayım" (Baha Tevflk). —2. Tasdi et­ mek, rahatsız etmek, can sıkmak: "Nice tasdi ide demdür ki dualar eyleye" (Vasfi, XVI. yy.). TASDİAT, -tı çoğl. a. (ar. ta şd f’İn çoğl. taşdhâf). Esk. Baş ağrıtmalar, can sıkma­ lar. TA S D İK a. (ar. şıdk'dan tasdik). 1. Ger­ çek, doğru olduğunu belirtme, doğrula­ ma. —2. Onay, onaylama: Bir tayinin tas­ diki. —3. Tasdik edilmek, doğrulanmak; onaylanmak. || Tasdik etmek, doğrulamak; onaylamak. || Tasdik ettirmek, doğrulat­ mak; onaylatmak. — Esk. cfllbilg. Edat-ı tasdik, “ e v e t” , “ ö y ­ le” , " d o ğ ru ” g ib i o n a y la m a b elirte n ilgeç. — H uk. ONAYLAMA'nın e şan lam lısı.



TASDİKAT, -tı çoğl. a. (ar. taşdik'ın çoğl. taşdikât). Esk. Onaylamalar, doğrulama­ lar: "Tasdikat ile nazariyat ve kavanin-i ta­ biiye muvacehesinde tekevvün ve tahsil etmezler" (Baha Tevfik). TA S D İK E N be. (ar. tasdik'ten tasdiken). Esk. Onaylayarak, doğru bularak. TA S D İK İ sıf. (ar. tasdik ve -/"den tasdiki)■ Esk. Doğrulamayla, onaylayıp kabul et­ meyle ilgili. T A S D İK Lİ sıf. 1. Gerçekliği doğrulan­ mış. —2. Onaylanmış, tasdik edilmiş; onaylı. TA S D İK N A M E a. (ar. tasdik ve fars. nâ­ m eden taşdik-nâme). Öğrenim belgesi. —Eğit. Bir’okuldan başka bir okula geçe­ cek öğrenciye, yazılmak istediği yeni oku­ lun İsteme yazısı üzerine, devam ettiği eski okulu tarafından verilen belge. || Mecburi tasdikname, disiplin cezası alarak okuldan uzaklaştırılan öğrenciye, üst disiplin kurulu kararına göre, başka bir okula nakledilir­ ken verilen belge TA SD İK SİZ sıf. 1. Doğrulanmamış. —2. Onaylanmamış, tasdik edilmemiş; onay­ sız.



TASDİR a. (ar. şadTdan taşdlr). Esk. 1. Başa geçirme, öne geçirme. —2. Önsöz koyma. —3. Bir şeyle başlama. —4. Or­ taya çıkarma, çıkartma. TASFİYE a. (ar. şafvef ten tasfiye). 1. Arıt­ ma, temizleme, saf duruma getirme. —2. Bir bütünden gereksiz olanları ayırıp çıkar­ ma; ayıklama: Kitapların, eşyaların tasfi­ yesi üç günümü kaldı. —3. Ticari bir ku­ ruluşun batması, kapanması vb. nedeniy­ le hesapların kesilmesi; alacaklılara pay­ larına düşen miktarın verilmesi. —4. Bir işi, işleri, gerekli işlemleri yaparak bitirme. —5. Tkz. Herhangi bir nedenle çalışan­ ların bir bölümünün görevine son verme. —6. (Bir şeyi) tasfiye etmek, arıtmak, kat­ kısız duruma getirmek; ayıklamak; bitir­ mek. || (Ticari bir kuruluşu) tasfiye etmek, varlığına son vermek, kapatmak, —Esk. Tasfiye-i düyun, borçları temizleme. || Tasf'ıye-i kalb, yüreği temizleme, kötülük­ lerden arındırma. —Ask. tar. Tasfiye-i rüteb kanunu -» RÜT­ BE* İNDİRİMİ.



— Bank, ve Muhs. Tasfiye olunacak ala­ caklar hesabı, bankalarda vadesinde ya da gerçekleştiği anda tahsil edilmeyen; ödenmesi takside bağlanmış ya da tahsil olanağı kalmayarak değersiz bir hale gel­ miş alacakların geçirildiği bir ana hesap. (Bk. ansikl. böl.) —Bors. Kesin vadeli İşlemler İle şarta bağlı işlemlerin sonuçlandırılması. || Resen tas­ fiye, bir borsa acentasının, kurlarda mey­ dana gelen bir düşüş yüzünden kuvertürünü tamamlayamayan bir müşterinin va­ deli taahhütlerini feshetmesi; bu kuvertürü oluşturan kıymetli evrakın kısmen ya da tamamen satılması. —Huk. Sona erdirilmesi istenen hesap ve İşlemlerin İncelenerek, aktif ve pasifinin belirlenmesi. || Tüm alacakların tahsili ve tüm borçların ödenmesiyle bir hesabın kapatılması. || iflas eden kişinin hak ve ala­ caklarının saptanması İle borçlarının öden­ mesine İlişkin İşlemlerin tümü. (-* İFLAS.) || Tasfiye memuru, tasfiye İşlemlerini yürüt­ mekle görevli kişi. (Mirasın resmen tasfi­ yesiyle görevli sulh hakimi, bu İşin yerine getirilmesi İçin bir ya da birkaç kişiyi gö­ revlendirebilir [Türk med. k. md. 574].)|| Mi­ rasın tasfiyesi -» MİRASIN PAYLAŞTIRILMA­ SI. jl Ortaklığın tasfiyesi, ortaklığın sona er­ dirilmesi üzerine aktif ve pasifinin sapta­ narak geriye kalan mal ve alacakların or­ taklar arasında bölüştürülmesi. || Resmi tasfiye - * m Ir a s * in r e s m e n t a s f Iy e s İ. —Patol. Organizmaya yabancılaşan ya da komşu dokuları tahriş eden ölü doku ar­ tıklarının fagositoz ya da eritilme yoluyla yok edilmesi. (Zedelenmiş dokuların her türlü onarımdan önce tasfiye edilmesi zo­ runludur: nekroza uğramış doku miktarı fazla İse bunun dışa atılması ya kendi ken­ dine fistülleşlp sıvılaşarak olmalı ya da de­ şilip drenajla sağlanmalıdır. Örneğin bir kan çıbanı, çıbanözü çıkarılıp atılmadan onarılamaz.) —Tlc. Alacakların tahsili, borçların öden­ mesi, stokların paraya çevrilmesi ve ba­ kiyenin hak sahiplerine dağıtılması yoluyla bir ticarete, bir şirkete son verme eylemi. || Bir ticarete son vermek ya da İstenme­ yen malları elden çıkarmak amacıyla mal­ ların düşük fiyatla satılması. —Verg. huk. Gümrüklere gelen, sahip ya da taşıyıcılarınca yasal bekleme süresi so­ nuna kadar gümrükten çekilmediği ya da yurtdışına çıkarılmadığı için terk edilmiş sayılan eşyaların gümrük idaresince elden çıkarılması. (Bk. ansikl. böl.) —Verg. huk. ve Kamu mal. Tasfiye etmek, bir tasfiye işlemini gerçekleştirmek. —ANSİKL. Bank, ve Muhs. Tasfiye oluna­ cak alacaklar hesabı bazı alt hesaplara ayrılabilir. Bunların başlıcaları şunlardır: idari takipteki alacaklar hesabı (bu hesa­ ba kredi işlemlerinden doğan ve yasal ta­ kibata geçilmesi sakıncalı görülen alacak­ lar geçirilir); yasal takipteki alacaklar he­ sabı (teminatı bulunsun ya da bulunma­ sın kredi işlemlerinden doğan ve borçlu­



ları hakkında yasal takibata geçilmiş hulunan alacaklar bu hesaba borç yazılır); takside bağlanmış alacaklar hesabı (hak­ larında İdari ya da yasal takibata geçilmiş bulunan alacaklardan takside bağlanmış olanlar bu hesaba geçirilir. Bir alacağın bu hesaba kaydı için borçlusu İle yazılı bir an­ laşma ya da icrada takside bağlanması­ nın taahhüt edilmiş olması gerekir. Taksit­ leri zamanında ödenmeyen alacaklar için yasal takibata geçilirse, alacak, yasal ta­ kipteki alacaklar hesabına aktarılır); de­ ğersiz alacaklar hesabı (yasal kovuştur­ maya rağmen haciz yoluyla da tahsiline olanak kalmayan ve aciz belgesine bağ­ lanmış alacaklar bu hesaba geçirilir. Bun­ lara çürük alacaklar da denir). —Verg. huk. Gümrük k.’na göre tasfiye edilecek eşyalar şunlardır: yasanın çeşitli maddelerinde belirtilen durumlarda yasal sürelerinden fazla tutulan eşyalar; sahip ya da taşıyıcılarının kendi İstekleriyle güm­ rüğe bırakılan eşyalar; Kaçakçılığın men ve takibine dair k.’na göre tasfiyesi öngö­ rülen eşyalar İle çabuk bozulma ve yok ol­ ma tehlikesi olan, saklanması zor ve mas­ raflı ya da tehlikeli olduğu İçin yasal süre­ leri beklenmeyecek olan eşyalar. Bu tür eşyalar satış yoluyla tasfiye edilir. Ancak yolcu eşyası İle zoralımı kesinleşen kaçak eşyalar İçin satıştan önce genel ve katma bütçeli dairelerle kamu İktisadi teşebbüs­ lerine tahsis yoluna gidilebilir. Bunların dı­ şında kalan eşyanın satılması durumun­ da satış bedelinden hizmet karşılığı ala­ caklar ve yapılan harcamalar; gümrük vergi ve resimleri; satış için yapılan har­ camalar ve para cezaları ayrılarak bu sı­ raya göre ilgililere dağıtılır. Satış bedeli bu sıra içinde alacakların tümünü karşılamaz­ sa alacaklılara eşit olarak dağıtılır. Sahip­ lerinin isteğiyle gümrüğe bırakılan eşya­ ların satış bedelinden sahibine herhangi bir ödeme yapılmaz. TA S F İY E C İ sıf. ve a. Toplumsal bir ol­ gudaki yabancı öğelerin ayıklanmasından yana olan kimse için kullanılır. T A S FİY E C İLİK a. Bir bütünden yaban­ cı öğelerin ayıklanmasını savunan görüş: Dilde tasfiyecilik. TA SFİYEHANE a. (ar tasfiye ve fars. ha­ neden taşfiye-hâne). ARITİMEVİ'nin eşa n ­ lamlısı.



T A S G E T İU S , carnutes halkının önde­ ri; İ.Ö. 56’daSezar tarafından kral İlan edil­ di, 54'te yurttaşları tarafından öldürüldü. TASGİR a. (ar. sığardan tasgir). Esk. Kü­ çültme, ufaltma: "...imaretleriharâb, emel­ leri nâ-yâb, izzetleri tahkir, tazimleri tasgir, arsa-i âfât ü beliyyattır" (Ebüzzlya Tevflk). —Esk. dllbllg. Bir ad ya da sıfatı “ küçük" anlamı verecek biçime sokma. || Tasgir eki, küçültme eki. || Ism-i tasgir -> İSİM. TASGİRAT, -tı çoğl. a. (ar. tasgirin çoğl. taşğirât). Esk. Küçültmeler. TA SH İH a. (ar şıhhat'ten taşğiğ). 1. Yan­ lışın yerine doğrusunu koyma; düzeltme: Tashihi mümkün olmayan bir hata. —2. Basımcılıkta düzelti: Sayfa tashihi. —3. Bir şeyi tashih etmek, düzeltmek. || Tashih yapmak, düzelti yapmak. —Esk. iyileştirme, sağlığına kavuşturma: Tashih-i mizaç (tedavi etme). —Denize. Tashin çubuğu, gemi pusulala­ rının arızi sapmalarını düzeltmek için bu sapmaları saptamaya yarayan aygıt. — Esk. ida. Tashih derkenarı, yeni bir tah­ rir için hazırlanan tahrir defterlerine, el ya­ zısıyla nişancı tarafından yapılan düzelt­ me. || Tashih fermanı, tapu kaydının düzel­ tilmesi amacıyla yazılan ferman. (Bu fer­ man nişancıya gelir, nişancı tapu defterin­ de gerekil düzeltmeyi yapıp defteri geri gönderirdi.) —Hat. Tashih kalemtıraşı, hattatların yazı­ larında kimi düzeltmeler yapmak İçin kul­ landıkları kalemtıraş. (Tashih bıçağı da de­ nilen bu aletin İki türü vardı. Yazı kenarın­ daki küçük pürüzleri gidermekte kullanı­ lanlar, söğüt yaprağı biçiminde ve çok siv-



11277



tashih 11278



Seurat'nın Sirk adı tablosunun hazırlık tastaki (altta) ve bitmiş hail (1891) [en altta]



ri u ç lu y d u , b u n la rın e s n e k liğ i azdı. B ü y ü k p ü rü z le rin d ü z e ltilm e s in d e k u lla n ıla n la r ise küt u ç lu y d u .) — H u k. Tashihi karar -* k a r a r * d ü z e lt M E'nin eşan lam lısı. — Kur. tar. Tashin bedergâh, iş le d iğ i b ir s u ç y a d a k a b a h a t n e d e n iy le o c a k ta n çı­ karılan k a p ık u lu a s k e rin in a ffe d ile re k ye­ n id e n o c a ğ a alınm ası iç in ya p ıla n işlem e ve rile n ad. — M ak. san. Tashih etmek, b ir p a rç a n ın u y g u n o lm a y a n k im i b ö lü m le rin i ye n id e n işlem ek. — M a tb a a c . - * DÜZELTİ. || Tashih etmek, e lle yap ıla n tip o d iz g id e , ya n yatm ış, ters ç e v rilm iş ya d a fa z la d a n g irm iş karakter­ leri, s ö z c ü k le ri ç ık a rıp y e rle rin e u y g u n olanları koym ak. || Kolon tashihi, sayfa düRéunion des Musées nationaux



zenlemesinden önce, kâğıdın bir yüzüne çekilmiş kolon provası üzerinde, yazarın gerekli düzeltme ve eklemeleri yapma­ sı. TASHİHAT, -tt çoğl. a. (ar tashihin çoğl. taşhibat). Esk. Düzeltmeler: ".. eserin için­ de ta'dilat ve tashihat icra edildiği rivayet edilince..." (Baha Tevfik). Tashihi a y ar m a d a ly a s ı, Abdülmecit döneminde gerçekleştirilen sikke reformu



(tashihi sikke) nedeniyle çıkarılan madal­ ya (1844). Altın ve gümüş olmak üzere iki dereceliydi. TA S H İN a (ar safından tashih). Esk. Oyunu sahneleme, sahneye koyma. T â S H LİN (Frank), amerikalı film yönet­ meni (Weehawken, New Jersey, 1913 - Hollywood 1972). 1930'da RKOda Ezop masalları için ressam. Laurel ve Hardy için gagman, Walt Disney stüdyolarındaysa senaryo yazarı (1939) olarak çalıştı. 1945 ile 1951 arasında on beş kadar film senar­ yosu yazdı. Kaba gaglara ve sözlü olmak­ tan çok görsel buluşlara dayanan parodili ve hicivli komedilerde uzmanlaştı. Jay­ ne Mansfield ya da Jerry Lewis gibi sa­ natçılarla birlikte çalıştı. Kaba güldürü tü­ rüne örnek filmlerinden bazıları: Çılgın modeller (Artists and Models) [1955], Çapkın ortaklar (Partners) [1956], Will Suc­ cess Spoil Rock Hunter? (1957), 3 Bebekli gelin (Rock-A-Bye Baby) [1958], Bache­ lor Flat (1962), Who's Minding the Store? (1963). TA SIM a. Önceli, öncüller adı verilen iki önermenin birleşmesinden oluşan içerme biçimindeki akılyürütme. (Örn. "Eğer her B, A ise ve her C de B ise, her C, A’ dır” .) —A n s İKL. Aristoteles, tasımı, sonucun ön­ cüllerin durumundan zorunlu olarak çık­ tığı düşüncesine dayanarak tanımlar. Bu tanıma, tasımın, terimlerin içerme ilişkile­ rine dayanan dolayımlı bir akılyürütme ol­ duğunu da eklemek gerekir. (Eğer "in­ san", “ ölümlü"yü, “ Sokrates" de “ insan"ı içeriyorsa, “ Sokrates"in "ölümlü"yü içer­ diği sonucunu çıkarmak gerekir.) Tasım, üç terim üzerine kurulur; büyük terim (so­ nucun yüklemi), küçük terim (sonucun öz­ nesi) ve orta terim (öteki iki terim arasın­ da ilişki kuran terim). Buna göre, tasım üç önermeden oluşur: büyük önerme (büyük ve orta terim), küçük önerme (küçük ve orta terim) ve sonuç (küçük ve büyük te­ rim). Sonuç, terimlerin mantıksal ilişkilerin­ den ve şu iki ilke uyarınca çıkar: tümel için geçerli olan, türler ve bireyler için de geçerlidir; tümel için geçerli olmayanın, tür­ ler ve bireyler için geçerli sayılması yan­ lıştır. Orta terimin öncüllerdeki yerine bağlı olan tasım tiplerine, tasımın şekiller1i adı ve­ rilir (örneğin birinci şekilde orta terim, bü­ yük önermenin öznesi ve küçük önerme­ nin yüklemidir). Önermelerin nitel ve nicel özelliğine göre saptanan biçimlere de kip­ ler adı verilir. Her biçimde üç önerme (bü­ yük, küçük, sonuç), özne ile yüklem ara­ sındaki dört ayrı ilişkiye (olumlu, olumsuz, tümel, tikel) göre gruplandırılırsa, her bi­ çim için 43=64 farklı tasım ve dört ayrı bi­ çim için de toplam 256 tasım elde edilir. Ancak, matematiksel olarak olanaklı bu 256 tasımın ancak 24 tanesi geçerli bir ta­ sıma elverişlidir. Skolastik mantık ikinci, üçüncü ve dördüncü şekillerin kesin bir sonuca vardırıcı kiplerini, onları birinci şeklin doğrudan doğruya kanıtlanan kip­ lerine indirgeyerek ortaya koyuyordu. Sko­ lastik gelenek bu kipleri adlandırmak için, önermelerin özelliğini simgeleyen ünlüler­ den (tümel olumlu A, tümel olumsuz E, ti­ kel olumlu i, tikel olumsuz O) yapılan söz­ cükler oluşturdu (örneğin birinci şekil için: BArbArA [AAA], CEMrEnt [EAE], OArii [Aİİ], FEr/O [EİO]). Birinci şeklin, "yetkin" sayılan bu dört kipinin (öbürlerine “ eksik" kip denir) başında bulunan ünsüzler (B, C, D, F), diğer şekillerin kipleri için bir baş­ langıçtır. Örneğin ikinci şekilden CEsArE’ nin, C ünsüzüyle başladığı için, birin­ ci şekilden CElArEnt kipine indirgenme­ si gerekir. Sözcüklerin başında bulun­ mayan ünsüzler (s=basit evirme, p=kısmi evirme, m=öncüllerin yerini değiştirme, c=saçmaya indirgeme) ise, mantıksal iş­ lemleri belirtir. Örneğin CEsArE'deki s har­ fi E öncülünün basit evirmesinin yapılaca­ ğını gösterir. Tasım yoluyla akıl yürütme­ den günümüzde tamamen vazgeçilmiştir.



TA S IM B İL İM a. Mant. 1. Tasımların sis­ temli bir biçimde incelenmesi. —2. Aris­ toteles ve okulunun bu sorun üzerindeki çalışmalarının tümü. TASIM LAM A a. Tasımlamak eylemi; tasmim. TA S IM L A M A K g. f. Bir işi tasımlamak, tasarlamak, planlamak, tasmim etmek. TA S IM SA L sıt. Mant. Tasıma ilişkin. TASİ sıf. (ar. tis'a'dan tasi°). Esk. Doku­ zuncu. TASİAN be. (ar. tasi1"den tasTan). Esk. Dokuzuncu olarak. TASİB a. (ar. şucübet'ten ta'şib). Esk. Zorlaştırma, güçleştirme: saray-ı hü­ mayunun muamelâtını tas'ib ve daire-i nü­ fuzunu tazyik etmekte id i" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). TASİBAT, -tı çoğl. a. (ar. ta f ib in çoğl. t a f ibat). Esk. Güçleştirmeler, güç duru­ ma sokmalar. TASİD a. (ar ş ı/u d d a n tafid). Esk. Yük­ seltme, yukarı çıkarma. —Esk. kim. Bir cismin ısıtılarak buharlaştırılması. T A S İK İN E Z İ a. (fr. tasicindsie). Psik. Ki­ mi akıl hastaları ya da epidemik ansefalite yakalanan kimi hastaların kapıldıkları bastırılmaz yürüme eğilimi. TASİLİ a. (berberice yayla ani. söze). Jeomorfol. Hidrografik ağın derinlemesine yardığı ve dik bayırlarla sınırlanmış kumtaşlı yayla. TASİB a. (ar. 'a ş r’dan ta'şir). Esk. Sıkıp suyunu çıkarma. TA SİR H A N E a. (ar. tacşir ve fars. hane' den ta'şir-hâne). Esk. Zeytin, ayçiçeği, ke­ ten tohumu vb.’den yağ çıkartılan yer. TASKEBABI a. Üzerine tas kapatılarak pişirilmiş kuşbaşı etle yapılan yemek. (Pa­ tatesli olarak da pişirilir. Üzerine kapatılan tas, etin kendi suyuyla pişip kebap olma­ sını sağlar.) TASK FO RCE a. (ing. task force, özel müfreze), ikinci Dünya savaşı sırasında, belirli bir görevi gerçekleştirmek üzere sa­ vaş gemilerinin (ya da başka ordu birlik­ lerinin) geçici olarak gruplaşması. TASLAK a. 1. Bir işin, özellikle bir sanat ya da edebiyat yapıtının genel biçimini gösteren ön çalışma: Bir trajedinin tasla­ ğını okumak. Bir heykelin tamamlanma­ mış taslak haline bile hayran kalmak. Ro­ manı henüz taslak halinde. —2. Tkz. Bir şey taslağı, yeteneği, yeterliliği olmama­ sına rağmen herhangi bir işin ustası ola­ rak bilinmeye çalışan kimse; müsvedde: Yazar, bilgin taslağı. —3. Taslak halinde, ileride gerçekleştirilmesi düşünülen ve bu amaçla incelemeye alınan bir şey için kul­ lanılır. —Bot. Yaprak taslağı, yaprak oluşumu­ nun ilk evresi. (Pulların tümü tarafından korunan bir tomurcukta, sapın embriyon tepesinin çevresinde, ilk sürgendoku hal­ kasından türeyen memecikler oluşur Bir üstderi ile kaplı olan bu hücre kütleleri, yaprak özünü oluştururlar; bu öz, koşul­ lar uygun olduğunda büyüyüp gelişerek yaprak taslaklarını verir; onlar da daha sonra yapraklara dönüşür.) —Dişç. Diş taslağı, süt dişlerini verecek olan diş şeridinin kalınlaşması. —Embriyol. Döllenmiş yumurtanın, hüc­ releri bir organı oluşturacak olan bölümü. —El sant. Bakırcılıkta, yapılacak kabın gövdesi belirmiş ilk hali. —Güz. sant. Kompozisyonun genel çizgi ve kütlelerinin ortaya çıktığı, ancak, ayrın­ tıların daha belirmediği, yapılış aşamasın­ da olan sanat yapıtı. (Taslakta kullanılan gereç kütlesi ya da yüzey, nihai yapıtınkiyle aynıdır.)|| Taslak yapmak, bir resmin ana çizgilerini oluşturmak, bir balçık küt­ lesini, başparmakla biçimlendirmek ya da



tasmim bir mermer kütlesini kabaca yontmak. || SHazırlık taslağı, tasarlanan yapıtın, genel­ likle küçük boyuttaki, kabaca gerçekleş­ tirilen ilk modeli. (Bu, bir desen, resim ya da heykel olabilir. Hazırlık taslağı'nı, ese­ rin bitmemiş hali olan taslak’tan ayırmak gerekir.) —Heykele. Taslak kalemi, kil, alçı ve balmumunu biçimlendirmekte kullanılan, metal, fildişi ya da tahtadan heykeltıraş aleti. —Matbaac. Taşbaskıda, kalıp çekme tek­ niğiyle kâğıda çekilmiş provaların, taş ya da çinko üzerine aktarılmasını sağlamak İçin belli bir çizgi doğrultusunda bir ara­ ya getirildiği yaprak halinde ince karton parçası. || Sayfa taslağı, bir kitabın, bir der­ ginin, bir gazetenin sayfalarının dış ve İç sayfa boyutlarını belirleyen çizim. (Sayfa düzenlemesi yapılırken metinlerin ve re­ simlerin yerleştirileceği yerler böylece be­ lirlenmiş olur.) —Metalürj. Taslak çıkarma, son biçimlen­ dirme İşlemine hazırlık olarak yapılan döv­ me, haddeden geçirme vb. gibi işlemler. (Örneğin boru ekstrüzyonundan önce kü­ tüğün delinmesi, bir taslak çıkarma İşle­ midir.) —Şapkac. Taslak makinesinden çıkmış, koni biçiminde keçe. || Taslak imali, keçe İmalinde, yaklaşık 110 g kılla keçe bir tas­ lak oluşturmaya yarayan temel İşlem. (Kıl­ lar, emme yoluyla bir araya getirilir, daha sonra da, koni biçiminde bir hazne İçine yerleştirilmiş, delikli metal bir çan üzerine aktarılır. Sağlanan dönme hareketi, kılla­ rın dağılımını kolaylaştırır, kaynar su püs­ kürtülerek ilk yığılma sağlanır. Böylece oluşturulan saydam gevşek taslak, daha sonra tokaçlanır.) TASLAKÇI a. Taslak yapan ya da taslak çıkaran kimse. —Heykc. Sert gereçten bir heykeli, daha önceden noktalama'sı yapılmış alçı bir modele göre kabaca yontan kişi. TASLAM A a. Ciltç. Dikilmiş kitap gövde­ sini, ayrı olarak hazırlanmış kapak İçerisi­ ne yerleştirme işlemi. (Kapağın dikilmiş ki­ tap üzerine tesbitl, yan kâğıtlarının kapak kartonlarının iç kısmına karşılıklı olarak ya­ pıştırılmasıyla sağlanır) || Bu yönteme gö­ re ciltlenmiş kitap TASLA M AK gçz. f. A. + taslamak, ken­ dinde olmayan bir değeri varmış gibi gös­ termek: Yiğitlik, ağalık, bilgiçlik taslamak. ♦ g. f. 1. Bir taşı taslamak, onun kaba bölümlerini, çıkıntılarını almak, düzlemek. —2. Yörs. Gözetlemek, gizilce izlemek. —Ciltç. Ciltleri ve kitap mahfazalarını ha­ zırlamak. TASLİB a. (ar. şalb’dan taşlib). Esk. 1. Çarmıha germe. —2. Haç çıkarma. —3. Katılaştırma. TASLİBAT, -tı çoğl. a. (ar. taşlib'İn çoğl. taşlibsf). Esk. 1. Çarmıha germeler. —2. Katılaştırmalar. TASLİT, -tl a. (ar se/aiei’ten taslifi. Esk. 1. Birini, başkasına musallat etme, baş­ kasının başına sarma: "Bu makule meç­ hul kimseye medrese verip halkın üzeri­ ne taslif ne belâdır" (A. R. Altınay). —2. Taslit etmek, musallat etmek. TASLİYE a. (ar şalât'tan taşliye). Esk. 1. ‘ Aleyhlsselatu vesselam” yâ da “ sallalahu aleyhi ve sellam" duasını okuma. —2. Tasliye-han, tasllye okuyan. TA SM A a. 1. Kimi hayvanları bir yere bağlamak, çekip götürmek, gezdirmek, çalıştırmak, tanınmalarını sağlamak vb. için boyunlarına takılan madeni ya da deri çember, bağ. —2. Nalın, takunya ve ter­ liğin, üstten ayağı tutan deri ya da meşin bölümü. —3. Bir kimseye tasma takmak, onu yönetmek, ona hükmetmek (kaba.). —Avc. Kabaralı tasma, pek İtaat etmeyen bazı köpeklere takılan, iç kesiminde sivri­ ce uçlar bulunan tasma. —Ayakkc. Ayağın ön bölümünü örten sa­ ya parçası.



—Çoc. bak. Çocuğa takılan, bezden ka­ yışlı bir tür koşum; gerek kancalar yardı­ mıyla çocuğun oturmasına, gerek bir yu­ lar aracılığıyla yürümesine yardımcı olur. —El sant. Takunya ve burnu açık terlikle­ rin üst kısmı. (Yan kısımdan çivi vb. İle tut­ turularak ayağın taban üzerinde durabil­ mesini sağlar.) — ikt. tar. Tasma akçesi, O s m a n lIla r d ö n e ­ m in d e , tım a r s a h ib in in tım arı İç in d e b u lu ­ nan arazi s a h ip le rin d e n aldığı vergilerden b irin in adı. Bu ve rg iy e çift akçesi d e d e ­ nirdi.



—Kırs. inş. Tasma takımı, ahırlarda hay­ vanları boynundan bağlamaya yarayan bağlama sistemi. (Amerikan tipi tasma ta­ kımı, borudan ya da düz demirden yapıl­ mış eklemli parçalardan oluşur.) — M im . HA LKA 'nın eşanlam lısı.



T A S M A N (Abel Janszoon), hollandalı denizci (Lutjegast, Groningen, 1603 - Ba­ tavia 1659). Doğu Hindistan genel valisi Van Diemen tarafından Güney denizl’nde keşfe gönderildi. 1642’de, Avustralya’nın batı ve güney kıyılarının çok açıklarından geçen bir keşif gezisi düzenledi. Bunun­ la birlikte. Tasman, “ Van Dlemen arazisi’1 nin (bugünkü Tasmanya) güney kıyılarını, Yenl-Zelanda'nın batı kıyılarının bir bölü­ münü ve Fiji adalarını (1643) keşfetti. 1644’te Batavia'dan yeniden yola çıktı ve Avustralya’nın kuzeyinde, Carpentaria kör­ fezinin doğu ve batı kıyılarını taradı. T A S M A N a k ın tıs ı, dar anlamda, Tas­ man denizl'nin kuzeyinde, saat yelkova­ nına ters yönde İlerleyen güney akıntı ko­ lu. (Avustralya kenarında, Tasmanya'nın güney enleminde bulunan yarıtroplkal ya­ kınsamaya kadar uzanır.) Geniş anlamda, Doğu Avustralya kenarındaki su hareket­ leri. T A S M A N d e n iz i, Güney-batı Büyük Okyanus’ta kenar denizi, Avustralya, Mer­ can denizi, Lord Howe eşiği (ya da sırtı), Yenl-Zelanda, Macquarie sıradağları ve Tasman platosu arasında. Alt Kretase İle Paleosen arasında okyanusun yayılması sonucu açılan bu derin çanak, 4 000 m eşderinlik çizgisiyle sınırlanır. Bir dizi sivri doruk ve denizaltı guyotu kapsayan orta kesimi dışında tabanı genellikle blrblçlmlidir. Ilık suları (yazın 15-25 °C; kışın 10-15 °C) yarıtropikal yakınsamanın (Tasmanya1 nın güneyindeki enlem) her İki yanında farklı hareketler çizer: G.’de, önce D.’ya, sonra K.-D.'ya yönelik bir sapma gerçek­ leştirir; K.'de, koylarda ve sınır-eşlklerin üs­ tünde ikincil burgaçlara bölünen, saat yel­ kovanına ters yönde bir yol izler.



yasal gübre sanayilerinin gelişmesini ko­ laylaştırmıştır. Başlıca iki büyük kenti var­ dır: Launceston (K.’de) ve Hobart (G.'de). • TARİH. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ve XVII. yy.’da sayıları 2 000 dolayında olan Melanezyalılar’ın yaşadığı adaya 1642’de çıkan HollandalI Abel Tasman, buraya “ Van Dlemen toprağı” adını ver­ di. Birçok denizcinin uğradığı (1772’de Marlon-Dufresne, Cook, d ’Entrecasteaux vb.) adaya 1804’te ingillzler yerleşti. Ada, mahkûmların yerleştirildiği bir koloni ve bfr koyun yetiştirme alanı oldu. Tasmanyalılar’ı yok eden AvrupalI sömürgeciler ve sürgün edilmiş mahkûmlar onların av alanlarını ele geçirdiler. Mahkûmlar 1831 -1835 yıllarında gönderildikleri öteki ada­ larda, 1880’den önce yok olacaklardı. 1853'te Tasmanya adını alan adada 1856' da parlamenter bir yönetim kuruldu. Tas­ manya, 1901'den beri Avustralya Com­ monwealth devletlerinden biridir. TASMANYA D İL İ a. Ölü dil öbeği; baş­ ka bir dille akrabalığı yoktur, Tasmanyalılar tarafından konuşulurdu. T ASM AN YALILAR, Tasmanya'da 10 000 yılı aşkın bir süre yaşadığı tahmin edi­ len ve bugün ortadan kalkmış bulunan topluluk. Tasmanya'ya Yeni Gine’den gel­ dikleri sanılır. AvrupalIlar adaya çıktıkları zaman, sistemli bir yeril katliamına girişti­ ler. Bu katliama bir de hastalıkların katkısı eklendi. Avcılık ve toplamadık yapan Tasmanyalılar, komşu klanların kadınlarını ele geçirmek için savaşan klanlar biçiminde örgütlenmişlerdi. Anlmlst bir dinleri vardı, ölülerini yakıyor, koruyucu güçler taşıdığı­ nı düşündükleri ölü kemiklerini saklıyorlar­ dı. Son tasmanyalı, 1877’de öldü. T A SM B İN L U Z , eski Luz kabilesinden efsane kişi. Cahillye devri arap şairlerinin efsaneye dayalı şiirlerine bakılırsa, Arabis­ tan’da Yemame çevresinde tarım ve hay­ vancılıkla uğraşarak uygar bir yaşam bi­ çimi sürdüren Luz kabilesi halkı, bir na­ mus sorunu yüzünden bedevi Cadis ka­ bilesinin saldırısına uğrar ve Tasm bin Luz dışında herkes kılıçtan geçirilir. Katliam­ dan kurtulan ve Hlmyeri kabilesi reisi Has­ san bin Tubbo’nun yanına sığınan Tasm bin Luz, onu Cadisler'den kabilesinin öcü­ nü almaya özendirir. Böylece ordusuyla Cadls kabilesinin üzerine yürüyen Hassan da bunları yok ederek konuğu Tasm bin Luz'un öcünü alır ve bu savaş arap şair­ lerine konu olur. TA SM İM a (ar şamm'dan tasmim). Esk. 1. Kararlaştırma, tasarlama, kararlılık: "... Spıegel-Rapho



T A S M A N p la to s u , Tasmanya’nın G. -D.'sunda K.-B.'dan G.-D.’ya doğru uzanan geniş denizaltı platosu (en yüksek nokta­ sı 969 m). ■ T A S M A N Y A , ing. Tasmanla, Avustral­ ya adasının G.'lnde ada, 40-43° G. en­ lemleri arasında, Commonwealth o f Australla’yı oluşturan 6 devletten biri; 68 000 km2; 457 500 nüf. (1990). Merkezi Hobart. • COĞRAFYA. Ada çok engebelidir; Dör­ düncü Zaman buzullarıyla parçalanmış büyük batı rüzgârlarına açık, çok yağışlı (3 m’den çok yağmur) batı dağları, sık bir yalancı kayın ormanıyla örtülüdür. Birkaç sivri doruk (1 500 m) ve dağınık göller kapsayan orta kesimdeki plato (800 -1 000 m), yazın davarların ve sığırların yayıldığı otlaklarla kaplıdır. Doğudaki daha az ya­ ğışlı dağlar ve tepelerde okaliptüs orman­ ları uzanır; adayı K.'den G.'e doğru aşan bir ovalar dehlizi Tasmanya’nın beyni olan bu bölgeyi ayırır: tarım ve hayvancılık tipi işletmelerde melezlemede anaç olarak kullanılan koyunlar, süt İnekleri, yem bit­ kileri, patates ve elma yetiştirilir. Balıkçılık etkindir: böcekler, kabuklular. Bakır (Mount Lyell), çinko ve kurşun (Rosebery), tungsten (Bass boğazındaki King adası) başlıca yeraltı zenginlikleridir. Hidroelek­ trik kaynaklarının bolluğu, alüminyum (Bell Bay), bakır ve çinko (Hobart), kim­



11279



Tasmanya kıyılarından bir görünüm



tasmim Steward Mill, ıslahata kapı açmakla iktifa etmez, oraya tasmim ite girer" (Şükrü Ka­ ya). —2. Tasmim etmek, kararlaştırmak, tasarlamak, aklına koymak: "Biz bu seya­ hati çoktan tasmim eyledik" (E. E. Talu).



11280



TASMİMAT, -tı çoğl. a. (ar. tasmim’in çoğl. taşmimât). Esk. Kararlaştırılan şey­ ler. TA S M İT a. (ar semf’ten tasmif). Esk. ed. Musammat* gazel ya da kaside yazma. TA SN İ, -i a. (ar ş u ri'dan tasni'-). Esk. 1. Yapma, oluşturma. —2. Düzme yalandan uydurma, yakıştırma. —Esk. fels. Yapıntı. TASNİAT, -tı çoğl. a. (ar. taşnf'in çoğl. taşni'at). Esk. Uydurulmuş, yakıştırılmış şeyler. TA S N İF a. (ar. sınıftan tasnif). 1. Türleri­ ne, özelliklerine vb. göre ayırma, sıralama; sınıflama: Kitapların, fişlerin tasnifi. —2. Tasnif etmek, türlerine, özelliklerine vb. gö­ re ayırmak, sınıflandırmak. —Esk. Kitap yazma, yazıları kitap haline getirme.



Şrata



— Esk. m üz. BESTELEME'nin eşanlam lısı. — istat. ista tistik b irim le ri, a y rık özelliklerin e ya d a b u ö z e llik le rin y o ğ u n lu ğ u n a g ö ­ re, sınıflara a y ırm a v e h e r sınıftaki b irim ­ le ri s a ym a k o n u s u n d a k i işlem .



TASNİFAT, -tı çoğl. a. (ar. tasnif in çoğl. taşnifaf). Esk. 1. Düzenlemeler: "... bazı tasnîfât yapmak lâzımdır" (H. C. Yalçın). —2. Yazılmış, düzenlenmiş eserler TA S N İFİ a. Esk. müz. Besteci. TA S N İM a. (ar şanem'den taşnim). Esk. Putlaştırma. TASRİ a. (ar. şarjdan taşri). Ed. iki di­ zesi birblriyle uyaklı beyit yazma. —Bütün dizeleri birbiriyle uyaklı şiir yazma.



Tasso XVI. yy. Emilia okulu sanatçılarından birinin yaptığı portreden ayrıntı



TA SR İF a. (ar. sarftan tasrif). Esk. Tanrı'nın işleri istediği gibi, kendi iradesine uy­ gun idare etmesi: "... her şeyi tasrif ve ik­ tisat ile yapmak yoludur" (H. C. Yalçın). —Esk. dilbil. 1. Çekim, fiil çekimi. —2. Tasrif etmek, çekmek. —3. Tasrif lahika­ sı, fiil çekim eki. || ilm-i tasrif, gramer. TASRİFAT, -tı çoğl. (ar. tasrifin çoğl. taşrifat). Esk. dilbil. Fiil çekimleri; çekim. TA SR İFİ sıf. (ar. tasrif ve -/’den tasrifi). Esk. dilbil. 1. Çekimli. —2. Tasrifi'lisan, bükünlü dil. TASRİFLİ sıf. (ar. tasriften). Esk. dilbil. 1. Çekimli: "... rast geldikleri tasrifli şekil­ leriyle ahyor..." (F. Köprülü). —2. Tasrifli fiil, çekimli fiil. TASRİH a. (ar. taşrifı). Esk. 1. Açık ve kesin olarak ortaya koyma, kuşkuya yol açmayacak biçimde belirtme. —2. Tasrih etmek, açıkça belirtmek. TAŞRİHAT, -tı çoğl. a. (ar. tasrih'\n çoğl. taşrilpaf). Esk. Açıkça söylemeler, bildirme­ ler. ♦ a. Açıklığa kavuşturma. TA SR İH EN be. (ar. taşrih’ten tasrifleri). Esk. Açıkça belirterek, açıklığa kavuştu­ rarak. T a s s (rusça Telegrafnoye Agentstvo Sovyetskogo Soyuza sözcüklerinin başharfleri), 1925 yılında, devrim hükümeti­ nin İlk haber ajansı olan Rosta (ROSiskoye Telegrafnoye Agentstvo) ajansı’nın ar­ dından kurulmuş olan rus basın ajansı. Rosta ajansı*da, 1918 yılında, 1917 yılın­ da Lenin'in Petrograd'da kurmuş olduğu Petrogradskoye Telegrafnoye Agentstvo’dan doğmuştu. Bugün Tass, dünya'nın hemen her ülkesindeki müşterileri­ ne altı dilde (rusça, İngilizce, fransızca, almanca, İspanyolca ve arapça) hizmet verir. 100’ü aşkın ülkede temsilcilikleri bulunur. Tass, dünyanın en büyük 5 ba­ sın ajansından biridir. T A S S A E R T (Jean Pierre Antoine), fla­



man heykeltıraş (Anvers 1727 - Berlin 1788). M.-A. Slodtz’un öğrencisi oldu, Pa­ ris'te çalıştı. 1744’te, PrusyalI Friedrich İT nin baş heykeltıraşı oldu. Çok sayıda büst, heykel, alegorik ve mitolojik gruplar (Aşk ve dostluk, Potsdam'da) yaptı. T A S S İL O I I I (741'e doğr. - öl. 794'ten sonr.), Bavyera dükü (748-788). Agilolfinger ailesinin son bavyeralı prensi. 757'de, amcası Kısa Pöpin'in vasallığını ilan et­ mek zorunda kaldı. Bavyera'nın yöneti­ minde manastırlara önemli bir rol verdi. Charlemagne'a karşı vasallık yükümlülük­ lerinden kurtulmaya çalıştı, ancak başkal­ dırısının yarattığı durumdan kaygılananlar kendisinden uzaklaştı, 788'de ingelheim Diyet meclisi tarafından tahttan indirilerek bir manastıra kapatıldı. TA S S O (Bernardo), İtalyan yazar (Vene­ dik 1493 - Ostiglia, Mantova, 1569). Tasso’nun babasıdır. 100 bölümden ve 8'er dizelik koşuklardan oluşan destansı şiir Am adigi'yi (1559) yazdı. Amadis de Gau/a’nın bir tür uyarlaması olan bu yapıt, Ariosto'dan miras kalan kahramanlık ge­ leneğini, Aristoteles’in temel ilkeleriyle destansı şiirde bir araya getirmeye çalışır. ■TASSO (Torquato), İtalyan yazar (Sorren­ to 1544 - Roma 1595), Bernardo Tasso’ nun oğlu. Uzun süre başıboş dolaşması­ nın ve gözaltında tutulmasının (1577 ve 1579-1586) yanı sıra Tasso'nun çılgınlığı da, Birinci haçlı seferi dönemine ait 20 bö­ lümlük epik şiiri Gerusalemme’ liberata (Kurtarılmış Kudüs) kadar ünlüdür. Bu çıl­ gınlığın en anlaşılmaz yanı, daha yeni ta­ mamlanmış (1575) başyapıtını yadsıması­ na, 1581'e kadar yayımlanmasına karşı koymasına, daha sonra, yaşamının geri kalan kısmını, bu başyapıtı sıkı denetim­ den geçirmek ve bozmakla geçirmesine yol açmasıdır: sonuç Gerusalemme conquistata (Fethedilmiş Kudüs) oldu (1592 -93). Bir yandan, 1559'da başladığı Gerusalemme’yi (Kudüs) yazarken, bir yandan da şövalresk bir şiir olan Rinaldo'yu (1562), Monteverdi'den Metastasio’ya ka­ dar XVII. ve XVIII. yy.’ların, tüm melodra­ mını haber veren pastoral bir masal olan Aminta"y\ yazdı (1573) ve yapıt büyük ba­ şarı kazandı. Gerusalemme’nin bütünlüğü, hacminin geniş olmasının ötesinde, çağdaş okur için her şeyden önce estetikse de, Tasso için yalnızca teknik ve ideolojik olabilirdi. Gerçekten de, Tasso’nun esas olarak üze­ rinde en çok durduğu konu, şiirinin, din­ sel erekliği ve "kahramanlık” şiirinin tarih­ sel gerçeğe benzerliğini olduğu kadar, ki­ şilerin seçimini ve onların ayrıntılı öyküle­ rini de (özellikle çarpışmalar, düellolar) Discorsi dell’arte poetica (1566) ve Discorsi del poema eroico (1595) adlı yapıtların­ da açıkladığı kurallara uygun olarak dile getirmesiydi. Fakat, genel anlayışa aykırı olarak, Gerusalemme conquistata ile so­ nuçlanan, hitabet ve inanç açısından ken­ dini sansür süreci, barok şiirinin aşırılıkla­ rını daha o zamandan ilan eden abartmalı bir biçimciliği de birlikte sürüklüyordu. Ferrara'da Sant’ Annatımarhanesi’ne ka­ patılan (1579) Tasso orada Ferrara pren­ sesleri şiirini yazdı. 1586'da salıverilince, yeniden başıboş yaşama başladı ve pa­ panın resmi şairliğine atanmak üzereyken öldü. Tasso'nun son şiir yapıtlarına gelin­ ce, onlar da, daha açık seçik olarak, Torrismondo'nun (1587) ağır trajik öğeleri ya da Le Sette Giornate del mondo creato’ nun (1607) şatafatlı olduğu kadar soğuk resimlemesi gibi, ön barok estetiğiyle süs­ lenmiştir. Ayrıca, çağın zihniyetini ve bilinç bunalımlarını gösteren çok önemli bir bel­ ge sayılabilecek olan Dialoghi de (26 di­ yalog) onundur. T A S S O N İ (Alessandro), İtalyan yazar (Modena 1565 - ay. y. 1635). Aristotelesçiliği (ingegni antichi e modemi, 1620), petrarcacılığı (Considerazioni sopra le ri­ me del Petrarca, 1609) ve ispanya kralı



Felipe lll’ün İtalyan prenslerine karşı güt­ tüğü baskı politikasını (Filippiche, 1615) hedef alan birçok polemik yazdı. Başya­ pıtı, XIII. yy.’da Bologna ve Modena ara­ sındaki bir savaşın gülünç yönlerini anla­ tan, 12 bölümlük ve sekizlikler halinde ya­ zılmış güldürü-destan La Secchia rapita' dır (1622). TASTAM AM sıf. (tamamdan pekiştirile­ rek). Çok uygun, bütünüyle; tıpatıp: Söy­ ledikleri tastamam doğru. ♦ be. Tamam, tam, tıpatıp: Pantolonum ona tastamam geldi. TASTİR a. (ar. saffdan tastif). Esk. Sa­ tırlar oluşturma; yazı yazma. TASTO SOLO yer bel. ve a. (ital. tasto solo, yalnız perdelik). Müz. Eşlik edenin artık akorları gerçekleştirmemesi için ra­ kamlı bir basta verilen bilgi. (Tek bir ses bir sıfır ile, bir bölüm ise kesiksiz bir çiz­ giyle gösterilir.) TASVİBEN be. (ar. taşvib'den taşviben). Esk. Uygun bularak, doğru kabul ederek. TA SVİP a. (ar. taşvib). 1. Bir görüşü, bir düşünceyi, bir davranışı vb. uygun, yerin­ de, haklı görme; onay, onama: Tasvibi mümkün olmayan bir karar. Bu öneri tas­ vip görmedi. —2. Bir şeyi (bir görüşü, bir düşünceyi, bir davranışı vb.) tasvip etmek, uygun, yerinde, haklı görmek; onaylamak, onamak. TASVİR a. (ar. taşvif). 1. Bir şeyi, bir kim­ seyi ayrıntılarıyla anlatma; betimleme. —2. Bir şeyin, bir kimsenin betimlendiği söz ya da yazı; betim: Bir oda, bir man­ zara tasviri. —3. Bir yapıtta, yazarın, so­ mut gerçekliği, kişileri ya da eylemin yer aldığı bağlamı betimlediği bölüm. (— BE­ TİMLEME.) —4. Grafik ve plastik sanatlar­ da bir nesnenin ya da bir figürün canlan­ dırılması ya da reprodüksiyonu, özellikle de ibadet ya da saygı konusu olan varlık­ ların canlandırılması; figür, gravür,kitap resmi; Meryem Ana tasviri. Bir alçakkabartmadaki yontma savaş sahnesi tasvi­ ri. (Bk. ansikl. böl. Güz. sant.) —5. Halk. Resim. —6. Bir şeyi, bir kimseyi tasvir et­ mek, onu sözlü ya da yazılı olarak ayrıntı­ larıyla anlatmak; betimlemek; onun res­ mini yapmak (esk.). || Tasvir gibi, çok gü­ zel. — D ilbil. BETİMLEME’nin eşan lam lısı.



—Sey. oy. Karagöz oyununda kullanılan insan, hayvan, ev vb. figürlere verilen ad. || Tasvir kesmek, karagöz oyununda kul­ lanılan figürleri yapmak. (Figürler deriden yapıldığı ve özel bıçaklarla kesildiği için fi­ gür yapmak, bu biçimde adlandırılmıştır.) — ANSİKL. Güz. sant. Ortaçağda "tasvir” sözcüğü, her türlü yontma ya da boyama figür anlamına geliyordu. Kilise ve saray­ ları süsleyen büyük tasvirlerden ayrı ola­ rak, ev eşyası olarak kullanılan küçük bo­ yutlu tasvirler, ikona adı verilen çeşitli ya­ pıtların temelini oluşturur. Yatak odaların­ da hemen her zaman Meryem Ana'nın, İsa'nın ve ev sahibi eşlerin koruyucu aziz­ lerinin bir tasviri bulunurdu, iki ya da üç panolu oyma tabletler (ikikanatlılar, üçkanatlılar) yatakla duvar aralarını, dua iskem­ lelerini ve oratoryumları süslemekte kul­ lanılırdı. XII. ve XIII. yy.’larda, "açılır -kapanır" tasvirler, yani ortasından açılan ve içinde kutsal kalıntılar ya da oyma sah­ neler bulunan heykel ya da heykelcikler çok tutuluyordu. XVI. yy.’da emay üzeri­ ne boyama görüntüler, fildişi üzerine bo­ yama görüntülerin yerini aldı. —isi. Müslümanlıkta yüzyıllar boyu canlı­ ların ve hatta cansızların resminin yapıl­ masının İslam dinsel inancıyla bağdaşıp bağdaşmadığı sorunu üzerine duruldu. Bunun için önce Kuran, sonra da Hz. Pey­ gam berin hadislerine başvuruldu. Ku­ randaki çeşitli ayetlerde (III, 6; VII,11; LXIV, 3 ve LIX,24) yalnızca Tanrı'nin insanı yarat­ tığı ve ona biçim verdiğinden söz edilir, ancak tasvirin (resim yapmanın) günah ol­ duğu yolunda herhangi bir ifadeye rast­ lanmaz. Resim ya da heykel yapmanın



günah olduğu hakkındaki düşünce ise daha çok Hz. Peygamberin hadislerine dayandırılır. Bu hadislere göre, insan, da­ ha genel olarak da canlıların resmini ya­ pan herkes, Tanrı'nın taklitçisi sayıldıkla­ rından ağır cezalara çarptırılmaya hak ka­ zanırlar. Çünkü, Tanrı, resmini ya da hey­ kelini yapandan, yaptığı resme ya da hey­ kele can da vermesini ister. Bunu gerçek­ leştirmesine olanak bulunmadığından kı­ yamet gününde en ağır cezaya çarptırı­ lacaktır. Ayrıca içinde resim ve heykel bu­ lunan yerlere melekler girmez. Ancak, ba­ zı fıkıh bilginlerine göre ayak altında kul­ lanılan yer halısı vb. üzerine bitki ve hay­ van resimlerinin yapılmasında sakınca yoktur. Bununla birlikte, kabartma ve hey­ kel birçok İslam mezhebinde kesinlikle gü­ nah sayılır. Bu konuda İslam bilginleri ara­ sında yüzyıllarca bir görüş birliğine varı­ lamamış, resim ve az da olsa heykel çe­ şitli dönemlerde yapılagelmiştir. Nitekim, Kuseyr Amre kasrı’nda hamamın duvarın­ daki resimler, Mısır'da Humaraveyh'in eş­ leri ve şarkıcılarının, Endülüs’te Abdurrah­ man lll'ün gözde eşi Zehra'nın heykelle­ ri, çeşitli İslam sanatı ürünü minyatürler­ deki insan ve hayvan figürleri hadislerdeki hükümlere karşın bu iki sanat dalının İs­ lam dünyasında varlığını koruduğunu gösterir. (-* İSLAM' SANATI.) Buna benzer olaylara Selçuklu saraylarında rastlandığı gibi Mevlana'nın da bir rum ressam kar­ şısında poz vererek resmini yaptırdığı bi­ linir. TASVİRAT, -tı çoğl. a. (ar. taşvir'ın çoğl. taşvirat). Esk. Tasvirler. TA S V İR C İ a. Esk. Resim yapan kimse; ressam. TA SVİR İ sıf. (ar. tasvir ve -/’den tasviri). Tasvirle ilgili; tasvire’ dayanan; betimsel. —Dilbil. - BETİMSEL. —Müz. Maddi nesnelerin imajını seslerle betimleme yolunu seçen bir müzik tarzı ya da basit bir müzik parçası. T asviri e fkâr, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde İstanbul'da ya­ yımlanan bazı gazetelerin adı. —Şinasi’ nin imtiyaz sahibi ve başyazarı olduğu ga­ zete, 27 haziran 1862'de yayın yaşamına atıldı. Başlığının altında "Havadis ve ma­ arife dair osmanlı gazetesi" sözcüklerinin yer aldığı gazete, haftada beş gün yayım­ lanıyordu. Şinasi'nin siyasal nedenlerle Paris'e kaçması üzerine 200. sayıdan son­ ra Namık Kemal, onun da Avrupa’ya git­ mesi üzerine Recaizade Ekrem tarafından çıkarılan gazete 833. sayıda kapandı. — Ebüzziya Tevfik tarafından 31 mayıs 1909'dan başlayarak Yeni Tasviri efkâr adıyla yayımlandı, 15 şubat 1911 tarihli 607. sayısında adı yeniden Tasviri efkâr ol­ du. Ebüzziya Tevfik'in ölümünden sonra oğulları Talha ve Velit beylerin yönetimine geçen gazete, çeşitli zamanlarda sıkıyö­ netimce kapatıldıysa da Tasvir, intibahı ef­ kâr, Tefsiri efkâr, Tevhidi efkâr vb. adlarla yayımını sürdürdü. Birinci Dünya savaşı’ndan sonraki dönemde Kurtuluş savaşı'na ve TBMM hükümetine destek veren tav­ rına karşın, hilafet konusundaki yayınları nedeniyle Takriri sükûn kanunu'na daya­ nılarak 6 mart 1925’te kapatıldı. —Ziyat Ebüzziya'nın sahibi, Velit Ebüzziya'nın başyazarı olduğu gazete, 2 mayıs 1940’ tan başlayarak yayımlandı. Velit Ebüzziya' nın ölümü üzerine (1945) başyazarlığa Ci­ hat Baban getirildi, adı da Tasvir olarak değiştirildi. Mithat Perin, Bahadır Dülger, Tekin Erer, Kâmuran Çelebi vb. yazarları kadrosuna alan Tasvir, DP yanlısı bir poli­ tika izledi. 1949'da kapandı. Tasviri hü m a yu n n işan ı, Mahmut II döneminde çıkarılan nişan (1832); tek de­ receliydi. Pırlanta süslemeli nişanın üze­ rinde, sarı ve pembe güller arasında, Mahmut H'nin asker giysili bir minyatürü yer alıyordu. TAŞ a. 1. Kayaları, kayalıkları oluşturan madde kütlesi: Taş ocağı. Taşı oymak.



—2. Özel bir maddeden oluşan, belirli özellikleri ve bileşimi olan kütle: Çakıl, sert bir taştır. —3. Çeşitli biçim ve büyüklükte her türlü kaya parçası: Dikkat edin, yuka­ rıdan taş düşebilir —4. Yapı işlerinde kul­ lanılan her tür doğal kaya kütlesi: Taştan bir duvar çekmek. Kaldırım taşı. —5. Ge­ rekli yerlerde kullanılmak üzere, uygun bi­ çime sokulmuş kaya kütlesi: Değirmen ta­ şı. Çeşme taşı. Mezar taşları. —6. Simge niteliğindeki sütun, anıt vb. —7. Sertliği, güzelliği, parlaklığı, ender oluşu ile özel bir değer kazanan mücevher ya da de­ ğerli eşya yapımında kullanılan mineral madde; bu maddenin ham ya da işlen­ miş parçası: Değerli taş. Renkli taş. (Bk. ansikl. böl. Müc. ve Miner) —8. Tavla, do­ mino, satranç vb. oyunlarda kullanılan plastik, kemik ya da tahta parçalardan her biri. —9. iğneleyici, alaycı söz; tariz: Bir kimseye taş atmak. Bu taşlar banaysa ka­ bul etmiyorum, çünkü o kararımda hak­ lıydım. — 10. Arg. Para. — 11. (Birine) taş atmak, ona dolaylı yollardan iğneleyici sözler söylemek, söz dokundurmak. || Taş attın da kolun mu yoruldu?, taş atıp kolun yorulmadı ya, bir kazancı kolayca, hiç yo­ rulmadan elde eden, yine de onu küçüm­ seyenlere söylenir. || Taş arabası, aptal, bu­ dala, sersem (arg.). || Taş bademi — taşB A D E M İ. || Taş bilim - T A Ş B İL İM . || Taş çat­ lasa, "ne denli zorlanılırsa zorlansın, ne yapılırsa yapılsın" anlamında kullanılır: Bu para taş çatlasa bir hafta idare eder. || (Bir başkasına) taş çıkartmak, yetenekleri, bilgi ve becerisi yönünden ötekine göre çok üstün olmak: Küçük ama büyüklere taş çı­ kartır. || Taş devri, bir şeyin gelişmemiş, il­ kel durumu: O sıralar dokumacılığımız taş devrindeydi. || Taş gibi, çok sert, çok katı şeyler için kullanılır: En az üç günlük taş gibi ekmekleri sofraya koymuştu; çok sağ­ lam: Üç yıldır aynı pantolonu giyiyor, hâ­ lâ taş gibi; çok katı, duygusuz, soğuk ve acımasız: Taş gibi yüreği var. || Taş illeti, böbrek hastalığı. || Taş kesilmek, sözkonusu sıvı bir maddeyse, donup sertleşmek; bir kimseyse, şaşırıp ne yapacağını bile­ mez, hiçbir şey söyleyemez duruma düş­ mek: Alanı dolduran ve taş kesilmiş gibi duran binlerce kişi birden bağırmaya baş­ ladı. || Taş koymak, birkaç kişi konuşurken, dışardan girerek, konuşmayı kesmek, ya­ rıda bırakmak (arg.). || Taş kömürü -> TA Ş ­ K Ö M Ü R Ü . || Taş olayım, söylediği bir söze, karşısındakini inandırmak için söylenir: Ya­ lanım varsa taş olayım. || Taş olmak, Tanrı tarafından cezalandırılmak: Yalan söyle­ me, taş olursun. || Taş pamuğu -» TA ŞPA M U Ğ U . || Taş sürmek, domino, dama vb. oyunlarda taş oynatmak. || Taş sökmek, çözümü güç işlerle uğraşmak, sıkıntı çek­ mek. || Taş taş üstünde bırakmamak, bir yerdeki yapıları yerle bir edercesine yık­ mak, her tarafı harap etmek. || Taş tutmak, para sahibi olmak, zenginleşmek (arg.). || Taş yağar, kıyamet koparken, yaşanılan telaşlı, korkulu ve tehlikelerle yüklü anları anlatmak için kullanılır. || Taş yağı -* TAŞyaği. || Taşa çekmek, bıçak, makas vb. ke­ sici şeyleri bileğitaşında keskinleştirmek. || Taşa tutmak, aralıksız biçimde, üst üste taş atmak, taşlamak. || Taşı taşa, başı ba­ şa vurmak, güç bir işi gerçekleştirmek için her türlü yolu denemek. || Taşı gediğine koymak, söylemek istediği bir sözü en uy­ gun zamanı bekleyip tam yerinde söyle­ mek. || Taşı ölçeyim, kimi çevrelerde kırık, yara, ezik gibi durumlar bir kimsenin be­ deni üstünde gösterilirken “ benden uzak olsun, benim başıma gelmesin” anlamın­ da söylenir. || Taşı sıksa suyunu çıkarır, bir kimsenin çok güçlü ve çok dinç olduğu­ nu belirtmek için söylenir. || Taşın pekini ye, yemek beğenmeyenlere söylenen bir azarlama sözü. || Taştan yağ çıkar, ondan çıkmaz, bir kimsenin başkaları yararına dokunmayan, çok cimri biri olduğunu vur­ gulamak için söylenir. || Bilezik taşı, kuyu­ nun ağzına konan ortası delik taş. || Çakıl taşı, çakıl. || Çay taşı, çay yataklarında bu­ lunan büyük yuvarlak taş. || Çırpıcı taşı, denizin sığ yerlerinde, su üzerinde görü­



len kaya. || Kaydırak taşı, kaydırak oyunun­ da kullanılan ufak yassı taş. || Niyet taşı, bir inanca göre dileğin gerçekleşmesi için bir yatırdan alınıp saklanan, bir yatırın me­ zarına yapıştırılmaya çalışan ya da dilek kuyusuna atılan küçük taş. —Bot. Bazı bitkisel hücrelerin içinde olu­ şan (armut, vb. meyvelerdeki gibi) mine­ ral maddeler topağı. (-* SİSTOLİT, MİNE­ RALLEŞME.)



—Camc. Erime sırasında tam olarak da­ ğılmayan ve son çıkan camda kakılmış olarak kalan camlaşabilir madde tanesi. || Renkli incik boncuk. || Özellikle ağır mi­ nerallerin erimemiş kristallerinden kaynak­ lanan cam kusuru. || Cam içinde gözüken, camlaşmamış yabancı tanecik. (Taşlar ham maddelerdeki pisliklerden, bileşim­ deki yabancı maddelerden, fırın tuğlala­ rından, erime hatasından ya da tam camlaşmamaktan ileri gelebilir.) —Denizbil. Geniş anlamda, kıyı şeridin­ de ya da kıyı bölgesinde yüzeyleyen kayaçlar. (Eşanl. KAYA.) || Deniz yüzeyi yakı­ nında bulunan ve zaman zaman su yü­ zeyine çıkabilen yarı yatay kayaç yüze­ yi—Denize. Taş dubası, rıhtım, mendirek, dalgakıran yapımında, taş taşımada kul­ lanılan özel olarak düzenlenmiş duba. —Deric. Taş makinesi, derileri taşlamak ya da perdahlamak için kullanılan, taşlı ya da zımpara kâğıtlı, az ya da çok ince tane­ cikli perdahlama makinesi. —Din. Kara taş, ünlü kutsal taşlara veri­ len ad: Ressinus'tan Roma’ya getirilmiş olan ve Kybele'yi simgeleyen taş; Elagabalus tarafından getirilen Emesus taşı. (-» HACERİESVET.) || Forum'un kara taşı, altın­ da Romulus’un mezarının bulunduğu söylenen kara kapaktaşı. (1900’de mezar­ dan çıkarılan kapaktaşının bu olduğu sa­ nılır.) || Sunak taşı, hıristiyanlıkta kutsal ol­ duğuna inanılan kalıntılar içeren ve bir pis­ kopos tarafından belli bir sunağın yerini almak üzere kutsanan taş. (1963’ten bu yana bu taşın ayinlerde kullanılması zo­ runlu değildir.) || Teslim taşı — TESLİM. —Dişç. Tükürük taşı, kan ve tükürükteki kalsiyum tuzlarından oluşan birikinti. (Çok sık rastlanan bu taşlar, dişetinin üstünde ve altında, dişe yapışkan sert bir madde oluşturur. Aynı şey tükürük bezlerinin boşaltıcı kanalları düzeyinde de gelişebilir (örneğin kulakaltı bezinin Stenon kanalın­ da oluşan taş). Bu oluşumlar dişetleri için ve her dişi yuvasına bağlayan bağlar için çok zararlıdır ve tükürük bezlerinin salgı­ sına mekanik bir engel oluşturur.) [-> KE­ FEKİ]



—Eozc. Eskiden yakıcı etkili birçok ilaca, sert olmaları nedeniyle verilen ad. (Bugün yalnız cehennemtaşı adı verilen °/o 10’luk gümüş nitrat taşları, sivilce ve siğile karşı kullanılmaktadır.) —Esk. Rom. Kutsallaş, PortoCapena’nın yanına bırakılan ve yağmur yağdırmak için gezdirilen taş. —Esk. sil. Taş dikmek, okçulukta kullanı­ lan, rekor kırma anlamında deyim. (Bu de­ yim Osmanlılar’ın rekor kıran okçular için taş dikmesi olayından kaynaklanmıştır.) || Taş sürmek, okçunun, menzil taşını aşan bir atış yapması sonucu, bu taşın yerini ileri almak anlamında kullanılan deyim. || Menzil taşı -> MENZİL. —Isıbil. ve Isıt havld. Bileşiminde kimi tuz­ lar bulunan bir suyun kaynatılması sonu­ cu kazanların ya da diğer aygıtların iç çe­ perlerinde oluşan katı çökelti. (Eşanl. KüFEKİ.) || Taş giderici, kazan suyuna katıldı­ ğında çeperlerdeki kazan taşını çözündü­ ren ya da çeperlerden ayırarak çamur ha­ line getiren madde. —inş. Taş döşemek, bir karayolunu inşa ya da takviye etmek için bir taş sırası yerleş­ tirmek. || Kaba yonu taş, köşeleri gönyesin­ de olmayan, yüzlerine kabaca dikdörtgen biçimi verilmiş yonu taş. || Moloz taş, harç ya da alçıyla duvar örmeye yarayan kü­ çük boyutlu, kaba taş. (Bk. ansikl. böl.) ||



taş ' 11282



* ...



Taban taşı, bir duvarın ya da bir ayağın temelinde kullanılan kaya parçası.-1| Yapay taş, bir kez sertleşip çeşitli yöntemlerle iş­ lendikten sonra bazı doğal taşların görü­ nümünü kazanan çimento (renkli de ola­ bilir), «u, agrega ve katkı maddeleri karı­ şımı1. (Bünfar çoğunlukla önüretimli öğe­ lerdir,)! Yonu taş, duvara giren yan yüzle­ ri murç ya da madırgayla düzeltilmiş, dik­ dörtgen ya da çokgen görünüşlü taş. —inş, ve Taşoc. Taş kırığı, kırma işlemi so­ nunda elde edilen makadam, balast gibi kaya parçalarının tümü. || Kesme taş, yü­ zeyleri düzgün bir biçimde yontulmuş, kö­ şeleri sivri taş. (Bk. ansikl. böl.) || Kuru taş­ lat; hiçbir harç olmadan birbiri üzerine ko­ nulan taşlar. —Mad. oc. Kömür ocaklarında, kömür dı­ şında her türlü kayaca verilen ad. —Mad. oc. ve Taşoc. Hidrolik taş kırma makinesi, iri ve sert kayaçları kırmada kullanılan makine. —Metalürj. Asitle taş sökme, metal parça­ ların kısa süre ve genellikle sıcak bir ban­ yoya daldırılarak derişik asitlerin etkisiyle yüzeylerinin temizlenmesi işlemi. (Bk. an­ sikl. böl.) —Mim. İlk taş, törenle yerleştirilen, genel­ likle köşe taşı olan temel taşı. (Bu taşa, içi­ ne bir belge ya da anı değeri olan bir ma­ dalyonun konulduğu bir oyuk açılır.) — Miner. Alçı taşı -* ALÇITAŞI. || Amazon­ lar taşı, AMAZONlT'in e şan lam lısı. || Ay ta­ şı — ADULER'in eşan lam lısı. || Değirmen



da, gerekli taşı buluncaya değin yerde ka­ palı duran taşlardan almak. —Okey vb. oyunlarda yerde kapalı duran taşlardan üsttekini almak. || Taş çıkmak, taş atmak. || Taş dağıtmak, domino, okey vb'de, oyu­ na başlamadan önce, yerde kapalı duran taşları sırasıyla oyunculara vermek. || Taş sıkmak, rakibe yarayacağı düşüncesiyle bir taşı atmamakta direnmek. || Taş sürmek, satrançta, taşlardan birini oynamak. — Okey vb. oyunlarda yerdeki taş bitince, oyuncuların önünde dizili duran taşlardan ortaya koymak. || Taş yapmak, domino, okey vb. oyunlarda, yeni oyun için taşları arkasını çevirerek dizmek. —Taş dağıtmak. —Patol. Çeşitli organlarda, organ boşluk­ larında, özellikle safra yollarında ve idrar yolu sisteminde oluşan değişik biçim ve görünüşteki katı madensel topak. (Bk. an­ sikl. böl. Patol. ve Vet.) || Akciğer taşı, bronşlarda (bronkolit ya da bronş taşı) ya da bronş çevresindeki lenf bezi düzeyin­ de oluşan, genellikle kireçli birikim. || Dua taşı, din adamlarında gözlenen bir çeşit diz higroması (kireçlenmiş kese iltihabı). || Düzensiz taş oluşumu, dokuların derin­ liklerinde, eklemlerde, kanallarda ve haz­ nelerde ortaya çıkan marazi katı oluşum. || Düzensiz kireçtaşı oluşumu, bir organ­ da ya da organizmada kalsiyumun birik­ mesiyle oluşan yabancı cisim. —Saatç. Millerin sürtünmesini azaltmak için kullanılan, çok sert ve perdahlı yapay korindondan yatak. || Taş yuvası, mekanik bir saatte taşı taşıyan parça. —Seram. Taş atkını, Kütahya seramikçili­ ğinde seramik hamuru içinde kalan kireçtaşlarının sırlı fırınlamadan sonra kireç ha­ line dönüşmesi ve bunun havanın nemin­ den etkilenerek bozunması sonucu, gen­ leşerek hamurdan ya da sırdan bir bö­ lümünü patlatarak düşürmesine verilen ad. —Süslem. sant. Taş hamuru -» YALANCI MERMER'.



vazo ve çiçek motifleriyle süslü



taş görünümlü ağaç çerçeve 1815-1820'ye doğr.



taşı -» DEĞİRMENTAŞI. || Filtre taşı, suyu sü zm e ye yarayan iri taneli kum ta şı. || Flo­ ransa taşı, m e rm e r tü rü . || Güneş taşı, o r­ to z ve o lig o k la z d a n olu ş a n , yıldıztaşı p a r­ la k lığ ın d a kayaç. || Kartal taşı, iç in d e b ir b a ş k a taş p arçası b u lu n a n ve s a lla n d ığ ın ­ d a ses ç ıld ıra n içi b o ş taş. || Labrador ta­ şı, LABRADOR'un e şan lam lısı. || Mıknatıs taşı, MANYETİT’in eşanlam lısı. || Sabun ta­ şı, SAPONİT’in eşan lam lısı. || Süt taşı, yağ g id e rm e d e k u lla n ıla n kil tü rü .



—Müc. Taş bileyicisi, taşları aşındırmaya yarayan, bir mil üzerine tespit edilmiş yu­ varlak maden levha. || Değerli taş, elmas, zümrüt, yakut ve safir. (Bk. ansikl. böl. Müc. ve Miner.) || Dört köşe taş, kenarla­ rından tırnaklarla tutturularak halkaya bağlanmış, dikdörtgen ya da kare biçimin­ de yüzük taşı. || Has taş, değerli taşların dışında, özellikle mücevhercilikte kullanı­ lan her türlü taş. (Bk. ansikl. böl. Müc. ve Miner.) || Taş oturtma, bir mücevherin ma­ deni bölümünde, taşın oturacağı yerin ha­ zırlanması işlemi. || Yapay taş, taklit edilen taşla aynı kimyasal bileşime ve fizik özel­ liklerine sahip olan sentetik taş. —Oy. Bir diyagram üzerinde hareket etti­ rilerek oynanılan nesneleri belirten genel ad. || Satrançta alet (vezir, kale, fil, at) ve piyanolara verilen ad. || Taş almak, sat­ rançta, rakibin taşını oyun dışı etmek. — Okey vb. oyunlarda sırası geldiğinde ye­ re atılan taşı almak. || Taş atmak, sırası gel­ diğinde elindeki taşlardan yaramayan bi­ ndi yere koymak. || Taş bozmak, okey vb. oyunlarda kendisine yarayan taşlar çıktı­ ğından ya da rakibin oyununu bozmak için elinin düzenini değiştirmek; eline ya­ rayan taşı atmak. || Taş çekmek, domino­



—Sütç. Süt taşı, sütun işlenmesi sırasın­ da, ısı değiştiricilerin (eşanjör) yüzeyinde oluşan mineral birikim. —Taşoc. Ankara taşı, Ankara yakınlarında, özellikle Mamak dolayında çıkarılan an­ dezit türü taş. (Mamak taşı da denir. Kır­ mızı ve yoğundur. Açık renkli olan türü, bölgesel olarak Ebniye taşı diye anılır.) || Bakırköy taşı, eskiden, İstanbul’un Davutpaşa, Bakırköy, Sefaköy arasındaki böl­ gesinden çıkarılan, bol gözenekli ve fosilli, işlenmesi kolay taş. Boşluklu yapısından dolayı küfeki diye de anılır. İstanbul'daki birçok osmanlı yapısında kullanılmıştır. || Bilecik taşlan, Bilecik kentinin K.'inden çı­ karılan, yalancı breş görünümünde, kırmı­ zı sarı damarlı yoğun kalkerlerin tümüne verilen genel ad. (Ticari olarak Bilecik gü­ lü, Şafak pembesi, Devetüyü, Gök pem­ besi gibi adlarla anılır.) || Diyarbakır taşı, Miyosen döneminde püsküren Karacalıdağ'ın bazik yüzey taşı. (Lavın soğuduğu yere göre, üstte fazla boşluklu olan türü­ ne dişitaş, bazalt katmanının altında so­ ğuyan ve yoğun olan türüne erkektaş de­ nilmektedir. Kentin surları, camileri, yolla­ rın parke ve bordürleri bu taşla yapılmış­ tır.) || Gebze taşı, Gebze’nin 5-6 km D.'sunda çıkarılan fosilli ya da marnlı kireçtaşı. (Kırmızı, krem ve gri-kahve olan türleri bu­ lunur ve bol miktarda fosil içerir. Daha çok yapıların iç kaplamalarında kullanılmakta­ dır.) || Selözü taşı, Bilecik'in 6 km G.-B.'sında bulunan Selözü köyü yakınlarından çı­ karılan, beyat-yeşil renkli, sert ve cilalanabilir alacalı taş. —Teknol. Kaplama taşı, kimi sanayi aygıt­ larında, aşınmaya karşı kaplama olarak kullanılan, silisli kayaçtan koşutyüzlü öğe. —Tip. Taş önleyici, başta idrar yollarındakiler olmak üzere organizmada taş oluşu­ munu önleyen maddelere denir. —Zootekn. Yalama taşı, hayvanların ula­ şabilecekleri yerlere konan ve onların bes­ lenmeleri için gerekli bazı elementleri sağ­ lamaya yarayan sert kütle. (Böylece hay­ vanların bu taışı yalaması sayesinde mine­ raller, vitaminler, oligoelementler ve ayrı­ ca enerji verici [melas] ya da azotlu mad­ deler [üre] onlara yedirilmiş olur.) ♦



sıf. 1. Taştan yapılmış; taştan oluşmuş:



Taş duvar. —2. Taş bebek -» TAŞBEBEK. || Taş tahta, kayağan taştan yapılmış he­ sap tahtası. || Taş yürekli -» TAŞYÜREKLİ. —Arkeol. Taş nine, Orta Asya’da Göktürkler'den kalma heykeller. (Balbal da deni­ len bu heykeller, özellikle Orhon nehri kı­ yılarında, Tavas ve İli vadilerinde, Kuray ve Isık-Kul kurganları çevresinde, Sibirya ve Moğolistan’da yaygındır. Bunların çoğu­ nun bir elinde kılıç, ötekisinde maşrapa biçiminde bir kap bulunur. Tuva’da bu heykellerin bulunduğu kesim duvarla çev­ relenmiştir. Bu heykellerin çoğu Göktürkler’den (VII.-VIII. yy.'lar], bir bölümü de Uygurlar'dan [IX. yy.] kalmadır.) — Eğit. Taş mektep, O sm an lIlar d ö n e m in ­ d e binası kâ g ir ip tidailere verilen ad. (Dev­ let eliyle yapılan ve M aarif rıezareti'ne bağlı o la n ç a ğ d a ş ilkokullar h a lk tara fından bu a d la anıld ı. İm p a ra to rlu ğ u n ç e ş itli il m e r­ k e z le rin d e v e İs ta n b u l'u n b irç o k s e m tin ­ d e taş m e k te p le r vardı. B u n la rın bazıla rı­ na, u y g u la n a n yeni e ğ itim -ö ğ re tim p r o g ­ ram ı n e d e n iy le numune mektebi d e n ir­ di.)



—İnş. Moloz taş duvar, farklı boyutlarda­ ki taşların harç yatağına atılmasıyla olu­ şan duvar. || Mozaik örgülü taş duvar, taş derzlerinin eğik olduğu kâgir duvar. —Kozmet. Taş pudra -* t a ş p u d r a . — ANSİKL. ikt. Taş ve toprağa dayalı sa­ nayi, ekonomik etkinlik kolları sınıflandır­ masında, imalat sanayisinin ana kesimi içinde yer alan ve seramik* ve porselen*; cam* ve cam ürünleri; çimento*; pişmiş kil ve çimentodan gereçler sanayilerin­ den oluşan sanayi dalı. Taş ve toprağa dayalı sanayinin bir alt kolu olan pişmiş kil ve çimentodan gereçler sanayisinin ana ürünlerini demir-çelik sanayisi baş­ ta olmak üzere çimento, cam, seramik ve metalürji sanayilerinin önemli bir girdisi olan refrakter malzemeleri, ateş tuğlala­ rı; inşaat işlerinde kullanılan her çeşit fab­ rika ve harman tuğlası, kiremit; asbestli boru, asbestli çimento levha, beton di­ rek, travers, boru ve oluklar vb. madde­ ler oluşturur. Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda, İmparatorluk döneminden kal­ ma taş ve toprağa dayalı bir sanayi bu­ lunmakla birlikte, bu dalda üretilen mad­ delerin çeşitleri çok az, üretim miktarları sınırlı ve ülke gereksinimini karşılamak­ tan çok uzaktı. Ancak, hemen hemen her ilde yerel gereksinimleri karşılayan tuğla harmanları vardı. 1927 Sanayi saytmı'na göre, Türkiye’de yalnızca 10 ta­ nesinde makineli imalat yapılan 1 251 tuğla ocağı bulunuyor ve bunların her bi­ rinde ortalama 4-5 kişi çalışıyordu. Bu dönemde, kiremit yurtdışından, özellik­ le, Marsilya’dan getiriliyor, ayrıca, İstan­ bul limanına yılda 2 milyon (tane) tuğla geliyordu. Ateş tuğlası ve harç üretecek tesisler ise hiç kurulmamıştı. Bu sanayi kolundaki gelişme, Cumhuriyet döne­ minde başlayan ekonomik kalkınmaya koşut olarak başladı ve giderek hızlan­ dı. Ateş tuğlası üretiminde 1947’de Filyos, 1967'de Haznedar ve Süperateş, 1968’de Akalev ve Konya krom-magnezit ateş tuğlası fabrikaları; beton boru vb. mamuller üretiminde 1954'te Manisa'da Pekcan betoya, 1958'de İzmir'de Betontaş ve 1962'da Ankara'da Simel ve 1962'de Fe:Ga; asbestli çimento boruları üreuınınue İstanbul'da Elyaflı çimento sa­ nayii, 1963'te Ankara Çimento sanayii; asbestli beton oluklu ve oluksuz levha üretiminde 1954’te Adana’da Atermit, 1956’da İstanbul'da Aralit ve 1960'ta Elyaflı çimento sanayii vb. kuruluşlarla başlayan ve hızlı bir gelişme gösteren pişmiş kil ve çimentodan gereçler sana­ yisinde, 1988 İmalat sanayisi anketine göre, 31 i devlet kuruluşu olmak üzere 430 büyük işyerinde (25 ve daha fazla kişi çalışan işyerleri) ücretle çalışanlar ortalaması 51 063 kişiydi. 1992'de Tür­ kiye refrakter malzemeleri üretimi 210 200 t, alumina silikatlı tuğla ve harç 152 500 t, manyezitli tuğla ve harç 106 000 t, inşaat tuğlası 48 milyar (tane), kiremit



taş 670 milyon (tane), asbestli çimento boru 211 500 t, asbestli çimento levha 145 500 t, beton direk 283 500 t, beton oluk 2 370 000 m, yapı elemanları 670 000 t olarak gerçekleşmiştir Aynı yıl bu sana­ yi kolunda toplam 80,1 milyar TL değe­ rinde dışsatım, 138,2 milyar TL değerin­ de de dışalım yapılmış (1988 fiyatlarıy­ la), dışsatımın dışalımı karşılama oranı ise % 20,7 olarak saptanmıştır. Bu sana­ yi sektöründe, özellikle refrakter malze­ melerini girdi olarak kullanan kesimler­ deki gelişmelere koşut olarak artan ta­ lep, dışalımın da artmasına yol açmakta­ dır. Ancak, 1989 yılında devreye giren, magnezit esaslı tuğla ve harç üretecek 40 000 ton/yıl kapasiteli Kütahya Manye­ zit işletmeleri aş'ye ait ek tesis ile, Filyos ateş tuğla sanayii aş'nin 12 000 ton/yıl kapasiteli alumina silikatlı tuğla ve harç üretecek ek tesisin yaratmış olduğu artı kapasite, refrakter malzeme konusunda­ ki talebi önemli ölçüde karşılamıştır. —Inş ve Taşoc. Kesme taş. Yapıda yer­ leştirileceği yere göre belirli bir biçim ve­ rilmiş doğal kaya blokudur. inşaat için is­ tenen özelliklere sahip, yani dayanıklı, bo­ zulmaz, dondan etkilenmez, güzel görü­ nüşlü, yontulabilir bütün kayalara kesme işlemi uygulanır. "Kesme taş” adı, genel­ likle kireçtaşları için kullanılır. Çoğunlukla çok sert olan silisli kayaçlar, yataklarının hemen yakınında gerçekleştirilecek inşa­ atlar için işlenir. Kesilecek bloklar çok sayıda taş oca­ ğından çıkarılır. Bu ocakların bazıları ara­ nan niteliklere sahip banklardan oluşur. Taşlar niteliklerine göre farklı özellikler gös­ terir ve bu özelliklere bağlı olarak kullanı­ lır. Taş kimi zaman yapının yakınında işle­ nir. Özellikle gevrek taş, kabaca yontulmuş bloklar halinde şantiyeye getirilir ve gerek­ sinime göre testereyle kesilir Artık, gerek­ siz taşımaları önlemek için taş daha ocak­ ta uygun ölçülerde kesilmektedir: bütün işlemleri tamamlanmış ve numaralanmış taşlar teslim edilmekte, geriye bir tek ye-



11283



DEĞERLİ TAŞLAR Nelly Bariand



Nelly Bariand Nelly Bariand



safir (Sri Lanka)



zümrüt (Brezilya)



Nelly Bariand



yakut(Kenya) rine yerleştirmek kalmaktadır. Ayrıca, stan­ dart parçalar makinede kesilerek yapıdaki yerlerine göre düzeltilir. Son olarak, eko­ nomik nedenlerle, kimi zaman taş yalnız cephe kaplaması olarak kullanılır. Bu du­ rumda dilimler halinde kesilmiş sert taş­ lar yeğlenir. • Moloz taş'ın yüzleri, ön yüz, yatak yüzü, yan yüzler ve kuyruk diye adlandırılır. Bir yapıda aldıkları yere göre moloz taşlar, bağ taşı, sıra taşı ve iki yüzlü bağ taşı adını alırlar. Harç yatağı üzerine yerleştirildikten sonra moloz taşlar elle bastırılır ve harcın taşların arasına iyice girmesini sağlamak için, taşların üzerine ahşap bir tokmakla vurulur. —Metalürj. Çeşitli mineral tuzların yanı sı­ ra oksitlerin de giderilmesini sağlayan asitle taş sökme, genellikle soğukta, seyrettik asit banyosunda daha uzun sürede uygulanan olağan asitli yüzey temizleme işleminden farklıdır Asitle taş sökme bakır alaşımlan ile değerli metalleri, ısılişlemler sırasında olu­ şan oksitlerden arındırmaya yarar



turmalin (Brezilya)



opal (Avustralya)



—Miner. Değerli taşlar ve hastaşlar deği­ şik türlerden gelir. Başlıcaları: elmas türü (karbon), korindon türü (alúmina), spineller (magnezyum alüminat), beriller (alü­ minyum ve berilyum silikat), topazlar (alü­ minyum flüosilikat), turmalinler (alümin­ yum borosilikat), grenalar (içlerindeki M yerine Ca, Fe, Mg ya da Mn'nin buluna­ bildiği Al20 3, 3 SİO2, 3MO türünde silikat­ lar), kuvars türü (silis) bulunmaktadır Bun­ ların dışındaki hastaşlar az ya da çok saf (akik, oniks, kalseduan), bazen hidratlı (opal), feldispatlı (obsidiyen, aytaşı vb.), si­ likatlar (zirkon, peridot) çakmaktaşı çeşit­ leridir. —Müc. • Değerli taşlar Elmas, en çok kul­ lanılan değerli taştır; safir ve zümrüt ya­ kuttan daha az bulunur: bu üç taşın ren­ gi, kalitelerinin en önemli ölçütüdür. • Has taşlar. Mücevhercilikte kullanılan en önemli has taşlar beriller, turmalinler, to­ pazlar, kuvarslar opal, türkuvaz, grenalar ve lacivert taşıdır. Has taşların değeri sertliklerine ve op­ tik özelliklerine göre değişir; renkleri, özel maden oksitlerinin varlığından ileri gelir; bu renk, taşa uzaktan ya da yakından bakmaya göre değişir Bundan başka, taşlar, parıltılarına, ışık üzerinde yaptıkla­ rı kırılma ya da dağılma etkisine göre de türlere ayrılırlar. Değerli taşların çoğu mü­ cevhercilikte kullanılır; donuk has taşlar



elmas (Güney Afrika) BAŞLICA HAS TAŞLAR Nelly Bariand



Nelly Bariand



Nelly Bariand Nelly Bariand



türkuvaz (İran)



topaz (Meksika) Nelly Bariand



yeşil turmalin (ABD) lacivert taşı (Afganistan) Nelly Bariand



fosilli ametist



r ametist (mor kuvars) ¡Meksika]



ametist (Türkiye)



11284



Erol Taş U. Doğan ve H. Koçyiğit’le



TAŞ8ASKJ SANATI



Notredame de Psris'nin Saint-Bemard rıhtımından Thomas Boys'un yapıt Carnavalet müzesi, Paris



süsleme, gravür, vazoların yapımı vb. için uygundur. Değerli taşlar elmas İçin kulla­ nılan yöntemlere benzer yöntemlerle tıraş­ lanır; yalnız, bu taşlar yaprak yaprak ayrıl­ mazlar; ancak, sert tozlarla (elmas tozu, zımpara, ponza) madeni diskler üzerinde perdahlanırlar Gravür de, özel bir tornay­ la, aşındırma yöntemiyle yapılır. • Yapay taşlar. XVIII. yy.’da, viyanalı Josef Strasser ilk taklit taşı ya da strass'ı (metal oksitleri yardımıyla renklendirilmiş cam tü­ rü) yaptı; bunu XIX. yy.’da yapay taşlar iz­ ledi: 1892’de Henri Moissan tarafından ya­ pıldığı sanılan ilk deney, daha sonra 1904’te Auguste Verneuil tarafından yine­ lendi. 1964’tp Pierre Gilson yapay bir züm­ rüt imal etti ve bir amerikan yöntemiyle el­ mas taklidi yapay bir taş (Diamelit, tescilli marka) imal edildi. —Patol. Taş organizmadaki sıvılarda bulu­ nan tuzlardan oluşur. Büyüklüğü kum ta­ nesinden ceviz tanesine, hatta yumurta iri­ liğine ulaşır. Yüzeyi pürüzsüz ya da pütür­ lü olabilir. Renkleri kimyasal bileşimlerine göre değişir. Bunlar arasında ürat, fosfat, oksalat, kolat ve kolalat vb., ayrıca kalsiyum ya da lipitler (kolesterol) bulunur. Taş genel nedenlerle (damla diyatezi, beslenme hastalıkları, şişmanlık) oluşabile­ ceği gibi yerel nedenlerle de oluşabilir (bo­ şaltım kanallarının doğal ya da doğuştan darlığı, sıvıların normal akışının bir engel­ den dolayı durgunlaşması). Taşlara pek çok organda rastlanır. • Safra taşları. Safra kesesi iltihabı, safra akımında duraklama ve kanda kolesterol düzeyinin yükselmesi yüzünden oluşumu kolaylaşır Şişman kimselerde daha çok ol­ mak üzere kadınlarda erkeklere oranla dört kez daha sık görülür Sıklıkları yaşla artar Safra taşları dört tipte olabilir: 1. genel­ likle tek ya da en çok üç ya da dört tane olabilen, kırılgan ve hafif kolesterol taşı; 2. çok sık olarak bir safra kesesinde çok sa­ yıda bulunan ve kolesterol ile safra pig­ mentlerinden oluşan karma taşlar; 3. özel­ likle alyuvarların parçalandığı durumlarda gelişen, çok sayıda zeytuni siyah renkli (bilirübinden oluşan) pigment taşları; 4. tüm



safra kesesini dolduran, son derece nadir, kalsiyum karbonat taşlan, Taşın safra kesesi boşluğunda safra ka­ nalı ile koledok kanalına doğru ilerlemesi karaciğer koliği krizine neden olur. Bir saf­ ra kesesi taşı uzun süre belirti vermeksizin kalabilir, buna karşılık zaman zaman enfek­ siyonlara (safra kesesi iltihaplan) ya da safra yolu tıkanmalarına ve bu yüzden sanlığa da neden olabilir Ekotomografi taşlann teş­ hisini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır • Tükürük bezi taşlan. Kulakaltı tükürük be­ zi taşları Stenon kanalı düzeyinde biri­ kir. Genellikle bu bezde akut iltihaplanma şeklinde belirti verir Ağız içinden çekilen radyografi taşın varlığını ortaya çıkânr. Çerıealtı tükürük bezi taşı, çok daha sık olur. Çene altında şişmeyle birlikte ağrı nö­ betleri yapar Taşın ya da taşlann çıkartması ağız içinden uygulanan bir girişimle ger­ çekleşir Çenealtı tükürük bezinin çıkartma­ sına ancak ağır enfeksiyonlarda başvurul­ ması gerekir. • Böbrek ve idrar yolları taşları. Eskilerin kum diye adlandırdıkları taşlardır. Ya başlı başına ya da idrar akımında duraklamaya neden olan mekanik engelden ileri gelir Buna idrarda fazla miktarda kalsiyum ya da oksalat bulunması hali eklenebilir. Bu tak­ dirde oluşan taşlar oksalat ya da kalsiyum fosfat yapısındadır; olaya bir de idrar yol­ ları enfeksiyonu eklenirse taşlar, magnezyum-amonyum fosfat yapısı kazanır Taşlar böbreklerde oluşur ve idrar yolları (üreterler) boyunca hareket ederek, böbrek koliklerine neden olabilirler



vana bitişik türbe ulaşmıştır. Medresenin en önemli özelliği, mermer taçkapı, mescidin tuğladan son cemaat yeri, tuğla minare ve türbenin renkli taş örgülü eyvanından mey­ dana gelen cephe düzenlemesidir. Üç eyvanlı medresede, revaklı avlunun çevresi­ ne odalar yerleştirilmiştir Kalın, silindirik gövdeli, iki şerefeli, yüksek minare, Konya^ daki inceminareli medrese’nin öncüsüdür. Mescit, minare ve türbe çini mozaiklerle süslüdür. Ttaş m e d re s e -* ÇAY. Taş p a rç a s ı, Reşat Nuri Güntekin’in 2 perdelik oyunu (1926). Evlilikte yaş farkının önemi konusunun işlendiği oyunda, ken­ disinden çok yaşlı biriyle evlendirilen bir ka­ dının, evini terk edip sevdiği erkeğe kaç­ ması sonucu meydana gelen gelişmeler ve toplumsal sorunlar ele alınır. Sevgi üzerine kurulmuş dengeli bir evlilik teması, aynı ya­ zarın Eski rüya (1922) adlı oyununda da ele alınmıştır Taş parçası Raşit Rıza topluluğu'nda (1924), Darülbedayi’de (1925), Dev­ let tiyatrosu’nda (1972) vb. oynandı. T A Ş A Ö IL , Antalya’nın Manavgat ilçe-, sine bağlı bucak; 16 574 nüf. (1990); 13 köy. Merkezi Taşağıl, 3 426 nüf. (1990). T A Ş A Ğ IL , Kırklareli'nin Babaeski İlçe­ sine bağlı Karacaoğlan bucağının mer­ kezi; 902 nüf. (1990)._ Lauroskjiraudon



-TAŞ ->-DAŞ. Taş, Semih Balcıoğlu tarafından yayımla­ nan (1958) haftalık mizah dergisi. Ferruh Doğan'ın sorumlu yazı işleri müdürü oldu­ ğu derginin yazar ve çizerler kadrosunda Aziz Nesin, Rıfaz İlgaz, Bedri Koraman, Fe­ rit Öngören vb. bulunuyordu. On üçüncü sayıdan sonra ilhan Selçuk’un Karikatür dergisiyle birleşerek Taş-Karikatür adıyla yayımını sürdürdü. ■ *A Ş (Erol), türk sinema oyuncusu (Er­ zurum 1926). ilkokuldan sonra hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalıştı. Acı günler adlı filmle sinemaya geçti (1953). Kötü adam tiplemesinin değişmez ka­ rakter oyuncusu oldu. 1965, 1968 ve 1975 yıllarında en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Altın portakal ödülü'nü kazandı. Metin Erksan'ın Susuz yaz fil­ mindeki oyunuyla Turizm bakanlığı özel ödülünü kazandı, Meksika Acapulco festivali'nde özel ödül aldı. Başlıca filmleri şunlardır: Gecelerin ötesi (1960), Yılan­ ların öcü (1962), Susuz yaz (1963), Hu­ dutların kanunu (1966), ince Cumalı (1975), Diyet (1975), Altın şehir ( 1978), Gırgır hafiye (1986). Erol Taş, Hanımın çiftliği ve Kanun savaşçıları adlı televiz­ yon dizilerinde de rol almıştır. Taş ç iç e ğ i (Kamenni tsvetok), Pavel Bajov'un Coffret de malachite (fr. çev.) adlı öyküsünden uyarlanan 3 perdelik ve 1 öndeyişllk bale; özetini Mira Prokofyeva; mü­ ziğini Sergey Prokofyev; koregrafisini Leonid Lavrovskiy; dekor ve kostümleri Tatyana Starzhenetskaya hazırladı. Galina Ulanova, Maya Plisetskaya, Vladimir Preobrajenskiy, Aleksey Ermolayev’in rol aldığı bir gösteriyle Moskova’daki Bolşoy tiyatrosu’nda sahneye kondu (1954). TAŞ H A N İS İ a. Zool. Hanigiller familya­ sından orfoz adıyla da bilinen 4 balık türü­ nün ortak adı. (-> o rfo z.) I k ş k o nu k (Kamennıy Gost), A Dargomıjskiy'in 3 perdelik operası (Petersburg, 1872). Don Juan efsanesine dayanan lib­ rettosunu Puşkin yazdı. Yanm kalân partis­ yonu C. Cui ve N. Rimskiy-Korsakov tara­ fından bitirildi. Yapıtta müzik “ sözü doğru­ dan doğruya sesle dile getirmeye" çaba­ lar ve Boris Godunov'u haber verir. Taç m ed rese , Akşehir'de Selçuklu emiri Sahip Ata Fahrettin Ali’nin yaptırdığı med­ rese (1250); aslında bir külliye iken günü­ müze yalnızca aynı cephe üzerinde yer alan kubbeli mescit, medrese ve yan ey­



Béatrice (1897) Odilon Redon’un yapıtı özel kol. TAŞAK a. Kaba. Erkeklik bezi; haya, erbezi, husye. TAŞAKLI sıf. Kaba. 1. Taşağı olan. —2. Sözünü geçirir, tuttuğunu koparır, yiğit, acar TA Ş A N O âU L L A R I, türkmen aile Mer­ zifon ve Havza yöresine egemen oldular ' (XIV. yy.'ın ikinci yansı). Aileyi kuran Taşanoğlu adlı emir, Bafra emiri ve Niksar beyi ile birleşerek Kadı Burhanettin Ahmet'e kar­ şı savaştı, şehiade Mehmet Çelebi Amas­ ya’ya sancak beyi olunca Bayezit Te bağ­ landı ve onun emirleri arasında yer aldı (1393). Bayezit I, Canik ve yöresini osmanlı topraklarına kattıktan sonra, Taşanoğlu ailesi bütün fertleriyle Osmanlılar'ın hiz­ metine girdi ve etkinliğini Osmanlı Imparatorluğu'nun son dönemlerine kadar sürdürdü. T A Ş A U Z -* T a ş u z . T A Ş A V U Z --> T a ş u z . TAŞRADEMİ a. Sarı ve sert kabuklu ba­ dem çeşidi, (kabuğu çok zor kınldığı için bu adla anılır içi dolgun, tatlı ve dayanıklı­ dır Sonbaharda olgunlaşır) TA ŞB A Llâl a. Zool. Kayaçlann çevresin­ de yaşayan deniz balıklarına verilen ad. İA Ş B A S K I a. Güz. sant. ve Graf. sant. 1. Kireçtaşının üzerine yağlı bir maddeyle



Q



çizilmiş biçimleri baskı yoluyla çoğaltma sa­ natı. (Eşanl. LİTOGRAFİ, TAŞBASMASI, TAŞBASMA.) —2. Bu yöntemle basılmış yazı, resim. —Taşbask. Taşbaskı kalemi, taşbaskı taşı üzerine resim çizmeye yarayan, is karası, san balmumu, sabun ve içyağı karışımı bir tür yağlı kalem. || Taşbaskı mürekkebi, taşbaskı kaleminin, taş üzerine çelik bir divit­ le yazı yazmaya ya da resim yapmaya ya­ rayan daha akışkan bir türü. || Taşbaskı ta­ şı, taşbaskı tekniğinde kullanılan, ince ta­ neli, tıkız, cilalamaya elverişli kireçtaşı. || Taşbaskı yapmak, taşbaskı tekniğiyle kopya çı­ karmak. —ANSİKL. Taşbaskı, basılacak biçimleri bir taşın (çok ince taneli kireçtaşı) üzerine çiz­ me, sonra da, su ile yağlı maddeler ara­ sındaki uyuşmazlıktan yararlanarak bunlan basma sanatıdır: mürekkepli olan yerlerde­ ki mürekkep ile boş kalacak yerlerdeki su, taşın gözeneklerine hafifçe girer ve orada kalır Mürekkep ve suyun çabuk kuruma­ sını önlemek amacıyla taşa bir asit ve arapzamkıyla hazırlanan karışım sürülür. Taşbaskı teknikleri çok çeşitli olmakla birlikte başlıcalan şunlardır: 1. doğrudan çizim yöntemlerinde basıla­ cak biçimler mürekkepli kalem, taşbaskı* kalemi, fırça, estomp gratuvar yardımıyla taş üzerine çizilir. Bu desenler hafif kabartılı (taş üzerine gravür) ya da çukur (kazıma kalemiyle asitle makineyle gravür) olabilir; 2. dolaylı çizim ya da aktarma yöntemle­ rinde desen, bu amaçla hazırlanmış baş­ ka bir yüzey üzerine çizildikten sonra taş üzerine geçirilir: otografi, tipografi ya da gravür yoluyla aktarma. Aktarma aynı za­ manda resimleri çoğaltma yöntemidir. Bu­ nun için aktarma preslerinden yararlanılır. 3. fotomekanik yöntemlerde (fotolitografi), desen ışığa duyarlı kılınmış taş üzerine fo­ toğraf yoluyla aktarılır. Metalografide ise taşın yerine çinko ya da alüminyum, metal bir-levha kullanılır • Tarihçe. İlk kez 1796’da Münih’te Senefelder, bazı baskılar için, oyulmuş bakır lev­ ha yerine kireçli bir taş kullanmayı denedi. Önceleri kabartmalı taşbaskı olan bu yön­ tem 1799’da gerçek taşbaskı haline geldi: düz bir yüzey kullanılarak önce tekrenkli, XIX. yy.’da ve özellikle bu yüzyılın ikinci ya­ nsında da çokrenkli baskılar (her rengin basımı için ayrı bir taş kullanılıyordu, en­ düstriyel kromolitografi) yapıldı. Buna koşut olarak, önce kollu olan taşbaskı presleri, Marirıoni ve Voirin'in buluşlarıyla gelişti; 1879'da Voirin, Rubel ofset rotatifiyle diğer modern ofset makinelerinin temelini oluş­ turan Rotocalco adlı presi geliştirdi. Bu aşa­ mada ve ofsetin karşısında taşbaskı, ancak bir sanatçı kendi yarattığı kompozisyonlar­ dan sınırlı sayıda (numaralama) ve klasik yöntemlerle taşbaskı estamplar gerçekleş­ tirdiği zaman sanatsal açıdan özgün ola­ rak kabul edilebilir Önceleri bir çoğaltma yöntemi olarak dü­ şünülen taşbaskı, gerçekten de XIX. yy. başlanndan itibaren sanatçılara çekici ge­ len bir anlatım olanağı tanıdı ve buluş kısa sürede Avrupa başkentlerinde tutuldu. Géricault, Delacroix, Charlet, isabey, Carle Vernet, Nanteuil, Bonington, Boys gibi sa­ natçılar bu yöntemden yararlandılar; Go­ ya da taşbaskı Bordeaux boğaları'nı ger­ çekleştirdi. Gene aynı sanatçılar, birçok ki­ tabı resimleyerek edebiyatla sanatı taşbaskı aracılığıyla birleştirdiler. Taşbaskı, resimli basının, özellikle de Gavarni, Devéria, Traviès ve hepsinden büyüğü Daumier gibi sanatçılarla yergi basınının (la Caricature, le Charivari) gelişmesini sağladı. Bir durgunluk döneminden sonra sanat­ sal taşbaskı, Manet (le Polichinelle, renkli taşbaskı, 1874), Degae O. Redon, Fantin -Latour, Whistler ile yeniden canlılık kazan­ dı. İngiltere’de geliştirilen kromolitografi, Fransa'da Chéret ve Toulousé-Lautrec’in (Moulin-Rouge afişleri) kullandıklan biçimiy­ le afiş sanatında, anlatım gücünün doruk noktasına ulaştı. Yüzyılın sonlarına doğru, nabilerin, özellikle de Bonnard, Vuillard, Denis'nin yapıtlan sayesinde taşbaskı büyük



bir atılım yaptı. Vollard ve Kahnweiler gibi yayımcılar, XX. yy.'ın ilk yarısında taşbaskının yayılmasında önemli bir rol oynadılar. 50’li yıllara doğru Paris, Mourlot gibi etkin yayımcı ve matbaacıların tüm dünyadan gelen sanatçılarla (Picasso, Braque, Mirô, Chagall, Léger, Hartung, Singier, Max Ernst vb) yaptıklan işbirliği sonucu taşbaskı sanatının merkezi haline geldi. Taşbaskı, Uırçat, Tamayo, Léonor Fini, Manessier, Beaudin gibi isimlerle, sanatsal kitap ala­ nında canlılığını ve yüksek düzeyini koru­ maktadır. TAŞBASKICI a. Taşbaskı yöntemlerini kullanan işçi ya da sanatçı. TAŞBASMA ya da TAŞBASMASI a. TAŞBASKl'nın eşanlam lısı.



TAŞBEBEK a. 1. Genellikle alçı kullanı­ larak yapılmış oyuncak bebek. —2. Taş bebek gibi, çok güzel; kimi zaman da gü­ zel ancak soğuk ve donuk kadın, çocuk için söylenir. TAŞBİLİM - PETROLOJİ. TA Ş B İTK İ a. Çakıl taşını andıran, soluk renkli bir yada iki çift kalın yaprak halinde çok küçük bitki. (Sapsız ve çokrenkli çiçek­ leri bu yaprakların arasından birazcık çıkar Belli başlı taşbitkiler, makasotugiller famil­ yasından lithops, conophyton, gibbacum vb. cinsleridir.) 1AŞBÖCEĞI a. Zool. Cypraea cinsinden yumuşakçaların ortak adı. (Porselen sal­ yangoz adıyla da bilinen bu yumuşakçaların kavkısının üstü parlak bir tabakayla kaplıdır. Cypraeidae familyası.)



T A Ş Ç IL sıf. Bot. Humusla kaplı ya da humussuz kayalar ve taşlar üzerinde yaşayan bitki. —Zool. Az ya da çok yere gömülü taşla­ rın üstünde ya da altında yaşayan hay­ van için kullanılır.



taşbasklda basılan Örneğin kaldırılması



T A Ş B U R U N , esk. Cennetabat, İğdır' ın Karakoyunlu ilçesi merkez bucağına bağlı köy, ilçe merkezi Karakoyunlu'nun doğusunda; 2 572 nüf. (1990). İA Ş Ç EK İR D E K Ü LE R a. Gülgiller famil­ yasından sert çekirdekli meyve ağaçları (badem, erik, kiraz vb.) oymağı. 1AŞÇELENK a. Jeomorfol. Eğimin alt bölümüne doğru dönmüş bir dışbükeylik gösteren, küçük düzlüğünde çimen tutam­ ları bulunan, küçük merdiven basamaklan biçiminde çakıl yığını. (Yer yer çimen kök­ leri görülen dağlarda sıkça rastlanan taşçelenkler, donmayla harmanlanma olayının etkisi sonucu oluşur) 1AŞÇEVİREN a. Zool. Eski Dünya ve G ü n ^ Amerika’da yaşayan yağmurcun. (Göçmendir; Anadolu’da, Karadeniz'de kış­ lar. Taşları devirerek bulduğu böceklerle beslendiğinden bu adla anılır Bil. a. Are­ nana interpres; yağmurkuşugiller familyası.) 1AŞÇI a. 1. Taş yontan ve/ya da satan kimse —2. Taş ocağından taş çıkaran kim­ se —3. Değerli ve zarif taşlar satan tüc­ car —Deric. El ya da makineyle derileri taşla­ yan işçi. —inş. Taş ya da tuğla bir duvarın örgü dü­ zenini belirleyen ve duvarı ören işçi. || Taş­ çı işareti ya da taşçı markası, eskiden taşçılann işledikleri blok taşlar üzerine kazıdık­ ları özel işaret ya da simge. (Her taşçı us­ tasının özgün bir işareti bulunuyordu, kimi zaman bu işaret tüm ailece kullanılıyordu. Ortaçağda Avrupa’da, Bizans’ta ve ilk dö­ nem Anadolu türk mimarlığında taşçı işa­ retlerine sıkça rastlanır ancak osmanlı mi­ marlığında çok az görülür.) —Teknol. Taşçı kalemi ya da keskisi, bir malzeme fazlalığını almaya yarayan, kesi­ ci ağzı yassı, pahsız taşçı takımı. T A Ş Ç I, Kayseri’nin Develi ilçesine bağ­ lı bucak; 13 058 nüf. (1990); 20 köy. Merkezi Taşçı, 430 nüf. (1990). T A Ş Ç I (Ahmet), türk güreşçi (Karamür­ sel 1959). Güreşe 1985'te başladı. Ertesi yıl Kırkpınar'da büyük orta kategorisinde ve 1987’de başaltında şampiyon oldu. Başa güreştiği 1988'de beşinci, 1989’da üçüncü oldu. 1990, 1991, 1992 ve 1993 yıllarında Kırkpınar başpehlivanlığını ka­ zanarak altın kemeri elde etti.



Lauros-Giraudon



T A Ş Ç IL IK a Taş işçiliği; taşı kesme, biçimlendirme sanatı. T A Ş Ç IZ A D E F E R İK B E K İR P A ­ Ş A , türk asker ve kent imar plancısı (İs­ tanbul 1794 - Medine 1855). Harp okulu'nu istihkâm subayı olarak bitirdikten sonra ordunun çeşitli kademelerinde gö­ rev yaptı. Londra'ya gönderilerek mesle­ ği ile ilgili çalışmalarda bulundu. Türki­ ye'ye dönüşünde Mühendishane nazırlı­ ğına getirildi, paşalığa yükseldi. İstihkâm ve Topçu okullarını yeniden kurdu, Istan-



8 je mourais là-bas Guillaume Apollinaire’in Poèmes à Lou adlı şiir kitabı için Braque'in yaptığı çalışma (Broder yayınevi, 1963) özel kol.



taşbaskı E lif ile Mahmut adlı kitaptan bir resim



Taşçızade M ehm et bul kentinin imar planını hazırladı ve çizimlerini yaptı. Mekke ve Medine'deki dinsel yapıların onarımıyla görevlendiril­ di; bu görevdeyken öldü.



11286



T A Ş Ç U m jĞ U Q İL l£ R a. Tropikal böl­ gelerde bulunan, yerde ve hatta çöllerde yaşayan uzun bacaklı kuş familyası. (9 tü­ rü vardır. Bil. a. Burhinidae; yağmurkuşları takımı.) T A Ş D E L E N , esk. Mutmur, Malatya' nın Arapkir ilçesine bağlı bucak; 4 679 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Taşdelen, 144 nüf. (1990). YAŞBELEM , İstanbul boğazt’nın Anado­ lu yakasında Alemdağ'ın G.-D. eteklerinde su kaynağı. Kuvarsitlerden çıkan çok kali­ teli sular, modern tesislerde doldurularak pazarlanır Kaynak çevresi, özellikle geçen yüzyıllarda çok beğenilen dinlence yeriydi. TAŞDÖŞEK a. inş. 1. Bir yapının temel­ lerinde, kaba beton dökülmeden önce, ta­ banları üzerine dengeli bir biçimde yerleş­ tirilen taşların aralarını kamaladıktan sonra tokmaklayarak hazırlanan taş zemin. (Eşanl. BLOKAJ.) —2. Şevlerin yüzeyinde kuru taşlarla oluşturulan kâgir kaplama. —3. Beton bloklarla ya da küçük moloz taşlarla yapılan temel. TAŞELHİT a. Dilbil. ŞLUH'un eşanlamlısı. T A Ş E Lİ, antik KiHkia Tsakheia (Taşlık Kilikia), Akdeniz bölgesinde platolar yöresi. B. Toroslar ile Orta Toroslar arasında; Gök­ su nehri ve kollarının yer yer kanyon biçimli derin vadileriyle yarılmıştır Yükseltisi 1 500 - 2 000 m arasında olan platonun temeli­ ni, G.-B. kıyı kesiminde yüzeyleyen Paleozoyik ve Mesozoyik oluşuklan meydana ge­ tirir. Bunun dışında hemen hemen bütün yöre kalın denizsel Miyosen çökelleri ile kaplıdır Çoğunluğu kireçtaşlarından oluşan bu tortullar nedeni ile plato yüzeyi küçüklü büyüklü yüzlerce karst şekli ile biçimlendi­ rilmiştir. Silifke D.'sunda turistik bakımdan önem kazanmış Cennet" ve Cehennem obrukları bu şekillerin en ünlüleridir Plato yüzeyi çıplak, toprak bakımından çok fa­ kir ve ıssız denecek kadar tenhadır B TAŞEBSEN a. Irmakların dibindeki taşla­ ra ağız çekmenleriyle tutunduğu için bofabalığı ortak adıyla bilinen türlere bazen verilen ad. ( - BOFABALIĞIGİLLER.)



m Ş E M R N â İL L S R a. Zool. BOFABALIĞIGİLLER fam ilyasının eşanlam lısı. R T A Ş E R (Suat), türk tiyatro oyuncusu, yö­ netmen, şair ve yazar (İstanbul 1919 - İz­ mir 1982). Ankara Devlet konservatuvarı ti­ yatro yüteek bölümü’nü bitirdi (1945), Tat­ bikat sahnesi ve Devlet tiyatrosu’nda emek­ li oluncaya (1976) değin oyuncu ve yönet­ men olarak çalıştı. Daha sonra Ege üniver­ sitesi (şimdi Dokuz eylül üniversitesi) güzel sanatlar fakültesi'nde öğretim görevlisi ol­ du, İzmir Devlet tiyatrosu müdürlüğü (1978 -1979) yaptı. Bu görevde bulunduğu dö­ nemde Devlet tiyatrosu'nun gelişmesi ve geniş kitlelere açılması için çaba gösterdi. Tiyatro sanatının değişik konularında telif (Üç duvarlı dünya [1951], Tiyatro mesele­ leri [1953], B ir dünya ki [1956], Konuşma eğitimi [1979]) ve çeviri (Aktörlük sanatı [1962], Komedi sanatı [1964], Sahneye koy­ m a sanatı [1967], Bir aktör hazırlanıyor [1967], Bir karakter yaratmak [1981] vb.) ki­ tapları, iki piyesi (Aşk ve barış [1961], Deli Dum rul [1962]) bulunan Taşer 1938’den başlayarak çeşitli dergilerde yayımlanan şi­ irlerini Bir (1942], Merhaba (1952), ikinci kurtuluş (1960), Hayret Bey'in serüveni (1968), Evrende ellerimiz (1970) vb. kitap­ larında topladı.



Suat Taşer



T A Ş E R (Dündar), türk asker (Gaziantep 1925 - Ankara 1972). Harp okulu'nu bitirdi (1944). 27 Mayıs hareketine tankçı binbaşı olarak katıldı. Milli birlik komitesi'ne girdi. 14’ler grubu içinde yer aldığı için emekli­ ye sevk edildi ve yurtdışına gönderildi. Türkiye’ye dönünce grubun önderi Türkeş’i izleyerek Cumhuriyetçi köylü millet partisi' ne geçti (1965). Partinin genel idare kurulu'na seçildi. Bir trafik kazasında öldü. YAŞESSÜS a. (ft tâcheron; tâche, iş, gö­



revden). Yapılacak işi, bir girişimciden ya da başka bir yükleniciden alan, genellikle götürü olarak, tek başına ya da yalnızca bir, iki işçiyle çalışan ikincil yüklenici. (Bir işverenden belirli bir işin bir bölümünde ya da eklentilerinde iş alanlar, kendi işçilerine karşı o işleriyle ilgili iş yasasından ya da iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerden, asıl işverenle birlikte, yani müteselsil olarak sorumludurlar [iş k. md. 1/5].) TAŞERO NLU K a ikt. Bir taşeronun, bir işletme sahibinin üstlendiği işierin tümünü ya da bir bölümünü üstlenerek, onun so­ rumluluğu ve denetimi altında olmak üze­ re yerine getirmesi. — ANSİKL. İkt. Taşeronluk, değişik biçimler­ de uygulanabilir Bunlardan en yaygın olanı bir işletmenin kendi atölyeleri tam kullanım durumunda olduğu ve bu yüzden aldığı si­ parişlerin tümünü yerine getirmesine ola­ nak bulunmadığı zaman, bir taşerona baş­ vurmasıdır. Fazla kapasite yaratarak işlerin tamamlanmasını sağlayan bu yöntem, ge­ çici bir sipariş furyası halinde işletmeyi ken­ di işgücünü artırmak ve dolayısıyla sipariş­ ler karşılandıktan sonra bazı kişileri işten çı­ karmak zorunda kalmaktan kurtarır Buna karşılık, taşeronun durumu oldukça nazik­ tir; varlık nedeni yalnızca işin fazla olduğu dönemlerde bir amortisör görevi yapmak olduğundan, taşeron eğer tek bir siparişçiye bağlıysa, bu durum onun için çok önemli bir sakınca oluşturur, çünkü üretim­ de ortaya çıkabilecek her türlü duraklama onu şiddetle etkiler. Bir başka taşeronluk biçimi ise sipariş ve­ ren firmanın, genellikle, kendi teknik ola­ naklarıyla gerçekleştiremeyeceği ya da gerçekleştirmek istemediği işlemler için bir taşerona başvurmasıdır. Bir inşaat müteah­ hidinin yapıtı inşaatlarda elektrik donanımı ya da sıhhi donanımı bu işin uzmanı bir kişi ya da firmaya yaptırması gibi. Bir de firmalar ya da sanayi kuruluşları­ na belirli bir malı sağlamak işini üstlenen taşeronlar vardır. Bu tür taşeronlar, müşte­ rinin istediği norm ve boyutlarda olmak üzere ya kendisinin ürettiği ya da piyasa­ dan sağladığı bir malı teslim etmekle yü­ kümlüdür. Kural olarak, taşeronluk ilişkileri piyasa yasalarına bağlıdır Ancak, taşeronluk pi­ yasası gerçekte pek düzenli bir piyasa de­ ğildir; burada doğal olarak hüküm süren kargaşa taşeronluk yapan kişilerin çevre­ deki sipariş verecek kişileri tanımakta güç­ lük çekmelerinden kaynaklanır. Gelişmiş ül­ kelerde taşeronlar kendi borsalarında ya da meslek kuruluşlarında örgütlenmişler­ dir. Bu örgütleri aracılığıyla, o bölgedeki iş vermek isteyen müşterileri tanıyabilmekte ve donatım durumlarına göre iş alabilmek­ tedirler. Türkiye’de ise taşeronluk henüz ya­ sal olarak düzenlenmemiş ve taşeronlar meslek örgütlerini kurmamışlardır Yalnız iş k.’nun birinci maddesinde taşeronun tanı­ mı verilmekte ve taşeronların işverenle ay­ nı yükümlülüğü taşıdığı belirtilmektedir TAŞEVİ a. Müc. Mıhlanacak taşın girece­ ği yuva. T A Ş F İN B İN A L İ B İN Y U S U İy (öl. Oran 1146), murabıt hükümdarı (1142 -1146). Babasının ölümü üzerine tahta geç­ ti. Kısa süren hükümdarlığında Muvahhitler ile sık sık savaşmak zorunda kaldı. Muvahhitler'den Abdülmümin ile yaptığı son savaşta yenilince, Oran kentine sığınarak Muhammet bin Meymun komutasındaki donanmasının yardımını beklemeye başla­ dı. Kendisini izieyen Muvahhitler’den kur­ tulmak için donanmanın geldiği limana gi­ derken öldü. TAŞİL a. FOSİL'in eşanlamlısı. T A Ş ILLA Ş M A K gçz. f. 1. Taşıl durumu­ na gelmek; fosilleşmek. —2. Bir kimseden, tutum ve davranışından söz ederken, ça­ ğın gerisinde kalmak; fosilleşmek: Taşıllaş­ mış kafalar. Taşıllaşmış inançlar TA Ş ILLI sıf. içinde taşıl bulunan; fosilli. TAŞIM be. Bir, iki taşım, kaynama sırasın­ da bir iki kez taşacak duruma gelene ka­ dar; taşımlık: Sütü bir iki taşım kaynatmak.



TA Ş IM A a. Taşımak eylemi. —Arıc. Taşıma kovanı, petekli çerçeveleri taşımaya ve geçici bir süre için saklamaya yarayan kovan. || Arı taşıma, bol bal almak amacıyla kovanları, çiçekleri sona eren bir yerden çiçekleri yeni açmaya başlayan bir yere taşıma. —Bayınd. Taşıma gücü, bir arazinin yük ta­ şıma yeteneği. —Ceb. Bir E kümesinin bir T iç yasasının, bir E' kümesi üzerine, E den E' içine bir f bijeksiyonla taşıması, E' üzerinde V(x, y) e E xE, f{x )T fty) = ftxT y) ile bir T' yasasının tanımlanması. —Esk. sil. Taşıma halkası, kılıç kını üzerin­ deki metal parça. —Havc. Taşıma kapasitesi, bir uçağın taşı­ yabileceği yük. —Mad. oc. Ürünlerin zemin ya da ray üzerinde hareket eden tekerlekli bir araçla nakli. || Üretim yeri ile ocak çıkışı arasın­ da yapılan her türlü nakliyat. || Taşıma yü­ kü, bir tahkimat öğesinin ya da bir demir direğin taşıyabileceği maksimum yük. (Yürüyen tahkimatlarda taşıma yükü 10 000 newton'a varabilir.) —Manyet. Taşıma kuvveti, kutuplulukları zıt iki manyetik kutup arasındaki çekim kuvveti. —Ormanc. Akarsuyla tomruk taşıma, ke­ silmiş ağaçların akarsuya atılarak taşınma­ sı. (Bk. ansikl. böl.) || Orman içi taşıma, ke­ silmiş ağaçlann, ormanda kesim yerine el­ den geldiğince yakın bir noktadan araba­ ya yüklenebilecekleri bir yol kenarına ta­ şınması. (Bk. ansikl. böl.) —Soğut, san. Soğuk taşıma, besin mad­ delerinin bozulmadan saklanabilmesi için gerekli sıcaklıkta tutularak taşınması. (Bk. ansikl. böl.) —Tic. huk. Ücret karşılığında, bir yerden başka bir yere yolcu ya da eşya götürme işi. (Eşanl. NAKLİYE )|| Taşıma işleri komis­ yoncusu, ücret karşılığında, kendi adına ve müvekkili hesabına, eşya taşımayı meslek edinmiş kişi. || Taşıma senedi, eş­ ya taşımada gönderen tarafın düzenleyip taşımacıya verdiği senet. (Eşanl. NAKLİYE SENEDİ.) [Bk. ansikl. böl.]|| Taşıma sözleş­ mesi, bir ücret karşılığında yolcu ve yük (eşya) taşımaya ilişkin sözleşme. (Eşanl. NAKLİYE MUKAVELESİ.) [Bk. ansikl. böl ] • sıf. Bir yerden getirilen, taşınan. —Hidrol. Taşıma yük, bir akarsuyun yeri­ ni değiştirebildiği tüm katı malzemeler. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Hidrol. Akarsu akıntıları su dü­ zeyinin alt kesiminde, yatakta bulunan malzemelerin genellikle oldukça kaba olanlarını (kumlar, çakıllar, dağlık bölge­ lerde bloklar), sonra da yüzeye kadar asılı halde ince öğeleri (ince kumlar ve özel­ likle killi çamurlar, limonlar, lössler) taşıya­ bilir Ayrıca, akarsular kimyasal aşınma so­ nucu çözünmüş maddeleri de taşır. • Dipte taşıma. Dip taşıma yüklerinin tam ölçümünü oluştukları anda yapmak zor ve hatta olanaksızdır; çünkü akıntılan çok hız­ lı olan büyük kabarmaların yol açtığı çok şiddetli sürüklenmeleri ölçebilecek alet yoktur. Bununla birlikte, kaba malzemele­ rin taşınması çok önemli olabilir: bir yılda, kilometre karede ortalama on binlerce to­ na ulaşabilen bu malzemeler, şiddetli sa­ ğanak yağmurların görüldüğü küçük dağ havzalarında oluşur; burada arazi sert ol­ makla birlikte sıkı değildir ve şiddetli bir parçalanmaya uğrayarak önce çakılları, sonra bunların aşınması sonucu kumları ve ince çamurları oluşturur. Japonya’da, Güney Kaliforniya’da ve Yeni-Zelanda’nın kimi bölgelerinde durum böyledir. Taşıma yüklerinin, Alpler'in bazı havza­ larında, kilometre karede ve yılda birkaç yüz tona ulaştığı sanılmaktadır. Ancak bu miktar Enns nehrinde 40 tondan az, inn nehrinde ve Donzere'e doğru Rhöne'da 15 tondur. Avrupa’daki nehirlerin çoğun­ da 1 tondan azdır. • Asılı taşıma. Dipte taşımada olduğu gi­ bi, asılı taşıma etkenleri şunlardır: önce sürükleme kuvveti, yani hız vetürbülanslar, buna bağlı olarak da kabarmaların şid-



taşıma deti; sonra, arazinin eğimi (yani havzala­ rın engebesi) ve kayaçların ufalanabildi­ ği; son olarak da bu arazilerin çakıldan çok çamur vermeye yatkınlığı. En yumu­ şak oluşumlar killer, marnlar, yumuşak şistler, ince alüvyonlar, en çok da lösslerdir. Ayrıca, koruyucu bitki örtüsünün zen­ gin ya da fakir olması ya da hiç olmama­ sı temel derecede önemli bir rol oynar. Bundan başka, yarıçöl ve bozkır bölge­ leri akaçlayan akarsuların en belirgin özel­ liği çok bulanık olmalarıdır (Huang Hı'da 400 kg/m3’ten çok). Ancak Batı Avrupa' nın ovalarında bulanıklık 30 ile 100 g/m3 arasındadır. Alp akarsularında ise 1 ya da 2 kg'a ulaşabilir Debiler çok fazla ve akış hızlıysa, bula­ nıklığın az ya da kuvvetli olduğu yerlerde havzalar büyük ölçüde aşınabilir. Duran­ ca, km2 başına yılda 1 000 ile 1 200 t; Grenoble'da isère 5001; Himalaya'da Kosi 2 5 0 0 1 çamur taşır. Sen yalnızca 4 t, Av­ rupa’nın Akdeniz dışında kalan bölgele­ rindeki tepelerde ve ovalarda bulunan pek çok akarsu da 2 ile 20 t yük taşır. Yarı kurak bölgelerde aşınma, kimi za­ man Alpler'de görülen en yüksek oranla­ ra ulaşır ya da bu oranlan geçer: Huang Hı için bu değer km2 başına yılda 2 000 t, Vei Hı için 5 000 t'dur. Ancak bu rakam­ ların büyük havzalar için geçerli olduğu­ nu göz önüne almak gerekir (binlerce ya da on binlerce km2). Bu bölgelerde, ara­ zinin, bitki örtüsünün ve engebenin çeşit­ liliği olağanüstü ve inanılmaz miktarlarda malzemenin taşınmasına neden olabilir (km2 başına on binlerce ton). Brüt ortalama yıllık asılı halde taşıma yüklere gelince, Rhône ve Po için 20 ile 25 milyon t, Paris'te Sen için 200 000 t'dan az, yalnızca Yenisey için 10,5 milyon t, Ohio için 40 ile 50 milyon t, Tuna için 70 ile 80 milyon t, Colorado için 300 ile 350 milyon t, Yangzi Ciang için 500 ile 800 milyon t. • Çözünmüş yük. Akarsuların çoğunda, çözünmüş madde içeriğinin mutlak mini­ mumları ya da tuzluluk, metre küpte on ya da yirmi gram dolayındadır. Bu bakım­ dan, hemen hiçbir yerde yaklaşık olarak sıfıra düşebilen bulanıklık minimumları ka­ dar düşük olamaz. Öte yandan, mini­ mumlar pek az akarsuda metre küpte 2 ya da 3 kg'ı geçer (buna karşılık, kabar­ malar sırasında onlarca, hatta yüzlerce ki­ logram çamur asılı halde bulunabilir). Tuzluluğun en az olduğu zaman kabar­ ma zamanıdır. Gerçekten de burada akın­ tıların gücüne göre değişen yüzeysel me­ kanik aşınma söztonusu olmaz, buna kar­ şılık yeraltı sularında, kimyasal aşınma en etkin biçimiyle görülür Yavaş yavaş yol alan bu sular, geçtikleri kayaçlarla uzun bir süre temas halindedir. Çekik durumunda akarsuları besleyen hemen hemen tek kaynak yeraltı suyu debileridir. Akarsula­ rın çoğunda çözünmüş maddelerin mak­ simum oranları, minimum oranlarını, yal­ nızca % 100 ile 500 kat kadar geçer. Orta enlemlerde, yıllık ortalama çözün­ müş yük miktarlan kristalli ve şistli bölge­ lerde, akarsu ağızlarında en küçük değer­ lerdedir: Saali için 17 g/m3, Yeni İngilte­ re’nin başlıca akarsularında 50 g/m3'ten az, Amazon ve Zaire’de 30 ile 50 g/m3’tür. Kireçtaşlı havzalarda, karbonik asit yüklü sular kayacı etkiler ve tuzluluk Avrupa ile Kuzey Amerika’daki pek çok akarsuda 150 ile 300 g/m3'e hemen hemen yalnız­ ca kireç akaçlayan akarsularda 400 ile 600 g/m3’e ulaşır. Az yağışlı yarıkurak böl­ gelerin sularını boşaltan, bu nedenle de derişimi çok yüksek olan akarsularda tuz­ luluk oranı rekor düzeydedir: çok zayıf ba­ zı ırmaklarda birkaç kilograma çıkabilir. Çözünmüş maddelerin yol açtığı en kuv­ vetli aşınmalar suyu bol ve orta derecede ya da çok tuzlu akarsularda görülür. Bun­ lar, yılda km2 başına 200 ile 250 t malze­ me taşır ve Jura ile Kuzey fransız Önalpleri’ni akaçlayan akarsuların değerlerini aşar­ lar. Alaska ve Norveç'te bulunan bazı akar­ sular 300 ile 600 t arasında yük taşır.



Çözünmüş halde taşınan malzemenin yıllık toplam miktarının Amazon’da 120 milyon t’dan çok, Zaire'de 50 ya da 60 mil­ yon t, Mississippi'de de 100 milyon t ya da bunun biraz üstünde olduğu hesap­ lanmaktadır. —ikonogr. Çarmıhı taşıma. Çile’nin bu sahnesi hıristiyan sanatında çok erken dö­ nemlerden başlayarak ele alındı (Ravenna'da S. Apollinare Nuovo’daki mozaik; Cunault ve Saint-Nectaire’deki sütun baş­ lıkları; Giotto’nun Arena’da [Padova], T. Gaddi’nin S. Croce'de [Floransa], Andrea da Firenze’nin S. Maria Novella’da ve Fra Angelico’nun S. Marco'daki freskleri). S. Martini (üouvre), Mantegna (Roma), S. Del Piombo ve Tiziano (Madrid), il Tintoretto (Venedik), il Veronese (Dresden, üouvre), L. Carracci (Leningrad), Morales (üouvre), Memling (Viyana), Bosch (yakın plandan işlenmiş sahne: Viyana ve Gent), Baba Bruegel (Calvarium'a çıkış, Viyana), Yaşlı Holbein (Karlsruhe), Altdorfer (Sankt Florian), Grünewald (Karlsruhe), Rubens (Amsterdam, Brüksel), Le Brun (üouvre), Tiepolo (Venedik), Delacroix'nm (Metz) resimleri ço­ ğu kez acı dolu bir gerçekçilikle ele alın­ mıştır Heykelcilik alanında, F. Laurana (Avignon), A. Krafft (Nürnberg) ve İspan­ yol pasoları sayılabilir. —Ormanc. • Akarsuyla tomruk taşıma. Kesilmiş ağaçların (tomruk) akarsuya atı­ larak taşınması ekonomik olduğu için bu



—Soğut, san. Soğuk taşıma. Sabit tutu­ lan bir sıcaklıkta taşıma özel gemiler, vagonlar ve kamyonlarla gerçekleştirilir. Bu­ nunla birlikte, uzun mesafelerde yapılan kara-deniz taşımacılığında özel konteynerlerden de yaygın olarak yararlanılır. Soğuk taşıma çevre sıcaklığından fazla etkilen­ meyecek biçimde yalıtılmış araçlarla ya­ pılabileceği gibi, ısıl yalıtımın yanı sıra bir" soğuk kaynağıyla donatılmış araçlarla da gerçekleştirilebilir. Bu araçlarda, soğuk kaynağı olarak ancak belli bir süre için et­ kili olabilen buz, karbon buzu ya da ötektik levhalar kullanılır. Soğutuculu araçlar­ da ise soğuk kaynağını bir soğutma ma­ kinesi oluşturur. Isıl olarak yalıtılmış, ancak kendi soğutma kaynakları bulunmayan konteynerlerin kullanılması, gemilerdeki ya da limanlardaki soğuk hava dağıtım sistemleri gibi soğuk hava üreten ek do­ nanımları gerektirir. Kendi soğutma ma­ kineleri bulunan soğutuculu konteynerler ise bu tür donanımlara bağımlı olmamak­ la birlikte daha pahalıdır. —Tic. huk. Taşıma senedi taşıma sözleş­ mesinin kanıtlanmasına yarayan, gönde­ renle taşımacı arasındaki hak ve borçla­ rı gösteren bir belgedir Taşıma senedini gönderen düzenler. Taşıma senedi iki nüs­ ha halinde düzenlenir (Türk tic. k. md. 768/1). Bunun bir nüshası gönderen tara­ fından imza edilerek taşımacıya verilir ve bu nüsha eşyayla birlikte gönderilir. Öte-



11287



Gerster-Rapho



işe elverişli olan ormancı ülkelerin birço­ ğunda uygulanmaktadır: Kanada, İsveç, Finlandiya, Rusya, Brezilya, Fildişi Kıyısı, Gabon vb. Suyla taşıma tomruğun daha sonraki korunması bakımından da çok yararlıdır, çünkü tomruğun uzun süre su­ da kalması ağacın zararlı böcek ve man­ tarların gelişmesini kolaylaştıran besisularından kurtulmasını sağlar. • Orman içi taşıma. Kesilmiş ağaçların or­ man içinde taşınması, bu taşımaya elve­ rişli depolama, yükleme ve taşıma gereç ve makineleriyle bu işe uygun bir pist üze­ rinde yapılır. Araçların cinsi kesim yerine, arazinin topografisine ve şantiyelerin bü­ yüklüğüne göre değişir. Günümüzde bu işlev için, tomrukların büyüklüğüne ve toprağın durumuna göre bir vinç ve sap­ lama küreği ile donatılmış, paletli ya da lastikli traktörler kullanılır. Akarsu bulunan bölgelerde tomrukların taşınması yüzdür­ me yoluyla ve dağ bölgelerinde kablolar­ la (teleferik) yapılır. Orman içi taşıma, yük­ lenecek kamyonların girebildiği noktada biter (karayolları, orman yolları). Erişilme­ si güç olan bölgelerde orman içi taşıma helikopterle ya da balonla yapılır.



ki nüsha taşımacı tarafından imza edile­ rek gönderene geri verilir (Türk tic. k. md. 771/1). Taşıma senedinde bulunması ge­ reken kayıtlar şunlardır: 1. gönderilenin adı, soyadı ya da ticaret unvanı ve adre­ si, eşyanın gönderildiği yer ve taşıma se­ nedinin emre yazılı olması isteniyorsa bu kayıt; 2. taşınacak eşyanın cinsi, ağırlığı, sayısı, paketse bunlara yazılı numara ve işaretleri ve ambalajın biçimi ve niteliği; 3. gönderenin adı, soyadı ya da ticaret un­ vanı ve adresi; 4. taşımacının adı, soyadı ya da ticaret unvan ve adresi; 5. taşıma ücreti ve ücretin ödenip ödenmediği; 6. taşımanın yapılacağı süre; 7. taraflar ara­ sında kararlaştırılan öteki konular. Belirti­ len bu kayıtlardan birinin yanlışlıkla yazılmamasından ya da yanlış ve gerçeğe ay­ kırı yazılmasından doğan zararlar gönde­ rene aittir. Taşınacak eşya patlayıcı maddelerdense, bunun bildirilmesi ve amba­ laj üzerine yazılması gerekir. Taşıma sene­ dinin taşımacı tarafından imzalanıp gön­ derene verilen nüshası, emre yazılı olma­ sı koşuluyla, kıymetli evrak niteliğindedir. Taşıma senedi emre yazılıysa taşıma se­ nedinin ciro ve teslimle devri eşyanın mül-



Rio Negro ırnıağında (Amazon bölgesi, Brezilya) akarsuyla tomruk



taşıma



taşıma 11288



kiyetini nakleder. Taşımacının imzaladığı nüshada emre yazılı olma kaydı yoksa, se­ net kıymetli evrak niteliğini yitirir. Taşıma sözleşmesi'ne ilişkin hükümler, Türk ticaret kanunu’nun taşıma işleri ve ta­ şıma senedi başlığı altında düzenlenmiş­ tir. Bu hükümler daha çok karayollarıyla yapılan taşıma sözleşmelerine uygulanır. Denizyollarında, demiryollarında, havayol­ larında ve postayla taşıma için ayrıca kon­ muş hükümler vardır (Türk tic. k. md. 764). Taşıma sözleşmesi gönderenle taşımacı arasında yapılır. Eşya taşıma sözleşmesi­ nin oluşması için bunların karşılıklı ve biribirine uygun iradelerini açıklamaları ve ayrıca eşyanın taşımacıya teslim edilme­ si gerekir. Taşınacak eşya taşımacıya tes­ lim edildikten sonra onun sorumluluğu al­ tına girer. Taşımacının taşımayı yüklendi­ ği eşyayı belli bir süre içinde istenilen ye­ re ulaştırmasıyla taşıma sözleşmesi yeri­ ne getirilmiş olur. Taşımacı, eşyanın ken­ disine teslim edilmesiyle gönderilene tes­ lim edilmesi arasında geçen süre içinde doğacak her türlü zarardan, taşımanın gecikmesinden ve malın yok olmasından sorumludur. Kanunun taşıyıcıya yükledi­ ği sorumlulukları ortadan kaldıran ya da sınırlayan tüm kayıt ve koşullar geçersiz­ dir. TA Ş IM A C I a. Tic. huk. Yük ve yolcu ta­ şıma işleriyle uğraşan kimse; nakliyatçı. (Eşanl. NAKLİYECİ.) TA Ş IM A C IL IK a. Malları ve insanları bir yerden bir yere götürmek için kullanılan yöntemlerin tümü. (Bk.ansikl. böl. Coğ.) —Huk. Özel taşımacılık, bir işletmenin kendi mallarını ya da personelini taşımak için kurduğu servis. || Toplu taşımacılık, halkın ulaşımını sağlayan özel ya da ka­ muya ait işletmelerin tümü. —ANSİKL. Coğ. Taşımacılık ya da ulaşım coğrafyası. Taşımacılık akışlarının ve ola­ naklarının uzamsal düzenlemesini, etkin­ liklerin yeri, nüfus dağılımı, teknik gelişme­ ler, siyasal ve iktisadi bağlar çerçevesin­ de inceler. Bu, uzamsal bir düzenleme ol­ duğunda ölçek kavramına büyük önem verirse de maliyetlerin düzenlenmesini ve ulaşım düzenlerini de ihmal etmez. Doğal çevrelerin etkisi küçümsenemezse de, teknolojideki gelişmeler, sonunda, teknik sorunların, özellikle amortisman ve verim­ lilik açısından, iktisadi sorunlara dönüş­ mesine yol açar. Taşımacılığın, özellikle toprak düzenlemelerini etkilemesi, üzerin­ de durulması gereken bir başka konudur. Taşımacılık pazarı, çok şematik olarak, İnsanlar ve mallar arasında bölüşülür ve kuşkusuz kullanılan taşımacılık yöntemle­ rinde az çok çeşitlilik yaratır. Ayrım daha çok ve sürekli olarak yolcu ve yük gemile­ ri, yolcu ve yük trenleri vb. arasında yapı­ lır. Bununla birlikte altyapılar (karayolları, demiryolları, havalimanları, deniz limanla­ rı) çoğunlukla ortak olduğu ve bunlarda karma taşımacılık (sözgelimi bagaj am­ barları) çok az sözkonusu olduğu için, ay­ rım tam değildir. Öte yandan, bütünüy­ le özel taşımacılık yöntemleri de vardır; ka­ nallarla ya da borularla taşımacılık, elek­ trik taşıma hatları vb. Ne var ki yolcu ve yük ayrımı farklı koşullarla ve amaçlarla yapılır. Yolcu taşımacılığında, güven, ra­ hatlık, çabukluk temel ereklerdir. Çabuk­ luk karmaşık bir öğedir: taşıma araçları­ nın ticari hızlarının ötesinde, desserte’in düzenliliği, yük akışındaki kesintiler, altya­ pıların kullanılabilirliği (hava desserte'inin değerlendirilmesi havalimanından hava­ limanına, kent merkezinden kent merke­ zine değişir). Çabukluk maliyetle ölçüle­ bilir: bunun en güzel örneği süpersonik uçakların ticari başarısızlığıdır. Nihayet, daha özel olarak kara taşımacılığında ve özellikle de kent taşımacılığında, yolcu ta­ şıma pazarı, toplu taşımacılıkla bireysel ulaşım yöntemlerini karşıtlaştırır. Toplu ta­ şımacılığın çok düşük maliyetiyle bireysel ulaşımın esnekliği, ideolojik bakış açıları­ nın ve iktisadi yapıların da işe karıştığı bir yarışmaya dönüşmüştür. Kafa yapılarının



etkisinde kalan (az ya da çok yüksek de­ vinme yeteneği oranı) ve günümüzdeki katı sınırlar nedeniyle frenlenen insanla­ rın yer değiştirme gereksinimlerine gelin­ ce bu gereksinimler, yapılarıyla (iş için günlük göçler, iş gezileri, eğlence için yer değiştirmeler), düzenleriyle ve boyutlarıyla taşımacılık pazarının zaman ve mekân içinde önemli iniş çıkışlar (arz ile talebin uyarlanmasını bazen güçleştiren trafiğin en yoğun olduğu dönemlerde belli eksen­ lerde ve belli anlarda ortaya çıkar) yapma­ sına neden olur. Çok az olmakla birlikte bu iniş çıkışlar, bazen malı çabuk teslimi (bozulabilir, çü­ rüyebilir yiyecekler), bazen en az maliye­ ti (ağır yükler) amaçlayan mal taşımacılı­ ğı pazarında da görülür. Soğutarak koru­ ma (frigorifik araçlarla taşımacılık) önlem­ leriyle biraz önemini yitiren çabukluk kar­ go uçaklarına ve kamyonlara (hem kara­ yolu hem deniz taşımacılığında konteynerlerin kullanımına ve polimodal taşımacı­ lık biçimlerinin [bir konteyner gemisinin ta­ şıdığı mallar, aktarmaya gerek olmadan, çok kısa bir süre içinde gemiden vagona ya da kamyona yüklenebilmededir] orta­ ya çıkmasına yol açtı) üstünlük sağladı. En düşük maliyetle taşımacılıksa, hem devleşme eğilimini hem de belli bir özel­ leşmeyi doğurabilir: dev petrol tankerleri ya da dökme yük gemileri. Bununla bir­ likte, toplu olmayan taşımacılıkta kapasi­ telerin çok büyük farklılıklar göstermesi (kamyonetten çok büyük gemiye), ya öbekler oluşturma sorunları yaratır ya da tersine, kargo patlamasına (malların bir yerde toplanmasına yol açabilir) neden olur ve maliyetleri etkiler (“ bütün tren" ki­ ralandığında daha ucuz tarife uygulanma­ sı gibi). Taşımacılık hizmeti, bir taşıt parkının çok farklı sıklıklarla altyapıdan yararlanmasıyla gerçekleşir. Altyapılar bütünüyle dar bir alanda (özellikle havalimanlan ve deniz li­ manları sözkonusu olduğunda) ya da ha­ va sahalarında (ama bu durumda doğal koşullardan etkilenir) ve kıyı şeridinde (en kısa yolu ya da pazarları bulma olanağı verir) hizmet veriyor olabilir. Kara taşıma­ cılığı alanında altyapılar tersine; unimodel (karayolları, demiryollan, ırmak yolları) ya da plurimodel (bu durumda birbirini ta­ mamlama ve rekabet de sözkonusudur) gözle incelenebilecek bir ulaşım yolları ağı halinde örgütlenebilir. Az ya da çok yoğun ("eski” Avrupa ülkeleriyle geliş­ mekte olan ülkeler bu bakımdan karşıtla­ şır), az ya da çok sınıflandırılmış, fiziksel engellere (ırmak ağı) az ya da çok boyun eğmiş bu ulaşım ağlarına ulaşmada fark­ lı koşullarla karşılaşılabilir: karayolu ağı için uygulamada süreklilik göstermesine kar­ şılık, demiryolu (garlar, demiryolu kavşak­ ları) ve otoyol (âchangeur'ler) ağında nok­ ta hizmeti verir. Kent taşımacılığı alanındaysa adi yollar ve özel yollar ya da özel alan yolları (ana­ kent) ayrımı yapılır. Altyapılardaki taşıt parkları, özellikleri­ ne ve yönetilişlerine bağlı olarak kullanı­ lır: özel araçlar (bisikletten özel uçağa ka­ dar), ulusal taşımacılık şirketleriyle rakip özel şirketleri karşı karşıya getiren taşıma­ cılık şirketleri; kendi hesaplarına çalışan, taşımacılık dışında başka iktisadi etkinlik­ lerde (sanayiler, yönetimler) de bulunan şirket parkları. Bunlara ek olarak, transit, kiralık, seyahat acentaları vb. gibi yardım­ cı kuruluşlar da vardır. Bunların tümü, ge­ nellikle hesaplanması güç işletme maliyet­ lerinde ortaya çıkan farklı maliyetlere yan­ sır. İşletme maliyetleri, arz ve talep yasası dışında, taşımacılık şirketlerinin ve hatta devletlerin (devletlere göre, ticaretin örgüt­ lenmesinde, başka bir deyişle iktisadi ya­ şamda, temel öğe taşımacılıktır) işe karıştı­ ğı tarife politikalarıyla tekrar tekrar düzeltilir TA ŞIM A K g. f. 1. Bir şeyi, bir kimseyi ta­ şımak, onları elinde, kucağında, sırtında vb. tutarak bir yerden bir yere götürmek: Paketleri taşımama yardım eder misiniz? Çocuğu sırtında taşıma, indir yürüsün.



—2. Bir kimseyi, bir şeyi, bir yere taşımak, onları oraya götürmek, nakletmek: Has­ tayı yatağına taşıyın. Odunları odunluğa taşımak. —3. Nesneleri, insanları taşı­ mak, onların bir yerden bir yere özellikle bir taşıtla götürülmelerini sağlamak: Her seferinde üçyüz yolcu taşıyabilen bir uçak. Eşyaları bir yük kamyonuyla taşıdık. — 4. Bir kurumu ya da bir kurumun bir bölümünü, bir meskeni bir yere taşımak, onun yerini değiştirmek, bir yerden, bir yere nakletmek: Sendika merkezini Ankara' ya taşıyacağız. —5. Bir şeyi taşımak, her­ hangi bir etken, nesne sözkonusuysa, bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere sürük­ lemek, alıp götürmek; oraya götürülme­ sine aracılık etmek: Sellerin taşıyıp getir­ diği ağaç kütükleri. Rüzgâr, bitki tohum­ larını çok uzaklara taşır. Kente su taşıyan borular. —6. Bir şeyi, bir kimseyi taşımak, sözkonusu bir şeyse, o şeyin, o kimsenin ağırlığını çekmek, kaldırmak: Bu köprü on beş tondan fazla ağırlık taşımaz. Yorulmuş bacakları onu taşımaz olmuştu. —7. Bir şeyi taşımak, destek görevi yaparak onu yerinde tutmak, onun dayanağı olmak: Damın bütün ağırlığını ortadaki iki direk taşıyor. —8. Karnında yavru, yavrular ta­ şımak, bir çocuk taşımak, bir dişiden, bir kadından söz ederken, gebelik dönemin­ de olmak, karnında yavrusu, yavrulan, be­ beği bulunmak: Kedi, yavrularını yaklaşık üç ay karnında taşır. Bir anne, bebeğini dokuz ay karnında taşır. —9. Bir adı, bir unvanı, bir şeyi taşımak, o adla ya da un­ vanla bilinir olmak, onunla çağrılmak; bir şeyi içermek, ona sahip olmak: Kitapla­ rın ikisi de aynı adı taşıyor. Kızlık soyadını taşıyor. Bu sözcük sıfat niteliği taşımıyor. Hepimiz aynı kanı taşıyoruz. Sorumluluk duygusu taşımak. —10. Bir şeyin izini, işaretini vb. taşımak, üzerinde o şey yazı­ lı, işaretli olmak ya da o şeyin izleri, so­ nuçları görülmek: Mektup 1 mayıs 1963 tarihini taşıyor. Savaşın izlerini taşıyan bir kent. Yüzünde hâlâ o korkunç kazanın iz­ lerini taşıyor. — 11. Bir şeyi (soyut) taşı­ mak, onun sorumluluğunu yüklenmek, çekmek, katlanmak: Bir evin sorumlulu­ ğunu taşımak. Böyle ağır b ir sorumlulu­ ğu taşıyabilecek yaşta değilim artık. Bu işin yükünü daha fazla taşıyamam. — 12. Bir şeyi taşımak, o şeyi üstünde bulundur­ mak; onu takmış, giyinmiş, olmak: Dikkatli olun, silah taşıyor. Üzerimde hiç para ta­ şımam. Çocukların fotoğrafını cüzdanın­ da taşırdı. Taşıdığı üniformanın onurunu korumak. —Inş. Temelden taşımak, bir duvar ya da taşıyıcı bir öğe sözkonusu oldgpunda, ke­ sintisiz biçimde binanın temelinden çatı­ sına kadar uzanmak. ♦ taşınmakdönşl. f. 1.(B iryerden)[bir yere] taşınmak, ev, yer, konut değiştirmek: Onlar buradan taşınalı çok oldu. Karşı da­ ireye taşındık, orası daha geniş. —2. Bir yere taşınmak, oraya çok sık ya da düzenli olarak gidip gelmek: Kahvelere, sinema­ lara taşınmak. —3. Düşünüp taşınmak -* DÜŞÜNMEK. ♦ taşınm ak edilg. f. Taşımak eylemine konu olmak: Yaralılar hastaneye taşındı. Koca çocuk kucakta taşınır mı? Taşınma­ sı güç b ir sorumluluk. Bu ülkede ruhsat­ sız silah taşınmaz. —Havc. Taşınan yük, bir uçağın taşıdığı yolcuların ve navlunun tümü. ♦ taşıtm ak ettirg. f. Bir şeyin, bir kim­ senin taşınmasını, bir yerden bir yere gö­ türülmesini sağlamak. TA Ş IM L IK be. Bir, iki taşımlık, bir iki kez taşacak duruma gelene kadar; taşım. TA Ş IM S I sıf. Taşı andıran, taşa benze­ yen. TAŞINABİLİR sıf. Taşınabilmesi olanaklı olan. —Bilş. Bilgi kayıt ortamı, tahrik mekaniz­ masından ve okuma-yazma biriminden ayrılabilen kimi bilgisayar bellekleri için kullanılır. (Manyetik şeritler ve kimi man­ yetik diskler taşınabilirdir.) || Ayırtedici ni­



taşıyıcı teliği taşınabilirlik olan bir program ya da program paketi için kullanılır. —Teknol. Elde kullanılabilen küçük elek­ trikli takımlar (matkap, perdahlama maki­ nesi, taşlama taşı) için kullanılır. T A Ş IN A B İL İR L İK a Taşınabilir olma; taşınabilir şeyin niteliği. —Bilş. Bir program ya da program pake­ tinin, üzerinde çok fazla değişiklik yapıl­ madan, farklı tipte birçok bilgisayarda kul­ lanılabilme niteliği. T A Ş IN IM a. Isıbil. KONVEKSİYON’un eş­ anlamlısı. —Elekt. Elektriksel taşınım, ELEKTRİKSEL KONVEKSiYONTun eşanlamlısı. T A Ş IN IR sıf. Taşınabilen, portatif. —Aktar. Taşınır konveyör, tekerlekler üze­ rine monte edilmiş bir şasiden oluşan ve bir elektrik motoru ya da ısıl motorla çalı­ şan sonsuz bir kayış ya da bantla dona­ tılmış hareketli aktarma aygıtı. (Latalarla ya da tutma düzenekleriyle donatılmış kayış ya da bantlar, dökme yüklerin yanı sıra, kasa, çuval ve kolileri de aktarmaya ola­ nak verir.) —Müz. Taşınır org, bir kayışla bedene ası­ lıp sol kalçayla desteklenerek taşınan, sol elle çalgının arkasındaki körük, sağ elle de klavyesi çalınan küçük org. (XII. yy.'dan XVII. yy.'a kadar dindışı müzikte olduğu gi­ bi dinsel müzikte de kullanılan bu çalgı­ nın tasvirine minyatürlerde, gravürlerde, resimlerde, vitraylarda vb. rastlanır.) ♦ sıf. ve a. 1. Huk. Bir yerden başka bir yere götürülebilen eşya. (Eşanl. MENKUL.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Taşınır yapı, temelli kalmak amacı olmaksızın, başkasının top­ rağı üzerine kurulan kulübe ve baraka gibi hafif yapı. (Taşınır yapılar yapanın malı olur ve tapu kütüğüne yazılmaz.) —A nsIk l . Huk. Taşınır mülkiyetinin konu­ su, bir yerden başka bir yere götürülebi­ len nesneler ile taşınmaz mülkiyeti kapsa­ mına girmeyen ve sahip olunabilir nitelik­ te olan doğal güçlerdir (Türk med. k. md. 686). Doğal güçlerin taşınır mülkiyet ko­ nusu olması, onların egemenlik altına alı­ narak yararlanılır bir hale gelmelerine bağlıdır (örneğin elektrik emerjisi). Taşınır­ larda mülkiyetin geçmesi için teslim ge­ reklidir. (-» MÜLKİYET.) TA Ş IN M A a. Taşınmak eylemi. —Pedol. Maddenin topraklara çözünmüş halde ya da parçacık halinde taşınması olayı; olay, alüvyal denen kimi katlarda ye­ rel birikimlere (killer, organik madde, kireç, demir, manganez vb.), kayaç ve toprak­ ların bozulmasıyla oluşan ürünlerin deni­ ze kadar sürüklenmesine yol açar. (Çö­ zünmüş halde taşınmalar genellikle aşa­ ğıya doğrudur, kılcal tırmanmaların ve sı­ cak iklimde buharlaşmanın etkisiyle yuka­ rı doğru da gerçekleşebilir; yukarı taşın­ malarda tuz, yerel birikimler ya da kabuk­ lanmalar biçiminde [alçıtaşı, tuz, karbo­ natlar] yüzeyde derişir.) TA Ş IN M A K - TAŞIMAK. T A Ş IN M A Z sıf. ve a. Taşınamayan, bir yerden bir yere götürülemeyen eşya için kullanılır. (Eşanl. GAYRİMENKUL.) —ANSİKL. Huk. Taşınmazlara ilişkin genel hükümler Türk med. k.'nda yer alır. Yasa­ ya göre şu nesneler taşınmaz sayılır: 1. toprak; 2. tapu kütüğünde bağımsız ve sürekli olarak ayrıca kaydedilmiş haklar; 3. madenler. Toprak (ya da arazi), sınırları belirlenebilen, uzunluğu, genişliği ve de­ rinliği olan bir yerdir. Bir toprağa sahip ol­ mak, onu kullanmada yararlı olacak ölçü­ de altına ve üstüne de sahip olma sonu­ cunu doğurur. (-» MÜLKİYET.) Tapu kütü­ ğüne; taşınmazlar gibi, bağımsız ve sürek­ li olarak kaydedilebilen haklar inşaat, kay­ nak ve öteki irtifak haklarıdır (Türk med. k. md. 751, 752, 753). Yasada, taşınmaz olarak belirtilen madenlerden maksat, maden cevherleri değil bunlar üzerinde­ ki haklardır. Taşınmazlar, Türk med.k.'nda sayılanlarla sınırlı değildir. 634 sayılı Kat mülkiyeti k., tamamlanmış bir yapının kat,



daire gibi bölümlerinin bağımsız olarak mülkiyet hakkı konusu olabileceğini belir­ tir. Bu bölümler de başlı başına taşınmaz niteliğinde sayılırlar, icra ve iflas kanunu açısından, gemi siciline kayıtlı gemiler de taşınmaz sayılırlar (md. 23). Bunların dışında, devletin tasarrufu al­ tında olan sahipsiz taşınmazlar vardır. Kimsenin özel malı olmayan ve kamunun kullanmasına ayrılan bu taşınmazlar, ku­ ral olarak tapu kütüğüne yazılmazlar (Türk med. k. md. 912). T a ş ın m a z k ü ltü r v e ta b ia t v a r­ lık la r ın ı k o ru m a g e n e l m ü d ü rlü ­ ğü . Yurtiçinde bulunan korunması ge­ rekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili hizmetleri yürüten, Kültür bakanlı­ ğına bağlı genel müdürlük. 1951'de 5805 sayılı yasa’yla Gayrimenkul eski eserler ve anıtlar yüksek kurulu adıyla kuruldu. 1983'te 2863 sayılı Kültür ve ta­ biat varlıklarını koruma kanunu ile adı Ta­ şınmaz kültür ve tabiat varlıkları yüksek kurulu oldu; 1987'de 3386 sayılı yasa’yla bu kurul, bakanlığa bağlı Kültür ve tabiat varlıklarını koruma yüksek kuruldna dö­ nüştü. 1989'da 379 sayılı KHK ile 'Taşın­ maz kültür ve tabiat varlıklarını koruma genel müdürlüğü” adını aldı. Görev ve yetkileri şunlardır: korunması gerekli ta­ şınmaz kültür ve tabiat varlıklarının ko­ runması ve restorasyonuyla ilgili işlerde uygulanacak İlkeleri belirlemek; bölge koruma kurulları arasında koordinasyonu sağlamak; uygulamada doğan genel so­ runları değerlendirerek görüş vermek su­ retiyle bakanlığa yardımcı olmak; gerekil görülen yerlerde kültür ve tabiat varlıkla­ rını koruma kurulları İle büro müdürlükleri kurulmasını bakaplık makamına öner­ mek, bunların İdare ve İhtisas işlerini dü­ zenlemek ve yürütmek. Kültür ve tabiat varlıklarını koruma bölge kurulları ve il büro müdürlükleri ise, bakanlıkça tespit edilen korunması gerekli kültür ve tabiat varlıklarının tescilini yapmak; korunması gerekli kültür varlıklarının gruplandırılma­ sın! gerçekleştirmek; sit alanlarının tesci­ linden itibaren bir ay içinde geçiş döne­ mi yapı şartlarını belirlemek; koruma amaçlı imar planları ile bunların her türlü değişikliklerini inceleyip onamak; korun­ ması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının koruma alanlarının tespitini yapmakla görevli ve yetkilidir. TA ŞIR M A a. Taşırmak eylemi. TA Ş IR M A K - TAŞMAK. TA Ş IS IR A N a. Eski Dünya’da tatlısularda yaşayan, uzunca bedenli, ağzı yakının­ da 3-5 bıyık bulunan bazı kemiklibalıkların ortak adı. (Taşısırangiller familyası.) —ANSİKL. Taşısıranlar bıyıkları aracılığıy­ la avlarını (larvalar ve su kurtları) bulurlar­ sa da yosunları ve bitki döküntülerini de yerler. Yalnızca solungaçlarıyla değil, çok sayıda damarla donanan bağırsaklarının mukozasıyla da soluyabilirler: su kirlenip oksijeni azalınca yüzeye çıkarak hava yu­ tarlar. Balçık yiyen adıyla da bilinen göl taşısıranının (Misgurnus fossilis; boyu 30 cm’ye kadar) on tane bıyığı vardır ve yan­ larında ikişer koyu renkli şerit bulunur; ge­ cecidir, durgun suları sever. Irmak taşısıranı ya da taşbalığını (Cobitis taenia; bo­ yu 10 cm’yi bulur) altı bıyığı ve gözünün üstünde bir dikeni vardır; daha çok kum­ lu diplerde bulunur. Dere kayası adıyla da bilinen asıl taşısıranın (Nemactıeilus barbatulus; boyu 12 cm) da altı bıyığı vardır, ama başı yandan yassıdır ve rengi ırmak taşısıranından daha koyudur; en yaygın türdür ve alabalığın bulunduğu her yer­ de, özellikle de dağ göllerinde yaşar. Bir­ çok egzotik taşısıran türü (özellikle de Ma­ lezya’da yaşayanlar) akvaryumseverlerce yetiştirilmektedir. T A Ş IS IR A N G İLLER a. Avrasya'da ya­ şayan, uzunca ve silindirimsi bedenli, ağız çevresinde bıyıklan bulunan tatlısu kemiklibalıklan familyası. (Selsularından durgun gölcüklere kadar bütün tatlısularda bulu­



nurlar; bazı Asya türleri akvaryumlarda süs balığı olarak yetiştirilir: Acanthophtalmus kuhll gibi.)



11289



TA Ş IT a. Her tür ulaşım aracı: Motorlu taşıtlar. Kara taşıtları. Deniz taşıttan. —Din. Hinduculuk, buddhacılık ve caynacılıkta, tanrıların kullandığı ulaşım aracı. (Her taşıt [vahana] genellikle bir tanrıya özgüdür.) || Büyük taşıt, buddhacı mahayana geleneğinin öteki adı. || Küçük taşıt, buddhacı hinayana geleneğinin öteki adı. —Uz. havc. Uzay taşıtı, özellikle faydalı bir yükü taşımada kullanılan uzay aracı. Tfcşıt m ü zes i, İstanbul'da, Kadıköy semtinde İETT’ye bağlı olarak kurulan açık hava müzesi (1966). Burada, Istan-, bul’da çeşitli dönemlerde çalışan tramvay­ lardan örnekler, içlerinde biletçi, sürücü ve yolcuları temsil eden mankenlerle birlikte sergilenmektedir. TAŞITAN sıf. Taşımak eylemini yaptıran. — Denize Belirli malları bir limandan di­ ğerine taşıtmak için bir geminin tümünü ya da bir bölümünü kiralayan kimse. (GE­ Mİ KİRACISI da denir.) T A Ş IT M A K - TAŞIMAK. TAŞIYAN a. Deniz huk. Navlun sözleş­ mesinde taşımayı taahhüt eden kişi. —ANSİKL. Deniz huk. Her tür navlun söz­ leşmesinde taşıyan geminin denize, yola ve yüke elverişli bir durumda bulunması­ nı sağlamakla yükümlüdür (Türk tic. k. md. 1019). Malların yükletilmesi, istifi, el­ den geçirilmesi ve boşaltılmasında taşıya­ nın özen göstermesi gerekir. Malın teslim alınmasından teslim edilmesine kadar ge­ çen süre içindeki hasardan kural olarak taşıyan sorumludur. T A Ş IY IC I sıf. Bir şeyin ağırlığını çeken, o şeyi taşıyan bir aygıt, bir düzenek için kullanılır. —Aktar. Taşıyıcı köprü, koşutyüzlü bir et­ ki alanı olan ve ayak ya da kazıklarla taşı­ nan yatay bir yapıdan oluşan kaldırma ay­ gıtı; üzerinde bir kaldırma aygıtının hare­ ket ettiği bu yapı raylar üzerinde gidip ge­ lir. (Eşanl. PORTİK.) [Bk. ansikl. böl.] || Ta­ şıyıcı yarım köprü, köprülü kren İle taşıyı­ cı köprü arasında yer alan ve koşutyüzlü bir etki alanı olan kaldırma aygıtı. (Tek bir ayak üzerinde taşınan bu aygıtın yerde bir tek rayı vardır; ikinci ray ise bir yapıya tes­ pit edilmiştir.) [Eşanl. YARIM PORTİK.] —Biyol. Taşıyıcı hücre, süngerlerde bir spermatozoidin girip halka ile kamçısını kaybettikten sonra kistleştiği sindirim hüc­ resi. (Ovosit olgunlaşınca, taşıyıcı hücre ona yanaşır ve kistleşmiş spermatozoidini ona sokar [dolaylı döllenme].) — Böcbil. Taşıyıcı böcek, kendisi zarar görmeden bünyesinde barındırdığı has­ talık yapıcı bakteri ya da virüsleri insanla­ ra, hayvanlara ya da bitkilere bulaştırabilen böcek. —Dy. Taşıyıcı dingil, bir lokomotifte devin­ d im dingilin tersine yükün bir bölümü­ nü taşıyan ve önde bulunduğunda taşıtı yönlendirmeye yarayan dingil (kılavuz din­ gil). || Taşıyıcı kablo, cer akımını dağıtan katener askılı bir havai hatta pandüller yar­ dımıyla temas tellerini taşıyan kablo. || Ta­ şıyıcı tekerlek, devindirici tekerlekin ter­ sine yükün bir bölümünü taşıyan teker­ lek. —Gökbil. Taşıyıcı daire gezegenlerin kar­ maşık görünür hareketini açıklamak için Antikçağ gökbilimcileri tarafından var ol­ duğu düşünülen daire. (Bk. ansikl. böl.) —İnş. Taşıyıcı duvarlar, tonozların, döşe­ melerin ve çatı iskeletinin üzerine dayan­ dığı duvarlar. - Öpt. Taşıyıcı lam, üzerine mikroskopta incelenecek cismin yerleştirildiği lam. —Tarım mak. Taşıyıcı lama, bir kesme ki­ rişinin başlıca elemanlarını taşıyan, dik­ dörtgen kesitli, yamuk biçiminde çelik par—Telekom. Taşıyıcı akımla iletim, bir yol­ da, bir ya da birçok sinüzoidal taşıyıcı salınımın, bir ya da birçok kipleyici işaretle



(Nmcheüus bartOulus)



Manutention Teleflex



paletli (solda) ve merdaneli taşıyıcı (Paris-Austerlitz garındaki ayırma merkezi)



kiplenme sonucunun iletimi. (Bu, “ frekans çoğullamalı iletim' adı verilen iletim türü­ nün, başlangıçtaki en yalın biçimidir ve iki telli devreler, eşeksenli devreler, yüksek gerilimli enerji devreleri gibi metal devre



taşıyıcı yarım köprü



lere ya da radyoelektriksel devrelere ol­ duğu kadar, telefon, telgraf, uzaktan ku­ manda vb. işaretlerine de uygulanabilir.) || Taşıyıcı bileşen, kiplenmiş bir salınım ya da bir dalga da, frekansı, sinüzoidal taşı­



taşıyıcı köprü



Peiner



—Foto. Bir projektöre, bir baskı makine­ yıcının kipleme öncesindeki frdkansına sine ya da bir büyütece bir fototip yerleş­ eşit tayt bileşeni. tirmeyi sağlayan düzenek. ♦ a. 1. Taşıma işini yapan aygıt ya da —Geom. Göz önüne alınan doğru parça­ düzenek. —2. işi yük taşımak olan kim­ sını ya da yarıdoğruyu içeren doğru. || Bir se; hamal. afin uzayın, parametrelenmiş bir yayın ya —Aktar. Havai ya da kablolu taşıyıcı, yük da bir devingenin yörüngesinin görüntü­ kasalarının asıldığı bir ya da iki kablo ile sü olan, verilen noktalardan oluşmuş bir uzun mesafelere malzeme taşımaya yara­ kümeyi içeren eğrisi. || Bir afin uzayın, pa­ şman taşıyıcı. || Merdaneli taşıyıcı, metal bir rametrelenmiş bir yüzeyin görüntüsünü iskelet üzerine uygun aralıklarla yerleşti­ içeren yüzeyi. rilmiş, küçük çaplı silindirlerden oluşan ay­ —Metalürj. Döndürmek kalıplama işlemin­ gıt; kendi eksenleri çevresinde hareket de döndürülerek kalıplanacak bir levha­ edebilen bu silindirler bir yuvarlanma yo­ ya destek görevi yapan gabari. || Döner lu meydana getirir ve yükler bu yol üze­ çark. rinde ya elle, ya mekanik olarak ya da çe­ —Sil. Muylu taşıyıcı, bir top kundağının, kim yoluyla taşınır. || Paletli taşıyıcı, bir ya muyluları taşıyan iki yan parçasından her da birkaç sonsuz zincir üzerine aralıklı, bi­ biri. (Eskiden ağaçtan yapılan muylu ta­ tişik, hatta ızgara halinde ağaç ya da me­ şıyıcıları günümüzde çelik saçtandır.) |{ tal latalar yerleştirilerek oluşturulan taşıyı­ MZırhlı personel taşıyıcı (Z.PT.), motorlu ve cı. || Pnömatik taşıyıcı, küçük kolilerin ya mekanize piyade birlikleri tarafından kul­ da tozsu maddelerin basınçlı havayla ak­ lanılan tekerlekli ya da tırtıllı zırhlı araç. (Bk. tarıldığı boru. || Rakletli taşıyıcı, devindiriansikl. böl.) ci bir kasnakla çalıştırılan, bir ya da daha —Sirk. Görevi partönerini taşımak olan at­ çok sonsuz zincirden oluşan taşıyıcı; bu let. (Taşıyıcı, partönerini tutarak kaldırır, ak­ zincirlere sabit bir oluğun çeperlerine tam robatın üzerine çıktığı sırığı taşır ya da olarak oturan metal levhalar takılır ve bu ayaklarıyla bir jimnastik aletine tutunarak levhalar oluk içindeki malzemeyi sürükler. trapezde gösteriler yapan trapezciyi tutar || Sarsmalı ya da titreşimli taşıyıcı, üzerin­ ya da fırlatır.) deki yükleri, önce ileriye doğru yaptığı ya­ —Tekst. Temel maddesi polyester olan vaş bir hareketle sürükleyerek, ardından tekstil maddelerini boyamada, boyarmadhızlı bir geri çekilme hareketiyle onların al­ delerin elyaf içinde yayılma hızlarını artır­ tından kayarak ilerleten almaşık hareketli mak için kullanılan ürün. (Bk. ansikl. böl.) düzenek. || Tekercikli taşıyıcı, üzerinde te­ —Telekom. Ayırtedici bir özelliği, örneğin kercikler bulunan yatay miller ve bunları genliği ya da frekansı, bir modülasyonla bir işaretin ya da bir başka salınımın de­ ğişimlerini izlemeye zorlanmış çoğu kez si­ nüzoidal, salınım ya da dalga. —Tıp. Bulaşıcı hastalık etkenini taşımaya, başka yere aktarmaya yarayan her türlü madde ya da nesne. || Açık ya da gizli bu­ laşıcı bir hastalığa yakalandıktan sonra, bu hastalığın mikroplarını taşımakta olan kişiye denir. (Bulaşıcı hastalığın nekahet döneminde bulunan ya da görünürde ta­ mamen sağlıklı olan kişiler sözkonusu ola­ bilir: bunlara sağlıklı taşıyıcılar denir. Bun­ lar en tehlikeli taşıyıcılardır, çünkü belirti­ lerini göstermedikleri bir hastalığı yaymak­ tadırlar.) [Eşanl. PORTÖR.] —Topol. Bir E topolojik uzayı üzerinde ta­ nımlı ve sürekli bir / sayısal fonksiyonu için, E nin f( x ) /0 olan x noktalarının kümesi­ nin yapışması. || Bir E topolojik uzayından bir başka uzay içine bir / uygulaması için, E nin  parçası, öyle ki A, / nin tanım böl­ gesidir. (Az kullanılır.) —ANSİKL. Aktar. Bir palanga, arabalar taşıyan bir yapıdan (ayaklarla taşınan çer­ üzerinde taşınan bir çıkrık ya da bir vinç çeveler) oluşan aktarma aygıtı. (Bu aygıtlar olabilen ana kaldırma makinesinden baş­ karton, kasa, paket, bidon gibi yeterince rijit ka, taşıyıcı bir köprüde monoraylar, bant­ malları yatay ya da hafif eğik düzlemde ta­ lı ya da kovalı konveyörler de bulunabilir. şımaya olanak verir Tekercikli taşıyıcılar me­ Genellikle binaların içinde kullanılan köp­ kanik olabilir; mekanik olmadığında yükler rülü krenlerin tersine, taşıyıcı köprüler dı­ ya çekim ya da dışardan, genellikle elle uy­ şarıda kullanılır. Uçlarında, kolayca 100 gulanan bir itme kuvvetinin etkisiyle akta­ -150 m'ye ulaşan kaldırma yüksekliğini ar­ rılır.) || Vidalı ya da helisel taşıyıcı; içinde satırmaya olanak veren desteksiz bir uzantı rımlı ya da paletli sonsuz bir vidanın dön­ ya da “ ön mahmuz"bulunur. Taşıyıcı köp­ düğü sac bir oluktan meydana gelen taşı­ rüler kömür, kimyasal ürünler, demir ve yıcı; vidanın dönmesi malzemelerin oluk saclar, inşaat ya da bayındırlık malzeme­ içinde sürüklenmesini sağlar. leri, odun vb. gibi çok çeşitli malzemeyi —Asalbil. Mekanik taşıyıcı, bir asalağı, o depo ya da ambarlara aktarmada kulla­ asalak kendi bünyesinde değişiklik geçir­ nılır. Birçok liman, buralardaki malzeme­ meksizin başka konağa aktaran arakonak. leri aktarmak için özel olarak tasarlanmış —Ask. Köprü inşasına destek oluşturan konteynerli taşıyıcı köprülerle donatılmış­ yüzer ya da sabit eleman. (Köprü daya­ tır. nakları sabit taşıyıcılardır; gemiler, şişme —Gökbil. Eskiler’in dünya sistemi, evre­ botlar birer yüzer taşıyıcıdır.) nin merkezinde yer alan ve her türlü tar­ —Ask. denize. Dalgıç taşıyıcı, dalgıçları tışmaya kapalı olan bir hareketsiz Yer inan­ harekât yerlerine taşıyan oenizaltı aracı. cını sürdürmek için düzenlenmiştir. Hiçbir —Bağışıkbil. Bir haptenle birleştiğinde mekanik kurama dayanmayan bu sistem onun antijenliğini, yani antikor bireştirme tamamen geometriktir. yeteneğini harekete geçirebilen madde. Gökcisimlerinin Yer’den başlayarak şu —Biyokim. Hidrojen taşıyıcıları, yükseltsıra içinde birbirini izlediği varsayılmıştır: genmiş biçimlerinden indirgenmiş biçim­ Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter lerine ve tersine kolayca geçebilen, ¿öy­ ve Satürn. Hipparkhos*'a göre Güneş, lece hücre solunumunda temel rol oyna­ değişmez bir hızla Yer’e oranla hafifçe dışyan cisimler dizisi. merkezli bir çember çizer; bu da, Güneş' —Elektron. Yük taşıyıcısı, iyon ya da elek­ in görünür hareketlerini açıklamak için he­ men hemen yeterlidir. Ay, Merkür ve Ve­ tron gibi, elektriklenmiş parçacık. (Yarı -iletkenler fiziğinde, elettronlar [eksi yük­ nüs'ün, doğrusal yönde değişmez bir hız­ la ilmik denilen bir daire çizdiği kabul edi­ ler] ve “ delikler” [artı yükler] bu şekilde lir; bu dairenin merkezi de, yine aynı yönbelirtilir.)



TAŞIYICI DAİRE



Yer ile Güneş arasında bulunan gezegen de, bir yıl içinde "taşıyıcı” denilen ikinci bir daire çizer. Bu dairenin M merkezi, her zaman Yer'in Güneş'le birleştiği doğru üzerindedir. Mars, Jüpiter ve Satürn için, gezegen her zaman Yer-Güneş doğrusuna koşut olan yarıçapın ucunda yer aldığından bu ilmik bir yılda çizilir. Böylece bu sistemin yasaları da Güneş’in diğer gezegenler üzerindeki etkisini gösterir. —Sil. Zırhlı personel taşıyıcı. Bu araçlar, en kalabalık zırhlı araç sınıfını oluşturur Te­ mel görevleri tanksavar silahlara karşıdır. Alman yapısı SdKfz 250 ve 251 half -tracklar (yarı tırtıllı) ile amerikan yapısı M 3, üstü açık olmalarına rağmen, bu ti­ pin, tanklara karşı savaşma gücüne sahip ilk araçlarıdır. Günümüzde, tamamen ka­ palı bir kasası, hafif silahlar için yönlendi­ rilebilir atış mazgalları ve bir N.B.C. korun­ ma donanımı bulunan tırtıllı ya da teker­ lekli zırhlı amfibi araçları yeğlenir. Tırtıllı personel taşıyıcılar. 1953 fransız yapısı AMX 13 Z.RT’nin yerini 1973’te, ma­ kineli tüfeklerle donatılmış, 14,21ağırlığın­ daki, 12 kişilik AMX 10 P almıştır. Ameri­ kan yapısı M-113, dünyada en yaygın ola­ rak kullanılan (60 000’den fazla) Z.RT.'dir. Tam tırtıllı, zırhlı, havadan paraşütle atıla­ bilen, suda yüzebilen, hafif ve yüksek ma­ nevra kabiliyeti olan bu personel taşıyıcı Türk silahlı kuvvetleri'nde de kullanılır ve kullanım amaçlarına göre değişik tipleri vardır. 11,51 ağırlığındaki bu araç 13 kişi­ yi taşır ve 302 litre benzin alır. Ingiliz yapı­ sı FV-432 ve İsveç yapısı Hâgglund 302, bu araca çok benzer (zırhı ve özellikle ka­ sasının profili). Alman yapısı Marder (1971), en ağır (28,5 t), rus yapısı BMP76 ve BMD ise, en iyi silah donanımına (73 mm’lik 1 top, 1 ya da 2 makineli tü­ fek tanksavar güdümlü mermiler) sahip tırtıllı personel taşıyıcıdır. • teKsnefttı personel taşıyıcı. Engebeli arazilerde zor manevra yapan bu araçlar, düz yolda biraz daha hızlı ve özellikle ses­ sizdir. Bunların en çok kullanılanı, sovyet yapısı 8 tekerlekli BTR-60’tır (1960; 10,31, 16 kişi, 2 makineli tüfek, 80 km/sa). Fran­ sız yapısı Saviem ve alman yapısı Tpz 1 zırhlı personel taşıyıcıları BTR-60Tn ben­ zerleridir. Hafif çekici bir UNİMOG süs­ pansiyonu ve kasası üzerine monte edil­ miş alman yapısı UR-416 gibi, brezilya ya­ pısı 6 tekerlekli EE-11 Urutu ve İsviçre ya­ pısı Movvag Piranha da çok iyi bir kasa profiline ve engebeli arazide olağanüstü bir manevra kabiliyetine sahiptir. Bu per­ sonel taşıyıcıların en orijinali daha çok bir jeepi andıran (8 kişi, 3,61, 100 km/sa) ve çokişlevli bir keşif aracı olarak kullanılan İsrail yapısı (1978) RAM V2’dir. —Tekst. Polyester elyafının yapısı çok tıkız­ dır ve özellikle susevmez bir niteliği var­ dır. Bu nedenle, bu lifleri boyamada, plas­ tik çözünürler denilen özel boyarmaddelerden yararlanılır. Taşıyıcı olmadan, bu boyarmaddeler elyaf içine, boyama, an­ cak otoklavda, 130 °C civarında, yani bu yapısal tıkızlığa neden olan bağ kuvvet­ lerini azaltmak için oldukça yüksek bir sı­ caklıkta yapıldığında nüfuz eder. Bunun­



la birlikte, tekstil maddesininin içinde pol­ yesterle karışık halde bulunan, ısıya du­ yarlı diğer liflerin (yün, akrilik elyaf) varlı­ ğı, boyama işleminin daha düşük bir sı­ caklıkta, yani en az kaynama sıcaklığının altında yapılmasını gerektirir. Bu durum­ da, bir taşıyıcının, genellikle de fenolsel •bir esterin eklenmesi, bu koşullar içinde elyaf yapısının esnekliğini yeterince artır­ mak ve boyarmaddelerin elyaf içinde ya­ yılmasını hızlandırmak için zorunludur.



ler grubu. (En iyi tanınanı P maddesi ol­ makla birlikte eledoisin ile fizalaeminin de aynı nitelikleri taşıdığı anlaşılmıştır.) Tbşllhunpo ya da B kraşlslhu np o, 1447'de Tsang krallığı'ndaki Çigatse'de Tsong-kha-pa’nın bir ardılı olan Dgedun -dub tarafından kurulan tibet lama manas­ tırı. İlkin “ kızıl” lamacılığın merkeziydi, da­ ha sonra Dge-lugs-pa'ların ("Sarı külahlı­ lar") reform geçirmiş tarikatına bağlı pançen-lamaların merkezi durumuna geldi.



ısveç yapısı Hâgglund Pbv 302 tırtıllı zırhlı personel taşıyıcı (mürettebat: 2+10 kişi; silah donanımı: 20 mm'lik 1 top; ağırlık: 13,51; duz yolda maksimum hız: 66 km/sa)



TAŞİOENEZ ya da TA K İO E N E Z a. (fr tachygenĞse'den). Biyol. Embriyonun ge­ çici organlar ve larva biçimleri geçirme­ den doğrudan doğruya gelişmesine ve­ rilen ad. TA ŞİK A R D İ a. (fr. tachycardie). Patol. 1. Kalp ritminin dakikada en fazla 90 olan normal atım sayısını aşması. (Bk. ansikl. böl.) —2. Karıncıküstü paroksistik taşikardi. işlevsel taşikardi. (Eşanl. BOUVERET HASTALIĞI.) || Kulakçık taşikardisi. TAKİSİSTOLİ ya da TAŞİSİStOLfnin eşanlamlısı. —ANSİKL. Taşikardinin birçok tipi vardır. 1. SinCıs taşikardisi. Kaynağı sinüs olan ve dakikada 100 atımı aşan bir taşikardidir. Fizyolojik olabildiği gibi (çaba, hareket, Rheinm etall heyecan, gebelik) yapısal da olabilir ve her bakımdan sağlıklı, ama şinirli ya da TAŞİR a. (ar. toşer’den ta’şıı). Esk. 1. Bir heyecanlı kişilerde, dinlenme halinde bi­ sayıyı ona çıkarma. —2. Ona bölme. —3. le görülebilir. Kalp hastalıklarında, bir ye­ Onda birini alma. tersizliğin ortaya çıkacağına işaret olarak belirebilir. Nihayet tamamen kalp dışı bir T A Ş K A L E , Karaman'ın merkez ilçesi hastalıkta (hipertiroidi, kansızlık) ve ateşli Yeşildere bucağına bağlı belde; 2 690 durumda da görülebilir. nüf. (1990). Belediye. 2. işlevsel taşikardi. Paroksistik bir taşikar­ T if-K a r ik a tü r , Semih Balcıoğlu ile İl­ didir Karıncıküstü paroksistik taşikardi ya han Selçuk tarafından İstanbul’da çıkarı­ da Bouveret hastalığı, bir reantre devresi lan (1959) haftalık mizah dergisi. 28 sayı yaratan karşılıklı ritimden ileri gelir. Bu dev­ yayımlanabilen derginin yazar ve çizer re kulakçık-karıncık düğümünün içinde kadrosunda Altan Erbulak, Ferit Öngören, bulunabildiği gibi, anatomik yedek bir yol Turhan Selçuk, Mim Uykusuz (Mustafa da izleyebilir (Kent demeti, Mahaim ya da James lifleri). Taşikardi nöbeti birdenbire başlar, yan­ kıları çok çeşitlidir: çarpıntı, bazen ileri de­ recede heyecanla birlikte fenalık duygu­ su, hatta anjini andıran göğüs ağrıları. Nö­ betin süresi birkaç dakikadan birkaç sa­ ate kadar değişebilir. Bitimi anidir ve ço­ ğunlukla buna bir fazla işeme krizi eşlik eder. Tedavi, nöbetin ağırlığına göre, vagus üzerine yapılan basit manevralardan elektrik şokuna kadar değişik yöntemle­ re dayanır. 3. Karıncık taşikardisi. Her an, öldürücü olabilen bir kulakçık fibrilasyonuna dönü­ şebilir. Genellikle önceden hasta olan bir kalpte baş gösterdiğine bakılırsa miyokart enfarktüsü, süreğen koroner yetersizliği, ağır kalp yetersizliği olan hastaların buna dayanması çoğunlukla zordur. Nöbetlerin, Eremektar), Aziz Nesin, Çetin Altan, Or­ hastane içinde tedavisinde damar içine han Kemal, Haldun Taner vb. bulunuyor­ aritmiyi önleyici ilaçlar şırınga edilmesine ya da elektrik şokuna başvurulur. Önleyi­ du. ci tedavi ise, ağız yolu ile sürekli aritmi ön­ B T A Ş K E N T , Özbekistan'ın başkenti; 2 leyici ilaçlar verilmesine dayanır. 073 000 nüf. (1989). Taşkent, Orta As­ ya’nın en büyük iktisadi, siyasal ve kültü­ T A Ş İK İN İN ya da T A R İK İN İN a (fr. rel merkezlerinden biri, nüfus açısından tachykinine). Nörobiyol. Bazı nöronlarda Özbekistan’ın en büyük kentidir. bulunan, on bir aminoasit içeren ve ba­ Tien Şan'ın K.-B. ucunda. Çirçik kıyısın­ ğırsak kasılmalarını hızlandırma özellikle­ da bulunan Taşkent vahası, strateji ve tiriyle tanınan polipeptit yapısında madde­



alman yapısı Marder SPz tırtıllı zırhlı personel taşıyıcı (mürettebat: 3+7 kişi; silah donanımı: 20 mm'lik 1 top; 7,62 mm’lik 2 makineli tüfek; ağırlık: 28,51; düz yolda maksimum hız: 75 km/sa [ileri ve geri yol])



fransız yapısı Saviem 4 x4 tekerlekli zırhlı personel taşıvıcı (mürettebat: 2+10 kişi; silah donanımı: 7,62 mm’lik makineli tüfek; ağırlık: 111; düz yolda maksimum hız: 92 km/sa)



Taşkent oaret açısından önemli yolların girişlerine egemen bir konumdadır Sir Derya yoluyla ulaşılabilen kent, Türksib’in (Türkistan -Sibirya demiryolu) tamamlanmasından (1931) bu yana Orta Asya'nın başlıca de­ miryolu kavşağıdır Sir Derya'nın sağ kıyı­ sında gerçekleştirilen sulama çalışmaları sayesinde iyice genişleyen zengin vaha­ nın ortasındaki Taşkent, gelişmekte olan sanayi ve madencilik merkezlerine (Angren, Almalık, Çirçik) yakındır. Özbekistan' ın donanım gereksinimini karşılamak için, kente, makine fabrikalan (tarım makineleri, iplik ve dokuma tezgâhları), tekstil ve kim­ ya sanayileri, konserve fabrikaları (besin maddeleri) yapıldı. Yönetim, kültür ve bi­ lim için gerekli bütün büyük kurumlan ve bir anakente özgü bütün üçüncü kesim kurumlarını bünyesinde toplayan Taşkent' in etkisi bütün Orta Asya’ya yayılır. Çok önemli kentçilik çalışmaları, eski sömür­ ge kentinin ikili yapısını değiştirmiştir; 1966 depremi sırasında bir bölümü yıkı­ lan kent yeniden yapılmıştır.



11292



.enars



Taşkent Ahunbabayev meydanı ve Kubetdaş medresesi (XVI. yy. ortası)



—Tar. Taşkent, toprağa yerleşik toplum­ la bozkırın sınırında yer alan, Akdeniz'i Çin'e bağlayan büyük ticaret yolu (İpek yolu) üstünde, Orta Asya'nın en eski kentlerinden biridir. Adı ilk kez, I.Ö. II. yy. çin kroniklerinde geçer. Kent, V.-VIII. yy, arasında Şaş adıyla, XI. yy.'da da bugünkü Taşkent adıyla anıldı. Taşkent, Samaniler’in (IX.-X. yy.) ve Karahıtaylar'ın (XII.-XIII. yy.) eline geçti; XV. yy.'da Timuroğulları döneminde gelişti. XIX. yy.'da Kokand Hanlığı'na bağlandı ve Türkistan'ın başlıca ticaret kenti oldu 1865 yılında Ruslar tarafından işgal ediien Taşkent, 1918 yılına kadar Türkistan genel valiliğinin merkeziydi. 1918’de Öz­ bekistan ÖSSC'nin başkenti haline geti­ rildi. 1924 yılında yerini Semerkand al­ dıysa da, 1939 yılında yeniden başkent oldu. —Güz. sant. Sık sık deprem geçiren Taşkent'te, dikkati çeken anıtlar arasın­ da, XV.-XVI. yy.'lardan Barakhan (Orta Asya ve Kazakistan İslam merkezi) ve Kubeldaş medreseleri ile Zeynettinbaba ve Yunushan türbeleri belirtilebilir. Ali Şir Nevai opera, bale ve tiyatro binası, Gü­ zel sanatlar sarayı ve Novay halk kütüp­ hanesi de ilgi çekici yapılardır. T A Ş K E N T , İç Anadolu bölgesinde Konya iline bağlı ilçe; 29 750 nuf. (1990); 9 köy. Merkezi Taşkent, 8 767 nüf. (1990). T A Ş K E N T (Kâzım), türk işadamı ve bankacı (Preveze 1894 - İstanbul 1991). ilk ve ortaöğrenimini babasıyla birlikte dolaştığı çeşitli yerlerde yaptı. 1912 yılın­ da İstanbul'a gelerek Mühendis mektebi'ne girdi. Birinci Dünya savaşı başla­ yınca (1914) askere alınarak Çanakkale ve Kafkasya cephelerine gönderildi. Sa­ vaş bittikten sonra Almanya’ya giderek



kimya yüksek mühendisliği öğrenimi gör­ dü, 1925'te Türkiye’ye döndü, Alpullu Şe­ ker fabrikası'nın kuruluş ve işletmesinde 3 yıl çalıştı. İstanbul Bölge sanayi müdür­ lüğüne, Zonguldak Kömür madenleri ge­ nel müdür yardımcılığına atandı (1930). 1933’te Eskişehir, 1934'te Turhal şeker fabrikalarının kuruluşlarında genel müdür olarak görev aldı. Türkiye Şeker fabrika­ ları aş'ye genel müdür olarak atandı. 1944’te, özel kesime geçti; aynı yıl, önce Doğan sigorta’yı, daha sonra Yapı ve kre­ di bankası’nı kurdu. Türk bankacılığının gelişmesine önemli katkıları oldu. 1950 -1953 yılları arasında Manisa milletvekilli­ ği yapan Taşkent, 1945’ten başlayarak Doğan kardeş, 1952’den başlayarak da Hayat yayınlarını çıkardı. 1953’te Tifdruk matbaacılık aş'yi kurdu. 1972'de Yapı ve kredi bankası’nda 27 yıl süren yönetim kurulu başkanlığı ve murahhas üyelik gö­ revlerinden ayrıldı. TA ŞKESEN a. Bot. Ilıman bölgelerde yetişen ve porselen görünümünde, çok sert dört parçalı meyveleri olan otsu ya da çalımsı bitki. (Bil. a. lithospermum; hodan­ giller familyası.) TA Ş K IN sıt. 1. Bulunduğu yere sığmayıp taşan bir şey için kullanılır: Taşkın de­ reler. —2. Büyük bir coşkuyla kendini gösteren duygu ya da olağan sayılabile­ cek sınırı aşan, ölçüyü kaçıran davranış için kullanılır; aşırı: Taşkın bir sevinç. Taş­ kın bir davranış. —3. Heyecanını, davra­ nışlarını denetleyemeyen bir insan ya da insan topluluğu için kullanılır: Taşkın ço­ cuklar. Taşkın bir kalabalık. —Med. huk. Taşkın inşaat, başkasının toprağına taşan yapı. (Bk. ansikl. böl.) —Mim. ve inş. Taşkın ayak, üzerine ger­ çek bir sütun ya da gömme ayak yasla­ nan ya da bir takviye kemerine, bir açıta ayak işlevi gören tabansız ve başlıksız bir tür ayak. ♦ a. Su baskını, sel: Taşkın, bu bölge­ de çok can aldı. —Hidrol. Bir akarsuyun küçük yatağı ya­ kınında bulunan arazilerin, doğal bir ka­ barma ya da su düzeyinin rastlantısal ola­ rak aşırı yükselmesi sonucu sular altında kalması; taşan sular. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Hidrol. Dönemsel ya da düzen­ li taşkınların ne zaman olacağı önceden bilinebilir. Ilıman bölgede buzların çözül­ mesi ya da karların erimesi sırasında ve tropikal ya da muson ülkelerinde yağmur mevsiminde gerçekleşirler. Aşırı ölçüde ol­ madıkları sürece, su ve limon taşıdıkların­ dan yararlı olabilirler (Nil). Olağandışı taş­ kınlar ise, sağanak biçiminde uzun süreli ve genel yoğun yağışlardan sonra, özel­ likle eğimin kuvvetli ve arazinin geçirim­ siz olması durumunda ortaya çıkar; sıcak­ lığın aniden yükselmesi sonucu karların birden erimesi de karlı ya da karlı -yağmurlu rejimlerin egemen olduğu hav­ zalarda pek çok taşkına neden olur. Bu iki etkenin birleşmesi ve akarsuyun kolla­ rında aynı zamanda görülen taşmalar bü­ yük felaketlere yol açan taşkınları doğu­ rur (örn, Garonne taşkını). Rejim ne kadar karmaşıksa, taşkın tehlikesi o kadar bü­ yüktür ve taşkın o denli zarar verebilir. Taş­ kın tahmini için, yağış ve sıcaklık gözlem­ lerinin yanı sıra, yukarı çığırın düzey ve debi ölçümlerine dayanılır. (-* AKARSU HİDROLOJİ'Sİ.) • Taşkınlarla mücadele. En iyi çözüm, ka­ baran suların bir bölümünü akarsuların yukarı çığırında biriktirip bunları debinin daha zayıf olduğu zamanlarda boşaltabi­ lecek barajların yapılmasıdır. Ancak bü­ yük kapasiteli olmaları gerektiğinden, bu türlü barajlar çok pahalıya mai olur. Bu ba­ kımdan bu yola pek az başvurulur. Rhin ve Loire'da olduğu gibi boyuna şeddeler yapımı etkin bir koruma sağlayabilir, an­ cak bu şeddelerin yıkılması, Po ovasında olduğu gibi çok büyük felaketlere yol aça­ bileceğinden, sürekli denetim ve bakım altında tutulmaları gerekir. Derivasyon ka­ nalları da pek etkili olmayan geçici önlem­



lerdir. Havzanın eğimli üst arazilerinin ağaçlandırılması ve çimlenmesi uzun dö­ nemde etkili iyi bir savunma yöntemidir. Taşkına uğrayabilen bölgelerin belli kural­ lara göre kullanılması, özellikle büyük ya­ takta yapı ya da engel inşasının yasaklan­ ması, taşkınların zararlarının önemini azal­ tabilecek önlemlerdir. Bu tür önlemler alınamıyorsa, akarsu çevresinde oturan in­ sanlar taşkın olasılığına karşı uyarılmalı ve kendilerine taşkının olası düzeyi bildirilme­ lidir; böylece, taşkının yol açabileceği za­ rarlar için önlem almaları sağlanır. Türki­ ye'de bu görevle yükümlü olan kuruluş Devlet su işleri genel müdürlüğüdür. —Med. huk. Taşkın inşaatla ilgili yasal dü­ zenleme, taşınmaz mülkiyetine ilişkin ge­ nel bir yasa kuralının istisnasıdır. Genel il­ keye göre taşınmaz mülkiyeti, bu taşınmaz üzerinde yapılan ve dikilen şeyleri ve kay­ nakları da kapsar. Toprak kime aitse, üze­ rindeki şeyler de onun olur. Ana kural budur (Türk med. k. md. 644). Yasa başka­ sının toprağına taşan yapıyla ilgili olarak bu kurala bir istisna getirmiştir. Komşu top­ rağa taşan yapı, bunları yapan kimsenin o toprak üzerinde bir ayni hakkı varsa, o kimsenin kendi toprağının bütünleyici par­ çası olur. Taşmadan zarar gören toprağın sahibi, durumu öğrendiği tarihten başla­ yarak on beş gün içinde, buna itiraz et­ memişse, yapıyı yaptıran kişi, uygun bir tazminat vermek koşuluyla, yapının taştı­ ğı yer üzerinde kendisine ayni bir hak ve­ rilmesini veya o yerin mülkiyetinin kendi­ sine devredilmesini isteyebilir. Ancak bu­ nun için yapıyı yaptıranın iyi niyetli ve du­ rumun elverişli olması gerekir (Türk med. k. md. 651). T A Ş K IN (Mümtaz Zeki), türk şair (Ça­ nakkale 1915). Ankara Üniversitesi hukuk fakültesi’ndeki öğrenimini yarıda bıraktı (1936). Emniyet genel müdürlüğü'nde memur (1941-1948), Ankara'daki Küçük ti­ yatroda müdür (1949-1965), İstanbul Şe­ hir tiyatroları'nda basın danışmanı (1965 -1971) oldu; ansiklopedi ve yayınevlerinde çalıştı. Mustafa Niyazi ile birlikte çıkar­ dığı Ailo allo (1934), Köy melodileri (1936) gibi şiir kitaplarında dadacılardan esinlen­ miş, biçim yeniliklerine yönelmiş, o güne dek şiire girmemiş konuları işlemeye gi­ rişmişti. Sonraki yıllarda çalışmalarını ço­ cuk tiyatrosu, masallar üzerinde yoğunlaş­ tırdı: Mavi boncuk (1936), Açlım çocuklar koysun (1952), Oyuncakçı dede (1955) vd. TA Ş K IN C A sıt. Taşkınlık gösteren; taş­ kın bir kimseye özgü: Taşkınca bir neşe, bir davranış. ♦ be. Taşkın bir kimseye yakışır biçim­ de: Taşkınca davranmak. TA Ş K IN LIK a. 1. Taşkın olma durumu. —2. Olağan sayılabilecek ölçüyü ya da uygun görülen sınırı aşan davranış: Öğ­ renciler sınıfta taşkınlık ediyorlardı. —ANSİKL. Ruhbil. Taşkınlık, marazi bir coşkudur. Sakin düşünmenin zıttıdır ve zi­ hinsel yönden ana özelliği fikirlerin yığışması ve aralarında ciddi mantıksal bağ­ ların var olmasıdır. Hayal gücü taşkınlık durumunda ağır basar ve bu durumdaki kişi zor ve önemli işler yapabilir; ancak, kişiyi eyleme geçiren dürtü, çoğunlukla geçicidir. Taşkınlık müzmin duruma gelir­ se patolojik bir niteliğe bürünür. Taş k ııtp a ş a c a m is i v e m ed rese si, Ürgüp'ün Taşkınpaşa (esk. Damse) kö­ yünde Karamanoğulları döneminden ya­ pılar (XIV. yy. ortaları). Dikdörtgen planlı caminin ana mekânı üç sahınlıdır; mihrap önü kubbe, öteki bölümler beşik tonoz ör­ tülüdür Zengin bezemeli taçkapının dilimli dış kemeri geometrik ve mukarnas bordürlüdür. Ceviz ağacından yapılmış ve çe­ şitli tekniklerde süslenmiş, ince ve üstün işçilikteki mihrap ve minber Ankara Etno­ grafya müzesi'nde korunmaktadır. Döne­ min başyapıtlarından biri olan mihrap dış­ tan iki sıra nesih yazıyla çevrelenmiştir. Dıştan sivri, içten dilimli kemerli mihrap ni­ şi de yazı frizleri, rumiler, madalyonlar,



yanlarda sütunçelerle bezenmiştir. Taçkapının sağında Yaz camisi adıyla da anı­ lan, dikdörtgen planlı mescit yer alır. Ca­ miden uzakta bulunan ve uzun bir hole açılan değişik büyüklükte odalardan mey­ dana gelen medresenin (saray olduğuna ilişkin görüşler de vardır) üst yapısı çök­ müştür. Yapının taçkapısında geometrik ve bitkisel motifler ustaca bir uyum için­ de kullanılmıştır. Caminin avlusunda iki türbe bulunmaktadır. Bunlardan biri kare kaideli, sekizgen gövdelidir, içten kubbe, dıştan piramit çatılıdır; dış cepheler geo­ metrik motifli panolara ayrılmıştır. Avlunun K.’indeki altıgen planlı türbede, ilyas Bey, Hızır Bey ve Haşan adlı kişilerin yazıtlı, mermer sandukaları vardır. TA Ş K IR A N a. 1. Kaya ya da taşları kır­ maya yarayan metal kütle. —2. Demiryo­ lu balastının yapıldığı kaya parçalarını iri taneler halinde kırmakta kullanılan özel makine. TA Ş K IR A N a. Çoğu Kuzey yarıküre'nin ılıman ve soğuk bölgelerinde yetişen, he­ men hepsi çokyıllık, 300 kadar otsu bitki türünün cins adı. (Tek tek ya da salkım ya da şemsiye biçiminde toplu çiçekleri be­ yaz, sarı, ender olarak pembe ya da efla­ tundur; çanağı boruludur, serbest 5 taçyaprağı, 10 erkekorganı vardır; yumurta­ lığı iki tepeciklidir; meyvesi iki gözlü bir kapçıktır.) [Bil. a. saxífraga; taşkırangiller familyasının örnek tipi.] T A Ş K IR A N , Artvin'in Yusufeli ilçesine bağlı Sarıgöl bucağının merkezi; 963 nüf. (1990). T A Ş K IR A N (Nurullah Şevket), türk ba­ riton (İstanbul 1900 - Ankara 1952). İstan­ bul Öğretmen okulu'nu bitirdikten sonra hükümet tarafından Berlin'e gönderildi (1928). Stern konservatuvarı ve Paul Graner okulu opera bölümü’nde öğrenim gördü. Ayrıca Berlin radyosu'nda solist olarak çalıştı. Daha sonra bir süre İtalya’ da kaldı. 1934’ten başlayarak Ankara Devlet konservatuvarı'nda öğretmenlik yaptı. Özsoy, Fidelio, Satılmış nişanlı, Tos­ ca vb. operaların bariton partilerini yorum­ ladı. Yine aynı yıllarda Ulvi Cemal Erkin, Tahsin Banguoğlu, Cevat Memduh Altar, Ferit Alnar vb. ile birlikte halk ezgilerini derleme gezilerine katıldı. TA Ş K IR A N G İLLER a. Genellikle erdişi, ayrıtaçyapraklı, normal olarak 5 ’li tipte çiçekli, erkekorganları taçyaprak sayısı ka­ dar ya da iki katı olan, diğer parçalara az ya da çok bitişik üst yumurtalıklı ve iki meyveyapraklı bir meyvesi bulunan ağaç­ lar, ağaççıklar ve otsu bitkiler familyası. (Belli başlı cinsleri: saxífraga [taşkıran], astilbe, bergenia, hydrangea, escallonia, ribes, seringa, deutzia. Bil. a. saxifragaceae.) T a şk ıç la . İstanbul'da Abdülaziz döne­ minde, Taksim’deki Topçu numune alayı kışlası (bugün Taksim gezisi) yakınında yaptırılan kışla (1859/1860). 1943'te çok yı­ kık bir durumda Yüksek mühendis mektebi'ne teslim edildi. 1943-1950 arasında Paul Bonatz ve Emin Onat tarafından gör­ kemi ve mimari özelliklerine bağlı kalına­ rak onarıldı ve İTÜ'ye tahsis edildi (Mimar­ lık ve inşaat fakülteleri ile rektörlük bu­ raya yerleşti). Yapı, Gayrimenkul eski eser­ ler ve anıtlar yüksek kurulu’nun 14.5.1983 tarih ve 14947 sayılı kararıyla "aynen korunacak’ ’ birinci sınıf tarihsel anıt ola­ rak tescil edildi. Ne var ki, Taşınmaz kül­ tür ve tabiat varlıkları yüksek kurulu'nun 2.7.1987 tarih ve 3479 sayılı kararıyla, Taşkışla’nın otele dönüştürülmesi projesi uy­ gun görüldü ve yapı bir inşaat şirketine 49 yıllığına kiralandı. Ancak idare mahkemesi bu konuda yürütmeyi durdurma kararı aldı (1988). Taşkışla'da ITÜ Mi­ marlık fakültesi halen eğitim ve öğretim, işlevini sürdürmektedir. Tfcykızak te rs a n e s i, İstanbul’da (Ha­ liç) kurulu. Deniz kuvvetleri'ne bağlı as­ keri tersane Fatih Sultan Mehmet döne­



minde kuruldu, Selim III zamanında bir dökümhane eklendi, Fransa ve İsviçre' den mühendisler getirtilerek geliştirildi. Osmanlı imparatorluğu'nun başlıca gemi inşa ve onarım merkezi konumuna getiri­ len tersanede dünyanın ilk denizaltı gemi­ sinin montajı yapıldı (1886). Cumhuriyet kurulduktan kısa bir süre sonra tersane­ nin tezgâh ve tesisleri sökülerek Gölcük'e taşındı, tersane binaları ise Seyrüsefain idaresi ile inhisarlar idaresi’ne verildi. 1937'de Almanya'ya ısmarlanması düşü­ nülen dört denizaltı gemisinden ikisinin si­ parişinden vazgeçilerek Taşkızak tersanesi'nde yapılmasına karar verilince tesisler yeniden kuruldu. 1950’de yapılan tevsi ve modernleştirme çalışmalarıyla tesisin ka­ pasitesi artırıldı. Günümüzde denizaltı­ lar, akaryakıt tankerleri ve savaş gemile­ rinin yapım, onarım ve bakımları yapılan tersanenin 2 500 ton kaldırma kapasiteli bir yüzer havuzu vardır. Ayrıca, yapımı 1989 sonbaharında tamamlanan 3 500 ton kaldırma kapasiteli iki yüzer havuz hizmete girmiştir. (T A Ş K IZ IL a. Zool. Asya ve Avrupa'nın büyük bölümünde rastlanan ardıç kuşu. (Göçmendir. Kayalıkları, çıplak dağ ya­ maçlarını sever. Böcekçildir. Bil. a. Montí­ cola saxatilis: karatavukgiller familyası.) [Eşanl. KAYA ARDICI.] TAŞKÖM ÜRLEŞM E a. Yerbil. Fosil bit­ kisel artıkların taşkömürüne dönüşme­ si. TAŞK Ö M Ü R Ü a. Jeolojik zamanlar bo­ yunca bitkilerin dönüşüme uğraması so­ nunda oluşan ve yüksek bir ısıl güç kaza­ nan taşıllaşmış, mineral katı yakıt. (Antra­ sit dışında madenkömürlerinin tümüne "taşkömürü" adı verilir.) [Eşanl. MADENKÖM ÜRÜ.]



—ANSİKL. Taşkömürlerinin sınıflandırılma­ sı. Taşkömürleri, bileşimlerindeki uçucu madde oranları, topaklaşma özellikleri (kok oluşumu) ya da şişme indislerine bağlı olarak çeşitli gruplara ayrılır: 1. yağsız taşkömürleri. Bunlara antrasitli taşkömürleri de denir; bileşimlerinde % 14’e kadar uçucu madde bulunur ve topaklaşmazlar. İriliklerine göre konutlarda ya da sanayide kullanılırlar; 2. az yağlı ya da yarı yağlı taşkömürleri. Uçucu madde oranlan % 12-22 arasın­ da değişir; az da olsa topaklaşma özelli­ ği taşırlar; 3. kısa alevli yağlı taşkömürleri. Uçucu madde oranı % 18-27 arasındadır. Meta­ lürjide kullanılan sert kok, bu kömürlerden elde edilir; 4. yağlı taşkömürleri. Bileşimlerindeki uçu­ cu madde oranı % 24-40 arasında deği­ şir. Daha yumuşak bir kok veren bu tür kö­ mürler damıtıldıklarında çok miktarda gaz açığa çıkarırlar. 5. alevli yağlı taşkömürleri. Bileşimlerinde % 30'un üzerinde uçucu madde bulunan bu kömürler, gevrek bir kok verir, ancak yarı yağlı taşkömürleriyle karıştırıldıkların­ da kaliteli bir kokun elde edilmesini sağ­ larlar; 6. kuru alevli taşkömürleri. Uçucu madde oranları % 34-45 arasında değişen bu kö­ mürler, topaklaşma özelliği taşımazlar. Yağlı taşkömürleri kok” a dönüştürülebildiklerinden en çok tutulan kömürlerdir. Yağsız taşkömürleri konutlarda yakıt ola­ rak kullanılır Alevli taşkömürleri, damıtma* işlemine en elverişli olan kömür türleridir (- > K A R B O N * KİMYASI.)



Yağlı ve alevli yağlı taşkömürlerine Ame­ rika'da "bitüm lü" taşkömür (bituminous coal) denir. • Taşkömürünün çıkarılması -» YATAKLA­ RI İŞLETME* YÖNTEMLERİ, MADEN* OCAK­ LARI. • Dünya üretimi. Ortaçağ’ın sonundan iti­ baren Newcastle bölgesinde çıkarılmaya başlanan taşkömürü, XIX. yy.’ın son yılla­ rından beri büyük ölçekte üretilmektedir 1875’te 250 Mt olan üretim (bunun % 80’i Avrupa’da gerçekleştirilmiştir) 1913’te 1 215 Mt’a yükselmiş (637 Mt’u Avrupa’



da [Rusya dahil], Ş17 Mt'u ABD’de), an­ cak daha sonra 1937’de yeniden 1 137 Mt'a düşmüştür (% 45’i Avrupa’da, % 31'i Kuzey Amerika kıtasında, % 17’si de eski SSCB’de). 1960'tan sonra 2 000 Mt’a yaklaşmış, belli bir duraklamadan sonra petrol, fiyatlarındaki artışa bağlı olarak yeniden yükselmeye başlamıştır (1990'da 3 575 Mt). Yeni yataklar işletmeye açılırken diğer yataklarda üretim ya iyice düşmüş ya da durma noktasına gelmiştir. Gerçekte, maliyet fiyatları da havzadan havzaya değişmektedir: örneğin Avrupa'da bir maden işçisi günde ortalama birkaç ton taşkömürü çıkarırken, bu rakam ABD'de birkaç on tona erişebilmektedir (Midwest'te 50 t). Bu rakamlara ancak açık ocak işletmeciliğinde ulaşılmaktadır. Amerikan üretiminin % 50'si, Rusya'nın üretiminin % 30'u (özellikle Asya’da), Çin üretiminin de önemli bir bölümü bu yolla sağlanmaktadır. Maden ocakları işletme­ ciliğinin en pahalı olanı, galerilerin vadi yamaçlarına açık ocak şeklinde açılması ya da kömürün kuyulardan çıkarılması­ dır. Damarların orta kalınlıkta (1,5-1,8 m), altyatay (Apalaş platosu) ya da hafifçe eğimli (Ruhr, Yorkshire) olması ve aynı zamanda durağan bir yapıda çökelmiş olarak bulunması, maden işletmeciliği açısından en elverişli olanıdır (özellikle faylı yatakların işletilmesi büyük bir özeni gerektirir). Ocak açma yoluyla yapılan iş­ letme yeraltındaki kömürün % 40-60'ının, açık ocak biçiminde yapılan işletme en az % 80’inin kazanılmasını sağlar. Hav­ zaların hepsinden aynı kalitede taşkömü­ rü elde edilemez (kok taşkömürü, buharlı makinelerde kullanılan taşkömürü, kimya sanayisinde kullanılan alevli taşkömürü). Çin ve Hindistan gibi kimi ülkeler dışın­ da, kömür çıkarımında ulaşılan genel bir makineleşme, verimi büyük oranda artırTahsin İstanbullu



Taşkınpaşa camisi’nin avlusundaki türbelerden biri Damse köyü, Ürgüp, Nevşehir



taşkızıl (Montícola saxatilisi [erkek]



Taşkışla İstanbul



taşköm ürü 1 1294



mıştır. Bu bakımdan sanayileşmiş'ülkelerin çoğunda, nitelikli maden işçilerinden sayıca her zaman daha fazla olan nitelik­ siz işçilerin sayısı iyice azalmıştır: 1914’te ABD'de 700 000 olan işçi sayısı 1975'te 200 OOO'e, Büyük Britanya'da 1 100 OOO’den 300 OOO'e düşmüştür. Kuzey Amerika'da, % 4,2'si Kanada’da olmak üzere 897 Mt taşkömürü üretilmektedir, ikinci Dünya savaşı sıra­ sında 635 Mt'a ulaşan ABD üretimi, 50'li yılların başında 375 Mt'a dek düşmüş (demir-çelik ve dışsatım talebinin azal­ ması, demiryollarının dizelleşmesi), an­ cak 1965'ten itibaren yeniden yükselme­ ye başlamıştır (1990'da 859 Mt); o tarih­ ten bu yana da belli bir artış gözlenmek­ tedir (dış talebin artması, termik santrallara yönelme). ABD'de üretilen taşkömürün büyük bölümü, Apalaş platosundan çıkarılır: Pennsylvania ve Ohio sınırında 150 Mt (kok kömürü), Batı Virginia, Kentucky ve Tennessee^ sınırlarında 250 Mt (özellikle alevli taşkömürü), Batıdaki da­ ğınık ve küçük havzalardaki üretim ile Alabama kömür ocaklarının üretimi (Bir­ mingham) giderek ikinci sıraya düşer­ ken, Midwest'ten sağlanan üretim gün­ den güne daha büyük bir önem kazan­ maktadır (özellikle buharlı makinelerde kullanılan taşkömürlerinin elde edildiği büyük ocaklar), ö te yandan Kanada’da Maritlme Provinces’ta üretim İyice azal­ mış, Alberta'da yeni ocaklar açılmaya başlanmıştır. Buna karşılık 1955 yılından bu yana di­ ğer bazı ülkelerde önemli artışlar gözlen­ mektedir: Polonya (97 Mt'dan 145 Mt'a), Avustralya (20 Mt'dan daha azken 160 Mt'a), Güney Afrika Cumhuriyeti (32 Mt’ ,dan 175 Mt'a) ve Hindistan'da (39 Mt'dan 225 Mt'a). Rusya'da üretilen 333 Mttaşkömürünün çoğu Urallar'dan ve Sibirya’ dan, Ukrayna’da üretilen 185 Mt’un büyük kısmı Donbas'tan, Kazakistan'da ise Karaganda bölgesinden elde edilir. Polon­ ya'da üretilen kömürün tamamı Silezya' dan çıkarılır. Avustralya'da dörtte üçü Ye­ ni Güney Galler'den, geri kalanı da Queensland'dan sağlanır. Güney Afrika Cum-



Dünya taşkömürü rezervleri ve üretimi (milyon ton olarak) üretim rezerv



1980



1990



Afrika



62 000



121,1



182,5



Botsvana Güney Afrika Nijer Svaziland Zaire Zimbabve



3 500 55 300 70 1 800 600 700



115,1



174,5



2,8



5.1



710,2 5,2 20,2 4,1 3.1



858,7 6,2 37,8 20,5 6



Amerika



128 000



ABD Brezilya Kanada Kolombiya Meksika Şili



113 000 70 3 800 9 700 1 300 30



Asya



682 000



838,1



1 404,9



Çin Endonezya Hindistan Japonya Kazakistan Türkiye



610 700 1 000 60 500 1 000 8 000 800



620,2



1 066,3



• 114



225,1



35 3,7



33 2.7



Avrupa



155 000 94,5



76,5



28,5 18,1 130,1



23,9 10,5 92,9



193,1 333 185



145,3 322 187



Almanya Bulgaristan Çekoslovakya (esk.) Fransa Ingiltere >. Ispanya Macaristan Polonya Rusya UKrayna



23-900 30 1 900 200 3 300 400 600 28 700 62 000 34 000



Okyanusya



45 000



Avustralya



45 000



72,4



161,8



1 074 930



2 813,3



3 575



Dünya



t



Not. (1) Rezervler için kaynak: Dünya Enerji konferansı (1989). (2) Rezervlerde 1 milyon tondan azı yok sayılmıştır.



.



-



_



huriyeti'nde, toplam üretimin üçte ikisi Transvaal'dan çıkarılır. Çin. kömürünün büyük bölümü, genellikle açık ocak işlet­ meciliğinin uygulandığı Kuzey-Doğu Çin ile Kuzey Çin bölgelerinden elde edilir. Hindistan’ın en büyük taşkömürü yatakla­ rı ise, Damodar vadisinde bulunmaktadır. Çin'de üretimin çok artmış olmasına (dünya üretiminin yaklaşık üçte biri) kar­ şın taşkömürü üretimi, Japonya ve Batı Avrupa'da neredeyse sona ermek üzere­ dir. 1955'te Belçika'da 27,5 Mt olan üre­ tim hemen hemen sona ermiş, Fransa'da 60 Mt'dan 10,5 Mt'a, Almanya'da 135 Mt'dan 76,5 Mt'a, Büyük Britanya'da 225 Mt'dan 93 Mt'un altına düşmüştür. Hol­ landa ve İtalya'da ise tamamen durmuş­ tur. Ispanya'da da üretim önemsizdir. Yüzyılın başından itibaren, özellikle Bü­ yük Britanya'nın buharlı makineler için Carditf'ten yaptığı kömür dışsatımıyla beslenen uluslararası etkin bir ticarete (90 Mt) tanık olundu. Büyük Britanya da­ ha sonra kömür dışsatımını durdurdu. İki dünya savaşı arasında bu işi Polonya üst­ lendi. 1945'ten sonra ABD, uluslararası pazarda ilk sıraya yerleşti, ancak 60'lı yıl­ ların başından itibaren belli bir gerileme gözlendi. Süreç içinde demir-çelik sana­ yisinin, özellikle japon demir-çelik sanayi­ sinin gelişmesi ve buna ek olarak termik santrallarda fuel-oil yerine yaygın olarak kömürün kullanılmaya başlanması, kö­ mür ticaretini yeniden canlandırdı. 1967’de 67 Mt, 1981'de 174 Mt kömür deniz yoluyla taşındı. Avrupa'da ve AET'de (20 Mt) kendi aralarında, ABD’de ise Ontario'ya yönelik bölgesel hareketler ortaya çıktı. Ancak kömür, deniz yoluyla çok daha uzun mesafelere taşındı. Böylece ABD'den Japonya'ya (20 Mt), Hampton Roads’tan (11 Mt), ayrıca Ukray­ na'daki Azak denizi limanları ile Gdânsk ve Gdynia gibi Polonya limanlarından Av­ rupa'nın batısına kömür taşınmaya baş­ landı. Ancak ABD'de çıkarılan kömür çok pahalıya mal oluyor, ayrıca madeni en uygun fiyata taşıyan büyük cevher gemi­ leri Hampton Roads limanına giremiyor, Panama kanalını da kullanamıyorlardı. Bu nedenle Ingiliz Kolombiyası'nda Prince Rupert'den ve ayrıca Yeni Güney Galler limanlarından Japonya'ya (24 Mt; dünyanın en önemli kömür taşıma yolu); Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Richard's Bay'dan Avrupa'ya yeni deniz yolları ku­ ruldu. Çin’in özellikle Japonya'ya kömür satmak istediğini de belirtmek gerekir. Kömür sanayisinin yeniden canlanma­ sı, uzmanlara göre kömür üretimini kuş­ kusuz şimdiye dek hiç ulaşılmamış bir düzeye çıkaracak bir gelişmenin haber­ cisi sayılmakta, bu gelişme, ayrıca re­ zervlerin dağılımıyla tam bir uygunluk göstermektedir: % 11'i Kuzey Ameri­ ka'da; % 11,5’i Avrupa'nın doğu kesimi ve Rusya’da (Rusya’daki rezervlerin ço­ ğunun, ulaşımı çok zor olan Lena nehri yöresinde bulunduğu bir gerçektir), % 57'si Çin'de, % 5,6'sı Hindistan’da, % 4'ü Avustralya'dadır. • Türkiye taşkömürü üretimi -» kömür. T a ş k ö m ü rü k u ru m u g e n a l m ü ­ d ü rlü ğ ü (Türkiye), [TTK], tüzelkişiliği olan, çalışmalarında'özerk ve sorumlulu­ ğu sermayesiyle sınırlı bir iktisadi devlet teşekkülü. İlgili olduğu bakanlık, Enerji ve tabii kaynaklar bakanlığı'dır. Devletin genel sanayi ve enerji siyasetine uygun olarak taşkömürü rezervlerini en iyi bi­ çimde değerlendirmek ve ülkenin taşkö­ mürü gereksinimini karşılayarak yurt eko­ nomisine katkıda bulunmak amacıyla, 8 haziran 1984 tarihli ve 233 sayılı Kanun hükmünde kararnameyle kuruldu. Mer­ kezi Zonguldak'tadır. Kuruluşun başlıca görevleri şunlardır: kuruluş amacını ger­ çekleştirebilmek için her türlü arama, etüt, plan, proje ve programlar yapmak; taşkömürü üretimini sağlamak için ge­ rekli her türlü yeraltı ve yerüstü sosyal ve sanayi tesisleri kurmak ve işletmek; taşkömüründen kok, briket gibi başka tür kömürler ile tüm ikincil ürünleri yapmak,



üretmek; 11 haziran 1937 tarihli ve 3241 sa­ yılı yasa'yla Ereğli şirketi'nden alınan liman (Zonguldak), demiryolu ve madenlerle Koz­ lu ve Kilimli demiryollarının işletilmesi ve Havzadaki deniz işlerinin tekel altına alın­ ması ve 30 mayıs 1940 tarih ve 3867 sa­ yılı Ereğli kömür havzasındaki ocakların devletçe işlettirilmesi hakkındaki yasalar­ la Etibank'a ve Ereğli kömürleri işletmesi'ne verilmiş ya da devredilmiş bulunan ve 6974 sayılı yasa'yla TKİ kurumu'na ge­ çen taşkömürü madenleri sanayi tesisle­ ri, liman ve demiryollarını ve Ereğli limanı ile Ereğli-Armutçuk demiryolunu işletmek; taşkömürünü ve taşkömüründen elde edi­ len türevlerinin dışalımını ve dışsatımını yapmak; konu ile ilgili her türlü taşıma, yükleme ve boşaltma işlerini yapmak vb. Kurumun merkez kuruluşu, Yönetim ku­ rulu ve Genel müdürlük'ten oluşur. Etüt, plan-proje ve tesisler dairesi; Aramalar da­ iresi; İşletmeler dairesi başkanlıkları olmak üzere üç ana hizmet birimi vardır. Kurulu­ şa bağlı müesseseler ise Kozlu, Üzülmez, Karadon, Armutçuk, Amasra taşkömürü işletme müesseseleridir. T A Ş K Ö P R Ü , Batı Karadeniz bölümün­ de Kastamonu iline bağlı ilçe; 47 621 nüf. (1990); 123 köy. Merkezi, Kastamo­ nu'nun 42 km K.-D.'sunda, KastamonuSinop yolu üzerinde Taşköprü (antik. Pompeiopoiis), 11 454 nüf. (1990). Tahıl ve kendir üretimi. Kendir sicim ve kanaviçe fabrikası. T A Ş K Ö P R Ü L Ü Z A D E K EM A LLETT İN M E H M E T E F E N D İ • KEMALETTİN MEHMET EFENDİ Taşköprülüzade. T A Ş K Ö P R Ü L Û ZA D E LE R , Kastamo­ nu’nun Taşköprü kasabasına yerleşerek birçok bilim adamı yetiştiren türk aile TaşKÖPRÜLÜ ya da TAŞKENTÜ HAYRETTİN HALİL BİN KASIM BİN HACI SAFA, ailenin kurucusu (XIV.-XV. yy.). Timur istilası ne­ deniyle Taşkent'ten göçerek Taşköprü'ye yerleşti. Bu kasabanın Muzafferiye medresesi'nde müderrislik yaparken, "Taşkentli” olan aile lakabını ''Taşköprülü” ola­ rak değiştirdi. —HAYRETTİN HALİL, önce­ kinin oğlu (öl. 1475). Bursa ve Edirne medreselerinde öğrenim gördü. Taşköp­ rü'deki Muzafferiye medresesi müderris­ liğine atandı. Candaroğulları beyliğini or­ tadan kaldırarak (1462) Kastamonu'yu osmanlı topraklarına katan Fatih Sultan Meh­ met tarafından Sahn medresesi müderris­ liğine çağrıldıysa da bunu kabul etmeme­ si üzerine Taşköprü'deki görevinden de uzaklaştırıldı. —MUSLİHİTTİN MUSTAFA, öncekinin büyük oğlu (Taşköprü 1453 - İs­ tanbul 1529). Babasının yanında yetişti. Bayezit H'nin oğlu şehzade Selim'in (son­ radan Selim I) hocalığına getirildi. Amas­ ya, Bursa ve İstanbul medreselerinde mü­ derris olarak görev yaptı. Yavuz'un padi­ şahlığı döneminde Halep kadılığına atan­ dı (1516). İstanbul’da Semaniye medresesi’nde müderrislik yaparken öldü. — KIVAMETTİN KASIM, öncekinin kardeşi (Taşköprü 1463 - İnegöl 1513). Bursa’da Esediye medresesi’nde öğrenim gördük­ ten sonra aynı kentteki Molla Hüsrev ve İnegöl'de İshak Paşa medresesi'nde mü­ derrislik yaptı. Saadettin Taftazani'nin el -Mutavvel adlı.yapıtına şerh ve bununla il­ gili bir risale yazdı. —E b u lh a yr İsamettIn Ahm et EfendI, öncekinin yeğeni (Bursa 1495 - İstanbul 1561). ilmiye'de ye­ tişti. Dimetoka, Üsküp, Edirne, İstanbul medreselerinde müderris olarak arap dili ve edebiyatı, feraiz dersleri verdi. Bursa kadısı (1545), Sahn müderrisi (1548) ve İs­ tanbul kadısı (1551) oldu. Görevden ayrı­ larak köşesine çekildi (1555). Mutluluk kavramını inceleyen ve türk bilim adam­ ları hakkında bilgi veren başlıca yapıtları: Miftah üs-saade ve misbah üs-siyade; eş -Şakaik ün-numaniye fi ulema üd-devlet H-Osmaniye. —K em a le ttİn* Mehmet EFENDİ, öncekinin büyük oğlu (İstanbul 1552 - isakçı, Romanya, 1621). —Ebu H a MİT Mehmet Efendİ, öncelinin kardeşi (İstanbul 1553 - Hama 1597). Ebussuut



taşlama Efendi'nin yanında yetişti. Çeşitli medre­ selerde müderrislik yaptıktan sonra sıra­ sıyla Rusçuk, Tiıtıala, Safed ve Haremeyn kadısı olarak görev aldı. TAŞKÖY, rumca Petra, KKTC'de Lefkoşa ilçesine bağlı köy. TA ŞKÜRE a. Jeofiz. Yerkürenin, astenosferin üstünde bulunan eşmerkezli kat­ manlarından biri. (Taşküre sert bir katman­ dır; kalınlığı, okyanusların altında 50 km dolayında, karasal bölgelerin altında bu­ nun yaklaşık iki katıdır.) [Eşanl. LİTOSFER.] TAŞKÜRESEL sıf. Taşküreye ilişkin. TAŞLAM A a. Taşlamak eylemi. E —Aşındc. Taşlama taşı, topaktaştınlmış aşındırıcılardan oluşan, aşındırmayla işle­ mede kullanılan ve değişik biçimlerde ola­ bilen katı cisim. (Bk. ansikl. böl.) || Taşla­ ma taşı poryası, taşlama taşlarının mon­ tajında kullanılan, faturalı dönel parça. || Kaba yüzey taşlama, taşlama taşıyla bir parça üzerinde yassı, ama görece kaba bir yüzey gerçekleştirme. —Camc. Cam kapların ağız kenarlarında ve dış yüzeylerindeki pürüzleri döner çarkla temizleme. || Camın soğukta aşın­ dırıcı bileğitaşları ve özellikle elmaslı taş­ larla işlenmesi. || Camların haddeleme ile eski imal yönteminde, her iki yüzü düz ve paralel bir cam levhası elde etmek içinbir ham düz camın yüzündeki bozukluk­ ların aşındırılarak giderilmesi. (Bk. ansikl. böl.) || Taşlama makinesi, düz camların mekanik üretiminde kullanılan, dökme çerçevelerle donatılmış, metal düzenek; bunların dönmesiyle harekete geçen su kum karışımı camların yüzeyini parlatma­ ya yarar. || Kenar taşlama taşı, düz cam sa­ nayisinde, birleşme yerlerinin kenarlarını tıraşlamakta kullanılan yatay eksenli Karborundum'dan büyük bileğitaşı. —Ed. -> HİCİV. % —Hidr. bağl. Bir betonun görünen yüze­ yini sulu ortamda aşındırmaya dayanan iş­ lem. (Bu teknik, özellikle önüretimli öğe­ lere taneli bir görünüm vermek için uygu­ lanır.) —işlem. Bir parçayı, aşındırıcı bir taşlama . taşıyla, talaş kaldırarak işleme. (Taşlama, • sulu ya da kuru yolla yapılır.) ■ —Mak. san. işlenmiş bir yüzeyi taşlama taşında bitirmeye dayanan işlem. (Bk. an­ sikl. böl.) || Taşlama tezgâhı, bir ya da bir­ çok taşlama taşıyla donatılmış ve taşlama işleri yapmaya yarayan takım tezgâhı. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Aşındc. • Taşlama taşı. Başlan­ gıçta taşlama taşları doğal bir kayaçtan



s a p ü z e r in d e



(kumtaşı vb.) oluşuyordu. Günümüzde ise, doğal aşındırıcıların (zımpara, doğal korindon vb.) yerini almış olan yapay aşın­ dırıcı taneleri (korindon, silisyum karbür, elmas vb.) kullanılmaktadır. Taneler, aşa­ ğıdaki türleri ayırt edilen bağlayıcılarla topaklaştırılır: —soğukta (magnezya) ya da yüksek sı­ caklıkta (özellikle kil ve feldispat karışım­ ları) hazırlanan anorganik bağlayıcılar; —doğal reçineler (gomalak), kauçuk ya da sentetik reçineler ve özellikle fenol -formol ve üre-formol gibi organik bağla­ yıcılar; —özel durumlarda tane (elmas, bor nitrür) taşıyıcı olarak metal bağlayıcılar. Bir taşlama taşının ayırtedici niteliği, tü­ rü, iriliği, aşındırıcı tanelerinin sıklığı ve sertlikte belirleyici bir rol oynayan topaklaştırıcı tür ve miktarıdır Aşındırıcı tanele­ ri, aşındıklarında ya da taşlama taşı kir­ lendiğinde yerlerini yeni tanelere bırak­ mak üzere kopar; bu olay çalışma biçimi­ ne, taşlama taşının sertliğine ve parçanın ve taşlama taşının göreli hızlarına bağlı­ dır. Taşlama taşları silindirsel, konik, düz­ lemsel, tabak, künk ya da çubuk biçimin­ de olabilir. Biçme işlemleri için çok ince taşlama taşları kullanılır. —Camc. Bir düz camın yüzeyinin taşlan­ ması, camın alt ve üst yüzeylerinde aynı anda çalışan ve hamdemirden iki taşla­ ma taşından oluşan twin ile sağlanır. Kum ve su çamuru aşındırıcı görevi yapar Taş­ lama taşlarının altından her geçişte camın yüzeyi aşınırken kum da öğütülür. Bu ça­ murlar daha sonra geri alınır, sınıflandırı­ lır ve gitgide daha ince bir çalışma yap­ mak üzere daha sonraki cam yüzeylerin­ de kullanılır. Tvvinden çıkışta düz camın iki yüzeyi tamamen taşlanmış olur, ama he­ nüz perdahlanmamıştır. —Mak. san. Taşlama, genellikle bir ısılişlemden sonra, bir parçaya, sıkı tolerans­ lara (0,01-0,001 mm arası) uyarak, boyut­ larını vermeye olanak sağlar. Taşlama işi, yüksek nitelikli taşlama taşlarının ve “ top­ lama tezgâhı" adı verilen son derece du­ yarlı makinelerin kullanımını gerektirir. —Silindirsel dış taşlama. Döner iki punta arasına yerleştirilen parça, taşlama taşıy­ la aynı yönde döner; temas noktasında, 30 m/sn düzeyinde olması gereken göreli çalışma hızı, iki çevresel hızın toplamıdır. Bütün yüzeyi işlemek amacıyla, parça, görece hafifse, taşlama taşı önünde, bu­ nun eksenine koşut olarak hareket eder; ağırsa (örneğin hadde silindiri), bu hare­ keti taşlama taşı yapar. Bir koni, parçayı taşıyan arabaya ya da taşlama taşını taşı­ yan parçaya istenen eğim verilerek işle­ nebilir. —Puntasız taşlama. Bu yöntem oyuk bir parçanın dışı (örneğin piston mili) ya da puntalar arasına yerleştirilemeyecek ka­ dar uzun parçalar için kullanılır Parça, ay­ nı yönde dönen ve çapları farklı, koşut ek­ senli iki taşlama taşı üzerine konur; küçük taşlama taşı, parçayı tarik eder, büyüğü ise taşlama işini yerine getirir. Silindirsel parçalar için "sıralı" ya da faturalı parça­ lar için “ daldırmalı” (bu durumda taşla­ ma taşı, işlenecek profilin biçiminde yon­ tulmuştur ve parçaya göre yanlamasına hareket eder) adını alan bu yöntem, çok hızlı ve çok yaygındır. —Silindirsel iç taşlama. Bu yöntemde taş­ lanacak parçanın içine dalan iş millerine bağlı küçük çaplı taşlama taşlarından ya­ rarlanılır. işlenecek parça çapının çok bü­ yük olması durumunda, iş mili, çok hızlı bir dönme hareketinden başka, taşlama taşının tüm iç yüzeye temas edebilmesi için, yavaş bir planet hareketi de yapar. Çoğu kez, silindirsel delikler sözkonusudur, ama konik ya da herhangi bir profili olan yüzeyler, boyunlar (bilyalı rulmanlar) ya da iç oluklar da işlenebilir. “ Üniversal” denen makineler, iç ve dış taşlama yap­ maya olanak verir. —Düzlemsel yüzey taşlama. Bu yöntem çoğu kez, frezelenmiş bir yüzeyin bitirilme­ si için uygulanır. Duyarlı bir işleme ya da



sentetik bezden armatürler



11295 destek kapağı



b iç m e



y a r ı- e s n e k



(fırlak göbekli)



sıkı toleranslara uyulmadan, büyük mik­ tarlarda seri işleme istenmesine bağlı ola­ rak, ekseni yatay ya da düşey olabilen taş­ lama taşının kenarı ya da yüzeyiyle çalı­ şılır (“ künk" tipi denen taşlama taşı). Par­ ça, makine tablası üzerinde, genellikle manyetik bir plato yardımıyla sabitlenir — Vida kaytanı taşlama. Bu işlem çok bü­ yük bir incelik ve duyarlık gerektirir: belli bir büyüklükteki adımlar ve çok duyarlı vi­ da yivleri durumunda (mastarlar, mikrometrik vidalar vb.), vida yivleri, bir form taşlama taşıyla, tek tek taşlanır; ince adım­ lar ve seri işleme durumunda, aynı anda birçok vida yivini taşlayan kalıcı bir taşla­ ma taşı kullanılır. —Profil taşlama. Bir gabariyle kumanda edilen bir pantografa bağlı yassı bir taş­ lama taşıyla gerçekleştirilir. —Kamalı milleri ve krank millerini taşlama. Bu işlem, uygun olarak donatılmış üniver­ sal bir makineyle yapılabilir, ama seri taş­ lamalar için özel bir makine kullanılır. —Dişli düzenlerini taşlama. Kesmede ol­ duğu gibi (açan profil) “ profil kalemi” yle çalışılır. Taşlanacak diş düzeninin böğür profiline göre kesilmiş form taşlama taş­ ları kullanılır. Taşlama sırasında çok miktarda ısı açı­ ğa çıktığında, çalışma bölgesini bol bol sulamak gerekir Soğutucu sıvı, metal par­ çacıktan ve taşlama taşının aşınmasından kaynaklanan artıkları sürükleyeceğinden, böylece taşlama taşının parlaması önle­ nir. Takımlar üzerinde yapılan çalışmalar­ da, takımların bilenmesinde kimi kez ku­ ru taşlama yapılır. teğetsel düzlem taşlama



çeşitli taşlama tipleri



ç em b erse! y ü z e y t a ş la m a



k o o r d in a t la ç e v r e t a ş la m a



manyetik plato l| taşlama t— taşı -



»Ç p la n e t t a ş la m a



sabit parça



s ilin d ir s e l iç t a ş l a m a



s ır a lı p u n t a s ı z t a ş la m a



d iş li d ü z e n i t a ş la m a form



taşlama taşı iç d iş d ü z en i



taşlama taşı



kılavuz —* eğik eksen ->



içbükey tahrik taşlama taşı



taşlama 11296



♦ Taşlama tezgâhı. Bir taşlama tezgâhı, bir yandan, üzerine gerek taşlanacak parça­ nın bağlandığı (bir mengene, bir manye­ tik platc ya da puntalar arası bir düzenek ya da aynı zamanda dönmesini de sağ­ layan bir mandren aracılığıyla), gerek bir puntasız taşlama tezgâhı sözkonusuysa, tahrik taşlama taşının bağlandığı bir tab­ layı ve öbür yandan taşlama taşının iş mi­ lini taşıyan, masif bir gövdeden oluşur. Hidrolik kumandalı bir mekanizma, işle­ me düzeneğinin ilerleme hareketini, par­ çanın taşlama taşına göre almaşmalı öte­ lenme hareketini ve ilerleme hareketi yö­ nünün her değişiminde kesikli olarak ger­ çekleşen, ötelenme hareketine dik, dik dalma hareketini sağlar. TA Ş LA M A C I a. Bir taşlama tezgâhında çalışan uzman işçi. —Ed. Yergici. T A Ş L A M A C IL IK a. Taşlama ustasının yaptığı İş. T A Ş L A M A K g. f. 1. Bir kimseyi, bir şeyi taşlamak, ona taş atmak, onu taşa tut­ mak: Bir köpeği taşlayan çocuklar. Ağaç­ ları taşlamak. —2. Bir kimseyi taşlamak, suçlu bir kimseyi, taş atarak öldürmek; recmetmek. —3. Bir şeyi taşlamak, için­ deki taşlan ayıklamak: Pirind, bulguru taş­ lamak. —4 . Bir yeri taşlamak, oraya taş döşemek. —5. Metal bir parçayı taşla­ mak, zımparayla törpüleyerek onu yuva­ sına alıştırmak, —6. Bir kimseyi taşlamak, ona alaycı, iğneleyici sözler yöneltmek; taş atmak. —-Deric. Deriyi inceltmek, düzeltmek ve aynı zamanda yumuşatmak, kırışıklarını gidermek ve yüzünü düzleştirmek. (Eski­ den bu işlem, deri bir mermer levha üze­ rine yerleştirilip uzunlamasına gergin tu­ tularak, taşlama bıçağıyla gerçekleştirili­ yor, fakat aşırı taşlama deride belli bir za­ yıflamaya neden oluyordu. Bugün taşla­ ma, taş ya da tıraşlama makineleriyle ya­ pılmaktadır.) —Mak. san. İşlenmiş bir parçanın yüze­ yini taşlayarak bitirmek. ♦ taşlanm ak edilg. f. 1. Taşa tutulmak; taşa tutularak öldürülmek. —2. Taşları ayıklanmak. —3. Bir yerden söz ederken, taşla döşenmek. —4. Metal bir parçadan söz ederken, törpülenmek. ♦ taşlatm akettirg. f. 1 .Birkim seyi, şeyi taşlatmak, onu taşa tutturmak; kimseyi taşa tutturarak öldürtmek. —2. şeyin içindeki taşları ayıklatmak. —3. metali zımparayla törpületmek.



bir bir Bir Bir



T A Ş LA N M A a. Taşlanmak eylemi. TA ŞLAN M AK -



TAŞLAMAK.



TA Ş LA Ş M A a. Taşlaşmak eylemi. — Kim. Organik bir maddenin anorganik tuzları emerek dönüşmesi. || Kalkerli su içinde kalan cisimler üzerinde bir kalker lâtmanının oluşumu; bir nesnenin bir taş katmanıyla kaplanması. —Yerbil. Gevşek bir birikintinin diyajenez ve çimentolaşma sonucu bağdaşık tortul kayaca dönüşmesi. || Katılaşmış madde­ lerin oluşmasına yol açan olay. T A Ş LA Ş M A K gçz. f. 1. Bir maddeden söz ederken, taş haline gelmek. —2. Bir kimseden söz ederken, şaşırarak söz söy­ leyemez, bir şey yapamaz duruma gel­ mek; donakalmak; taş kesilmek. —Yerbil. Taşlaşmış çökel, taşlaşma olayı­ na uğramış gevşek bir çökel. T A Ş L A Ş T IR M A K ettirg. f. Yerbil. Taşa dönüştürmek, bir maddeye taş sertliği vermek. TA Ş LA TM A a. Taşlatmak eylemi. TA Ş LA T M A K - TAŞLAMAK. TA Ş LI sıf. 1. İçine taş karışmış tahıl, bak­ liyat için kullanılır. —2. Üzerinde taşlar olan ya da taş döşeli: Taşlı yol, taşlı yokuş. —3. Üzerinde değerli bir taş ya da taşlar bulunan takı için kullanılır: Taşlı yüzük, küpe.



—Meyve. Taşlı meyve, etli kısmında taş gi­ bi sert topakçıklar bulunan meyve (örne­ ğin armut). —Tıp. İçinde ya da bünyesinde taş bulu­ nan: Taşlı safra kesesi. TA Ş L IC A , rumca Neta, KKTC'de Gazi Mağusa ilçesine bağlı köy. T A Ş U C A U Y A H Y A Dukakinzade, türk şair (Taşlıca [bugün Yunanistan'da] ? - izvornik [bugün Yugoslavya'da] 1582). Dukakin beyleri soyundandı. Devşirme olarak alınıp acemioğlanlar koğuşunda yetiştirildi. Bilgiye ve şiire düşkünlüğü do­ layısıyla Yeniçeri ocak kâtibi Şahabettin Bey’e çırak oldu. Kemalpaşazade, Kadri Efendi, Fenarizade Muhittin Çelebi gibi bilginlerden yararlandı. Birçok sefere ka­ tıldı, Yeniçeri ocağı’nda yayabaşılığa ka­ dar yükseldi. Bursa, Gelibolu ve İstanbul' da bazı vakıfların mütevelliliğine getirildi. Bağdat seferinde Fuzuli ile tanışıp görüş­ tüğü ileri sürülür. Çağdaşı Hayali’nin ra­ kibiydi; bir şiirinde kendisi yerine ona ilgi gösterilmesinden yakınmıştı. Süleyman l'ln, Rüstem Paşa’nın kışkırtması sonucu öldürttüğü Şehzade Mustafa için ünlü mersiyesini yazdı: "Medet medet bu ci­ hanın yıkıldı bir yanı / Ecel celalileri aldı Mustafa Han’ı". Bu yüzden mütevellilik görevinden alındı, türlü baskılar gördü. Karşılaştığı haksızlıklar dolayısıyla Rumeli serhaddine giderek Yahyalı akıncılan ocağı’na katıldı. Bu dönemde Gülşeni şeyhi Uryani Mehmet Dede'ye bağlandı. Şem­ si Ahmet Paşa'ya sunduğu Divan'ında (yeni bas. 1977) oldukça sade dille yazıl­ mış, halk söyleyişine dayanan şiirler yer alır. Canlı benzetmelerle çağın yaşamını sergiler; alıcı şahine benzeyen osmanlı beylerini, uzun seferlerde çarpışan asker­ leri, yalın ayak başı kabak dervişleri ha­ reketli görüntüleriyle tanıtır. Coşkulu bir anlatımla aşktan söz eder: "Bir demir da­ ğı delip boynuna almak gibidir / Her kişi âşık olurdu eğer âsân (kolay) o/sa'l-Edirne ve İstanbul şehrengizleriyle Şah ü ğeda [1537] mesnevisinde iki büyük kenti doğal güzellikleri, anıtları, insanları ve ha­ reketli yaşamlarıyla canlandırır. Yusuf ile Züleyha (bas. 1979) mesnevisi türk ede­ biyatında bu konuyu işleyen yapıtlar ara­ sında derin lirizmi, mecazi ve gerçek aş­ kı anlatmaktaki başarısıyla dikkati çeker. Hamsesinde yer alan öteki mesnevilerden Gencine-i raz (1540) manzum dinsel öy­ küleri kapsar. Kitab-ı usul, Gülşen-i envar mesnevilerinde özyaşamöyküsüne ve kendi izlenimlerine geniş yer verir. (-» Kayn.) T A Ş L IÇ A Y , Doğu Anadolu bölgesin­ de Ağrı iline bağlı ilçe; 21 976 nüf. (1991); 798 km2; 36 köy. Merkezi, Ağ­ rı'nın 32 km D.-G. D.'sunda Taşlıçay, 4 555 nüf. (1990). Hayvancılık ve hayvan ürünleri. Tahıl üretimi. T A Ş LIK a. 1. Mim. Eski türk evlerinde ve konaklarında, zemin katında yer alan taş ya da mermer döşeli içavlu, giriş so­ fası. — 2. Kuşlarda bezli mideden sonra gelen ve diş yokluğunun yarattığı sakın­ caları ortadan kaldıran mide cebi. (Taş­ lık tohumlarla beslenen kuşlarda daha gelişmiş, çok kaslı, bir organdır; iç yü­ zü keratinli kalın bir tabakayla kaplıdır; kuşlar, genellikle, besinlerin parçalanma­ sını kolaylaştırmak İçin kum ve çakıl ta­ necikleri yutarak buraya gönderirler [taş­ lık denmesinin nedeni budur]). —3. Kü­ mes hayvanlarının (tavuk, hindi, ördek vb.) etinin yenen bu parçası. (Eşan!. ka­ ti.) —Ed. Taşlık şairi, kahvelerde saz çalarak destan, mani türünden şiirler okuyan halk şairi. ♦



sıf. Taşlarla kaplı yer için kullanılır.



T A Ş L IK K İL İK İA -



DAĞLIK KİLİKİA.



TA Ş M A a. 1. Taşmak eylemi. —2. Bir akarsu sözkonusuysa, yatağından taşarak çevresini kaplama. —Bilş. Bir bilgisayarda, bir işlemin yürü­



tülmesi sırasında kütük kapasitesinin aşıl­ ması. (Aritmetik bir işlem için, taşma ge­ nelde en çok anlam ifade eden bitlerin kaybına denk düşer.) || Bilgisayarda, bir hesap sırasında, gerek uzunluğu kullanı­ labilen alanı geçen bir sonucun, gerek bil­ gisayarın kütüklerinde ifade edilebilen en büyük sayıdan büyük bir sayının elde edil­ mesi. (Bir kapasite taşması genelde, yü­ rütülen programın kesilmesine ve sapma­ sına yol açar;) || Alt değerlerle kapasite taş­ ması, bilgisayar kütüklerinde sayılan ifa­ de etmek için kullanılan sayılandırma sis­ teminde gösterilebilecek en küçük sayı­ dan daha küçük değeri olan bir sonucun elde edilmesi. —Inş. Bir hiza ününde çıkıntı yapma. —Metalürj. Bir döküm metalinin kalıp özüründen dışan akması. || Bir metalin döküm kalıbından çıkması. || Taşma deliği, bir dö­ küm kalıbının kenarında ya da üzerinde bulunan delik. —Patol. Bir sıvının, yalnız fazla olması yü­ zünden doğal bir boşluktan dışarı akma­ sı. T A Ş M A K gçz. f. 1. Bir akarsudan, bir sı­ vıdan söz ederken, yatağının, kabının dı­ şına çıkıp yayılmak: Yatağından taşan bir ırmak. Süte dikkat et, taşabilir. Kahve taş­ tı. —2. Bir kaptan söz ederken, fazla do­ lu olmak ve içeriğini artık içine sığdıramamak: Küvet taşacak, musluğu kapat. —3. Kimselerden söz ederken, çok sayı­ da bulunmak, bir yeri kaplamak: Kalaba­ lık, stattan dışarı taşıyordu. —4 . Bir sını­ rın, bir çizginin vb. ötesine geçmek: Re­ sim yaparken dikkat edin, boya çizgilerin dışına taşmasın. Rujun taşmış, mendil ve­ reyim de sil. —S. Çok yoğun bir duygu nedeniyle kendini tutamamak; bu duygu­ yu bütün yoğunluğuyla yansıtmak, gös­ termek: Uzun süre susmuş, sonunda da­ yanamayıp taşmış, öfkeyle bağırmaya başlamıştı. —Inş. Bir bina, bir duvar sözkonusu oldu­ ğunda, hizadan ya da çekülden öne doğ­ ru çıkmak. —Matbaac. Taşmış satır, bir dizgide nor­ mal satır ölçümüne göre sola doğru ge­ nişlemiş satır. —Metalürj. Bir külçe döküm ya da kalıp­ lama sözkonusuysa, döküm metali için CO, H2, N2 gibi gazların etkisiyle döküm seviyesini aşmak. ♦ taşırmak ettirg. f. 1. Bir şeyi taşırmak, kabararak kabının dışına çıkmasına yol açmak: Sütü, kahveyi taşırmak. —2. Bir kabı taşırmak, fazla doldurarak içeriğinin taşmasına yol açmak: Bardağı taşıran son damla. (-» b a r d a k .) —3. Bir şeyi taşır­ mak, onun bir sınırın, bir çizginin vb. öte­ sine geçmesine neden olmak: Boyayı ta­ şırmadan sürmek. —Inş. Komşu binaların hizasından taşa­ cak biçimde inşa etmek. —Matbaac. Satır taşırmak, bir dizgide normal sayfa ölçümüne göre bir ya da bir­ kaç satırı genellikle sol taraftan yana doğ­ ru genişletmek. T a ş n a k s u ty u n (ermenice daşnaktsutyun, federasyon'dan), 1890’da Tiflis’te kurulan Ermeni ihtilal cemiyetleri birliğ i’nin kısa adı. Rus sosyal devrimcileri örnek alarak Osmanlı imparatorluğu, Rusya, İran'da örgütlenen ve çetecilik ve terör yöntemlerini benimseyen Taşnak­ sutyun, Birinci Dünya savaşı'nda Os­ manlI imparatorluğu'na karşı Rusya ile işbirliği yaptı. Mayıs 1918'detaşnaklar, Kafkaslar'da kurulan geçici Ermeni Cumhuriyeti’nin başına geçtiler. 2 ara­ lık 1920'de Ermenistan'ı Sovyetleştiren Kızıl Ordu’nun müdahalesiyle iktidardan, çok geçmeden de ülkeden kovuldular. (-» Kayn.) T A Ş N A N B S İ a. Taşlık yerlerde yetişen, tüylü grimsi yeşil yapraklı, kuvvetli nane kokulu ve baharlı, lezzetli, otsu bitki. (Ku-



taştdar rutulmuş yaprakları nane yerine kullanılır Yöresel olarak kaya yarpuzu da denir. Bil. a. Micromeria fruticosa ya da M. m a n to ­ na; ballıbabagiller familyası.) ■TAŞOCAĞI a. Yapı işlerinde kullanılan kayaçların çıkarıldığı yer. — ANSİKL. Taşocağı, yapılarda kullanılan kesme taş, kayağantaş, alçıtaşı, değirmentaşı, kireçtaşı, kum, kil, yalıtım mad­ deleri gibi her türlü taş ve malzemenin üretildiği işletrpelere verilen addır. Taşocakları açık işletme ya da yeraltı işletmesi şeklinde olabilir. Taşocaklarına ilişkin ku­ rallar bir tüzükle düzenlenmiştir. Buna gö­ re ocak hangi arazide meydana çıkarsa açma ve işletme hakkı o arazi sahibine ait­ tir. Maden yasası'na göre, madenler bu­ lunduklar arazinin mülkiyetine bağlı olma­ dıkları, devletin hüküm ve tasarrufu altın­ da oldukları halde, taşocakları, meydana çıktıkları arazinin mülkiyetine ait olmaları nedeniyle önemli bir farklılık gösterir. T a ş o l u k , Afyonkarahisar'ın SincanlIilçesi merkez bucağına bağlı belde; 4 112 nüf. (1990). Belediye. TAŞOLUŞ a. Yerbil. Bir çökeli etkileyen ve yavaş yavaş onu bağdaşık bir kayaca dönüştüren fıziko-biyokimyasal süreç (örn. kumun kumtaşına dönüşmesi). [Tortulun yüzeysel bölümünde biyokimyasal taşoluş, ortamı değiştiren canlı organizmalar yardımıyla gerçekleşir. Daha derinde taşoluş, fizikokimyasal olaylara dayanır, za­ manla ve derinlikle artar; ayrıca, dlyajenez, çimentölaşma olaylarından ve mine­ ralojik değişimlerden etkilenir.] (Eşanl. DlYAJENEZ.)



TA Ş O V A , Orta Karadeniz bölümünde, Yeşilırmak’ın Kelkit ırmağı ile birleşmeden önce geçtiği küçük alüviyal ova. K.'de Karaömer, G.’de Sakarat dağları arasında; K. Anadolu fay sistemi üzerinde yer alır. Tü­ tün yetiştirmekle ünlü önemli bir tarım ala- * T A Ş O V A , Orta Karadeniz bölümünde Amasya iline bağlı ilçe; 54 767 nüf. (1990); 1 010 km2; merkez bucağı dışın­ da 3 bucak, 56 köy. Merkezi, Amasya'nın 51 km K.-D.'sunda Taşova, 10 197 nüf. (1990). Tahıl, şekerpancarı, tütün üretimi. TA ŞO Y U C U sıf. Zool. Taşları kemirerek oyan hayvanlara denir. (Eşanl. LİTOFAJ.) T a ş o z , Ege denizi'nin kuzeyinde (Ka­ vala nomosu) yunan adası, kıtadan Taşoz boğazı ile ayrılır; 378 km2; 13 300 nüf. Merkezi Taşoz, adanın kuzey kıyısındadır. Dağlık ve ağaçlık bu adanın en yüksek doruğu 1 127 m’ye ulaşır. —Tar. Paroslular, kıtadaki Pangaion dağı­ nın altın ve gümüş madenlerini işletmek için, erken bir tarihte adaya yerleştiler. O dönemde adanın kendisi de bağları ve zeytinlikleri sayesinde çok zengindi. İ.Ö. 491'de Persler adayı işgal etti ve surlarını yıktı. Med savaşlarının ardından Taşoz Ati­ na konfederasyonu'na girdi. İ.Ö. 465’te birlikten çıkmak isteyen adaya, İ.Ö. 462'de Kimon boyun eğdirdi. Daha sonra Peloponisos savaşı boyunca Taşoz, Sparta ve Atina arasında el değiştirdi. Hellenistik dö­ nemde ada Roma'nın tarafını tuttu ve böylece zenginliğini sürdürdü. Roma Imparatorluğu’nun ikiye bölünmesi üzerine (I.S. 395) Bizans devletinin (Doğu Roma impa­ ratorluğu) payına düştü. Dördüncü Haçlı seferi sırasında İstanbul'u ele geçirerek Latin imparatorluğu’nu kuran katolik dev­ letlerden Venedik Cumhuriyeti'ne bağlan­ dı (1204). BizanslIlar tarafından geri alın­ dı (1261). İstanbul’un fethinden (1453>hemen sonra Hamza Bey komutasındaki türk donanmasınca ele geçirilen Taşoz, Midilli'nin ceneviz dukası Rodrigo'nun yö­ netimine bırakıldı. Sadrazam Mahmut Pa­ şa tarafından doğrudan osmanlı toprak­ larına katıldı (1456). Limni ile birlikte pa­ palık donanmasının işgaline uğrayan ada (1457), Fatih'in Mora seferi sırasında (1458) türk donanmasınca geri alındı. 1463-1479 Türk-Venedik savaşı'nda iki ta­



raf arasında sürekli el değiştiren ve sonun­ da Osmanlı devletinin egemenliğinde ka­ lan Taşoz, daba sonra Cezairi Bahri Sefid vilayeti adını alan Kaptanpaşa eyaletine bağlandı. Balkan savaşı sırasında yunan deniz kuvvetleri tarafından ele geçirilerek türk yönetiminden çıktı (1912). —Arkedl. Kazılar sonucu Taşoz kentinin büyük bir bölümü, özellikle de dinsel ya­ şamın yoğunlaştığı "Theoroslar geçidi" ortaya çıkarıldı. Burada yer alan büyük su­ nak Apollon ve Musalar’ı betimleyen kla­ sik dönem başlarına ait kabartmalarla (Louvre) süslenmişti ve dinsel görevliler olan fheorosTarın adlarının kazılı olduğu uzun listelerle kaplıydı. Kentte önemli ta­ pınaklar yer alıyordu: Artemis tapınağı'nda güzel heykeller ve çeşitli atölyelerden çıkma doğu üslubunda vazolar ele geçi­ rildi. Herodotos’un da sözünü ettiği Herakles tapınağı ikili bir külte sahne oluyor­ du: tann Herakles ve kahraman Herakles kültü. Kazılarda ayrıca agora, kentin siya­ sal yaşamına ilişkin yapılar ve konutların bulunduğu birçok semt gün ışığına çıka­ rıldı. Kent, büyük bölümü mermerden ya­ pılmış olan sur duvarıyla övünüyordu; su­ run kapıları büyük boy kabartmalarla süs­ lüydü: Silenos kapısı (Dionysos’un bu ar­ kadaşını bugün de aynı yerde görmek mümkündür: at kuyruğu, kulakları ve toy­ nakları olan ve kente giren bir adam), Zeus kapısı, Herakles kapısı (kabartması İs­ tanbul'da). Adada heykel atölyelerinin ge­ lişme göstermesi (dev boyutlu koç taşıyan adam heykeli, İ.Ö. VI. yy. ortaları; Dionysos heykeli, İ.Ö. IV. yy. ortaları, aynı dö­ nemden kalma Musa heykelleri), zengin mermer yataklarının varlığıyla açıklanır. Taşoz’da yüksek bir anlatım gücüne sahip figürlerle kaplı (İ.Ö. V. yy.’da, bir nympheyi kaçıran Silenos, daha sonraları da Dionysos ve Herakles) sikkeler basıldı.



verir; Japonya'da yetişen P. macropylla Güney Avrupa'da süs bitkisi olarak yetiş­ tirilir. P. madagascariensis'm odunu par­ ke ve kereste olarak kullanılır.



11297



TA Ş PU DR A a. Kozmet. Sıkıştırılmış ku­ ru pudra ya da az veya çok renklendiril­ miş susuz pudra-krem karışımından olu­ şan ve makyaj yapmakta kullanılan bir kozmetik ürün; genellikle gösterişli düz bir saat kabı biçimindeki bir kutu içinde ha­ zırlanarak piyasaya verilir.' TAŞRA a. 1. Ülkenin başkenti ve en önemli kentlerinin dışında kalan yerlerin tümü. —2. Taşra kentlerinin tümü; baş­ kent ve en önemli kentlerin yaşamının kar­ şıtı olarak taşrada oturma, taşrada yaşa­ ma: Taşra yaşamı. İstanbul’a atanmadan önce on yıl taşrada hizmet veren bir öğ­ retmen. —3. Başkent ve çok büyük kent­ lerdeki hareketlilikten, karışıklıktan, düşün­ sel etkinlikten ve canlılıktan çok farklı olan, sakin, biraz çağdışı ve eskimiş bir yaşam biçimi açısından ele alınan bu kentler, bu bölgeler: Taşradan geldiği her halinden belli oluyor. Nüfusunun çok olduğuna bakmayın, bu kent, her yönüyle tam bir taşra! —4. Esk. Dışarı. —5. Esk. Dış kı­ sım. —Ask. tar. Taşra kulluğu, Osmanlılar döneminde İstanbul dışındaki bölgelerin gü­ venliğini sağlamakla görevli kuruluş. (-* KULLUK.)



—ikt. tar. Taşra hâzinesi, Osmanlı devle­ tinde, Dış hâzineye verilen ad. (Osmanlı-



T A Ş Ö R E N , esk Ağırnas, Kayseri'nin Melikgazi ilçesi Gezi bucağına bağlı bel­ de iken yeniden Ağırnas adını aldı (3 449 nüf. [1990]). T A Ş P A M U Ğ U a. Amyant. T A Ş P IN A R , Aksaray ilinin merkez il­ çesine bağlı bucak; 19 882 nüf. (1990); 11 köy. Merkezi Taşpınar, 3 409 nüf. (1990). T A Ş P IN A R , Konya'nın Cihanbeyli il­ çesi merkez bucağına bağlı belde; 3 493 nüf. (1990). Belediye. T a ş p ın a r h a lıs ı, Aksaray'ın merkez İlçesine bağlı Taşpınar bucağında doku­ nan ince kalite yün halı. Niğde’de halıcılı­ ğın çok eski bir geçmişi vardır. Yörede do­ kunan halılar içinde Taşpınar halıları, ge­ leneksel özelliklerini koruması bakımından önemlidir. Taşpınar halılarının karakteris­ tik desen şeması, ortada geometrikleşmiş çiçek ve yaprak motiflerinden oluşan bü­ yük bir madalyon, köşelerde çeyrek ma­ dalyonlar ve bitkisel motiflerden oluşmuş bordürdür. Taşpınar halıları içinde basa­ maklı üçgen mihrap desenli seccadeler de vardır. Atkı, çözgü ve ilme ipliği yün­ dür. Yünün renklendirilmesinde kök boya­ ları kullanılır. En çok kullanılan renkler ki­ remit rengine kaçan kırmızı, lacivert, krem rengi ve hakiye çalan yeşildir. Dokumada çift bağlama kullanılmaktadır Hav yüksek­ liği 5-7 mm; dm2’deki ilme sayısı en az 1 740'tır. TAŞPO R SU Ğ U a. Başlıca Güney yarıküre’nin sıcak ve ılıman bölgelerinde ye­ tişen ağaç. (Bazı botanikçilerce tek başı­ na Podocarpaceae familyasını oluşturur, başka botanikçiler bu cinsi porsukgiller fa­ milyasına sokarlar.) [Bil. a. Podocarpus; kozalaklılar takımı.] (Eşanl. podokarpus.) —A nsIkl. Taşporsukları, almaşık, şerit yapraklı, genellikle bir eşeyli çiçekli bitki­ lerdir; erkekçiçekler yaprakların koltuğun­ da ya da dalların ucunda tırtılsı başak, dişiçiçekler gevşek başak halinde bulunur. Meyvesi drupadır. Yeni-Zelanda'da yetişen Podocarpus tatara sert ve kırmızı bir odun



J. A. Somvıııe-vıoo



lar'da, biri İç hazine ya da Enderun hazinesi, öteki Dış hazine ya da Birun hazinesi olmak üzere iki hazine vardı. XVI. yy.'ın ortalarında bir de Yedikule hâzinesi bulunuyordu.) —Kur. tar. Taşra dirliği, Osmanlılar’da İs­ tanbul dışında sipahilik vb. görevler için verilen dirlik. —Tasav. Taşra meydancısı, mevlevi tekke­ lerindeki iki meydancıdan birine verilen ad. (Bunlar, şeyh ile müritler arasındaki bağlantıyı sağlar, şeyhin gezi ve ziyaret­ lerinde ona yoldaşlık eder, ayrıca dergâ­ hın dış ve iç bazı hizmetlerine bakarlar­ dı.) T A Ş R A K A R A S L A N , esk. Karaaslan, Konya'nın merkez ilçesine bağlı köy iken 1980'den sonra mahalle oldu. TAŞRALI sıf. ve a. 1. Taşrada yaşayan ya da taşra-kökenli bir kimse için kullanı­ lır; dışarlıklı: Taşralı bir aile. —2. Başkent­ le karşılaştırıldığında, davranışlarında taş­ raya yakıştırılan bir tutukluk, bir becerik­ sizlik görülen kimse için kullanılır: Nereye nasıl gideceğini bilmeyen taşralı bir ace­ mi. —3. Taşralı kalmak, taşrada edindiği yaşama biçimini korumak, ondan sıyrılamamak. TAŞTDAR a. (fare, taşt ve -dâridan). Kur. tar. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçuklu­ ları ve Memluk sultanlığında hükümdara



ComblanchleıTdeki (Fransa) taşocağı



taştdar 11298



çeşitli hizmetlerde bulunan saray görevli­ sine verilen ad. (Bunlar, hükümdar yemek yemeden önce ve sonra ellerini yıkama­ sı, aptes alması için İbrik ve leğen getirir; ayrıca hükümdarın kılıç, giysi ve oda ta­ kımlarını gözetip korurlardı.)



TAŞTEM EL a. Bayınd. Elle kılıcına yer­ leştirilmiş İri taşların, aralarına taş kırıkları doldurularak kamalanmasıyla oluşan 20 -30 cm kalınlığında karayolu temel katma­ nı.



TAŞTHANE a. (fars. taşt ve hane'den). Kur. tar. Osmanlı saraylarında padişaha ait bazı eşyanın saklandığı yere verilen ad. (Burada padişahın kılıçları, koşum takım­ ları, çizmeleri, ibrikleri, giysileri ve öteki bazı özel eşyası saklanırdı. Padişah uzun sürecek bir geziye ya da sefere çıktığın­ da saray mutfağı gibi taşthane de padi­ şahın beraberinde götürülürdü. Taşthanede hizmet eden görevliye baba adı veri­ lirdi.)



TAŞTİR a. (ar. taşpr, devenin dört meme­ sinden ortadaki ikisini sağma; bir nesne­ yi ortadan ikiye ayırma). Ed. Gazelin be­ yitlerinde iki dize arasına aynı vezinde, birbiriyle uyaklı dizeler ekleyerek bentlerden oluşan yeni bir şiir (musammat*) meyda­ na getirme; bu yolla ortaya çıkan şiir. — ANSİKL. Ed. Beyitlerin ortasına iki, üç, dört vb. dize eklenmesiyle murabba, mu­ hammes, müseddes gibi musammatlar elde edilir. En yaygın olan beşer dizeli bentlerden oluşan biçimdir. Bu türde uyak düzeni şöyledir: aaaaa, bbbba vd. Ünlü örnekleri arasında Nedim-i Kadim ile İz­ zet Ali Paşa'nın gazellerine Nedim'in yaz­ dığı, Baki’nin gazeline Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı taştirler yer alır. T A Ş U C U , İçel'in Silifke ilçesine bağlı bucak; 16 955 nüf. (1990); 9 köy. Merke­ zi Taşucu, 6 743 nüf. (1990). —tar. ve"ArReönaşucu'nda ilk yerTeşme, Ağalimanı kıyısında, İ.Û. VII. yy.'da Yunan­ lılarda kurulan Holmi kolonisidir. Bu kent fazla gelişmemiş, halkı Seleukos I Nikator döneminde yeni kurulan Seleukeia’ya ak­ tarılmıştır (I.O. IV. yy. sonu - III. yy. başı). Yörede Romalılar’dan kalma yapı kalıntı­ ları, aslan heykelleri ve Augustus'a ait ol­ duğu sanılan bir heykel (Adana müzesi) ortaya çıkarılmıştır. T A Ş U C U k ö rfe z i, Akdeniz kıyısında, Göksu deltasının Incekum burnu adı ve­ rilen G.-B. çıkıntısı ile Taşeli kıyıları arasın­ daki küçük girinti.



TAŞUNU a.



B a yınd. FİLLER'in e ş a n la m ­



lısı.



—Taşoc. Mekanik bir işlemle çok küçük boyutlara indirgenmiş kaya.



T A Ş U Z ya da T A Ş A U Z ya da T A ŞA V U Z , Türkmenistan'da kent, Hive vahasında; 112 000 nüf. (1989). Pamuk ipliği. Besin sanayisi. Tarım gereçleri onarımı. Yapı gereçleri. Halı. T A Ş Y A Ğ I a G azyağı. T A Ş Y O N C A S I a. Avrupa, Asya, Afri­ ka ve Amerika'da yetişen ve hayvan ye­ mi olarak kullanılan ot. (Bil. a. Melilotus; kelebekçlçekligiller familyası.)



TAŞYUVARI a Taşküre TAŞYÜ REK Lİ sıf. Acımasız kimse için kullanılır.



TA ŞYÜ REK LİLİK a. Acımasızlık. TAT a. 1 . Bazı cisimlerin tat alma organı üzerinde bir duyum bırakma özelliği; bu duyumun kendisi: Suyun rengi ve tadı yoktur. Buruk b ir tadı var. —2. Yiyecek ve içeceklerin bıraktıkları hoş ve kalıcı du­ yum; lezzet: Bu sosun hiç tadı yok. Şu ye­ m e ğ i b ir deneyin, tadı damağınızda ka­ lacaktır. —3. Tatlılık derecesi: Bu sütlacın tadı biraz az olmuş. —4. Bir şeyin verdiği zevk; bıraktığı izlenim: Artık buraların es­ ki tadı kalmadı. Anıların buruk tadı. — 5. Bir şeyden tat almak, bir şeyi sevmek, ona



değer vermek, ilgi duymak, .ondan hoş­ lanmak: Yaşamdan tat almak. A rm h içb ir şeyden tat almıyor. || Tat kazanmak, tadı gelmek, tatlı bir duruma gelmek, tatlan­ mak. || Tat vermek, bir şeye tat kazandır­ mak; hoşa gidecek bir durumun doğma­ sını sağlamak; usandırıcı, bıktırıcı olmak: Artık bu yaptıkları iyice tat verdi. || Tadı da­ mağında kalmak, hoşa giden bir şeyin ta­ dını ya da ondan alınan zevki unutamamak. || Tadı gitmek, tadı kaçmak, tatsız bir durum almak, tatsızlaşmak; hoşa gide­ cek, zevk verecek yönlerini yitirmek: Es­ kisi gibi değil, buraların da tadı kaçtı. || Ta­ dı tuzu kalmamak, sözkonusu yemekse, lezzeti kalmamak; bir şey, bir kimse, bir yerse, eski, güzel, imrenilir durumunu kay­ betmek. || Tadı tuzu yok, tatsız tuzsuz; zevksiz, yavan: Günlerimizin tadı tuzu yok. | (Bir kimsenin) tadı yok, sağlığı ya da ne­ şesi yok: Bu günlerde hiç tadım yok. || Ta­ dına bakmak, bir şeyden bir parça ağzı­ na alarak lezzetini yoklamak: Tadına bir bak bakalım, tuzlu mu o/muş? || Tadına bo­ yamamak, bir şeyden çok zevk almak, çok hoşlanmak. || Tadına doyum olma­ mak, doyulamayacak ölçüde lezzetli ol­ mak: O sulu şeftalilerin tadına doyum ol­ mazdı. || Tadına varmak, bir şeyin güzelli­ ğini bütün yönleriyle ve inceliğiyle anla­ mak: Plakları dinledikçe tadına varıyordu. || Tadında bırakmak, bir şeyin güzelliğini bozacak aşırılıklardan kaçınmak: Yeter ar­ tık, tadında bırak şakayı. || Tadından yen­ memek, bir şeyin hoşa gitmediğini belirt­ mek için alaylı olarak söylenir. || Tadını al­ mak, yaptığı, üzerinde çalıştığı bir işten zevk duymaya başlamak. || Tadını bulmak, tadı yerine gelmek, tatlanmak. || Tadını çı­ karmak, güzel bir şeyden istediği gibi ye­ terince ve her yönüyle yararlanmak: Şim­ di tatilin tadını çıkarıyor, bütün gün yüzü­ yordu. || Tadını kaçırmak, güzel, hoşa gi­ den bir şeyi aşırılığa kaçarak zevksiz bir duruma sokmak. —Bes. san. Tat artırıcı, tat alıcılarının du­ yarlılığını artırmaya yarayan katkı madde­ si. (Bunlar, bitkisel ve hayvansal özütlerden elde edilen guanilik ve inosinik asitler, sodyum glutamat gibi maddeler­ dir.) —Fizyol. Tat alma, tatma yoluyla bir şeyin tadını algılama işlevi. —Fizyol. ve Nörol. İnsan ve hayvanlarda, besinlerin ya da yakın çevrenin kimyasal bileşiminin, sulu çözeltilerin analizinde özelleşmiş duysal alıcılar yardımıyla belir­ lenmesini sağlayan işlev. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Tat, koku duyusunu ve kanın kimyasal bileşimini denetleyen çeşitli me­ kanizmaları da içeren, daha genel bir kim­ yasal algılama işlevinin çeşitli yönlerinden yalnız biridir, insanda tat yalnız ağız dü­ zeyinde algılanır ve koanalar (burun de­ likleri) yoluyla algılanan koku, çok daha büyük bir ayırım gücü ve çok daha dü­ şük bir eşiğe sahip olduğu için bunu bü­ yük ölçüde etkiler. Dilin son derece geliş­ miş olan dokunsal duyarlılığı da kıvam ve ısıların çok ince bir şekilde algılanmasıy­ la bu işleve katkıda bulunur. Dört temel tat vardır: tatlı, tuzlu, ekşi ve acı. Bunlar, dil üzerinde bulunan ve papilla denen kar­ maşık organlar üzerinde kümelenmiş tat tomurcuklan adlı özel alıcılar tarafından al­ gılanır. “ Dil V’si"ni oluşturan dilin arkasın­ daki büyük çanaksı papillalar özellikle acı tatlara, dilin ucu tatlı ve tuzlu tatlara, ke­ nar bölgeler ise ekşi tatlara duyarlı olmak­ la birlikte bu yerleşimler mutlak değildir. Tat duyularıyla ilgili bilgiler farklı üç kafa siniri çifti tarafından toplanır: yüz siniri, dil -yutak siniri ve vagus siniri. Ayrıca besinlerin tadıyla onların kimya­ sal yapıları arasındaki bağlar da basit de­ ğildir ve “ tuzlar", daha doğrusu maden­ sel iyonların tuzlu, ozların ve diholozitlerin şekerli, H+ iyonlarının ekşi ve alkalo­ itlerin acı bir tadı olması yaklaşık nitelen­ dirmelerdir: bu tatların her biri öncekiler­ le hiçbir kimyasal benzerliği olmayan ci­ simlerde de bulunur. Örneğin sakarin ke­ sinlikle bir oz değildir. Ayrıca şekerli bir tat



acı bir tadı çok iyi örtebilir. Öte yandan, herhangi bir anomali sözkonusu olmasa dahi tat duyarlılığı kişiden kişiye değişir. Kimsayal alıcılarının tümü sulu çözelti­ lerin çözümlenmesine uyum sağlanmış olan suda yaşayan hayvanlarda tat ve ko­ ku alma arasındaki farkı gösterebilmek zordur. Balıkların genellikle ağızları çev­ resinde yalnız tat duyusuna yönelik kim­ yasal alıcıları vardır. Başta kelebekler ol­ mak üzere çiçekten çiçeğe konan böcek­ lerin de ayaklarının ucunda çiçektozunun şekerli tadına duyarlı alıcılar vardır. Tat, hayvanlara her şeyden önce zehir­ lenmelerden korunmada ve çeşitli avları haber vermede yararlı olur. İkincil olarak, sindirime olanak veren salgı reflekslerini (tükürük, mide özsuyu) başlatmaya yarar. Ancak Pavlov'dan bu yana bu basit ref­ lekslerin, alışılagelmiş besinlerin yalnızca görülmesi gibi koşullu reflekslerle tamam­ lanabileceği de bilinmektedir. —Nörol. Tat duyumunun tamamen ya da kısmen kaybı çevresel sinir sisteminin lezyonlarında gözlenir. Bozukluk dil-yutak si­ niri tutulmalarında, özellikle acı duyumu­ nu etkileyecek şekilde dilin arka üçte bi­ rinde, yüz siniri, timpan siniri ve dil siniri tutulmalarında, tuzlu, tatlı ve ekşi duyum­ larını azaltacak biçimde dilin ön üçte iki­ sinde bulunur. Özellikle tek başına ortaya çıkabilen ya da genel bir krizin ilk belirtisi olabilen tat sanrıları’nın sözkonusu olduğu merkez si­ nir sistemi lezyonlarında tat duyusu eksik­ likleri nadiren kanıtlanabilir. TAT a. (esk. türkç. söze.). Esk. Türkler'in, egemen olduğu bölgelerde yaşayan İran, kürt ve arap soyundan gelme kimselere verdikleri ad. (Bk. ansikl. böl.) || Hazar denizi'nin kıyılarında yaşayan, Türklerle ka­ rışmış İran asıllı kavimlere (Tacikler vb.) ve­ rilen ad. — ANSİKL. Tat adına Orhun yazıtlarından beri türkçe yapıtlarda rastlanmakta, ancak anlam değişikliğine uğradığı görülmekte­ dir. Bu ad tüm yabancılara verildiği gibi asıl İran kökenliler için kullanıldı. İran'da Gazvin'in B. bölgelerinde yaşayan halk da Tatlar adıyla anılır ve farsçanın değişik bir kolu olan tati şivesi ile konuşurlar. Tatlar' ın yoğun olduğu bölge, Kafkaslar’ın D.’ sundaki Apşeron yarımadasıdır.



TAT (Thematic Apperception Test'in kı­ saltması), Morgan ve Murray tarafından . geliştirilen, çocuklara ve yetişkinlere yö­ nelik yansıtmalı test. Bir ya da birkaç kişi­ lik ve çeşitli anlamlara çekilebilen sahne­ ler simgeleyen bir levhalar dizisinden olu­ şur. Bu levhaların yansıttıkları tablolar ya da fotoğraflar çevresinde, testten geçen öznenin bir öykü tasarlaması gerekir. TAT’ ın yorumlanması her öykünün bir içerik ve biçim çözümlemesine dayanır ve öznenin çatışma çekirdeklerinin ve savunma me­ kanizmalarının saptanmasını amaçlar. Bu test, bilinçdışı fantazmalarla zenginleş­ mekle birlikte, onların egemenliğine gir­ meyen bir ben ülküsüne yönelir. Rors­ chach testiyle birlikte en sık kullanılan yan­ sıtmalı testtir.



TATA. Tar. coğ. Anadolu'nun Phrygia ya da Pisidia bölgesinde kent; Hoyran gölü­ nün K.’inde ele geçen kimi yazıtlarda adı­ na rastlandığından bu yörede olduğu sa­ nılmaktadır.



TATA, Macaristan'da (Komârom yönetim bölgesi) kent, Tatabânya'nın K.-B.’sında; 23 400 nüf. Kaplıca tesisi. Spor kampı ye­ ri. Eski anıtlar. —Kentin yakınında. Tuna vadisinde bulunan bir mağarada, Levallois kerestesinden, moustier evresi hava­ sında bir orta yontmataş sanayisi ortaya çıkarıldı.



■TATA (Camsetci Nasarvanci), hintli sana­ yici (Navsari, Gucerat, 1839 - Bad Nauheim 1904). Parsi bir ailedendi. Yirmi ya­ şında Çin’e gitti, burada, Hindistan'la ge­ niş bir ihracat ticaretinin temellerini oluş­ turdu. Girişimleriyle Çin, Japonya, New



Tataristan York, Paris ve Londra'da firmasının şube­ TATAR (Seyfi), türk boksör (Sivas 1945). lerini açtı. 1874'te Nagpur ve Bombay' Boksa 1963’te başladı. Sağlam fizik ya­ da iki fabrika kurdu, bu fabrikalara ham­ pısı ve etkili sağ yumruklarıyla kısa sürede madde sağlamak üzere Mısır pamuğu­ adını duyurdu. 1967-1972 arası altı yıl üst nun Hindistan ikliminde yetiştirilmesini üste Türküye şampiyonu, beş kez Balkan sağladı. XIX. yy.'ın son yıllarında, hint ma­ şampiyonu oldu (1967, 1969, 1970, 1971, den endüstrisi için bir gelişme planı dü­ 1972). Avrupa şampiyonalarında (1967, zenledi. Çalışmalarını, Bombay’da Tac 1969) ve Akdeniz oyunları’nda (1967,1971) Mahal Hotel’in yapımı (tüm Doğu’nun en ikişer kez gümüş madalya kazandı. güzel oteli), japon ipek yetiştiriciliğinin TATAR A H M E T F E Y Z İ P A Ş A -* AH­ Maysor'a getirilmesi, Bombay kentinin gü­ zelleştirilmesi, Bangalor Bilimsel enstitüMET FEYZİ PAŞA Tatar. sü’nün kurulması vb. gibi farklı alanlarda T A T A R b o ğ a z ı, L a P A ro use bo­ sürdürdü. —Camşedpur’da (Bihar) ger­ ğ a z ı da denen deniz kolu, Büyük Okya­ çek bir "Tata imparatorluğu” oluştu (denus tarafından oluşturulur ve Asya'nın mir-çelik sanayisi, makine yapımı, çelik Rusya kıyılarıyla Sahalin arasında Japon borular). Grubun etkinlikleri Hindistan en­ ıdenizi'ni Ohotsk denizi'ne bağlar. En dar düstrisinin birçok sektörüne yayıldı. Grup yerinde yalnızca 7 km genişlikte olan bu bugün 40'a yakın şirketi kontrol etmekte­ deniz koluna, kuzey kesiminde Amur ır­ dir. mağı dökülür; La Pârouse burayı buldu, TA TA İO N ya da T O T T A İO N . Tar. coğ. dolaştı ve adını verdi (1787). Anadolu’nun Bithynia bölgesinde kent; Nikaia’nın (İznik) K.-B.’sında, Sangarios ■ Ib t a r R am azan , Kerim Korcan'ın hikâ­ (Sakarya) nehrinin D.'sundaydı. Geyve ya­ ye kitabı (1969). Dokuz hikâyeden oluşan kınlarında olduğu sanılan kent Nikaia'ya kitabın sekiz hikâyesi, hapishane yaşa­ bağlı piskoposluk merkeziydi. Bizans dö­ mından kesitler içerir; cezaevi müdürü, neminde bulunduğu bölge Regio Tataion gardiyan gibi görevlilerin davranışlarının ya da Regio Tottaion olarak anılıyordu. yol atfığı olayları anlatır. Tiyatroya da uyar­ lanan yapıt, İstanbul Şehir tiyatrosu'nda TATAJUBA a. (portekizce tatajuba). Tro­ oynandı (1976). pikal Amerika’da yetişen ve düzensiz dokulu, sert, ağır, hatta çok ağır, esmer-sarı bir odun veren ağaç. Odunu doğramacı­ lıkta, tornacılıkta ve travers yapımında kul­ lanılır. (Bil. a. Chlorophora tinctoria; dut­ giller familyası.) TATAMİ a. (japonca söze.). Pirinç sapla­ rının örülerek hasır haline getirilmesiyle yapılan ve savaş sporlarında, özellikle de judoda minder olarak kullanılan kalın halı. TATAR a. Kur. tar. 1. Osmanlı devletinde atlı ya da arabalı posta görevlisi. (Bk. an­ sikl. böl.) —2. Tatar ağası, posta görevi yapan tatarların amiri. (Ocakta posta iş­ lerinden doğrudan sorumlu olan ağadan sonra “ tatar odabaşısı” gelirdi). || Tatar arabası, posta görevi yapan tatarların sür­ dükleri iki, dört ya da altı atlı taşıt aracı. —Esk. giy. Tatar dolamanı, posta tatarla­ rının giydiği kısa etekli bir tür dolaman* || Tatar kalpağı -* KALPAK. — ANSİKL. Tatar denen posta görevlileri, önceleri yalnız tatar soyundan oldukların­ dan kendilerine bu ad verildi. Sonradan değişik ırklardan, genellikle iyi binici, çe­ vik, uzun ve yorucu yolculuklara dayanıklı, gözü pek kişiler de bu göreve alınması­ na karşın, "postacı” yerine kullanılan “ tatar" terimi değişmedi. Zamanla tatar­ lar, başkent olan İstanbul'da bir tatar ağa­ sının yönetiminde, bir asker kuruluşu gi­ bi ocak olarak örgütlendiler. Yolculukların­ da konup göçmelerini, hayvan değiştir­ melerini sağlamak üzere yurdun belirli yerlerinde onlar için menzilhaneler kurul­ du. Ayrıca, vezirlerin, önde gelen devlet adamlarının hizmetinde de özel konak ta­ tarları vardı. Ancak, bunlardan yalnız res­ mi ocaklı tatarlar, kendilerine özgü siyah ku­ zu postundan tepesi san, uzunca kalpak ve özel bir elbise giyebilirlerdi. Tanzimat' tan sonra Posta ve telgraf nezareti’nin ku­ rulması üzerine (1840) Tatar ocağı kaldırıldı. TATAR a. 1. Bir türk kavmi. (Bu anlam­ da büyük harfle yazılır.) [-» TATARLAR.] —2. Bu kavimden olan kimse. —3. [Tam­ layan olarak] Tatarlarla ilgili: Tatar dili. —Esk. sil. Tatar oku, arbalet*'e Türkler’ ce verilen ad. (Bu yayla atılan çok sert ve büyük oklar da bu adla anılırdı.) —Mutf. Tatar böreği -* BÖREK. |j Tatar çor­ bası, ortasına kıymalı iç konup kapatıldık­ tan sonra küçük küçük kesilen hamurları et suyuyla pişirerek yapılan yoğurtlu çor­ ba. (Üzerine yağ, kekik ve nane konur.) || Tatar salçası, mayoneze hardal, sirke, kıyıl­ mış yeşil soğan, maydanoz ve küçük doğ­ ranmış lop yumurta ekleyerek yapılan sos. (Daha çok balık yemeklerinde kullanılır.) T A T A R , Uşak'ın SivaslI ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 402 nüf. (1990).,



TÂ TÂ RÂ S C U (Gheorghe), rumen siya­ set adamı (Craiova 1886 - Bükreş 1957). Avukattı, liberal milletvekili ve ion Brâtianu’nun yardımcısı, sonra kralın güvenilir adamı oldu, hükümetin başına getirildi (1934-1937); ülke ekonomisini yeniden dü­ zenlem eye çalıştı ve Titulescu'dan ayrıla­ rak sovyet etkisinden uzaklaştı (ağustos . 1936). Dışişleri bakanı oldu (1938), daha sonra yeniden hükümet başkanlığı yaptı (1939-40) ve Besarabya ile Bukovina'yı SSCB'ye bırakmayı kabul etmek zorunda kaldı. Yeniden Dışişleri bakanı oldu (1945 -1947), şubat 1947 barış antlaşmadı görüş­ melerine katıldı. T A T A R C A a. Türkçenin kuzey-batı grubunda yer alan lehçeler topluluğu. — A n s I k l . Tatarca Rusya'da, Tataristan Özerk Cumhuriyeti, Volga bölgesi ve Ba­ tı Sibirya'nın çeşitli yerlerinde konuşulur. Bu dilin başlıca ağızları kazan, mişer, tepter, astrahan, masımov, ûral ve Sibir­ ya tatarcasıdır. (Kırım tatarcası - * Kirim.) Türkçenin z grubunun y bölümüne girer; -ğan (kalçan [kalan]), tav (dağ), -lı (tavlı [dağlı]) ayırıcılarıyla belirlenir. • Sesbilgisi. Türkiye türkçesinden bazı farklılıkları şunlardır: e > i (e l> il), o > u (o n >un), ö > ü (örd e k > ü rd e k), / > / (it> it). Geriye doğru ünsüz benzeşmesi vardır: kış-kı, yaz-ğı. Sözcük başındaki ün­ süzlerde bazı değişiklikler görülür: tamir (damar), muyın (boyun), kün (gün). • Biçimbilgisi. Ad çekimi: tamlayan duru­ mu: -nıng: yulnıng (yolun); yönelme du­ rumu: -ga: yulga; yükleme durumu: -m: yulnı (yolu); kalma durumu: -da: yulda (yolda); çıkma durumu: -dan, -nan: minnen (benden). Kişi adılları: min, sin, ut, biz, siz, atar. Gösterme adılları: bu, ut, şul, tigi. Soru adılları: kayst (hangi), kaysısı, İfa­ ya (nereye), kayda, kaydan, kaçan (ne za­ man), ni (ne), nerse (ne). Belirteçler: bi­ len (ile), üçün (için), sung (sonra), birge (birlikte). Eylem çekimi: şimdiki zaman: ey­ lem kökünün ünlüyle ya da ünsüzle biti­ şine göre farklıdır: alam (alıyorum), alasıng, ala, alabız, alasız, alalar: tarıym (ta­ rıyorum), tarıysıng, tarıy, tarıybız, tarıysız, tarıylar. Geçmiş zaman ortaç eki: -ğan: kalğap (kalmış). TATARCIK a. Böcbil. San esmer renkli, uzun ayaklı, çeşitli hastalıklar bulaştırabi•len böcek. (Gündüzleri loş yerlerde giz­ lenir. İki günde bir geceleri kan emer Sok­ tuğu yer çok kaşınır ve ağn yapar.' Bil. a. Phlebotomus papatasii; tetebeğimsisivrisinekgiller [Psychodidae] familyası.) —Tıp. Jatarcık humması, PAPPATACİ HUMMASl’nın eşanlamlısı.



TATARIMSI ya da TATARSI sıf. 1. Ta­ tar’a benzeyen kimse için kullanılır. —2. İyi pişmemiş yiyecek için kullanılır.



11299



TATARİ sıf. (fara tatar ve ar. -/'den tâtâr i ). Esk. Tatarlarla ilgili, Tatarlar'a ait. —Mutf. Az pişmiş et. (Terimin, posta tatar­ larının yiyecek olarak yanlanna az pişmiş et almalanrıdan kaynaklandığı öne sürülür) TATARİSTAN, eskiden Asya’nın, göçe­ belerin yaşadığı büyük bölümüne ve özel­ likle de Türkistan’a verilen ad. AvrupalIlar XIV. yy.’da, Küçük Asya’yı belirtmek için de bu adı kullandılar TATARİSTAN Ö K Ü Z Ü a. Zool. YAK’ın eşanlamlısı. T A T A R İS T A N Ö Z E R K C U M H U ­ R İY E T İ, rusça Tatarskaya A.R., Rus­ ya Federasyonu'nda özerk cumhuriyet; 68 000 km2; 3 650 000 nüf. (1989). Baş­ kenti Kazan. Resmi dili rusça ve tatarca. —COĞRAFYA. Volga Tataristan'ın batı ucundan K.-G. doğrultusunda akar. Ir­ mağın en büyük kolu olan Kama ise ka­ baca D.-B. doğrultusunda akarak cum­ huriyet topraklarının büyük bölümünden geçer. Vyatka ve Byelaya ırmakları Kama'nın önemli kollarıdır. Bölge genelde alçak ve engebeli bir ovadan oluşur. Volga'nın batısında yüksekliği 235 m'ye ula­ şan arazi, Volga tepelerinin en kuzey ucunu oluşturur. Urallar'a doğru yükse­ len bölgenin güney-doğusunda, 338 m yükseklikteki Bugulma-Belebey platosu yer alır. Bölgede kara iklimi egemendir; kışlar uzun ve sert, yazlar sıcak geçer. Yıllık yağış miktarı 420-510 mm'dir; en çok yağış yaz aylarında düşer. Kar kalın­ lığının 60 cm'yi bulduğu olur. Cumhuriyetin büyük bölümü çernozemle (kara toprak) kaplı ormanlı step kuşağında yer alır. Arazinin % 16'sı or­ manlarla kaplıdır. Irmak boylarındaki taş­ kın ovalarında geniş çayırlar uzanır. Kama'nın aşağı kesimiyle Volga kıyısındaki taşkın ovaları Nijnekamsk ve Şamara gö­ letlerinin suları altında kalmıştır. Şamara göletinin yüzölçümü 1,760 km2'dir. Nüfusun % 48'i tatar, % 44'ü rustur. Sovyet döneminde kurulan sanayi mer­ kezlerine gelen göçmenler dolayısıyla son yıllara kadar Tatarlar'ın oranı azalır­ ken Ruslar'ınki artmıştır. Büyük ulaşım eksenleri üzerinde çok elverişli bir konumda bulunan Tataristan, sovyet döneminin başından itibaren bü­ yük bir ekonomik gelişme göstermiştir. Ekonomi daha çok tarıma (tahıl ve hay­ vancılık) ve yeraltı zenginliklerine daya­ nır. Tarım ürünleri arasında buğday, mı­ sır, darı, sebze, patates, şekerpancarı, kenevir, tütün ve meyveler sayılabilir. Mandıracılık ve besicilik de önemlidir. Tataristan, ikinci Bakü denilen petrol havzasının başlıca üretim alanıdır. Nijne­ kamsk hidroelektrik santralının, tamam­ lanmasıyla sanayileşmekte olan ülkenin enerji potansiyeli daha da artmıştır. Ülke­ de çeşitli sanayi dalları gelişmiştir. Kimya sanayisi özellikle Kazan, Mendeleyevsk ve Nijnekamsk'ta 'gelişmiştir. Takım tezgâhları, torna, karbüratör, tarım makineleri, tıbbi araçlar, saat ve daktilo üreten tesisler, başta Kazan, Zelyonodolsk ve Çistopol olmak üzere Volga ve Kama kıyılarındaki kentlerde yoğunlaş­ mıştır. Naberejnıye Çelnıy’da dünyanın en büyük kamyon fabrikası bulunur. Mamadiş ve komşu kentlerde kâğıt ve kâğıt hamuru, Kazan'da sabun üretilir. Irmaklardan yük taşımacılığında yoğun olarak yararlanılır. Cumhuriyetteki ırmak limanlarıyla Moskova ve Volga Havzasın­ daki öteki kentler arasında düzenli yolcu taşımacılığı yapılır. Demiryolu ulaşımı fazla gelişmiş olmamakla birlikte cumhu­ riyetin kuzey-batı ve güney-doğu ucun­ dan Moskova ve Urallar'a uzanan iki ana hat geçer. Başka bir hat Volga ırmağının sağ yakası boyunca kuzey-güney doğ­ rultusunda uzanır. Kazan'dan çıkan kara­ yolları Bugulma ve Menzellnsk'e, Çlsto-



Camsetci Nasarvanci Tata



Tatar Ramazan oyunundan bir sahne İstanbul Şehir tiyatrosu,(1976)



Tataristan 11300



pol’dan ise Nurlat'a doğru gider. En büyük sanayi merkezi ve ulaşım kavşağı olan Kazan, Tatar kültürünün kalbidir. Nüfusu 1 milyonu aşan Kazan'da üniversite, çeşitli yüksek okullar, araştırma enstitüleri, birçok kütüphane ve birkaç tiyatro bulunmaktadır. —Tar. Tatarlar XIII. yy.'ın ortalarında bu­ günkü Tataristan topraklarına yerleşerek o sırada bölgede yaşayan Bulgarlara egemen oldular. XV. yy.'da Altınordu devleti'nln parçalanmasından sonra ku­ rulan kuzeydeki Kazan Hanlığı'nın Mos­ kova Büyük Prensliği'ne karşı yürüttüğü uzun süreli mücadele IV. Ivan'ın (Kor­ kunç) 1552'de Kazan'ı kuşatarak ele ge­ çirmesiyle sonuçlandı. Bunu izleyen çok sayıda ayaklanma sert bir biçimde bastı­ rıldı. Sonraki dönemlerde bölgede bir­ çok yeni yerleşme kuruldu. 1920'de Ta­ taristan Özerk Cumhuriyeti ilan edildi. 1990 da SSCB dağılma sürecine girin­ ce Tataristan'da da bağımsızlık eğilimleri güçlendi. 20 mart 1992'deki halk oylama­ sı egemen bir devletin kabülüyle sonuç­ landı (% 60,4 evet). Tataristan bağımsız­ lık isteğinde direnerek, Rusya'yla fede­ rasyon anlaşması imzalamayı reddetti. T A T A R K iE W iC Z (Wfadysfaw), polonyalı filozof (Varşova 1886 - ay._y. 1980). 1915-1962 arasında Varşova Üniversitesi'nde felsefe, Poznart üniversitesi'nde (1921-1923) estetik ve sanat tarihi profe­ sörlüğü yaptı ve 1967-1968 arasında Ber­ keley üniversitesi'nde ders verdi. Yapıt­ ları: Die Disposition der aristotelischen Prinzipien (Aristotelesçi ilkelerin düzeni), 1910; De l'absolu du bien (iyiliğin mutlaklığı üzerine) [fr. çev,], 1919; Histoire de la philosophie (Felsefe tarihi) [fr. çev.], 1931 -1950; les Trois Morales d'Aristote (Aristo­ teles'teki üç ahlak) [fr. çev.], 1931 ; /e Bon­ heur (Mutluluk) [fr. çev.], 1947; la Concent­ ration et le Rêve (Yoğunlaşma ve rüya) [fr. çev.], 1951 ve Histoire de l'esthétique (Es­ tetik tarihi) [fr. çev.], 1960-1967. TA T A R LA R , Cengiz Han ordusunu oluşturan çeşitli uluslara batılı, özellikle rus tarihçilerin çin kaynaklarından esinlenerek verdikleri genel ad. Orhon yazıtları'nı çö­ zümlemiş olan V. Thomsen'e göre, bir ka­ vim olarak “ Tatar" adı, ilk kez Orhon ya­ zıtları'nda geçer. Thomsen, moğol saydı­ ğı bu kavmi Baykal gölünün D. ve G.-D.'suna yerleştirir. René Giraud ise, Orhon ya­ zıtlarında "Otuz-tatar" ve "Dokuz-tatar" adlarının geçtiğini, bunların ülkesinin Bay­ kal gölünün G.-D. ucunda değil, bugün­ kü Moğolistan’da olması gerektiğini belir­ tir. Prof. Dr. Bahaettin Ögel de Otuz-tatarlar'ın bugün Moğolistan'da yaşayan Mo­ ğollarla aynı kavim olmalarının büyük bir olasılık olduğunu yazar. Uygur yazıtları'nda da rastlanan Dokuz-tatarlar’ın 747’den sonra Uygurlarla savaştıklarından söz edilir. Bu yazıtlara bakılırsa, Dokuz-tatarlar, Uygur devleti dağıldıktan sonra Alaşan bozkırlarında (Çin'in B.'sındaki Kansu eya­ letinden K.'deki Gobi çölüne kadar uza­ nan bölge) yeniden ortaya çıktılar. Öte yandan, çin kaynakları 842'den başlayarak Tatarlardan “ Ta-ta" adı altın­ da geniş biçimde söz ederler. Bu kaynak­ lar Moğolistan'daki K. Tatarları’na “ Kara Tatar", Alaşan bölgesindeki G. Tatarları'na da "Ak Tatar" derler. Ak Tatarlar’ın moğol olmadıklarını, bu nedenle türk olmaları gerektiğini belirten çin kaynakları, bunla­ rın 9 kabileden oluştuğunu da kaydeder: Ürünkay, Kıyat, Kangurat, Usun, Baydut, Nukuz, Öngüz, Sulduz, Kingüt. Böylece bu bilgilerin ışığında "Tata" adlı bir boy­ lar topluluğunun en geç VI. yy.'dan beri var olduğunu, bunların asıl büyük bölü­ mü oluşturan ve moğol kökenli olan Kara Tatarlarla (Otuz-tatarlar) moğol kökenli ol­ mayan, ancak türk kökenli mi ya da son­ radan türkleşmiş kavimler mi oldukları da kesinlikle belirlenemeyen Ak Tatarlardan (Dokuz-tatarlar) meydana geldikleri anla­ şılmaktadır. Ayrıca, Cengiz imparatorluğu kurulunca Moğollar'a katılan bu kabileler



topluluğunun, Moğol imparatorluğu da­ ğıldıktan sonra gerçek benliklerine kavuş­ muş olarak yeniden ortaya çıkmadıkları da anlaşılmaktadır. Öte yandan, bir moğol seferiyle ilgili olarak "tatar” teriminin ilk kez rus kaynak­ larına girdiği bir XIII. yy. belgesine bakı­ lırsa, Cengiz Han’ın Harizmşah Muham­ met'i izlemekle görevlendirdiği Subutay Batur ve Cebe Noyan komutasındaki 20 000 kişilik bir "tatar" kuvveti, Kalka ırma­ ğı boyunda yapılan savaşta rus-kıpçak birleşik ordusunu büyük bir yenilgiye uğ­ rattı (31 mayıs 1222). Bu çarpışma sıra­ sında 6 rus prensinin öldüğünü, sadece Kiev prensinin askerlerinden 10 000 kişi­ nin öldürüldüğünü, tutsak düşen Kiev prensiyle öteki prenslerin tatar atlılarının ayakları altında ezilerek öldürüldüklerini yazan rus kaynakları, Tatarlar'ın önlerin­ den kaçan Ruslar'la Kıpçaklar'ı Dniepr (Özü) ırmağına kadar kovaladıktan sonra çekilip ülkelerine döndüklerini belirtir. Yi­ ne rus kaynaklarına göre, 1222'de ülke­ lerine dönen Tatarlar, bu kez Cengiz Han' ın torunu Batu Han yönetiminde yeniden görüldüler (1237). Tatarlar bulgar ülkesini yıkıp kentlerini toprak yığınına dönüştür­ dükten sonra aynı yıl Volga (itil) ırmağını geçerek rus topraklarına girdiler. Rusya' nın tüm kuzey kesimini ele geçiren Batu Han (1238), ertesi yıl Kıpçaklar'ın yoğun olarak yaşadıkları Doneç üzerine yürüdü (1239). Tatarlar'ın karşısında daha çok da­ yanamayan 40 000'i aşkın kıpçak atlısı Macaristan’a sığındı. Kıpçaklar'ı kabul eden Macarlar'ın üzerine yürüyen Batu Han, onları da yenilgiye uğrattı. Böylece Karadeniz'in kuzey kıyıları, Kırım yarıma­ dası ve güney bozkırları Tatarlar'ın ege­ menliğine gidi (1240). Daha sonra Tatar­ lar bu topraklarda Altınordu hanlığı’nı kur­ dular. Macar arşivlerinde Cengiz Han'ın be­ şinci ya da altıncı kuşaktan torunu sayı­ lan Toktemir adlı bir tatar prensinin oğlu olan Basaraba'nın bugün kendi adının bi­ raz bozulmuş biçimiyle anılan topraklar­ da (Besarabya) Tatarlar, Kıpçaklar ve Ulahlar'dan oluşan bir Tatar devleti kurdu­ ğu belirtilir (1330). XVI. yy. sonlarında baş­ layan rumen arşivlerinde ise, Tatarlar'ın Romanya tarihinde oynadığı önemli rolle­ re değinilirken, rumen devlet büyüklerinin adları arasında Akbaş, Akkuş, Arslan, Ba­ laban, Bars, Çolpan, Ötemiş vb. gibi bir­ çok tatar ya da kıpçak adına rastlanır Bazı tarihçiler Cengiz imparatorluğunu Türk-Moğol imparatorluğu diye tanımlama nedenlerini, türk-moğol karışımı güçlü ta­ tar kabilelerinin bu uluslar topluluğu için­ de yer almasında gösterirler. Moğollar'ın gizli tarihi'nde, büyük ve güçlü boylar ara­ sında önemli rol oynayan türk-moğol ka­ rışımı bir kavim olan Tatarlar’ın, Dalan -Nemürges savaşı'nda (1202) Cengiz Han tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonra parçalanarak moğol birliğine katıldıkları, bu uluslar topluluğu içinde zamanla eri­ yerek bir daha öz benliklerine kavuşama­ dıklarından söz edilir. Türkolog Prof. Hönisch’in notlarında ise, Çinliler’in Kara Ta­ tarlar grubu arasında gösterdikleri Mong -vu (moğol) kabilesinden çıkmış olan Cengiz'in (Temuçin), devletini kurduktan son­ ra ona kendi kabilesinin adını verdiğini; böylece o zamana kadar pek bir anlam taşımayan "moğol" adının, küçük bir top­ luluğun adı olmaktan çıkarak büyük bir devletin adı durumuna geldiğini; bundan böyle bu imparatorluğun içinde yer alan tüm boyların moğol diye anılmaya başlan­ dıklarını ve önceden kendilerine "tatar” denen kavimlerin bu kez "m oğol" adını aldıklarını söylemesi dikkat çekicidir. Bu savdan yola çıkan Batılltar, özellikle Rusya’daki türk boylarının asıl kökenleriyle olan bağlantılarını ortadan kaldırmak is­ teyen Ruslar, Cengiz imparatorluğu halkı­ na arada türk ve moğol ayrımı gözetmek sizin kasıtlı olarak topluca "Tatarlar" de­ diler. Daha sonra bu terim osmanlı tarih­ çilerince de benimsendiği için İlhanlIlar



döneminden Anadolu’da kalan boylara, Timur'un Orta Asya’da kurduğu Timurlu devletine, özellikle de Kırım ve Kazan Türkleri’ne yanlış olarak "tatar" damgası vuruldu. Rusya'da sovyet rejimi yerleştikten son­ ra çeşitli türk ve moğol b a la rı için ' 'tatar' ’ teriminin kullanımından vazgeçilerek her boy Özbek, Karakalpak, Tunguz, Kazak vb. gibi kendi adıyla anılmaya başlandı. Ancak türkçe konuşan bazı etnik gruplar (Kırım Tatarlan, Kazan Tatarlan [ya da \folga], "Tatar" olarak adlandırıldılar. Bugün Türkiye'de "Tatarlar" deyince akla ancak Kazanlılar, Kırım halkı ve yurdun çeşitli yerlerinde (özellikle Eskişehir ve yöresin­ de) yaşayan bazı küçük topluluklar gelir. ( - Kayn.)



TATARLAR (Kmm - ’t), Kırım Türiderf de denir, ataları XV. yy.'da Giray haneda­ nı tarafından yönetilen, Kınm hanlığı’nı ku­ ran ve 1944'e kadar Kınm yarımadasında yaşayan türk halkı. Hanlık 1873'te Rusya tarafından ilhak edildikten sonra, baskılar karşısında XX. yy. başına kadar Kırım Ta­ tarlarımdan yaklaşık 1 000 000'u Türkiye’ ye göç etti. Kırım Tatariarı'nın Ekim devrimi'nden (1917) sonra kurdukları Kırım Halk Cumhuriyeti dağıtıldı ve 1921'de Kı­ rım SS özerk Cumhuriyeti kuruldu. İkinci Dünya savaşı sırasında “ ortak ihanet"le ve alman ordusuyla işbiriiğiyle suçlanan Kırım Tatarları Sibirya, Özbekistan (19891 da 574 000 kişi) ve Kazakistan'a (1989'da 288 000 kişi) dağıtıldı,-1945'te cumhuri­ yetleri ortadan kaldırıldı. 1967'de Yüksek sovyet prezidyumu'nun kararıyla bu suç­ lamadan arınan Tatarlar, pek azı dışında Kırım'a dönemediler, ancak ülkelerine dö­ nebilmek İçin umutsuz kavgalarından da vazgeçmediler. Kırım Tatarları, XI|J.-XIV. yy.'dan beri hanefi müslümandır. T A T A R L A R (Kazan — i). Kazan Türklerl de denir, ataları Kazan hanlığı'nı ku­ ran ve çoğu Tataristan özerk Cumhuriye­ timde yaşayan türk halkı. Kökenleri Volga ve Kama Bulgarları'na bağlanan Kazan Tatarları, Kazan hanlığı'nın Ruslar tarafın­ dan yıkılması (1552) üzerine çarlara bağ­ landılar. Ancak fırsat buldukça başkaldırdılar (Abız Batırşah [1735], Karasakal [1739] ayaklanmaları) ve Pugaçev ayak­ lanmasına (1773-1775) katıldılar. XIX. yy.' da tatar aydınları İslamlığı gelişen modern dünya ile uzlaştırmayı amaçlayan yenilik­ çi harekete (ceditçilik*) öncülük ettiler. Ataları X. yy.'dan beri müslüman olan Ka­ zan Tatarları hanefi müslümanlarıdır. 1979'da yapılan sayıma göre eski SSCB ülkelerinde, Kırım Tatarları da dahil Tatarlar ın sayısı 6 320 000 idi. Bu nüfu­ sun dörtte birinden çoğu Tataristan Cum­ huriyetimde yaşar, diğerleri bütün eski SSCB ülkeleri topraklarına dağılmıştır; Or­ ta Asya'da sayıları 1 milyondan fazladır. TA T A R LA R (Litvanya - i) ya da T A ­ TA R LA R (Polonya—ı), Beyaz Rusya ve ABD'de oturan, lehçe ya da litvanya dili konuşan, hanefi mezhebinden sünni müs­ lüman olan ve sayıları 5 000’i aşkın kü­ çük türk halkı. Töton şövalyelerine karşı savaşmak için grandük Vytautas tarafın­ dan Litvarıya'ya çağnlan nogay klanından gelirler. T A T A R L I, Afyonkarahisar ilinin Dinar ilçesi Haydarlı bucağına bağlı belde; 9 697 nüf. (1990). Belediye T A T A R U (İbrahim), türk kökenli bulgar edebiyat tarihçisi (Nikopat 1925). Sofya Üniversitesi hukuk fakülteşi'nde öğrenim gördü (1947-1954). Sofya Üniversitesi ba­ tı filolojisi fakültesi doğu dilleri kürsüsü’nde türk dili ve edebiyatı doçenti oldu (1975). Başlıca yapıtları: Bulgaristan Türkleri'nin edebiyatı (1960), Hüseyin Rahmi' den Fakir Baykurt'a kadar türk romanı (Rı­ za Mollof'la, 1968), Eski türk edebiyatı (1973). T A T A R U M yO A O , Adana'da, Ceyhan -Toprakkale yolu üzerinde, Tatariı köyü ya-



tatil kınında höyük. Yörede yapılan araştırma­ larda Yenitaş, Bakırtaş, Hitit, Asur, Hellenistik ve Bizans dönemlerinden çeşitli ça­ nak çömlekler, taş aletler ele geçti.



tam yüzyıl boyunca İngiliz kiliselerinde et­ kin oldu. Purcell'in Dido and Aeneas (1689’a doğr.) adlı operasının librettosu da Tate’e aittir.



TA T A R -P A Z A R C IK -



TA TE (Ailen), amerikalı yazar (Winches­ ter, Kentucky, 1899 - Nashville, 1979). Fugitives grubunun üyesiydi. Güney yanlısı kültüre ve amerikan modernizminin eleş­ tirisine dayanan bir edebiyat geleneğini savundu. Şiirlerinde (Mr. Popex and Other Poems, 1928; Poems, 1931; The Mediterranean and Other Poems. 1932; Poems, 1960) olduğu kadar denemelerinde (Essays of Four Decades, 1969) ve new ' critidsm’i etkileyen edebiyat estetiği anla­ yışında da unutulmazlığı dile getirme ve mitleri çağrıştırma (Stonewall Jackson, 1928; The Fathers, 1938) kaygısı güden tutucu bir esini dikkati çeker.



TATARSI



PAZARCIK



TATARIMSI.



T A T A R S K A Y A A .R .



♦ TATARİSTAN



ÖZERK CUMHURİYETİ.



TATAVİN ya da F U M TATAVİN, Gü­ ney Tunus’ta (Mednin III) komün, Ceffare ovasının batı kenarında; 7 000 nüf. Yöne­ tim merkezi. TATAVLAU M A H R E M İ



• MAHREMİ



TATAVLENON. Tar. coğ. Anadolu’nun Bithynia bölgesinde kent; Bursa’nın İne­ göl ilçesi merkez bucağına bağlı Gülbahçe köyü yakınında, Avlugüme mevkisindeydi. TA TA W U a. (ar. tatavvu', yumuşamak, itaate yanaşmak), isi. Farz ya da vacip ol­ madığı halde Tanrı hoşnutluğu için gönül­ lü ibadet yapma, iyilik etme. TATAYYUR a. (ar. tayerân'öan tatayyur). Esk. Bir şeyi uğursuz sayma, kötüye yor­ ma. TATBİK, :ki a. (ar. tıbkîan tatbik). 1. Uy­ gulama: Bunun tatbiki pek zor olmasa ge­ rek. Yasanın tatbikinde bir takım güçlük­ lerle karşılaşılabilir. —2. Bir şeyi tatbik et­ mek. onu uygulamak: Yasalar herkese eşit biçimde tatbik edilecektir. —3. Tatbik mührü, bir kimsenin resmi makamlarca ta­ nınmış mührü. —Esk. 1. Bir şeyi başka bir şeye uydur­ ma, uygun duruma getirme. —2. Bir şe­ ye benzetme, onun gibi olmasını sağla­ ma. —3. Karşılaştırma, kıyaslama. —4. Yeraltında madenlerin tabaka tabaka bu­ lunması. -—Teknol. Bir yüzey üzerine, bunun deko­ rasyonu ya da sağlamlığı için bir ürümuygulamak eylemi. TATBİKAN be. (ar. tatbik1ten tatbikân). Esk. Uygulayarak, uydurarak. TATBİKAN a. (ar. tatbik ve fars. an çoğl. ekiyle tatbikân). Sey. oy. Kol oyunlarında tef çalan Yahudiler’e verilen ad. TATBİKAT, -tı a. (ar. tatbik'in çoğl. tatbi­ kat). Uygulama: Tatbikatı gördükten son­ ra yeni düzenlemelere gidilebilir. —Ask. Önceden seçilen belirli bir düzen­ de, askeri birlik, araçlar, gemiler, uçaklar tarafından gerçekleştirilen düzenli hare­ kât. (Buna karşılık manevra, taktik bir dü­ şünceye ya da arazinin biçimine göre ger­ çekleştirilir.) || Askeri eğitimin uygulamalı bölümü (taktık ya da teknik: atış tatbikatı, silahlanma tatbikatı, mekanize tatbikat.) || Çift taraflı tatbikat, düşman kuvvetinin de temsil edildiği tatbikat. |j Savaş tatbikatı, si­ lahların kullanıldığı, taktik yürüyüşlerin ya­ pıldığı ve savaş durumuna geçilen tatbi­ kat. j| Subay-astsubay tatbikatı, yalnızca subay ve astsubayların katıldığı tatbikat. || Tek taraflı tatbikat, düşmanın temsil edil­ mediği taktik tatbikat.



T A T E B A Y A Ş İ, Japonya'da kent, Honşu'nun (Gumma ili) ortasında; 75 141 nüf. Tekstil. T a ta O allery, Londra’da ulusal müze. 1897'de, Thames’in sol kıyısında (Millbank) bir binada kuruldu (daha sonra ge­ nişletildi). Başlangıçtaki çekirdeğini, şeker tüccarı Henry Tate’in devlete bağışladığı İngiliz resim koleksiyonu oluşturdu. Günü­ müzde, İngiliz sanatını ve bütün ülkelerin modern ve çağdaş sanatını kapsayan ko­ leksiyonlara sahiptir. İngiliz okulu koleksi­ yonları, XVI. yy.'dan başlayarak İngiliz sa­ natının eksiksiz bir görünümünü sunar (4 000 yapıttan fazla); bu bölümde özellikle Blake, Constable, önraffaellocular ve Turner'in (250 tablodan fazla) yapıtları görü­ lebilir. Uluslararası resim ve heykel kolek­ siyonları izlenimcilikle başlar, XX. yy.'ın başlıca ustalarını (Picasso ya da Matisse’ ten amerikalı Rothko’ya kadar) ve yakın dönemdeki öncü sanatçıları (İngiltere, ABD vb.) kapsar.



TATBİKİ sıf. (ar. tatbik ve -/’den tatbiki). Uygulamaya yer veren, uygulamayla ilgi­ li olan şey için kullanılır; uygulamalı. — GÜZ. sant. -* UYGULAMALI. T a tb ik i g ü zel s a n a tla r ak a d e m is i — GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ.



TA TE (Nahum), İngiliz şair (Dublin 1652 - Londra 1715). Yeniklasik uyarlamacıydı, Shakespeare'ın Kral Lear'inin mutİLusonla biten bir versiyonunu kaleme aldı: Cordelia'nın Edgar ile evlendiği bu yapıt XIX. yy.'a kadar ilgi görmeye devam etti. 1692'de ödül kazanan şair, N. Brady ile birlikte A New Version of the Psalms of David'in çevrimini yazdı (1696), bu yapıt



11301



TA TİENSES ya da T İT İE N S E S , Ramnes ve Luceres ile birlikte Eski Roma'nın üç ilkel kabilesinden biri. TATİL a. (ar. rafa/’den ta'tjl). 1. Yasal ola­ rak, okullarda, üniversitelerde her yıl göz­ den geçirilen bir takvime göre çalışmala­ rın durdurulduğu dönem; dinlence: Bu yıl ortaöğrenim kurumlan tatile altı haziran­ da giriyor. —2. Mesleki etkinliklerin, ça­ lışmaların durdurulması; çalışırken verilen ya da alınan dinlenme süresi: Tatile gerek­ sinimi olmak. İşyerimizde öğle tatili on ikiy­ le on üç otuz arasındadır. —3. Ücretlile­ rin, yasal olarak işlerini kesip çalışmadık­ ları dönem; dinlence: Bu yıl üç hafta tati­ lim var. Tatilini bölmeden kullan. —4. Bu süre içinde değişik etkinliklere ayrılan dö­ nem; dinlence: Tatile çıkmak, gitmek. Yaz tatilini güneyde geçirmek. Güzel bir tatil. Flavalar yüzünden tatilim mahvoldu. —5. Bir şeyi, bir işi tatil etmek, çalışmaya ara vermek, çalışmayı ertelemek. || Tatil günü, yasal olarak kabul edilmiş dinlenme günü, resmi ya da dini bayram günleri. || Tatil d-



TA TEY A M A , Japonya'da kent, Honşu (Çiba ili) adasında, Sagami körfezi kıyısın­ da; 56 300 nüf. Sayfiye merkezi. TATHAGATA, Buddha'ya verilen ve ' böyle (tatha) giden (gata) kişi" ya da "böyle (tatha) gelen (agata) kişi" anlamı­ nı taşıyan Sanskrit ve pali unvan. En yay­ gın yorumlardan biri Buddha'nın, tinsel uyanış deneyi yapan birçok kişiden biri ol­ duğu gerçeğine anıştırmada bulunur. Mahayana buddhacılığında, Tathagata her bireyin özünde gizli ve ona buddha du­ rumuna erişmek olanağı veren "böylelik” olarak yorumlanır. TATHİN a (ar tahrí dan tathin). Esk. Öğütme, un haline getirme. —Esk. tıp. Tathin-ül-hasat, mesanedeki taşların bir aletle öğütülerek ameliyatsız düşürülmesi. TATHİNAT, -tı çoğl. a. (ar. ta(hinir\ çoğl. tathınat). Esk. Öğütmeler, un yapmalar. TATHİR a (ar taharet’ten tathir). Esk. Te­ mizleme, temiz hale getirme, paklama: "Çünkü bu usulde maziyi tathir. hem de istikbali şüphelerden tenzih etmek men­ faati vardır" (Y. K. Beyatlı).



T a tb ik a t sa hnesi - D e v l e t k o n s e r ■ TA T İ (Jacques TatIscheff, Jacques — VATUVARI TATBİKAT SAHNESİ. TATBİKATÇI a. Bir şeyi uygulayan; uy­ gulayıcı.



sonr.). Aziz iustinos’un öğretişini benim­ sedi ve hıristiyanlğı kabul etti. İki yapıt bı­ raktı: büyük bir olasılıkla Justinus'un ölü­ münden sonra (165’e doğr.) yazılmış olan ve eski yunan kültürünü savunan Logos pros Hellenas ile dört İncil metnini tek bir anlatı haline getiren ve V. yy.’a kadar Sür­ yani ayinlerinde kullanılan Diatessaron.



denir), fransız film yönetmeni (Le Pecq 1907 - Paris 1982). Müzikhol aktörüydü; 1932’den başlayarak çoğunlukla senaryo­ sunu ve diyaloglarını kendisinin yazdığı çeşitli kısa metrajlı güldürülerde oynadı: Oscar, Champion de tennis (1932), Gai Dimanche (1935), Soigne ton gauche (1936). 1946’da, iki yıl sonra gerçekleşti­ receği ilk uzpn filmi Jour de féte’in bir tas­ lağı olan TEcole des facteursü yaptı ve les Vacances de Monsieur Hulot (1953) ile büyük bir üne kavuştu. Daha gösterişli ta­ sarılar gerçekleştirmek için mali olanak­ lar bulamayan Tati salt komedi türünden uzaklaşarak toplumsal hicivli filmler çevir­ di: Amcam (Mon önele) [1958], Playtime (1968), Trafic (1971), Parade (1974). TA TİA N O S, Suriyeli hıristiyanlık savunu­ c u s u (Suriye 120’ye doğr. - öl. 173’ten



mak, sözkonusu okul, fabrika, işyeri vb. ise, çalışmasına bir süre ara verilmek, ka­ panmak. || Tatil yapmak, çalışmaya, işe ara verip dinlenmek. || Tatile girmek, sürdürü­ len etkinliğe belirli bir süre ara vermek. —Huk. Yasalar gereği çalışılmayan gün­ ler. || Adli tatil — ADLİ. || Hafta tatili -» HAF­ TA. Ü Ulusal bayram ve genel tatil günler BAYRAM.



—iş huk. Tatil-i eşgal kanunu, OsmanlIlar döneminde, ikinci meşrutiyetin ilanından sonra gelişen işçi hareketlerini bastırmak üzere çıkarılan yasa. (Bk. ansikl. böl.) —Turizm. Tatil köyü, dış ve iç turizme hiz­ met vermek üzere gerçekleştirilmiş, genel­ likle büyük bir alana yayılmış bir-iki katlı ya da bungalov türü yapılardan oluşan konaklama tesisi. (Devletçe ya da özel yer­ li ve yabancı sektörce işletilen tatil köyle­ rinde lokanta, kafeterya, diskotek, sauna, yüzme havuzu, çeşitli spor tesisleri gibi or­ tak kullanım alanları bulunur.) —ANSİKL. iş huk. 1908 yılının ağustos ve eylül aylarında Osmanlı imparatorluğu' nun bazı büyük merkezleri yoğun işçi grevlerine sahne oldu. Hükümet bu grev­ leri bastırmak amacıyla, Meşrutiyetin İla­ nından çok kısa bir süre sonra, kanun kuvvetinde kararname çıkarma yetkisine dayanarak yürürlüğe koyduğu “ Tatil-i eş­ gal cemiyetleri hakkında kanun-ı muvak­ kat” adlı yasayla grev yapmaya önemli kı­ sıtlamalar getirdi, büyük bölümü yaban­ cı şirketlerin elinde bulunan kamu hizmet­ lerinde işçilerin sendika kurmalarını ya­ sakladı. Bunun ardından, 13 temmuz



Jacques Tali les Vacances de Monsieur Hukn (1953)



adlı filminin bir sahnesinde



tatil 1909'da ortaya çıkan 31 Mart olayı’nın ya­ rattığı baskı havasından da yararlanarak “ Tatil-i eşgal kanunu” nu çıkardı (27 tem­ muz 1908). 11 maddeden oluşan bu ya­ sa, kamu hizmetlerinde her türlü sendika­ laşmayı yasaklıyor, önceden kurulmuş sendikaları kapatıyor, kamu hizmetlerinde grev yapmayı büyük ölçüde sınırlıyordu. Tatil-i eşgal kanunu, 28 yıl fiilen yürürlük­ te kaldıktan sonra 1937’de kaldırıldı.



11302



TATİLCİ sıf. ve a. Bir dinlenme yerinde ta­ til yapan; tatile çıkmış kimse için kullanılır. TA T İLN A M E a. (ar ta'til ve fars. name' den tactil-n3me). Esk. Bir gazetenin geçi­ ci bir süre için kapandığını bildiren resmi yazı. TATİR a. (ar. cıtr'dan ta'tîr). Esk. 1. Gü­ zel kokmasını sağlama. —2. Tatir-i meşam, burna güzel kokular çekme. TATİS a. (ar. “atse'den ta'tis). Esk. Aksırt­ ma, aksırtılma. TATİŞ a. (ar. 'afş’dan tactiş). Esk. Susat­ ma, susatılma.



tatlandırmak. —2. Bir meyveyi tatlandır­ mak, bir şeyden söz ederken, onun a t­ lanmasını sağlamak: Yaz güneşi üzümle­ ri tatlandırdı. '■ —Eczc. ve Diyet bilg. Bir ilacı, bir be siri tatlandırmak, alınmasını kolaylâştırmşk İçin, ya tatlı maddeler ya da bazı kimy» sal maddeler katarak bir İlaca ya da b e ­ sine şekerli tat vermek. T A T L A R , Azerbaycan'ın ve İran'ın Azerbaycan bölgesinin sınır bölgelerin­ de, Dağıstan'da ve Apşeron yarımada­ sında yaşayan ve İran dili konuşan Kaf­ kasya halkı. Diğer yerli halklarla karışıp bütünleşerek ortadan kalkma yoluna gi­ ren bu halk, ayrı bir dinsel ilişkinlik özelli­ ği gösteren çeşitli özerk gruplar biçimin­ de dağılmıştır. Kuba, Vartaşen, Bakü bölgelerindeki dağlarda ve Dağıstan'da yaşayan Tatlar yahudi dinini; Apşeron yarımadasında ve Kuba ve Diviçi bölge­ lerinde yaşayan Tatlar Şiiliği; Şemahı ve Diviti bölgelerinde yaşayan Tatlar'sa gregoryen ermeniliği benimsemişlerdir. T A T L A R IN , Nevşehir' in Acıgöl ilçesi, merkez bucağına bağlı belde; 3 301 nüf. (1990). Belediye. T a tla r ın b a ra jı, Nevşehir ilinde, Derinöz suyu üzerinde kurulu baraj. 1966'da işletmeye açıldı. Sulama amacıyla yapı­ lan barajın gövdesi toprak+kaya dolgu tipinde, normal su kotynda (991 m) su toplama hacmi 1,75 milyon m3, göl alanı 0,15 km2, sulama alanı 174 ha'dır. Ib t la r (The) [Geveze], 1709'da "Is a M Bickerstaff takma adıyla Steete tarafın da kurulan İngiliz gazetesi. Haftada üç keztçp kıyordu ve başlangıçta kibar âlemiyle 'fi. gili haberler, edebi ve siyasal haberisin! yer verdi. Addison’un da katılmasıyla ga­ zetede, siyasal yazılar ve ahlak üzerine de­ nemeler de yer almaya başladı. Torylerin partisinin seçimleri kazanması üzerine Steele'nin yayımını durdurmak zorund» kaldığı The Tatler, 1711 ocağına kadar sür­ dü. 271 sayısının 42'si Addison'un, 18811 Steele’nin elinden çıkmıştır, iki yazar, mart 1711'de The Spectatod'u kurdular.



Pathâ-J.-L. Passek kol.



Anita Ekberg ve Marcello Mastroianni Federico Fellini'nin yönettiği Tatlı hayat (1959) filminin bir sahnesinde



TA T İŞ Ç E V (Vasiliy Nikitiç), rus siyaset adamı ve tarihçi (F’skov eyaleti 1686 - Boldlno 1750). Büyük Petro’nun hizmetinde Kuzey savaşı'nda (1700-1721), Urallar'da (1720-1722; 1734-1737), Astrahan'da (1741-1745) askeri, diplomatik ve idari ol­ mak üzere çok çeşitli görevlerde bulun­ du. Kaynakların derin bir eleştirisine da­ yanan bir istorija Rosijskaya s samıyh drevnejşih vremen (En eski zamanlardan günümüze rus tarihi) [5 cilt, 1768-1848] ve tamamlanamamış bir ansiklopedik sözlük yazdı. T A T İU S , efsaneye göre Sabinler'in Ro­ mulus tarafından kaçırılmasının öcünü al­ mak için silaha sarılan ve Romulus’la bir­ likte Roma'da hüküm süren Cures (Sabin) kralı. T A T K A V A K U , Bursa'nın Mustafake­ malpaşa ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 710 nüf. (1990). T A T LA N D IR IC I sıf. Tatlandırmada kul­ lanılan maddelere denir. tatlandırıcı a. Şekerli tat veren kim­ yasal madde. TA TLA N D IR M A a. Tatlandırmak eylemi. —Eczc. Ağız yoluyla alınmak üzere hazır­ lanmış bir ilaca şekerli tat verme. T A T LA N D IR M A K - TATLANMAK. TA T LA N M A a. Tatlanmak eylemi.



yumrular



tatlı patates



T A T LA N M A K gçz. f. Bir meyve sözkonuşuysa, tat kazanmak, olgunlaşmak; KayısıjpiLtatlanmaya başladı. tatlandırm ak ettirg. f. 1. Bir şeyi (bir şeyle, bir şey katarak) tatlandırmak, ona şeker ya da şeker tadı veren bir şey kat­ mak, tatlı olmasını sağlamak: Sütü balla



T A T U sıf. 1, Şeker tadında olan, şeker içeren bir şey İçin kullanılır: iyi bir kavun tatlı olmalıdır. —2. Ekşiye, acıya, biberli­ ye karşıt olarak, ağızda hoş bir tat bıra­ kan şey için kullanılır: Tatlı biber. Tatlı su. —3. Fazla şiddetli, keskin ya da belirgin hiçbir yanı olmayan bir şey İçin kullanılır:. Tatlı bir eğim. —4. İnsanı rahatlatanı in­ sana hoşnutluk veren bir şey için kullanı­ lır: Seninle birlikte olmak ne tatlı. Tatlı rü­ yalar. — 5. Sevecen, uysal, yumuşak bir kimse için kullanılır: Ne tatlı bir baban var. —6. Cana yakın, sevimli, şirin bir kimse için kullanılır: Bu ne tatlı bebek. —7. Yu­ muşaklığı, sevecenliği çağrıştıran bir şey için kullanılır: Tatlı bakışlar. — B. Tatlı be­ la, sevildiği için verdiği sıkıntılara katlanı­ lan kimse. || Tatlı dil, incitici olmayan, gö­ nül alıcı söz: Tatlı dil yılanı deliğinden çı­ karır (atasözü). || Tatlı dil güler yüz, sevgi ve sevecenlik taşıyan konuşma ve davra­ nış. || Tatlı dilli, tatlı sözlü, kandırıcı, etkile­ yici, çekici biçimde konuşan kimse için kullanılır. || Tatlı kaçık, gönlünün istediğini yapan, her zaman mantıklı davranmayan, eğlenceli bir kimse için kullanılır || Tatlı sert, kırıcı, incitici olmamakla birlikte, okşayıcı, yumuşak olmayan söz ya da davranış için kullanılır. || Tatlı su, acı su'ya karşıt olarak içilebilir nitelikteki su; tuzlu su'ya karşıt ola­ rak, tuzlu olmayan su. || Tatlı su frengi, ba­ tılılık taslayan, doğulu olduğu halde avttfpalı gibi görünmeye çalışan hırlstiyan. | Bir işi tatlı yerinde bırakmak, kesmek, bir işi kötü, zevksiz bir duruma sokmadan so­ na erdirmek. —Bine. Tatlı damak, ağızlığının ortası yay biçiminde olan gem. —Ekmekç. Tatlı maya, ekmek hamuruna katılan saf alkol mayası. (Hamura göre belli bir oranda tartılıp ılık suda ezilir, un ve suyla karıştırılıp yoğurulur. 23-32 °C'ta bir saat bekletildikten sonra kabarmaya -



başlar. Türkiye'de az kullanılan bir maya türüdür.) —Psik. Tatlı ilaç, ferahlık duygusu uyan­ dırdığı halde bedeni bağımlılık yaratma­ yan ve gittikçe doz artırmayı gerektirmek­ sizin yeme isteği veren doğal ya da sen­ tetik, psikotrop ilaç. —Şarapç. Tatlı şarap, bir miktar şeker içe­ ren şaraba denir. ♦ be. 1. Yumuşak, hoşa gidecek biçim­ de: Bu parçayı ne tatlı söylüyor. Bu çocuk çok tatlı bakıyor. —2. Tatlı tatlı, zevkli, gü­ zel, hoşa gidecek: Tatlı tatlı anlatır, hepi­ mizi etkilerdi. |j Tatlı tatlı söyler, acı acı so­ kar, konuşması güzel, etkileyici, gönül alıcı olan ama kötülük düşünüp kötülük yapan kimselerin bu tutumu için söylenir. ♦ a. 1. Şekerle ya da şekerli şeylerle ya­ pılan yiyeceklere verilen genel ad: Bu çok özel bir tatlıdır. —2. (Bir işi) tatlıya bağla­ mak, üzerinde anlaşılmayan bir sorunu iki tarafı da memnun edecek bir çözüme ka­ vuşturmak: Sonunda iş tatlıya bağlandı. —ÂNSİKL. Tatlılar, ana malzemelerine gö­ re; hamur tatlıları, sütlü tatlılar ve meyve tatlıları olmak üzere başlıca üç gruba ay­ rılırlar. Hamur tatlıları un, şeker ve yağdan yapılması, bazen arasına ceviz, badem ya da kaymak vb. konulması ve şerbetli ol­ ması nedeniyle ağır tatlılar grubuna girer. Baklava, kadayıf, revani, türk mutfağının önde gelen hamur tatlılarıdır. Keşkül, ta­ vukgöğsü, muhallebi, kazandibi vb. süt­ lü tatlılar hafif tatlılar olarak nitelenir. Ana malzemesi süt ve şeker olan bu tatlılarda kullanılan nişasta, yumurta, pirinç, fıstık vb. başlıca yan malzemelerdir. Kompos­ tolar, hoşaflar, meyve salataları ve çiğ mey­ ve tatlıları (kremalı çilek vb.), meyveli tatlı­ ların başlıcalarıdır. Genellikle krema, kay­ mak vb. ile birlikte yenir. T atlı h a y a t (La Dölce Vita), yönetmen­ liğini Federico Fellini’nin yaptığı İtalyan fil­ mi (1959). Film, sinema dünyasına ve ro­ ma aristokrasisine karışmış bir gazeteci­ nin (Marcello Mastroianni) yaşamını, bir­ birine bağlı bölümler biçiminde anlatır. Fellini bu yapıtında aylaklık ve kokuşmuş­ luk sınırına varan bir dünyayı iğneleyici bir dille gözler önüne serer. Tatlı hayat, yönet­ menin filmleri içinde, bir bağlantı filmi sa­ yılır: I Vitelloni'deki yenigerçekçiliği, son­ ra Sonsuz sokaklar (La Strada) ve Kalpa­ zanlar çefes/'ndeki (il Bidone) toplumca benimsenen yalanlan ortaya koyan idea­ lizmi terk eden Fellini, yeteneğini gelişti­ receği büyük barok fresklere geçmeye hazırdır. TA TU PATATES a. 1. Daha çok sıcak bölgelerde, yumru kökleri için yetiştirilen tarım bitkisi. (Bil. a. ipomea batatas; sar­ maşıkgiller familyası.) —2. Bu bitkinin yumrusu. —ANSİKL. Tatlı patates Tropikal Amerika kökenli, sürüngen saplı, çokyıllık bir bit­ kidir; özellikle yumru kökleri için yetiştiri­ lir, ama yaprakları da yenir; çiçekleri sar­ maşık çiçeğine benzer. Uyum sağlayan çeşitleri ile tropikal bölgelerden ılıman böl­ gelere kadar yetiştirilebilir. Çoğalması tro­ pikal bölgelerde sap parçalarıyla, kışları soğuk bölgelerde camekân altında çim­ lendirilen yumruların filizleriyle sağlanır As­ ya üretimde başta gelir: 100 Mt. Tatlı hoş bir lezzeti olan tatlı patates A vitamini ve ka­ raten bakımından da zengindir ve çok ko­ lay sindirilir. Geniş çapta hayvan yemi ola­ rak da kullanılır. Türkiye'de Akdeniz ve Ege bölgelerinde bir miktar yetiştirilmektedir. TATUCA sıf. Biraz tatlı; oldukça tatlı: Tat­ lıca bir elma. Bu çay biraz tatlıca. T A T U C I a. 1. Tatlı yapan ve/ya da satan kimse. —2. Tatlı yapılan ve/ya da satılan işyeri. —3. Tatlılara aşırı ölçüde düşkün kimse. —Esk. mutf. Saray ve konaklarda tatlıları yapmakla görevli aşçı. TA T U C IL IK a. Tatlı yapma ve satma işi. TATUÇAY, Çankırı’nın G.-D.’sunda Kızıl-



Tatlin ırmak'a karışan Acıçay’ı oluşturan kollar­ dan biri. Yaklaşık 90 km uzunluğundadır. Köroğlu dağlarının D. kesiminden doğar ve Çankırı'dan geçer. TATL1KURT a. Böcbıl. Başta tütün ol­ mak üzere, kiler ve mutfaklardaki yiyecek­ lere de zarar veren kınkanatlı böcek. (En zararlı böceklerden biridir. Larvaları küçük ve beyazdır. Bil. a. Lasıoderma serricorne; Anobiidae familyası.) [Eşanl. SİGARABÛCEĞI.] TATLILAŞMA a. Denizbil. Tatlısuların ka­ tılması sonucu deniz suyu yoğunluğunun azalması. TATLILAŞM AK gçz. f. 1. Tatlı duruma gelmek; tatlanmak. —2. Bir kimse sözkonusuysa, cana yakın, hoş, sevimli bir du­ ruma gelmek: Bu çocuk büyüdükçe tatlı­ laşıyor. ♦ tatlılaştırm ak ettirg. f. Bir şeyi tatlılaş­ tırmak, onu tatlı duruma getirmek. —Petroklm. Bir benzinin ya da hafif bir dlstllatın kokusunu gidermek ve bir arıt­ ma yöntemiyle bu ürünleri korozyona yol açmayacak duruma getirmek. — Su işler. YUMUŞATMAK'ın eşanlam lısı.



TATLILA ŞTIR M A a. Petroklm. Beyaz petrol ürünlerindeki korozyon etkileri ve kokular bakımından istenmeyen bileşen­ leri gidermek için, bu ürünlere uygulanan işleme yöntemi. (Tatlılaştırma yöntemleri, sülfürlü bileşikleri, merkaptanları ve elementer kükürdü gerek çözündürme ya da özütleme, gerek yükseltgeme yoluyla uzaklaştırmayı ya da dısülfürlere dönüş­ türmeyi sağlar) TA TLILA ŞTIR M A K -



TATLILAŞMAK.



TATLILI sıf. Tatlısı olan, içinde tatlı bulu­ nan. TATLILIK a. 1. Tatlı bir şeyin niteliği. —2. Bir kimsenin davranışlarındaki hoş­ luk, şirinlik. —3. Hoş tutma, iyi davranma; ¡yılık: Tatlılıktan anlamazsan, zora başvur­ mak zorunda kalacak. TATLILIKLA be. Zorlamaksızın, kaba davranmaksızm, tatlı dille, yumuşak bir bi­ çimde: Bir anlaşmazlığı tatlılıkla çözümle­ mek. TATLIM SI sıf. Tatlıya çalan, tatlıca: Bu suyun tatlımsı bir tadı var. TATLIO Ğ LU (Bahri), türk siyaset adamı (Akdağmadenı 1880-7 1957). Rüştıye'yı bitirdikten sonra çiftçilik, Reji memurluğu yaptı. Sivas kongresi’ne Yozgat delegesi olarak katıldı. Son Meclisi mebusan'a Yoz­ gat'tan mebus seçildi (ocak 1920). Daha sonra Ankara’ya gelerek TBMM'ye Yozgat milletvekili oldu (1920-1923); ikinci grup' ta yer aldı. 1923’te yenilenen seçimlerde seçllemedi ve politik yaşamdan ayrıldı. TATLIPEÇE a. Sıcak serada yetiştirilen ve duruşu ile kentiayı andıran palmiye (Bil. a. Hedyscepe canterburyana.) TATLISU a. Değişik oranlarda çözün­ müş maddeler içermesine karşın tadı tuz­ lu ya da acı olmayan su. T A T L IS U , rumca Marj, G. Kıbrıs rum kesiminde Larnaka ilçesine bağlı köy.



lar vardır, ilk beş karın bölütünün her bi­ rinde bir çift eklenti bulunur; dişilerde bun­ lara yumurtalar bağlıdır; buna karşılık er­ keklerde ilk iki çift eklenti çifleşme eklen­ tisine dönüşmüştür. Son çift eklenti Iletelson beş kanatlı bir yüzme paleti oluştu­ rur. Tatlısu ıstakozları öne doğru yürürler, ama ani kuyruk vuruşlarıyla arkaya doğ­ ru yüzebilirler. Bütünü göz önüne alınırsa, tatlısu ısta­ kozları hepçlldir, tatlısulu göllerin, çamur­ lu, yosunlu diplerinde bulunan Potamobius (ya da Astacus) leptodactylus Türkiye’ de yaşayan tek türdür. Boyları 15cm'yi bu­ labilir. Tatlısu ıstakozu özel sepetlerle avlanır. Sepetin içine bir parça et, balık vb. yer­ leştirilerek ırmağın ya da gölün dibine in­ dirilir; tatlısu ıstakozlarının yeme gelmesi İçin yeteri kadar beklenir ve sepet düzenli aralıklarla sudan çıkarılır. Yeteri büyüklükte olan ıstakozlar toplanır, küçüklerse tekrar suya atılır. TATLISU KAYASI a. 1. Sıcak, az serin bölgelerde denize yakın tatlısuların ağız­ larında, en çok 50 m'ye kadar İnen sığ ke­ simlerde yaşayan kemlklibalık. (Ağzı ol­ dukça iri, silindirimsi bedeni pulludur Gö­ ğüs yüzgeci büyüktür. Etçil beslenir. Bil. a. Neogobius fluviatilis; kayabalığıgiller fa­ milyası; boyu 20 cm’ye kadar.) —2. KİLİZB A L iö rn ın eşanlamlısı. TATLISU K E D İB A U Ğ I a ABD köken li, 1871’de Avrupa’ya getirilen yırtıcı kemiklıbalık. (Bazı Avrupa ırmaklarında yaşama­ ya uyarlanan tatlısu kedlbalığı birçok yer­ il sazan ın yok olmasına yol açtı. Bil. a. ictalurus melas; tatlısukedibalığıglller famil­ yası.)



TATLISU KEFALI a. Zool. KEPENEZBALlöl'nın eşanlamlısı. TATLISU LEVREĞ İ a 1. Batı Avrupa ve Kuzey-batı Asya'nın tatlısulu göl ve ır-' maklarında yaşayan, İki sırt yüzgeçli (bi­ rincisi dikenlidir) kemlklibalık. (Bil. a. Perca fluviatilis; tatlısulevreğiglller familyası.) [Bk, ansikl. böl.] —2. Nil tatlısu levreği, Af­ rika tatlısularında bulunan çok iri kemlklibalık. (Pulları çok İridir. Solungaç kapak­ çıklarının dikeninin uzunluğu, ağırlığı 140 kg dolayındaki balıkta 2 m'yl bulur. Eski Mısır'da özellikle de Esnek'te saygı gör­ müş ve mumyalanmış bu balığın resmi­ ne mısır mezarlarında rastlanır. Bil. a. Lates nilotlcus; Centropomidae familyası.) || San tatlısu levreği, Kuzey Amerika'da bu­ lunan, tatlısu levreğine yakın levrek. (Bil. a. Perca fluvescens.) — ANSİKL. Dişleri her İki çenede de aynı­ dır. Preoperkulum ve operkulum tırtıklıdır; pulları ktenoittir. Sırtı koyu yeşil, karnı so­ luk gridir; yanlarında, koyurenkll ve düşey 5-7 şerit bulunur. Tatlısu levreği, hafif akın­ tılı, az derin suları sever, av bulmak İçin oldukça geniş biralara sürekli dolaşır. Ni­ sanda uzun yumurta şeritlerini su bitkile­ rine tutturur Yavrular 8-10 gün sonra yu­ murtadan çıkarak yaklaşık 8 gün içinde vltellus keselerini yerler; önceleri sürüler halinde sonra büyüdükçe daha küçük öbeklerle avlanırlar. Sularımızda boyları 50 cm'yl, ağırlıkları 3 kg'ı aşar.



TA T LIS U , rumca A katu, KKTC'de Ga­ gTATLISU M E LE K B A LIĞ I a. Amazon zi Mağusa ilçesine bağlı köy. ve rio Negro havzalarında yaşayan, akvar­ yumlarda sıkça beslenen kemlklibalık. TATLISU ISTAKOZU a. Tatlısuda yaşa­ (Böcekler ve larvalarla beslenir; dayanık­ yan yenilebilir kabuklu. (Istakoz ve languslıdır, bakımı kolaydır. Üremesi İlginçtir, me­ tin g ib i d e n iz tü rle rin i d e içe re n ve y ü rü ­ lez türleri vardır. Bil. a. Pterophyllum scayen ona ya klıla rın b ir alttakım ı olan tatlısu lare; slhlldgiller familyası, boyu 15 cm'ye ıstakozlarının ö rn e k tip id ir; b u n la rın tem e l kadar) özelliği, g ü ç lü b ir çift kıskaç ve k u y ru k la ­ rın d a ki y ü z m e paletidir.) [B k. ansikl. b ö l.] TA TU SU M İD Y E S İ a. Tatlısularda ya­ (Eşanl. KEREVİT, KEREVİDES.) — A n Sİk l . Zool. ve Balıkç. Tatlısu ıstako­



zunun sağlam bir kabukla korunan başlıgöğsü ve altı bölütten oluşan gelişmiş bir karnı vardır. Göğüs eklentileri, savunma ve saldırı görevi yapan kavrayıcı, iri ve güçlü bir çift kıskaçtan oluşur Sonraki iki çift ayak da kıskaçla son bulur, ama bun­ lar küçüktür. Son çift ayakta basit tırnak­



şayan bir midye cinsi (Unio). — ANSİKL. Tatlısu midyelerinin kavkısı eşit­ siz Ikiçenetli, ince ve iç yüzde kalın sedef­ lidir. Menteşesi birbirine kenetlenen diş­ lerden oluşur. Bu midyeler akarsuların ya da gölcüklerin dibinde yaşar. Kavkıların­ dan eskiden sedef düğme yapılırdı. TATLISU



U Ç A N B A LIĞ I a. Güney



Amerika'da tatlısularda yaşayan, göğüs yüzgeçlerini çırparak su dışına fırlayıp uçuşlar yapabilen bazı küçük kemiklibalıkların ortak adı. (Başlıca cinsi: Gasteropelecus; Characidae familyası.)



11303



TA TU SU C U L sıf. Denizde yaşayan can­ lılara karşıt olarak salt ya da daha çok tatlısuda yaşayan hayvan ve bitki türleri için kullanılır. (Tatlısucul ve denizeli hayvan tür­ lerinin hepsi birlikte su faunasını oluştu­ rur; tatlısucul bitki türlerine genellikle “ sucul" denir ve bu terim tatlısucul ile eşanlamlıdır.) TA TLIS U K A PLI|M B A Ö A S 1G İLLE R a. Daha çok sıcak ya da tropikal ılıman bölgelerde tatlısularda yaşayan, hepçil beslenen, orta boyda, yassı bağalı ve perdeayaklı kaplumbağalar familyası. (Batı Avrupa'da yaşayan Avrupa bataklık kap­ lumbağası [Emys orbtcularis], ABD kö­ kenli olan ve bazen Avrupa'da gözalıcı renklerinden dolayı afrvaryumlarda bes­ lenen kırmızı kulaklı tatlısu kaplumbağa­ sı [Pseudemys seripta] ve daha birçok amerika kaplumbağaları Terrapene carolina gibi "sandıklı kaplumbağalar” bu fa­ milyaya girer. Bil a. Emydidae.) T A T L IS U K E D İB A L S Ğ IG İL L E R a Üyeleri Asya’daki tatlısularda yaşayan, çok uzun bıyıklı, sırtında bir İğne bulunan kedibalığı familyası. (Bil. a. Bagridae).



tatlısu ıstakozu (A s tım fluviatilis) boyu: 12 cm



TA TU SU LEV R E Ğ İG İLLE R a. Kuzey yarıküre'nin tatlısulannda yaşayan, üyele­ rinde sırt ve kuyrukaltı yüzgeçlerinin bir bölümü dikenli, kanri yüzgeci göğüs üze­ rinde göğüs yüzgeçlerine dikey duran kemikllbalıklar familyası (Tatlısu levreği, be­ nekli tatlısu levreği, sudakbalığı, zingel ve Avrupa ile Kuzey Amerika'da yaşayan ya­ kın türler bu familyada yer alır. Bil. a. Percidae.) TA TLISU S A LY A N aO Z U G S LLE fi a Akciğerli, karındanbgçaklı yumuşakçalar familyası. (Kretase devrinin en alt katından başlayarak fosiline rastlanan bu yumuşak­ çalar bugün de doğada çok yaygındır. Bunlar bütün dünyada, tatlısularda, hat ta yükseltisi 4 000 m'yi aşan göllerde bile yaşar. Bil. a. Limneidae.) TA T U S U Y E N G E C İG İLLE R a Eski Dünya’ nın tropikal ya da yarı tropikal böl­ gelerinde tatlısularda yaşayan yengeçler familyası. (Bazı türlerine 2 000 m yüksel­ tilerde bile rastlanır Bil. a. Potamonidae.)



tatlısu ıstakozu (Potamobius [ya da Astacus] leptodactylus) boyu: 15 cm



TATLİK a. (ar. tatlik). Esk. 1. Boşama: "Çokdan ettim o aşkı tatlik" (A. H. Tarhan). —2. Hurma, incir vb. ağaçların di­ şilerine erkeklerinin çiçeklerinden asarak meyve vermelerini sağlama. »T A T LİN (Vladimir Yevgrafoviç), rus res­ sam, mimar, heykelci ve kuramcı (Mosko­ va 1885 - ay. y. 1953). 20’li yılların konstrüktivizm akımını başlatanlardan biridir 1911-1913 arasında yeniilkelci üslubun ağır bastığı figüratif resimler yaptı. Bu ya­ pıtlarda belirgin çizgiler ve özlü bir yapı­ nın yanı sıra heykelsiliğe doğru bir eğilim



tatlısu levreği (Perca fluviatilis)



Bk. resim sayfa 11304



gözlemlenir (Balık satıcısı, 1913, Tretyakov galerisi). Tatlin daha sonra fütürist derle­ meleri resimledi ve tiyatro için tasarılar ha­ zırladı. ilk “ resimsel kabartmalar" ya d a "karşı kabartmalar” 1914'te ortaya çıktı: re­ simden yola çıkarak ve ağaç, metal, cam, yalancı mermer karton gibi gereçlerin y ü ­ zeyini çeşitli yöntemlerle işleyerek "heykel tablolar" gerçekleştirdi (bunların çoğu kay­ bolmuştur ve ancak fotoğraflarıyla bilin­ mektedir). 1917 devrimi’nden sonra, III. En­ ternasyonal anıtı'nın maketini tasarladı. Anıt, Eiffel kulesi'nden daha yüksek, sar­ mal biçimli bir kuleden oluşacaktı. Kulenin içinde çelik kablolara asılmış ve değişik hız­ larda dönen bir silindir bir piramit ve bir küpte çeşitli salonlar yer alacaktı. 30’lu yıl­ ların başında, Letatlin adını verdiği uçan bir makinenin modelini tasarladı.



tatlısu melekbalığı (Pterophyllum scalare)



içkinin tadına baktırmak; bir yiyecekten, bir içecekten az miktarda yemesini, içme­ sini sağlamak: Bana akşam için hazırla­ dığı nefis yemeklerden tattırdı. —2. Bir şe­ yi (soyut) [bir kimseye] tattırmak, o şeyi o kimsenin yaşamasını, tanımasını sağla­ mak ya da buna yol açmak: Size mutlu­ luğu tattırmak istiyor. Ona yenilgiyi tattır­ dı.



dlatMoue C. N. A. C.-O.-Pomptdou



Vladimir Tam* AW (1913) Rus müzesi, Sen-Petersburg



1ATLİYE. a. (ar. fı/â*'dan tapiyye). Esk. Herhangi bir şeyin üzerine cila sürme, sı­ vama. TATMA a. 1. Tatmak eylemi. —2. Tat al­ ma duyusu: Tatma duyusu yok. Tatma papillalan. Tatma organı. (Bk. ansikl. böl.) —Anat. Tatma siniri, dilin duyu siniri. —ANSİKL. Karş. anat. Tatma organı kok­ lama organından morfolojik açıdan yalnız böceklerde ve omurgalılarda farklıdır. Bö­ ceklerde tatma kılları ağız parçalarının, ayakların ve duyargaların üzerinde bulu­ nur; bunların her biri iki ya da daha fazla duyu hücresi içerir. Omurgalılarda tatma organları, balıklarda tüm beden üzerinde, dörtayaklılarda ağız ve yutak boşluğu için­ de bulunan tat tomurcuklandır. Tatma or­ ganları, ancak şiddetli bir uyanda işlev gö­ ren dokunsal kimyasal alıcılar içerir; bun­ ların görev yapabilmeleri için kimyasal maddelerin suda çözünmüş hale gelme­ lin gereklidir. Tatma organları tarafından ancak dört kimyasal özellik (ekşi, tuzlu, acı, tatlı) ayırt edilebilir. Besinlerin tadı on­ ların koku özellikleriyle yakından ilgilidir.



Tätralar'm ZMnpane'nin yukmsndaki (Polonya) kesiminden bir görünüm



TUTMAK g. f. 1. Bir şeyi (somut) tatmak, tadını, kalitesini anlamak için ağzına değ­ dirmek, ondan biraz yemek ya da içmek: Tattığında onun nişasta değil un olduğu­ nu anladı. —2. (Bir şeyden) tatmak, (on­ dan) biraz yemek ya da içmek: O kadar yemek yaptım, hiç birinden tatmadı. — 3. Bir şeyi (somut) tatmak, onu hissetmek, yaşamak; hissetmiş, yaşamış olmak: Mut­ luluğu ilk kez onunla tattı. Hayatın acıları­ nı tatmak. Yenilgiyi ilk kez tadıyordu. tattırmak ettirg. f. 1. Bir yiyeceğin, bir ■



TA TM İN a. (ar. ¡amn, dinlenmeden tafmin). 1. Bir gereksinimi, bir isteği gider­ mek, doyurmak eylemi; bunun sonucun­ da ortaya çıkan doygunluk; doyum: Bir kimsenin isteklerini tatmine çalışmak. Maddi gereksinimlerin tatmini. Başarının verdiği tatmin. —2. Cinsel isteğin doyu­ rulması, doyum: Tatmine ulaşmak, ulaşa­ mamak. —3. Bir kimseyi tatmin etmek, onun isteğini yerine getirmek: Ücretlileri tatmin etmek. Herkesi tatmin etmek ola­ naksızdır; bir şey sözkonusuysa, o kimse­ nin beklentilerine yanıt vermek, istediği, beklediği gibi olmak, duyurmak: Bu iş be­ ni tatmin etmiyor. Anlattıklarım sizi, mera­ kınızı tatmin etmiştir sanırım. —4. Tatmin olmak, isteklerinin, beklentilerinin yerine geldiğini görüp hoşnut olmak; cinsel is­ teği yerine getirilmiş olmak. TATMİNKÂR sıf. (ar. tatmin, fars. kah dan tatmin-kSı). 1. Tatmin eden, tatmin ede­ bilecek türde, beklediği, istendiği gibi olan; doyurucu: Tatminkâr bir yanıt. Bu sözleşme her iki taraf için de tatminkâr şartlar içeriyor. —2. Olduğu gibi kabul edilebilen; olmasından rahatsızlık duyul­ mayan: Tatminkâr bir sonuç. Tatminkâr bir çalışma. TA TM İN S İZLİK a. 1. Elinde olanlardan, aldığından, varlığından,, yaşamdan vb. tatmin olmamış bir kimsenin durumu: Tat­ minsizlik duygusu. —2. Cinsel yönden tat­ min olmamış bir kimsenin duygusu. TA T O S d a ğ la rı, O. Karadeniz dağları­ nın Çamlıhemşin G.'ndekl doruk kesimi­ ne verilen ad. B'da Dilek dağı (3 711 m) ve D.'da Kaçkar dağı (3 932 m) arasında G.-B.-K.-D. doğrultusunda uzanan 3 000 metreden yüksek dorukları kapsar. Dör­ düncü Zaman buzullaşmasının derin iz­ lerini taşır (buzultaş setleri, sirk gölleri, hörgüçkayalar). Yer yer riyolltik sokulumların da görüldüğü Birinci zaman yaşlı granit­ lerden oluşan kütle G.'de Çoruh vadisine çok daha dik yamaçlarla iner. TATÖLÇER a. Fizyol. Tatölçümü için kul­ lanılan aygıt. TATÖLÇÜM Ü a. Fizyol. Tat alma dere­ cesinin değerlendirilmesi. T A T R A L A R , Polonya'da ve SlovakM .



SémiUm-Rapho



ya da Karpatlar'ın, en yüksek doruklarını (Polonya'da Rysy, 2 499 m; Slovakya' da, Gerlachovka, 2 655 m) içeren iç bö­ lümü. Tafralar, tortul kanatlı, billurlu bir horsttur; K.'indeki Podhale çöküntü hav­ zası (800-1 000 m) ve G.'deki Orava, Vâh ve Poprad yüksek vadileri arasında önemli bir yükselti (ortalama 2 000 m) oluşturur. Bu özellikleriyle Tafralar, mor­ folojisi, florası ve faunası belirgin biçim­ de yüksek dağlara özgü özellikler taşı­ yan, bir tür çevreden kopuk bütündür. Tatralar, hem Polonya'da, hem de Slovakya'da büyük bir .ulusal park haline getirilerek korunmaktadır. TATSAL sıf. Tat ile ilgili. —Antropol. Tatsal duyarlık, çözelti halin­ de alınan, gitgide artan yoğunluktaki ba­ zı maddelerin acı tadını algılama eşikleri­ nin kademeli toplamı. —ANSİKL. Antropol. Tatsal duyarlık. Tatsal duyarlığı saptamak için öteden beri kul­ lanılan madde feniltiyorkarbamittlr (R T. C.). Algı eşiği bireyden bireye değişir; ço­ ğunluk "tat alanlar" ve "tat almayanlar” diye gruplandırılabilir ve eşiklerin bütün nüfus içindeki dağılımı alt gruplara pek az yer veren bu iki büyük nitelik çevresinde toplanır. Çeşitliliği iki alelli genetik bir lö­ küsün belirlediği sanılmaktadır; "tat alan" özelliğini başat alel sağlar; tat almayan bi­ reylerse çekinik alel bakımından homozigottur. Bu alellerin sıklığı insan topluluk­ ları arasında büyük ölçüde değişir. Yiye­ ceklerde iyot bulunmaması ya da guatr yapıcı acı maddeler bulunması nedeniy­ le acı tat almayanlarda, beslenmeye bağlı guatr tehlikesinin yüksek olduğu söylene­ bilir. ! sıf. 1. Tatlılık derecesi, beklenen­ den az olan bir yiyecek i£in kullanılır: Bu sütlaç biraz tatsız. —2. Tadı hoşa gitme­ yen bir şey için kullanılır, yavan; lezzetsiz: Tatsız bir yemek. —3. Hoşa gitmeyen, alınganlıklara yol açan birkonuşma ya da davranış için kullanılır: Tatsız bir şaka. Bu çiğ ve tatsız sözler, toplantının havasını sertleştirdi. —4. Can sıkıcı, hiçbir çekici­ liği olmayan ya da tedirginlik veren bir şey için kullanılır: Tatsız bir olay. Tatsız b ir top­ lantı. Tatsız bir gece geçirdik. —5. Can sı­ kıcı, özgünlüğü, çekiciliği olmayan bir kimse için kullanılır: Ne tatsız bir adam, geldi gecemizi berbat etti. —6. Tatsız (ol­ mak), neşesiz ya da rahatsız (olmak): N e yin var? —Bilmem, bugün biraz tatsızım. —7. Tatsız tuzsuz, tadı tuzu olmayan, çok tatsız; özgünlükten yoksun, ilgi uyandır­ mayan, sıkıcı: Tatsız tuzsuz bir çorba. Tat­ sız tuzsuz bir film. ♦ be. Can sıkıcı; rahatsız, tedirgin ede­ cek biçimde: Toplantı tatsız geçti. TA TSIZLAŞM A a. Tatsızlaşmak eylemi. TA TSIZLA Ş M A K gçz. f. 1. Bir yiyecek­ ten, bir içecekten söz ederken, tadını, lez­ zetini yitirmek. —2. Bir kimse sözkonu­ suysa, hoşa gitmeyen, can sıkıcı davra­ nışlarda bulunmaya başlamak: İçtikçe tat­ sızlaşan bir adam. —3. Bir şeyden söz ederken, tatsız, cansıkıcı bir durum alma­ ya, rahatsızlık vermeye başlamak: Salon­ daki hava giderek tatsızlaşıyor, olay çıka­ bilir. Yaşam onun için artık tatsızlaşmıştı. TA TSIZLIK a. 1. Tatsız, lezzetsiz bir şe­ yin niteliği. —2. ilgi uyandırmayan, çeki­ cilikten, özgünlükten yoksun bir şeyin özelliği; yavanlık: Bir konuşmanın tatsızlı­ ğı. —3. Hoşa gitmeyen, can sıkıcı durum ya da davranış: Aralarındaki tatsızlığı gi­ dermeye çalıştım. Lütfen gene tatsızlık çı­ karma. TATSU a. (japonca tatsu, ejderha). Japonlar'ın iyiliksever olarak kabul ettikleri ve güç amblemi olarak seçtikleri simge­ sel ejderha ve su tanrısı. (Japon paraları­ nın üzerinde yer alır ve ressamlar tarafın­ dan sık sık canlandırılır.) [RYU da denir.) TATTA gö lü. Tar. coğ. Anadolu'daki Tuz gölünün Antikçağ'daki adı.



Tauern I M T IR M A K -> T/JMAK TKTTVA, doğruluk, gerçeklik anlamında sanskritçe sözcük: 1. öznel düşünce ka­ tegorilerini aşan özü, bir varlığın derin doğruluğunu; 2. teknik felsefe dilinde, “ doğanın (prakriti) ilkeleri" ya da "gelişim­ leri” ™ belirtir.



tat tvam asi, “ sen (tvam) bu (tat) sun (ası; anlamına gelen sanskritçe deyim. Upanişadlar'da, özellikle Çandogya Upanişad'da rastlanan bu deyimle, kendilik (tvam, yani atman) ve evrenin (tat) özdeş­ liği dile getirilir. ■ TATU a. (tupi dilinden söze.). Tropikal Amerika'da yaşayan, bedeni boynuzsu bir üstderiyle kaplı kemikten bir bağanın için­ de bulunan ve top gibi tortop olabilen, Xenarthra takımının dişsizler öbeğinden me­ meli hayvan. (Kemeriihayvangiller familya­ sı.) —ANSİKL. Tatular, kanncayiyenlerle ve tembelhayvanlarla birlikte Xenasthra takı­ mının dişsizler öbeğini oluşturur. Bunların en belirgin özellikleri, boynuzsu bir üstde­ riyle kaplı deri kökenli kemikten oluşan bağalandır; bağa, baş, omuz ve kalça zırhı olmak üzere üç bölümden oluşur; bunlann son ikisi değişik sayıda ve eklemli lev­ ha ya da kemerle birbirinden ayrılır: bu sa­ yede tatular, tehlike anında top gibi topar­ lanabilir. Ayrıca bu bağadan başka, karın tarafında ve levhalann ek yerinde kaba kıl­ lar bulunur. Kısa ve kalın olan bacaklar­ da, yerde in kazmaya ya da kök ve yumrulan kazıp çıkarmaya yarayan güçlü pen­ çeler yer alır Tatular hepçildir: bitkilerin ya­ nı sıra böcek, omurgalı küçük hayvan ve leş de yerler. "Dişsizler” öbeğinden ol­ makla birlikte tatulann değişik sayıda, koni biçiminde ve minesiz dişleri vardır. Üre­ melerinde, tatular, döllenmiş yumurtayı farklılaştırıp yuvalandım ve sistemli bir çokembriyoluluk uygularlar: yumurtayı 4 -12 parçaya bölerek 4-12 dölüt elde eder­ ler. Boyları sıçanla köpek arasında deği­ şen 21 tatu türü vardır. Türler çoğunlukla omuz ve kalça zırhlarını ayıran kemerle­ rin sayısıyla tanımlanır. En yaygın tatu tü­ rü, ABD'nin güneyiyle Arjantin arasında yaşayan ve şerit sayısı, gerçekte 8 ile 11 arasında değişen 9 kemerli tatudur (Dasypus novemcinctus). T A T U (Gülşen), türk kadın flütçü (İzmir 1953). Müzik öğrenimini İzmir Devlet konservatuvan'nda tamamladı (1971). Alman­ ya Federal Cumhuriyeti'nin bursuyla Essen’de \folkwang yüksek müzik akademisi’nde Prof. M. Süters'le (1972-1975) ça­ lıştı. Daha sonra Freiburg Yüksek müzik okulu'nda Prof. A. Nicdet'nin öğrencisi ol­ du ve 1978’de solistlik sınavını pekiyi de­ receyle verdi. Pforzheim Kent operası ve Südwestfunk Radyo senfoni orkestrasın­ da solist olarak çalıştı. Prag'da düzenle­ nen ilkbahar uluslararası flüt yarışması ikincilik (1977), Alman Demokratik Cum­ huriyeti ve Japonya’daki yarışmalarda bi­ rincilik ödüllerini kazandı. Sanatçı 1981' den bu yana çalışmalarını Karlsruhe ve Stuttgart müzik akademilerinde öğretim üyesi olarak sürdürmektedir. TUTU L A a. Uzunca ve geniş yapraklı, ka­ lınca saplı, beyaz çiçekli, dikenli iri (ceviz kadar) meyveli biryıllık otsu bitki. (Yöresel olarak birçok adı vardır: abızambak, abuzambak, bengildek, boruçıçeğı, büyüotu, ceviz masil, sehharotu, sihirbazotu, şeytanelması, tatala.) [Bil. a. datura; patlıcan­ giller familyası.] —ANSİKL. Tatula Türkiye’de yaygın bir bit­ kidir; yol kenarlarında, viraneliklerde ve çöplüklerde yabani olarak yetişir. Birçok türü vardır; esas tatula (D. stramonium), ağaçsı tatula (D. arbórea), tüylü tatula (D. innoxia), boru çiçekli tatula (D. metal) vb. Ağaçsı tatula Güney ve Batı Anadolu'da bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Bu türlerin alkaloit içerikleri birbirinden fark­ lıdır. —Halk hek. ve Toksikol. Esas tatulanın



(Datura stramonium) yaprakları çiçek aç­ ma zamanında toplanıp gölgede kurutu­ lur İç bulandırıcı kokulu ve acı lezzetli olan bu yapraklar çeşitli alkaloitler içerir (% 0,1 -0,6). Bu alkaloitlerin en önemlisi hiyosiyamindir. Az miktarda da atropin ve skopolamin bulunur. Tatula yaprağı spazm çö­ zücü olduğundan astıma ve öksürüğe karşı kullanılır. Astıma karşı sigara halin­ de kullanılabilir. Uyuşturucu ve sersemletici olduğundan bazen bu etkisinden sa­ vaşlarda ve hırsızlıkta insanları sersemlet­ mek ya da uyutmak için kullanıldığı yapıt­ larda kayıtlıdır Bütün bitki çok zehirli ol­ duğundan hekim kontrolü altında kullanıl­ mak gerekir. Tohumları da zehirlidir. T A T U M (Edward), amerikalı biyoloji bil­ gini (Boulder, Colorado, 1909 - New York 1975). Rockefeller institute'ta profesör­ lük yaptı. Genler ve genlerin soyaçekimde oynadığı rol hakkındaki buluşlarından dolayı, G. W. Beadle ve J. Lederberg'le birlikte 1958 Nobel tıp ödulü'nü aldı. T A T U M (Arthur, A rt —denir), amerikalı caz piyanocusu (Toledo 1910 - Los Ange­ les 1956). Doğuştan kör olan Tatum, sa­ nat yaşamına 1932'de şarkıcı Adelaide Halfa eşlik ederek başladı. 1943'te, gitarcı Tiny Grimes ve kontrabasçı Slam Stewart' la birlikte iki yıl sonra dağılan bir üçlü kur­ du. Norman Granz firması için çoğunluk­ la tek başına ya da Benny Carter (1954), Roy Eldridge (1955), Lionel Hampton ve Ben Webster (1956) gibi sanatçılarla ka­ yıtlar yaptı. Tükenmez armonik buluşları olan Tatum caz piyano tarihinin en parlak virtüozlarındandı. Kayıtlarından bazıları: Tiger Rag (1933), Get Happy (1940), Flying Home (1944), Tea for Two (1952), Night and Day (1956). T A T V A N , Doğu Anadolu bölgesinde Bitlis iline bağlı ilçe; 81 992 nüf. (1990); 1 235 km2; merkez bucağı dışında 2 bucak, 50 köy. Merkezi, Bitlis'in 25 km K D.'sunda, Van gölü kıyısında Tatvan, 54 071 nüf. (1990). Et kombinası, yem fabri­ kası. Perlit yatakları. Van gölünün D. kıyısı­ nı B. kıyısına bağlayan feribot seferlerinin başlangıcı ve işletme merkezi. Tersane. TATVİL a. (ar. (Ol'dan fafv/7). Esk. 1. Uzat­ ma. —2. Tatvil bila tail, gereksiz ayrıntı. || Tatvil-i kelam, sözü gereksiz yere uzatma: "Şimdi tatvil-i kelama hacet yoktur" (Cev­ det Paşa, XIX. yy).



T A U (Max), alman yazar (Beuthen 1897 - Oslo 1976). 1938'de Norveç’e göç etti. Eleştirmen ve Fischer-Verlag'ın edebiyat danışmanı olarak önemli bir rol oynadı; ayrıca romanları (Glaube an den Mens­ chen, 1948), denemeleri ve anıları (1961 -1968) da vardır. T A U B A C M , Almanya'da yer, Thürin­ gen eyaleti sınırları içinde, Weimar yakı­ nında. Merck gergedanlarının ve fillerinin kemiklerinin ortaya çıkarıldığı tarihöncesi katmanı; bu kemikler Moustier endüstrisi araç gereçlerle birlikte bulundu; ayrıca neandertal tipte dişler de ele geçirildi. TA UBATE, Brezilya’da (Sâo Paulo eya­ leti) kent, Rio de Janeiro ile Säo Paulo ara­ sında; 172 000 nüf. XVII. yy.’dan kalma manastır. Sanayi (tekstil, makine ve elek­ trikli gereçler sanayileri) merkezi. Üniver­ site TA U B E (Henry), kanada kökenli amerikalı kimyacı (Neudorf, Saskatchewan, 1915). Öğrenimini ve tüm çalışmalarını ABD’de yaptı. Deneysel araştırmalarıyla anorganik kimyada komplekslerin tepkinliğinin temellerini ortaya koydu. İlk çalış­ malarında metal iyonlarının solvatlanmasını ele aldı; daha sonra, ornatma tepki­ melerinin kinetiğini ve yûkseltgeme-indirgeme tepkimesinin mekanizmalarını ince­ ledi. Metal komplekslerde elektron aktar­ ma tepkimelerine ilişkin incelemeleriyle 1983 Nobel kimya ödülü'nü kazandı. Ta­ ube, nükleer manyetik rezonansı, çözüm­ leme yöntemi olarak ilk kez kullanan bi­ lim adamlarından biri oldu.



TA U B E R (Ernst SEİFFERT, Richard — denir), İngiliz uyruklu avusturyalı şarkıcı (Linz 1891 - Londra 1948). Mozartçı tenor olarak 1913'lerde ilgi yarattı; bu tip repertuvarda Salzburg'da (1922), Münih'te, Viyana’da kendini kabul ettirdi; Viyana'da Puccini’nin Turandot operasında oynadı. Sonra filmleriyle.ve Franz Lehâr'ın onun oynaması için yazdığı operetlerle, özellik­ le Tebessümler diyarı (Das Land des Läc­ helns) ile çok yaygın bir üne kavuştu.



TA T Y İB a. (ar. (ayö’den ta(yıb). Esk. 1. iyi davranma, birinin gönlünü hoş etme: . ehl-i isiamın bazı mertebe tatyib ve tal­ tifi tedbirine dahi bakılması..." (Reşit Pa­ şa, XIX. yy.). —2. Tatyib-i hatır, gönül al­ ma. TATYİBAT, -tı çoğl. a. (ar. fafy/ib'in çoğl. taiyibst). Esk. iyi davranmalar, gönlü hoş etmeler.



T A U D E N İ, Mali’nin kuzeyinde yer 800 km G.'deki Tumbuktuya kadar deve ker­ vanlarıyla taşınan kayatuzunun ocağı.



T A T Y İB E N be. (ar. talyıb'den ta(yiben). Esk. Gönül alarak.



TA U E R N , Doğu Alpler’de (Avusturya) billurlu sıradağ. B.’daki Brenner geçidiy­ le D.’daki Leoben dolaylarındaki Mur va­ disi arasında uzanır. K.'deki Salzach ve Enns oluğuyla, G.'deki Drava ve Mur va­ dileri arasında kesintisiz bir set oluşturur. Sıradağ, Dördüncü Zaman buzullarının biçimlendirdiği derin vadileri çevreden ayıran bir sivri doruklar ağıdır; Zillertal, Grossvenediger ve Grossglockner'de (3 796 m), bugün bile inn, Salzach ve Dra­ va havzalarını besleyen büyük buzullar vardır; gerçekte en yüksek yerler (Hohe Tauern) B.'dadır. Tauern, sarp bir duvarla son bulan kısa vadilerle dışarı açılır. D, da (Niedere Tauern) mutlak yükseltiler 3 000 m'nin altına inerse de geçiş zorlukları or­ tadan kalkmaz. Bu sıradağın çevreden kopuk olmasında temel etken, ulaşımı en­ gelleyen özellikleridir; ayrıca nüfusun az olması, iktisadın hayvancılığa dayanma-



T A T Y O S E F E N D İ, asıl adı Tatyos Enkserclyan, ermeni asıllı türk besteci ve keman sanatçısı (İstanbul 1858 - ay. y. 1913). Önce dayısı Movses Papazyan’dan keman öğrendi; Astik ve Civan Ağalardan meşk etti. Piyasada fasıl yönetirdi. Pek çok bestesi vardır. Başlıca yapıtları: Kürdilihicazkâr peşrevi, Kürdilihicazkâr sazsemaisi, Sözüm hasretle giryandır (hüz­ zam şarkı, aksak), Gamzedeyim deva bul­ mam (güfte kendisinin, uşşak sofyan), Bu akşam gün batarken gel (güfte Ahmet Ra­ sim, uşşak şarkı). TAU a. Yunan abecesinin on dokuzuncu harfi ( t , T); tav denen fenike göstergesin­ den türemiştir ve ölümsüz bir dişsil kapantılıyı belirtir. —Arit., Elektr. ve Nük. tiz., — İD.



9 temsili tatu (Dtsypus novemcinctus) ve yavrusu



T A U B E R , Almanya'da ırmak, Main'ın kolu (sol kıyıdan); 120 km. Vadisinde ge­ niş bağlar!



T A U C H N İT Z (Carl Christoph), alman matbaacı ve yayımcı (Grossbardau 1761 - Leipzig 1836). Leipzig'de, 1796'da bir basımevi 1798'de de bir yayınevi kurdu. Daha çok, latin ve yunanlı yazarların stereotip tekniğiyle yapıtlarını yayımladı. — Yeğeni C h r İs t İa n B e r n h a r d (Schleinitz 1816 - Trattlau, bugün Kostrzyna, Polon­ ya, 1895), 1837’de Leipzig’de, "Bernhard Tauchnitz yayınevi” ni kurdu. Bu yayınevi, 1841'den bu yana ünlü Collection of Bri­ tish and American Authors'u yayımlamak­ tadır. Alman edebiyatından yapıtlar ve sözlükler de yayımlayan kuruluş, 1952’te Stuttgart'a taşınmıştır.



TATVİLAT, -tı çoğl. a. (ar. fafv//'in çoğl. ta(v(ISI). Esk. Gereksiz, boş sözler: "Tafsi­ lat vermeye kalkışacak olursa sonu gel­ mez tatvilata girişilmek lazım gelip. .." (Ah­ met Mithat, XIX. yy.).



11305



Art Tatum



Tauern sı da gene aynı özelliklerin sonucudur. Bu­ nunla birlikte Tauern önemli bir hidroelek­ trik santraları merkezidir: elde edilen elek­ trik Enns ve Tuna vadilerindeki (Viyana' ya kadar) ya da inntal ve Almanya'daki merkezlere gönderilir Öte yandan Tauern, çok güzel manzaraları ve kış sporlarına el­ verişliliği nedeniyle önemli bir turizm mer­ kezidir



11306



TA U L A R A . Tar. coğ. Anadolu'nun Pontos bölgesinde kent; yeri saptanmamıştır, ancak Lykos (Kelkit) ırmağının K.’inde ol­ duğu sanılmaktadır. Kentten günümüze Mithridates VI Eupator döneminde bastı­ rılmış paralar ulaştı. TAUN a. (ar. 0 ü n ). Esk. Veba. TA U N A Y (Alfredo D'ESCRAGNOLLE, vi­ kontu), brezilyalı romancı (Rio de Janeiro 1843 - ay. y. 1899). En ünlü kitabı innocencia (1872) romantik bir bölgeci roma­ nıdır. T A U N G , Güney Afrika'da kent, Kimberley'in 100 km K.'inde, 1924’te ilk Australopithecus kafatasının bulunduğu yerde. T A U N G G Y İ, Birmanya’da kent. Şan devletinin merkezi, Mandalay'ın 160 km G.-D.'sunda, yaklaş. 1 500 m yükseltide; 9 000 nüf. TAUNG N G U -



TUNGOO



TAUNGYA a. Ormanc. Bitki örtüsü yakı­ larak tarıma elverişli hale getirilmiş bir top­ rak üzerinde bir süre tarım yapıldıktan sonra orman yapmak üzere ağaç dikme­ yi öngören, Güney-doğu Asya kökenli ağaçlandırma yöntemi. (Ekili alanlar ara­ sında kalan orman bitkileri de ekim için toprağın hazırlanması işleminden yararla­ nır. Bu yöntem, ancak tikağacı gibi bol ışık isteyen bazı ağaç türlerine uygulanabilir.) TA U N İ sıf. (ar. 0 u n ve -/'den 0 u n i) . Esk. Vebaya ait, vabayla ilgili. T A U N T O N , Büyük Britanya’da kent, Somerset'in merkezi, Tone kıyısında; 90 900 nüf. Bir bölümü XII. yy.'da yapılmış şato (müze). Düşey üslupta kilise. Tuha­ fiye. Tarım makineleri. CH i c = O



keto



I CH,



I



0



+



- u —



CH, I



CH , ▲ I A ▼ ch3 I I C — OH I I CH,



-CH2 I I c = I I CH, ▲ I B ▼ CH,



0



II C — 'O I I CH,



T A U N U S , Almanya’nın Hessen eyaleti sınırları içinde yer alan bölge, Rheinis­ ches Schiefergebirge'nin güney-doğu bölümü (Feldberg de 800 metre). Yarı Apalaş tipinde engebelenmiş kuvarsitler­ den oluşan Taunus, kırık diklikleri ile Mainz havzasına ve Ren nehri vadisine doğru alçalır. Koruları ve iklimi sağlığa yararlı tedavi merkezleriyle (Wiesbaden, Bad Soden, Königstein, Bad Homburg) kentlerinin mimarisi ve şatoları bölgeyi, turistlerin sıkça ziyaret ettiği bir bölge haline getirir. T A U N U S S T E İN , Almanya'nın Hessen eyaletinde kent, Wlesbaden'in kuzey­ batı büyük banliyösünde; 24 600 nüf. , TA U N ZED E sıf. (ar. ta'un ve fars. zede den tffün-zede). Esk. Vebaya yakalanmış.



CH,



II C — OH I



TA U N T O N , ABD'de (Massachusetts) kent, Taunton ırmağı kıyısında; 45 000 nüf. Gümüş eşyalar. Deri işleme. Plastik­ ler. Makine sanayileri.



enol



T A U P L İT Z , Avusturya'da yazlık sayfiye yeri ve kış sporları merkezi (yüksl. 900 - 2 200 m), Steiermark'ta, Bad ischl'in G. -D.'sunda, Totes Gebirge’nin eteklerinde.



tautomer bileşikler



T A U P O g ö lü , Yeni-Zelanda'nın en ge­ niş gölü, North Island’ın ortasında (606 km2).



CH,



TA U R İD LE R , meteorların atmosfere gi­ rişiyle oluşan, radyan noktası Boğa takım­ yıldızının içinde yer alan ve Encke* kuy­ rukluyıldızıyla bir arada bulunan bir gök­ taşı ya da meteor yağmuruna verilen ad. 15 ekim ile 30 kasım arasında gözlemlenebllen Tauridler 10 kasımda maksimuma ulaşırlar. TAURİN ya da TO R İN a. (fr. taurine; lat. taurinus, sığır'dan). Biyokim. Sisteik aslt-



ten türeyen H2N—CH2—CH2—SO 3H for­ müllü aminoasit. Safra asitleriyle bir ara­ ya gelerek lipitlerin sindirimini ve bağır­ sakta soğurulmasını sağlar. T A U R İO N , Limousin’de (Fransa) ırmak, Vienne’in kolu (sağ kıyıdan); 125 km. Taurion, Gentioux platosundan doğar, güzel boğazlardan ve Bourganeuf yakınından geçer ye yukarı kesiminde Limoges'a ka­ vuşur. Üzerinde, birçok küçük hidroelek­ trik santralı kurulmuştur. TA U R İR T, Doğu Fas'ta kent, uved Za' nın kıyısında, Muluya vadisi yakınında; 10 000 nüf. Pazar yeri. T A U R İS - TEBRİZ. T A U R İS K O S Aydınlı, karialı heykelci (İ.Ö. I. yy.). Kardeşi Apollonios ile birlikte, üvey anneleri Dirke’yi kızgın bir boğaya bağlayan Amphion İle Zethon'u konu alan bir heykel grubu yaptı. Rodos’a dikilen ya­ pıt daha sonra Roma'ya götürüldü. Bu ya­ pıttan günümüze ancak Caracalla kaplı­ calarından Napoli müzesl’ne getirilmiş Farnese boğası (III. yy. başı) bir uyarlama kalmıştır. T A U R O E N T U M ya da TA U R O E İS . Tar. coğ. Fransa’da (Provence), Lion kör­ fezi kıyısında, büyük olasılıkla İ.Ö. V. yy.’da kurulmuş Marsilya ticaret merkezi (günü­ müzde Saint-Cyr-sur-Mer). TAUROKOLAT a. (fr. taurocholate'ian). Org. kim. Taurokolik asidin tuzu ya da es­ teri. —ANSİKL. Eczc. Sodyum taurokolat ve sodyum glikokolat başlıca safra asidi tuz­ larıdır. Kolagog etkileri vardır. TAUROKOLİK sıf. (fr. taurocholique; yun. tauros, sığır, khole, safra’dan). Org. kim. Taurokolik asit, sığırların safrakeseslnden çıkarılan, suyla ayrıştırdığında tau­ rin ile kolik asidi veren asit. T A U R O M E N İO N , Taormina'nın Antikçağ'daki adı. T A u n d O , lat. Taunıs. Tar coğ. Anadoiu’ daki Totos dağları'nın Antikçağ'daki adı. T A U R U S , Boğa* takımyıldızının latince adı (kısalt. Tau). TAUS a. (ar. tavus). Esk. 1. Tavus kuşu. —2. Taus-i ateş-per, Güneş. || Taus-i felek, taus-i huld, taus-i kudsi, melek. || Taus-i sidre, Cebrail. T A U S , yezidilerin kutsal kitabı Mushaf-ı reşt'te adı geçen bir melek. Azrail, Azazil, Zazail gibi adlarla da anılır Yezidi inan­ cına göre yaratma olayının gerçekleştiği yedi günün sonunda (pazar) yaratılmıştır. Tanrı, yedi meleğin en büyüğü olan Taus’a dilediğini yapabileceğini bildirmiş, o da Âdem’in yasak meyveyi yemesini ve bu ne­ denle cennetten çıkarılmasını sağlamıştır T A U S E N (Hans), danimarkalı reformcu (Birkende 1494 - Ribe 1561). Wittenberg' te Luther’in öğrencisi oldu. Friedrich I ta­ rafından Kopenhag'a çağrıldı (1529), 1530'da danimarka Reform yasası olan Confessio Hafniensis'in yazılmasına katıldı. TAUSİ a. isi. Tausiye mezhebinden olan. T A U S İG (Karol), polonyalı piyanocu (Varşova 1841 - Leipzig 1871). Liszt’in en parlak öğrencilerinden biri oldu; Berlin'e yerleşti ve orada bir "Piyano yüksek öğ­ retim akademisi” kurdu. Tägliche Studi­ en (Günlük etütler) adlı bir derlemesi, Wagner’in Die Meistersinger von Nürn­ berg için bir piyano uyarlaması ve pek çol^çevriyazısı vardır. TAU SİYE a. isi. Şii mezhebine bağlı aşırı koflardan biri. —fJiJSİKL. Çok gösterişli giyindiği için 7ausel-urefa (Ariflerin tavus kuşu) diye anı­ lan iranlı bir rafızi tarafından kuruldu (VIII. yy.). Başka bir şii akım olan nimetullahinin önderi Nimetullah’ın ölümünden sonraèu koldan ayrılan Taus, ılımlı şlilerce de tepkiyle karşılanan aşırı görüşler öne sü­ rüde® doğup yaşadığı İsfahan’dan sürül­



dü ve görüşlerini yerleştiği Tahranda yay­ maya çalıştı. Bu mezhebe göre insanın ol­ gunlaşması bazı aşamalardan geçmesi­ ne ve irfan alanında yükselmesine bağlı­ dır Mezhep bağlıları Taus el-urefa'yı tan­ rılaştırarak, Tanrı'nın onun kişiliğine bürün­ düğünü öne sürdüler. T A U S S İG (Frank William), amerikalı ik­ tisatçı (Saint Louis, Missouri, 1859 - Cam­ bridge, Massachusetts, 1940). Marjinalist akıma mensuptu. Yeniklasik uluslararası ticaret teorisine katkısıyla tanınır. TA U S S İG (Helen BROOKE), amerikalı kadın cerrah (Cambridge, Massachusetts, 1898 - West Chester, Pennsylvania, 1986). Blalock ile birlikte, doğuştan kalp hasta­ lıklarının cerrahi yoldan tedavisini başlattı. T a u s u g l a r , S u l u k l a r ya da TA U SU LU K LA R , Sulu takımadalarının (Filipinler) protomalay halkı; nüfusu endonezya dili konuşan yaklaşık 500 000 kişi­ den oluşur; özelikle Jolo adasında ve Borneo'nun kuzey kesiminde yaşarlar. Hükü­ met güçlerine karşı müslüman ayaklan­ manın (İslamlaşma gerçekte XIV. yy.'a ka­ dar uzanır) yol açtığı gerilla durumu so­ nucu Tausuglar toplu olarak Zamboanga ve takımadaların öteki adalarına doğru göç ettiler. Toplumları geleneksel olarak, babasoyundan bir sultandan (eski Jolo sultanlığı) gelen yüksek datu statüsünü, köleleri içeren halk statüsünden ayıran bir unvanlar sistemi hiyerarşisiyle yasallaş­ tırılan gruplar tarafından yönetiliyordu. Tausuglar'ın temel toplumsal birimleri, iklyanlı akrabalığa dayanan, genellikle tekeşll ve içtenevll geniş aileydi. Tarım, toplama, balıkçılık ve hayvancılıkla geçi­ nen bu aile, ayrıca kaçakçılık da yapar­ dı. Tausuglar, ispanyollar gelene kadar Çin'le kazançlı bir ticaret yaptılar, ispan­ yollar gelince, katolikllğln girişine karşı koyan müslüman inançlarını destekle­ mek üzere onlara başarılı bir direnç gös­ terdiler. 1915’te son sultanlık, Amerikalı­ lar karşısında boyun eğdi. Bunun üzeri­ ne Tausuglar, Filipinler'in siyasal-yönetsel yaşamına uydular. T A U T (Bruno), alman mimar (Königs­ berg 1880 - Ankara 1938). 1913 Leipzig sergisi'ndeki Çelik anıtı ve Köln’deki 1914 Werkbund sergisi’nde ünlü Cam pavyo­ nu gerçekleştirdi. Anlatımcı hareketin ön­ derlerinden biri olarak 1920'li yıllarda Frühlicht dergisini yönetti. 1921-1924'te, Magdeburg kent mimarı oldu; daha son­ ra kardeşi Max ile birlikte, Berlin’de bir büro açtı ve bu dönemde işlevsel üslup­ ta çeşitli binalar yaptı (Zehlendorf konut­ lar topluluğu, 1927-1928). Ülkesindeki si­ yasal zorlamalar nedeniyle 1932'de Mos­ kova’ya gitti, burada düş kırıklığına uğ­ rayınca Japonya’ya yerleşti ve gelenek­ sel japon sanatını keşfetti (1933-1936). 1936’da Türkiye'ye geldi ve ölümüne de­ ğin İstanbul Devlet güzel sanatlar akade­ misinde öğretim üyeliği, Kültür bakanlığı tatbikat bürosu şefliği görevlerinde bulun­ du. Bu arada Ankara Dil ve tarih-coğrafya fakültesi (1937), Ankara Atatürk lisesi (1937-1938, Asım Kömürcüoğlu ile birlik­ te), Ankara Cebeci ortaokulu (1938, Franz Hillinger ile birlikte), İzmir Kız enstitüsü (1938), Trabzon Erkek lisesi (1938), İstan­ bul Ortaköy’de, Emin Vafi korusu'ndakl, direkler üzerinde yükselen, doğayla ve çevreyle uyumlu görünümüyle dikkati çe­ ken evi (1938) ve Atatürk'ün katafalkını (1938) gerçekleştirdi. 1938’de yayımladı­ ğı Mimari bilgisi kitabı uzun yıllar bu alan­ da tek kaynak eser olarak kaldı. —Kardeşi MAX (Königsberg 1884 - Berlin 1967), or­ tağı ve Novembergruppe’nin üyesiydi. Bruno’nun Almanya'dan ayrılmasından sonra kâr amacına yönelik işler yapmak zorunda kaldı. 1945’ten 1954’e değin Ber­ lin Güzel sanatlar akademisi'nde profe­ sörlük yaptı. TA U T E N H A Y N B üyük (Josef), avus turyalı heykelci ve madalyacı (Viyana 1837



■ay. y 1911). 1873’te imparatorluk güzel sa­ natlar akademlsl'nde profesörlük yaptı. ■ TAUTOMER sıf. (fr. tautomere'öen). Org. kim. Ortaklaşa kullanılan bir iyon yardımıy­ la denge halinde bulunan iki İzomer bile­ şik için kullanılır. (Bk. ansikl. böl.) ♦ a. Org. kim. Tautomer bileşik. —A nsikl . İki tautomer bileşiğin en çok ta­ nınan örneği, bir keton ile buna denk dü­ şen enoldür. Bu örnekte yardımcı iyon, mezomer bir bileşik olan eşlenik A asidi ya da yine me­ zomer bir bileşik olan eşlenik bir B bazı olabilir. A’dan bir hidrojen iyonunun (H *) kopması ya da B’ye bir hidrojen iyonunun (H t ) bağlanması yoluyla iki ayrı biçimde gerçekleşir; tepkime sonunda tautomerlerden bırı oluşur. TAUTOM ERLEŞM E a. Kim. Bir bileşi­ ğin tautomer bir bileşik durumuna dönüş­ mesi. TA U TO M ER LİK a. Org. kim. 1. Tauto­ mer bileşiklerin belirgin niteliği. —2. Tau­ tomer bileşiklerde ortaya çıkan kimyasal denge. (Eşanl. DESMOTROPİ.) —ANSİKL. Tautomerlik, özellikle organik kimyada çok yaygın görülen bir olaydır ve CO. CN, CS, CC, NO, vb. şeklinde katlı bağlar içeren bileşiklerin tepkinliğınde te­ mel bir rol oynar. Âmınoasitlerin rasemikleşmesi, kimi vitaminlerin (B1, B6) etkime biçimi vb. gibi pek çok biyokimyasal tep­ kimede böyle bir duruma rastlanır. TAV a. (fara. tab, tav, sıcaklık, hararet’ten). 1. işlenecek bir nesnede bulunması ge­ reken ısı, nem derecesi olması durumu: Toprak sürülmek için tam tavında. Demir tavında dövülür (atasözü) —2. Hayvan­ larda semizlik, dolgunluk. —3. Bir şeyi yapmak için en uygun an, durum: Tavın­ daysa patrondan bugün zam isteyece­ ğim. —4. Arg. Oyun, hile, —5. (Bir şeye, bir kimseye) tav olmak, aldanmak, kan­ mak (arg.). || Tav vermek, gerekli ölçüde ısı ya da nem sağlamak; uygun ve elve­ rişli koşullar oluşturmak. || Tava getirmek, gerektiği ölçüde ısıtmak. || (Bir işi) tavına getirmek, bir işi gerçekleştirmek için en uygun zamanı ve ortamı seçmek. || Tavını bulmak, bir iş ya da girişim için en elve­ rişli koşulları yakalamaya çalışmak. || Ta­ vında tutmak, uygun durum ya da orta­ mını korumak, sürdürmek. —El sant. Tav kızdırıcı -* KOL. TAVA a. (fara tabe). 1. Yiyecekleri kızart­ maya yarayan, geniş dipli, yüksek kenar­ lı, uzun saplı, metal kap. —2. Bu kapta kızgın yağda kızartılarak pişmiş yemek: Balık tava. Ciğer tavası. Patates tava. —3. Bir bahçede, fide yetiştirmek için ay­ rılmış bölüm. —Coğ. Kireçtaşlarında kimyasal erime ile meydana gelen ve genellikle boyutları bir -iki yüz metreyi geçmeyen kapalı çukur­ lara Anadolu'nun bazı yörelerinde verilen ad. Dolin, koyak, tokurdan ile eşanlamlı. —Denize. Lombar ağızlarının giriş yerle­ rindeki ya da borda iskelelerinin alt ve üst bölümlerindeki çıkmaların her biri. || Ağaç gemi inşaatında, burma tahtalarına veri­ len ad. —Ev eşy. Kestane tavası, kestaneleri ateş­ te kızartmaki çin kullanılan, dibi delikli tava. —Mad. oc. YIKAMA TEKNE’ Sİ’nin eşan­ lamlısı. —Mutf. Bir kızartma tavasında bir defada pişirilen miktar. |j Tava yapmak, bir yiyece­ ği yağlı bir madde içinde tavada kızartmak. —Tekst, ipek iplikçiliğinde, kozaların çözül­ mek üzere içine atıldığı sıcak su dolu me­ tal kap. || Tava dibi, krizalitle doğrudan te­ mas halinde olan kozanın son iplik taba­ kasından oluşan ipek artığı. (Kozadan ip­ lik çekme sırasında, bu kabuğu oluşturan ham ipek ipliğinin son bölümü sökülmez: ipek zamkını yumuşatmayı sağlayan sıcak suyla dolu tavanın dibinde artık olarak ka­ lır, adı da buradan gelir.) —Tuzc. Tuzlalarda, tuza doymuş koyu tuzlu suyun, tuzunu bıraktığı havuz. || 7âva bo­



şaltmak, tuzlu su tavalarını (kristalleştirme tavalarını), yağış olmuşsa yağmur suların­ dan kısmen dibe çökmüş olan tuz ürünü­ nü kaldırmak için tuz üstünde bulunan ko­ yu tuzlu sudan tamamen kurtarmak. TAVAF a. (ar. tavaf), isi. Kâbe’nin çevre­ sini hac sırasında hızlı adımlarla dolaşma. (Bk. ansikl. böl.) —Es/r. Herhangi bir şeyin etrafını dolaşma. — ANSİKL. Tavaf sırasında yürüyüşe Haceriesvet'ln bulunduğu köşeden (rükün) başlanır ve Kâbe sol yana alınarak, sağa, kapı yönüne doğru gidilir. Tavaf, Kâbe çevresinde yedi kez dolaşılarak tamam­ lanır. Her dönüşe şavt denir. Bu şavtlardan dördü haccın farzlarından (erkân), üçü ise vaciplerindendir. Hac sırasında yerine getirilen üç türlü tavaf vardır: 1. tavaf-ı kudüm, Mekke dı­ şından gelenlerin kente girer girmez yap­ maları sünnet olan tavaf: 2. tavaf-ı ziyaret, haccın farzlarından bırı olan asıl tavaftır ve Arafat'tan inildikten sonra yerine getirilir; 3. tavaf-ı sader, bayram günleri şeytan taş­ lama işi bittikten sonra Mina’dan Mekke' ye inilirken yapılan tavaf. Mekke dışından gelenler için vacip olan bu tavaf, hac işlem­ lerinin (menasik-i hac) sonuncusu olduğun­ dan "veda tavafı” diye de adlandırılır. Bunlardan başka ibadet amacıyla her istenildiğinde de tavaf yapılabilir. TAVAGİ ya da TAVAGİT çoğl. a. (ar. ¡ağut'un çoğl. tavaği, tavağit). Esk. Putlar. TAVAHİN çoğl. a. (ar. tahün, (âftüne'nin çoğl. Iavahin). Esk. 1. Değirmenler. —2. Öğütülmüş şeyler. TAVAHİN çoğl. a. (ar. tahine'nin çoğl. ta­ vsifin). Esk. Öğütücü dişler, azı dişleri. TAVAİF çoğl. a. (ar. faV/e'nin çoğl. ta­ va 'if). Esk. Fırkalar, bölükler. —Tar. Tavaif-i müluk, bir devletin çöküşün­ den sonra ortaya çıkan küçük siyasal bi­ rimler. — Endülüs Emevi halifeliğinin yıkıl­ masından sonra Andalucia’da kurulan yerel hanedanlara verilen ad. (Bk. ansikl. böl.). —Anadolu Selçuklu devletinin çö­ küşünden sonra Anadolu'da ortaya çıkan türkmen beyliklerine verilen ad. (-> ANA­ DOLU BEYLİKLERİ.) — ANSİKL. Uzun bir iç savaştan (1009



-1031) sonra Endülüs Emevi halifeliğinin çöküşü ile bir siyasi parçalanma dönemi­ ne giren Andalucia'nın çeşitli bölgelerin­ de; tavaif-i müluk diye adlandırılan 20 kadar yerel hanedan ortaya çıktı. Bunlar, emevi yönetimi altında var olan siyasi ve etnik gerginlikleri yansıtan çeşitli grupla­ ra (arap, berberi, sakalibe) mensuptular. Büyük çoğunluğu kent devletlerinden iba­ ret olan tavaif-i müluk arasında en önemli hanedanlar şunlardı: Hammudiler (1010 -1057, Málaga ve Algeciras), Abbadiler (1203-1091, Işbiliye [Sevilla]), Ziriler (1012 -1090, Gırnata [Granada]), Cehveriler (1031 -1069, Kurtuba [Córdoba]), Eftasiler (1022 -1094, Batliyos), Zunnuniler (1028'den ön­ ce -1085, Tuleytula [Toledo]), Amiriler (1021 -1096, Valencia), Tucibiler (1019-1029, Za­ ragoza) ve Hudiler (1039-1142, Zaragoza). Tavaif-i müluk içinde güçlü olanlar öte­ kilere karşı yayılmacı bir siyaset izledi­ ler. Abbadiler, tavaf-i müluktan birçoğunu ilhak etmelerine karşın, bölgeyi geri alma hareketine girişen hıristiyanların baskısı karşısında (Tuleytula'nın düşmesi, 1085), Kuzey Afrika'daki Murabıtlar'ı yardıma ça­ ğırmak zorunda kaldılar. 1086'da Endü­ lüs'e geçen Yusuf bin Taşfin, León ve Cas­ tilla kralı Alfonso Vl'ya karşı büyük bir za­ fer kazandıktan sonra, Zaragoza'da kal­ malarına izin verdiği Hudiler dışında bü­ tün tavaif-i müluku Murabıtlar'ın egemen­ liğine soktu. Tavaif-i mülukun ispanya tarihindeki önemi siyasi ve askeri başarılarından çok, güzel sanatlara ve ülkenin bilimsel haya­ tına gösterdikleri ilgiden kaynaklanır, iç sa­ vaş sonucu iki büyük merkezin (ez-Zehra ve ez-Zahire) yıkılmasına karşın, yeni emir­ ler, Emeviler'i taklit ederek kendi sarayla­ rını kurmaktan geri kalmadılar (Sevilla’da Kasrülmübarek ve ez-Zehi, Zaragoza'da Elcaferiye, Gırnata’da Elhamra). Zaragoza'da, daha çok bir filozof ola­



rak tanınan ibni Bacce, günümüz İslam dünyasında hâlâ kullanılan "zejel" nazım ölçüsünü yarattı. Sade düzyazı tarzında önemli yapıtlar verilmemiş, ancak devrin divanında ve Abdülvelit bin Zeydun'un arap edebiyatının önde gelen örneklerin­ den biri sayılan Risale-i hezeliye'sinde kul­ lanılan secili nesir üstün bir düzeye eriş­ mişti. Tarih ve coğrafya alanlarında el -Bekri, ibni Hayyan'ın; hukuk alanında de­ de ibnürrüşd'ün adları sayılabilir. Genel­ likle dilbilim konularıyla birlikte işlenen din­ sel bilimler alanında, Kuran tefsirlerinin bugün bile en çok okunanları arasında yer alan Teys/rln yazarı Ebu Amr el-Bani ile gü­ nümüz ideolojik sözlüklerinin ilk örneği sa­ yılabilecek olan Kitab ül-Muhassas‘ın ya­ zarı ibni Side’nin başını çektiği Denia gru­ bu başta gelir. Astronomide birçok astro­ nomi aygıtının mucidi olan ve teorik çalış­ malarıyla Keplerin buluşlarını bile etkilemiş olan Zerkali, Avrupa astronomisine büyük etkisi olan ibni Burgut; botanikte Toledo’ da sultan et-Memunün botanik bahçesinin müdürleri İbni Vafid ve ibni Bessal; tıp ala­ nında dede ibni Zühr önemli adlardır XI. yy.'da yarımada yaratıcı dehasının doruğu­ na ulaşmış ve dünya bilim hayatının başı­ nı çekmiştir Bu bilgiler XII. yy.'da latince çe­ viriler (Toledo tercümeleri) aracılığıyla batı dünyasına yayılmıştır. TAVAİN çoğl. a. (ar. (ST/n'un çoğl. tavsfin). Esk. Vebalar. TAVALİ çoğl. a. (ar. fa/E’in çoğl. tavSTT). Esk. Kısmetler, talihler. —Tasav. insanın gönlünde Tanrı adlarının birbirinin ardı sıra görünüş alanına çıkma­ sı. (Böylesi bir durumda bir nur niteliğin­ de olan Tanrı adlarıyla insanın gönlü ışı­ yıp aydınlanır ve tüm kötülüklerden arınır. Kişinin içine kapanarak Tanrı adı olan bu nurları seyre dalması bir ibadet sayılır.) TAVAMİR çoğl. a. (ar. fümâr'ın çoğl. favamiı). Esk. Tomarlar, dürülmüş nesneler. TAVAN a. 1. Bir döşemede, herhangi bir mekânın üst sınırını oluşturan, çoğu kez düzlemsel alt yüz: Yüksek tavanlı, ferah bir oda. Maden ocağının tavanı çöktü. (Bk. ansikl. böl. Güz. sant. ve inş.) —2. Bir de­ ğerlendirmede belirlenen ve aşılmaması gereken en üst sınır, en yüksek düzey: Üc­ ret tavanı. —3. Tavan başına yıkılmak, ta­ van başına çökmek, beklenilmeyen, acıklı bir haber karşısında büyük bir ruh sıkıntı­ sı içine düşüp ne yapacağını bilememek: işten atıldığını öğrenince tavan başına yı­ kıldı. || Tavan süpürgesi, tavanı temizleme­ ye yarayan uzun saplı süpürge. —Anat. Damak tavanı, ağzın üst çeperi­ ni, burun boşluklarının alt çeperini oluş­ turan bölme. —Bank. Emisyon tavanı, kâğıt para bası­ mına yasayla tanınan en yüksek sınır. (Türkiye'de, 1211 sayılı Türkiye Cumhuri­ yet merkez bankası k.'na göre emisyon ta­ vanının saptanması TC Merkez bankası’ nın Banka meclisi’nce saptanır.) |{ Iskonto tavanı, bir kredi kurumunun, bir müşteri­ den iskontoya almayı kabul ettiği ticari se­ netlerde en yüksek vade süresi, (iskonto tavanı, özellikle bankanın, senetlerini Is­ konto ettiği işletme için üstlenmeyi göze aldığı riske bağlıdır.) || Kredi tavanı, bir banka ya da bir işletmenin, bir müşteriye tanıdığı bir kredinin üst sınırı. (Türkiye’de bireysel kredi sınırı yani bir gerçek ya da tüzel kişinin bir bankadan alabileceği kre­ dinin en yüksek tutarı Bankalar k. md. 38 ile düzenlenmiştir.) || Reeskont tavanı, bir bankanın, Merkez bankası’na reeskonta sunabileceği ticari senetlerin en yüksek tutarı. (Türkiye'de, 1211 sayılı yasa’ya gö­ re, reeskont tavanı TC Merkez bankası'nın Banka meclisi'nce saptanır.) —Havc. Bir havataşıtının çıkabileceği maksimum yükselti. (Tavan, havataşıtının, indirgenmiş bir yükselen hızla, örneğin 0,5 m/sn ile ulaştığı yükseltiye göre belirlenir.) —Huk. Maaş, ücret ve primlerdeki en yüksek sınır. —ikt. Tavan fiyat — NARH. —inş. Tavan arası -> ÇATI* ARASI. || Tavan



ma daha gençtir) || Tavan boşluğu, bir ga­ leride ya da üretim yerinde, tahkimatın üzerinde bulunan boşluk. (Tavan boşluk­ ları tahkimattaki bir eksiklik ve/ya da ga­ lerilerin üzerindeki kayaçların hareketleri sonucu meydana gelir.) || Tavan denetimi, tavanın uzun süre göçmeden tutulabilme­ si için üretim boşluklarında alınan her türlü önlem. (Bk. ansikl. böl.) || Tavan göçüğü,



Lauros-Giraudon



Oiron (Fransa) şatosu'ndaki “ Kral odası"nın resim ve oymalarla bezeli tekneli tavanı Louis XIII üslubu



Coimbra (Portekiz) Üniversitesi kitaplığının tavanı Antonio Ribeiro'nun gerçekleştirdiği gözaldatmacalı süslemeler XVIII. yy.’ın ilk çeyreği



kaplaması, bir döşemeye ya da bir iske­ lete tavan oluşturmak için asılan pişmiş toprak, ince (2-3 cm) çukur öğelerden her biri. || Asma tavan, bir mekânın taşıyıcı ta­ vanı altına, kat yüksekliğini azaltmak ve daha düzgün bir yüzey elde etmek için yerleştirilen ikinci tavan. || Bakkal tavanı, tavan kirişlerinin yalnızca üst yüzeylerinin döşeme tahtaları ile kaplanıp, iç yüzeyle­ rinin açık bırakılmasıyla elde edilen örtü düzeni. (Daha çok farelerin saklanmasını önlemek amacıyla bakkallarda kullanıld ğından bu adla anılır.) || Bulgurlamalı ta­ van, ahşap tavan kirişlerinin altını döşe­ me tahtalarıyla kaplayıp üzerine 5 cm kadar kalınlıkta samanlı çamur harcı çe­ kilerek yapılan tavan. || Işıklı tavan, gerçek tavana yerleştirilmiş elektrikli aydınlatma kaynaklarının sağladığı ışığı süzen yarısaydam levhalardan oluşan tavan. || Ka­ set tavan, kirişlerine dekoratif kasetler giy­ dirilmiş tavan. || Merdiven altı tavanı, bir merdivende, basamakların alt yüzeyini gizlemek için yapılan eğik tavan. || Yüzer tavan, darbe ve ortam seslerinin iletimini azaltmak için yapılan asma tavan. —iş huk. Sigorta primi tavanı, bir ücretin, sosyal sigorta kesintilerine bağlı en yük­ sek miktarı. —Mad. oc. Bir oluşumun (yatak ya da fi­ lon) üst yüzeyi. (Tektonik hareketlerin et­ kisiyle herhangi bir ters dönme yoksa, ta­ baka halindeki cevher damarları tavan ta­ şından daha yaşlıdır; filon şeklindeki da­ marlardaysa kendilerini kuşatan yan kayaçlardan (tavan ya da taban taşları) dai­



kullanılan üretim sistemi nedeniyle göçertilen tavandaki göçük zonu. (Üretim yeri tavanında meydana getirilen göçük zonu otuz kırk metreyle sınırlıdır; bu bölgenin üzerinde kalan kayaçlardaki hareketler kı­ rılma olmaksızın alçalmalar şeklindedir.) || Tavan katmanları, yeraltı üretim boşluğu üzerinde bulunan, yalancı tavan dışında­ ki katmanların tümü. || Tavan kazısı, bir üre-







Floransa’daki Badia kilisesi'nin ahşap tekneli tavanı (1625) L. Y. Loirat-Explorer



tim yerinin ya da galerinin tavanındaki cevherin alınması. || Tavan kemeri, yeraltı boşlukları ve mağaraların kemer biçimin­ deki üst bölümü. || Yalancı tavan, bir cev­ her damarının hemen üzerinde yer alan, göçmeye meyilli tavan taşı. || Yapay tavan, üretimin yatay dilimler halinde, yukarıdan aşağıya doğru yapıldığı filon tipi kimi cev­ her yataklarında, tahkimat amacıyla üre­ tim yeri tabanına yapılan beton döşeme. (Bu durumda, yukarıdan aşağıya doğru çalışılan bir üretim yerinde, işçiler daima başlarının üzerinde cevher yerine, beton­ dan yapay bir tavan altında çalışırlar.) || Ya­ pay tavanla tavan denetimi, cevher dama­ rının yukarıdan aşağıya doğru yatay dilim­ ler halinde üretildiği sistemlerde, tavan gö­ çüğünü önlemek amacıyla yapılan yapay beton tavan. (Bir üretim dilimi tabanına dökülen beton katmanı bir alt dilimin ya­ pay tavanını oluşturur.) — M a d . oc. ve Bayınd. Tavan cıvatası, ANKRAJ CIVATA*SI’nın eşanlam lısı.



—Meteorol. Bulut tavanı, alçak bulutların tabanı. (Bk. ansikl. böl.) — Oto. Bir taşıtın üstünü oluşturan, dış bö­ lümü nikelajlı, iç bölümü çuha, kumaş ya da yapay deri kaplı, düz ve yatay yüzey. || Tavan lambası, bir taşıtın içini aydınlatan, tavana tespit edilmiş küçük lamba. || Açı­ lır tavan, bir otomobilin istendiğinde açılabilen üst bölümü.



ler, radar ya da daha da basiti, havacılar­ —Petr. san. Bir stok deposunun üst bölü­ dan sağlanan bilgiler kullanılır. mü. (Ham petrol ve benzinler genellikle yüzer tavanlı depolarda stoklanın) TA VA N b e (ar. (aıY’dan faVan). Esk. is­ —ANSİKL. Güz. sant. Tavanlar çok eski teyerek, kendi rızasıyla. dönemlerden başlayarak çeşitli biçimler­ de süslenmiştir: doğrudan tavana yaptlan F1TAVANUK a. 1. Bir taht, bir katafalk ya da bir yatak üzerine yerleştirilen tente bi­ ya da sonradan eklenen resimler, fresk­ çiminde kaplama. —2. Kilise mihrabına ler, mozaikler, ağaç kabartmalar, yalancı taç oluşturan tahta, mermer ya da metal mermerler. Romalılar tavanı bölmelere çatı. ayırdılar. Ortaçağ’da tavan kirişleri çanlı renklere boyandı. XV. yy.Tn şortlarında, D avara dü ğ ü m ü (japon fizyolog Tavaİtalya’dan gelen tekneli tavan modası ra Sunao'nun [1873-1952] adından). FizFransa’da egemen oldu; Fontaüşebleau yol. Kalbin kulakçıklararası bölmesinde, ve Salnt-Germain’in tavan ,SÛsleri%fAn­ kulakçıklarla karıncıkların birleşim yerinde layışta gerçekleştirildi. KabartmaJBl^ıcı bulunan ve His demetiyle devam eden, mermerlerle, Aşk figürlerini Ve â’hflk’tehdüğüm dokusuna ait oluşum. Tavara dü­ neleri canlandıran resimterie süşkrbu.für ğümünün kalp işleyişinde iki temel rolü tavanlar XVII. yy.’da dş oldukça yaygındı' vardır: kalp ritminin çok çabuk hızlanma­ İtalyan barok sanatıocb tavanlar gözaldat. sını engelleyen kalp uyarılarını yavaşlatı­ maca tekniğiyle yapılmış başdöndürücü cı süzgeç rolü; sinüs düğümünün yeter­ kompozisyonlarla süslendi, XVIII. yy.'da sizliği halinde kalbin otomatik çalışması­ özel konutların tavanları beyaz badanay­ nı sağlamak üzere ikame odağı rolü. la boyanarak kenarları silmelerle süslen­ (Eşanl. a s c h o f f -t av a r a d ü ğ ü m ü .) di. Saray ve konakların tavanları ise ayla­ T A V A S , Ege bölgesinde Denizli iline malarla çerçevelendi ve resim ve/ya da bağlı ilçe; 65 136 nüf. (1990); 1 691 km2; yalancı mermerlerle (göbek, köşe süsleri merkez bucağı dışında 1 bucak, 40 köy. vb.) donatıldı. Tavan süslemeleri XIX. Merkezi, Denizli’nin 45 km G.'inde Tavas yy.’da ağırlaştı (alçı kabartmalar). (esk. Yarangüme), 11 777 nüf. (1990). Geleneksel türk evlerinde tavanlar, oda­ Tarım (baklagiller, tütün, pamuk üretimi). ların en önemli ve zengin bezemeli öğeDokumacılık. lerindendir. Bunlann evin genel tasarımıy­ la da ilişkili olduğu görülür: tahta kapla­ TAVAS ov ası, Menteşe yöresinin K.-B. malı tavanlar oda girişlerinde ve eyvanlar­ kesiminde, Denizli’nin G.-B.’sında, oval bi­ da daha ^Içak ve yalın, odalarda, başoçimli ova. K.'de billurlu şistlerden oluşan dada, selamlıkta yüksek ve zengin beze­ Babadağ (2 300 m) ve Avdan dağı (1 444 melidir. En yalın odalarda bile tahta kap­ m), G.’de ofiyolitlerden meydana gelen ve lamalar çıtalann değişik düzenlenmeleriy­ bazı dorukları 2 000 metreyi aşan dağlar­ le elde edileh geometrik motiflerle süslen­ la çevrili olan ovanın uzun ekseni G.-B. miştir. Düz tavanlar genellikle çıtalarla ka­ -K.-D. doğrultusunda yaklaşık 30 km ka­ relere ayrılmış, kimi zaman bunların içi çe­ dardır. Sularını Akçay ve kolları ile Büyük Menderes'e boşaltan ovanın K. kenarını şitli nakışlarla doldurulmuştur. Başoda, se­ lamlık gibi özen gösterilen mekânlarday­ Miyosen ve Poliyosen çökelleri çevreler, sa yalancı kündekâri, oyma, kaleffş işi ve 800-900 m yükseklikte olan tabanı alüv­ yaldız süslemeli zengin örnekledi-karşıyonla kaplıdır. laşılmaktadır. Çarkıfelekli, göbeKllt' geo­ TAVASSUT, -tu a. (ar. vasaftan tavas­ metrik ve bitkisel motifli tavanlar ¿¡da­ sut). Esk. 1. Yardım etmek amacıyla ara­ lara gösterişli bir görünüm kazapdırıt/Ayya girme, aracılık etme: Bir kimsenin ta­ rıca malakâri süslemeii örnekler d e var­ vassutu ile işe girmek. —2. Tavassut et­ dır (Çinili köşk, Revan köşkü). XVIII,-XIX, mek, ¡araya girmek, aracılık etmek. yy.’larda Batı’nın etkisiyle barok, empire TA VASTEHUS, Hâmeenlinna'nın İsveç­ (ampir) ve rokoko süslemeli tavanlar ya­ çe adı. pılmıştır (Aynalıkavak kasrı, Beylerbeyi sa­ rayı, Dolmabahçe sarayı vd.). İstanbul’un TAVASTSTJERNA (Kari August), İsveç­ köşk, konak ve yalılarının dışında, Anado­ çe yazan finlandiyalı yazar (Mikkeli 1860 lu’da da İzmir, Kula, Birgi, Safranbolu, Div­ - Pori 1898). Aristokrat bir bireyci olan Tariği, Muğla, Milas Yenişehir, Bayramiç, vaststjerna gerçekçi romanı Barndoms Yozgat vd.’de zengin bezemeli tayân ör­ Minnen (1886), sonra da inancını, yurtse­ nekleri bulunmaktadır. verlik duygusunu ve yurdundan koparılSivil mimarlık örneklerinin yanı sıra,, ka­ mışlığını son derece tatlı bir anlatımla di­ lem işi süslemeli, ahşap tavanlı ulu cami­ le getirdiği öykü ve şiir (Poèmes en atten­ leri de (Afyonkarahisar Ulu camisi, Sivri­ te [fr. çev.], 1890) kitaplarıyla kendini ka­ hisar Ulu camisi, Kütahya Kasaba köyü bul ettirdi. Başyapıtları olan Temps diffici­ camisi, Beyşehir Eşrefoğlu camisi) anmak les (fr. çev.) [1891], Régiment de femmes gerekir. (fr. çev.) [1894] adlı romanları ya da Poè­ —inş. Tavan, betonarme bir döşeme pla­ mes'! (fr. çev.) [1905] temel bir romantiz­ ğının görünen alt yüzü ya da asmolen bir min dikkati çektiği çelişkilerle dolu bir ru­ döşemenin sıvanmış alt yüzeyidir. Ahşap hu yansıtır. kirişli ya da nervürlü bir döşeme altına al­ TAVAŞİ a. (ar. favâş’tan (avaşi). Esk. Haçı, ahşap ya da yalıtkan herhangi bit ge­ remağası, hadımağası. reçten yapılmış levhalann tespit edilmesiy­ —Kur. tar. Osmanlılar'da saraylarda hiz­ le düzgün yüzeyli tavanlar da yapılabilir. met eden hadımların genel adı. —Mad. oc. Cevher üretimi sırasında açı­ lan boşlukların güvsnli bir şekilde b u lm a ­ TAVAT a. Tar. Gürcistan'da soylu kabul sında, tahkimat yapmanın d iş in d i tavan edilen kimselere verilen ad.. denetimine de başvurulur. Tavan'^enetiTAVATTUN a. (ar. vafan'dan tavattun). minde kullanılan en yaygın yörterriter şun­ Esk. 1. Bir yeri yurt edinme, bir yere yer­ lardır: i' s\ //; leşme —2. Tavattun etmek, bir yere yer­ 1. oda-topuk sisteminde olduğu jğlbi ge­ leşmek. —3. Tavattungâh, yurt edinilen niş boşluklar (odalar) arasında topuklar bı yer. rakma; 2. göçerime; TAVAZZU ya da TE V A ZZ U a. (ar. vu3. dolgu. ( - İŞLETME.) zu*dan tavazzu'). Esk. Aptes alma. —Meteorol. Bulut tavanı. Bu kavram özel-' TAVAZZUH a. (ar. vuzüîr’tan tavazzuh). likle havacılıkta kullanılır Tavanın yüksek­ Esk. 1. Aydınlanma, açıklığa kavuşma. liği metre olarak belirtilir ve çeşitli yöntem­ —2. Tavazzuh etmek, aydınlanmak, açık­ lerle ölçülür: 1. gündüz, çıkış hızı bilinen lığa kavuşmak. balonlar havalandırılır (balonlann bulut kütlesi içinde kaybolduğu anı kaydetmek TAVĞAR(lvan), Sloven siyaset adamı ve yeterlidir); 2. gece, belli bir açı altında bir yazar (Pdjane 1851 - Ljubljana 1923). ışık demeti gönderilir ve nirengi yöntemiy­ Ljubljana’da avukatlık yaptı, alman etkisi­ ne karşı savaştı ve Viyana parlamentole bulutun tabanındaki ışıklı lekenin yük­ au'nda Liberal parti yi temsil etti. Ljublja­ sekliği ölçülür; 3. günümüzde bulut tava­ na belediye başkanlığı (1911-1921) yaptı. nının yüksekliğini ölçmek için telemetre­



Kütahya'nın geleneksel konut mimarisinde tavan süslemesi Roman ve öyküler yazdı. Cvetje v Jeseni (1917) köy yaşamına bir övgüdür. Visocka Kronika (1919) adlı tarihsel romanı da kır­ sal kesimdeki bir ailenin birçok kuşağını anlatır. TAVCI sıf. ve a. Tkz. Bir kimseyi tavlaya­ rak kandıran, aldatan kimse için kullanı­ lır. TAVCI a. El sant. — KOL. TAVCILIK a. Bir kimseyi tavlama işi. TA V E N E R (John), İngiliz besteci (Lond­ ra 1944). Lennox Berkeley’in öğrencisi ol­ du; Kabil ve Habil kantatıyla (1965), son­ ra özellikle The Whale (Balina) [1968] din­ sel kantatıyla tanındı. Dinsel alana ayrıca­ lık tanımayı sürdürdü (Celtic Requiem, 1969; Requiem for Father Malachy [Pe­ der Malachy’ye requiem), 1973). Therese operası (1973-1976) Covent Garden’da 1979’da oynandı. I t n r t r i , Dominik Cumhuriyeti'nde bir hidroelektrik tesisinin yeri, Villa Vásquez'in yukansindaki Yaque del Norte'nin kıyısın­ da. TAVERNA a. (¡tal. taverna; lat. taberna' dan). 1. Çalgılı, içkili lokanta ya da eğlen­ ce yeri. —2. Bazı ülkelerde (Yunanistan, Almanya, Belçika vb.) halkın uğrağı olan kahve ya da küçük lokanta. —3. Eski ve



tavanlıklı yatak Rönesans dönemi Ancy-le-Franc şatosu



barok tavanhk Lyon, Saint Bruno-les-Chartreux kilisesi mihrabı G. N. Servandoni’nin bir resminden gerçekleştirildi



taverna 11310



rüstik bir hava yaratacak biçimde düzen­ lenmiş bazı lüks lokantalara verilen ad. TA V E R N E R (John), İngiliz besteci (? . Lınoolnshire, 1490'adoğr. - Boston, Uncol nshire, 1545). Reformcu din lehinde ta­ vır takınması yüzünden görevine son ve­ rilinceye kadar Oxford'da Cardinal College'da koro şefi olarak görev yaptı. 8 missa, 30'a yakın motet ve dindışı 3 şarkı besteledi. T A V IR M İE R (Jean-Baptiste), fransız ta­ cir ve gezgin (Paris 1605 - Smolensk ? 1689). Kumaş ticaretinden büyük kazanç sağlayan ilk İran gezisinin (1630-1632) ar­ dından, İran, Hindistan ve Güney-doğu Asya takımadalanna bir dizi gezi yaptı: sa­ tın aldığı değerli taşlarla büyük bir servet sağladı. Bir mücevheratçının kızıyla evlen­ dikten (1662) sonra, 1663'te, altı yıl süren yeni bir yolculuğa çıktı, bu yolculuk sonu­ cunda kendisine soyluluk unvanı verildi (1669). Burtdan sonra lüks içinde yaşama­ ya başladı, servetini kısa sürede tüketti ve Nantes fermanı’nın yürürlükten kalkma­ sıyla Fransa'dan ayrılmak zorunda kaldı. Brandenburg Seçicisi’nin korumasına gi­ rerek Hindistan'da bir şirket kurmaya ça­ lıştı ve yeni ticaret yolları bulmayı amaç­ layan bir gezi sırasında öldü. Tavernier' nin altı gezisinin anlatısı gittiği bölgeler üzerine değerli bir bilgi kaynağıdır. TA V E R N İE R (Bertrand), transız film yö­ netmeni (Lyon 1941). Yazar René Tavernier’nin oğlu. Çok genç yaşlarda çeşitli gazetelerde sinemayla ilgili yazılar yazdı. J. R Coursodon ile birlikte 30 Ans de ci­ néma américain (1970) adlı yapıtı yayım­ ladı. 1973'ten sonra yönetmenliğe başla­ dı. Ûnemli filmleri: St. Paul saatçisi (l'Horloger de Saint-Paul) [1974], Que la fête commence (1975), le Juge et l'Assassin (1976), Des enfants gâtés (1977), Ûlümû beklerken (la Mort en direct) [1980], Une semaine de vacances (1981), Coup de torchon (1981), Kırda bir pazar (Un di­ manche à la campagne) [1984], Mississipi blues (1984) [Robert Parrish ile bir­ likte], Autour de Minuit (1986), La Pas­ sion Béatrice (1986), Les Mois d ’avril sont meurtriers (1987), La Vie et rien d'autre (1989, Avrupa film festivali özel ödülü), Daddy Nostalgie (1990). TAVQi a. Samoyed dili; Taymıyr yarıma­ dasında birkaç yüz kişi tarafından konu­ , şulur. (Eşanl. NGANASAN.) TAVHANE a. (fars. tav ve tjane’d e n tav -i]Sne). Esk. 1. Sobayla ısıtılan camlı çi­ çeklik; limonluk. —2. Yoksulların sığındı­ ğı sıcak yer. TAVIR, -vrı a. (ar tavı). 1. Davranış biçi­ mi, tutum, durum, hal: Çok sade bir ta­ vırla konuşmak. Bu tavrını hiç beğenme­ dim. —2. Tavır almak, tavır takınmak, her­ hangi bir olay ya da durum karşısında be­ lirli bir davranış biçimini benimsemek. || Ta- • vır geliştirmek, değiştirmek, tutumunu de­ ğiştirmek. || Tavır koymak, beğenmediği, katılmadığı bir olay, bir durum karşısında tutumunu açık seçik ortaya koymak. — M üz. -



ÜSLUR



—Ruhbil. Bir cevap vermeye hazırlanan öznenin içinde bulunduğu durum. || Ruhbilimsel bir etkinlikten önceki iç durum. (Önalgısal tavırdan, bilişsel tavırdan vb. söz edilebilir.) —Topruhbil. içeriğini doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, istenir ya da istenmez ola­ rak değerlendirdiği bir nesne ya da bir durum karşısındaki öznenin örgütlü ve gö­ rece dengeli bilişsel yatkınlıklar sistemi. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Bir tavır sahibi olmak, le h te ya da aleyhte olmak, belli bir nesneye göre toptan bir yönelim göstermek anlamına gelir ve öznenin bu nesne karşısındaki bil­ gisini (örneğin sigaranın kanser yapıcı ol­ duğu inancını), heyecansal tepkilerini (ör­ neğin sigaranın simgelediği tehlike karşı­ sında duyduğu korkuyu) ve iradi yönelim­ lerini (sigara içmeyi bırakmak ya da azalt­ mak isteği) simgeler. Tavır sözcüğünün



eğilim, varsayım, yönelim, beklenti, eyle­ me hazırlanma vb. gibi birçok eşanlamlı­ sı vardır. Ancak bu sözcükler tavrın, ne yön saptayan örgütlenmesini (bu örgüt­ lenme kendini, tavrın değerlendirme, yar­ gı ve tanıma süreçlerine verdiği yönelim­ le gösterir), ne de seçici etkinliğini (bu et­ kinlik kendini, nesne ya da uyartının algı ya da tanımları üzerinde gösterir) yeterin­ ce ortaya koyarlar. Gerçekten de algılar, uyartıda dolayımsız olarak içerilmemekle birlikte, tavırların hareketlendirme sonuç­ ları olan verileri kapsayabilirler. Bu veriler, tavır nesnesine ilişkin deneyimle edinile­ bilir ya da öğrenilebilirler. TAVİ sıf. (ar. ¡aV‘dan taV İ). Esk. fels. Ken­ diliğinden olan, spontane. T A V İA N İ (Paolo ve Vittorio), İtalyan film yönetmenleri (San Miniato 1931 ve 1929). Birlikte yaptıkları ve güney İtal­ ya'nın toplumsal sorunlarını ele aldıkları filmleriyle tanındılar: Un uomo da Bruciare (1963), I fuorilegge del matrimonio (1963), Sotto il segno dello scorpione (1969), San Michele aveva un gallo (1972), Allonsanfan (1974), Babam ve ustam (Padre padrone) [1977], The Meadow (1979), San Lorenzo gecesi (La notte di San Lorenzo) [1982], Kaos (1984), Good Morning Babylon (1986) ve II Sole anchâ di notte (1990). TAVİÇE a. Ask. tar. Osmanlılar'da akın­ cıların amiri durumundaki çeribaşılara ve­ rilen ad. T A V İK , -kı a. (ar. 'avk’tan ta’ vik). Esk. 1. Alıkoyma, geciktirme. —2. Tavik etmek, eylemek, geri bırakmak, geciktirmek. —Esk. tıp. Tavik-i ihtimar, antiseptik kulla­ narak bir maddenin ekşimesini, bozulma­ sını önleme. T A V İK Lİ sıf. Sil. Tavikli mermi, patlama­ yı belirli bir ana kadar geciktiren bir ay­ gıtla donatılmış mermi. TA V İL sıf. (ar. (OTden \avif). Esk. 1. Uzun boy ya da mesafe için kullanılır. —2. Uzun süren ömür için kullanılır. —Ed. Aruz vezninde ana kalıplardan bi­ ri. (Bk. ansikl. böl.) -—Feilâtün (------- ), mefâilün (------- ), müstef'ilûn ( ) gibi kalıpçıklardan herhangi birinin bazen bir sayfa tutan upuzun dizelerde sıralanma­ sıyla oluşan vezin; bu veznin kullanıldığı tür. (Genellikle gülmece yapıtlarında uy­ gulanmıştır.) —ANSİKL. islamöncesi arap şiirinin ünlü temsilcilerinden İmri ül-Kays'ın Kâbe'deki Yedi askı arasında yer alan şiiri tavil bahrindeydi. Bu bahir türk edebiyatında kul­ lanılmadı. TAVİLE sıf. (ar. tavİTİn dişi, tavile). Esk. Uzun. —Esk. zool. Tavilet-ül-ercül, bacakları uzun olan; devekuşu, leylek vb. kuşlar. ♦ a. 1. iplerle birbirine bağlanmış hay­ van katarı. —2. Otlamaya bırakılan hay­ vanın ayağına bağlı ip —3. Tavla, at ahırı. —Kur. tar. Tavile kâtibi, Has ahır'ın yazı iş­ lerini yürüten görevli. TA V İO N ya da T A V İU M . Tar. coğ. Ana­ dolu’da galatia kenti; Trokmiler'in merke­ ziydi. 1884'te ele geçen buluntular ken­ tin Yozgat'ın 30 km kadar B.’sındaki Büyüknefesköy'ün yerinde olduğunu ortaya çıkardı. Bir ticaret merkezi olan Tavion'da Zeus'un bronzdan büyük bir heykeli ve kutsal alanı vardı. İ.Û. I. yy.'da para basan kent önemini yollar üzerinde yer alan ko­ numuna borçluydu. Bizans döneminde de piskoposluk merkezi olarak önemini bir ölçüde sürdürebildi. Yöredeki yapı ka­ lıntıları büyük ölçüde Büyüknefesköy'ün binalarında kullanıldı. TA V İR A , Portekiz'de (Faro yönetim bölü­ mü) liman kenti, Algarve kıyısında; 10 000 nüf. Balıkçılık. Balık konserveciliği (ton). TA V İTA V İ ya da TA W İTA W İ a d a la rı, Sulu (Filipinler) takımadalarının bir bölü­ mü, Sabah'ın doğu kıyıları açığında. Ço­ ğu dağlık yüzlerce ada (başlıcası yanar­



dağ kökenli Tavitavi'dir) kapsar. T A V İU M -



TAVİON.



TAVİYET a. (ar. (aviyyef). Esk. Niyet, gö­ nülde saklanan istek. TAVİZ a. (ar. TVâz'dan fa'v/z), 1. Bir hak­ tan, bir yarardan, bir istekten ya da bir ko­ şuldan vazgeçme, ödün: Ülke, bu taviz­ lerin bedelini ağır ödeyebilir. —2. Taviz vermek, karşısındakiyle uzlaşma sağla­ mak için kimi haklardan, koşullardan, is­ teklerden karşı taraf yararına vazgeçmek; ödün vermek. —Esk. Bedel verme, karşılık olarak bir şey verme; verilme. —Esk. kim. Bir cismin yerine bir başkası­ nın geçmesi. TAVİZ a. (ar. tarviz). Esk. Göz değmesi­ ne ve kötülüklere karşı kullanılan muska. TAVİZAr, -tı çoğl. a. (ar. ta"vizin çoğl. tacvizâf). Esk. Karşılıklı olarak verilen şey­ ler, ödünler. TA VİZCİ sıf. 1. Taviz vermekten çekin­ meyen bir kimse için kullanılır: Tavizci bir insan. —2. Taviz vererek, tavizlerle yürü­ yen: Tavizci bir dış politika izlemek. TA V İZC İLİK a. Tavizci olma durumu; ta­ vizci bir kimsenin, topluluğun vb. tutumu. TAVİZEN be. (ar. ta’ viz'den tarvizen). Esk. Taviz yoluyla, karşılık alınmak sure­ tiyle. TAVK, -kı a. (ar. fav(t). Esk. 1. Boyna ta­ kılan takı, gerdanlık: "Kalın çemberkılup zülfini halka /A nun bend eyledi boynın bu tavka" (Ahmet Rıdvan, XVI. yy.). —2. Tas­ ma, halka. —3. Kuşların boyunlarındaki tüy halka. —4. Kuvvet, takat, güç. —5. Tavk-ı beşer, insan gücü. || Tavk-ı esaret, tutsaklık zinciri: "inhina tavk-ı esaretten girandır boynuma" (Tevfik Fikret). || Tavk-ı zerrin, altın gerdanlık. TAVLA a. (ital. tavola, masa'dan). 1. Kar­ şılıklı 12'şerden 24 haneye (bölüme) ay­ rılmış özel bir tahta üzerinde 2 zar ve iki ayrı renkte 15'er pulla oynanan oyun. —2. Bu oyunun oynandığı özel tahta. —3. Tav­ la atmak, tavla oynamak. —ANSİKL. Tavla genellikle iki kişi arasın­ da oynanır. Çeşitli adlar taşıyan, kuralları değişik tavla oyunları vardır: 1. düz tavla ya da küşat; 2. hapis* ya da mahpus; 3. gülbahar* ya da hepyek; 4. müstecir ya da müptecil (İzmir tavlası); 5. otuzbir. Bun­ ların yanı sıra bir de çocukların oynadığı "kız tavlası" ya da “ yahudi tavlası" de­ nen daha basit bir oyun vardır. Ayrıca 2,3 ya da daha çok çift tarafından, sadece bir çiftin attığı zarla oynanan takım oyunu ha­ lindeki tavla vardır ki buna da "üniversite tavlası” ya da “ talebe tavlası" adı verilir. Küşat oyununda oyuncular, kendi taraf­ larında kalan 12 hanenin sağdaki 6 ha­ nesini pul toplama alanı olarak seçtikle­ rinde, karşı tarafta sağdan birinci haneye 2, on ikinci haneye 5, kendi önünde sağ­ dan altıncı haneye 5 ve sekizinci haneye 3 pul yerleştirirler. Amaç, sağdan sola doğru pullarını kendi alanının sağ bölü­ müne taşıyıp sonra da toplamak '/e bu işi karşısındakinden önce yapmaktır. Tek pu­ lun üzerine rakibin pulu gelirse, alttaki pul kırılmış (vurdlmuş) olur ve yeniden rakibin pul toplama alanından oyuna sokmak ge­ rekir. Kırılmamak (vurulmamak) için en az iki puldan oluşan “ kapı” lar almak g e re kir. Atılan zar sayıları genellikle farsça söy­ lenir ve birden altıya kadar şöyle sıralanır: yek, dü, se, cihar, penç, şeş. Çift sayılar isş hepyek (1-1). dubara (2-2), düse (3-3), dörtcihar (4-4), dübeş (5-5), düşeş (6-6) olarak adlandırılır, iki zar da aynı geldiğin­ de (çift), sözkonusu zardan 4 tane oyna­ nır (sözgelimi 6-6 atıldığında dört tane al­ tı oynanır). Rakip oyuncu eline pul topla­ mayı başaramadan bütün pullarını topla­ yan oyuncu oyunu "mars etmiş” olur ve bu iki sayı sayılır; bir "parti" oyun 5 ya da 7 sayıda biter. Önceden kararlaştırılan bu sayıya ilk ulaşan partiyi kazanmış olur



Müptedl ya da müstecir oyunu ise da­ ha çok Ege yöresinde oynanan bir tavla oyunudur. Oyuncuların ikisi de 15’er pul­ larının en az üçünü karşısındakinin 12. ha­ nesine koyar ve geri kalan pulları ellerin­ de tutarlar. Partiye başlamak için önce tek zar atılır. Büyük sayılı zar atan, kendi attı­ ğı sayı ile karşısındakinin attığı sayı kadar ilerideki haneye bir pul koyar. Amaç, bu pulun öncelikle oyuncunun kendi önün­ deki hanelere geçirilmesidir. Müstecirde vurmak ya da kırmak yoktur. Tek pul bir kapı oluşturur. Kendi, önündeki hane ya da kapıları kapatmak ilk pulu karşı tarafa geçtikten sonra mümkündür. Ancak, bu halde dahi çıkış noktasındaki kapıların beş tanesi kapatılabilir, biri boş bırakılır. Al­ tıncı kapıyı da kapatıp karşısındaki oyun­ cuya yolu tıkamak.için, ikinci hane boşsa yedinci ve sekizinci haneleri kapatmak gerekir. Bu oyunu kazanmak için, pulları­ nın tamamını kendi toplama sahasına ge­ tirip sonra da rakibinden önce toplamak gerekir. Otuzbir oyunu hapis ve gülbahar oyu­ nuna benzer; bu oyunda da tek pul kapı sayılır, kınlamaz ve hapsedilemez. Gülba­ har gibi atılan çift sayılar da kendisinden sonraki çiftleri de içerecek biçimde yuka­ rı doğru oynanarak tamamlanır: yani du­ bara atan oyuncu dört tane 2, dört tane 3, dört tane 4, dört tane 5 ve dört tane 6 oynar. Bu oyuna 6 atmadan başlanamaz ve ilk ei atılan çift oynanmaz, zar yeniden atılır; bir pul dolaşıp kendi alanına gelme­ den (müptecıldekı gibi)'öteki pullar oyna­ namaz, bir oyuncunun oynayamadığı zar­ ları rakibi oynayarak tamamlar. Bütün pul­ larını toplayıp bitiren ’oyuncu. Takibinin toplanmamış pullan. kadar puan (mars ya­ pıldığında on beş puan) alır. Otuz bir pu­ anı ilk toplamış olan oyuncu oyunu kaza­ nır. Kıztavlasındaher oyuncu önündeki ilk üç haneye üst üste üçer, sonraki üç ha­ neye de üst üste kişşr pul dizer. Oyunda amaç, atılan zarın karşılığı olan hanede üst üste duran pulların hepsini önce aşa­ ğıya indirmek, sonra da gene atılan zara göre ele toplamaktır. Rakip eline pul ala­ madan bütün pullarını toplayan oyuncu ' mars" yapmış olur, 5 sayı kazanan oyun­ cu, partiyi alır.



tavla TAVLA a. (ar. tavlle'deri). içinde atları, ka­ tırları vb. barındırmaya yarayan ve hay­ vanları birbirinden ayırmak için bölmeler bulunan bina, at ahırı. —Bine. Tavla çavuşu, tesis içerisinde bu­ lunan ahırların temizliği, atların bakımı ve korunmasından, seyislerin yönetiminden sorumlu seyisbaşı. — Kur tar. Tavla uşakları -> AT* OĞLANLARI. TAVLACI a. Tavla oyununa aşırı ölçüde düşkün kimse. TAVLACI a. At ahırına bakan kimse. TA V LA M A a. 1. işlenecek oır nesneye gereken ısıyı ya da nemi sağlama: onu iş­ lenecek duruma getirme. —2. Bir kimse­ yi kandırma; elae etme —3. Bir hayvan, besleyip semirtme



—Camc. Cam oluşumu sırasında meyda­ na gelen gerilimleri yok etmek için, imal edilmiş eşyaları uygun bir sıcaklığa kadar yeniden ısıtma ve bunları, yeni genlimler yaratmayacak şekilde ortam sıcaklığına uygun olarak soğutma işlemi. || Tavlama alanı, camın, gerilimlerin soğutmadan sonra kabul edilebilir bir düzeyi geçme­ mesini sağlayacak, özenle seçilmiş bir hız­ da soğutulduğu sıcaklık bölgesi. (Bu böl­ ge normal camlar için 500 °C dolayında­ dır.) —Kâğ. san. Kâğıdın sertliğini gidermek amacıyla yapılan işlem. (Aharı fazla olan sert kâğıtlar, birkaç kez tek tek soğuk su­ dan geçirilip üst üste dizilir ve rüzgârsız, gölge bir yerde kurutulur.) — Metalürj. Tavlamak eylemi. (Tavlama, çeliğe başlangıçtaki yassılaşabildik özel­ liklerini yeniden kazandırmak üzere uygu­ lanır.) || Fizikokimyasal ve yapısal bir den­ ge kazandırmak amacıyla bir metalürji ürününü önce yeterli bir sıcaklığa dek ısı­ tıp sonra bu ürüne yavaş yavaş soğutma biçiminde uygulanan ısıl işlem. (Bk. ansikl. böl.) || Tavlama fırını, tavlama işleminin uy­ gulandığı fırın. || Tavlama sıcaklığı, tavla­ ma işleminin yapıldığı sıcaklık. —Şapkac. Taslak makinesinden çıkan ke­ çeden taslağa dayanıklılık kazandırmak amacıyla metal bir çan üzerinde elle ya­ pılan ilk keçeleştirme işlemi. —Tüt. Su oranını artırarak tütün yaprakla­ rını yumuşatma işlemi. (Bandırma ya da püskürtme yoluyla tavlama, tütünlerin in­ ce kıyılmasını, puroların sarılmasını ya da damarların çıkarılmasını kolaylaştırır.) — ANSİKL. Metalürj. Tavlama genellikle bir metalin sertliğini azaltıp sünekliğini artıra­ cak biçimde mikroyapısını, dolayısıyla mekanik özelliklerini değiştirmeyi amaçlar Malzemenin türüne ve istenen amaca gö­ re çeşitli tavlama biçimleri vardır. Yeniden kristallendirme tavlaması, ön­ ceden kalıcı biçim değiştirme işleminden geçirilen bir metal ya da bir alaşıma (ge­ nellikle oda sıcaklığında yapılan bir biçim değiştirme), sünekliğini yeniden kazandır­ mak amacıyla uygulanır. Isıl işlem, "yeni­ den kristallendirme sıcaklığı” denen kri­ tik (dönüşül) bir sıcaklığın üzerindeki bir sıcaklıkta yapılmalıdır. Tavlamanın kuluç­ ka dönemi denen birinci evresinde, me­ talde yeni bir örgütlenme yaratarak önce­ den var olan kristal kusurlarının (dislokasyonlar) giderilmesini sağlayan bir yenileş­ me olayı başlar. Daha sonra biçim değiş­ tirmiş eski yapının yerini yavaş yavaş ama tümüyle alan yeni kristallerin (ya da tane­ lerin) çekirdeklenerek büyümesi sonucu yeni bir kristallenme ortaya çıkar. Önce­ den kalıcı biçim değiştirme işleminden geçirilmiş ve yeniden kristalleşme sıcak­ lığına dek ısıtılmış bir metalde, birim za­ manda ve hacimde ortaya çıkan kristal çe­ kirdeklerinin sayısı, daha önce uygula­ nan kalıcı biçim değiştirmenin derecesi­ ne bağlı olarak o kadar çok ve dolayısıy­ la yeniden kristallenen tanelerin boyutu da o kadar küçük olur. Ayrıca kristallen­ me sıcaklığı, tam bir kalıcı biçim değişik­ liğine uğratılmış malzeme için daha dü­ şüktür. Soğukta biçimlendirme işlemi sırasın­ da, süneklik önemli ölçüde azalmışsa, da­ ha sonra uygulanacak biçim değiştirme işleminin gerçekleştirilmesinden önce ye­ niden kristallendirme tavlamasına başvu­ rulur. Tavlama, sünekliğin iyileştirilmesinin dışında metalin yumuşamasını (sertliğin ve biçim değiştirme için gerekli olan ge­ rilmenin azalması) sağlar; bu da daha sonra uygulanacak işlemleri kolaylaştırır. Tavlama, yeniden kristallenme sıcaklığının çok üzerindeki bir sıcaklıkta yapılmama­ lı, ayrıca yeniden kristallenmenin tam meydana gelmesi için gerekli olan süre­ den daha fazla bekletilmemelidir; çünkü /eni kristallerden bazıları ötekilerin zara: na aşırı şekilde büyüyebilir ("ikincil yen.aen kristallenme'’); bu da metalde ya neterojen oir yapının oluşmasına ya da yenıoen kristallenmiş iri taneli bir yapının



ortaya çıkmasına yol açar; bu yapıların her ikisi de metalin mekanik özelliklerini olum­ suz yönde etkiler. Bu gibi durumlarda, ar­ dından bir tavlama işleminin uygulandığı etkili kalıcı bir biçim değiştirmeyle yeniden kristallendirilmiş ince taneli bir yapı elde edilmeye çalışılır. Kımı durumlarda tavlama sıcaklığı ve sertliği uygun biçimde ayarla­ narak metalin bölümsel bir yeniden kristal­ lenmesi sağlanır (denetimli yeniden kristal­ lendirme). Sonuç olarak yeniden kristallen­ dirme tavlamasında, yemden kristallenme dokusu, kristalografik kalıcı biçim değiştir­ me do/ru*'sunun yerini alır Normalleştirme tavlaması, çeliklere uy­ gulanır; işlem sırasında metal, ferrit-austenit dönüşüm sıcaklığının üstüne çıkarılır; böylece yavaş soğutma yoluyla ferrit-perlit den­ ge yapısı ya da hızlı suverme yoluyla martensitli bir yapı elde edilir. Küreleştirme tavlaması, yaklaşık ötektoit dönüşüm sıcaklığındaki bir sıcaklık salınımı ya da bu sıcaklığın biraz üzerindeki bir sıcaklıkta uzun süre tutma yoluyla uygula­ nan bu işlem, adi perlitin sementit pulcuklarının kaynaşması sonucu perlitli küresel bir yapının (pullu yapı) elde edilmesini sağ­ lar. Bu tür bir yapı, çeliğin hem plastik bi­ çim değiştirmesini, hem de işlenmesini ko­ laylaştırır. Homojenleştirme tavlaması, örneğin ham döküm ürünleri gibi kimi ürünlerde ya­ pısal ayrıklıkların (heterojenlik) azaltılması­ nı amaçlar. Aynı şekilde çözündürme tav­ laması, metalde çökelti halinde bulunan ki­ mi bileşenleri (karbürler metallerarası bile­ şikler vb.) çözelti durumuna getirir, ayrıca alaşımların (alüminyum alaşımları) sertleş­ mesini sağlar. Gerilim giderme tavlaması, düşük sıcaklıklarda uygulanır ve suverme ya da ısılmekanik işlemlerden sonra (döv­ me, haddeleme, işleme vb.) parçaların iç yapısında meydana gelen iç gerilmelerin giderilmesini sağlar; böylece parçaların bo­ yutlarını kararlılaştırarak kullanım özellikle­ rini iyileştirir. Temperleme tavlaması, beyaz dökme demirin uzun süre ısıtılması sonu­ cu "amerikan dökme demiri" ya da "siyah özlü dökme demir" denen dövülebilir bir dökme demirin elde edilmesini sağlar. • Tavlamanın uygulanması. Tavlama fırın­ ları, elektrik dirençleri, gaz ya da mazot örülürleriyle ısıtılır. Tavlama genellikle yük­ sek sıcaklıkta ve ürünlerin ortamdaki ha­ vanın etkisiyle yükseltgenmesini önlemek için koruyücu bir atmosfer altında yapılır Tavlama fırınları, ısıtılacak ürünlerin profil­ lerine göre çok değişik biçimlerde olabilir; örneğin çubuklar, sac levhalar şeritler, kü­ çük boyutlu parçalar sürekli geçişli fırınlar' da; teller, rulo halinde levhalar çan fırınlar' da; döküm parçalan ve külçeler muflalı sta­ tik fırınlar'da tavlanır. TA V LA M A K g. f. 1. Bir şeyi tavlamak, iş­ lenecek bir nesneye, gereken ısıyı ya da



Chaumont-sur-Loire şatosu’nda (Fransa) bir taırla (yapım tarihi 1877)



tavlamak 11312



tavşan ayakları



TAVŞAN



% ’ f£3*%



f 4 .



♦ tavlanm ak edilg. f. ve dönşl. f. 1. iş­ lenmek için uygun duruma gelmek ya da getirilmek. —2. Bir kimsenin oyunlarına kanmak ya da elde edilmek; kandırılmak: O kolay tavlanacak biri değildir. —3. Bes­ lenip semirmek: inekler İyice tavlandı. TAVLANMA a. Tava getirilme. TAVLANM AK



• TAVLAMAK.



TAVLI sıf. 1. Tavlanmış, tav verilmiş bir şey için kullanılır: Tavlı toprak. —2. Semir­ miş, besili hayvan için kullanılır; semiz. TAVLON ya da TAVLUN a. (isp. tablón' dan). Denize. 1. Gemilerde üst güverte­ den itibaren beşinci güverte. —2. Kontra tavlon, üst güvertenin altındaki güverte. (Her gemide bulunmaz.)



. V



adi tavşan (Lepus europasus)



kar tavşanı (kış rengi) (Lepus timidus)



S % ..,



nemi sağlamak; tav vermek. —2. Tkz. Bir kimseyi tavlamak, türlü oyunlarla ona is­ teğini kabul ettirmek, onu kendi yanına çekmek ya da karşı cinsten bir kimseyi kendine bağlamak, elde etmek: Boşuna beni tavlamaya çalışma, gitmene izin ver­ meyeceğim. Bir kadını tavlamak. —3. Bir hayvanı tavlamak, onu besleyip semirtmek. —Camc. Camdan yapılmış eşyaların kırıl­ ganlığını azaltmak üzere tavlama sıcaklı­ ğının üzerinde ısıttıktan sonra çok ağır so­ ğumalarını sağlamak. —El sant. Bakırcılıkta, dövme sırasında çekiç darbeleriyle sertleşen bakırı, ateş­ te ısıtıp suya daldırarak tekrar çekiçlene­ bilecek yumuşaklığa getirmek. —inş. Sıvanın kâgir yüzey üzerine daha kolay yapışmasını sağlamak için sıvama­ dan önce bu yüzeyi sulamak. — Metalürj. Tavlama işlemiyle bir metalin niteliklerini iyileştirmek. || Suverme işlemi­ nin çelikte bıraktığı etkileri yok etmek. —Şapkac. Şapka yapılacak malzemeyi (hasır, fötr, kumaş vb.) prese sokmadan önce, biçim alabilmesi için nemlendirmek. || Şapka yapılacak malzemeye preste sı­ cak kalıp uygulamak.



.... gümüşi tavşan (orta boy ırk)



kızıl sarı tavşan (orta boy ırk)



TA VO LİER E, İtalya nın Po’dan sonraki en büyük ovası. Puglia’da, Apenninler ile Adriya denizi (Gargano kireçtaşlı kütlesiy­ le Adriya denizi'nden ayrılır) arasında 80 km genişliğinde bir dörtgen halinde 3 000 km2’lik bir alan kaplar: kuzeyinde Fortore, güneyinde Ofanto bulunur. Yükseltisi 50 m’yı bulan geniş bir masa görünümün­ deki Tavoliere, alüvyon kıyılı, kireçtaşlı te­ melli bir çöküntü havzasıdır; yazları çok kurak, yıllık sıcaklık farkları çok yüksektir. Geçen yüzyıla kadar yaylacılıkla hayvan yetiştirilen, yaygın yöntemlerle tarım yapı­ lan bir bölgeydi. Henüz tamamlanmamış olmakla birlikte gerçekleştirilen ıslah ça­ lışmaları sayasinde Tavoliere, yavaş yavaş ürün çeşitlendirmesine gidilen bir tahıl (buğday) üretim alanıdır, Tavoliere'nin merkezi ve tek büyük kenti Foggia’dır. TAVOLO a. (malgaş dilinde söze ). Ner­ gisgillerden bir bitkinin (Tacca plnnatifida) yumrularından Madagaskar'da elde edi­ len besleyici nişasta. TAVOY, Birmanya'da liman kenti, Tşnasserim ilinin merkezi, sol kıyıda ve Tavoy halicinin başında, Andaman denizi'ne yaklaşık 50 km uzaklıkta; 101 500 nüf. Ba­ lıkçılık ve ticaret (kereste, kurutulmuş ba­ lık) limanı, ipek fabrikası. Bölgede, kalay ve tungsten madenleri. TAVR -> TAVIR. TA VR A , Suriye'de kent, Tabka barajı ya­ kınında, Fırat kıyısında.



lığını, hızını yitirmek, gevşemek: Tavsayan bir çaba, işler tavsıyor. Okulda disiplin iyi­ den iyiye tavsadı. ♦ tavsatm ak ettirg. f. Bir şeyi (soyut) tavsatmak, bir çabanın, bir etkinliğin, bir eylemin vb. yoğunluğunu, hızını azaltmak: Sorumluluklarınızı giderek tavsatıyorsu­ nuz. işleri tavsatmak. TAVSATMAK - TAVSAMAK. TAVSIZ sıf. işlenmesi için gerekli ısıyı ya da nemi almamış, tavlanmamış olan şey için kullanılır. TAVSİF a (ar vaşftan tavsif). Esk. 1. Ni­ telendirme. —2. Bilgi verme. —3. Tavsif etmek, nitelemek, niteliklerini saymak. || Tavsif olunmak, nitelendirilmek, özellikle­ ri belirtilmek. —Esk. tıp. Tavsif-ül-emraz, hastalıkların ni­ teliklerini anlatan bilim dalı. —Kütüphanecilik. Nüsha tavsifi, elyazmalarının fiziksel özelliklerini, yaşını, yazarın özgün metnine yakınlığını belirleyen bilgi­ ler. (Bk. ansikl. böl.) —A n s İ k l . Kütüphanecilik. Nüsha tavsifi farklı nüshalarda görülen farklı özellikleri sergiler. Bu belirlemelerde şu özellikler saptanır: yazmanın eni ve boyu, yazı ala­ nının boyutları, bir cildin yalnızca bir bö­ lümünü oluşturuyorsa hangi yapraklar arasında olduğu, yaprak sayısı, her say­ fadaki satır sayısı, yazı türü, müstensihin adı, istinsah tarihi, kâğıdın türü, mürek­ kep, minyatürler, cilt özellikleri, başlangıç ve bitiş tümceleri vd. TAVSİFAT, -tı çoğl. a. (ar. tavsifin çoğl. tavşifât). Esk. Nitelendirmeler. TAVSİFİ sıf. (ar. tavsif ve -/'den tavsifi). Esk. Belirtmeyle ilgili, nitelemeyle ilgili. ♦ a. Esk. dilbilg. Tavsifi sıfat, niteleme sı­ fatı. TAVSİL a (ar vusul'den tavsif). Esk. Ye­ rine vardırma, ulaştırma. TAVSİT, -tı a (ar vasat’tan tavsit). Esk. 1. Aracılık ettirme, araya koyma. —2. Tav­ sit etmek, aracılık ettirmek, araya koymak. TAVSİYE a (ar vesayetten tavsiye). 1. Bir kimseyi belli bir tutum almaya yönelt­ me; bu amaçla söylenen söz: Hekimin tavsiyelerine uymak. Tavsiyelerini unutma­ yacağım. —2. Bir kimseyi iyi yönlerini vur­ gulayarak tanıtma, onu salık verme; bu amaçla söylenen söz ya da yazılan yazı: Arkadaşımın tavsiyesi üzerine size geldim. Tavsiye mektubu. —3. (Bir kimseye) bir şeyi, bir şey yapmasını tavsiye etmek, ya­ pılmasını salık vermek; bir şeyin uygun, yararlı olduğunu söylemek. — 4. Tavsiye mektubu, bir kimsenin, bir iş için uygun nitelikler taşıdığını bildirmek amacıyla ya­ zılmış mektup; referans. || Tavsiye olun­ mak, uygun ve yararlı olduğu belirtilmek. —Esk. Vasiyet bırakmak. — Uluslarar. huk. Tavsiye kararı, hukuksal ya da siyasal bir sorunun çözümü ya da çözüm yöntemi konusunda uluslararası hukuk kişilerine yol göstermek amacıyla bir uluslararası örgüt tarafından yapılan ve zorlayıcı niteliği olmayan işlem. (Tavsiye kararının manevi bir değeri vardır, ilgili ta­ raflar üzerinde bir baskı aracı olabilir.) TAVSİYELİ sıf. Herhangi bir iş için tav­ siye edilmiş olan, kayrılması istenen kim­ se için kullanılır. TA VSİYEN A M E a. (ar. tavsiye ve fars. name'den tavsiye-nâme). Esk. Tavsiye mektubu.



TA V R İD A . Tar. coğ. Yunanlılar'ın TauriT A V S İY ES İZ sıf. Tavsiye edilmiş olma­ ke Khersonesosu’nun başka bir adı. —Kı­ yan, kayrılmayan. rım’ın Rusya'ya bağlanmasından (1783) sonra Ruslar'ın Kırım'da kurulan bir hü­ 3 TAVŞAN a. 1. Uzun kulaklı, uzun art ba­ kümete verdikleri ad. caklı, uzunca gövdeli, çok hızlı koşucu Le­ pus cinsinden memeli hayvanların ortak Tavropos, Yunanistan’da hidrolik (elek­ adı. (Tavşangiller familyası.) [Bk. ansikl. trik üretimi ve sulama) tesis, Akheloos hav­ böl.] —2. Bu hayvanın kürkü: Tavşan zasında. manto. (Bk. ansikl. böl. Kürkç.) —3. Tav­ TAVSAMA a. Tavsamak eylemi. şan bayırı aştı, iş işten geçti, fırsatlar ka­ TAVSAMAK gçz. f. Bir şeyden (soyut) çırıldı anlamında söylenir. || Tavşan bıyığı -* TAVŞANBIYIĞI. || Tavşan dudağı. -* TAVsöz ederken, gücünü, yoğunluğunu, sık­



|| Tavşan boku, tavşan boku gibi ne kokar ne bulaşır, yararı da zararı da dokunmayan kimseler için kullanılır (kaba ). || Tavşan kanı -* TAVŞANKANI. || Tavşan uykusu, hafif ve kuşkulu uyku. || Tavşan yürekli, ürkek, korkak. || Tavşana kaç tazıya tut demek, birbirine karşıt tu­ tumlar içinde olan her iki yanı ayrı ayrı yü­ reklendirmek. || Tavşanı araba ile avlamak, işini aceleye getirmeden soğukkanlı bir tu­ tumla yapmak. || Tavşanın suyunun suyu, akrabalık ilişkisinin uzaklığını vurgulamak için söylenir. : —Dy. Tavşan ayağı, iki rayın kesişme nok­ tasındaki göbeğin dışında bulunan iki parçadan her biri. —Esk. sey. oy. Özel giysileri içinde dans eden genç erkeklere verilen ad (Tavşan oğlanı da denirdi.) [Bk. ansikl. böl.] || Tav­ şan raksı tavşanın hareketlerini taklit ede­ rek yapılan bir tür dans. (Sarayda cariyeler tarafından oynanan ve daha çok koş­ ma, zıplama vb. figürlere dayanan zor bir oyundu. Bu raksı yapanlar geniş çuha şal­ var ve mintan giyer, bellerine şal sararlar­ dı. Zaman içinde çuha şalvarın yerini at­ las, kuşağın yerini kemer aldı.) —Hayvanc. Tavşan kümesi, evcil tavşan­ ların yetiştirildiği yer. (Tavşan kümesleri, tavşanların küçük gruplar halinde barın­ dırıldığı betondan ya da tahtadan yapıl­ mış küçük bölmelerden oluşur; tavşan çift­ likleri ise daha büyük yapılardır) —Kasapl. Tavşan eti, kesim ağırlığına ulaşmış tavşanların gövde eti. (Sotesi, kı­ zartması ve özellikle yahnisi yapılır.) —Nük. müh. Işınlanacak örnekleri içeren ve reaktör kalbinden geçen bir boru içi­ ne sürülen küçük kap. —Petr. san. Bir boruhattının iç çeperini ka­ zımak ve temizlemek için, özel kapaklar­ dan boruhattına sokulan, fırçalarla dona­ tılmış küre. —Süslem. sant. Taşvan ayağı, tezhipte al­ tın tozlarını toplama ve süpürme işlemle­ rinde kullanılan fırça. (Bu işlem için çor ğunlukla tüylü tavşan ayağı kullanıldığın: dan bu fırça da bu adla anılır.) —Şahine. Tavşan postu, avcı'kuşları geri çağırmak için tavşan derisiyle hazırlanan yapma tavşan. —Takvim. Tavşan yılı, müslümanlıktan ön­ ce Türkler’deki on iki yıllık hayvan takvi­ minin dördüncü yılı. —Telm. Tavşan ve kaplumbağa, La Fontaine'in "Koşmak kâr etmez, vaktinde yola çıkmak gerek" öğüdü üzerine kurduğu masal (VI, x). —Zool. Ada tavşanı ya da yumuşak tüylü tavşan, evcil ırkları da bulunan tavşan tü­ rü. (Bil. Oryctogalus cuniculus; tavşangil­ ler familyası.) [Bk. ansikl. böl.] || Patagonya tavşanı -» MARA. || Sıçrayıcı tavşan, Af­ rika'da Sahra’nın güneyinde yaşayan, kangurular gibi sıçrayarak yer değiştiren, arka bacakları çok güçlü, gececi ve kazı­ cı, kemirici küçük hayvan. (Bil. a. Pedetes capensis; sıçrartavşangiller familyası.) — ANSİKL Avrupa tavşanı (Lepus europaeus), daha sık tüylü, dahş uzun kulaklı, arka ayaklarının daha güçl# olmasıyla ya­ bani tavşandan ayrılır. Ağırlığı yaklaşık 4 kg'dır. Yeraltı yuvası kazmadan, otlar ara­ sında yuva yapar ve hemen hemen yal­ nızca buğdaygillerle beslenir. Erkeklerim özellikle ilkbaharda yaptıkları çiftleşp)e kurları çok güzeldir. Dişiler 2-4 yavrtrya­ par Yavrular kısa sürede yuvadan aynlır. Avrupa tavşanına hemen hemen bütün Avrasya'da rastlanır. Kar tavşanı (L. timi­ dus) dağlarda ve İskandinavya’da bulu­ nur. Kuzey Amerika daha küçük bedenli olan, kabuklularla beslenen raket ayaklı tavşanın (L. americanus) ve Büyük Okyanus'a bakan cephede ve yan çorak kesim­ de yaşayan kara kuyruklu tavşanın (L. californicus), ak kuyruklu tavşanın (İL. tovvsendi), antilop tabanın (L. aileni) yurdudur As­ ya ve Afrika'da on beş kadar tür daha var­ dır; daha ender rastlanan bu türlerin başlıcaları, Sumatra’nın tropikal ormanlarında yaşayan Nesolagus netseheri ve Doğu Hindistan’daki Caprolagus hispidustut. ş a n d u d a ğ i.



tavşanmemesi Ada tavşanı ya da yumuşak tüylü tavşan Batı Avrupa ve Kuzey Afrika kökenlidir; ama evcilleştirildikten sonra, insanlar tarafından hemen hemen dünyanın her yanına, özel­ likle Madeira ve Asor gibi adalara, Yeni -Zelanda’ya, Güney Amerika’ya ve Avus­ tralya'ya götürülüp yaygınlaştırılmıştır; bu­ ralarda doğal düşmanları bulunmadığı için korkunç sayıda çoğalmış, tarım alanları için tam bir afet haline gelmiştir. Ada tavşanı­ nın kulakları esas tavşana göre daha kısa­ dır; arka bacakları uzun, kuvvetli ve koş­ maya çok elverişlidir; kuyruğu kısa, postu makbul ve sık tüylüdür; kürk yapılan en­ der derileri taklit etmek için aranır Yabani ada tavşanı 2 kg evcil ada tavşanı 6-7 kg çeker Dişi ada tavşanı 30 günlük gebelik süresi nedeniyle yılda 5 ya da 6 kez do­ ğurur ve her seferinde 3-8 yavru yapar bu bakımdan çok hızlı çoğalır Yabani ada tav­ şanları çayırlarda ve orman açıklıklarında, yeraltında kazdıkları dehliz ağlarıyla birbi­ rine bağlanan inlerde toplu halde yaşar Doğal düşmanlarının (kurt, tilki, yaban ke­ disi, gelincik, yırtıcı kuşlar) azaldığı yerler­ de tarıma çok büyük zarar verebilir: bu ne­ denle bazı ülkelerde ada tavşanlarına sal­ gın bir anus hastalığı bulaştırılarak müca­ dele edilmektedir. ( — MİKSOMATOZ.) —Avc. Tavşan, sürek avıyla, arama avıyla ve tarama avıyla avlanır. Sürek avı, ovalık ve çalılık yerlerde, köpeksiz olarak sarpçılarla yapılır. Arama avında, erkekler ka­ çıp dişiler oldukları yerde kaldıklarından daha çok dişilerle karşılaşılır; bu nedenle tavşanın koruma altına alındığı yerlerde arama avı yapılmamalıdır. Tarama avı, sarpçılarla avcıların dizilerek bir sıra ha­ linde yöreyi taramalarıyla gerçekleştirilir. —Kürkç. Tavşan derileri boyanmaya çok elverişlidir. Tavşan ve ona benzer bütün kürkler taklit edilebilir: kastor, su samuru, çinçilya, leopar ve samur. Çin ve Japon­ ya, boyaması en kolay olan beyaz tavşa­ nın başlıca üreticisidir. —Sey. oy. Tavşanlar daha çok Ege ada­ larından gelmiş rum gençleriydi. Tavşan adının neden verildiği bilinmemekle bir­ likte tavşanın mimiklerine benzer yüz ha­ reketleriyle dans ettiklerinden bu adı al­ dıkları sanılmaktadır. Çuhadan topuklara değin inen şalvar ve çuha camadan gi­ yer, bellerine çok renkli bir şal sararlardı. Başlarında ufak, süslü bir külah bulunur­ du. Kimi kez köçeklerle birlikte sahneye çıkarlardı. —Zootekn. Evcil tavşan birçok ülkede eti, postu ve tüyleri için evlerde ve tavşan çift­ liklerinde geniş çapta üretilmektedir. Er­ keği ve dişisi 5-6 aylık olunca damızlık ola­ rak kullanılabilir. Gebelik süresi 30 gündür. Bir batında 7-8 yavru doğurabilir Üretimin başarılı olabilmesi için kafeslerin belli ara­ lıklarla dezenfekte edilmesi ve yemliklerin düzenli olarak (ayda bir defa) temizlenme­ si gereklidir. Büyük çaptaki üretimde kul­ lanılan besin, karma yem tipindedir. Bile­ şiminde genellikle yonca unu, tahıl unu (yulaf, buğday), küspe (soya, ayçiçeği), mineral maddeler ve vitamin yer alır. Ki­ mi ülkelerde tavşan eti, tüketimde önemli yer tutar. Yavrular yaklaşık olarak 80 gün­ lükken ve 2,5 kg kadarken satışa sunu­ lur. Tavşan eti üretiminde Rusya başta gelir, onu Fransa izler. Et için üretilen başlıca ırklar Yeni-Zelanda ve Kaliforniya tavşanları ile bunların melezleridir. Post üretimi ikinci derecededir: Kürklük postlar renk ve çinçilya tipi ırklardan elde edilir. Tavşan tüyü üretimi Ankara tavşan­ larına özgüdür; bu tavşanların çok uzun, ince ve güzel beyaz tüyleri yolunarak alınır. TAVŞAN a. Değerli ağaçlar üzerine in­ ce oymalar işleyen usta; tahta oymacısı. T A V Ş A N , Orion’un güneyinde yer alan, güney yarıküresi takımyıldızı. En parlak yıldızı Arneb'inıkadiri 2,7’dir. ( -> GÖK ha­ ritası.) TA V Ş A N a d a s ı, Anadolu kıyılarında bazı küçük adalara verilen ad. —Marma­ ra denizi'nde, Bandırma körfezinin K.’inde, Kapıdağ yarımadasının D. ucundaki



Çakıl burnunun 6 km D.'sunda bulunan adacıklardan biri. — Marmara denizi’nde Erdek'in 3 km G.'inde olan ada. —Ege d e n iz i'n d e B ozcaada'nın K .'indeki Tavşan* adalarının en K.'de ve en büyük olanı (0,9 km2). —Ege denizi'nde Çandarlı körfezi girişinde ada (0,7 km2, esk. Platinisi). —Aydın ili kıyısında Dilek yarımada­ sının G.-B. ucunda adacık (Çil adası da denir). TA V Ş A N a d a la rı, antik Kalldne, Ege denizi’nde, Çanakkale boğazının G. ağzı ile Bozcaada arasında, kıyıdan yaklaşık 7 km açıkta 4 küçük adacık ile bazı kaya­ lıklardan oluşan adalar grubu. En büyü­ ğü, K.’deki Tavşan adasıdır. Daha küçük olan diğer ikisinden B.’dakine Orak ada­ sı, D.’dakine Yılan adası denir. Bazaltik kayaçlardan oluşan adacıklarda yerleşme yoktur. TAVŞAN T Ü Y L Ü M A Y M U N a Ama­ zon ormanlarında yaşayan ve örümcek maymunlarla yakalı maymunlara benze­ yen maymun. (Bil. a. Logothm lagotricha; yenidünyamaymunugiller familyası.) [Eşanl. YÜN MAYMUNU.] — ANSİKL. Javşan tüylü maymunun pos­ tu kalındır. Örümcek maymunlar gibi onun da kuyruğu sarılgandır. Yalnız yapraklar­ la beslenir ve ağaçların tepesinde yaşar. TA VŞA NB IYIĞ I a. Yörs. Adi salkımotu.



memeli hayvanlar familyası. (8 cins için­ de 50 kadar tür; bil. a. Leporldae; tavşanımsılar takımı.) TAVŞANIMSILAR a. Kemirgenlerle bü­ yük anatomik benzerlik gösteren, ama fiz­ yoloji, ekoloji ve soyoluşbilim bakımından onlardan çok farklı olan tavşan gibi me­ melileri içeren takım. (Tavşanımsılar daha önce, üstçenedeki iki çift kesici dişten do­ layı çiftdişliler alttakımını oluşturuyordu. Bil. a. Lagomorpha.) — ANSİKL. Tavşanımsılarda altçene özellik­ le enlemesine devinir (kemirgenlerin ter­ sine); bacaklar uzun ve güçlüdür, hızlı koş­ mayı sağlar; kuyruk kısa, körbağırsak bü­ yük ve karmaşıktır. Bu takımdaki iki famil­ yada (tavşangiller ve ıslıklı tavşangiller) alt­ mış kadar tür bulunur.



TA VŞANCILOTU a. Kuzey yarıküre'nin nemli ılıman bölgelerinde ve Tropikal As­ ya dağlarında yetişen otsu bitki. (Bil. a. Heracleum; 80 tür; maydanozgiller famil­ yası.) —ANSİKL. Akdeniz kıyılarında yetişen bo­ ğum lu tavşancılotunun (Heracleum sphondylium) kökleri halk hekimliğinde is­ hale ve dizanteriye karşı kullanılır. Bu bit­ kiden Fransa gibi bazı ülkelerde likör de yapılır. Kafkasya tavşancılotu (H. mantegazzianum) çok parçalı yapraklı, 2-3 m yüksekliğinde güzel bir bitkidir; nemli bah­ çelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir. TAVŞANDUDAĞI a. Üst dudakta az çok yaygın bir yarıktan oluşan ve dölütün yüz tomurcuklarının birleşme noksanlığı­ nın neden olduğu, doğuştan biçim bo­ zukluğu. — ANSİKL. Bu biçim bozukluğunun sıklı­ ğı bin doğumda birdir. Tavşandudağı tek taraflı ya da çift taraflı olabilir (kurtağzı) ve çoğunlukla damak tavanındaki bir yarık­ la birlikte olur. Cerrahi tedavi, çok olumlu sonuç verir ve doğumdan sonraki 6 ay içinde (damak yarıklığı durumunda daha geç) uygulanabilir. TAVŞANELMASI a. Küçük boylu ağaç­ lar elde etmek için aşıanacı olarak kulla­ nılan bodur elma ağacı. TA V Ş AN G İLLE R a. Uzun art bacaklı, uzun kulaklı, kısa kuyruklu, hızlı koşucu



TAVŞAN



TA VŞANKANI a. Parlak ve koyu kırmı­ zı renk. sıf. Bu renkte olan. TAVŞANKULAĞI a. Bağc. Her ana dal başına iki kısa dal bırakılarak yapılan kâ­ se biçiminde budama tarzı. TA V Ş A N K U YR U Ğ U a Tüylü saplı ve sık topbaş bileşik çiçekli biryıllık küçük ot­ su bitki. Akdeniz ve Atlas okyanusu kıyı­ larında yetişir. Yöresel olarak topbaşotu da denir. (Bil. a. Lagurus; buğdaygiller fa­ milyası.)



TA VŞA NB İTİ a. Tavşanda asalak yaşa­ R T A V Ş A N L I, Ege bölgesinin Içbatı Anadolu bölümünde Kütahya iline bağlı yan ve bu hayvanlara bir çeşit tularemi ilçe; 9 6 277 nüf. (1990); 1 8 0 4 km2; 108 bulaştıran küçük bit. (Bil. a. Haemodipköy. Merkezi, Kütahya'nın 55 km K.sus lyriocephalus; hayvanbitigiller famil­ B.'sında Tavşanlı, 37 623 nüf. (1990). Ta­ yası.) hıl, baklagiller, susam, anason, şeker­ TAVŞANCA a. Esk. müz. 1. Eski ve kla­ pancarı üretimi. Ormancılık ve orman sik türk oyunlarından biri. (Köçekçeden ürünleri. Linyit yatakları. farklıydı. Bugün unutulmuştur. Tavşanca —Arkeol. Tavşanlı ilçesinin sınırları içinde, besteleyen bestecilerimiz çok azdır. Mah­ Tunçbilek yakınlarındaki Boyalık ve Ge­ mut ll'nin mahur makamında ve aksak vence mevkilerinde kömür çıkarma işlem­ usulünde bestelediği Aldı aklım gonca leri sırasında (1977) Bakırtaş döneminden leb, tavşancaya örnektir.) —2. Tavşanca buluntulara rastlandı. Kayı köyü yöresin­ takımı, arka arkaya sıralanmış, çeşitli usul deyse, ilk Tunç çağda Truva'ya özgü çöm­ ve hareketteki tavşancalardan oluşan kla­ leklerin benzerleri (gaga ağızlı testiler, üç sik türk oyunu müziği. (Bugün elde Şeh­ ayaklı kaplar, iki kulplu maşrapalar) ele zade Seyfettin Efendi'nin mahur maka­ geçti. Ayrıca yörede Truva VI çanak çöm­ mında bir tavşanca takımı vardır.) leklerini andıran buluntulara rastlandı. Tavşanlı’nın 2 km K.’indeki bir höyükte de T A V Ş A N C A L I, Konya'nın Kulu ilçesi tunç yapıtlar ortaya çıkarıldı; Deliklitaş merkez bucağına bağlı belde; 5 848 nüf. mevkisinde bir phrygia yerleşmesinin iz­ (1990). Belediye. leri bulundu. T A V Ş A N C IL , Kocaeli'nin Gebze ilçesi TAVŞANLIK a. Değerli ağaçlara uygu­ Hereke bucağına bağlı belde; 3 593 nüf. lanan, ince tahta oymacılığı. (1990). Belediye. TA V Ş A N C ILIK a. Tavşan üretimi.



11313



samur reks (“ tüy ırkı)



(küçük ıık)



TAVŞANLIK a. içinde evcil tavşan yetiş­ tirilen kafesler topluluğu. — ANSİKL. Tavşanlıklar genişliği 0,80 m, yüksekliği 0,40 m, derinliği 0,60 m olan ka­ feslerden oluşur. Her kafese bir ana tav­ şanla yavruları konabildiği gibi besilik bir­ kaç tavşan da konabilir. Genellikle par­ maklıklı olan bu kafeslerde hayvanların beslenmesi için yemlikler ve suluklar bu­ lunur. TA VŞANM EM ESİ a. Güney Avrupa’ dan İran'a kadar geniş dağılıştı, hepyeşil



Tavşanfı’dan bir görünüm



tavşanmemesi yapraklı bodur çalı. (Bil. a. Ruscus aculeatus; zambakgiller familyası.) [Halk arasın­ da dişi kuşkonmaz, enir; yabanmersini de denir.] —ANSİKL. Tavşanmemesi Türkiye’nin bü­ tün kıyı ormanlarında, özellikle yayvan yapraklı ağaçlar ve çalılıklar arasında ye­ tişir. Nohut iriliğindeki kırmızı meyveleri halk hekimliğinde kullanılır, idrar artırıcı, kum dökücü, iştah açıcı, ateş düşürücü ve terletici etkileri vardır.



11314 # 2 'y



.



adi su tavuğu



TÂ V TİA a. (ar. tavtda). Esk. Anlatılacak şeyi açıklamak amacıyla önceden bazı sözler söyleme. TA VTİN a (ar vajan’dan tavtiri). Esk. 1. Bir yerde yerleştirme, yurt edindirme. —2. Bir şeyi, bir işi ele alıp sonuçlandırma.



New Hampshire ırkı tavuk



TAVUK a 1. Eti ve yumurtası için yetişti­ rilen evcil kuş. (Erkeğine horoz, erkek ve dişi gençlerine piliç, yavrularına civciv de­ nir.) [Bil. a. Gallus gallus; tavukgiller famil­ yası] (Bk. ansikl. böl.) —2. Tavuk gibi, er­ ken yatan kimseler için söylenir. I —Hayvanc. Tavuk çiftiği, özellikle yumur­ ta ya da et üretimi amacıyla çok sayıda tavuğun barındırıldığı ve yetiştirildiği yer



Phototheque de Barbizon



sınai tavuk kümesinde otomatik yemleme sistemi (yerde et tavuğu [plliçl üretimi)



yumurta tavukları için sınai tavuk kümesi (üç katlı kafes bataryaları)



ya da bina. (Bk. ansikl. böl.) —Kuşbil. Tavukgillerden bazı kuş türleri­ nin dişisi. || Çeşitli kuş türlerine verilen ad. || Adi su tavuğu, esmer ve külrengi tüylü, kırmızı gagalı, gaga ucu sarı renkli beyaz ve siyah kuyruklu kuş. (Su kıyısındaki bit­ kiler arasında ya da suya yakın çayırlar­ da bulunur, bitkilerin meyvelerini ve su bit­ kilerini, kabukluları, böcekleri, kuş yumur­ talarını ve yersolucanlarını yiyerek besle­ nir. Çoğu zaman yere yaptığı yuvasına 5-10 yumurta koyar, 3 hafta dişili erkekli kuluçkaya yatar. Adi su tavuğu kışı şiddetli olmayan yerlerde genellikle yerleşik kuş­ tur. Bil. a. Gallinula chloropus; sutavugiller familyası; boy 32 cm.) || Sultan su ta­ vuğu, dünyanın bütün sıcak bölgelerinde, her yerde bulunan, adi su tavuğu biçimin­ de yaşayan su kuşu, (insana kolay alışır.



Antikçağ’da tapınaklarda ve saraylarda beslenirdi. Bil. a. Porphiyrio porphyrio; sutavuğugiller familyası.) —Takvim. Tavuk yılı, müslümanlıktan ön­ ce Türkler’deki on iki yıllık hayvan takvi­ minin onuncu yılı. —Tavukç. Çıplak boyunlu tavuk, boyun ve kursak bölgesi tüysüz olan tavuk tipi. (Bu genetik karakter tüylü boyunluluğa göre başattır.) —Tip. Tavuk derisi, tüyleri yolunmuş tavuk derisi gibi küçük pürtüklerle kaplı insan derisine denir. (Bu görünüme özellikle sü­ reğen pellagrada rastlanır.) —ANSİKL. Tavuklar yumurtalarının yemek­ lik ya da yumurta ve et tavuğu üretmek üzere kuluçkalık olduğuna göre iki kate­ goriye ayrılır. Birinci kategoriden olanlara yumurta tavuğu, ikinci kategoriden olan­ lara damızlık tavuk denir. Tavuk başına ortalama yumurta verimi yılda 250 ila 300 yumurtadır. Damızlık tavukların yumurtlama perfor­ mansı daha zayıftır (tavuk başına 150 ila 200 yumurta), bundan da tavuk başına yaklaşık 130 civciv elde edilir. Yumurtala­ rın döllenmesini sağlamak için tavuklar ya horozlarla birlikte yetiştirilir (10 tavuk için 1 horoz), ya da yapay tohumlama yapılır. Her iki durumda da tavuğun ömrü iki dö­ neme ayrılır. Yetişme ya da büyüme dö­ nemi denen 20 haftalık birinci dönemde yavrular gelişir. Bu sürede tavuklar prote­ in ve enerji bakımından orta derecede zengin olan mineral maddeler ve vitamin­ ler katılmış yemlerle beslenir. Kullanılan belli başlı yem hammaddeleri tahıllar (mı­ sır, buğday) ve küspelerdir (ayçiçeği, so­ ya, yerfıstığı vb.), ilerde yumurtlama için zararlı olabilecek ve aynı zamanda fazla masrafa yol açacak aşırı yağlanmayı ön­ lemek için hayvanlar belli bir rasyonla bes­ lenir. 16 haftalık oluncaya kadar günde ay­ dınlatma süresi 8 saattir. Sonra gitgide ar­ tarak 24. haftada 14 ila 16 saate erişir. Ay­ dınlatma döneminin uzatılması yumurta yapımını kamçılar ve cinsel olgunluğu ça­ buklaştırır. Yumurtlama dönemi boyunca (yaklaşık bir yıl), kalsiyum oranı bakımından büyü­ me dönemindeki yemden farklı bir yem dağıtılır: °/o 1’den % 3,5'e çıkan kalsiyum, yumurta kabuğunun oluşmasını sağlar. Yemleme hayvanların genetik kökenine göre ya kısıtlı ya da isteğe bağlı olarak ve­ rilir. Ne olursa olsun günlük rasyonda yak­ laşık 18 g protein ve 330 kcal'lik enerji be­ sini bulunmalıdır. Bir yumurtlama yılından sonra, tavuğun yumurta verimi verimlilik eşiğinin altına düştüğünden kümesteki ta­ vuklar toptan yenilenir. —Hayvc. Tavuk çiftliklerinde kümesler yüksek ve büyüktür (ortalama 10 000 et tavuğu ya da 4 000 yumurta tavuğu), oy­ sa ilkel bir barınak ile önündeki gezinti ala­ nından ibaret geleneksel kümeste ancak



üst üste katesleı yumurta oluklaı dışkı çukuru— otomatik yemleme



kirli havanın boşaltılması



Vem siloları



elli kadar tavuk barınabilir. Aydınlatmanın cinsine (doğal ya da yapay ışık), yetiştir­ me tarzına (yerde ya da kafeslerde), ha­ valandırmaya, ısıtma sistemine, besleme sistemine göre çeşitli kümes tipleri vardır. Et tavuğu (piliç) üretimi için başvurulan yerde yetiştirme, hayvan sıklığının çok yüksek olduğu (m2'ye 15 ila 18 piliç) ya­ pılarda gerçekleştirilir. Isıtma ve havalan­ dırma için, sıcaklık kışın 15 ila 18 °C ara­ sında ve yazın 25 °C’ın altında tutulur. Civ­ civler, kuluçkalıklar sayesinde tamamlayıcı bir ısıtmadan yararlanırlar. Yem dağıtımı gerek yemliklere elle dökülerek, gerek otomatik besleme zincirleri sayesinde me­ kanik olarak yapılır. Yumurta tavukları için kafeste yetiştirme yerde yetiştirmenin yerine geçmiştir. Tavuk çiftliğinde, tavukların tek tek yerleştirildik­ leri bitişik tel örgülü kafeslerin üst CıâteliOnduğu 3 ya da 4 batarya bulunur. Kafesle­ rin tabanı yumurtaların oluklara yuvarlan­ masını sağlayacak biçimde eğik yapılmış­ tır; oluklara düşen yumurtalar ya. elle ya da hareketli bant ile otomatik olarak top­ lanır. Karanlık denen kümeslerde aydınlatma yapay olduğundan pencere bulunmaz. Yumurta ve üretim tavuklarında ışık ritmi­ nin (gün boyunca aydınlık ve karanlık dö­ nemlerin karşılıklı süreleri) kesin kontrolü gerektiğinden böyle bir sistem çok elve­ rişlidir. Aydınlatmanın gün ışığı ile sağlan­ dığı pencereli kümesler et hayvanı (piliç, hindi palazı, ördek palazı vb.) üretimi için daha elverişlidir. —Mutf. Tavuğun haşlaması, kızartması, kebabı, yahnisi, köftesi yapılır. Tavuk eti so­ ğuk büfelerde, çerkez tavuğu, tavukgöğ­ sü vb. yiyeceklerde de kullanılır. Tavuk şiş, tavuk döneri, bu etten yapılan değişik ye­ meklerden birkaçıdır. T a v u k b a rı, Erzurum, Erzincan, Sivas ve çevresinde yaygın bar türü bir halk oyunu. Erzurum barlarının en eskilerin­ dendir. Figürleri tavuğun devinimlerini yansıtır Eski türk kavimlerinde tavuğun bir ay adı olması, oyunun totemcilik kalıntısı olduğu düşüncesine yol açmıştır. Nitekim oyuna ağır figürlerinden dolayı bir tören havası egemendir. ’ i' —Folk. Tavuk havası, tavuk barının eşlik ezgisi. —Orta ve G. Anadolu'nun bazı yö­ relerinde yaygın, genellikle bağlamayla çalınan hareketli bir oyun havası. T A V U K B A LIĞ I a. Zool. Bazı yörelerde mezgit*’e verilen yerel ad. TAVUKÇU a. 1. Kümes hayvanları, özel­ likle tavuk yetiştiren kimse. —2. Canlı ya da kesilmiş, temizlenmiş olarak tavuk ve diğer kümes hayvanlarını satan kimse. —3. Tavuk satılan dükkân. TA V U K Ç U LU K a Tavuk ve kümes hay­ vanı yetiştirme ve/ya da satma işi. —ANSİKL. Modern tavukçuluk yüzlerce, binlerce hayvan alan üretim birimlerinde yapılır; buralarda aynı yaşta sürülerle ya da, bir ya da birkaç tavuk bir kafeste ol­ mak üzere kafes takımlarında yetiştirilir, ta­ hıl (buğday, mısır, arpa), bitkisel küspe (soya, yerfıstığı, kolza, ayçiçeği), hayvan­ sal un (et, balık), madensel maddeler ve vitamin karışımından oluşan karma yem­ lerle beslenir. Yetiştirme yöntemlerindeki gelişme, üre­ tim birimlerinde işbölümü ve uzmanlaşma yarattı. Islah tavukçuluğu damızlıkların ıs­ lahıyla zooteknik performansların yüksel­ tilmesini sağlar. Çoğaltma tavukçuluğu, ıs­ lah edilmiş havyanlar kullanarak, elden geldiğince çok sayıda ve homojen döller elde etmeye ve bunlarla kuluçkalık yumur­ ta ya da civciv üretmeye çalışır. Kuluçkacılar ya da yarka üreticileri, yapay kuluç­ kalarına yoluyla, ıslah ya da çoğaltma ta­ vukçuluğuyla elde edilen yumurtalardan yarka üretir, bunları çiftçilere ya da tavuk çiftliklerine satarlar; onlar da bunları et ta­ vuğu ya da yumurta tavuğu olarak yetiş­ tirip büyütürler. Bu çalışmalarla tavukçuluk, kasaplık et



ve süt üretiminden sqnra, tarımsal gelir kaynakları arasında üçüncü sırayı alır. Amatörlerce yapılan ve "sportif" denen bir başka çeşit tavukçuluk daha vardır ki, tavukların dış görünüşüyle (biçim, boy, bezek, renk vb.) ilgilenir ve onları sergile­ me amacı güder • Türkiye'de tavukçuluk, 1960’lı yılların or­ talarına kadar yerel gereksinmeyi karşıla­ maya yönelik, ilkel yöntemlerle ve bir yan uğraş olarak yapılan “ köy tavukçuluğu" biçiminde sürdürüldü. Modem tavukçu­ luğa geçiş, 1970’lerde kentleşmenin hız­ lanmasına ve nüfus artışına bağlı olarak et ve yumurta talebinin artmasıyla başla­ dı ve yeni kurulan modern ve büyük ta­ vuk çiftlikleri, daha çok, İstanbul, İzmir, Bursa gibi büyük kentlerin çevresinde yo­ ğunlaştı. Tavukçuluktaki bu yapı değişik­ liği, 1980'lerin başında, iç pazarın yanı sı­ ra Ortadoğu ülkelerine de tavuk ve tavuk ürünleri satışının başlamasını sağladı. Bu gelişmeler sonucunda, Türkiye'nin tavuk varlığı 1960'ta 27 milyon iken, 1970'te 32 milyona, 1991'de 139 milyona ulaştı. Bu­ na bağlı olarak yumurta üretimi de arttı, aynı yıl 7,7 milyar taneye çıktı. 1992'de 4 milyar TL değerinde yumurta dışsatımı, 5 milyar TL değerinde damızlık kümes hayvanı dışalımı yapıldı. TA VU K D A RISI a. Ekinler arasında ya­ bancı ot olarak sık görülen yabani darı cinsi (Echinochloa). [Adi tavukdarısı (Echinochloa crus galli), bataklık tavukdarısı (E. colonum) gibi birçok türü vardır.] TAVUKGÖĞSÜ a. Mutf. Tavuğun göğüs etleri, süt, şeker ve pirinç unuyla yapılan bir tür sütlü tatlı. (Haşlanan tavuğun gö­ ğüs eti ayrılıp bir süre soğuk suda bırakı­ lır Tiftiklendikten sonra sütle karıştırılıp ezi­ lir. Ayrı bir kapta sütle ezilen pirinç unu süt­ lü tavuk etine ilave edilip koyulaşıncaya değin ezerek pişirilir ve kâselere boşaltı­ lır. Üzerine tarçın ekilir.) TAVUKGÖTÜ a. Kaba. Siğil. TA VU K K A RA SI a. Oftalmol. Alacaka­ ranlıkta görüşün azalm ası. (Eşanl, HESPERANOPİ.)



TAVUKLAM A a. Cev. hazl. Bir cevheri elle ayıklama ve gerektiğinde çekiçle kır­ ma yoluyla konsantre etmek işlemi. TA VU K LA M A K g. f. Cev. hazl. Bir cev­ heri tavuklama yoluyla konsantre etmek. ’fa v u k p a z a rı, İstanbul'da Çemberlitaş ile Nuruosmaniye camisi arasında çarşı. Bu kesimde özellikle edebiyatçıların ve gazetecilerin rağbet ettiği kahvehaneler bulunuyordu. Günümüzde bunların yeri­ ni genellikle turistik eşya ve halı ticareti ya­ pan işyerleri aldı. TAVUKSULAR a. Yerde yaşayan, hepçil beslenen, pek iyi uçamayan genellik­ le iri cüsseli kuşlar takımı. (Bil. a. Galliforrres.) — ANSİKL. Tavuksuların erkeği çoğunluk­ la mahmuzlu, parlak tüylü ve dikilgen ibik­ lidir; yavruları hav tüyleriyle kaplı doğar ve bir süre yuvada beslenir. Bu büyük takım­ da iriayaklıgiller (Megapodidae) ağaçtavuğugiller, ormantavuğugiller, sülüngiller (bıldırcın, tavuskuşu, tavuk, sülün,-keklik), beçtavuğugiller, hindigiller ve tepelitavukgiller familyaları yer alır. Tavuksular daha çok yerde yaşayan, ama geceleyin bir yere tüneyerek uyuyan gündüzcül kuşlardır; beslenme rejimi ta­ nelerle böcek ya da kurt karışımına da■yanır; sindirim borusunda bir kursak bu­ lunur ve bu kuşlar besinlerinin parçalan­ ması için genellikle ufak kum ve çakıl ta­ necikleri yutarlar. Bacaklar kısa ve kalın, kanatlar kısa ve değirmidir. Eşeysel ikibiçimlilik genellikle çok belirgindir, özellikle dikilgen dokuların varlığıyla göze çarpar: erkekte ibik ve sakal. Hav tüyleriyle kaplı olan civcivler esas tüyler çıkıncaya kadar ana baba koruması altında kalır. TAVULGA a. Yörs. 1. Sık ve ince dallı



saplarından çalı süpürgesi yapılan çeşitli odunsu bitkilere verilen ad. —2. Erguvani söğüt. TAVUS a. 1. Gözalıcı parlak renkli, uzun bacaklı çok büyük kuş. (Erkeğinde, dişi­ ye kur yaparken teker biçimine soktuğu uzun ve süslü kuyruk telekleri bulunur. Cinsleri Pavo veAfropavo; sülüngiller fa­ milyası.) [Bk. ansikl. böl ] —2. Tavus kuy­ ruğu, sarhoş kusmuğu (arg.). || Tavus kuy­ ruğu çıkarmak, kusmak (arg). || Tavus ye­ şili, zümrüt yeşili. —Bayınd. Tavus kuyruğu parke kaplama, parke taşlarının oluşturduğu çember yay­ larının bir tavus kuyruğu gibi kademeli yerleştirildiği parke kaplama. —İnş. 7âvus kuyruğu birleştirme, parke döşemede, bir merkezden çıkarak geniş­ leyen bölmeler oluşturan birleştirme. —Mim. Tavus kuyruğu, merkezden çev­ reye doğru genişleyen yarım çember bi­ çiminde bezeme motifi. ♦ sıf. Zootekn. Tavus güvercin, kuyruğu­ nu tavus gibi dikerek yayabilen süs güver­ cini. — ANSİKL. Üç tavus türü bilinmektedir: Hindistan’da yaşayan mavi tavus (Pavo cristatus), Hindistan yakınındaki adalarda rastlanan Cava tavusu (P. muticus) ve Kon­ go tavusu (Afropavo congensis). Mavi ta­ vus yüzyıllardan beri evcilleştirilmiştir ve erkeğin 1,50 m'ye varabilen kuyruğu, çok . uzamış sırt teleklerinden oluşur. 1936'da bulunan Kongo tavusu tropikal ormanla­ rın içlerinde yaşar. Hepsi yerde beslenir ve geceleyin ağaca tüner. Hepçil besle­ nir, fırsat bulursa yılanlara saldırır ya da kelebeklerin ardında koşar. Çiftleşmeden önce erkek tavus dişiye kur yapar, ama aynı gösteriyi başka bir erkeğin karşısın­ da da yaptığı olur. Tavus daha çok tüyle­ rinden dolayı aranır, ama eti de beğeni­ lir: imparatorluk zamanında tavus eti, romalı zenginlerin sofrasını süslerdi. —Süslem. sant. Kuyruğuna Argos’un yüz gözünü yerleştiren tanrıça iuno'nun sim­ gesi olan bu kuş, roma madalyalarında sıkça imparatoriçe tasvirlerinin yanında yer alır. Tavus, hint ve pers sanatında, kar­ maşık üsluplaştırmalara vesile olmuştur. Bizans sanatının süsleme repertuvarında da bu motife sıkça rastlanır. Ortaçağ'da belki de etinin bozulmaz ol­ duğu inancından dolayı soylu kuş adı ve­ rilen tavus, yiğitlere ve şövalyelere ayrılan yemek olarak kabul edildi. Bu yemek, zi­ yafetlerde göz kamaştırıcı bir biçimde süs­ lenmiş olarak sunulurdu; bu yüzden de tavus motifi sofra takımları süslemelerin­ de sıkça kullanılmıştır. Genellikle şövalye bir ziyafet sofrasında tavusu parçalara ayırmadan önce, tavus dileği adı verilen bir kahramanlık ya da aşk dileğinde bu­ lunurdu. XIX. yy. sonlarında ve Art nouveau'da tavus, süslemecilerin çok sevdikleri tema­ lardan biri haline geldi; buna örnek ola­ rak, Whistler'in yapıtı Tavuslar odası (Freer Gallery of Art, Washington) gösterilebilir. TA V U S , 1603’te Johann Bayer tarafın­ dan keşfedilen ve güney gök kutbu yakı­ nında yer alan takımyıldız. En parlak yıl­ dızı a Pavonis ya da Peacock 2. kadirden­ dir. (— GÖK haritası.) TA VU SBÖ CEĞİG İLLER a Böcbil. TA VUSKELEBEĞİGİLLER familyasının eşan­ lamlısı. TAVUSKELEBEĞİ a. Böcbil. Tavuskelebeğigiller güdükbacaklıkelebekgiller ve Sphingidae familyalarından bazı kelebek­ lerin ortak adı. (Bunlara tavuskelebeği denmesinin nedeni kanatlarında tavuskuşununkine benzer benekler bulunmasıdır. Başlıcaları: akşam tavuskelebeği [Smerinthus ocellata], gündüz tavuskelebeği [Vanessa /o].) TA VU SKELEBEĞİOİLLER a. Tirtılları genellikle ipekten iri kozalar ören büyük gecetavu-'kelebeği gibi gecekelebeklerini içeren çok büyük kelebek familyası. (Bil.



tavukçuluk: yemin otomatik dağıtıldığı modern kümes (İsrail'de bir tarım okulu)



a. Saturnidae.) [Eşanl. DEVİPEKBÛCEĞİKELEBEĞİGİLLER, TAVUSBÖCEĞİGİLLER.] — ANSİKL. İpek veren türlerinden, gerek



yabani, gerek yarı evcil olarak az çok ya­ rarlanılmaktadır. Elde edilen ipeğe genel­ likle yabani ipek ya da ham ipek denir; shantung ve tussor, Antheraea cinsinden bir kelebeğin (Antheraea paphia) tırtılların­ ca üretilen bir ipektir. Tavuskelebeğigiller özellikle Hindistan'da, Çin'de ve Japonya’ da çok bulunur, ama Avrupa'da bazı tür­ lerine rastlanır: küçük gece tavuskelebe­ ği (Eudia pavonia) ve büyük gece tavus­ kelebeği (Saturnia pyri). TAVUSOTU a. Buğdaygillerden bir yıl­ lık ya da çokyıllık otsu bitki. (Türkiye’de yir­ miye yakın türü yetişir; bunların çoğu bi­ rinci sınıf yem bitkisi sayılır; tavusotu çi­ men olarak da kullanılır.) TAVVAF sıf. (ar. tavaftan tavvaf). Esk. 1. Gezgin, çok yolculuk eden. —2. Kâbe'yi tavaf eden. ♦ a. Resmi dairelerde çalışan gece bek­ çisi.



birkaç kal halinde üst üsle yapılmış kafes bataryalarından oluşan yem dağıtıcı ve yumurta toplayıcı yütûr bantlı modem bir kümede tavuk üreümi



TAVVAFİYE a. (ar. (avvaf ve -iyye'den [avvSfiyye). Esk. Resmi dairelerde çalışan gece bekçilerine verilen ücret. TAVZİF a. (ar. vazfe'den tavzif). Esk. 1. Görev verme, bir işle görevlendirme. —2. Tavzif etmek, görevlendirmek, iş ver­ mek. TAVZİH a. (ar. vuzuh'tan tavzih). Esk. 1. Açıkça ifade etme, bir meseleyi anlatma. —2. Tavzih etmek, açıklamak, belirtmek, aydınlatmak. || Tavzih olunmak, açıklan­ mak, aydınlatılmak, belirtilmek. —Huk. Bir mahkeme kararının açıkça an­ laşılamaması ya da kararda birbiriyle çeli­ şen yerlerin bulunması durumunda gerçek anlamının anlaşılması için kararı veren mahkemeye yapılan başvuru. (Tavzih yolu­ na başvurma, bir süreye bağlı değildir. Karann yerine getirilmesine kadar bu yola başvurulabilir Mahkeme, tavzih isteği üze­ rine yapacağı inceleme sonucunda isteği yerinde görürse, karardaki anlaşılmaz ve çelişkili yerleri açıklayarak karar aslının al­ tına yazar. Tavzih isteğinin kabul ya da red­ dine ilişkin kararlar temyiz edilebilir)



erkek mavi tarus



(Pam cristatus) dişi mavi t



mavi tanıştın açılmış kuyruğu



tavzihan TAVZİHAN be. (ar. tavzih'ten tavzihan). Esk. Aydınlatarak, açıklayarak.



11316



T A W N E Y (Richard Henry), büyük britanyalı tarihçi (Kalküta 1880 - Londra 1962). London School o f Economics’le profesörlük yaptı (1931-1949). Hıristiyan ve işçi partili olarak, zamanının b ir bölümü­ nü halk eğitimine adarken, üretim ve kon­ jonktür incelemesini (The Agrarian Prob­ lem in the Sixteenth Century, 1912) din ve kapitalizm arasındaki ilişkiler üzerinde bir düşünceyle (Religion and the Rise of Ca­ pitalism) bileştirerek çağdaş İngiltere'nin sosyal ve ekonomik tarihini yeni bir ışıkla aydınlattı. Böylece Max Weber'in çalışma­ larının bir uzantısını vermiş oldu. TAXACEAE a. Bot. PORSUKGİLLER fa­ milyasının bilimsel adı. T A X C O D E A L A R C Ö N , Meksika'da (Guerrero eyaleti) kent, Mexico'nun G B.'sinda, sönmüş Taxco de Aiarcön ya­ nardağının yanı başında; 36 315 nüf. Bu eski görkömli kent, büyük bir madencilik (gümüş, kurşun, bakır, çinko) merkeziy­ di. Gümüş takılar. —Güz. sant. S. Prisca kilisesi (1748-1758), gaskonyalı ya da aragönlu bir maden iş­ letmecisi olan José de la Borda tarafın­ dan yaptırıldı. Kilisenin cephesi ve sunakarkalıkları, Meksika barok sanatının en dikkate değer ürünleri arasında sayılır. TAXiD A E a. Zool. AMERİKAPORSUĞUGİLLER familyasının bilimsel adı. TAXlWAY a. (ing. söze.). Have. TAKSİYOLU’nun eşanlamlısı. TA X O C R iN U S a. Kuzey yankürédeki Birinci Zaman topraklarında fosillerine rastlanan, derisidikenlilerin denizlaleleri sı­ nıfından fosil cinsi. (Taxocrinidae familya­ sının örnek tipi.) tay



TAXODONTA a. ikiçenetli yumuşakça cinsi. (Uzun süre sınıflandırmalarda takım sayılan bu öbeğin üyelerinde birbirine benzeyen çok sayıda dişli bir menteşeye rastlanır.) TAY a. Üç yaşından küçük genç at; at yavrusu. (Bk. ansikt. böl.) —Deric. iki aylıktan daha küçük tayın kür­ kü, düz, hareli, kahverengi, kurşuni ya da siyah benekli kısa tüylü, kızıl görünümlü­ dür; manto ve garnitürle (yaka, çanta vb) ayakkabı bağı yapımında kullanılır. —Ed. Masallarda ve halk hikâyelerinde yaygın motiflerden biri. (Çocuğu olmayan padişah bir dervişin verdiği elmanın yarı­ sını kendisi yer, yarısını eşine yedirir; ka­ buklarını da atına verir. Padişahın şehza­ desi, atın da tayı olur, ikisi birlikte büyü­ yüp serüvenlere atılır.) —El sant. Tespihçi tezgâhının ayaklarına verilen ad. —A n s İk l . Zootekn. Tay doğduğu zaman bacaklarının uzunluğu ile vücut hacmi arasında çok büyük orantısızlık vardır; ba­ şı oldukça büyüktür. Donu, boz renk dı­ şında çoğunlukla daha az koyu ve ilerde alacağı renkten daha açıktır. Toynakları henüz tamamlanmamış gibidir, çünkü çe­ perinin alt kenarında yumuşak boynuzsu dilcikler bulunur, ilk üç ay içinde büyüme çok hızlıdır (bir ayda, doğumdaki ağırlığı­ nın iki katına çıkar), sonra memeden kesilinceye, yani 6. aya kadar gittikçe yavaş­ lar. TAY, -yyı a. (ar. (ayy). Esk. 1. Bükme sa­ rıp dürme —2. Aşma, geçm e atlama. —3. Kesme —4 . Kaldırma, çıkarma. —5. Tayy etmek -* tayyetmek. —6. Tayy •ı mekân, mekân aşma. || Tayy-ı mesafe mesafe aşma. || Tayy-ı zaman, zaman aş­ ma. TAY sıf. (fars. tay). Yörs. Denk, eşit. ♦ a. 1. Hayvanın taşıdığı yük denklerin­ den her biri. —2. Tay durmak, sözkonu-



su y ü rü m e y e başla m a k üzere o la n ç o c u k ­ sa, kısa b ir a n iç in ik i ayağı" ü z e rin d e d u r­ m ak. || Tay tay, k ü ç ü k çocukları ayakta d u r­ m a y a ö z e n d irm e k iç in y ü rü m e y e b a ş la ­ m a k üze re o ld u ğ u d ö n e m le rd e s ö y le n e n söz. || Tay tay arabası, k ü ç ü k ç o c u k la rı y ü ­ rü m e y e a lış tırm a k iç in ku lla n ıla n d ö rt te­ kerle k li a ra b a ; y ürüteç.



TAY a. Müc. (fr. tail/e). TIRAŞ'ın e ş a n la m ­ lısı.



-TAY. Yapım eki. Fiillerden adlar tü­ retir: danıştay (danış-tay), sayıştay (sayış-tay), kurultay (kurul-tay) vb. TAY, Büyük Britanya'da ırmak, iskoçya' nın başlıca ırmağı; 193 km (havzası 6 216 km2). Grampianlar'da, Ben Lui'den doğan ırmağın yukarı çığırının ilk bölümüne Fillan, sonra Dochart adları verilir; Loch Tay' dan çıktıktan sonra isla'yı alır; G.-D.'ya yö­ nelir. Strath More çöküntüsünün bir bölü­ münü akaçlar; sonra Perth’e geçer ve uzun bir haliç oluşturarak (firth of Tay) Ku­ zey denizi'ne dökülür. (Halicin kıyısında Dundee kurulmuştur ve yakındaki bir köp­ rü halicin iki yakasını birleştirir.) TAY, Kuzey yarıküre'de, ekvator yakının­ da yer alan küçük takımyıldız. Parlaklığı zayıf beş yıldızdan meydana gelir. (-» GÖK haritası.) TAYA a. (fars. dSye). Esk. Dadı, çocuk ba­ kıcısı. TAYALİSİ (ebu Davut Süleyman bin Da­ vut), arap hadis bilgini (Basra 750 ? - ? 818). Belleğinde Süfyan üs-Servi, Şu'be gibi ünlü hadisçilere dayanan 30-40 bin hadis vardı. 600’ü aşkın sahabeden ak­ tarılan 2 767 hadisi MCısnet (bas. 1903) adlı yapıtında derledi. TAYALLAR - ATAYALLAR. TA YAM A K ATAİ, japon yazar (Tatebayaşi, Toçigi ili, 1871 - Tokyo 1930). Şiirler yazdıktan sonra, Zola, Maupassant ve Turgenyev’in etkisinde kaldı ve batı edebiya­ tında natüralizmi keşfetti. O dönemde uy­ gunsuz bulunan yapıtı Futorida (1907), ki­ şisel anılarına dayanarak aşk deneyimle­ rinden birini açık yüreklilikle anlattı, böy­ lece de Vatakuşi-şosetsu ya da "birinci şahıslı roman"ı yaratmış oldu. Çok güzel bir üçlemenin yazarıdır: Sei (1908), Tsuma (1909), Enişi (1910). TAYASİO E N D Ü S T R İS İ a. Micoque buluntu yerinin birçok tabakasında rast­ lanan Yontmataş dönemi endüstri evresi. Bu evrede, taş kesme ve yonga çıkarma­ ya dayalı olan ve levallois tekniğini uzak­ tan andıran bir endüstri görülür. Aletler ta­ bakalara göre bazen clacton* endüstrisi­ ne, bazen de moustier* kültürüne bağ­ lanır. Bu açıdan tayasio endüstrisi, tipik moustier kültürünün ya da Ouina* tipi mo­ ustier kültürünün riss buzullaşması sırasın­ daki olası bir atası olarak ortaya çıkar. Fransa'nın güney-batı kesiminde tanımla­ nan tayasio endüstrisi ile micoque endüs­ trileri arasında pek zayıf benzerlikler bu­ lunur. (Eşanl. TAYASYEN.) TAYASSUİDAE a. Zool. familyasının bilimsel adı.



PEKARİG İLLER



TAYASYEN sıf. ve a. (fr. tayacien). TAYA­ SİO ENDûSTRİSİ'nin eşanlam lısı.



T A Y C A a. 1. Tayland, Laos, Birmanya, Assam, Vietnam'ın kuzeyi ve Çin'in gü­ neyinde konuşulan dil öbeği. —2. Tay dillerinin en önemlisi; resmi dil olarak kullanıldığı Tayland'da 29 milyon kişi ta­ rafından konuşulur. (Eşanl. S İYAM D İL İ.) —ANSİKL. Tayca, şaşırtıcı derecede bü­ tünlük gösteren bir dil ailesi oTuşturur ve 50 milyonu aşkın insan tarafından konu­ şulur. Güneydenkuzeye doğru, siyam di­ li de denilen ve Tayland'ın resmi dili olan tayca, Tayland'ın doğusuyla Laos’ta konu­ şulan taycanın en önemli lehçesi lao, şan (Birmanya), hamti (Birmanya'nın kuzeyi ve



Assam), geleneksel kadın giysilerinin renk­ lerine göre beyaz, kırmızı ve siyah tayca ve Vietnam’ın kuzeyinde thö. Çin-Vietnam sı­ nırının iki tarafında konuşulan nung ve Çin'in güneyinde konuşulan cuang bu öbekte yer alan dillerdir. Bazı uzmanlar kadai ve miao-yao dillerini tay ailesine bağ­ lar. Tayca ile çin-tibet dilleri arasındaki ak­ rabalık sorunu tartışmalıdır: gerçekten de bu iki öbek, ses yapıları ve vurgu dizge­ leriyle birbirine yakındır. Ancak, başka uz­ manlar malaya-polinezya dil ailesiyle bir akrabalık varsayımını ileri sürmüşlerdir. Ses yapısı düzleminde, tay dillerinin özelliği 5 tonlu vurgu dizgesidir (eşit, al­ çak, inişli, yüksek, çıkışlı). Dilbilgisi düz­ lemindeyse, sözcüklerin çoğu tekhecelidir, ama birçok çokheceli sözcük de var­ dır (bileşik sözcükler, sanskritçe ve khmerceden aktarma sözcükler). Önek ve ¡çek­ lerle sözcük türetme olanakları geniştir. Ayrıca, buyruk, tumturak, incelik, konuşu­ cunun cinsiyeti v b gibi durumlarda ilgeçlerin kullanıldığını belirtmek gerekir. Taycanın tümünde ortak bir sözcük varlığı bu­ lunur; ancak, burada yer alan öğelerin bir bölümü çincede ve endonezya dilinde de görülür. Bu durum da taycanın kökenine ilişkin yorumlarda görüş ayrılıklarına yol açar. Ote yandan, kuzey dillerinde (cu­ ang) çinceden, güney dillerinde de (siyam dili, lao) sanskritçe, pali ve khmerceden çok sayıda sözcük aktanlmıştır. Cuang, çince ideogramlarla yazılır; siyam taycası ve lao, khmerce aracılığıyla hirıt yazı diz­ gelerinden aktarılan bir abece kullanırlar. TAYCI a. Kur. tar. Osmanlılar'da has ahır için tay yetiştirmekle görevli olanlara veri­ len ad. (Bunlardan, yaptıkları görev nede­ niyle vergi alınmaz, amirleri taylar ağası­ na tımar verilirdi.) TAYDAŞ a. Yaşları, sosyal durumları vb. birbirlerine eşit düzeyde olan kimseler; ak­ ran, öğür. TAYERAN a. (ar. (ayerSn). Esk. 1. Uçma, uçuş. —2. Gaz olup havaya karışma. —3. Tayeran etmek, eylemek, uçmak. TAYF a. (ar. tayf). Esk. 1. Hayalet, ruh, gö­ rüldüğü zannedilen düşsel varlık: "Hamiet'e görünen tayf gibi beni çağırarak bir şeyler söylemek istiyordu" (Samipaşazade Sezai, XIX. yy.). —2. Tayf-bin -* TAYFBİN. —Akust. Akustik tayf, karmaşık sesteki bi­ leşenlerin genliğinin ve kimi zaman da fa­ zının frekansa göre gösterimi. (Uygulama­ da, ölçümler sonlu genişlikteki frekans bantlarında yapılır; bu bakımdan, oktav, üçte bir oktav bantlarında ya da 1 Hz'lik bantlarda tayflar ayırt edilir. Tayf gösteri­ minde tayfın gösterimi için kullanılan bant genişliğini iyice belirlemek gerekir. Bu du­ rumda bant tayfı sözkonusu olur.) || Çizgi tayfı, yalnız aralıklı bileşenleri olan tayf. || Sürekli tayf, bileşenleri sürekli olarak da­ ğılmış tayrt. —Anal. kim. Tayf çözümlemesi, bir mad­ denin verebildiği yayım, soğurma, yayı­ nım ya da flüorışı tayflan yardımıyla bu maddenin nitel ve nicel olarak çözümlen­ mesi. (Bk. ansiki. böl.) || Kütle tayfı, bir maddeden ayrılan iyonların kütlelerine göre dağılımı. —Ceb. a. GÛRÜNGE'nin eşanlamlısı. ■ —Elekt. Elektriksel tayf, alan çizgilerinin, bir elektrik alanına yerleştirilen iletken ol­ mayan bir yüzey üzerine, toz halinde ilet­ ken bir madde serpilerek elde edilmiş res­ mi. a —Elektron. Bir işaretin, frekansa bağlı ola­ rak, çeşitli sinüzoidal bileşenlerinin gen­ lik ve fazıyla gösterimi. (Eşanl. SPEK■TRUM.) [Bk. ankiki. böf ] Fiz. Tayf güçü, zamana bağlı bir fizik­ sel büyüklüğün tayf bileşenlerinin, birim bant genişliği başına frekansa bağlı gü­ cü. (Tayf gücü, örneğin değişken bir elek­ trik gerilimini ya da akımını gösteren fonk­ siyona ilişkin Özbağlılaşım fonksiyonunun Fourier dönüşümüdür.) || Frekans tayfı, za­ mana bağlı bir fiziksel büyüklüğün sinü-



Palais de la Découverte, Paris



Palais de la Découverte, Pans



elektriksel tayf (bir yağ kabı içine yerleştirilmiş iki elektrot [+ ve -) arasında oluşan elektrik alanına ilişkin alan çizgilerinin, elektriklenmiş küçük tanelerin [irmik taneleri] yönlenmesiyle görünür hale getirilmesi) zoidal bileşenlerine ilişkin genliklerin ve gerektiğinde fazların, frekansa bağlı ola rak gösterimi. (Bileşenlerin hem genliğini hem de fazını gösteren karmaşık değerli fonksiyon, büyüklüğü gösteren zaman fonksiyonunun Fourier dönüşümüdür.) || Güç tayfı, zamana bağlı bir fiziksel büyük­ lüğün tayf bileşenlerine ilişkin güçlerin, frekansa bağlı olarak dağılımı. f. —Manyet. Manyetik tayf, bir manyetik ala­ na ilişkin indükleme çizgilerinin, bir mık­ natısın ya da bir devrenin alanına yerleşti­ rilen manyetik olmayan bir yüzey üzerine demir tozları serpilerek elde edilmiş resmi. —Nük. müh. Bir nötron topluluğunun nöt­ ron (ya da parçalanma) tayfı, bu nötron­ ların enerjilerine bağlı olarak dağılımı. (Zincirleme bir nükleer parçalanma tep­ kimesinin oluştuğu bir ortamda, nötron­ ların, parçalanmalar nedeniyle ortaya çık­ tıkları andaki enerjileri değişiktir; bunların ortalama enerjisi yaklaşık 2MeV’tur.) —Sesbil. Bir sesin, akustik bileşenlerinin iki boyutlu (genlik ve sıklık) grafik gösterimi. S —Tayfölç. Bir ışığın ya da daha genel ola­ rak, karmaşık bir ışımanın ayrışmasından kaynaklanan monokromatik ışınımlar kü­ mesi; belirli koşullarda bir element ya da bir kimyasal bileşik tarafından yayımlanan, soğurulan, yayman vb. ışınımların tümü. (Eşanl. SPEKTRUM.) || Tayf fotoğrafı, tayfları' incelemek amacıyla çekilen fotoğraf. —ANSİk l . Anal. kim. Çözümlenmesi ya­ pılan bir maddede, belirli bir atom ya da molekülün tayfının saptanması, bu atom ya da molekülün, incelenen madde için­ de bulunduğunu gösterir. Tayftaki bileşen­ lerin yeğinliği, madde içinde bulunan atom ya da molekülün derişimiyle doğru orantılıdır. Bu yöntem laboratuvarlarda, bir tayf verebilen ya da belli bir ışımayı soğu­ ran maddelere uygulanır; ayrıca Güneş, yıldızlar, galaksiler vb. gibi kimi gökcisim­ lerinin ışımaları bu yöntemle incelenebi­ lir, çünkü bu yolla sözkonusu cisimlerin ya­ pısını, bu tayfları veren fiziksel koşulları be­ lirlemek mümkündür. —Elektron. Geridönüş frekansı f0 olan dönemsel bir s (i) işareti, Fourier serisine açıldığında, frekansı f0’ın tam katı, genliği a „ ve fazı y>„ olan bileşenler ortaya çıkar. s») =



^ a„ sin (n2ırf0t +



s (f) e



'd (



Fourier dönüşümüyle belirlenebilir.



manyetik tayf (bir manyetik alanda alan çizgilerinin demir tozları yardımıyla görünür bale getirilmesi)



TAYFA a. (ar. fâ ’rfe'denj. 1. Gemilerde, kaptan ve zabitan dışında, gemi adamla­ rının tümüne verilen ad. —2. Tkz. Bir kim­ senin buyruğundan çıkamayan, her zaman onunla birlikte davranan kimseler: Bizim tayfa, kalkın gidiyoruz. Tayfasını toplayıp bi­ zim mahalleye kavgaya geldi. —3. Baş tay­ fası, geminin baş tarafında, hem demiri alan, hem de halat işlerine bakan gemici. —Balıkç. Tekne ile balık avında gemiyi yö­ neten reise yardım eden kişi.



dış’elektron katmanının bir ya da birçok elektronunu (değerlik elektronları) bir dü­ zeyden kararsız bir üst düzeye geçirmesi durumuna (soğurma) denk düşer. Atom, bir alt düzeye geri dönerken, fazla enerji­ yi, dalga boyu belirli bir ışıma biçiminde yayımlayabilir (yayım). Optik tayflar çizgi tayflarıdır. Yansız atomların tayfları büyük çoğunlukla bir elektrik arkıyla, iyonlaşmış ~ı



.



b) işaretin frekansa bağlı olarak gösterim i: tayf



X ışınları tayfları ise, uyarmada kullanılan elektronların daha derin elektron katmanlara ait olması durumuna denk düşer; böylece bu elektronlar o katmanların var­ lığını ve dağılımını yansıtır. Atom tayfları atomların elektronlarının katmanlar şeklin­ de gruplaşmalarının saptanmasında te­ mel rol oynamıştır. • Molekülsel tayfgözlem. Bir molekülün tayfı, gerek optik alanda (kızılaltı, görünür ve morötesi), gerek Hertz alanında, bile­ şimine giren atomlara değil, doğrudan



tayf (elektronik) ğjr işaretin



tayf (tayfölçüm) Güneş'in yayımladığı tayf dağılım kesiti



dalga boyu (mikrometre)



I



tayfgözlem kendisine özgü birayırtedici niteliktir. Bununla birlikte, X ışınları alanında, tayf te­ mel olarak bileşen atomların tayfıdır; mo­ lekül gruplan yalnız bir ince yapıyı artır­ mak konusunda işe karışır Moleküller ara­ sındaki etkileşimlerin göz ardı edilebilmesi için maddelerin düşük basınçta gaz ya da buhar durumunda olması gerekir. (Yüksek basınçta ya da yoğuşmuş madde için [sı­ vı, katı], tayflar çok farklıdır.) Molekül tayf­ ları son derece fazla sayıda çizgilerden oluşur; bunların bazıları bantlar'ı ortaya çıkaran çok yakın çizgi dizileri halinde gruplanmıştır. Bu tayflar atomlarınki gibi açıklanır, ama, elektron enerjisinden faz­ la olarak, bir molekülün enerjisi, molekü­ le özgü hareketlere karşılık gelen başka terimlerden de oluşmuştur: dönme ve tit­ reşim. Bunun içindir ki tayf da dönme tayf­ ları, titreşim-dönme tayfları ve elektron tay­ fı gibi birçok alt-sistemden oluşur. • Ftadyofrekansların tayfgözlemi. Hertz tayfgözlemi de denen bu tayfgözlem atom ya da molekül tayfgözleminin, elektro­ manyetik tayfın alçak frekanslarına doğ­ ru genişlemesinden oluşur. En önemli iki yöntem nükleer manyetik rezonans* ve elektronik paramanyetik rezonanstır; her ikisi de Zeeman altdüzeyleri arasındaki re­ zonans geçişlerinden kaynaklanır.



11318



TAYFOÖZLER a. Bir frekans ya da enerji tayfının görsel gösterimini, örneğin bir katot ışınlı ekran üzerinde veren aygıt. (Eşanl. SPEKTROSKOP) —Metalogr. Karşılaştırma tayfgözleri, üst üste çakışmış iki tayfın tayf çizgilerini, çıp­ lak gözle karşılaştırarak metallerin hızla çözümlenmesini sağlayan taşınabilir aygıt. TA Y FIŞIK Ö LÇ Ü M



-



SPEKTROFOTO-



METRİ.



TAYFIŞIKÖLÇER -» SPEKTROFOTOMETRE.



TAYFKİM YASI a. Maddelerin kimyasal çözümlenmesinde çözümlenecek mad­ denin tayfının incelenmesini temel alan kimya dalı. (Eşanl. SPEKTROKİMYA.)



dağıtıcı



fllriş yan jı



Ç'kış yarığı



yarıklı bir tayfölçerin ilke şeması



. .. bir kütle tayfoıçennın yapısı



G



■ TAYFÖLÇER a. Tayfölç. Karmaşık bir ışı­ manın, dalgalar sözkonusuysa, dalga bo­ yuna ya da frekansa, parçacıklar sözko­ nusuysa, bireysel parçacıkların kütlesine ya da enerjisine bağlı olarak dağılımını ölçmeye yarayan aygıt. (Eşanl. sp e ktro metre.) [Bk. ansikl. böl.] —Anal. kim. Kütle tayfölçeri, özel koşullar altında bir örnekten elde edilen iyon ya da yüklü moleküllerin incelenmesini sağlayan flzikokimyasal çözümleme aygıtı. (Eşanl. KÛTLE tayfçekerî.) [Bk. ansikl. böl.) —Tem. parç. Manyetik tayfölçer, bir deme­ tin parçacıklarıyla bir hedefin çekirdekle­ ri arasındaki çarpışmalardan kaynaklanan ürünleri çözümlemeye yarayan, mıknatıs­ lar ve algılayıcılardan oluşmuş bütün. (Algılayıcılar, yörüngeleri manyetik alanlar ¡çinde yeniden oluşturmaya ve yayımlanan parçacıkların doğrultularını, enerjile-



.öme#



çâzöıÂeftacaic



vi-gw? «rnefii



S



vakum pompası



[



vakum pompası



iyon kaynağı



J



yüksek I gerilim kaynaQtj



l



yayınım pompası



'



kaydedici algılayıcı



yükselteç



>



«C>



rini ve kütlelerini bulmaya olanak verir.) —ANSİKL. Anal. kim. • Kütle tayfölçeri. Bir kütle tayfölçeri dört ana öğeden oluşur: 1. örnekten parça alma ve bu parçayı İyon kaynağına aktarma sistemi; 2. çözümlenecek maddeden iyonlar oluş­ turarak bunları hızlandıran ve bir demet durumuna getiren bir iyon kaynağı; 3. değişik elektrik alanları ile manyetik alanların etkisi altında iyonlaştırılmış par­ çaları, kütlelerinin yüklerine oranı olan m/e'ye göre süzerek ayrı ayrı demetlere ayıran bir çözümleyici; 4. iyonların varlığını gösteren ve oranla­ rıyla ilgili bilgiler veren bir algılayıcı. Kaynak, çözümleyici ve algılayıcı, nor­ mal olarak vakum altında bulunur, iyon kaynakları, gaz (ya da buhar haline geti­ rilmiş sıvılar) ya da katı maddelerle çalı­ şıldığında çeşitli farklılıklar gösterir. Gaz maddeler elektron çarpması, alan yayımı, morötesi ışıma vb.; katı maddeler madde­ nin buharlaştırılması, malzemeden hazır­ lanmış elektrotlar arasında meydana ge­ tirilen elektrik kıvılcımları, ikincil iyon ya­ yımı, laser bombardımanı vb. gibi yön­ temlerle iyonlaştırılır Çözümleyiciler iki bü­ yük gruba ayrılır; birincisi sabit, çapraz manyetik alanlı statik çözümleyiciler; İkin­ cisi ise, gerek hız ölçümünde, gerekse d e ğişken elektrik alanlarının etkisi altında za­ mana bağlı dinamik çözümleyicilerdir. Kütle tayfölçeri, aynı elementin hem ize toplarını saptamaya, hem de izotoplarının niceliğini belirlemeye yarar. Ayrıca sente­ zi yapılmış karmaşık moleküller ile izole edilmiş bilinmeyen moleküllerin yapısının kesin olarak belirlenmesinde kütle tayfölçerinin önemli bir yeri vardır. —Tayfölç. Tayfölçerler incelenecek ışıma­ yı ayrıştıran dağıtıcı bir sistemden (prizma, ağ, girişimölçer vb.) ve ya her an tek bir frekans İleten ve tayfı tarayan bir alıcıdan (tek kanallı tayfölçer) ya da aynı anda tay­ fın çok sayıda öğesini çözümleyen çok sa­ yıda alıcıdan oluşur. Yarıklı tayfölçerlerde dağıtıcı, bir objektifin odak düzlemine bir giriş yarığı yerleştirilerek eide edilmiş ko­ şut bir demetle aydınlatılan bir prizma ya da ağdır. Dağıtıcı sistemden sonra gelen ikinci bir objektif odak düzleminde, giriş yarığının görüntülerini (bileşimdeki her monokromatik ışıma için bir görüntü) oluş­ turur. Bir çıkış yarığı bu görüntülerden bi­ rini ayırmaya olanak verir. Yarıklı tayfölçer­ ler, çok az ışıklı olma sakıncasını gösterir. Bu nedenle, bileşimdeki çeşitli ışınımların seçiminin başka yöntemlerle, özellikle bir Fabry-Pörot girişimölçeri, bir seçici modülasyon ya da bir Fourier dönüşümü yardı­ mıyla yapıldığı başka aygıtlar geliştirilmiştir TAYFÖLÇÜM a 1. Tayfların tayfölçerler yardımıyla incelenmesi. —2. Tayfgözlemin, ışınımların ışılelektrik bir algılayıcı ya da da­ ha farklı bir ölçüm aygıtıyla gerçekleştirilen nitel (frekans) ve nicel (yeğinlik) ölçümleri yardımıyla fiziksel çözümleme yöntemleri­ ne uygulanması. (Bk. ansikl. böl.) —Anal. kim. Kütle tayfölçümü, kütle tayf­ ölçeri kullanılarak uygulanan çözümleme yöntemi. (Kütle tayfölçümü, gazların çö­ zümlenmesi, organik bileşiklerin yapıları­ nın belirlenmesi, karışımların nitel ve ni­ cel olarak çözümlenmesi, izotopların nice­ liğinin tayin edilmesi, katiların çözümlen­ mesi [katışkı maddeleri, yüzey inceleme­ si, derişim profili] gibi çok çeşitli alanlar­ da kullanılan güçlü analitik bir çözümle­ me yöntemidir.) [Eşanl. KÜTLE TAYFÇEKİMİ] — A N S İK L . • Kızılaltı tayfölçüm. Bir kızılaltı ışınım bir moleküle rastladığınday ışını­ mın kimi dalga boyları için farklı kimyasal bağların ayırtedici titreşim frekanslarına denk düşen bir seçici soğurulma olayına uğradığı gözlemlenir. Dalga boyuna ya da santimetrede dalga sayısına (c m -1) bağlı olarak soğurulan enerji yüzdesinin grafik­ sel gösterimi kızılaltı tayfı oluşturur Bu tayf­ ların yorumlanması, bilinmeyen bir bileşi­ ğin ne olduğunun saptanmasını, molekül yapılarının belirlenmesini ve nicel derişim ölçümlerinin yapılmasını sağlar. Kızılaltı tayfölçümün temel uygulaması olan fonksiyonel çözümleme grup frekan­ sı kavramına dayanır: belirli bir ortak or­ ganik fonksiyonu bulunan bütün molekül-



SES FREKANSU



dalga boyu (nm) frekans (Hz) dalga sayısı (c m ~ ') enerji



10



ıo'-»v



ışımaların ve parçacıkların yapısı ya da kökeni



her enerji bölgesi için, başlıca tayfölçüm teknikleri ses ve seŞötesi reşimle'ı tayfölç



üreteçler



seçiciler



ses çözüm l^j icileri



algılayıcılar



lerde en az bir ortak soğurmaya (ketonla­ rın C = 0 grubu İçin 1760 ile 1650 c m -', hidroksil grubu —OH için 3500 ile 3300 cm -1 arası) rastlanır. Bu grup frekansları­ nın listeleri derlenmiş olarak bulunmaktadır. • Morötesi ve görünür tayfölçüm. Morö­ tesi ışığın soğurulması elektronların kararlı enerji durumlarından uyarılmış enerji du­ rumlarına geçmelerine neden olur. Bu so­ ğurmanın dalga boyu, sözkonusu elektron geçişlerinin gerçekleştiği fonksiyonel grup­ ların ayırtedici bir özelliği olarak değerlen­ dirilebilir. Elde edilen tayflar ise molekül­ lerin stereokimyası üzerine değerli bilgi­ ler sağlar. Morötesi ve görünür tayfölçüm genellikle çeşitli bileşiklerin niceliklerinin saptanmasında kullanılır. Oldukça duyar­ lı olan bu yöntem, ölçüm için çok az mik­ tarda madde kullanılmasını gerektirir. • Raman tayfölçümü. Bir ışımanın bir madde tarafından soğurulmayan bölümü her yönde yayınır. Bu ışımanın büyük bir bölümü aynı frekansla yayınır, fakat küçük bir bölümünün frekansı farklılaşır (Raman* olayı). Gözlemlenen frekans farkları ışıma­ yı yayımlayan molekülün titreşimlerinin ayırtedici özellikleridir. Bu teknik molekül­ lerin ayırtedici titreşim biçimlerini ortaya çı­ kararak moleküllerin içinde belirli atom gruplarının varlığını ortaya koymaya yarar. Raman tayfölçümü moleküllerin yapısal çözümlemesi açısından çok kullanılışlı bir yöntemdir



>o,#«v



IV-W



• Atom yayımı tayfölçümü. Isıl ya da elek­ triksel bir uyarmayla elde edilen bir plaz­ manın atomları, sözkonusu plazmaya öz­ gü olan dalga boyları kesikli bir dizi oluş­ turan ışınımlar yayımlar ya da soğurur Bu atomların tayfları atomların tanınmasını ve niceliklerinin belirlenmesini sağlar. Bu tek­ nik şu ilkeye dayanır: örnek (genellikle mi­ neral), kaynağın içinde buharlaştırılır ve ya­ yımlanan ışınım bir monokromatörün giriş yarığına odaklanır; niceliği belirlenecek ele­ mentin en yoğun tayf çizgisi seçilir ve bu çizginin yeğinliği doğrudan ya da örneğin başka bir bileşeninin tayf çizgisine göre öl­ çülür. Uyarma kaynağı bir alev, elektrik ar­ kı, bir kıvılcım ya da bir plazma olabilir. Yayım tayfölçümü metal elementlerin saptanmasında kullanılan en yaygın yön­ temdir. • Atom soğurması tayfölçümü. Bu yöntem­ de, içinde niceliği belirlenecek elementle­ rin serbest atomlarından bulunan bir plaz­ ma yaratılır ve bu plazma dalga boyu söz­ konusu atomların temel durumu ile uyarıl­ mış durumu arasındaki elektron geçişleri­ ne denk düşen bir ışıkla taranır Işık deme­ tinin yeğinliği, demet temel durumdaki atomların arasından geçmeden önce ve sonra ölçülür; soğurulan enerji miktarı plaz­ madaki atomiarın sayısıyla doğru orantılı­ dır Atom soğurması için uyarma kaynağı olarak oyuk katotlu lamba kullanılır Bu lam­ banın katodu niceliği belirlenecek elemen­ tin bir alaşımından yapılmıştır.



• Nükleer manyetik rezonans (N.M. R.). Bir nükleer manyetik momenti bulunan 1H, 31P gibi çekirdeklerin çevresinin incelen­ mesi bu yöntemle gerçekleştirilir. Manye­ tik bir alan olmadığı zaman spin enerjisi düzeyleri yozlaşırlar. Ancak bir manyetik alan uygulandığında bu enerji düzeyleri, birbirlerinden çekirdeğin etkisi altında bu­ lunduğu manyetik alanın yeğinliğine bağlı bir enerji farkıyla ayrılırlar. Uygulanan manyetik alanın belli bir değeri için, geçi­ şin gerçekleşmesini sağlayacak ışımanın frekansı izotop ile çevresine özgü bir bü­ yüklüktür. Bağlılaşık soğurma işaretinin yeğinliği, rezonansa uğramış çekirdeklerin sayısıyla doğru orantılıdır Bu işaretin konu­ muna kimyasal yer değiştirme denir Bu yöntem özellikle organik kimyada komşu karbon atomlarının taşıdığı hidrojen atom­ larının sayısını belirlemek için kullanılır. • Elektronik paramanyetlk rezonans (E.P.R.). Elektronik paramanyetik rezo­ nans, paramanyetikliğin saptanmasını sağlayan bir soğurma tayfgözlemi tekni­ ğidir. Bu teknik geçiş metalleri kompleks­ lerine ve iyonlarına, serbest köklere ve metallerin iletim elektronlarına uygulanır. Bunların ortak ayırtedici özellikleri hepsin­ de de bir ya da daha fazla eşleşmemiş elektron bulunması, dolayısıyla da paramanyetiklik özelliği göstermeleridir. Böy­ lece bu maddeler manyetik alanlarla et­ kileşimlerine bakılarak tanınabilirler. Sıfır değerli bir manyetik alanda tek elektron­



!* .*



'Otto*



ların manyetik momentlerinin doğrultula­ rı rastlantısal olarak dağılmıştır; bir man­ yetik alan içinde ise elektronların moment­ leri manyetik alana koşut ya da terskoşut bir yön alarak iki farklı enerji durumu.nun ortaya çıkmasını sağlarlar. • X ışınları tayfölçümü. Bir elementin yük­ sek hızda elektronlarla bombardıman edilmesiyle elde edilen X ışınları tayfı sü­ rekli bir tayf ile çizgili bir tayftan oluşur. Bu tayftaki her çizgi bir elektronun atomun bir iç katmanından başka bir iç katmanına geçişine denk düşer. Dış elektronların (de­ ğerlik elektronlarının) etkisi ise genellikle göz ardı edilebilir düzeydedir. Böylece bir bileşiği oluşturan elementlerin ayırtedici tayfları bileşiğin ayrıştırılmasına gerek kal­ madan elde edilebilir. Mikroskobik ölçek­ te gerçekleştirilen elementel kimyasal çö­ zümlemelerde elektronik mikrosondalar* kullanılır. Nitel çözümleme, tayf çizgileri sayılarak ve bu çizgiler tayf çizgisi tablolarına göre değerlendirilerek gerçekleştirilir. Nicel çö­ zümlemede ise örnekteki elementten ge­ len karakteristik tayf çizgilerinin yeğinliği, bilinen ve içlerinde sözkonusu elementten bulunan bir ya da birçok tanık bileşimin tayf çizgilerinin yeğinliğiyle karşılaştırılır. • X flüorışısı tayfölçümü. Bu yöntem yine örneklerin X ışınları yayımlamasına daya­ nır; ancak uyarma yüksek enerjili birincil X ışınlarıyla sağlanır. Birincil X ışını demeti, bu yöntemde örneğin mikrosondayla nok-



IN



tayfölçüm tayfölçüm yöntemlerinin kullanılan ışımaların ayırtedici niteliklerine göre sınıflandırılması



TAYFU R İYE a. Beyazıt* Bistami'nin (öl. 874) ölümünden sonra müritleri tarafından kurulan tarikat. (Beyazıt'ın asıl adı Tayfur olduğundan tarikat tayfuriye adıyla tanın­ mıştır. Ayrıca bistamiye diye de anılır; aşkiye ve bayramiye adlı iki kolu vardır.)



Ferdi Tayfur Bedia Muvahhit’le B ir m illet uyanıyor’m bir sahnesinde (1932)



tasal olarak çözümlenmesi yerine bütün halinde çözümlenmesi sözkonusu olma­ sı nedeniyle geniştir (kesiti 1 cm2 düze­ yindedir). Örneği oluşturan elementlerin ayırtedici tayf çizgileri hem sürekli tayf, hem de antikatodun ayırtedici çizgileri ta­ rafından uyarılır. Bir element birincil ışıma­ yı ne kadar çok soğuruyorsa, flüorışı çiz­ gilerinin yeğinliği de o kadar büyüktür Bu yöntemle gerçekleştirilen nitel çözümleme elektronik sondayla yapılan nitel çözüm­ lemeyle aynı ilkeye dayanır. TAYFUN a. (çince tai-gung, kasırgadan). Büyük Okyanus’un batısında ve Çin denizi'nde görülen şiddetli kasırga, tropikal siklon.



Sibirya'da tayga manzarası



■TA YFU R (Ferdi), türk sinema oyuncusu, yönetmeni, dublaj sanatçısı (Çanakkale 1904 - İstanbul 1958). Almanyada lise öğ­ renimi gördü. Bir süre Fraytak demiryolu şirketi'nde çalıştı. Çanakkale geçilmezle sinema oyunculuğuna başladı (1931). 1941de Muhsin Ertuğrul ile birlikte Nasreddin Hoca filmini yöneterek oyunculu­ ğunun yanı sıra yönetmenliğe de yönel­ di. Asıl ününü dublaj alanında yaptı. Lorel -Flardy, Arşak Palabıyıkyan ve Balıkçı Os­ man’ı seslendirdi. Adalet Cimcoz'un kar­ deşi olan Tayfur, taklitçilik ve meddahlıkta da ustaydı. Oynadığı başlıca filmler: Bir millet uyanıyor (1932), Cici berber (1933), Güneşe doğru (1937), Deniz kızı (1945). Senede bir gün (1946), istiklal madalyası (1947) ve Hata (1957) yönetmen olarak gerçekleştirdiği önemli filmleridir.



■TAYGA a. (rusç. söze.). Avrasya'nın ve Amerika’nın kuzeyinde, tundradan güney­ de, hemen hemen kesintisiz bir orman ku­ şağı halinde kozalaklı ağaçlardan oluşan bitki örtüsü. (G.’e doğru, kışın dökülen yayvan yapraklı, ılıman ormanın önünde tayga kaybolmaya yüz tutar.) — ANSİKL. Tayga, genellikle hepyeşil yap­ raklı bir kozalaklılar ormanıdır; her şeyden önce ladin, Sibirya göknarı ve Sibirya me­ lezinden oluşan bu ormanda bazen huş ve kavak ağaçları da yer alır. Ağaçlar cı­ lızdır; litosol ya da turbalık olan yerlerde, ormanın sürekliliği, çok az geçirgen bir humus tabakasının üzerindeki yüzeysel su örtüleri ile bağlantılı olarak açıklıklarla ke­ sintiye uğrar. Tayganın altındaki bitki örtü­ sü ılıman ormanınkine göre daha az zen­ gindir: podzollaşmış toprakların yüzeysel tabakaları besleyici elemanlar bakımın­ dan fakirdir ve yalnızca köksüz yosunlar ya da derin köklü çalılar (çobanüzümü, avcıüzümü) tutunabilmektedir. Tayga, kışı şiddetli ve uzun olan (6 ile 8 ay), çok kısa yazlı bölgelerin ormanıdır; en az bir ve en çok 4 ayın ortalama sıcak­ lığı 10 °C'ın üstündedir. Tayga K.'e doğru yerini tundraya bırakır: iki oluşum arasın­ daki sınır, bitkilerin su gereksinimini kar­ şılamak üzere, yazın topraktaki donun çö­ zülmesine yetecek kadar sıcak olduğu bölgedir.



rüyen büveyhi Bahtiyarla yaptığı savaşta ölüp, yerine geçen Alp Tigin de Bahtiyar’ ın yardımına koşan Adududdevle tarafın­ dan yenilgiye uğratılınca Bağdat’tan kaçtı. Bu savaşlar sırasında Tekrit'e sığınmış olan halife Tayilillah da Büveyhiler tarafın­ dan yeniden Bağdat'a getirildi (976). Adu­ duddevle’nin ölümü üzerine (983) Bûveyhiler arasında başlayan taht kavgasında Bağdat'ı elinde tutan Adududdevle'nin oğullarından Bahaüddevle, kardeşleriyle yaptığı sonu gelmez savaşlar yüzünden askerlerine para ödeyemeyecek duruma düştüğü için halifeyi tahttan indirerek ser­ vetine konmaya karar verdi. Böylece Tayilillah'ı zorla halifelikten uzaklaştırıp hap­ se attıran Bahaüddevle, onun yerine elKadir’i getirdi (991). TAYİN a. (ar. 'a y ridan ta'yin). 1. Bir şeyi belirleme, kararlaştırma: Yön tayininde güçlük çekmek. —2. Bir kimseyi bir gö­ reve yerleştirme; atama, atanma: Bu işe tayini uygun görüldü. —3. Bir şeyi tayin etmek, onu belirlemek; kararlaştırmak: Yönünü pusulayla tayin etmek. Düğün ta­ rihini tayin etmek; bir şey sözkonusuysa, başka bir şeyi belli bir sonuca götüre­ cek etken olmak: Bu karar, onun gelece­ ğini tayin etti. — 4. Bir kimseyi (bir g ö re ve, bir makama) tayin etmek, onu o göre­ ve, o makama atamak. || Tayini çıkmak, bir yere atanmak. —Esk. Tayin kerde, tayin edilmiş, belirtil­ miş. —Ida. huk. -» ATAMA. TAYİNAT, -tı çoğl. a.’ (ar.ta'yin'in çoğl. tayinâf). Esk. 1. Tayınlar, —2. Memurla­ ra maaşlarından ayrı olarak verilen erzak yardımları, erzaklar.



TAYGELDİ a. Yörs. Yeniden evlenen bir kadının önceki evliliğinden ya da evlilik­ lerinden olan ve yeni evine götürdüğü ço­ cuk ya da çocuklar.



TAYİNİ sıf. (ar. ta y in ve -/’den ta y in i). Esk. Belirtmeyle ilgili. ♦ a. Esk. dilbilg. Tayin-i sıfat, belirtme sı­ fatı.



TAYGHETOS, Yunanistan'da dağlık küt­ le, Peloponisos’un güneyinde, Lakonia ve Messinia çöküntülerini birbirinden ayırır. Billurlu şistlerden oluşan bu kütlede (kireçtaşlarının üzerindedir) Peloponisos'un en yüksek doruğu bulunur (2 404 m).



TAYİNLİ sıf. (ar. ta y in 'den). Esk. Belirti­ li. —Esk. dilbilg. Tayinli izafet, belirtili isim tamlaması.



T AYQUN (Ali), türk tiyatro yönetmeni (İs­ tanbul 1943). Robert kolej'i bitirdi. ABD Yale Üniversitesi'nde tiyatro yönetmenliği yüksek lisans öğrenimi gördü. Boston Üniversitesi’nce düzenlenen Tanglewood yazarlar atölyesi’nde, Yale Repertuvar tiyatrosu'nda, Flartford Theatre-Trinity'de yönetmenlik yaptı, “ RCA-NBC Fellowship" ödülünü kazandı. Kent oyuncuları'nda Uç kız kardeş (1970), Grup oyuncuları'nda Müfettiş (1971), İstanbul Şehir tiyatrosu'nda Ağrı dağı efsanesi (1974), Dormen tiyatrosu'nda Çıkmaz sokak (1987) vb. oyunları sahneye koydu. Ankara'da Gülen nar adlı çocuk tiyatrosunu kurdu (1973) ve yönetti. Barış derneği davasından yargı­ lanarak aklandı. Danimarka'da nazi işga­ line karşı savaşan özgürlük kahramanla­ rından Paul Lairritzen’in kurduğu PL vak­ fı özgürlük ödülü’nü (50 000 kron) kaza­ nan ilk türk sanatçısıdır. TAYİN a. (ar. tayin). Ask. 1. Erata dağı­ tılan yiyeceğe verilen ad. —Asker ekme­ ği. —2. Tayın bedeli, erata, aylık iaşe is­ tihkakı karşılığı olarak verilen para. (Her ay maaşla birlikte subay ve astsubaylara da tayın bedeli verilir.) TAYİ -> TAİ. TAY t BAT, -tı çoğl. a. (ar. ta'yib’in çoğl. ta ’yibaf). Esk. Ayıplamalar. T A Y İL İL L A H (Ebubekir Abdülkerim bin FazI) [929-1003], abbasi halifesi (974-991). Halife el-Muti'nin oğlu. 945’te deylemli şii Büveyhiler*'in egemenliği altına giren Bağdat'ta, tümü de sünni olan paralı türk askerlerinin komutanı Hacip Sebük Tigin, sadece manevi güce sahip bir kukla du­ rumundaki hasta el-Muti'nin de onayını alarak, onun oğlu Ebubekiı Abdülkerim’i “ Tayilillah" unvanıyla halife ilan etti (974). Ancak Sebük Tigin, Bağdat üzerine yü­



TA Y İN S İZ sıf. (ar. ta yin 'den). Esk. Be­ lirtisiz. —Esk. dilbilg. Tayinsiz izafet, belirtisiz isim tamlaması. TAYİP a. (ar. rayb'dan ta'yib). Esk. 1. Ayıplama, kınama. —2. Tayip etmek, kı­ namak, ayıplamak: "Babamın unutkanlı­ ğını tayib eden manidar bir serzenişle nemnâk gözleri açılırdı" (H. E. Adıvar). TAYİŞ a. (ar. üyş'tan tayiş). Esk. Geçin­ dirme, yaşatma. ■TAYLA (Hüsrev), türk mimar (Bursa 1925). İstanbul Devlet güzel sanatlar aka­ demisi mimarlık bölümü'nü bitirdi (1948). Bursa Milli eğitim ve İstanbul Vakıflar baş müdürlükleri ile İstanbul Türk ye İslam eserleri müzesi'nde görev aldı; İstanbul Rölöve ve anıtlar müdürü oldu (1972-1983). Başta Bursa, İstanbul ve Edirne olmak üzere çeşitli kentlerdeki tarihsel yapıların rölöve ve restorasyonunu gerçekleştirdi (Bursa Yeşil cami ile türbe ve medresesi, Bursa bedesteni, Edirne Selimiye arasta­ sı, Rüstempaşa kervansarayı, İstanbul ibrahimpaşa sarayı, Tophane-i amire, Kanu­ ni ve Barbaros türbeleri, Amcazadehüseyinpaşa yalısı, Topkapı surları, Rumelihi­ sarı, Bayramiç Hadımoğlu. konağı, Mu­ danya Tahirpaşa konağı, Burdur Taş oda ve Bahribey konağı vd.). Kiğı, Karabiga, Koyunlu, lyldere, Beyşehir, Silifke, Har­ biye, Sille, Pütürge'nin imar planlarını .hazırladı. Mimar Sinan üniversitesi mi­ marlık fakültesi'nde öğretim görevlisi olarak ders verdi (bu görevi sürmekte­ dir). Klasik osmanlı mimarlığından etkiler taşıyan Ankara Kocatepe* camisi en önemli uygulamasıdır (1967-1986). Türk­ menistan'ın başkenti Aşkâbâd'da bir ca­ mi projesi gerçekleştirilmektedir (1993). TAYLAK a. Atın henüz damızlık çağa gelmemiş genç erkek ya da dişisi. TA YLA N (Muhittin), türk hukukçu (Sivas 1910 - Ankara 1983). Ankara Hukuk fakül-



Tayland i



' -



^r«fe% v îii ..







-J



Hüsrev Tayla'nın Edirne'deki Bayezit II camisi restorasyon projesi ve uygulaması (1962) tesi’ni bitirdi (1933). Çeşitli yerlerde hâkim­ lik ve savcılık yaptı. Yargıtay üyeliğine se­ çildi (1955) ve ikinci başkanlığa getiril­ di (1962). Anayasa mahkemesi üyeliği­ ne (1965) ve başkanlığına seçildi (1971). Cumhuriyet senatosu'nda üyelik yaptı (1977).



TAYLAN (Orhan), türk ressam (İstanbul 1941). Roma Güzel sanatlar akademisi'ni bitirdi (1965). 1968’den başlayarak açtığı sergilerdeki ilginç düzenlemeleriyle dikka­ ti çekti. 1976’da Antalya Uluslararası gör­ sel sanatlar sempozyumu'na 110 m2'lik Promete adlı duvar resmi uygulamasıyla katıldı. Ankara Birlik sahnesi'nin oynadı­ ğı Adam adamdır, Dostlar tiyatrosu’nun oynadığı Gün dönerken vb. oyunların dekorlannı hazırladı. Çeşitti grafik uygulama­ larıyla Dünya sendikalar federasyonu afiş yarışması büyük ödülü’nü (1978), BANK -SEN ve Görsel sanatçılar derneği’nin bi­ rincilik ödülünü (1979) kazandı. Sanat emeöi dergisini kurdu ve yönetti; ayrıca Görsel sanatçılar derneği'nin ikinci baş­ kanlığını yaptı. Toplumcu-gerçekçi sanat anlayışında işçi imgeleri önemli yer tu­ tar. Çokluk tek renkle yetinir, hacimsel etkiyi açıkta^koyuya giden belli belirsiz tonlarla vermeyi amaçlar. Sağlam bir de­ sen tekniğinin yanı sıra, anlatımda dil us­ talığı da sanatının temel özelliğidir: İşçi sınıfına selam (1977), Kısa dalga dinleyi­ cileri (1980), Çiçekler (1982), Maltepe resimleri (1983), Hasret resimleri (1987), 1890, Tarih ve hürriyet üstüne (1990).



TAYLAND, tayca Muang Tay, Güney-doğu Asya'da devlet; 514 000 km2; 58 800 000 nüf. (1991). Başkenti Bang­ kok. Resmi dili fayca. COĞRAFYA Tayland, Menam (ya da Chao Phraya) ırmağının akaçladığı orta ova çevresinde yayılır. Buddhacı olan Taylar nüfusun % 80'ini oluşturmakta ve çevredeki dağlık bölgelerde yaşayan toplulukları da etkileri altına almaya çalışmaktadırlar. •Bölgeler. Dağlık Kuzey ve Batı bütünü. Himalaya bölgesinin güney ucundadır. K.’de, K.'den G.’e doğru uzanan küçük Bi­ rinci Zaman sıradağları (granit, şistler, kireçtaşları), Nahon Savan'da birleşerek Menam'ı oluşturan Yom ve Ping vadileri­ nin çevreyle ilişkisini keser. Muson yağ­ murlarıyla (Çiangrai'de 1 800 mm) sula­ nan bu yüksek topraklar, gür tropikal or­ manla örtülüdür. Burada başlıca dört et­ nik öbeğe ve dil öbeğine bağlı topluluk­ lar yaşar: çoğunluktaki Karenler (yaklş. 180 000), Mon-Khmerler, Tibet-Birmanlar ve Miaolar. Bu toplulukların türnü yakıla­ rak açılmış tarlalarda (ray) göçebe tarım yaparlar: afyon (sözde 1958'den beri ya­



saktır), mısır, kuru pirinç. Tekağacı başlı­ ca gelir kaynağıdır (Yom vadisi): ırmağa kadar fillerle taşınan tomruklar sal şeklin­ de bağlanarak Bangkok’a kadar yüzdü­ rülür. Omanların hızla yok edilmesi nede­ niyle yeniden ağaçlandırma önlemleri alınmıştır. Havzalarda ve vadilerle, iki ürün kaldırılan sulu pirinç tarımıyla uğraşan Taylar yaşar; mısır, yerfıstığı ve mango, 1,5 ha'dan küçük toprakları ekip biçer bu çift­ çilerin ikincil ürünleridir. B.'da, Birmanya -Tayland yarımadasının kireçtaşlı yüksek platoları granit yapılı yükselmiş bir sert te­ mel üzerinde biçimlenmiştir; bu platoların yükseltisi, Çiangmai'nin yukarısında Doi Inthanon'da 2 576 m'ye ulaşır. Orta kesim­ deki sıradağlar (Dawna Range ve Bilauktaung platoları) 1 700 mm'den fazla yağış alır ve güneye gittikçe daha da gürleşen, sağlığa zararlı bir ormanla kaplıdır. Bura­ da ilgi çekici bir tropikal karst biçimi ge­ lişmiştir. Karenler, besin maddeleri (pirinç, şekerkamışı) tarımı yaparlar. Yalnızca tü­ tün ve tekağacı kerestesi küçük çaplı bir ticarete olanak verir. Dağlık Tenasserim sırtıyla bu yer biçimleri Malakka yarıma­ dasında Fuket adasına kadar devam eder. Kra kıstağından (genişliği 24 km) baş­ layarak Tayland kıyıları iki yönde uzanır: batı kıyısı kayalık ve girintili çıkıntılıdır; do­ ğu kıyısı engebesiz ve düzdür. Yarımada­ da denize geniş biçimde açılan alüvyon ovaları kuzeyden güneye doğru uzanan, granit yapılı yerbiçimleriyle almaşır. Büyük ekvator ormanı her yerde, özellikle de mu­ son rüzgârlarına bütünüyle açık batı aklanında geniş bir alan kaplar. Nüfus bu­ rada pek yoğun değildir: Negritolar or­ manda dağınık halde yaşarlar. 600 000 Malaysa yarımadanın güney ucunda top­ lanmıştır. Doğu aklanında toplanan pirinç tarlaları, yüzölçümün yaklaşık dörtte biri­ ni kaplar; etkili bir sulama olmadığı için ye­ rim düşüktür (hektar başına 15 tental). ilk hevea işletmeleri XX. yy.'ın başında kurul­ muştur ve çoğu Çinliler’indir: günümüz­ de en büyük işletmeler Avrupalılar'ın denetimindedir. Verim düşükse de 1965’te bir yeniden ekim programı başlatılmıştır. Kalay ve tungsten boldur, ama maden çı­ karma teknikleri ilkeldir. K.-D.’da, Korat platosu (15 000 km2) Trias ve Jura devirlerinde oluşmuş, 1 600 km boyunca Laos'la sınırı belirleyen, Mekong'a doğru yumuşak eğimli kumtaşlı geniş bir çanaktır. Bu plato, G.'de Dangrek ve B.’da Dong Phraya Yen diklikleriy­ le sınırlanır. Alçak olan (100-200 m) orta bölümü, Mekong’un kollarınca yarım ya­ malak akaçlanır. Hızlı nüfus artışı nedeniy­ le (nüfus yoğunluğu km2’de 90 kişiyi aşar ve nüfus yılda yakiş. % 2 artar) nemcil gür orman hemen hemen yok olmuştur. Podzol tipindeki topraklar zayıf ve asitlidir: yüz­ ölçümün yalnızca °/o 12’si ekilir. Halk (bu­



rada Laolar büyük bir çoğunluktadır), 2 500 000 ha'ı aşan topraklarda pirinç, ta­ rıma elverişsiz yüksek topraklardaysa 1950’den beri kenaf, pamuk ve manyok üretmektedir. Ticari ürünlerin (manyok) ye­ tiştirilmesine aynlan topraklar 550 000 ha’ dır. Tayland'da çok ender yapılan hayvan­ cılığın Korat'ta önemli bir yeri vardır: tarla çalışmaları için 4 milyon öküz ve manda (çoğu topraklar sürülmeden önce orta ke­ simdeki ovada satılır) Bangkok’taki Çinliler'e satılan bir milyondan fazla domuz. Kuzey-doğu bölümünü geri kalmışlığın­ dan kurtarmak için büyük çabalar harcan­ dı: sulama çalışmaları, Udon Thani ve Nong Khai'ye doğru karayolu ve demir­ yolu bağlantıları. Korat, hâlâ ülkenin en yoksul bölgesidir: geçici göç ve lao böl­ geciliğine dayanan bölgeci hareketler; kal­ kınmadaki bu geri kalmışlığın gösterge­ leridir. Orta kesimdeki ova, ülkenin can dama­ rıdır. Uttaradit'ten kıyıya kadar uzanan 500 km boyunda ve 100-200 km genişliğinde­ ki bu alüvyon ovasını, Menam ve güney­ deki dağlardan doğan kolları oluşturmuş­ tur. Denizden 200 km uzakta başlayan delta ovası (27 000 km2), Tayland körfezi­ ne kadar devam eder. Kıyı şeridi, mangrovla sınırlıdır. Muson rüzgârlarına bağlı olan Menam' ın debisinde hazirandan ekime kadar şiddetli, ama düzensiz yükselmeler mey­ dana gelir. Aynı yatakta birleşen kollar, çok büyük bir ana yatakta alüvyon set­ leri arasında akar. Uzun süre sağlığa za­ rarlı, sıtmanın kol gezdiği bataklık bir alan olan alçak ova, XIX. yy.'a kadar terk edil­ di. Yukarı kesim hem en eski yerleşme alanı, hem de en yoğun nüfuslu kesim ol­ du. XIII. yy.'dan başlayarak Tay krallığı'nın başkenti, Çiangmai'ye taşındı. Bilinçli ola­ rak yapılan çokürünlü tarım, hem sulu ta­ rımı (pirinç), hem de kuru tarımı (darı, tü­ tün, yerfıstığı, pamuk) kapsar. Aşağı ke­ sim (delta ya da Bangkok ovası) öncü böl­ ge oldu: halen ekilen 2 600 000 ha'ın 2 milyon ha'ını XX. yy.’ın ilk yarısında Taylar değerlendirmeye başladı. Delta, ülkenin en kalabalık ve en önemli tarım bölgesi haline geldi: ülke topraklarının °/o 5 ’ini oluşturan bu bölgede mısırın % 78'i, şekerkamışının % 75’i ve pirincin üçte biri (dışarı satılabilecek tek pirinç çeşidi olan beyaz pirincin % 95’i). Burası aynı zaman­ da dünyanın en büyük pirinç dışsatım böl­ gesidir. Çinli aracıların topladığı pirinç ye­ rel çeltik fabrikaiannda işlenir ve Bangkok' tan Singapur'a, Hongkong'a ve Japonya' ya gönderilir. Delta, krallığın ileri gelenleri­ ne dağıtılmış olan işletmeleri miras yoluyla ele geçiren, ama topraklannın başında sü­ rekli bulunmayan büyük toprak sahipleri­ nin bölgesidir. Bu işletmelerin yarıdan ço­ ğu kiradadır, kira miktarları çok ağırdır ve kiracılar borçlandınlmıştır Burada, pirinç tanmı tek üretim çeşididir: yalnız Eİangkok'a yakın bölgede 1960’tan beri sebze yetişti­ riciliği gelişmiştir. Orta tanm işletmelerinin büyüklüğü 5 ha'ı, işletmelerin yalnızca % 12’sinin topraklanysa 12 ha'ı aşmaktadır: Orhan Taylan'ın özel kol.



11321



TAYLAND JEOMORFOLOJİK BÖLGELER



• Ekonomi. Ulaşım yollarının yetersizliği, ekonominin gelişmesine engeldir. Bu böl­ geleri ülkenin geri kalan bölümüne bağ­ lamak ve ülkeyi birleştirmek amacıyla Kra kıstağına, Korat ve Çlangmai'ye doğru demiryollarının (toplam 3 800 km) döşen­ mesine rağmen demiryolu ağı yetersiz kaldı: toplam 40 000 km'lik karayolundan 16 000 km'si yeniden kaplandı. Orta ova­ da ulaşım, aynı zamanda kanalizasyon ve oturma alanları olarak kullanılan kanallarla sağlanır. Menam, iravadi’nin Birmanya'da oynadığı rolü oynamaktan uzaktır. Tarım, başlıca etkinlik alanıdır; etkin nüfusun % 59'unu istihdam eder ve GSMH'nın beşte birini sağlar. Ancak, ta­ rım alanları henüz yoğun olarak değer­ lendirilmemiştir. Ülkenin 1/4'ü ekilir: tarım alanlarının yarıdan fazlası pirinç üretimi­ ne (18,8 Mt) ayrılmıştır. Dağlar arasında kalan havzalarda yoğun bir pirinç tarımı (yılda iki ürün) yapılır, ama, geniş delta­ da genellikle tek ürün alınır; bununla bir­ likte, randıman artmaktadır. Pirinç tarlala­ rının düzenli su gereksinimini karşılamak ve tarımsal üretimi çeşitlendirmek İçin önemli su düzenleme çalışmalarına giri­ şilmiştir. Şekerkamışı (42 Mt), manyok (20,5 Mt) ve mısır üretimi (5 Mt) tarıma yeni açılmış topraklarda (Korat gibi) ge­ lişmekte ve Avrupa'da hayvan yemi ola­ rak kullanılmak üzere dışsatımı yapılmak­ tadır (manyok). Malakka yarımadasında üretilen kauçuk (1,25 Mt) hemen tümüyle dış ülkelere satılmaktadır; yerel kereste sanayisinin gelişmesi nedeniyle tekağacının dışsatımdaki payı azalmaktadır. Pa­ muk üretimi (Loei ve Kançanaburl bölge­ leri) gelişmektedir, özellikle tarımsal ya­ pının en eşitsiz olduğu orta ova bölgele­ rini etkileyen bir tarım reformu yasası 1975‘ten beri uygulanmaktadır. Kalay (20 000 t) ve tungsten (3 800 t) üretimi dış ülkelere satılmaktadır. Tüketi­ len elektriğin (35 TWsa) dörtte biri hidro­ lik kökenlidir. Bangkok'un K.'indeki Kamphaeng Phet İlinde bulunan petrol ve do­ ğal gaz yataklarına umutla bakılmakta­ dır. Ama bugün tüketilen enerjinin % 90'ı Bangkok'ta rafine edilen petrol dışalımın­ dan sağlanmaktadır. Kuzeyin linyiti ter­ mik santrallarda yakılmaktadır. Tekstil sanayisi (280 000 ücretli ve GSMH'nın % 15'l), otomobil montaj fab­ rikalarıyla (amerikan ve japon şirketleri) Saraburi entegre demir-çelik fabrikası ve ülkenin tek çimento fabrikasının bulundu­ ğu Bangkok çevresinde toplanmıştır. Sa­ nayi ve ticaret etkinliklerinin en büyük bö­ lümü burada, yerleşmede yaşayan üç mil­ yon Çinli tarafından denetlenir. Ticaret dengesi açık verir; alışveriş baş­ lıca sanayileşmiş batılı ülkeler ve Japon­ ya’yla yapılır Gelişmiş olan uluslararası tu­ rizm, bu açığın kapanmasına yardımcı olur. Ama, 1960'lı yıllardan ve hatta ABD' nin Vietnam, Laos ve Kampuçya'dan çe­ kilmesinden beri ekonomik gelişme ame­ rikan yardımına bağlıdır. TARİH



dik kenar BİRİNCİ VE İKİNCİ ZAMAN KIVRIMLI TORTULLARI Birinci Zaman şist ve kuvarsitleri



#



Jura kireçtaşı kütleleri



S .j şistli kumtaşlı {¡jp trıas tortulları



İkinci Zaman granitlerinden oluşan dağlar ve kuşaklar alçak aşınım yüzeyleri alüvyal ovalar



• Başlangıcından Khmerler'in bozgunu­ na kadar. Tayland'ın tarihöncesi çağları­ nın incelenmesi, çok eski bir nüfus yoğun­ luğunu, büyük iletişim merkezlerinin ge­ leneksel önemini ve kültürlerin gerçek öz­ günlüğünü kanıtlar. En önemli ve en ka­ labalık sitler batıda (Mekong havzası, Ma­ lay yarımadası), kuzey ve kuzey-doğu eya­ letlerinde yerleşmiş görünüyor. Buddha söylenceleri, Aşoka'nın İ.Û. 250'ye doğ­ ru Suvannabhumi'ye (“ Altın Ülkesi", bü­ yük olasılıkla Aşağı Birmanya ve Menam havzasının batısı) ve aynı zamanda Sey­ lan'a misyonerler gönderdiğini anlatır. Hı­ ristiyanlığın başlangıç yıllarında, yunan ve latin yazarlarının yazılarında bölgenin adı geçer; III. yy.'da, çince metinlerde Malay yarımadasının kuzeyinden geçen bir tica­ ret yolundan söz edildiği görülür. Yerleri belirli olmayan birtakım hintlileşmiş kral­ lıklar Funan ile ve 424'ten sonra da Çin



ile ilişki içindedirler. VII. yy.'da, bir Dvaravatl krallığı, Nahon Pathom bölgesinde yerleşmiş olabilir; Mon halkından ve budd­ ha dininden olan bu krallığın önemli bir etki yarattığı sanılır. VIII. yy.'dan başlayarak, Dvaravati adı duyulmaz olur; bunun nedeni Şrivicaya krallığı'nın genişlemesi olabilir. 775'te Na­ hon Sı Tammarat'ta kendini kabul ettiren ve Mahayana buddhacılığını benimseyen Şrivicaya krallığı, var olan yapıları daha da zayıflatarak komşu krallıkların aleyhine ge­ nişledi. IX. yy.’ın yarısından az sonra, Me­ nam havzasının doğusunda yerleşmiş olan Canaşa krallığı'nın yazıtlarında da khmer kültürünün etkisi görülür. XI. yy.'ın başında, Angkor hükümdarı Suryavarman I egemenliğini Lopburi'ye (1022-1025) ve Don Çedi bölgesine (Menam'ın batısı) kadar genişletti. İki yüzyıl boyunca, tarih­ te khmer işgalinin ilerlemeleri egemen olacaktır: Suryavarman II (1113’e doğr. -1150) döneminde Suhotai ve Sahon Na­ hon bölgelerine yayılan İşgal, onun salta­ natının sonunda gevşeyecek ve Lopburi' nin bağımsızlık ilan etmesine yol açacak­ tır. Angkor İktidarını yeniden güçlendiren Jayavarman VII (1181-1218) şimdiki Tay­ land'ın hemen hemen tamamını, kuzey ve Haripuncaya krallığı dışında, krallığa kat­ makla birlikte khmer egemenliği onun sal­ tanat süresini pek aşamayacaktır. • Tay krallıkları. Taylar siyasal tarih sahne­ sine ancak XIII. yy.'ın ikinci çeyreğinde or­ taya çıkar. Çinli olmayan bu halk, milattan önce Güney Çin'de yerleşmişti; güney-batı yönünde ağır bir göç, onları Vietnam ve Laos'un kuzeyinden, Menam havzasının kuzeyinden Mekong’a kadar uzanan böl­ geye ulaştırdı. Orada, XI. - XII. yy.'Jarda Tay kabile reislikleri örgütlendi ve "Siyam" Tayları adı (Batılılar'ın Siyamlı dedikleri) ilk kez Çampa'nın yazıtında, 1050'den son­ ra ortaya çıktı. 1220'ye doğru, Suhotai Siyamları, khmer valisini kovdular; otuz yıl sonra, "ikiz” baş­ kentleri Suhotai ve Si Sacçanalai (bugün Savankalok) olan bağımsız bir krallık kur­ dular. Rama Kamheng (Güçlü Rama, 1279’a doğr. - 1316'a doğr.) fetihlerini Vientiane’ye, Nahon Sı Tammarat'a, Pegu ve Luang Prabang'a kadar uzattı. Sengal buddhacılığını ülkeye sokan, hayır kurumlarını çoğaltmakla uğraşan ardılları, çoğu zaman İç karışıklıklarla başları dertte ol­ duğu için 1350'de kurulan Ayuthia krallı­ ğı karşısında tutunamadılar Hükümdarları önce babadan oğula geçmek üzere vali durumuna getirilen (1378) Suhotai, 1438' de kesin olarak ilhak edildi. Rama Kamheng'in çağdaşı olan Mangrai (1237-1317) kuşkusuz XI. yy.'dan beri bağımsız olan Ngön Yang (bugün Çieng Sen) prenslerinin mirasçısı olarak başka bir tay krallığı (Lan Na ya da Çiangmai krallığı) kurdu. Çiangrai'nin kurucusu olan Mangrai (1262), 1287'de moğol tehdidi karşısında Rama Kamheng ile ve Payao prensiyle, çok sonraları gerçekleşecek olan birliğin ilk girişimi olarak bir dostluk anlaşması imzaladı. Haripuncaya mon krallığının başkenti Lamfun'u ele geçirdik­ ten sonra (1292) Çiangmai'yi (Yeni şehir) kurdu (1296). Burası, XV. yy.’dan başlaya­ rak komşularıyla sürekli savaş durumun­ da olmasına karşın, 1773'e kâdar bağım­ sızlığını, 1874'e kadar görece özerkliğini ve günümüze kadar uygulamada kültürel özgünlüğünü koruyacak olan bir krallığın başkenti oldu. ' Menam havzasında, uzun süre Angkor iktidarına boyun eğmiş olan ülkeler de sonradan tay egemenliği altına girmele­ rine karşın, bağımsızlıklarını kazandılar (Lopburi, 1289). 1347'ye doğru, prens U Thong, Menam'daki bir adada Ayuthia'yı kurdu; 1350'de Ramadhipati adıyla taç gi­ yerken burayı başkent yaptı. Hemen,' 1351'den başlayarak savaşa tutuştuğu Angkor'un siyasal mirasını ele geçirmeye ve komşularına hükümdarlığını kabul et­ tirmeye girişti. Angkor'un ele geçirilmesi (1431) khmer



Tayland artmasını önleyemedi ve 1932’de kendisi iktidarına son vermekle ve yedi yıl sonra kabulü), ikinci Dünya savaşı bir bölünme­ ye yol açtı: Pibul, tarafsızlık ilan ettikten Amerika Birleşik Devletleri’ndeyken, Fran­ Suhotaı krallığı ortadan kalkmakla birlik­ sonra Japonya'nın yanında yer alınca te, Lan Na’ya karşı girişimler gene de sa'da yetişmiş bir hukukçu olan Pridi Pha(aralık 1941) Washington ve Londra’da bu­ nomyong'un giriştiği hükümet darbesi olumlu sonuçlar vermedi. 1488'den son­ lunan Free Thai (Özgür Tay) hareketinin üzerine parlamenter rejimi getiren bir ra (Tavoy’un alınışı) hanedandaki karışık­ önderleri Bangkok'un emirlerini dinleme­ lıkların da elverişli hale getirdiği Birman­ Anayasa'yı kabul etmek zorunda kaldı. diler. içeride, muhalefet (kral naibi Pridi • Çağdaş dönem. 27 haziran 1932 geçi­ ya ile çekişmeler, Ayuthia’nın işgali ve kra­ Phanomyong ve Başbakan yardımcısı Lu­ ci anayasası yürütme yetkisini halk parti­ lın tutsaklığıyla (1569) sonuçlanan sürekli ang Adul) 1944'te Müttefikler ile bağlantı sinden gelen bir komiteye (yani hükümet çatışmaların kaynağı oldu. Kurtuluş, Nong kurdu. Pibul'un düşmesi ve Japonya'nın darbesini hazırlayanlara) ve yasama yet­ Sarai’de Birmanyalılar'ı yenen (1592) Nateslim olması (ağustos 1945) üzerine Pri­ kisini, partinin belirlediği bir senatoya ver­ resue'in (1590-1605) eseridir. di iktidara geldi. Yeni bir Anayasa bekle­ XVII. yy., yabancı devletlerle ilişkilerin di. Kralın onayladığı 10 aralık 1932 tarihli nirken, siyasal partilere izin verildi: Kukrit sürekli Anayasa aynı ilkelere dayanıyor ve geliştiği bir dönemdir; daha önce 1516'da Pramoj'un "ilerici" (kralcı) partisi ve Priaşamalı olarak genel seçimlere gidilme­ Portekiz ile, 1598’ğe ispanya ile yapılan di'nin "Ortakçı” partisi. Seçimlerde (ocak sini öngörüyordu. Islahatçı politika muha­ antlaşmalar bu dönemin başlangıcı sayı1946) Pridi'nin partisine hafif bir üstünlük fazakârların muhalefetiyle karşılaştı ve yeni bilir: bu dönemde Hollanda sarayında el­ sağladı, ama kralın öldürülmesi (haziran hükümet darbelerine (1933-34), sonra da çilik' açıldı (1608), şogun ile bağlantı, İn­ 1946) savaşın bıraktığı kötülüklerin tasfi­ kralın tahttan indirilmesine (1935) yol aç­ giltere ile ilişki kuruldu (1612). Dış ticaret yesi, ekonominin kötüleşmesi, Pridi'nin tı. Yeni kral Ananda Mahidol (1935-1946) genel yönetmenliğine atanan yunan se­ on yaşında olduğundan bir kral naipliği düşmesine (ağustos 1946) ve Pibul’un ge­ rüvencisi Konstantinos Phaulkon'un (1647 konseyi kuruldu. 1938’de binbaşı Pibul riye dönmesine. (1948) yol açtı. -1688) etkisindeki Narayana Phra Narai Songgram (1887-1964) hükümeti döne­ Demokrat parti'nin (Huang Aphaivong) döneminde (1657-1688) Fransa'ya yakın­ minde ordunun rolü ağırlık kazandı ve mil­ hazırladığı, liberal yapılı 1949 sürekli Ana­ laşma oldu ve Louis XIV ile karşılıklı elçi­ liyetçi bir politika gelişti ("Tayland" adının yasası, Pibul'un hükümet darbesiyle (1951) ler gönderildi. Phra Narai'nin ölümünden sonra, ulusal bir tepki yüzünden Batı ile ilişkiler zayıfladı, ancak XIX. yy.'da yeniden DIŞSATIM DIŞALIM başlayabildi. süttozu tek ormanı Kamboçya (Kampuçya) savaşlarıyla ve tahıl Vietnam'ın Laos ve Kamboçya üzerinde­ ki baskısından doğan sorunlarla geçen XVIII. yy.'ın ilk yarısı gene de Ayuthia tari­ hinin en parlak ve en erinçli dönemle­ t DENSEL VE ENERJİ rinden biri oldu. Ama yeni bir Birmanya ¡«LAYAN ÜRÜNLER saldırısı (1759) Ayuthia'nın zaptı ve yerle kCıspe. hayvan bir edilmesiyle sonuçlandı (1767), öyle ki, yemi Siyam bir daha belini doğrultamayacak gibi görünüyordu. General Phya Tak (ya da Taksin) ve general Phya Çakri sayesin­ de çok kısa bir sürede kurtuluş ve yeni­ den kuruluş sağlandı. 1767’de Thonburi' koruma Haçları toplama yi başkent seçen Phya Tak, 1770'te ülke­ ürünleri manyok nin yeniden ele geçirilmesini tamamladı, Ç tarçın Lan Na yeniden vasal oldu (1775). Phya tarım 1 aselbent Çakri, Kamboçya’da egemenlik kurdu, traktör ve mey\Æ. aletleri Vientiane'ı işgal etti (1778) ve Luang Prapirinç, tahıl, bang'ı denetim altına aldı. 1781’de, Phya yerfıstığı, meyve Tak'ın çılgınlığının neden olduğu karışık­ pirinç, hintdarısı hayvancılık (manda) lıklara son vermek üzere Kamboçya’dan mısır döndü; yeni başkent Bangkok'ta, Rama I adıyla taç giydi (1782). y r hevea • 1782den 1932'ye. Rama I (1782-1809) | şekerkamışı maf)yok ve Rama II (1809-1824) dönemlerinde, bir yandan Batı ile ticari ilişkiler kurulurken bir ■ tütün o pamuk lllkenaf ananas yandan da krallığın maddi ve kültürel ye­ Malakka ' niden düzenlemesine girişildi, sınırlar sağ­ yarımadası MADENSEL VE NE lamlaştırıldı. Batı ile ilişkiler, Rama III dö­ SAĞLAYAN LIRÜt LEŞ [AL SWAYI I neminde (1824-1851) ticaret anlaşmaları­ tungsten cevheln. nın imzalanmasıyla ve modernizsayonun 9 uluslararası liman başlamasıyla (matbaanın girişi, 1835) pe­ gemi işler akarsu kiştirildi. XIX. yy.’ın ortalarında, Siyam gü­ yataklar cünün doruğuna ulaştı: Kamboçya’nın ku­ Q > linyit ■ kalay zey eyaletlerinin ve Vientiane krallığı'nın $ kurşun-çinko sahibi; Lan Na, Luang Prabang ve Çamy tungsten pasak krallıklarının, Malezya’nın kuzey j bitümlü şistler ,Lampar sultanlıklarının egemeniyken, 1813'te kay­ £Mae (y bettiği Kamboçya’nın egemenliğini, 1847’ den sonra Vietnam ile paylaştı. Rama III' ıendisliği ün kardeşi ve ardılı olan Rama IV ya da '¡M aëf, Kasöt Mongkut (1851-1868) Avrupa ile antlaşma­ Sot j ları çoğaltmakla birlikte Siyam'ın bağım­ sızlığını korumayı, onu yeni görüşlerden Ubon yararlandırmayı ve buddha dininde yeni­ likler yapmayı (Thammayut mezhebi) ba­ şardı. Oğlu Rama V ya da Çulalongkorn hurda demir Ulasan) da (1868-1910) bir yenilikçidir: köleliğin kal­ Nahon dırılması (1905), adalet reformu, demiryol­ ları, posta ve telgraf vb. Fransız Çinhindi metal işleme makineleri $ tekstil merkezi ile (1893, 1907), ardından Malezya fede­ GEREÇLERİ ■ şeker fabrikası rasyonu (Federated Malay States) ile sınır teneratûr^ransformatör ^ çimento fabrikası düzeltmeleri, toprak kayıplarına yol açtı. a kâğıt sanayisi Rama VI ya da Vaciravudh (1910-1925) Bi­ elektnk tasarı halinde rinci Dünya savaşı'nda (1917) Siyam'ın A demir sanayisi kompleksi Müttefikler’in yanında yer almasını sağla­ Takua ^ yapımı süren dı ve Rama IV zamanında avrupa ulusla­ Paj petrokimya rına tanınan dokunulmazlık ayrıcalıklarının kompleksi IİKSTİL. GİYİM □ kalay arıtımevi kaldırılmasına çalıştı. Kardeşi Rama VII ya sentetik dokuma f petrol rafinerisi da Pracadhipok (1925-1935) onun yerine EŞİTLİ İŞLENMİŞ * termik santral geçti: Siyam'ın son mutlak hükümdarı o EŞYALAR £S hidrolik santral olacaktır. kâğıt mukavva sanayi C çeşitli Bu kral, mali ve ekonomik güçlüklerle merkezi aletler A gaz yatağı Tayland, offshore zor duruma düşünce, temsili bir rejim tas­ bölgesi ü petrol yatağı lağı hazırlamaya girişti, ama yönetim kad­ tartışmalı bölge _ gaz boruhattı rolarında ve orduda memnuniyetsizliğin



11323



EKONOMİ



Tayland 11324 Réunion des musées nationaux



Nahon Pathom'daki Pra Pathom'da bulunan devata başı Dvaravatl sanatı VI,-VI yy. Guimet müzesi, Paris Nahon Pathom’daki Pra Pathom’da uzanmış Buddha yaldızlı bronz, Dvaravatl sanatı



kaldırıldı ve 1950'de taç giyen kral Bhumidol Adulyadec'in Tayland’a dönmesin­ den az önce 1932 Anayasası yeniden yü­ rürlüğe kondu. Antikomünist ve Çin kar­ şıtı bir politika güden Pibul, Amerika Bir­ leşik Devletleri'ne yaklaştı ve 1954'teTay­ land Güney-doğu Asya antlaşması örgütü'nün (SEATO) etkin bir üyesi oldu ve paktın merkezi Bangkok'a yerleşti. Gene­ ral Sarit Thanarat'ın 1957 hükümet dar­ besi Pibul'un siyasal yaşamına son ver­ di. 1958’den ölümüne kadar (8 aralık 1963) Sarit Thanarat devrimci partiye yas­ lanarak yeni bir monarşik anayasa hazır­ lamaya girişti. Ardılı general Thanom Kit­ tikaçorn onun amerikancı ve antikomünist politikasını sürdürdü. 1962'den beri süren silahlı komünist hareket, Pathet Lao'nun da desteğinden yararlanarak ülkenin kuzey-doğu’sunda yerleşti. Komünist geril­ la hareketinin gelişmesi karşısında Ame­ rika Birleşik Devletleri, 1962’den beri ayaklanmanın bastırılması için Bangkok hükümetine yardım etmektedir; bir yan­ dan “ hızlandırılmış tarımsal gelişme prog­ ramı" çerçevesinde isyancı bölgelerin ekonomik gelişmesine yardımcı olurken, bir yandan da ordunun ve polisin güçlen­



lopburi'deki Vat Prang Sam Yot'un tapınaklarından biri (XI. yy. ?)



dirilmesine katkıda bulunmaktadır; ayrıca askeri üslerini çoğaltmıştır (ocak 1967). Böylece Tayland, Amerika Birleşik Dev­ letlerinin yanında yavaş yavaş Vietnam savaşina bulaştı. Diplomatik ilişkilerin kopmasına yol açan Kamboçya ile sınır anlaşmazlığı (1958-59) ve sınırın kapatıl­ ması (1961) aynı zamanda birçok olaya yol açtı. 1963’ten sonra yönetimi elinde bulun­ duran askeri hükümet durumu o kadar kötü yönetmeye koyuldu ki, aynı dönem­ de derin toplumsal değişimler ülkeyi olumsuz yönde etkilemeye başladı. 1969' da, general Thanom Kittikaçorn politika­ sını demokratikleştirmeyi kabul etmek zo­ runda kaldı. Bununla birlikte 17 kasım 1971'de Parlamento feshedildi ve hükü­ metin yerini bir askeri yönetim aldı. Bu yö­ netimin başında 1972 kasımından başla­ yarak birçok öğrenci ayaklanmasını gö­ ğüslemek zorunda kalan general Kittika­ çorn ile general Prapas Çarusathlen bu­ lunuyordu. Ayaklanmaların bastırılmasın­ da şiddete başvurulması, 14 ekim 1973'te askeri rejimin düşmesine yol açan bir pro­ testo dalgasını doğurdu. Bunun üzerine, kral, Bangkok Üniversitesi rektörü Sanya Dharmasakti'nin başkanlığında geçici bir hükümet oluşturdu. Yeni hükümet, 1974' te, ekonomik, toplumsal ve siyasal buna­ lımı göğüslemek zorunda kalırken, Tayland Komünist partlsi'nin yürüttüğü geril­ la hareketi de gelişti. 8 ekim 1974'te ilan edilen yeni Anayasa kralın ve Parlamen­ to'nun yetkilerini artırırken hükümetin yet­ kilerini kıstı. Ocak 1975 milletvekili seçim­ lerini, Başbakan seçilen ve bir azınlık ko­ alisyon hükümeti kuran Seni Pramoj'un demokrat partisi kazandı (72 sandalye); kardeşi Kukrit Pramoj, martta onun yerini aldı. 1976 ekiminde amerikan üsleri boşaltıl­ dığı sırada, askeri cuntanın başkanı ami­ ral Sangad Çaloryu iktidarı ele geçirdi, Thanim Kraiviçien'in yerine hükümetin ba­ şına geçti; bunun üzerine kral Bhumibol baskıcı tipte yeni bir Anayasa ilan etti (22 ekim 1976). 11 kasım 1977'den başlaya­ rak Kampuçya ile sınır çatışmalan artar ve komünist gerilla hareketi güçlenirken, Sangad Çaloryu, Başbakanlığa general Kriangsak Çamanand’ın getirilmesini sağladı. Yeni Başbakan Kampuçya'nın Vi­ etnam tarafından saldırıya uğramasından ve kampuçyalı ve vietnamlı mültecilerin kitle halinde Tayland'a gelmesinden do­ ğan sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. 1980'de istifa eden Çamanand'ın yerini general Prem Tinsulanond aldı. 1981'de bir süre yerini general Sant Çitpatlma'ya bırakmak zorunda kaldıysa da, yönetime tekrar el koydu. Ancak durum gerginliği­ ni korudu. 1983’te meclis feshedildi. Se­ çimlerden sonra Prem Tinsulanond yeni bir hükümet kurdu. Temmuz 1986'da ya­ pılan seçimlerde en çok oyu Demokrat parti aldı. Hükümeti gene general Prem kurduysa da başarılı olamadı. 1988'de yapılan erken seçimleri Tay ulusu partisi kazandı, Demokrat parti üçüncü parti du­ rumuna düştü. Tay ulusu partisinin baş­ kanı Çatiçay Çunhaven başbakan oldu (1966'dan beri ilk sivil başbakan). Şubat 1991'de yeni bir darbeyle (1932'den beri 17.) yönetime el koyan general Sunthorn Kongsompong yönetimindeki askeri cun­ ta kral tarafından da desteklendi. Aralık 1991'de yeni bir anayasa 1978 anayasa­ sının yerini aldı. Mart 1992'de yapılan bir ölçüde serbest seçimleri askerleri tutan parti kazandı. Cuntanın kuvvetli adamı general Suçlnda Krapayun ordudan ayrı­ larak hükümeti kurdu. Fakat mayıs 1992' de Bangkok'ta patlayan ve pek çok kişi­ nin ölümü veya kaybolmasıyla sonuçla­ nan ayaklanmanın şiddetle bastırılmasın­ dan sonra S. Krapayun haziran 1992'de istifa etmek zorunda kaldı. Aynı yıl ekim ayında yapılan seçimlerden sonra kuru­ lan beş partili koalisyonun lideri başba­ kan Çuan Leekpai, ülkede demokratik yönetimi yerleştirme çabasına girişti.



SAVUNMA Kampuçya'yı bir süre işgal eden Viet­ nam'ın ve komünist gerillanın tehdidi al­ tındaki Tayland, ABD'nin yardımıyla bü­ yük bir askeri güç beslemekteydi. Sa­ vunma bütçesi ( 1983'te 1,5 milyar dolara yükseliyordu) 235 (XX) kişilik bir orduyu amerikan ve İngiliz silah ve gereçleriyle donatma olanağı sağlamaktaydı. • Kara kuvvetleri (190 000 kişi), 4 askeri bölgeye dağıtılmış durumda, biri zırhlı ol­ mak üzere 12 tümen ve 19 tugaydan olu­ şur. 200 M-41 orta tankı, 150 "Scorpion" hafif tankı ve 340 M-113 zırhlısı vardır. Ayrıca, 80 uçaklık ve 100 helikopterlik bir hava gücü bulunmaktadır. • Hava kuvvetleri (43 000 kişi), çoğunlu­ ğu kontrgerilla için olmak üzere 175 sa­ vaş uçağına ve 40 helikoptere sahiptir. • Deniz kuvvetleri (50 000 kişi), 6 firka­ teyne ve "Gabriel" ve "Exocet" füzeleriyle donatılmış 6 hücumbota sahiptir. Yardım­ cı askeri kuvvetler çoktur ve çeşitlidir.



EDEBİYAT En eski metinler, özellikle mezar yazıt­ ları Suhotai dönemine kadar uzanır; bun­ ların en ünlüsü siyam yazısının kökeni sa­ yılan harflerle kazınmış, kral Rama Kamheng'ln mezar taşıdır (1292). Bu yazıtta buddhacılığın önemli yer tuttuğu, babaerkil bir rejim altındaki Taylar'ın yaşamı an­ latılır. Siyam dilinde yazılmış ilk kitap Trai Phum (Uç dünya, 1345), kral Li Thay’ın yazdırdığı bir buddhacı evrenbilim kitabı­ dır. Ayuthia döneminde (1350-1767), Sa­ ray'da gelişen edebiyatın özelliği, biçim olarak tarihler, yasalar, vaazlar dışında, manzum yapıtların çok oluşudur; içerik olarak da, genellikle buddhacılıktan etki­ lenmiş öğretici ya da ahlaki öyküler sözkonusudur. Ama aynı dönemde, Ayuthia' nin Blrmanlar tarafından 1767'de yakılıp yıkılması, yapıtların tam bir dökümünün yapılmasını, tarihlenmesini ve hangi yaza­ ra ait olduğunun kesinlikle söylenmesini olanaksız kıldı. Geleneğe göre, ilk şiirler arasında şunlar sayılabilir: XIV. yy.'dan 1932’ye kadar memurların bağlılık yemi­ ni sırasında okunan, brahman eşinil bir tö­ ren metni olan Ongkarn Çaeng Nam (Su­ ya karşı İlenmeler); XV. yy.’a ait on büyük catakanın (Buddha'nın önceki yaşamla­ rının öyküleri) sonuncusu Mahaçat Hamluang ve kahramanının adını taşıyan uzun, trajik bir aşk şiiri olan Phra La Ayuthia edebiyatının altın çağı XVII. ve XVIII. yy.'a rastlar. Phra Narai’nin saltanat döneminden (1657-1688) kalanlar arasın­ da şunlar sayılabilir: Panrıasa catakalardan (buddha dinsel kurallanna ait olma­ yan 50 cataka) alınma manzum masal­ lar: Samutthahot ve Sua Ho (Kaplan ile öküz); nesir biçiminde kısa bir Ayuthia Kroniğide yazmış olan krallık müneccimi­ nin şiirsel kitabı Çindamani; Kamsuan Sri Prat (Sri Prat’ın yakınmaları) adlı ünlü nirat (ayrılık şiiri) ve yılın bayramlannın be­ timlenmesine aşk üzüntülerinin de katıldı­ ğı şiir Thavathotsamat (On iki ay). Prens Thammathibet'in (1732-1755) in­ ce doğa betimlemesiyle dolu şiirleri ve Gemici şarkıları (He Rua), yine tayland edebiyatının büyük klasiklerinden biri olan inao (krallık tiyatrosuna uyarlanmış bir ca­ va efsanesi) XVIII. yy.'ı doldurtur. Bu saray edebiyatına koşut olarak yüzyıllardan beri süregelen dinsel ya da dindışı başka me­ tinlerin de bulunması gerekir. 1767 yılın­ daki birman istilası ülke edebiyatının ne­ redeyse tümüyle yok olmasına neden ol­ duysa da, eski yapıtlann genellikje değiş­ tirilerek yeniden yazılmasıyla, özdeş tema­ ların işlenmesiyle ve yeni yapıtların orta­ ya çıkmasıyla kısa sürede bir yeniden do­ ğuşa tanık olundu. Kral Thbnburi (öl. 1782) din, tarih ve hukuk metinlerinin ye­ niden yazımına girişti ve ulusâl kültürün bir parçası olan Ramakien'ın (hintçe Ramayana'nın taycaya uyarlanmış biçimi)



parçalarını birleştirdi. Rama I (1782-1809) Ramakien öykülerinin tam metnini yazdı, 1798'de bitirdi ve krallığı sırasında Samkok adlı çin tarihsel romanının çevirisi ya­ pıldı. Rama II (1809-1824) inao'nun ve Ra­ makien öykülerinin yeni bir yazımını ha­ zırladığı gibi halk tiyatrosu için oyunlar da yazdı; Phra Aphaimani’nin (50 000 dize) ve çok güzel ayrılık şarkılarının yazarı Sunthon Phu'nun da (1786-1855) araların­ da bulunduğu şairler komitesine ünlü Hun Çang Hun Phaen masalını yeniden yaz­ dırdı. Rama III döneminde (1824-1851) bonzu prens Paramanuçit (1790-1853), Buddha ve tarih efsanelerinden önemli bir şiirsel yapıt çıkardı, ondan sonra nesir ola­ rak Ayuthia’nın kısa tarihi'ni yazdı. Mongkut (1851-1868) ve Çulalongkorn (1868 -1910) dönemlerinde Batı ile ilişkilerin ge­ lişmesi ve tipografinin ülkeye girmesi ede­ biyatı değiştirip çerçevesini genişletti ne­ sir yaygınlaştı ve ilk dergiler ortaya çıktı. 200'den fazla kitabın yazarı olan prens Damrong adlı bilgin, eski elyazmalarını bastırdı ve sözlü edebiyatı yazıya geçirtti. Vaciravudh (1910-1925) Batı dan gelen ye­ ni edebiyat biçimlerini öne çıkardı ve Sha­ kespeare, Molière ve Labiche’i uyarladı. Eğitimin de gelişmesiyle yazarlar çemberi genişledi, basın roman, makale, hikâye yayımlamaya başladı: 1929'da Akat Damkoeng'in (1905-1932) Théâtre de la vie (fr. çev.) ile ve 1930'da taylandlı ilk modern kadın romancı Dokmasot'un (1906-1963) Quelqu’un de bien (fr. çev.) adlı romanıy­ la batı tipi roman kendini kabul ettirdi, ikin­ ci Dünya savaşı'ndan önce, Sri Burapha, Malai Çuphinit (1906-1963) gibi yazarlar yapıtlarına sosyopolitik düşünceler soktular M. R. Kukrit Pramoj (doğm. 1911) Quatre Règnes (fr çev.) [1953] ve Bambou rouge (fr. çev.) [1954] gibi toplumsal romanlar yayımladı. Çok başarılı kadın yazarların (Suvanni Suhontha [doğm. 1933], Botan [doğm. 1945], Krisna Asoksin [doğm. 1931]) kalem oynattığı roman alanı, büyük bir okuyucu kitlesine sahip olurken, şiir de Angkarn Kalyanapong (doğm. 1926) ve Naovarat Pongpaibun (doğm. 1939) tara­ fından en iyi biçimde temsil edildi. 1977’ den bu yana, edebiyat eleştirisi Lok Nangsu (Kitap dünyası) dergisinde başarıyla sürdürülmektedir. A R K E O L O Jİ V E SAN AT



Çinhindi'nin orta kesiminde tay krallık­ larının kuruluşuna bağlı olarak ancak XIII. yy.'dan itibaren gelişme gösteren gerçek anlamda tayland sanatı -ya da siyam sanatı- yine de, kabaca günümüzdeki Tay­ land'a denk düşen ülkenin uzun sanatsal geçmişinin değişik düzeylerde mirasçısı durumundadır Yeni keşifler, bir yandan bu geçmişin zenginliğini ve karmaşık niteliği­ ni gözler önüne sererken, öte yandan tek­ nik alandaki bazı değişmez noktaları or­ taya çıkardı: kaya resminin, grafik anlatı­ mın ve çoğu kez ateş sanatlarıyla (sera­ mik, bronz) ilişkili olarak modlajıri (yalan­ cı mermer) önemi. Hintlileşme sürecinin başlangıcından (yaklş. IV. yy.) itibaren, buddhacılığın (özelikle "Küçük taşıt" de­ nilen theravada) başlıca esin kaynağı ol­ duğunu da belirtmek gerekir. Tayland sa­ natında, tarihçilerin benimsediği bölüm­ lemeden yola çıkılarak dokuz evre tanım­ lanabilir. Art arda gelen ya da az çok çağ­ daş olan bu evreler birbirlerinden, tarihi ve coğrafyayı olduğu kadar üslupları da göz önünde tutan değerlendirmelere gö­ re ayırt edilirler. • Tarihöncesi ve öntarih (i. S. I. ve II. yy.’la­ ra kadar). Tarihöncesi endüstriler Yontmataş döneminden başlayarak iyi temsil edil­ mekle (Hvee Noi vadisi; K. kaya sığınağı) birlikte mikrolitlere rastlanmaz. Nekropolislerde (Yenitaş sonu ve Tunç çağı) bol miktarda ve özgün nitelikte çanak çömlek ele geçirildi: yanlış bir biçimde çin tiple­ riyle özdeşleştirilen Ban Kao (Kançanaburi ili) üç ayaklı kapları; önceleri kazılı, ar­ dından boyalı (en ayırtedici olanları bun­



lardır) bezekli Ban Çieng (Udon Thani ili) ve K. -D. bölgesi (I. binyıl, bir ölçüde Döng Son sanatıyla ilişkili son evre bronzlarıyla birlikte) çanak çömleği. Ban Don Ta Phet (Kançanaburi ili) ve Hok Phlap (Ratburi ili) nekropolisleri de Son Tunç çağına aittir; bunlardan ilki Hindistan'la, İkincisi de Gü­ ney Çin denizi'nin çevresindeki ülkelerle ilişkilerin varlığını ortaya koydu. • İlk tarihsel dönem (yaklş. III.-VI. yy.). Hint dünyasıyla ilişkilerin güçlenmesi ve doğu ülkelerinin etkisinin zayıflaması, büyük bir olasılıkla çin metinlerinde sözü edilen ilk prenslikler dönemine rastlar. Mekong hav­ zasında görülen etkinlik yarımadaya doğ­ ru yayılır: hint (özellikle Andhradeşa) kö­ kenli heykeller ve kült eşyalarının yanında bazen hellenistik ya da roma bronzlarına, takılarına ve mühürtaşlarına rastlanır. Buddha'nın ve kimi tanrıların yörede ger­ çekleştirilen ilk heykelleri (taş, bronz) bü­ yük bir olasılıkla V.-VI. yy.'lardan daha ön­ cesine uzanmaz. Çoğu kez yeniden kul­ lanılmış olan yalancı mermer ve pişmiş toprak parçalar (U Thong), günümüze ulaşamamış bazı yapıların varlığını kanıt­ lamaktadır. • Dvaravati sanatı (yaklş. VII.-XI. yy.). Öz­ de buddhacılıkla ilgili olan ve ikonografi­ sinin özgünlüğü ve geniş etkisiyle dikkati çeken bu sanat, coğrafi, hatta tarihsel sı­ nırları bilinmeyen Dvaravati mon krallığı' na kesin bir biçimde mal edilememekte­ dir. Mimarlık (yalancı mermer kaplı tuğla, daha ender olarak da laterit: değişik plan ve boyutlarda stupa ve teraslar) iyi bilin­ memekle birlikte (siupa'ların üst bölümle­ ri tümüyle yok olmuştur), genelde daha iyi korunmuş olan süslemeler (yalancı mermer, daha ender olarak pişmiş toprak) halkında daha çok bilgi vardır. Bunların büyük bir bölümü figüratiftir: Buddha ve tanrı tasvirleri, cataka sahneleri vb. (Nahon Pathom, U Thong, Ku Bua vb.). Hey­ kel sanatında "avrupa” ya da "hin t" tar­ zında, ayakta ya da oturan Buddha hey­ kellerinin (taştan, kimi kez dev boyutlarda; bronzdan) yanı sıra bazı güzel brahman idolleri de (özellikle Vişnu) yer alır. Ender olmakla birlikte kabartmaların hemen hepsi yüksek bir plastik niteliktedir. He­ men her yerleşmede bulunan (yaklş. VIII. -IX. yy.) taştan büyük Yasa tekerleri (buddhacı öğretinin simgeleri) ile K. -D. sanatı­ na özgü (Muang Fa Det) oldukları sanı­ lan üzeri figürlerle kaplı büyük steller, khmer baskısı altında (XI. yy. ve devamı) hızla gücünü yitiren bu sanata özgü ya­ pıtlardır. Zayıflamasına karşın Dvaravati sanatı yüzyıllar boyunca ikonografiyi ve teknikleri etkilemeye devam etmiştir. • Şrivicaya sanatı (yaklş. VIII.-XIII. yy.). Da­ ha ilk evreden başlayarak deniz yoluyla gelen önemli katkılarla kendini belli eden Tayland yarımadası sanatı için geleneksel olarak bu terim kullanılır. Endonezya'daki Şrivicaya krallığı nın genişlemesiyle (VIII. -XIII. yy.) Tayland yarımadasında, özellik­ le mahayanaya özgü ve doğrudan Şailendra hanedanı sanatına bağımlı olan, ancak, özgün nitelikler gösteren bir sanat gelişti. Bu sanattan günümüze tuğladan yapılmış birkaç yapı kalıntısı (Çaiya: Çedi Vat Keo; büyük ölçüde elden geçirilen Phra Boromathat Çaiya; vb.) ile çoğu kez olağanüstü güzellikte olan heykeller (özel­ likle bronz: Çaiya'daki Avalokiteşvara) ulaşmıştır. • Lopburi' sanatı (yaklş. VII.-XIII. yy.). Bu ad Lopburi'nin Khmerler tarafından işga­ lini (XI. yy. ve devamı) hatırlatmakla birlik­ te, aslında, buddhacı (daha çok mahayana buddhacılığı) ya da brahmancı khmer sanatını (ya da “ khmerleşmiş" sanatı) be­ lirtmektedir. Önceleri doğu bölgesiyle (Korat yaylası, Mun vadisi) sınırlı kalan bu sa­ nat, daha sonra, Khmerler’in Menam hav­ zasında ilerlemelerine koşut olarak, doğu­ dan batıya doğru yayıldı. Mimarlık, kampuçya mimarlığıyla doğrudan bağlantı­ lı olmakla birlikte, tuğla kullanımı ve yalan­ cı mermer süsler (tuğla ya da laterit üze­ rine) ağır bastı. Yaklaşık VIII.-IX. yy.'larda



Sı Thep (taş) ve Prahon Çaı (bronz) hey­ kelleri dikkate değer bir özgünlük ve gü­ zelliğe ulaştı. Jayavarman VII zamanında (1181-1218'e doğr.) ve Bayon khmer üslu­ bunun doğrudan etkisiyle en yüksek ge­ lişme düzeyine ulaşan Lopburi sanatı, da­ ha sonra, khmer egemenliğinin sona er­ mesiyle (1250'ye doğr.) birlikte, birkaç dik­ kat çekici Buddha heykeliyle ve Ayuthia dönemi mimarlığının en belirgin özellikle­ rinden biri haline gelecek prang formü­ lünün ortaya çıkmasıyla (Lopburi; Vat Pra Si Ratana Mahathat, XIII. yy.) yeniden öz­ gün bir nitelik kazandı. K.-D.'da, "Lopburi” gelenekleri XVII. ve XVIII. yy.'lara dek var­ lığını sürdürdü (Prasat Muang Thi ve Se Ör, Surin ili). • Suhotai" sanatı (1250’ye doğr. -XV. yy.).



“ yürüyen" Buddha ve Yeryfeü'nü tanık gösteren oturan Buddha Suhotai harabelerinde bulunan yüksekkabartma ve heykel XIII.-XIV. yy.



TAYLAND ARKEOLOJİSİ VE SANATLARI



Çiangmai'deki Çedi Çel Yot’un yalancı metmer süslemelerinden bir gürünüm



kral Naresuen’in Birmanlar’ı yendikten sonra 1593'te Ayuthia’da yaptırdığı Pra Çedi Çai Mongkon Ayuthia sanatı Htnz



abhayamudra hareketini yapan ayakta Buddha boyalı ağaç, bronz Bangkok okulu, Rattanakosin dönemi Ulusal müze, Bangkok Ip s



Zachary Taylor



Suhotai krallığı ile doğrudan ilişkili olan bu sanat, tarihleri oldukça kesin bir biçimde saptanmış ilk gerçek tay sanatıdır; özel­ likle heykelcilik alanında etkisi, krallığın sü­ resini fazlasıyla aşmıştır. Hükümdarların dindarlığının teşvik ettiği bu sanat, yalan­ cı mermerin önemli bir rol oynadığı din­ sel yapıların bolluğu ve çeşitliliğiyle dik­ kati çeker (Suhotai, Si Sacçanalai, Kampheng Phet). Duvar resimlerinden geriye fazla bir şey kalmamasına karşın, yüksek bir tinselliği yansıtan heykeller (özellikle bronz) estetik güzellikleri ve yetkinlikleriyle dikkati çeker ("yürüyen" Buddha). Çinli çömlekçilerin mirasından yararlanan se­ ramik sanatında, geniş çapta ihraç edilen (Doğu ve Uzakdoğu) güzel ve özgün ürünler ortaya kondu (Savankalok, Çalieng: seladonlar, sırlı greler vb.). • Lan Na ya da Çiangmai' sanatı (yaklş. XIII.-XIX. yy.) Kısmen 1292’de fethedilen Haripuncaya (bugün Lamfun*, kendi öz sanatıyla: Vat Kukut) mon krallığı toprak­ ları üzerinde kurulan eski kuzey krallığı­ nın sanatıdır. Büyük ölçüde pala sanatı­ nın etkisi altında kalmış bir buddha hey­ kel üslubunun (bronz heykeller) XI. yy.’a doğru merkezi olduğu düşünülen (bu ge­ leneğin doğruluğu kanıtlanamamıştır) Çieng Sen kentinin adıyla, "Çieng Sen sanatı" olarak da anılır. XIV. yy.’dan baş­ layarak Suhotai sanatının güçlü etkisine maruz kalan bu sanat çok geçmeden yoz­ laştı. Oldukça güzel yalancı mermer ka­ bartmalarla süslü yapılar (Çiangmai: Çedi Çet Yot, 1450’ye doğr), değişik etkileri (özellikle Birmanya etkisi) yansıtır. Büyük manastırlardaki ahşap yapılar (XIX. yy.) ve ağaç oymalar, çoğu kez dikkate değer bir güzelliktedir. Seramik, Suhotai sanatına bağımlıdır (Sankampheng). • Ayuthia* sanatı (1350’ye doğr.-1767). Krallığın ulusal birliği sağlamasıyla birlik­ te, daha önceki sanatların bir sentezine gi­ dildi. Bunun ardından, soğuk bir akade­ micilikle dikkati çeken özgün bir üslup ge­ lişti. XIII.-XV. yy.’larda özellikle Buddha heykelleriyle temsil edilen U Thong üslu­ bu, bireşimin çeşitli öğelerini oldukça iyi yansıtır: Dvaravati, Lopburi (daha fazla), Suhotai (sonuçta baskın çıkan etki) sanat­ ları. Aynı eğilimleri ortaya koymakla birlikte mimarlık, prang ve sfupa'ların giderek da­ ha özgün biçimlere doğru gelişmesi (Vat Çai Vatthanaram, 1630; Vat Phu Hao



ma işlemlerinde kullandı. Yine bu yapıtın­ Thong, 1745 vb.) ve büyük “ klasik” ma­ nastırların inşa edilmesiyle ayırt edilir (bu da şu konuları ele aldı: diferansiyel denk­ lemlerin tekil çözümlerinin belirlenmesi, manastırların çoğu Ayuthia’da 1767 yağ­ değişken değiştirme problemi, salınım, masında yerle bir edildi, fakat taşradakivurum ve eğrilik merkezlerinin belirlenme­ ler varlıklarını sürdürdü). Heykel sanatı si ve titreşen tel. Bir fonksiyonun seri ha­ (bronz, taş, yalancı mermer) bazen bas­ makalıp ve yapmacıklı gözükse de (XVII. lindeki bir açılımına onun adı verildi. -XVIII. yy.’ların süslü buddhaları), uzun sü­ T a y lo r a e ria l. Mat. çözlm. z0 merkezli re İlgisiz kalınmayı hak etmemiştir. Son za­ bir daire üzerinde holomorf olarak verilen manlarda yapılan araştırmalarla daha iyi bir t fonksiyonu için tanınan resim (özellikle duvar resmi), "si­ yah ve yaldızlı” lakalar gibi, sağlam bir 2 • U - z „)n süsleme anlayışı ile yaşamın eleştirel göz­ n-0 lemini bir araya getirerek, bilgili bir sana­ tam serisi, burada a„ = — f-n,UA dir, tın tüm kaynaklarını göz önüne sermek­ n ı tedir. bu, D üzerinde yakınsak olan, toplamı t • Bangkok sanatı (XVIII. yy. sonundan ye eşit biricik seridir. Daha belirgin biçim­ günümüze; Rattanakosin dönemi, 1782 de bu, z0 noktasında f ye eşlik eden Tay­ -1910). Başkentin kısa bir süre için Thonlor serisi adını alır. Gerçek sayılar halinde, buri’ye taşınması (1767-1782) gelenekler­ f nin Taylor-Young açılımı elde edilir. le hiçbir kopukluğa yol açmadığından, Bangkok sanatı, Ayuthia sanatının doğru­ ■ T A Y L O R (Zachary), amerlkalı siyaset dan mirasçısı sayılır, ilk üç hükümdarlık adamı (Montebello, Orange County, Vir­ ginia, 1784 - Washington 1850). General; döneminde görülen yoğun sanatsal etkin­ Meksika’ya karşı savaşta Louisiana ve Telik (mimarlık, resim), XIX. yy.’ın ikinci çey­ xas’ta komutanlık yaptı, Monterey'I aldı reğinde ortaya çıkan belli bir çin hayran­ lığına (Thonburi: Vat Raça Orot) ve iko­ (eylül 1864), Buena Vista’da Santa Anna’yı nografi alanında yeni arayışlara karşın, çayendi (şubat 1847); bu başarıları ABD Başkanlığına seçilmesini (1848) sağladı. tışmasız bir gelişmeye tanıklık eder. Batı Koleradan öldü. kültürüne hayran bir akılcı olan Rama IV’ ün hükümdarlığından (1851-1868) başla­ TA Y LO R (Torn), İngiliz yazar (Bishop W e yarak, Batı’nın etkisi giderek belirginleşti armouth, Durham, 1817 - Wandsworth (resim, mimarlık). Özellikle başkentte ye1880). Hukukçuydu. Sağlık bakanlığı'nda niklasik ve yenigotik üsluplarda yapılar in­ müsteşarlık (1854-1871) yaptı, mizah der­ şa edilirken, diğer bazı anıtlar yeni eğilim­ gisi Punch"ı (1874) çıkardı, toplumsal içe­ lerle geleneğin bir sentezini sundu (V. hü­ rikli aile güldürüsünün yaygınlaşmasını kümdarlığın başlıca mimarı ve sanatçısı sağladı (Our American Cousin, 1858). olan prens Naris’in Bangkok'ta yaptığı Vat Bençamabopit ya da “ mermer tapınak” ). ■TAYLO R (Frederick Winslow), amerikalı mühendis (Philadelphia 1856 - ay. y. Bu melez mimarlığın ilgi uyandırmaya de­ 1915). Önce Philadelphia’da küçük bir vam etmesine karşın, yeni yapılan bina­ ların çoğu dünyadaki büyük mimarlık makine atölyesinde çıraklık yaptı, 1878’de akımlarına uyar. Diğer sanatlar için de ay­ Mldvale Steel Co.'ya girdi, burada bir işin nı şeyi söylemek mümkündür. Bu eğilim, yapılması İçin geçen zamanı hesapladı. 1943'te Silpakorn Güzel sanatlar üniverKronometreyle ölçme sistemini geliştirdi. sitesl’nln kurulması ve genellikle Batı'da Bunu, işçi için eğitici bir araç ve zaman yetişmiş olan hocaların dersleriyle daha ölçme yöntemi haline getirdi. Süreler, be­ lirli bir işteki yetenekli bir işçinin çalışması da belirginleşmiştir. örnek alınarak hesaplanıyordu. Taylor, iş­ T A Y L A N D k ö rfe z i, esk. Siyam körfe­ çinin emeğini karşılayan ve onu çabasını zi, Güney-doğu Asya'da körfez, Güney sürdürmeye teşvik eden bir ücret sistemi Çin denizi'nde, B.'da Malezya, K.'de Tay­ saptadı. Araştırmaları, "taylorizm- " diye land, D.’da Kampuçya ve Câ Mau çıkıntı­ anılan bir ilkeler ve yöntemler bütünü ha­ sıyla sınırlandığı Vietnam arasında. line geldi. Manifacturing investment Co.'daki kısa bir deneyimden sonra Beth­ T A Y L A R , Tayland, Kuzey Birmanya (Çanlar), Laos (Laolar), ve Güney Çin'in lehem Steel Co.’da çalışmaya başladı. Bu çoğunluktaki halkı; yaklaşık 60 milyon nü­ sırada hızlı kesme çeliğini, daha genel fus. Çin'den Güney-doğu Asya'ya gelen, adıyla "hız çeliği"ni keşfetti (1900). Bunun brahmancılıktan etkilenmiş buddhacılar dışında, peletleme, kayışla aktarma vb. gi­ bi birçok teknik geliştirdi. Başlıca yapıtla­ olan Taylar, animist inançlarını (“ phi” tipi) rı: Shop Management (İş İdaresi) [1903], korurlar. Genellikle, toplumları babaerkil ve tekeşlidir. Principles of Scientific Management (Bi­ limsel yönetimin ilkeleri) [1909). TAYLAŞAN a. (ar. taylaşan). Esk. giy. 1. T A Y LO R (Griffith), önce avustralyalı, Sarığın omuza sarkıtılan ucu. (Ulemadan olanlar başlığın, kadiri tarikatı şeyhleri ta­ sonra kanadalı olmuş İngiliz kökenli coğ­ cın sol yanından; mevlevi tarikatından rafyacı (Walthamstow 1880 - Sydney olanlarsa sikkenin arka tarafından tayla­ 1963). Scott'la birlikte Antarktika seferine şan bırakırlardı. Genellikle uzunluğu 20 katıldıktan sonra (1910-1912) Avustralya' cm'yi geçmezdi, yalnız mevlevilerinki 35 ya yerleşti ve ülke nüfusunun artırılmasın­ cm'ydi.) [Dalyasan da denirdi.) —2. Ba­ da çevrenin getirdiği sınırları ortaya koy­ şa ya da boyna sarılan şal. masıyla kendini tanıttı. Bir basın kampan­ yasının kurbanı olarak Sydney ÜniversiteTA Y LO R , ABD’de (Michigan) kent, Det­ si'nden ayrılıp Toronto Üniversitesi'ne roit yerleşmesinin güney-batı'sında; 77 geçti. Avustralya coğrafyasını yarattıktan 500 nûf. sonra Kanada coğrafyasının doğmasına T A Y LO R (Jeremy), anglikan dinbilimci katkıda bulundu. (Cambridge 1613 - Lisburn, İrlanda, TA Y LO R (Maxwell Davenport), amerikalı 1667). Charles II döneminde Dublin Üni­ general (Keytesville, Missouri, 1901 - Wa­ versitesi şansölye yardımcısı ve Down ve shington 1987). Topçuydu, 1942’de hava Connor piskoposu oldu. Hitabet yetene­ birliklerine geçti, Normandiya'da kendini ği ve bilgisi nedeniyle kendisine “ dinbitanıttı (1944), daha sonra Arnhem'de bir limcilerin Shakespeare'i” adı verildi. paraşütçü tümenine komuta etti. VIII. or­ ■ TA YLO R (Brook), İngiliz matematikçi dunun, daha sonra Kore’de amerikan (Edmonton 1685 - Londra 1731). Küçük kuvvetlerinin komutanı oldu, 1955'te ge­ soylular sınıfındandı, Royal Society'ye üye nelkurmay başkanı olarak Ridgway'in ye­ oldu (1712), zamanının bilimsel sorunla­ rine geçti ve kara kuvvetlerinin öneminin rını deneysel olarak inceledi ve yeni bir korunmasından yana çıktı. Çatışmaların perspektif kuramı geliştirdi En önemli ya­ sınırlandırılmasını savundu ve yoğun mi­ pıtı olan Methoaus ıncrementorum directa sillemeler kuramına karşı çıktı. 1959'da et inversa (1715) İle, sonlu farklar hesabı­ clsenhower tarafından emekliye ayrıldı. nın kurucuları arasında yer aldı; bu hesa­ 1961 'de Kennedy tarafından yeniden gö­ bı, serilerin içdeğer biçme ve toplam al­ reve çağrıldı, 1962'de kurmay başkanları



komitesi başkanı oldu. Saigon'da büyük­ elçilik yaptı (1964-65), Başkan Johnson' ın askeri danışmanlığına getirildi (1965 -1969).



[1959] ve Kleopatra (Cleopatra) [1963] onu uluslararası bir yıldız yaptı. 1967'de Kim korkar hain kurttan'daki (Who's Afra­ id of Virginia Woolf) [M. Nichols, 1966] ro­ lüyle en İyi kadın oyuncu Oscar'ını kazan­ dı. Bazı filmleri Hırçın kız (The Taming of the Shrew, 1967) [F. Zeffirelli], The Come­ dians (P. Glenville, 1967), Parıltılı gözler (Reflections in a Golden Eye, 1967) [J. Huston], Aşkı arayan kadın (Boom) [J. Losey, 1968], Gizli merasim (Secret Ce­ remony) [Losey, 1969], The Blue Bird (G. Cukor, 1976), il Giovane Toscanini/ Young Toscanini (F. Zeffirelli, 1988).



T a y l o r (Spangler A r l in g t o n B r o ­ u g h , R o b e r t — denir), amerikalı sinema oyuncusu (Filey, Nebraska, 1911 - Los An­ geles 1969). Sinemaya Handy Andy (D. Butler, 1934) ile başladı ve G. Cukor’un Kamelyalı kadın'ından (Camille) [1937] sonra zamanının jönprömiyesi oldu. Film üzerine film, kovboy filmleri, melodramlar ya da macera filmleri çevirdi: Three Com­ rades (F. Borzage 1938), The Crowd ro­ ars (R. Thorpe, 1938), Billy the Kid (D. Mil­ ■ TA Y LO R (Cecil Percival), amerikalı caz piyanocusu (Long island, New York, ler, 1941), Quo vadis (M. Le Roy, 1951), 1933). Aşırı bağımsız, daima sivri öncü bir Kara şövalye (ivanhoe) [R. Thorpe, 1952], piyanist olarak, hiç kimseninkine benze­ Kadınlar seferi (Westward the Women) [W. meyen sel gibi ve başdöndürücü bir ses A. Wellman, 1952], Son av (The Last dünyası yarattı. Onun müziği zaman için­ Hunt) [R. Brooks, 1956], The Law Jack de ve klavyenin tuşları üzerinde doruğa Wade (J. Sturges, 1958), Party Girl (N. ulaşan bir aşırı enerji düzenlemesidir de­ Ray, 1958). nebilir. Steve Lacy 1957'de, John Coltrane 1958'de, Archie Shepp 1960’ta, Albert ■ TA YLO R (Paul), amerikalı dansçı ve koAyler 1967’de, Mary Lou Williams 1977’de regraf (Allegheny, Pennsylvania, 1930). ve Max Roach 1979'da onunla unutulmaz M. Graham'ın kumpanyasına girdi (1955); yarışlara girdiler. Cecil Taylor’ın plakları orada Clytemnestra (1958), Alcestis arasında şunlar anılabilir: Indent (Çentik) (1960), Phaedra (1962) başta olmak üze­ [1972], Air above Mountains (Dağların üs­ re birçok balede başrol oynadı. Koregraf tündeki hava) [1976], Dark to Themselves olarak ilk yapıtını 1953’te verdi (Hoho Bal­ (Kendilerine karanlık) [1976], let), sora çeşitli kumpanyalarla çalıştı. Ça­ lışmalarında alışılagelenin dışında bir koT A Y L O R (Jonathan), İngiliz dansçı regrafi dili kullandı -bu alanda sürekli ha­ (Manchester 1941). Leonide Massine'nin rekete büyük bir önem verdi- ve müzik eş­ Balletto Europeo’sunda (1960), Amster­ liği konusunda özgün yenilikler getirdi dam Ballet'te (1960-61) ve Ballet Ram(kalp atışları). En ilginç yapıtları şunlardır: bert’de (1961'de başlayarak) dans etti. Four Epitaphs (Dört mezar kitabesi) Norman Morrice’in yapıtlarının (Conflicts [Anlaşmazlıklar], 1962; The Realms of [1956], Düet (Düet) [1957], Three Epi­ Choice, 1965; Hazard (Rastlantı), 1967; taphs (Üç mezar kitabesi) [1960], insects Blind-Sight [Kör bakış], 1969), John Chesand Heros (Böcekler ve kahramanlar) worth'unkilerin (Time Base, 1966; Pawn to [1961], Post Meridian (1965), Orbs (Küre­ King 5 [5. Krala köle], 1968); Embrace Ti­ ler) [1966] ve özellikle ilk olarak 1962 de ger and Return to Mountain (Kaplanı ku­ oynanan Piece Pierod ve Aureole. 1962' cakla ve dağa dön), 1968; Rag-Dances, de kendi kumpanyasını kurdu: Paul Tay­ 1971) ilk yorumunu yaptı. Koregraf olarak lor Dance Company. Oynadığı yapıtlar Diversities (Çeşitlemeler) [1966] ve Tis arasında şunlar sayılabilir: Agathe's Tale, Goodly Sport (O büyük eğlence) [1970], Private Domain ve Churcyard( 1969), Big Listen to the Music (Müzik dinlemek) Berta (1970), Guests of May (1972), No­ [1972] balelerini hazırladı. ah's Minstrels (1973). 1973'te dansı bıra­ kan Paul Taylor kendi kumpanyası için şu yapıtları hazırladı: Esplanade (1974), Runs (1975), Airs (1978), Diggity (1979), Arden Court (1981), Mercuric Tidings (1982), floses(1985), Kith and Kin (1987), Speaking in tongues (1989), Of bright and blue birds and the galasun (1990), Com­ pany S ( 1991), Fact and Fancy( 1991). ■ TA YLO R (Elizabeth), İngiliz asıllı amerikalı kadın sinema sanatçısı (Londra 1932). Film çevirmeye on yaşında F. M, Wilcox'un Korkusuz Lassie’si (Lassie Come Home) ile başladı. G. Stevens’ın A Place in the Sun (1951) adlı filminde oynadıktan son­ ra Hollywood'un en arandan yıldızların­ dan biri oldu ve şu filmlerde oynadı: Ka­ ra şövalye (ivanhoe) [R. Thorpe, 1952], Devlerin aşkı (Giant) [G. Stevens, 1956], Kızgın damdaki kedi (Cat on a Hot Tin Roof) [R. Brooks, 1958], J. Mankiewicz’in Bir yaz macerası (Suddenly Last Summer) Universalis



TAYLORİZM a. (amerikanca taylorism, F. W. Taylor'un adından). Taylor tarafından or­ taya konulan, bilimsel iş düzeni ve işin ye­ rine getirilmesi sürelerini denetleme sistemi. —ANSİKL Taylor'un, XIX. yy.'ın sonunda uygulamaya başladığı ve 1903'te (Shop Management [iş yönetimi]) ve özellikle 1909'da (Principles of Scientific Manage­ ment [Bilimsel iş yönetiminin ilkeleri]) ya­ yımlanan iki yapıtında sistemli bir biçim­ de açıkladığı bilimsel iş düzeninin ilkeleri üç ana fikir çevresinde toplanır: düzenle­ menin en önemli yanı işin hazırlanması­ dır (bu da zorunlu olarak tasarımla işin ye­ rine getirilmesi arasında köklü bir ayrım gözetilmesini gerektirir); el, kol ve beden hareketlerinde sistemli bir tasarruf sağlan­ maya çalışılmalıdır (böylece "one best way" [en uygun tek yol] bulunur); maki­ neden en yüksek ölçüde yararlanmalıdır. Günümüzde "taylorizm" sözcüğüne yük­ lenen aşağılayıcı anlam, onun bilimsel iş düzenlenmesi konusundaki bu katı görü­ şünden ve bunun aşırılık ve yetersizlikle­ rinden (işin küçük parçalara bölünmesi, sık sık işe gelmemeler vb.) kaynaklanmak­ tadır. Oysa, onun ana amacı -emeğin ve araçların en etkin bir biçimde kullanılma­ sı- geçerliğini korumayı sürdürmektedir. T a y lo r - L a g r a n g s fo rm ü lü . Mat çözlm. f, [a, a + h] doğru parçası üzerin­ de tanımlı, sürekli F fi")) türevlerini ka­ bul eden ve ]a, a + h[ üzerinde tanımlı bir türevi bulunan bir fonksiyon oldu­ ğunda, ]0, 1[ in en az bir 6 değeri için ger­ çeklenen fia + h) = Ra) + ^ - f'( a )



Eiizabeth Taylor ve Richard Burton yönetmenliğini Joseph Losey'in yaptığı Aşkı srayan kadın (1968) filminin bir sahnesinde



+—



in + 1 ) !



7 ELMEĞE.



—Esk. fiz. Gaz haline gelen. — Esk. tıp. Rih-i tayyar, gezici ağrı; roma­ tizma.



TAYYAR EFENDİ, türk matematikçi (öl. İstanbul 1899 ya da 1900). Mühendishanei mülkiye'yi bitirdi, aynı kurumda öğret­ menlik yaptı. Eğriler üzerindeki araştırma­ ları bilim çevrelerinde ilgi topladı. Başlıca yapıtları: İstinat duvarları, tstanik grafik, Mukavemet i ecsam, Mebhas-ı miyah.



T a y y a r Ma h m u t



p a ş a , türk yö­ netici (öl. Hacıoğlupazarcığı 1808). Selim III (1789-1807) ve Mustafa IV (1807-1808) dönemlerinde vali ve sadaret kaymakamı olarak görev yaptı. Selim III döneminde idama hüküm giydiyse de Kırım'a kaça­ rak kurtuldu. Mustafa IV tarafından bağış­ lanarak İstanbul'a döndü ve sadaret kaymakamlığına getirildi. Ancak, kısa süre sonra şeyhülislam Ataullah Efendi'nin kış­ kırtmasıyla görevinden alınarak Dimetoka’ya, oradan da Hacıoğlupazarcığı'na sürüldü, ikinci sürgün yerinde öldürülerek kesik başı İstanbul'a getirilip Eyüp’e gö­ müldü. Tayyar Mahmut Paşa'nın bir divançe tutacak kadar yayımlanmamış şiirleri vardır.



TAYYARAT, -tı çoğl. a. (ar. fayyâre’nin çoğl. tayyârat). Esk. Çalışmadan kazanı­ lan paralar. —ikt. tar. Belirli olmayan, saptanmamış gelir. (Sonradan hasılatı müteferrika adını aldı.) || Eyalet valileriyle sancak beylerinin yönetimleri altındaki halktan aldıkları ver­ gi. {Kapıaltı hâsılatı da denen bu vergi tahsiliye, cinayet işleyenlerden alınan cerime, voyvodolarla aşiret beylerinin verdikleri maktu vergi, armağan ve çeşitli resimler­ den oluşurdu.)



TAYYARE a. (ar. tayyare). 1 . Uçak. —2. Tayyare meydanı, havaalanı. —Dilbil. Tayyare kelimesi arapçada “ ça­ lışmadan, havadan gelen para" anlamın­ da kullanılmıştır. “ Uçak" anlamını ise türkçede kazanmıştır.



T ayyara a p a rtm a n la rı, Mimar Kemalettin Bev’in İstanbul Laleli'de gerçekleş­ tirdiği sosyal konutlar (1919-1922). Yangın sonunda evsiz kalan yoksul aileler için, Harikzedegân evleri adıyla, Laleli külliyesi'ne bağlı Koska medresesi’nin bulundu­ ğu yerde yapıldı. 1923'te Belediye'ye dev­ redilen yapılar 1926'da Türk hava kurumu’na verilince adları Tayyare apartman­ larına dönüştürüldü. Bu konutlar, kare planlı bir yapı adası üzerinde, ortaları avlulu, çatı aralarıyla bir­ likte altışar katlı, kareye yakın dört blok­ tan oluşur. 124 aile için, çağdaş toplu ya­ şamın tüm gereklerini karşılayabilecek bi­ çimde planlanmıştır, ilk uygulamada yal­ nız ön blokların zemin katında 25 dükkân yer alırken, daha sonra tüm blokların ze­ min katındaki daireleri dükkâna çevrilerek konut sayısı 114'e düşürülmüştür. Tayyare apartmanları düz kiriş ve kolonlardan olu­ şan inşaat sistemiyle İstanbul’daki ilk be­ tonarme yapılardır Bloklar tamamlandı­ ğında yangından zarar gören tüm aileleri barındıramayacağı düşünülerek açık ar­ tırmayla kiraya verilmiş ve büyük rağbet görmüştür Mimar Ertem Ertunga’nın plan­



larına göre yeni bir işlevle donatılarak res­ tore edilen Tayyare apartmanları, 1987’ den beri Ramada oteli olarak hizmet ver­ mektedir.



T ayy ara m a d a ly a s ı, Mehmet V (Re­ şat) döneminde, havacılığın gelişmesi ve ilk keşif uçaklarının alınması için açılan kampanyaya maddi ve manevi yardımda bulunanlara verilmek üzere altın, gümüş ve bakırdan bastırılan madalya (1911). Al­ tınları için elli, gümüşleri için beş kuruş be­ rat harcı alınıyordu. Yüz altından fazla yar­ dımda bulunanlar altın madalya ile ödül­ lendiriliyordu. Bu madalyaların gümüş ve bakırları takılmamak koşuluyla vârislere geçiyordu. TAYYARECİ a. Pilot. TAYYARECİ FETHİ B E Y -



FETHİ



B ey .



TAYYARECİLİK a. Esk. Pilotluk. TAYYARZADE AHM ET ATAULLAH ATA BEY (Ahmet Ataullah) Tayyarzade.



TA Y Y ETM E K g. f. (ar. fayy'dan). Esk. 1. Sarmak, sarıp dürmek. —2. Aşmak, geç­ mek. —3. Kesmek. —4. Kalclırmak, çı­ kartmak. TA Y Y İB, TAYYİBE sıf. (ar. (ayyib, dişi. tayyibe). Esk. iyi, hoş, güzel: Tayyib-i ha­ tır (gönül hoşluğu). Kelime-i tayyibe (gü­ zel söz). ♦ tayyibe a. iyi, güzel davranış.



T A YYİB (Abdullah ET-), sudanlı yazar (Damer 1921). Romanlar, klâsik üslupta denemeler, edebiyat eleştirileri ve gele­ neksel şiirler (la Nuit et les Etoiles [fr. çev.J, Échos du Nil [fr. çev.]) yazdı.



TAYYİBAT, -tr çoğl. a. (ar. tayyibe'nin çoğl. tayyibât). Esk. Güzel hareketler, iş­ ler: "H er dü-âlemde bulasın tayyibat" (Ahmedi, XIV. yy.), TAYYİBE - TAYYİB. TAYYÖR s. (fr. tailleur). 1. Terz. Terzilik mesleğinin, kalın kumaştan yapılan elbi­ se, tayyör ve mantoları hazırlama tekniğiy­ le ilgili uzmanlık dalı; bu tür giysiye veri­ len ad. —2. Tayyör ceket, kesimi erkek ce­ ketinden esinlenmiş tayyör yakalı ceket. || Tayyör yaka, ense katı yüksek tutulmuş önü yassı devrik yaka.



T A Z , Rusya'da kıyı ırmağı, Batı Sibir­ ya'da; 1 401 km. Yenisey'in B.'sındaki ba­ taklık ovada akar, Kara denizi kıyısında büyük bir girintide (Taz körfezi) son bulur.



T A Z A , Fas'ta kent, il merkezi, Taza koridoru'nda, Innauven uvedi tarafından akaçlanır. Rif ile Orta Atlas arasında; 95 800 nüf. Önemli muvahhid camisi. Batı Fas ile Doğu Fas arasındaki tek geçidin kentte olması, Taza'nın haraketli bir tarihi olmasına yol açmıştır. Ticaret merkezi. — Taza ili, Mulu’ya vadisinde, Orta At­ las'ta ve Doğu Rif'in kenarlarında uzanır' 15 465 km2; 704 000 nüf. (1989). TA Z AC C U - TADACCU. TA Z A C C U R -> TADACCUR. T À Z A D ÎT , Moritanya'da, içil Kediası'nda demir cevheri çıkarma merkezi. T A Z A L LÜ M a. (ar. tazallüm). Esk. 1. Zu­ lümden şikâyet etme, sızlanma, yakınma. —2. Tazallüm etmek, eylemek, sızlanmak, yakınmak. —3. Tazallüm-i hal, halinden sızlanma, şikâyet etme. TA ZALLÜ M A T, -tı çoğl. a. (ar. tazallüm' ün çoğl. tazallümât). Esk. Yanıp yakılma­ lar, şikâyetler. TA Z A M M U M a. (ar. zımn'dan tazammun). Esk. 1. Birçok şey arasında başka bir şeyi de içine alma, kapsama. —2. Tazammun etmek, içine almak, kapsamak. TAZAR R U , -u a. (ar. zurCT'dan tazarru'). Esk. 1. Yakarma, yalvarma: "Senelerce beklediği ruhunun tazarruuna cevap işte şimdi gelmiş, onu uyandırmıştı" (H. E. Adıvar). —2. Tazarru etmek, yalvarmak,



taziye yakarmak. —3. Tazarruda bulunmak, Tan­ rı'ya yakarmak. TAZARRUAT, -tı çoğl. a. (ar. tazarru“ un çoğl. tazarru'at). Esk. Yalvarmalar, ri­ calar. Ta zarru at-ı S inan P a ş a -> TAZARRU NAME.



TA ZAR R U N AM E a. (ar tazarruc ve fars. name'den tazarru'-nâme). Esk. Bir şey di­ lemek için yalvarıp yakararak yazılan tez­ kere, mektup vb. T a za rru n a m e , Sinan’ Paşa’nın (öl. 1486) yapıtı (1482’den az sonra; yeni ba­ sımı 1971). Türkçe dinsel lirik edebiyatın ürünlerindendir Tanrı'nın birliğini ve sahip olduğu nitelikleri açıklayıp onu över; insa­ nın Tanrı'ya kul olduğunu belirterek ona yakarır. Tanrısal aşkı dile getirir. Hz. Mu­ hammet’i, daha önceki peygamberleri, dört halifeyi, dört imamı, hadis derleyici­ lerini, şeyhleri, velileri anıp över. Öyküle­ rin, şiir bölümlerinin de yer aldığı yapıt yi­ nelemeleri, bakışımlı tümceleri, uyaklarıy­ la (seci*) eski sanatlı düzyazının yer yer sadelik gösteren ustalıklı örneklerinden­ dir T A Z A Y Y U K , -ku a. (ar z/jr'ten tazayyuk). Esk. Daralma sıkışma. —Esk. patol. Tazayyuk-t kuddami, sünnet olmamış kimselerde sünnet derisinin ilti­ haplanarak büzüşmesi.



maz. Bu olay, ona duyduğu hıncı tazele­ ■ T A Z İE F F (Haroun), fransız yerbilimci (Varşova 1914). 1948'den başlayarak vol­ mişti. Bir kimsenin acısını tazelemek. —4. kanları inceledi ve merkezi Catania'da bu­ Bir şeyi (soyut) tazelemek, bozulduğu dü­ lunan Uluslararası yanardağ araştırmala­ şünülen bir bağı, bir inancı yenilemek: Ni­ rı enstitüsü’nün kuruluş çalışmalarına ka­ kâh tazelemek. tıldı. Araştırmalar yaptı (volkan, volkan —Avc. iz tazelemek, köpekler şaşırdıkla­ -deprem belirtileri mekanizmasının ince­ rında, geri dönerek izi yeniden bulmala­ rını sağlamak. lenmesi, gaz püskürmesi evresi bileşen­ —Ekmekç. Maya tazelemek, mayaları un lerinin kromatografik çözümlemeleri vb.), ve su katarak yenilemek. bilimsel kitaplar yayımladı, geniş kitle için çok sayıda bilimsel yapıt yazdı ve belge­ ♦ tazelenmek edilg. f. 1. Yenisiyle, taze­ sel film çekti. siyle değiştirilmek: Suyu sürekli tazelenen bir havuz. Çaylar tazelendi. —2. Yeniden ortaya çıkarılmak, canlandırılmak: Dün ge­ ce anılar tazelendi. —3. Yinelenmek, dep­ reşmek: Dertleri tazelenmek. T A Z E L E N M E K - TAZELEMEK. TAZELEŞM EK gçz. f. Taze duruma gel­ mek; canlanmak, gençleşmek. T A Z E L E Y İC İ sıf. Foto. Tazeleyici banyo, tazeleyici çözelti, miktarı azalmış bir ban­ yoya eklenince banyonun ilk özelliklerini kazanmasını sağlayan bakım çözeltisi. T A Z E L İK a. 1. Değişime uğramamış, bozulmamış, solmamış, pörsümemiş, ku­ rumamış bir şeyin niteliği: Meyvelerin, ba­ lığın, yumurtaların tazeliği. Ekmeğin taze­ liği. —2. Gençlik çekiciliğini, diriliğini vb. yitirmemiş bir kimsenin, onun teninin ni­ teliği: Cildinin tazeliği. T A Z E R B O v a h a s ı, Libya'da vaha, Sirenayka’da, Kufra’nın K.-B.’sında.



TAZE sıf. (taze). 1. Henüz özsu içeren, TA Z E T İN a. (fr. tazettine). Org. kim. Ner­ kurumamış, pörsümemiş bitki için kulla­ gisten özütlenen C,8H21N 0 5 formüllü al­ nılır: Taze otlar. Vazoya taze çiçekler koy­ kaloit. mak. —2. Henüz bozulmaya uğramamış, bayatlamamış bir yiyecek için kullanılır: Ta­ ■ TAZI a. 1. ince uzun gövdeli, çok hızlı ko­ ze yumurta. Taze balık. Taze ekmek. —3. şucu köpek tipi. (Bk. ansiki böl.) —2. Ta­ Konserve ya da kuru yiyeceklere karşıt zı gibi, çok zayıf, ince kemikli ya da çok olarak, derhal tüketiciye sunulan yiyecek­ hızlı koşan, çevik kimse için söylenir. || Ta­ ler için kullanılır: Taze bakla. Taze fasulye. zıya dönmek, çok zayıflamak. || Tazı o tazı —4. Yeni olan, yeni yapılmış, yeni uygu­ ama çulu değişmiş, bilinen, tanınan bir lanmış bir şey için kullanılır: Sana bazı ta­ kimsenin iş başına geçmesi ya da kılık kı­ ze haberlerim var. Bunlar taze izler. —5. yafetini düzeltmesiyle tanınmayacak hale Dinç, sağlıklı, gücü kuvveti yerinde olan, gelmesi durumunda söylenir. bir kimse, onun bedeni için kullanılır: Cep­ —Hayvc. Tazı karınlı, bir hayvandan söz heye taze kuvvetler yığmak. Taze bir genç edilirken, karnı tazıda olduğu gibi yüksek kız. Taze bir teni var. —6. Ed. Çocukluk olmak. (Bu yapısal durum, köpekte üre­ ya da ilk gençlik çağına özgü içtenlik, saf­ meye zararlıdır.) lık, temizlik içeren bir şey için kullanılır: Ta­ —A n Sİk l . Tazılar yüksek boylu, ince uzun ze beyinler. Taze bir hayal gücü. O hâlâ gövdeli, uzunca başlı, uzun burunlu, dar delikanlılık çağının taze ruhunu taşıyordu. ve çekik karınlı köpeklerdir. Kasları olduk­ —7. Taze hava, yeni ilkeler, yeni görüşler ça güçlüdür. getiren şey: Bu yapıt, siyasi ortamda taze Kimine göre çağdaş tazıların çoğunun bir hava estirdi. || Taze para, yeni bir kay­ ortak kökeni Doğu'dur. Baron gibi düşü­ naktan sağlanan, istendiğinde kullanıla­ nen kimilerine göre tazılar çok değişik kö­ bilecek para. kenlidir, sonradan baş ve gövde uzayarak —Kasapl. Taze et, kesimden sonra yeter­ şimdiki biçimi almıştır. Örneğin rus tazısı li süre dinlendirilmemiş et. —Doğal koşul­ epanyölden türemiştir, onun uzun gövdeli larda korunan et. (Sıcak et de denir.) biçimidir; düz kısa kıllı tazılar (İngiliz tazısı —Şarapç. Taze şarap, taze ve asitliği nis­ gibi) düz kısa kıllı köpeklerden, Iran tazısı peten yüksek olan şaraplara denir. (sert kıllı) grifon gibi sert kıllı bir köpekten —Taşoc. ve inş. Taze taş, ocaktan yeni çı­ türemiş olabilir. karılmış taş. Pek çok tazı ırkı arasında belli başlı ♦ be. Değişime, bozulmaya uğramamış olanlar şöyle sıralanabilir: tazıların en hız­ biçimde: Meyveler, sebzeler nasıl taze tu­ lısı olan ve canlı tavşan peşinde "koşu” tulur? Ekmekler bir türlü taze kalmıyor. köpeği olarak ya da mekanik tavşan ar­ dında "yarış" köpeği olarak kullanılan İn­ ♦ a. Genç kız ya da kadın: Zavallı taze, giliz tazısı (greyhound); kısa düz kıllı arap evliliğinin ikinci ayında eşini kaybetti. tazısı (slugi); uzun ve yumuşak kıllı rus ta­ T A Z E H U R M A T U , K.-D. Irak'ta, Kerkük zısı (barzoy); İskoç tazısı (deerhound); ilinde kasaba, Kerkük’ün yaklaşık 20 km uzun ve yumuşak kıllı afgan tazısı; çok hız­ G.-G.-D.’sunda. Yerel tarım ve ticaret mer­ lı koşan Iran tazısı (saluki); daha küçük öl­ çüde her bakımdan İngiliz tazısını andı­ kezi. ran İtalyan tazısı (levron); ufak boy İngiliz T A ZELEM E a. Tazelemek eylemi. tazısı (vvhippet). —Foto. Bir işleme banyosuna ilk özellik­ T A Z IC I a. Tazı bakıcısı. lerini yeniden kazandıran kimyasal ya da —Kur. tar. Osmanlılar'da padişahın tazıla­ elektrolitik etki. rına bakmakla görevli kimse. I| Tazıcılar TA Z E LE M E K g. f. 1. Bir şeyi (somut) ta­ ahırı, Tazıcılar ocağı’nın ahırı. || Tazıcılar zelemek, bozulmuş, eskimiş, bitmiş vb. bir ocağı, Osmanlılar'da padişahın tazılarının şeyi yenisiyle, tazesiyle değiştirmek: Pen­ yetiştirilip bakıldığı ocak. (Bostancı ocağı’ cereleri açarak odanın kirli havasını taze­ na bağlı olan bu ocak, Üsküdar’da Do­ lemek. Havuzun suyunu tazelemek. Ça­ ğancılardaydı.) yını tazeleyeyim mi? —2. Bir yiyeceği ta­ T A Z IL A Ş M A K gçz. f. Aşırı ölçüde zayıf­ zelemek, kimi yiyecekleri kaynatarak ta­ lamak. ze duruma getirmek. —3. Bir şeyi (soyut) tazelemek, unutulmuş, ortadan kalkmış T A Z İB ->TAZİR bir şeyin yeniden doğmasını, canlanma­ TAZİBAT, -tı çoğl. a. (ar. ta'zib'in çoğl. sını sağlamak ya da buna yol açmak: ta'zibât). Esk. Eziyet etmeler, üzmeler. Geçmişi, anıları tazelemek bir işe yara­



11331



T A Z İF a. (ar. zriften taz'if). Esk. 1. İki kat etme, katlama. —2. Miktarı iki katına çı­ karma, artırma. —3. Tazif etmek, iki kat artırmak. —Esk. mat. iki katını alma. || Tazif-i mikâb, küpün iki katını alma. TAZİFAT, -tı çoğl. a. (ar. taz'if in çoğl. taz'ifât). Esk. iki kat etmeler, artırmalar. TA Z İM a. (ar. ‘'azm’den ta'zfm). Esk. 1. Saygı gösterme, ululama, ağırlama. —2. Tazim etmek, saygı göstermek, ululamak, —isi. Tazim li-emrillah, Tanrı'nın buyruğu­ nu saygı ile yerine getirme. TAZİM AT, -tı a. (ar. taezim'\n çoğl. ta'zimat, saygı göstermeler, ululamalar). Esk. 1. Yüksek saygı. —2. Arz-ı tazimat etmek, saygılarını sunmak. T A Z İM E N be. (ar. ta'zim'den ta'zımen). Esk. Saygı göstererek. T A Z İP a. (ar. cazab'dan ta'zib). Esk. 1. Azap verme, eziyet etme, üzme. —2. Tazip etmek, eziyet etmek, üzmek. —3. Tazib-i ruh, can sıkma. T A Z İR a (ar. ' azr’dan ta'zir). Esk. Azar­ lama. —isi. huk. Had* ve kısas* suçları dışında kalan suçlara verilen ceza. (Bk. ansiki böl.) || Tazir-i ahissa, sosyal durumları kö­ tü kimselere uygulanan tazir. (Mahkeme­ ye çağrılma, hapis ve dayakla cezalandır­ ma biçiminde yapılır.) || Tazir-i eşraf il-eşraf, bilginler, din adamları gibi sosyal düzeyi yüksek kişiler hakkında yapılacak tazir. (Suç işleyen kişiye yaptığının suç olduğu bildirilmek biçiminde yapılır.) || Tazir-i ev­ saf sosyal durumları orta düzeyde olan kişiler hakkındaki tazir. (Bu kişiler mahke­ meye çağrılır, kendilerine ihtar ya da ha­ pis şeklinde ceza uygulanır.) || Tazir-i tedib, baliğ olduğu halde henüz yükümlülük al­ ma çağında olmayan bir çocuğun işledi­ ği bir suç nedeniyle uygulanan tazir (Suç­ lu çocuk hafif bir cezayla cezalandırılır.) || Tazir ül-eşraf, üst rütbeli subaylar, büyük tacirler, köy ileri gelenleri vb. kimseler hakkındakı tazir. (Bu kimselere suç işlediğinin bildirilmesi ya da mahkemeye çağrılarak ihtar yapılması şeklinde uygulanır.) —ANSİKL. isi. huk. Tazir, İslam hukukun­ da bazı suçlar için Kuran’da ve sünnette belirtilmiş hadd ve kısas cezalarının dışın­ da kalan suçlara uygulanır. Örneğin, do­ landırıcılık, yalan yere şahitlik, iftira, 4,25 g altından az değerde şeylerin çalınması gibi suçlar, tazirle cezalandırılır. Tazirle ce­ zalandırılacak suçlarda devlete kanun yapma yetkisi verilmiştir. Osmanlı ceza ka­ nunlarının tamamı tazir suçlarıyla ilgilidir. Devlet bu konuda hâkime takdir hakkı ta­ nır. Tazir cezaları, aynı türden had cezası­ nın en aşağı sınırına varmamalıdır. (Örne­ ğin, had cezasında en az sopa cezası kırk değnek olduğundan, tazir cezası olarak en çok otuz değnek sopa cezası verilebi­ lir.) T A ZİYA N E a. (fars. tâziyâne). Esk. 1. Kamçı, kırbaç. — 2. Tezene, mızrap. —3. Sebep, vasıta. —4. Taziyane-i baran, şid­ detli yağmur. || Taziyane-i teşvik, isteklendirme aracı. TA Z İY E ya da T A Z İY E T a. (ar. cazv'dan ta'ziye, ta'ziyef). Bir yakınını kaybeden bir kimsenin acılarını paylaşma; başsağlığı: Taziyetlerini bildirmek. (Bk. ansiki. böl.) —Din ve Sey. oy. Şiilerin Kerbela* olayıyla ilgili olarak genellikle muharrem ayında düzenledikleri yas niteliğindeki dinsel se-



afgan tazısı



-



.



Italyan tazısı (levron)



Giansanti-Gamma



Haroun Tazieff



j



i



yirlik oyun. (Bk. ansikl. böl.) Din ve Sey. oy. İran, Azerbay­ can, Doğu Anadolu, Hindistan gibi birbi­ rinden ayrı bölgelerde Kerbela olayı fark­ lı gösterilerle anılır; törene katılanlar ba­ zen çok şiddetli, hatta kanlı dövünme bi­ çimleriyle yaslarını belli ederler. Ağıt oku­ yan bir şairin (ravzahan), erkek çocuklar­ dan oluşmuş bir koronun, çalgıcıların ka­ tıldığı temsiller (taziye) de bu ayinler ara­ sında yer alır. Bu tür temsiller muharrem ayında (özellikle 7-13 muharrem), Haşan’ ın şehit edildiği safer ayında, Ali'nin şehit edildiği ramazanda sahnelenir. 3-4 saat süren temsile İzleyiciler dövünerek katılır. Sahnede masklara, silahlara, bayraklara, hatta şehitlerin kesik başlarına yer verilir. Bazen temsiller bu iş için yaptırılmış özel binalarda (Şıraz’da Hüseyniye-i Müşir) dü­ zenlenir. Temsillerde iyiler (Hüseyin, aile­ si, çevresi) ile kötülerin (halife Yezit ve çev­ resi) karşıtlığı gösterilir. Kerbela olayından başka, peygamberler tarihinin olayları (Âdem’in cennetten kovulması, İsmail’in kurban edilmek istenmesi), Hz. Muham­ met’in hicreti, savaşları, Kerbela’dan son­ radaki olaylar, şiilerin öcünün alınması (Emir Teymur [Timurlenk]), veliler (Hallac-ı Mansur, Şems-ı Tebrizi, Mevlana) vb. de oyun dağarcığında yer alır. (— Kayn.) —isi. İslam geleneğine göre taziye "el -hükmü lillah" (hüküm Allah’ındır) sözüy­ le başlar ve sabır ve uzun ömürler dile­ yen sözlerle ölünün yakınları teselli edilir; ayrıca ölü için rahmet ve cennete girme­ si dileğinde bulunulur. Teselli sırasında "inna lillah ve inna ileyhi raciun” (Allah1 tan geldik ve yine Allah'a gideceğiz" me­ alindeki ayeti (II, 156) okumak da sevap­ tır. Taziye, kadın ve erkek bütün müslümanlar için sünnettir. Cenazenin gömülü­ şü sırasında ölenin yakını iş-uğraş içinde bulunacağından taziye ziyaretlerinin ölü­ nün gömülmesinden sonra yerine getiril­ mesi gerektir. Kabir yanında taziyede bu­ lunmak da mekruhtur. — A N S İK L .



T A Z İY E T N A M E a. (ar. ta'ziyetye fars. name'den ta'ziyet-name). Esk. Ölen bir kimsenin ardından yakınlarına başsağlı­ ğı için yazılan, üzüntüyü bildiren mektup. T A Z İZ a. (ar. 'izzet'ten ta'ziz). Esk. 1. Şe­ refli kılma, yüceltme, sevgi ve saygıyla an­ ma. —2. Taziz etmek, ululamak, saygıyla anmak. T A Z L İL a. (ar. zili’dan tazlit). Esk. Gölge etme, gölgelendirme. T A Z L İL ->



TADLİL.



TA Z M İN a. (ar zımn'dan tazmin). Esk. 1. Yol açılan zarar ve ziyanı ödeme. —2. Taz­ min etmek, bir zararı karşılamak, ödemek: "Bu muhibbe-i kudretten biri diğerini taz­ min eder" (H. C. Yalçın). —Ed. Bir şiirin içinde başka bir şiirin di­ zesine ya da dizelerine yer verme. (Örn. "Feryad bu gülşendeki âheng-i sıyehden" [A. H. Tarhan] dizesinin başına üç dize ekleyerek Y. K. Beyatlı’nın yazdığı kı­ ta.) —Kamu mal. Bir kamu saymanının yasal hataya düşmesi nedeniyle yaptığı ödeme­ nin Sayıştay’ca yargılanması sonucunda kabul edilmeyerek kendisine ödettirilmesi. (Burada, saymanın eksik belge ile öde­ me yapma ya da ceza yasalarına göre suç oluşturmayacak bir kusuru bulunma­ dığı halde, yaptığı ödeme yasadışı sayıl­ maktadır.) TA ZM İN A T, -tı a. (ar. tazmin'in çoğl. tazminat). Hukuka aykırı bir eylem ya da işlem sonucu meydana gelen zarar ve zi­ yanı ödeme; zarar ve ziyan karşılığı öde­ nen para. (Bk. ansikl. böl.) —Ask. tar. Tazminatlar sorunu, 1919’da Versailles antlaşması ile Almanya’ya kabul ettirilen savaş zararlarının ödenmesinden doğan sorunların tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Tazminat davası, hukuka aykırı bir eylem ya da işlem sonucu meydana ge­ len maddi veya manevi zarar ve ziyanın



ödenmesi için açılan dava. (Bk. ansikl. böl.) || Ayni tazminat, meydana gelen za­ rar ve ziyanın aynen giderilmesi. (Bu tür tazminatın konusu zarar ve ziyanın para­ sal karşılığı değil, bozulan durumun eski hale getirilmesidir. Zarar ve ziyanın aynen giderilmesi olanaksız olursa, yargıç nak­ di tazminata karar verebilir.) || Maddi taz­ minat, maddi zarar ve ziyanın giderilme­ si. || Manevi tazminat, kişilik haklarına ve­ rilen zararın giderilmesi. (Bk. ansikl. böl.) || Nakdi tazminat, zarar ve ziyanın para­ sal karşılığının ödenmesi. (Hukuka aykırı eylem ya da işlem sonucu meydana ge­ len zararlar, çoğu kez para olarak ödenir. Zarar ve ziyanın aynen giderilmesi daha az rastlanan bir durumdur.) —iş huk. Kıdem tazminatı — K ID E M . —Uluslarar. huk. Bir devletin üstlendiği uluslararası sorumluluğun dolaysız ve te­ mel sonucu; bu, bir uluslarararası hukuk kuralına uymamak yüzünden zarara yol açan ve ilke olarak şeylerin eski durumu­ na getirilmesi ya da, bunun mümkün ol­ maması durumunda ve çoğunlukla, mad­ di zararlar için bir ödeme yapılması. (Ma­ nevi zararlar için ise özür dileme ya da piş­ manlık bildirme hatta sembolik bir davra­ nış [örneğin bayrağın selamlanması] bi­ çiminde olur.) || Savaş tazminatı -> SA V A Ş. — A N S İ K L . Ask. tar Tazminatlar sorunu. Bı­ rakışmadan başlayarak Müttefikler, Al­ manya'yı maluliyet ödenekleriyle birlikte savaşın yol açtığı tüm zararları ödemek zorunda bırakmak ilkesi üzerinde anlaş­ maya vardılar. Ancak miktarların saptan­ ması, Müttefikler'den her birine düşecek pay ve somut ödeme biçimleri konusun­ da anlaşmazlığa düştüler Özellikle savaş­ tan en çok zarar gören ve parasal güç­ lükler karşısında bazı siyasal çevreler ta­ rafından ucuz “ Almanya ödeyecek" miti­ nin körüklendiği Fransa'da, 500 milyon al­ tın marka kadar çıkan, gerçekçilikten uzak miktarlar ve 40 yılı aşkın ödeme süreleri tasarlandı. Buna karşılık ingilizler arasın­ da, iktisatçı Keynes'ın etkisiyle çok geç­ meden, Almanya ile normal ticari ilişkiler­ den daha iyi bir kazanç sağlama ve do­ layısıyla bu ülkeyi yıkıma uğratmama ger­ çekçiliği benimsendi. Versailles antlaşması’nın 231. maddesinde, yalnızca miktar­ ları değerlendirmek ve ödeme biçimleri­ ni saptamakla görevli bir "tazminatlar komisyonu” ilkesi dile getirildi: "Müttefik hükümetler beyan eder ve Almanya ka­ bul eder ki, müttefik hükümetler ve yurt­ taşlarının uğradıkları bütün kayıplar ve bü­ tün zararlardan, dolayısıyla kabul etmek zorunda kaldıkları savaştan, bunlara ne­ den oldukları için Almanya ve müttefikle­ ri sorumludur." Maddenin belirsiz olmak­ la birlikte "ahlaki bir suçluluk" değil, "hu­ kuki bir sorumluluk" ereği güden yazılı­ şı, Almanya’da büyük bir hoşnutsuzluk uyandırdı; 231. madde ancak bir ültima­ tom tehdidiyle imzalanabildi ve Almanya’ da "Diktat" formülüne de bu durum yol açtı. 1920-1932 arasındaki uluslararası iliş­ kileri, bağlı bulundukları müttefiklerarası savaş borçlarıyla birlikte, bu tazminatlar sorunu bozdu. Fransa toplam olarak, baş­ langıçta kendisine düşen 69 milyar altın markın ancak 8 milyarını alabildi. Spa konferansı’nda (temmuz 1920) yüzdeler, Fransa için % 52, Büyük Britan­ ya için % 22, İtalya için % 10 vb. olarak belirlendi. 27 nisan 1921’de Tazminatlar komisyonu, tüm alman borçlarını 132 mil­ yar altın mark olarak saptadı. Ekimden başlayarak Almanya, markın çöküntüye uğraması nedeniyle, altı aylık bir borç er­ telemesi istedi. Cannes konferansı (ocak 1922), mart ayında borç ertelemesi konu­ sunda Poincare antlaşması ile sonuçlan­ dı. Temmuzda Almanya ikinci bir borç er­ telemesi istedi, ancak İngiltere’nin yaptı­ rımlar uygulamasını kabul etmemesi kar­ şısında Poincare, Ruhr’un işgali ve Ruhr’ daki taşkömürü ocaklarının doğrudan doğruya işletilmesiyle tepki gösterdi (11 ocak 1923). Almanya’nın grev ve sivil ita­ atsizlikle karşılık vermesi uzun sürmedi ve



12 ağustos 1923'te Stresemann, boyun eğmek zorunda kaldı. 1924'te Fransa'da Almanya’ya karşı yatıştırma siyasetiyle Cartel’in ve Briand’ın iktidara gelmesi, so­ runun yeniden masaya konmasına yol aç­ tı. Dawes’ planıyla (1924-1930) alman ödemeleri, sınırlandırılmakla birlikte gü­ venceye bağlandı. Young’ planıyla (1930 -1932) tazminatlar tutarı daha da azaltıl­ makla birlikte, Fransa’nın müttefiklerine olan borçları aynı kaldı. Almanya’yı sert bir biçimde etkileyen dünya iktisadi bunalımı, ABD Başkanı Hoover'ın genel ve kesin bir borç ertelemesi önermesine yol açtı. İn­ giltere'nin hemen kabul ettiği bu öneriyi, Fransa ilkin kabul etmedi. Lozan konferan­ sında (haziran-temmuz 1932) Herriot, so­ nunda 3 milyar altın marklık son bir öde­ me koşuluyla tazminatların geçersizleştırilmesini kabul etti. Ancak Fransa da, ABD’ye olan borç kalıntısını bundan böyle ödemeyi reddetti (aralık 1932). Hitler’in ik­ tidara gelmesi (ocak 1933), tazminatlar sorununa son verdi ve Almanya, Lozan' da öngörülen kalıntıyı bile ödemedi. —Huk. Tazminat, haksız fiilden, sözleşme ya da bir yasa hükmüne aykırılıktan kay­ naklanabilir. Bu durumlarda, doğan zara­ rın giderilmesi, hukuk düzeninin öngördü­ ğü bir gerekliliktir. Kural olarak, döğan za­ rarın aynen giderilmesi ve zarar/öncesi durumun yaratılmasıdır. Ancak ¿u olanak­ sız olabilir. O zaman da zararın para.olarak giderilmesi gerekir. Zararın tazmin edilmesinin biçimi (aynen ya da para ola­ rak) konusunda yargıcın takdir hakkı var­ dır. Tazminatın zarar miktarını aşmaması temel kuraldır. Tazminat borcu doğuran hukuksal olayların başında haksız fiiller (hukuka aykırı eylemler) gelir. Haksız fiil­ lerden doğan borçlar, Borçlar k.’nda ay­ rıntılı olarak düzenlenmiştir. Yasaya göre bir kimseye haksız olarak zarar veren ki­ şi, o zararı tazmin etmekle yükümlüdür (md. 41). Doğan zararı kanıtlama yüküm­ lülüğü, davacıya düşer. Yargıç, tazmina­ tın biçimini ve tutarını saptar. Zarar gören kişi, bu zararın doğmasına ya da artma­ sına neden olmuşsa yargıç tazminat tu­ tarını indirebilir. Haksız fiil, kişinin mal var­ lığına zarar verebileceği gibi fiziksel varlı­ ğına da zarar verebilir. Bedensel zarar ölüm ya da yaralanma biçiminde olabilir. Ölüm sonucunda, başka kimseler ölenin yardımından yoksun kalmışlarsa onların bu zararının da tazmin edilmesi gerekir. Bedensel zarara uğrayan kimse, çalışma gücünü kaybetmekten doğan zararlarını ve bu yüzden yaptığı masrafları isteyebi­ lir. Yargıç özel durumları göz önüne ala­ rak bedensel zarara uğrayan kimseye, ölüm halinde ise ailesine manevi tazminat olarak adalete uygun bir tazminatın veril­ mesine karar verebilir. Haksız fiilden zarar gördüğünü söyle­ yerek tazminat isteyen kişi, açacağı taz­ minat davasıyla haksız fiili, doğan zararı ve bu eylemle zarar arasındaki ilişkiyi ka­ nıtlamak zorundadır. Bu dava, zarar gö­ ren kişinin zararı ve onu yapanı öğrendi­ ği tarihten başlayarak bir yıl ve her halde zararı doğuran eylemden başlayarak on yıl geçmekle zamanaşımına uğrar (Borç­ lar k. md. 60). T A Z U LT, eski Lambese, Cezayir’de (Batna vilayeti), Batna'nın G.-D.’sunda, Avras’ın kuzey eteğinde kent; 9 300 nüf. —Tar. Roma döneminde, III. Augusta lej­ yonunun konaklama yeri ve Numidia legatusunun ikametgâhıydı; Avras boğaz­ larını ve çöl yolunu denetimi altında tutan Lambaesis, Vespasianus’un hükümdarlı­ ğının son yıllarında kuruldu ve yörenin örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. Hadrianus buraya ünlü bir denetleme ge­ zisi yaptı. Severuslar döneminde zengin bir municipium olan kent, Gordianuslar zamanında kötü bir dönem yaşadı ve bizans egemenliği altında tüm önemini yi­ tirdi. —Arkeol. Burada üç askeri kampın ve si­ vil bir yerleşmenin kalıntıları bulunmakta-



dır. ilki İ.S. 81'de kurulmuş olan en eski iki kamptan günümüze pek bir şey kalma­ mıştır. Septimius Severus dönemine tarihi­ lenen üçüncüsüyse, cardo ve decumanus maximus'un kesiştiği noktada yer alan başkomutanlık karargâhı (praetorium) gi­ bi, roma askeri mimarlığının en güzel ör­ neklerini içerir. Karargâh revaklarla ve bü­ ro olarak kullanılan odalarla çevrili bir av­ lu ve dip kısmında askeri kültler için capellaları bulunan bir bazilikadan oluşur. Anıtsal giriş dört ayaklı bir takı andırır. Kampın geri kalan bölümlerinde subay konudan, kışlalar, hamamlar, ahırlar ve de­ polar yer alır. Bu askeri kompleksin büyük bir bölümü 1851'de bir hapishane inşa et­ mek üzere yıkılmıştır. Amfitiyatro, kampın çıkışındadır. Antik kentse 1 km G.'dedir. Capitolium, çeşitli tanrılara adanmış capellalaıia çevrili Aesculapius tapınağı ve hamam, kentteki başlıca yapılardır. Kent­ le kamp arasındaki alanda dikkat çekici mozaiklerle süslü villalar yer almaktaydı. Hadrianus'un 128 yılında yaptığı ziyare­ tin anısına, tepesinde imparatorun atlı heykeli, altlığında da birliklere hitaben yaptığı konuşmanın metni bulunan bir sü­ tun dikilmiştir.



TCDD, Türkiye Cumhuriyeti devlet" demiryollan işletmesi'nin kısa adı.



TCHERİNA (Monika TCHEMERZİNA, Ludm illa —denir), rus asıllı fransız dans­ çı ve komedyen (Paris 1924). Ballets de Monte-Carlo'da yıldız dansçı oldu (1940); sonra Edmond Audran ile birlikte kendi hesabına resitallerde çalıştı (1945) (evlen­ diği E. Audran 1951'de feci bir biçimde öldü]; daha sonra Ballets des Champs -Elysées'ye geçti (1948). Mesleğine bir sü­ re ara verdikten sonra, 1907'de, le Mar­ tyre de saint Sébastien ile Opéra de Paris'de yeniden dansçılığa başladı. Sonun­ da kendi kumpanyasını kurdu (1918) ve Atlantide'i orada sahneye koydu. Birçok da film çevirdi.



TCHİBANOA, Gabon'da kent, Nyanga bölgesinin merkezi, Nyanga ırmağı kı­ yısında; 53 500 nüf. Ticaret merkezi. Pi­ rinç tarlaları (pirinç işleme). —Yakınında, demir cevheri.



TCHİCAYA U



TAM 'Sİ (Gérald),



tfızyilf). 1. Basınç. —2. Bir kimseyi isten­ ci dışında davranmaya iten zorunluluk, ona karşı uygulanan zorlama; baskı: Örf ve âdetlerin tazyiki. —3. Esk. Bir şeyi sı­ kıştırma, darlaştırma. —A. Tazyik etmek, zorlamak, sıkıştırmak; basınç yapmak.



kongolu yazar (Mpili 1931 - ? 1988). Ede­ biyat biçimleri ya da akımları konusunda kılı kırk yaran ve ödün vermeyen bir şair (le Mauvais Sang, 1955; Feu de brous­ se, 1957; A triche-cœur, 1960; Epitomé, 1962; te Ventre. 1964; l'Arc musical, 1970; la Veste d'intérieur, devamı Notes de veille, 1977) olan Tchicaya, aynı za­ manda iğneleyici dramlar (le Zulu, 1977; le Destin glorieux du maréchal Nnikon Nniku Prince qu'on sort, 1979) da yazdı. Roman ve öyküleri (les Cancrelats; la Main sèche, 1980; aynı biçimde les Méduses ou les Orties de mer) roman yazısını yeniler ve sömürge dönemi Kon­ go'sunun çarpıcı bir freskini sunar.



TAZYİKAT, -tı çoğl. a. (ar. tazyikin çoğl.



TCZEW, Polonya'da kent, Gdansk'ın



T A Z Y İ, -t a. (ar. ziySF'dan tazyF). Esk. 1. Bırakma, kaybetme, yok olmasına neden olma. — 2. Tazyi-i evkat, vakti tıoş yere Harcama, vakit kaybetme.



TAZYİK, -kı a. (ar. zik ya da dikten



tazyiksf). Esk. Baskılar, zorlamalar.



Tb Anorg. kim. Terbiyum'un simgesi. TBESSA, esk. Tâbessa, Cezayir'de



G.'inde, Vistül deltasının batı kıyısında; 58 500 nüf. (1987). Makine (taşıt gereç­ leri, ırmak tersaneleri) ve besin sanayile­ ri. Irmak limanı ve demiryolu kavşağı.



kent, vilayet merkezi, Tbessa dağ!nın TDRS (Tracking and Data Relay Satel­ kuzey eteğinde; 107 559 nüf. (1987). Ti­ lite izleme ve veri aktarma uydusu'nun kı­ caret ve tarım (tahıllar) merkezi. Ayakka­ saltması), uzay araçları ile Yer arasında bil­ bıcılık. Halı el tezgâhlan. —Yakınlarında gi iletiminde kullanılan, amerikan yermerfosfat yatakları. kezli telekomünikasyon uyduları ailesi, ilk —Arkeol. Kartaca ile Lambaesis (Tazult) TDRS nisan 1983'te fırlatıldı. Biri, Ameri­ arasındaki stratejik ana yolun üstünde ku­ ka kıtasının düşeyinde, diğeri Büyük Ok­ rulmuş önemli bir roma kenti olan eski yanus üzerinde bulunan yermerkezli iki Theveste'de, i. S. I. yy.'ın sonunda III. Au­ TDRS uydusunun oluşturduğu bir ağ, gustus lejyonunun kampı bulunuyordu. NASA’nın, alçak yörüngede dolanan ve Günümüze ulaşan kalıntılar arasında mü­ özel olarak donatılmış uzay araçlarıyla, za­ zeye dönüştürülmüş bir tapınak, bir amfi­ manın % 85’inden fazla bir süre boyun­ tiyatro, birçok kapısı bulunan bizans su­ ca çok verimli bağlantılar kurmasını sağ­ runa dahil edilmiş bir zafer takı ve yerel lar. Bu ağın kullanılması, sonuçta, hemen martyr azize Crispina’ya adanmış bir hıhemen bütün amerikan izleme istasyonristiyan bazilikası yer alır Bazilika, dörtgen lannın ortadan kalkmasını sağlayacaktır. bir avlusu, bir atriumu, üç sahınlı bir kili­ sesi ve mozaiklerle süslü bir vaftizhanesi ■ T l a. (ar. tâ). Arap abecesinin üçüncü, bulunan IV. yy.’dan kalma ilginç bir yapı­ osmanlı abecesinin dördüncü harfi. Eb­ dır (fransız mimar A. Ballu tarafından onacet hesabında 400 sayısının karşılığıdır. nlmış ve 1978’de alman arkeolog. J. ChrisT l a. 1. T harfi biçiminde olan bir şeyi tern tarafından yayımlanmıştır). belirtir. —2. Te cetveli, birbirine dikey ola­ TBESSA dağlan, Cezayir ve Tunus'ta rak bir T biçiminde iki koldan oluşmuş de­ dağlar, G.-B.'daki Nemenşa dağlarıyla K. sinatör aracı. -D.'daki Tunus sırtı arasında; Fosfat yatak­ —Cerr. Te sargı, T harfi biçiminde hazır­ ları. lanmış sargı. —Hidr. pnöm. İkisi aynı hizada, diğeriyse T.B jQ .R .R a. (tüm basit geçiş röleleri bunlara dik olan üç boruyu birleştirmeye postası'nın kısaltması). Dy. Güzergâhları yarayan T biçiminde bağlantı parçası. otomatik olarak kaydeden ya da silen dü­ —Inş. Te demir, çift te demir, kesiti T ya da zenekler ile bir esnek geçiş kilitleme dü­ çift T (böyle olanlarına çoğu kez I demir zeneğinden oluşan röleli, elektriksel ma­ denir) biçiminde olan haddelenmiş pro­ kas kumanda postası. fil. TBİÜSİ - TİFLİS. —Marangl. Te demiri, marangozlukta, bir­ leştirmeleri sağlamlaştırmak için özellikle TBMM, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin pencerelerde kullanılan T ya da L biçimin­ kısa yazılışı. ( -* TürkIye B üyük M Ille t de metal köşe bağı, (köşe DEMİRİ de de­ MECLİSİ.) nir.) T-BONE a. (T biçiminde kemik anlamın­ T» Anorg. kim. Tellür'ün simgesi. da ing. söze.). Kasapl. T-bone pirzola, Ku­ zey Amerika usulü et kesiminde sığır pir­ zolasına verilen ad. Bel bölgesinin ön bö­ lümünden çıkanldığı ve kemik çatısı omurlann enine çıkıntıları nedeniyle t harfi gö­ rünümünde olduğu için bu adla anılır.



T l - TA.



İte Anorg. kim. Teknesyum'un simgesi.



yapıtı olan saray.



Ih sarayı, Mantova'da, G. Romano'nun



TEABBATE ŞERREN (Sabit bin Cabir



Tazult



bin Sufyan), arap şair (VI. yy.). Doğu Ara­ bistan'da Kayş Aylan adlı topluluğun Fehm kabilesindendir. iyi bir savaşçı ve yetenekli bir koşucu olması nedeniyle baskın ve yağmacılıkla geçindi. En ünlü yapıtı Şenfere adlı arkadaşının bir savaş­ ta ölmesi üzerine yazdığı ağıttır. Şiirlerin­ deki dili akıcı ve anlatımı coşkuludur. Ka­ tıldığı savaşları dile getiren kendisini ve ka­ bilesini öven çok sayıda şiiri vardır.



128'de kurulan ve 267’de yeniden yapılan başkomutanlık karargâhı (praetorium)



TEADÜL a. (ar. "adiden te'Sdüf). Esk. Birbirine denk olma, denklik.



TEAOARDEN (Weldon John, Jack —denir), amerikalı tromboncu ve caz şar­ kıcısı (Vernon, Texas, 1905 - New Orleans 1964). 1922'de piyanist Peck Kelly'nin or­ kestrasında çalışmaya başladıktan sonra, davulcu Ben Pollack’ın (1928-1934), son­ ra Paul Whlteman'in (1934-1938) topluluk­ larına girdi. 1939'da kurduğu "big band'; ini 1947'ye kadar sürdürdü. Sonra Louis Armstrong’un orkestrasına katıldı ve 1951' de bu orkestradan ayrılıp küçük dixieland caz topluluklarını yönetmeye başladı. "B ig T” diye anılan Jack Teagarden,



TDRS telekomünikasyon uydusunun ilk uçuş modeline iki güneş panosundan birinin takılması



Teagarden 11334



trombonun caz müziğinde kesin bir yer kazanmasına katkıda bulundu. Özellikle bouis Armstrong’un yanında etkileyici bir vokalist olarak ün kazandı (Knockin' a Jug, 1929; Rockin' Chair, 1947). TE A H H Ü R -



TEEHHÜR.



TE A K U P a. (ar. ’akab'dan te’alfub). Esk. 1. Birbirini izleme, art arda gelme. —2. Te­ akup etmek, birbiri ardınca gelmek. T E A L İ a. (ar. ’ ulüvv’den te’a li). Esk. 1. Yücelme, yükselme. —2. Teali etmek, yük­ selmek. T e alli İs la m c e m iy e ti, türk siyasal derneği. Ümmetçilik amacıyla, İskilipli Atıf Hoca, KonyalI Atıf Hoca, BergamalI Meh­ met Zeki Hoca gibi medrese hocaları ta­ rafından, Hürriyet ve itilaf partisi'nin bir yan örgütü olarak kurulan derneğin parti ile bağlantısını Damat Ferit hükümetlerin­ de şeyhülislamlık yapan Mustafa Sabri Efendi sağlıyordu. Dernek Anadolu'da şu­ beler açtı, sağlık hizmetleri, vaazlar, hal­ ka öğüt verici konuşmalar düzenledi. Bu konuşmalarda ve yayımladıkları bildiriler­ de ittihat ve Terakki'nin girişimlerinin din­ sel sapmadan ibaret olduğu, 31 Mart olayı’nı ittihatçıların tertiplediği, Yıldız sarayı' nı yağma ettikleri, Mustafa Kemal ile Kuvayı milliye'nin eşkıya ve ittihatçıların bir devamı olduğu ileri sürülüyor Mustafa Ke­ mal, Ali Fuat Paşa ve Bekir Sami Bey'den "zalim ve hainler” diye söz edilerek hal­ kın bunlara itaat etmemesi gerektiği be­ lirtiliyordu. İngiliz, fransız gibi "muazzam ve muntazam” devletlere karşı yapılacak savaşların kazanılamayacağı, Yunanlılar'a fazla zayiat verdirmenin de hayırlı olma­ yacağı savunuluyor; Allah’ını, peygambe­ rini, padişahını sevenlerin Milli mücadele’yi bırakıp kendi saflarına katılması için çağrıda bulunuluyordu. Dernek üyelerin­ den bir kısmı 1925'te Ankara istiklal mah­ kemesinde yargılandılar. Başkan İskilipli Atıf Hoca idam edildi; öteki üyeler aklan­ dılar. T E A L L İT a. (fr. tâallite; İngiliz yerbilimci J. J. H. Teall'm adından). Miner. Ortorombik sistemde yer alan doğal kurşun ve ka­ lay sülfür.



Teb Krallar vadisi'ndekl Tutankhamon mezarının lahit odası Yeni imparatorluk, XVIII. hanedan



TE A M Ü L a. (ar ’amel'den te’Smüt). Esk. 1. iş, davranış. —2. Bir yerde önceden beri olagelen davranış. —Esk. kim. Tepkime. —Huk. Bir toplumda ya da bir iş alanın­ daki yerleşik kurallar bütünü, yazılı olma­ yan hukuk kuralları. ( - • ÖRF ve â d e t .) [Bk. ansikl. böl. Uluslarar. huk.] —ANSİKL. Uluslarar. huk. En eski bir hu­ kuk kaynağı olan teamül, antlaşmalar ka­ dar önemlidir ve onlarınkine eşit bir hiye­ M. Levassort



rarşik değer taşır. Oluşumunda katkısı bu­ lunmayan ya da sürmesine karşı çıkan devletler bile teamüle uymak zorundadır. Günümüzde “ Avrupalı” niteliği ve kökeni nedeniyle sosyalist ülkelerle Üçüncü dün­ ya ülkeleri tarafından eleştiri konusu ya­ pılmaktadır. Birleşmiş milletler örgütü’nün öncülüğünde yürütülen derleme çabası, devletlerin çok kesin ve genel sözleşme­ lerle kendilerini bağlamaya pek istekli gö­ rünmemelerine karşın önemli sonuçlar verdi; teamülün göreceli olarak daha es­ nek olması, zorunlu kuralların da aşama­ lı olarak evrimine olanak sağladı. TEAM ÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. te’ SmûTün çoğl. te’smülst). Esk. Önceden beri alışı­ lagelen şeyler. T E A N A U , Yeni-Zelanda'da göl, Gü­ ney adasının güney-batı'sında; 344 km2. Fjordland ulusal parkı içinde kalır. T E A N O , İtalya'da kent, Campania’nın kuzeyinde (Caserta ili); 13 700 nüf. XII. yy.’dan kalma katedral (XVIII. yy.’da ve 1945'ten sonra yenilendi) ve çoğunda an­ tik öğelerin yeniden kullanıldığı başka anıtlar. Radyoaktif sular Roma dönemin­ de de biliniyordu. —9 km G.-D.'da, Calvi -Risorta’da antik Cales'in kalıntıları ve XII., XV. ve XVIII. yy.’dan kalma katedral. T E A R U Z a. (ar. ’ arz'dan te’ âruz). Esk. 1. Birbirine zıt, karşı olma. —2. Çatışma, —isi. huk. Aynı konuda iki delilden birinin emredici, ötekinin yasaklayıcı olması ne­ deniyle birbiriyle çatışması. (Tearuz eden delillerden hangisinin olaya uygulanaca­ ğı, fıkıh kurallarına göre saptanır.) TE A R Ü F -



TAARÜF.



TE A S ER a. (güç soru anlamında ing. söze,). Reklamc. Bir reklam kampanyası­ nın halkın dikkatini çekmek ve canlı tut­ mak amacıyla bilmece biçiminde sunulan ilk evresi. T E A S İN O a. (ing. söze.). Reklamc. Teasere dayanan reklamcılık yöntemi. TE A Tİ a. (ar. ‘’afâ’dan te’ Stî). 1. Karşılık­ lı alış veriş: Görüş teatisinde bulunmak. —2. Teati etmek, karşılıklı alıp vermek. || Teati olunmak, karşılıklı alınıp verilmek. —Esk. Teati-i efkâr, karşılıklı düşünce alış­ verişi. —isi. huk. Pazarlıksız olarak ve hiçbir şey konuşmadan, müşterinin parayı ve satıcı­ nın malı vermesiyle meydana gelen alım satım. (Örneğin, müşterinin fırıncıya pa­ rayı ve fırıncının da ekmeği vermesi gibi yapılan alım satım.)



tahtına XI. hanedandan Teb prenslerinin (Montuhotepler) çıkması, aralarında Montu ve Amorfun da bulunduğu yerel tanrı­ ların üstünlüğünü sağladı. Tanrı Amon kı­ sa sürede Montu’yu gölgede bıraktı, ha­ nedan tanrısı seviyesine yükseldi ve Orta ve Yeni imparatorluk firavunlarının koru­ yucusu oldu. Kent en parlak dönemini, Yeni imparatorluk zamanında, firavunların imparatorluğunun en geniş topraklara sa­ hip olduğu sırada yaşadı. Amerıofisler ve Tutmosisler, Teb’i başkentleri yaptılar. Nil'in sağ kıyısında, kral saraylarıyla tapınaklar ve çeşitli yönetim binaları yan yana yük­ seliyordu. Kentin bu bölümünde çok sa­ yıda rahip, memur, asker, zanaatçı ve ya­ bancı ziyaretçi yaşarken sol kıyıdaki "ken­ tin batı kesimi” nin halkını kralların ya da sivillerin mezarlarının bakımı, gömme iş­ leri ve ölü kültüyle uğraşanlar oluşturuyor­ du. O tarihlerde Teb (özellikle Tutmosis III, Amenofis lll'ün saltanat dönemleri) Orta­ doğu'nun gerçek merkeziydi; Afrika’nın ortasından (Nil'in 4. çavlanı) Fırat'a kadar uzanan geniş imparatorluğun çeşitli yer­ lerinden gelen kabileler kente akın ediyor­ du. Fenikeliler, bu büyük iktisadi merkez­ de bankacılık faaliyetlerine giriştiler. Ege’ den gelen gemiler ırmak yoluyla kente ulaşırken Sudanlılar'a alt yük gemileri de denize doğru mal taşıyorlardı. Teb, aynı zamanda canlı bir uluslararası diplomasi (Tutmosis IV zamanında) merkeziydi. Sap­ kın firavun Amenofis IV (Akhenaton) Amorfa ve güçlü rahip sınıfına ilk darbe­ yi indirdi; XIX. hanedan döneminde Ramsesler Delta bölgesinde oturmayı gelenek haline getirince Teb’in gerileme süreci başladı. Büyük Amon rahipleri kendileri­ ni Mısır kralı ilan etmelerine (XXI. hane­ dan) rağmen kent eski zenginliğine kavu­ şamadı ve Teb yalnızca, hüküm süren fi­ ravunun yakın akrabaları arasından seçi­ len kutsal Amon rahibesinin ikametgâhı olarak dinsel metropol işlevini koruyabil­ di. Persler'in birkaç kez yağmaladıkları kent, Ptolemaioslar zamanında kesin ola­ rak çöktü. Bugün, büyük Luksor* tapına­ ğıyla Karnak*’taki Amon, Mut, Honsu ve Opet tapınakları kentin yerini belirtir. Medinet Habu, Memnon kolosları, Gurna ve Deyr ül-Bahri, Krallar vadisi ve Kraliçeler vadisi, "kentin batı kesimi"ne ait görkemli kalıntılardır. TEBAA a. (ar t§bi’ ’in çoğl. teba’ a). Esk. Bir devletin yönetimi altında bulunan bi­ reylerin tümü; uyruk. T E B A B İA çoğl. a. (ar. tubbâ” nın çoğl. tebsbfa). Esk. 1. Yemen hükümdarlarının unvanı. —2. Dar-üt-tebabia, Hz. Muham­ met'in Mekke’de doğduğu ev.



TB atro C am p es ln o , özellikle Meksika kökenli tarım işçilerinden oluşan amerikan halk tiyatrosu. Kaliforniya'da Delano tar­ lalarında bir grev sırasında Luis Valdez ta­ rafından 1965'te kuruldu. Anlatımcı tek­ nikler, hicivci bir anlayışla, toplumsal do­ laysız gerçekliğin hizmetinde kullanıldı, iki dilin konuşulduğu bir tiyatro olarak, campesino’nun ikili, yani toplumsal ve kültü­ rel yabancılaşmasını vurgular, öncelikle bir bilinçlenme aracı olmaya çalışır.



TEBAH sıf. (fars. tebâh). Esk. Yıkılmış, ha­ rap olmuş, mahvolmuş. ♦ a. 1. Yıkılma, mahvolma, bozulma. —2. Tebah etmek, yıkmak, harap etmek. || Tebah olmak, yıkılmak, bozulmak.



TEA VÜ N a, (ar. ’ avn'darı te’Svün). Esk. Yardımlaşma, karşılıklı birbirine yardım et­ me.



TE B A H H U R a. (ar. barfr’dan tebahhur). Esk. 1. Bir şeyin içme dalma. —2. Bir bi­ lim dalında uzmanlaşma.



TEAVÜNAT, -tı çoğl. a. (ar. te’ avün'ün çoğl. te’Svünaf). Esk. Yardımlar, yardım­ laşmalar.



TE B A H H U R a. (ar. buljâridan tebah­ hur). Esk. 1. Kaynayıp buhar olma, bu­ harlaşma, buharlaşarak uçup gitme. —2. Tütsülenme —3. Tebahhur etmek, sıvılar­ dan söz ederken, buharlaşmak, uçmak.



TE B a. (fars. teb). Esk. 1 . Sıcaklık, hara­ ret. —2. Sıtma: "Teb ne nekritdi aceb ka­ bileler pir olmuş" (Vasfi, XVI. yy.). —3. Teb ü tab, ateş ve ışık; coşku. || Teb-lerze -> TEBLERZE. || Teb-zede - TEBZEDE. ■ T E B ya da T H E B A İ. Tar. coğ. Yukarı Mı­ sır'da kent, bugünkü Kahire’nin 714 km G.'inde, Nil kıyısında. Uas-asası nomosu sınırları içinde bulunan yerleşmenin fira­ vunlar zamanındaki adı Uaset ya da Niut'tu (Kent). Yüz kapılı Teb adını, kente, büyük bir olasılıkla tapınakların önünde­ ki çok sayıdaki pilon nedeniyle Yunanlılar -daha doğrusu Homeros- vermiştir. Mısır



TEB A D Ü R a. (ar. bedriden tebâdür). Esk. Ansızın, birdenbire akla gelme, içe doğma.



T E B A H İ a. (fars. tebah ve -iden tebâhi). Esk. Mahvolma, yokluk. TE B A İN a. (fr. thebaîne; eskiden afyon ihraç eden Mısır şehri 7eb’den). Eczc. Af­ yondan elde edilen alkaloit. Ağrı kesici et­ kisi azdır, sara nöbetine benzer bir tablo­ nun ortaya çıkmasına neden olur. TEB A İYET, -ti a. (ar. teba’ ve -iyyet' den teba’ iyyet). Esk. 1. Uyma, tabi ol­ ma. —2. Tebaiyet etmek, tabi olmak, uy­ mak.



teberru TE B A İY E T E N be. (ar. tebâ'iyyet'ten tebâ'iyyeten). Esk. Tabi olarak, uyarak. TE B A LD EO (Antonio TEBALDİ, İl —de­ nir), İtalyan yazar (Ferrara 1463 - Roma 1537). ima ve ustalıklı eğretilemelerle ku­ rulmuş soneleri -300 dolayında- saray petrarcacılığının ince bir anlatımıdır (L’Opere d ’amore, 1499). TE B A LD İ (Renata), İtalyan şarkıcı (Pesaro 1922). 1944'te şarkı söylemeye başla­ dı. 1946'da Toscanıni tarafından Scala di Milano'nun yeniden açılış galası için se­ çildi, daha 1949'da çok parlak uluslar­ arası bir sanat yaşamına başladı. Sopra­ no sesinin tını güzelliğini, XIX. yy. İtalyan operasının kadın kahramanlarının hizme­ tine sundu. T E B A LD İN İ (Giovanni), İtalyan müzlkbilimci ve besteci (Brescia 1864-San Benedetto del Tronto 1952). Venedik'te S. Marco'da koro ve Padova'da S. Antonio bazi­ likasında capella yöneticiliği, Parma konservatuvarı'nda müdürlük (1897-1902) ve Santa Casa de üoreto’da müzik yönet­ menliği (1902-1924) yaptıktan sonra, 1931' de Cenova’daki Ateneo Musicale’de mü­ dür oldu. Eski yapıtlar yayımladı. Ayrıca bir Org yöntemi (1893) ve birkaç müzikbilim yapıtı bıraktı: İtalya'da dinsel müzik (1893), Antoniana capellası'ndaki müzik arşivi (1895), Ayin tarihinde dinsel müzik (1904), Lauretana capellası müzik arşivi (1921). TEB A R EK ya da TEBA R EK E ünl. (ar. tebarek, tebâreke). Esk. "Sana mübarek etsin" anlamında kullanılan bir dua sözü: Tebarek - Allah (Allah sana mübarek etsin). T e b a re k » su re si -> M ü l k SURESİ. TE B A R Ü Z a. (ar. büruz'den tebarüz). 1. Görünme, ortaya çıkma. —2. Tebarüz et­ mek. belirmek, ortaya çıkmak. —3. Teba­ rüz ettirmek, belirtmek, ortaya çıkarmak: Özellikle şu iki noktayı tebarüz ettirmek is­ terim. —Esk. iki hasmın çarpışmak için karşı kar­ şıya gelmesi. TE BAÜD a. (ar. b t/ d ’dan tebsTüd). Esk. Birbirinden ayrılma, uzaklaşma. —Esk. fiz. Uzanım. —Esk. mat. Uzaklık. || Tebaüd etmek, ırak­ samak. TEBAÜDAT, -tı çoğl. a. (ar. tebâ"üd’ün çoğl. tebsTüdât). Esk. Uzaklaşmalar, bir­ birinden ayrılmalar. TEBAYÜN a. (ar. beyn'den tebsyün). Esk. 1. iki şey arasındaki karşıtlık, zıtlık, uyuşmazlık. —2. Tebayün-i efkâr, fikir uyuşmazlığı. —Esk. mat. Aynı rakamla bölünmesi mümkün olmayan iki sayı arasındaki ilgi, —isi. huk. Tebayün-ı adad, iki sayı arasın­ da birden başka ortak bölen bulunmama­ sı. (3 ile 5, 7 ile 9 arasında olduğu gibi.) T e b b e t su re s i, Kuran'ın 3. suresi. 5 ayettir. Mekke'de inmiştir. Adı, ilk ayette ge­ çer. Surede Hz. Muhammet'in amcası ol­ masına karşın, başta Hz. Peygamber ol­ mak üzere müslümanlara ve İslam dinine karşı son derece acımasız bir düşmanlık gösteren Ebu Lehep ile bu konuda ondan geri kalmayan eşi eleştirilir. Surenin meali şöyledir: "Ebu Lehep'in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazan­ dıkları (yaptıklan) ona yarar sağlamadı. O, alevli bir ateşe girecek! Odun taşıyıcısı olarak ve boynunda hurma liflerinden bü­ külmüş bir ip takılı olduğu halde karısı da onunla birlikte (cehenneme) girecek!"



belICır etmek, billurlaşmak; belirmek, ay­ T E B D İL a. (ar. bedel'den tebdil). Esk. dınlanmak. 1. Değiştirme. —2. Ünlü bir kimsenin kim­ liğini gizleyerek halkın arasında dolaşma­ TE B E N N İ a. (ar. beni'den tebenni). Esk. sı. —3. Polis hafiyesi. — 4. Tebdil etmek, Bir erkeği oğulluğa kabul etme, oğlu ola­ değiştirmek. — 5. Tebdil çıkmak, tebdile rak alma. çıkmak, padişah, vezir gibi devletin önde TE B ER a. (fars. teber). Esk. 1. Küçük gelenleri tanınmayacak bir kılıkla halkın balta. —2. Dervişlerin taşıdıkları uzun arasına karışmak. || Tebdil olmak, değiş­ saplı, yuvarlak ağızlı balta. —3. Meşin mek. || Tebdil-i hava -* TEBDİLİHAVA. || kesmekte kullanılan alet. Tebdil-i mekân, yer değiştirme. || Tebdil-i —Ciltç. Ciltçilikte, altın yaldız üzerine ta­ suret etmek, görünüşü değiştirmek. rama süs yapmakta kullanılan sivri uçlu —Kur tar. Tebdil hasekisi, Osmanlılar'da demir. has ahır seyislerinin reisi. || Tebdil kayığı, Osmanlılar'da padişahın kılık değiştirip B —Esk. sil. Uzun saplı, ucu sivri ve keskin temrenli, temrenle sapın birleştiği yerde, kimliğini gizleyerek halkın arasına karış­ bir yanında aybalta biçiminde, öteki yanın­ mak amacıyla bindiği kayık. da düz, aybalta ya da sivri uçlu bir metal ♦ be. 1. Kıyafet değiştirerek. —2. Teb­ parça bulunan bir tür silah. (Bk. ansiki. dil gezmek, tanınmamak için kılık değiş­ böl.) tirerek dolaşmak. — A N S İK L . Esk. sil. Çok eskiden beri Çin’ ♦ sıf. Değiştirilmiş bir kıyafetle ve kim ol­ de kullanılan teber, XV. yy.’da Almanya ve duğunu belli etmeksizin gezen. İsviçre'ye, 1550'ye doğru da Fransa'ya geçmiştir. Uzunluğu 1,80 - 2,40 m arasın­ TEBDİLİHAVA a. (ar. tebdil ve havadan da değişen bu silah, düz kesici ağzının tebdil-i havS). Hastaların daha çabuk iyi­ yanı sıra, çeşitli biçimlerde yan ağızlan leşmesi için yapılan çevre değişikliği; bu olan bir temrenden meydana gelen bir tür değişiklik için verilen izin; hava değişimi. mızraktır. En yalın örneklerinin bir tarafın­ TEBE a. (ar. fabF'nin çoğl. febe'e'den). 1. da bir aybalta, öteki tarafında da sivri uç­ Tabi olanlar. —2.Tebe-i tabiin, üçüncü ku­ lu bir parça bulunur. Özel eğitilmiş seçkin şak müslümanlar topluluğu. (Bk. ansiki. böl.) piyadeler, XVIII. yy.'a değin de bu sınıfın —ANSİKL. Müslüman olarak Hz. Muham­ çavuşları tarafından kullanılan teberlerin met’i görenlere eshap ya da sahabe, en çok ince oymalı, sanatsal değeri olan ör­ az bir sahabeyi görmüş müslümanlara ta­ nekleri vardır. İsviçre Kraliyet muhafız bir­ biin, tabiinden bir ya da birkaç kişiyi gör­ liği, teberi 1789’a değin taşımıştır. Günü­ müş müslümanlara da tebe-i tabiin ya da müzde ise kimi Avrupa ülkelerinde, do­ etbau tabiin denir. Hz. Muhammet bu üç nanma kuvvetlerinin şeref kıtalarında hâ­ kuşaktan övgüyle söz ettiğinden müslü­ lâ kullanılmaktadır. manlar arasında bunlara özel bir saygı du­ Osmanlılar'da teber, önceleri padişah­ yulur. Hadis, fıkıh ve tefsir başta olmak lara eşlik eden muhafızlar olan, daha son­ üzere islami bilimlerin kaynaklarının sap­ raları da törenlere gösteri amacıyla katı­ tanmasında ve kurulmasında bu kuşağın lan peykler tarafından taşınıyordu. Ayrıca büyük katkısı olmuştur. Başta imam Ma­ dervişlerin ellerinde de simgesel nitelikte lik, imam Şafii, Evzai, Sevri, Şube gibi teberler bulunurdu. mezhep imamları, müçtehitler ve hadis—isi. Teber, daha çok alevi ve bektaşi ta­ çiler olmak üzere birçok İslam bilgininin rikatı dervişleri tarafından kullanıldı. Sağ de İçinde bulunduğu bu kuşağın men­ elle tutulup sağ omuza alınarak taşınırdı. suplarına 835’ten sonra rastlanmaz. Aynı dervişlerin kullandıkları keşkül ve asa ile üçlü bir koleksiyon oluştururdu. Ana­ TE B E A N be. (ar. teba“ dan tebe'an). dolu'ya bektaşi dervişlerince getirilen te­ Esk. Tabi olarak, uyarak. berin sapı arap abecesinin elif harfini an­ —isi. huk. Tebean tasarruf, miri arazi üze­ dırdığından, Tanrı'ya giden doğruluk yo­ rinde yapılan yapılar ve dikilen ağaçlar lunun simgesi sayıldı ve bu anlamda bek­ nedeniyle, bu arazinin mülk topraklar gi­ taşi şiirlerine konu oldu. bi tasarruf edilmesi. TE B E D D Ü L a. (ar. becfe/'den tebeddül). Esk. 1. Değişme, bir durumdan, bir biçim­ den başka bir duruma ve biçime geçme. —2. Tebeddül etmek, değişmek, başka­ laşmak. TEBEDDÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. tebeddül'ün çoğl. tebeddülat). Esk. Değişme­ ler, değişiklikler. T E B E K , Kore'de sıradağlar, Japon de­ nizi kenarında uzanır; 1 561 m. TE B ELB Ü L a. (ar. belbel'den tebelbül). Esk. 1. Dilin anlaşılmaz hale gelmesi, ka­ rışıklık. —2. Tebelbül etmek, karışmak, anlaşılmaz hale gelmek. —3. Tebelbül-i elsine, dillerin anlaşılmaz hale gelmesi. TEBELLEŞ sıf. ve a. 1. istenmediği hal­ de bir kimsenin yanından, bir yerden ay­ rılmayan kimse için kullanılır; musallat: Ne tebelleş bir adam. —2. Bir kimseyi ya da bir şeyi (bir kimseye, başına) tebelleş et­ mek, onu ya da o şeyi bir kimseye mu­ sallat etmek, onu başına sarmak: Ele avu­ ca sığmayan bu iki yaramazı başıma te­ belleş edip gittiler. || Bir kimseye tebelleş olmak, onun yanından ayrılmamak; mu­ sallat olmak. TEBELLÜĞ AT, -tı çoğl. a. (ar. tebel­ lüğ' ün çoğl. tebeilüğâf). Esk. 1. Bildiri vb. şeyleri almalar. —2. Yetişmeler, erişmeler.



T E B C İL a. (ar. becl'den tebcil). Esk. 1. Büyütme, ululama, saygı gösterme: "Re­ kabet havassan iman, yaşamak kavgası­ nın tebcilinden başka bir şey değildi" (Şükrü Kaya). —2. Tebcil etmek, yücelt­ mek, ululamak.



TEB ELLÜĞ a. (ar. bülüğ'dan tebellüğ). Esk. 1. Resmi bir bildiriyi alma. —2. Ye­ tişme, erişme. —3. Tebellüğ etmek, res­ mi bir bildiriyi almak, aldığını imzasıyla be­ lirtmek.



T E B C İL E N be. (ar. tebcilden tebcilen). Esk. Yücelterek, ululayarak.



TE B ELLÜR a. (ar. billur'dan tebellür). Esk. 1. Billurlaşma. —2. Belirme. —3. Te



TEBERDAR sıf. ve a Jars. teber ve dar’ dan teber-dâı). Esk. Teber taşıyan derviş. ♦ a. Kur. tar. Yeniçerilerde balta taşıyan solak sınıfı. (-> BALTACI.) —Esk. giy. Teberdar külahı, teberdarların giydiği beyaz keçeden yapılmış armudi külah, (iki yanından zülüfler sarkıtılır, za­ bit külahlarının alt kısmı sırma işlemeli olurdu.) [Baltacı külahı, zülüflü külahı da denirdi.)|| Teberdar yakası, odun taşımak­ la görevli teberdarların hareme girdikle­ rinde giydikleri, yüksek yakalı cepken. (Cepkenin yakası arkada başı gösterme­ yecek, önde yüzün iki yanını örtecek denli yüksek olur, dimdik dururdu. Hareme gi­ rildiğinde teberdarların çevreyi görmeme­ si için kullanılırdı.) TEB ER DA R A N çoğl. a. Kur. tar. 1. Bal­ tacılar. —2. Teberdaranı hassa, OsmanlI­ larda padişahın sarayındaki solaklara ve­ rilen ad. TE B ER RA , T E B E R R İ ya da TE B ER ­ R U a. (ar. be/â’ef’ten teberrs, teberru). Esk. 1. Uzaklaşma, uzak durma. —2. Yüz çevirme. —3. Teberra etmek, teberra ey­ lemek, uzaklaşmak, uzak durmak. —Tasav. Harici, alevi ve bektaşi tarikat ve mezheplerinde Muaviye soyundan gelen­ lere kin gütme ilkesi. TEBERRU, -u a. (ar bürff"dan tebernf). 1. Bağışlama. —2. Bağış: Teberru topla­ mak. —3. Teberru etmek, bağışlamak, bağışta bulunmak. —Huk. - BAĞ IŞLAMA. —isi. huk. Bir kimsenin bir şeyi karşılıksız olarak bir kişiye ya da bir kuruma vermesi. (Şeriatın karşılıksız verilmesini gerekli gördü­ ğü şeyler, örneğin zekât, teberru sayılmaz.)



11335



L a u n t A S in u d o n



XVIII. yy.'n başMtda kutandan ttbtr



Askeri müze, Paris



teberruan 11336



TE B ER RU A N be. (ar. febem /'dan tebern/an). Esk. Bağış yoluyla, bağışlaya­ rak. TEBERRUAT, -tı çoğl. a. (ar. teberru” un çoğl. teberru’ ât) Esk. Bağışlayışlar, bağışlar. TE B E R R Û K , -kü a. (ar. bereketlen te berrük). Esk. 1. Uğurlu sayma. —2. 7eberrük etmek, uğurlu saymak. TE B E R R Û K Â T çoğl. a. (ar. teberrük' ün çoğl. teberrükâf). Esk. Uğurlu sayma­ lar. TE B E R R Ü K E N be. (ar. teberrük'ten te­ ber rüken). Esk. Uğursayarak: "Zincirile bağlı bir de sultan!.. / Çekdirdi teberrüken o ancak / Şehrin kapısında bir de san­ cak!" (A. H. Tarhan). T E R E S , İran’da vaha, Horasan'da. Hur­ malıklar, meyve bahçeleri, sebze yetiştiri­ ciliği. XI. yy.’dan kalma bir kale; XII. yy.’a ait Selçuklu minareleri. TE B E SS Ü M a. (ar. besm’den tebes­ süm). 1. Gülümseme: Dudaklannda acı bir tebessüm belirdi. —2. Tebessüm et­ mek, gülümsemek. —3. Bir şeyi tebessümlekarşılamak, bir şeye, anlayışla, hoş­ görüyle ya da küçümseyerek, hafife ala­ rak yaklaşmak. —Esk. Tebessüm-i hülya, güzel bir şeyin hayal edilmesinin yol açtığı gülümseme. || Tebessüm-i istifsar, sorarcasına^gülümseyiş. || Tebessüm-i mahzuziyet, höşlanma gülümseyişi. || Tebessüm-i memnuniyet, mutluluk gülümseyişi. || Tebessüm-i zirleb, dudak altından gülme; alaylı gülümseyiş.



TEBEŞİRLEŞM E a. Boyac. Bir boya ta­ bakasının bileşenlerinden birinin ya da bir­ kaçının atmosfer etkenlerinin etkisiyle az ya­ pışla ince bir toz haline gelerek bozulması. —ANSİKLTebeşirleşme havadaki tozların değil, boya tabakasındaki katı bileşenle­ rin etkisiyle meydana gelir; az ya da çok yaygın ve tekdüze bir yığın halinde orta­ ya çıkmasının nedeni fiziksel kirlenme ola­ yıdır. Tebeşirleşme doğal olarak, rüzgânn hafif erozyonu ve sızan sularla, ya da ya­ pay olarak, parmakla ya da bezle hafifçe sürterek önlenebilir. Tebeşirleşme atmosfer etkenlerinden do­ ğar ve çoğunlukla üç temel eleman dan ha vanın oksijeni, su (yağmur) ve morötesi ışı­ nımların (güneş ışığı) ortak etkisiyle duşur. "Kendiyıkanabilir" denen bazı boyalar­ daysa, yağış sonucu yüzeyin tozunu gi­ dermek ve kirlenmeyi önlemek için te b a şirlenme aranılan bir özelliktir. TE B E V V Û L a. (ar. bevtden tebevvül). Esk. işeme. —Esk. tıp Tebewül-i sûkkeri, idrarda ş a ker bulunması. || Tebevvül-isûlal, idrarda albümin bulunması. || Tebewül-üd-dem, idrarın kana karışması sonucu duşan kan zehirlenmesi. T E B E Y Y Ü N a. (ar. beyan'dan tebey­ yün). Esk. 1. Ortaya çıkma, belirme: “ Ke­ limelerin eski şekillerini ve asli manalarını tebeyyün maksadıyla..." (F. Köprülü). —2. Tebeyyün etmek, ortaya çıkmak, belli ol­ mak: Masumiyetim ve suçsuzluğum te­ beyyün ediyor" (Nâzım Hikmet).



TEBESSÜM AT, -tı çoğl. a. (ar. tebes­ süm'ün çoğl. tebessümât). Esk. Gülüm­ seyişler.



TE B N A L ya da TE B H A LE a. (fara teb, sıtma ve bâ/, ben'den tebhsl, tebğale). Esk. tıp. Uçuk, dudakta beliren kabartı: “ Ne yi re tanıladıysa eşk-i germum oldı tebhâle" (Vasfi, XVI. yy.). "Avazesini edin­ ce idhâl, I Lerzan olarak düşerdi tebhal" (A. H. Tarhan)



TE B E S S Ü M K Ü N A N be (ar. tebessüm ve fars. künan'dan tebessüm-künsn). Esk. Gülümseyerek.



TE B H İR a. (ar. buğaridan tebşir). Esk. 1. Bir sıvıyı buharlaştırma, buğu haline sokma. —2. Tütsüleme —3. Etüvden geçirme



T e b e s s ü m le r d iy a rı (Das Land des Lâchelns), Franz Lehâr'ın üç perdelik opereti (Berlin, 1929; A. Mauprey ve J. Marietti’nln uyarlaması ile Paris, 1932). Akılda kalan ezgileri ve basmakalıp çark­ çılığıyla her dönemde halkın ilgisini çek­ miştir.



TE B H İR H A N E a. (ar. tebhir ve fars. -hane'den tebhirhsne). Esk. tıp. Salgın hastalıklarda eşya ve mekânlan dezenfek­ te etmekle görevli sağlık kuruluşu; dezenfeksiyon istasyonu. (1893'te İstanbul’da baş gösteren kolera salgını, şehremanetinin Üsküdar, Tophane ve Gedikpaşa'da kurduğu tebhirhanelerin yardımıyla kont­ rol altına alınmıştı.)



TE B E Ş İR a. (fars. tebSşir'den). 1. Toz durumuna gelebilen, sürüldüğü yerde iz bırakan beyaz ya da açık renk kireçli ka­ ya. (Bk. ansikl. böl.) —2. Özellikle kara tahtaya yazı yazmaya yarayan, bu mad­ deden yapılmış, beyaz ya da renkli küçük çubuk. —3. Tebeşir tahtası, üzerine tebe­ şirle yazı yazılan tahta. —Boyac. Beyaz tebeşir, kireç sütünün çöktürülmesiyle elde edilen çok arı kireç. || İspanyol tebeşiri ya da Meudon tebeşi­ ri, bakım ürünlerinde perdahlama tozu ve soğurucu olarak ya da birçok boyada dol­ gu maddesi olarak kullanılan son derece saf doğal kalsiyum karbonat türü. —Oy. Bilardoda oyuncuların topa vurur­ ken istekanın kayma yapmaması için is­ teka ucunda bulunan meşine sürttükleri mavi tebeşir. —Yerbil. Tebeşir devri, KRETASE’nin eşan­ lamlısı. — ANSİKL. Tebeşir, çok az pekişmiş ve ko­ layca parçalanarak beyaz bir iz bırakan, in­ ce taneli, kireçli bir kayaçtır Bileşiminde ço­ ğunlukla o/o 1 ile 2 oranında kil ve biraz da silis vardır Tebeşir az derin yerlerin çökefidir; çok sayıda mikroskobik suyosunu, planktonik delikliler, bentik organizmalar (yosurv hayvanları, yumuşakçalar, denizkestaneleri) ve kimi zaman karasal öğeler içerir. Kretaseye adını veren tebeşir (lat. creta, tebe­ şir) Paris havzasının büyük bir bölümünü kaplar: tebeşirli Champagne, Sen vadisi (Meudon'a doğru, Mantesta-Jolie), pays de Caux, Manş yalıyarlan (Etretat), Touraine. Arı olmayan türleri şunlardır: çakmaktaşlı tebeşir, killi tebeşir, glokonitli tebeşir (Rouen), fosfatlı tebeşir (Picardie) ve tüflü tebe­ şir (Touraine mağaraları). Tebeşir, kireç ve çimento üretiminde kullanılan bir kayaçtır.



TE B İD a. (ar. b ı/ d ’dan tebİdl. Esk. 1. Kovma, sürme, uzaklaştırma: "Acilen tev­ kif ve tebidlerine havass-ı vükelâ tarafın­ dan tahkikat-ı zabıtaya istinaden..." (Mı Fu­ at). —2. Tebid etmek, uzaklaştırmak, sür­ mek: "... neşe-yâb-ı hayât olanların tard ü tebid ettikleri gam lar" (H. Z. Uşaklıgil). T E B İD a. (ar. ebetfden te’ bid). Esk. Sonsuzlaştırma, ebedileştirme. T E B İN O T İN O O İ, Endonezya'da ada. Malakka boğazında, Sumatra'nın doğu kı­ yısının hemen yakınında, Kampar halici­ nin K.-K.-B.'sında. —Sumatra’da iki kent bu adı taşır. TEB LER ZE a. (fars. teb ve lerze'den teb Terze). Esk. tıp. Sıtma nöbeti. TEBLİGAT, -tı a. (ar. tebliğ'in çoğl. teb­ ligat, bildiriler, bildirmeler). Huk. Hukuksal işlemlerin, yazı ya da ilan yoluyla ilgili ki­ şilere resmen bildirilmesi. (Bk. ansikl. böl.) —Verg. huk. Vergi tebligatı, üzerinde öde­ necek verginin miktarını ve tarihini gösteren ve yükümlüye bildirilen belge, ihbar­ name (Yazı ile bildirilmesi gereken tebli­ gat genellikle postayla gönderilir. Bunun­ la birlikte, gelir vergisinde olduğu gibi yü­ kümlünün beyanına dayanılarak vergi tarh edildiğinde, kural olarak tebligata gerek kalmamaktadır. Bazı durumlarda memur eliyle, ilan yoluyla ya da listeler asmak su­ retiyle de tebligat yapılmış olur.) —ANSİKL. Huk. Tebligat önemli hukuksal sonuçlar doğuran bir işlemdir. Bu nedenle sıkı kurallara bağlanmıştır. Mahkemeler, genel ve katma bütçeli daireler, belediye­ ler, köy tüzel kişileri, barolar ve noterler ta­ rafından yapılacak tebligat, 11 şubat 1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat k. ile bu yasa­



ya dayanarak çıkanlan Tebligat nizamna­ mesi hükümlerine göre yapılır. ÜlkB içindeki tebligat, kural olarak, FİT aracılığıyla olur. Yurtdışındaki Kırk vatandaşlanna yapılacak tebligat oradaki türk siyasi memuru ya da konsolosu aracılığıyla gerçekleştirilir. Tebli­ gat bilinen en son adrese yapılır. Tebligat yapılacak kişi adresinde bulunmazsa, bir­ likte oturduğu aile fertlerinden ya da hiz­ metçilerden birine de yapılabilir. T E B L İâ a. (ar. bulûğdan tebliğ). 1. Bil­ diri: Tebliğ yayımlamak. —2. Bildirme, bir kimseye ulaştırma: Bu haberi üstlerine teb­ liğe memur edildi. —3. Tebliğ etmek, bir kimseye bir buyruğu yazılı ya da sözlü bil­ dirmek; "Bugün Hacer'in ikinci vazifesi N e rime Hanım'ı bir tarafa çekmek, bu büyük haberi tebliğ etmek oldu" (H. Z. Uşaklıgil)—Esk. ed. Abartma*’nın (mübalağa) mak­ bul sayılan türü. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. Bir hukuksal durumun ya da işle­ min ilgili kişilere yazı veya ilan yoluyla bil­ dirilmesi. —isi. Hz. Muhammet ve onun vârisleri sa­ yılan bilginlerin İslam dinini insanlara du­ yurma ve tanıtma ödevi. —Verg. huk. Vergilendirmeyi ilgilendiren ve bir hüküm belirten öğelerin yetkili ma­ kamlar tarafından yükümlüye ya da öteki ilgililere yazı ile bildirilmesi. —ANSİKL. Esk. ed. Tebliğ, akla uygun gö­ rülen ve yapılması yadırgat» sayılmayan abartmadır (örn. "Ak gerdanda benler öl­ dürür be ni" [KaracaoğlanD- Bu nitelik­ leriyle gulüv* ve ığrak’ diye adlandırılan, daha aşırı ve daha aykırı abartma türle­ rinden ayrılır. T e b liğ le r d e rg is i k a n l iğ i



* M îllî Eğ It Im Ba -



T e b l iğ l e r D e r g is i .



TE B N a. (ar. tebn). Esk. Saman. T E B N İ sıf. (ar. tebn ve -/’den teb ni). Esk. Saman renginde, açık sarı. T E B R İD a. (ar. berdden tebrid). Esk. 1. Soğutma, ısısını azaltma. —2. Arayı so­ ğutma, uzaklaşma. —3. Tebrid etmek, so­ ğutmak, arayı açmak. TE B R İE - TEBRİYE. T E B R İK , -kİ a. (ar. bereketten tebrik). 1. Bir kimsenin başansını, onun için önem­ li bir olayı sevinçle paylaştığını göstermek eylemi; bunun için söylenen ya da yazı­ lan sözler; kutlama: Tebrikleri kabul et­ mek. Bir kimseye bayram tebliğine git­ mek. — 2. Bir kimseyi tebrik etmek, mut­ lu bir olay, önemli bir başarı nedeniyle onun sevincini paylaştığını gösteren söz­ ler söylemek, kutlamak: Genç evlileri teb­ rik etmek. —3. Bir kimseyi (bir şey için, b ir şeyden dolayı) tebrik etmek, kendisi­ ne onur kazandıran bir eylemi nedeniyle onu övmek; kutlamak: Bu eşsiz parti için sizi tebrik ederim, harikaydı. —4. Bir kim­ senin doğum gününü, bayramını vb. teb­ rik etmek, mutlu, sevinçli bir olay nede­ niyle o kimseyi sözlü ya da yazılı olarak kutlamak. —5. Tebrik kartı, kutlama için gönderilen kart. (Kısaca tebrik de denir.) TEB R İK A T, -tı çoğl. a. (ar. tebrikin çoğl. tebriksf). Esk. Kutlamalar. TE B R İK N A M E a. (ar. tebrik ve fars na­ m eden tebrik-name). Esk. Tebrik yazısı, kutlama yazısı. TE B R İY E a. (ar berâ’ e f ten tebri'e). Esk. 1. Temize çıkarma, aklanma, suçsuzluğu­ nu kanıtlama. —2. Birini borçtan kurtar­ ma. —3. Tebriye etmek, aklanmak, temi­ ze çıkarmak: "içinde yuvarlandığım ha­ yatı böyle görüşümde haksızsam bu sa­ tırlar beni tebrie ettiremez" (R. C. Ulunay). —4. Tebriye-izimmet, aklanıp temize çık­ ma: "... acizane vuku bulan ihtaratım ka­ bul buyurulmadığı halde bu defa dahi tebriye-i zimmet etmiş olurum" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). —isi. huk. Bir kimsenin suç işlediğini gös­ teren delil bulunmaması, suç işlemediği­ nin anlaşılması ya da işlediği fiilin suç ni­ teliğinde olmaması gibi durumlarda, kişi-



nin suçtan sorumlu tutulmaması; beraat etmesi. T E B R İZ a. Müz. Türk müziğinde bir bi­ leşik makam. (Uşşak makamına acemaşi­ ran makamının bir bölümünün eklenme­ siyle oluşur. Özelliği olmayan bir makam­ dır. Muallim İsmail Hakkı Bey, Haham Ne­ sim, Neyzen Şeyh Ali Rıza Efendi, Abdülkadir Töre tarafından bu makamda bes­ teler yapılmıştır. Elde bu makamla yapıl­ mış 18 kadar beste vardır. T E B R İZ , İran'da kent, D. Azerbaycan Tinin merkezi, yarı kurak yüksek bir hav­ zada. 1 350 m yükseltide, Urmiye gölüne dökülen küçük bir akarsuyun kıyısında; 994 377 nüf. (1986). Moğollar zamanında (XIII. yy.) ve Safeviler dönerrmrTBTş&rTnda (XVI. yy.) İran'a başkentlik eden Teb­ riz, XIX. yy. ile Birinci Dünya savaşı ara­ sında Karadeniz yoluyla ve erken bir ta­ rihte yapılan (1916) demlryoluyla Rusya aracılığıyla Avrupa'ya bağlanarak İran'ın en büyük ekonomik ve ticari merkezi ol­ du. Bugün artık yalnızca bölgesel bir iş­ levi vardır ve İran'ın öbür kentlerine oran­ la daha yavaş gelişmektedir. —Tar. Ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmeyen kent, Selçuklu devletinin kuru­ cusu Tuğrul Bey'in eline geçtikten (1Q55) sonra büyük önem kazandı. Irak Selçukluları'nın denetimindeyken, bir ara Gürcü­ lerde işgal edildi (1120). Salgurlular'dan ildenizliler’in yönetimine geçmesi (1139) üzerine Azerbaycan atabeyliğinin merkezi oldu (1186). ildenizliler'i ortadan kaldıran Celalettin Harizmşah’ın egemenliğine gir­ di (1225). Moğol istilasına uğradı (1230) ve Hulagu’nun kurduğu ilhanlı devletinin başkenti oldu (1263). Ilhanlılar'ın dağılma döneminde Celayirliler'in payına düşen kent (1336), Timur'un eline geçtikten (1392) sonra Timurlu imparatorluğu'nun batı eyaletlerinin yönetim merkezi olarak bayındırıldı ve önemi arttı. Önce Karakoyunlular’a (1446), sonra da Uzun Haşan tarafından alınarak Akkoyunlular'a (1468) bağlandı. İran'da Safevi hanedanını kuran (1501) Şah İsmail'in başkentiyken, Çaldı­ ran* savaşı'ndan (1514) sonra Yavuz Sul­ tan Selim tarafından fethedilerek osmanlı topraklarına katıldı. Yavuz'un İran seferin­ den İstanbul'a dönmesi üzerine Şah İs­ mail, Tebriz'i geri aldı (1515). Kanuni dö­ neminde 1533-1555 Türk-iran savaşı'nda OsmanlIlarla Safeviler arasında sürekli el değiştiren (6 kez) kent, sonuçta Amasya antlaşması'yla (1555) iranlılar'da kaldı. Murat III döneminde başlayan 1578-1590 Türk-İran savaşı sırasında sadrazam ve serdarıekrem Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından teslim alınarak (1585) İstanbul antlaşması (1590) uyarınca Kafkasya ve Azerbaycan'la birlikte osmanlı yönetimine geçti. İran'da safevi birliğini yeniden sağ­ layan Abbas I tarafından geri alınan kent (1603), Osman II döneminde Türk-iran savaşı'na son veren Serav barışı’yla (1618) Safeviler’e bırakıldı. Murat IV'ün Revan* seferi sırasında (1635) türk ordusunca al­ tıncı kez ele geçirilen Tebriz, padişahın Bağdat seferi'nden (1638) sonra imzala­ nan Kasrışirin* antlaşması'yla (1639) ye­ niden İran yönetimine geçti. İran’da Sa­ fevi hanedanının çöküşü üzerine (1723) Doğu cephesinde başlayan osmanlı ha­ rekâtı sırasında Azerbaycan seraskeri Köprülüzade Abdullah Paşa komutasında 6 gün süren şiddetli savaşlar sonunda kente girildi (1725). Tebriz muhafızı Kara Mustafa Paşa'nın bir gece 75 bin askeri­ ni yüzüstü bırakıp kaçması üzerine kenti kuşatmış olan İran kuvvetlerince geri alın­ dı ve türk askerlerinin çoğu kılıçtan geçi­ rildi (1730). Tebriz’i fethetmekle görevlen­ dirilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa tara­ fından kan dökülmeksizin ele geçirildi (1732). İran’da Avşar hanedanının kurucu­ su Nadir Şah’ la önceki Kasrışirin antlaşması’nın (1639) hükümlerine bağlı kalına­ rak yapılan Türk-iran barışı (1746) uyarın­ ca yeniden İran'a bırakılan kent, bir kez daha osmanlı egemenliğinden çıktı. İran'



da yeni kurulan Kaçar hanedanının zayıf durumda bulunmasından yararlanan Ruslar, Azerbaycan'la birlikte merkezi olan Tebriz’i de işgal altına aldılar (1827). An­ cak, Türk-Rus savaşı’nın başlaması üze­ rine yapılan Türkmençay antlaşması'yla (1828) İran’a geri verilen kent, bundan böyle kaçar veliahtlarının resmi oturma ye­ ri oldu. Muhammet Ali Şah döneminde (1907-1909) Azeriler'in burada büyük bir ayaklanma başlatmaları üzerine Ruslar Tebriz'i yeniden işgal ettiler (1909). Birin­ ci Dünya* savaşı’nın başlarında Ruslar' ın boşalttığı kente osmanlı kuvvetleri gir­ diyse de sonradan rus ordusu şehre ye­ niden egemen oldu (1915). Rusya’da Ekim 1917 devrimi'nin meydana gelmesinden yararlanan Kâzım Karabekir Paşa komu­ tasındaki türk kuvvetleri Tebriz'i ele geçir­ diler (1918). Ancak, Mondros* ateşkesin­ den (1918) sonra ingilizler'in duruma elkoyması üzerine İran'a geri verilen kent (1919), İkinci Dünya* savaşı sırasında Kı­ zıl ordu birliklerince işgal edilerek Sovyetler'in kurduğu Azerbaycan Özerk Gumhuriyeti'nin merkezi oldu (1941). Daha son­ ra bu Cumhuriyeti ortadan kaldıran Şah Rıza Pehlevi yönetimi, Tebriz'i ele geçirip yeniden İran topraklarına kattı (1946). —Güz. sant. Tebriz XIV. yy.’da, özellikle İl­ hanlI hükümdarı Gazan Han döneminde cami, medrese, türbe, darüşşifa, gözleme­ vi, kitaplık, hamam, kervansaray, çarşı gibi yapılarla donatıldı ve surları yenilendi. Sel­ çuklu geleneğini sürdüren bu yapılar dep­ remler ve savaşlar sonucu ortadan kalk­ mıştır. Eski kaynaklar Gazan Han’ın türbe­ sinin kule biçiminde olduğunu anlatırlar (Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi yapıyı Ga­ lata kulesi'ne benzetirler). Vezir Ali Şah’ın yaptırdığı Ali Şah Mescidi camisi görkemli kubbesi ile dikkati çekiyordu. Cihan Şah' ın kızı Saliha Hatun'un yaptırdığı (1465 / 1466) Gökmescit* adını çeşitli tonlardaki firuze renkli zengin çini mozaik bezeme­ lerinden alır. Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan'ın yaptırdığı Haşan Padişah mescidi' nin yazılarını dönemin ünlü hattatı Yakut-ı Mustasımi yazmıştı; Evliya Çelebi'nin öv­ güyle söz ettiği yapı necef taşları ile süs­ lüydü; mihrabın yanlarında kehribara ben­ zer siyah taştan iki sütun bulunuyordu. Bihzad*'ın da bağlı olduğu Tebriz minya­ tür okulu özellikle XVI. yy.’da büyük geliş­ me gösterdi (Şah Tahmasp ve Behram Mirza için hazırlanan albümler). Kent ay­ rıca hatayi denilen kumaşlarıyla da ünlüy­ dü.



YEB R İZ İ a. Müz. Türk müziğinde bir bi­ leşik makam. (Günümüze ulaşmış örne­ ği yoktur.)



T E B Ş İR -*



TABSİR.



T E B Ş İR a. (ar. beşr'den tebşiı). Esk. 1 . Müjdeleme, müjde verme: "Tebşirler ol­ mada mukarrer" (A. H. Tarhan). —2. Teb­ şir etmek, müjdelemek: "Ferdi Efendi, ba­ na bu lutfunu tebşir ettiği sırada kalbim­ de tuhaf bir korku vardı" (H. Z. Uşaklıgil). —Din. Hıristiyanlık inancına göre, Isa pey­ gamberin kişiliğinde Tanrı’nın insan sıfa­ tına bürünmesi sırnnın Cebrail* tarafından Meryem'e bildirilmesi olayı. —Güz. sant. -> MUŞTULAMA.



YEBŞİRAY, -tı çoğl. a. (ar. tebşir’ın çoğl. tebşirât). Esk. Müjde vermeler, müjdele­ meler



Y E B U R S U K , Tunus’un kuzey kesimin­ de (Beca ili) komün, Tebursuk dağları’nin güney eteğinde; 8 000 nüf. Önemli zey­ tinliklerle çevrili tarım pazarı. Eski bizans kalesi. —6 km G.-B.’da roma kenti Thugga!nin (günümüzde Dugga) önemli kalın­ tıları. T E B Ü K , Suudi Arabistan'da, Hicaz böl­ gesinin K. kesiminde kent; Ürdün sınırın­ dan yaklaşık 140 km G.’de, Hicaz demir­ yolu üzerinde. T E B Y İN a. (ar. beyân'dan tebyin). Esk. 1. Açıkça anlatma, meydana çıkarma. "Bu hayatın esâsı hikmet-i vicdânı tebyin-



M. Levassort



d ir" (Neyzen Tevfik). —2. Tebyin etmek, açıkça ortaya koymak, anlatmak; "Orada nikâh rabıtasının o kadar az bir kıymete haiz olduğu tebyin eder" (F. Köprülü).



Tdsrlz pazardan bir görünüm



T E B Y İZ a. (ar be yâîdan tebyii). Esk. 1. Temize çekme: "...zamanı vukuatını tah­ rir ve tebyiz ile meşgul olarak" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). —2. Bir şayi ağartma, be­ yazlaştırma. —3. Tebyiz etmek, temize çekmek; beyazlaştırmak: "...kaleme almış olduğu arz tezkiresini. ..A li Galip Paşa teb­ yiz etmiş id i" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). T H B Z E İ b E sıf. (fars. teb vezede'den teb



-zede). Esk. tıp. Sıtma olmuş, sıtmaya ya­ kalanmış. YEBZİİLa. (ar. bazf'den tebzıl). Esk Del­ me, yarma. —Esk. tıp. Su toplamış bir bölgeyi bıçak­ la delerek suyunu boşaltma. T E S a. (fr. Tonne équivalent Charbon’ un [Kömür Eşdeğer Ton] kısa adı). Kömür­ den, petrolden, doğal gazdan, elektrikten elde edilen enerji miktarlarını karşılaştır­ mak için iktisadi bilimlerde kullanılan ener­ ji birimi. (1 ton kömür yaklaşık 7 500 kVVsa’e eşdeğerdedir, ama termik santralların % 40 dolaylarında olan randımanı göz önünde tutularak, genellikle 1 tec = 3 000 kWsa olarak yazılır.) T E C & K Ô L (ar. tecâhül). Esk. 1. Bilmemezlikten gelme: "Gel arif olki marifet ol­ sun tecâhülün" (Şeyh Galib, XVIII. yy.). ■—2. Tecahül etmek, bilmez görünmek, —3. Tecahülden gelmek, bilmemezlikten gelmek. — Ed. Tecahül-i arif ya da tecahül-i arifa­ ne, bir konudaki bilgisini o konuyu bilmi­ yormuş gibi görünerek dolaylı yoldan be­ lirtme sanatı. (Örn. "Çördükler, cevizler, iğdelerin / Gidin bakın gölgeleri orda mı?" [C. Külebi). Sıladaki şair geride bıraktığı doğal çevreyle ilgili bir soru sorarken kenM



Levassort



Tebriz Gokmescit'in çini mozaiklerinden ayrıntı (1465/1466)



tecanuı 11338



dişinin gerçeği bildiğini de sezdirmekte­ dir.)



TECDİDAT, -tı çoğl. a. (ar. tecdidin çoğl. tecdidât). Esk. Yenileyişler.



TECAHÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. tecâhül' ün çoğl. tecâhülat). Esk. Bilmemezlikten gelişler.



TECD İD EN be. (ar. tecdicfden tecdiden). Esk. Yenileyerek, yenileterek.



T E C A N Ü S a. (ar. cins'ten tecânüs). Esk. Bir bütünü oluşturan öğelerin aynı cins­ ten olması, türdeşlik. TE C A R İB çoğl. a. (ar. fecribe'nin çoğl. tecârib). Esk. 1. Deneyimler, denemeler: ' 'Bu ise hayali bir irade ile değil, belki hadisât ve vekayie nâfiz bir nazarla ve yeni­ den tecârib icrâsiyle kabil olabilir" (Baha Tevfik). —2. Tecarib-i şahsiye, kişisel de­ neyimler "... yalnız kendi düşündüklerini, kendi tecârib-i şahsiyyenin netâyicini söy­ lemek istiyorum" (Baha Tevfik). TE C A V İF çoğl. a. (ar. tecvff'in çoğl. tecavif). Esk. Oyuklar, boşluklar. —Esk. anat. Tecavif-i dimaği, beynin için­ deki boşluklar. || Tecavif-i kalb, kalpteki ku­ lakçık ve karıncık boşlukları.



Ahmet Kutsi Tecer



TE C A VÜZ a. (ar. cevaz’dan tecâvüz). 1. Bir kimseye, bir şeye saldırma; saldırı: Si­ lahlı tecavüz. —2. Bir kimsenin, bir top­ luluğun vb. hakkına el uzatma. —3. Bir kimsenin ırzına geçme. — 4. Bir yere zor­ la girme ya da geçme: Sınır tecavüzü. Ha­ neye tecavüz. —5. Bir şeye, bir yere te­ cavüz etmek, ona, oraya saldırmak: Bir kimsenin evine tecavüz etmek. —6. Bir kimsenin hakkına tecavüz etmek, onun hakkını çiğnemek, yok etmeye çalışmak. —7. Bir kimseye tecavüz etmek, namu­ suna sataşmak, ırzına geçmek. —Esk. (Bir şeyi) tecavüz (etmek, eyle­ mek), bir sınırı aşmak, geçmek, ilerisine varmak: "Lâkin namı hayli senedir bulun­ duğu mahallenin hududunu pek tecavüz edemiyordu" (H. R. Gürpınar). —Cez. huk. Irza tecavüz -* IRZ’A geçme. —Huk. Kişi özgürlüğüne tecavüz, herhan­ gi bir kimse ya da resmi bir görevli tara­ fından, yasaya aykırı olarak, kişi özgürlü­ ğüne yapılan saldırı (yasadışı tutuklama, keyfi olarak tutma, alıkoyma). || Yetki teca­ vüzü -» VETKİ. TE C A VÜZ AT, -tı çoğl. a. (ar. tecâvüz' ün çoğl. tecâvüzât). Esk. Saldırılar, saldı­ rışlar: "... haklarında envaitecâvüzâta ictira ederler" (Ali Fuat). TE C A V Û Z İ sıf. (ar. tecâvüz ve -i’den te­ câvüz/"). Esk. Saldırmayla ilgili, saldırıya ait. —Esk. ask. Tecavüzi harp ya da tecavü­ zü harekât, önceden saptanacak bir ama­ ca göre seçilmiş bir hedefi ele geçirmek için, düşman ülke ya da silahlı kuvvetleri­ ne karşı yöneltilen taarruz düşünceleri ya da hareketleri. || Tecavüzi ve tedafüi ittifak, önceden yapılmış siyasal ve askeri antlaş­ ma gereğince, ortak düşmana karşı bir­ likte taarruza geçmek (tecavüzi) ya da bir saldırıya karşı ortaklaşa karşı koymak (te­ dafüi) amacıyla birden çok ülke arasında yapılan antlaşma. TE C A V Ü Z K Â R sıf. (ar. tecâvüz ve fars. -kâhdan tecâvüzkâr). Esk. Saldıran, sal­ dırgan. TE C A V Ü ZK Â R A N E be. (ar. tecavüz, fars. -kâr ve -âne'den tecâvüzkârâne). Esk. Saldırırcastna, saldırgan bir biçimde TECAVÜZK Â R İ\ a. (at. tecâvüz, fars. -kâr ve -/'den tecâvüzkâri). Esk. Saldırı, saldırganlık. TE C A ZÜ B a. (ar. cezb'den tecâzüb). Esk. Sempati, çekim gücü: "Malthus'ün yanlış olarak zürriyet arzusuna atfettiği gayr-i kabil mukavemet bir kuvvet sıfatı an­ cak kadın ve erkek arasındaki bu tecâzübe izâfe olunabilir" (Ahmet Muammer ve Şükrü Kaya). T E C C H İ (Bonaventura), İtalyan yazar (Bagnoregio, Viterbo, 1896-Roma 1968). Edebiyat eleştirmeni, alman edebiyatı uz­ manıydı. Ayrıca romanlar (Valentina Velier, 1950) yazdı.



T E C D İT a. (ar. cidd'den tecdid). Esk. 1. Yenileme, tazeleme: "Bir buse-i medîd ile tecdid-i izdivaç" (Tevfik Fikret). —2. Tec­ dit etmek, yenilemek: "Bugün hayatımı tecdid eden tenezzülünüz..." (Tevfik Fik­ ret). —3. Tecdit olunmak, yenilenmek: "Hâtır-ı eşref-ı hümayunu I Gördü tecdid olunmasını reva" (Nedim, XVIII. yy.). —4. Tecdid-i nikâh, nikâh tazeleme. —Ed. Tecdid-i matla, kasidenin içinde ye­ niden matla kullanma. (Bk. ansikl. böl.) —isi. Tecdid-i iman, bir müslümanın İslam inançlarına aykırı bir söz söylemesi ya da davranışta bulunması durumunda kelime-i şahadet getirerek inancını (imanını) yenilemesi. —ANSİKL. Ed. Kasidede ilk beytin (mat­ la) iki dizesinde ortak olan uyak, sonraki beyitlerin ikinci dizelerinde yinelenir (aa ba vd.). Uzun bir kasidede uyağı değiş­ tirmek için tecdid-i matla yoluna başvuru­ lur; kaside içinde yeni bir matla beyti kul­ lanılır (a'a'). Bundan sonraki beyitlerde bu yeni uyağa (a') yer verilir. Böyle kasidelere zü’l-metali ya da zat ül-metali denir. Bazı ka­ sidelerde ikiden fazla matla da bulunur T E C E , İçel’in merkez ilçesi merkez bu­ cağına bağlı belde; 8 277 nüf. (1990). Belediye. T E C E B B Ü R a (ar cebr’den tecebbür). Esk. Büyüklenme, kibirlenme. TECEDDÜDAT, -tı çoğl. a. (ar. teced­ d ü dün çoğl. teceddüdâf). Esk. Yenilikler, yenilenmeler. T E C E D D Ü T a. (ar. cidd'den teceddüd). Esk. Yenileşme, yenilik: "Devâ ve tedâvi husûsunda da frenkleşmenin halk taba­ kasına sirâyet ettiği teceddüt başlangıcı saymak lâzım" (R. H. Karay). T e c e d d ü t fır k a s ı, türk siyasal partisi. Birinci Dünya savaşı sonunda ittihat ve Te­ rakki cemiyeti (fırkası) dağılınca ittihatçı­ lar, partiyi yeni bir ad altında sürdürmek için ittihat ve Terakki’nin son kongresinde (kasım 1918) Teceddüt fırkası’nın kurulma­ sına karar verdiler, ittihat ve Terakki’nin şu­ beleri ve bütün mal varlığı yeni partiye geçti. Bu kongrede Teceddüt fırkası’nın yöneticileri de seçildi. Başkan: Hüseyin Hüsnü Paşa, başkan yardımcıları: İsmail Canbolat, Şemsettin (Günaltay), yönetim kurulu üyeleri: Faik (Kaltakkıran), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Muhittin (Birgen), Tevfik Rüş­ tü (Araş), Galip Bahtiyar, Fazıl Arif, Reşit Pa­ şa, Babanzade Hikmet, Sabri (Toprak), Rahmi (Aslan), Rahmi (Köken), Mustafa Fevzi Efendi, Konya mebusu Ahmet Hamdi, Ali İhsan, Seyit beyler, Orfanidi, Dikran Barsamyan, Sason efendiler. Başkanlığa daha sonra Sabri Bey getirildi. Yıldırım ordulan başkomutanı Mustafa Kemal Paşa, partiye katıldığına ilişkin haberleri yalanladı. Parti, Tevfik Paşa hükümetine güvenoyu verdiyse de aynı hükümeti gensoru öner­ gesiyle düşürmeye çalıştı. Meclisi mebusan’ın feshinden sonra Damat Ferit hükü­ metinin kararıyla 5 mayıs 1919’da feshedil­ di. Gerekçe olarak üyelerinin hemen tama­ mının ittihat ve Terakki’nin eski üyeleri ol­ duğu ileri sürüldü. Üyelerden bir bölümü Divanı harp’te yargılandı, bir bölümü Malta’ya sürüldü, bir bölümü de son Osmanlı meclisi mebusanı’na ve TBMM’ye katıldılar TE CEDDÜTPERVER sıf. (ar. teceddüd ve fara perveriden teceddüd-pervet). Esk. Yenilikçi, yenilik taraflısı. TE C E H H Ü Z a (ar. cihaz’dan tecehhüd). Esk. 1. Hazır bulunma, hazır o lm a .—2. Çeyizini tamamlama, hazırlama. —3h- 7ecehhüz-i arus, gelinin hazırlanması. TECELLA a. (ar cilve'den tecellâ). Esk. Görünme: “Cûnbüş-i pervaneden şem-i te cella muztarib" (Namık Kemal, XIX. yy.). [-* TECELLİ.]



TECELLİ a. (ar. cilve'den tecelli). 1. Esk. Belirme, ortaya çıkma: "Halk psikolojisinin bu garip tecellisine dair ne kadar cümle okuduysa hepsini birer birer hatırımdan geçiriyor..." (Y. K. Karaosmanoğlu). —2. ila­ hi kudretin insanlarda ya da nesnelerde belirmesi. —3. Kader, alınyazısı. —4. Te­ celli etmek, olması, gerçekleşmesi düşü­ nülen şeylerden söz ederken, ortaya çık­ mak, belirmek, görünmek: Adaletin tecelli etmesini bekliyoruz. —5. TeceHİ-senc, te­ celliyi ölçen. —Tasav. Tanrı’nın adları (esma), nitelikleri (sıfat) ve eylemleri (efal) ile varlıklarda yan­ sıması, görünüşü, jj Tecelli-i âsâr, Tanrı’nın eserleriyle kendisini belli etmesi. || Tecelli-i celal, Tanrı’nın bela, yıkım, hastalık gibi olaylarda gücünü ve ululuğunu göstermesi. || Tecelli-i cemal, Tanrı'nın iyilik ve inayeti­ nin, nimet ve güzelliklerinin varlığa yansı­ ması. || Tecelli-i efal, insan ve evrende mey­ dana gelen olaylarda Tanrı'nın eylemleri­ nin işlemesi. || Tecelli-i esma, tanrısal adla­ rın etkisinin müminin kalbinde anlaşılması. || Tecelli-i rahimi, Tanrı’nın eliaçıklık ve ba­ ğışının kulun yükselmesi ve olgunlaşmasıy­ la kendisini göstermesi. || Tecelli-i rahmani, Tanrı'nın bütün yaratıklara yararlandırdığı nimetleriyle varlığını duyurması. || Tecelli-i sıfat, kulun tanrısal niteliklere bürünmesi. || Tecelli-i şuhudi, Tanrı'nın bir ışık gibi varlı­ ğını apaçık duyurması. || Tecelli-i zati, Tanrı'nın hiçbir niteliğe bürünmeden ermiş ku­ lun gönlünde varlığıyla belirmesi. TECELLİ, asıl adı Zülflkâr, türk.şair (Priz­ ren ? - Sofya 1688 ya da 1689). Öğrenimi­ ni doğduğu kentte yaptı. İstanbul’a gele­ rek Sadrazam Tekirdağlı Mustafa Paşa’nın divan efendisi oldu (1687). Divan-ı hüma­ yun mukabeleciliği görevinde bulundu. Or­ duyla birlikte sefere çıktığı sırada Sofya ya­ kınlarında öldü. Arap abecesinin yalnız noktasız harflerini kullanarak yazdığı gazel­ leri Binukat divançe-i tecelli adlı yapıtındadır. TECELLİOÂH ya da TEC ELLİZA R a. (ar. tecelli ve fars. -gâh'tan tecelligâh ya da fars. -zâhdan tecellizâı). Esk. Tanrı'nın var­ lığının belirdiği, ilahi kuvvetin göründüğü yer. TECELLİYAT, -tı çoğl. a. (ar. tecelli'rm çoğl. tecelliyyât). Esk. Tecelliler: "Şimdi kol­ larım, güzel vücudum, ziyâdâr örtülerimle beraber ruhum da ona en beliğ ve en ahengdar tecelliyat ile raksediyordu" (H. E. Adıvar). TEC ELLİZA R -> TECELLİGÂH. TECELLÜD a. (ar celâdef ten tecellüd). Esk. 1. Kendini güçlü gösterme —2. Ayak direme inat etme. TE C E M M U , -u a. (ar. cem"'den tecem­ mue). Esk. 1. Bir yere toplanma, birikme. —2. Tecemmu etmek, toplanmak: "Te­ cemmu etmekte olduğu haber alındı" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). • TECEMMUAT, -tı a. (ar. tecem m ifun çoğl. tecemmıfât). Esk. Toplanmalar, birik­ meler TE C E M M Ü L a. (ar tecemmüf). Esk. Süs­ lenme, süs: "Yaklaşmayız simatına ehl-i tecemmülün" (Y. K. Beyatlı). TECEMMÜLAT, -tı çoğl. a. (ar tecemm üfün çoğl. tecemmülaf). Esk. 1. Süsle­ mek için kullanılan şeyler. —2. Tecemmülat-ı beytiye, evi süslemek için kullanılan eşya. TE C E N , Heri Rud'un aşağı çığırının rusça adı. TE C E N N Ü N a. (ar. cünûn'dan tecennün). Esk. 1. Cinnet getirme aklını kaybet­ me, delirme —2. Tecennün etmek, çıldır­ mak, delirmek, cinnet getirmek. TE C ER (Ahmet Kutsi), türk şair, yazar (Ku­ düs 1901 - İstanbul 1967). Halkalı yüksek ziraat okulu’nu bitirdi (1922). Bir süre Sorbonne üniversitesi edebiyat fakültesi felse­ fe bölümü’nde okudu (1925-1927); öğreni­



Tecirlü mini İstanbul Üniversitesi edebiyat fakül­ tesi felsefe bölümü’nde tamamladı (1929). Gazi eğitim enstitüsü'nde başlayan mes­ lek yaşamını Sivas’ta edebiyat öğretmen­ liği ve milli eğitim müdürlüğü (1930-1934), Ortaöğretim genel müdürlüğü (1934 -1941), Talim ve terbiye kurulu üyeliğiyle (1941-1942) sürdürdü. Urfa milletvekilliğin­ den (1942-1946) sonra Devlet konservatuvan’nda öğretmenlik (1948), Paris’te kül­ tür ataşeliği ve öğrenci müfettişliği (1949 -1951) yaptı; Galatasaray lisesi (1951’den başlayarak), İstanbul Belediye konservatuvarı (1953’ten başlayarak), Güzel sanat­ lar akademisi'nde (1957’den başlayarak) ders vererek emekliye ayrıldı (1966). Şiiri halk edebiyatı kaynağından geniş ölçüde beslenmiştir. Bu şiirde geleneksel hece veznine ve koşma biçimine üçlükler ("An­ neler” ), uzun dizeleri izleyen daha kısa di­ zeler (“ Tabiat adam"da 11 ve 5 heceli, "Unutmam slzi” de 14 ve 7 heceli, "Kay­ bolan çocuğa çağrı"da 11,7 ve 3 heceli vb.) eklenmiştir. Şive taklidinden ("Köy odası"), deyimler ve tekerlemelerden ("Çıkmaz aylar") yararlanılmıştır. Köyle ("Orda bir köy var uzakta” ), köy gerçek­ leriyle ("Köy mezarlığı”, “ Köyde bir garip ihtiyar", "Hano'nun gözleri yolda" vb.) il­ gili konuların yanı sıra doğa ("Tabiat adam” , "Kır uykusu" vb.), sevgi ("Çıngı­ rak” ), anne ve çocuk sevgisi ("Annem” , “ Nenni nenni” vb.), ölüm düşüncesi (“ Ölü", "Besbelli", "Mezar taşlan” vb.), ta­ rih, efsaneler (“ Yılda bir", "Ben Süley­ man") önemli yer tutar. Birçok şiiri ("H a­ lay", “ Halay çeken kızlar", "Bağlamacı­ ya" vb.) halk sanatları ve folklor besler. Yurt yöreleriyle ilgili güzellemelere (“ Ka­ radeniz türküsü”, “Adana destanı", "Fırat ağlıyor” vb.) sık sık yer verilmiştir. Öte yan­ dan fransız simgeciliğinden gelen etkiler görülür. Doğadan kaynaklanan simgeler ("Rüzgâr", “ Deniz", “ Ağaç” vb.), saf şiir anlayışına uygun ürünler (“ Nerdesin” ) kendini gösterir. Sivas lisesi’nde öğret­ menliği sırasında ilk kez bir halk şairleri bayramı düzenlemiş (1931), kurduğu Halk şairlerini koruma derneği’yle (1932), Âşık Veysel, Talibi Coşkun, Ali izzettin gibi halk şairlerinin aydın çevrelerce tanınmasını sağlamıştı. Halkevlerinde yönetici olarak görev yapmış, Halkevleri dergisi Ülkü'de halk şiirinden kaynaklanan bir edebiyat anlayışının yaygınlaşmasına çalışmıştı (1941-1945). Halk edebiyatıyla bütün ya­ şamı boyunca yakından ilgilendi, özgün araştırmalar (Cezayir halk şairleri, Köroğlu, Nasrettin Hoca, Ortaoyunu, Köylü tem­ silleri vb.) yayımladı. Halk edebiyatından kaynaklanan (Koçyiğit Köroğlu, basılışı 1969), yerli yaşamı yansıtan, çarpık kül­ tür değişmelerini eleştirirken, ortaoyunu olanaklarını kullanan oyunları (Köşebaşt, 1947; Bir pazar günü, 1959; Satılık ev, 1961) vardır. ( — Kayn.) TE C E R d a ğ la rı, iç Anadolu bölgesinin Yukarı Kızılırmak bölümünde, Kızılırmak’ın yukarı çığırının G.'inde, yaklaşık 120 km boyunca uzanan dağ sırasına verilen ge­ nel ad. Birçok dorukları 2 000 metreyi aşan kütlenin orta kesiminde Gürlevik da­ ğı 2 688 metreye, D. kesimindeki Bey da­ ğı 2 802 metreye ulaşır. Birçok akarsuyun kaynak kollarının doğduğu Tecer dağla­ rının jeolojik yapısında en geniş yeri, kü­ çük alanlarda yüzeyleyen Kretase’yi örten Eosen flyschleri ile jips ve tuz yatakları içe­ ren Oligo-Miyosen çökelleri kaplar. Ayrıca, ofiyolit sokulumlan da vardır. T E C E R su yu , İç Anadolu bölgesinin Yukarı Kızılırmak bölümünde akarsu; yak­ laşık 65 km. Tecer dağlarının G.-D. etek­ lerinden doğar. Yukarı çığırında engebe­ liğin doğrultusuna koşut olarak B.’ya doğ­ ru aktıktan sonra dağlık kütleyi bir boğaz­ la yararak K.'ye döner ve Sivas yakınında Kızılırmak’a kavuşur. Sivas’ı Malatya’ya bağlayan karayolu ve demiryolu, Tecer dağlarını bu akarsuyun açtığı vadiyi izle­ yerek aşar.



TE C E R R U a (ar. cürca'dan tecerru Esk. 1. Süzerek içme, yudumlama. —2. Tecerru etmek, yudum yudum içmek. TE C E R R Ü T a. (ar. ceretfdan tecerrüd). Esk. 1. Çıplak olma, soyunma. —2. Her şeyden uzak olma. —3. Bekâr kalma, ev­ lenmeme. —4. Tecerrüt etmek, soyun­ mak; bütün insanlardan ve her şeyden uzak kalmak, soyutlanmak. —5. Tecerrüd-i evrak, yaprakların dökülmesi. —Tasav. Salikin kendisini Tanrı dışındaki her şeyden (masiva) soyutlayarak yalnız Tanrı’ya yönelmesi. TEC ESSÙ D a. (ar. cesed'dan tecessüd). Esk. 1. Gövdelenme, vücut bulma. —2. Tecessüd etmek, eylemek, vücut bulmak. —Din. ciSİMLEŞME'nin eşanlamlısı. TEC E SS Ü M a. (ar. cism'den tecessüm). Esk. 1. Boyut kazanma, cisimlenme. —2. Belirme, görünür olma. —3. Göz önün­ de canlanma. —4. Tecessüm etmek, sözkonusu bir şeyse, zihinde canlanmak, be­ lirmek, boyut kazanmak: Annesinin hayali gözünün önünde tecessüm ediyordu. —5. Tecessûm-i hayal, düş görme. TEC ESSÜ S a. (ar. cess’ten tecessüs). 1. Kendini ilgilendirmeyen bir konuyu gizli­ ce öğrenmeye çalışma, merakla araştır­ ma: Tecessüsle bakmak. —2. Araştırıp in­ celeme, bir şeyin içyüzünü anlama isteği: Yenemediği bir tecessüs onu bu noktaya kadar sürüklemişti. —3. Tecessüs etmek, merak etmek; anlamaya çalışmak. TECESSÜSAT, -tı çoğl. a. (ar tecessüs’ ün çoğl. tecessüsat). Esk. Merakla araş­ tırmalar. TE C E S S Ü S K À R sıf. (ar. tecessüs ve fars. kâri dan tecessüs-kar). Esk. Herşeyi öğrenmeye çalışan, meraklı; araştırıcı. T E C E Z Z İ ya da T E C E Z Z Ü a. (ar. cüz” den tecezzü1). Esk. 1. Küçük parça­ lara ayrılma, ufalanma, bölünme. —2. Te­ cezzi etmek, bölünmek, parçalara ayrıl­ mak. —Esk. mat. Altbölüm. —isi. Tecezzi-i içtihat, bir fıkıh bilgininin bazı fıkıh konularında içtihada yetkili, ba­ zılarında yetkisiz olması. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. içtihadın bir bütün olduğunu, müçtehit sayılabilmek için öngörülen ko­ şulları taşıyanların içtihada uygun olan her sorunu bu yöntemle çözme yetkisini ka­ zanmış olacağını düşünenlere göre tecezzi-i içtihat caiz değildir. Ancak çoğu bilgin­ ler içtihada konu olan sorunlara göre ba­ zı durumlarda müçtehit sayılmayan bir ki­ şinin bazı durumlarda müçtehit sayılabi­ leceğini, dolayısıyla tecezzi-i içtihadı ka­ bul etmişlerdir. T E C H İL -< TEÇHİL. T É C H iN É (André). fransız yönetmen (Valence-d'Agen 1943). 1967'den itiba­ ren senaryolar yazdı ve kısa filmler çekti. Pauline gidiyor (Pauline s'en va) [1969] ile ilk uzun filmini çevirdi. Genellikle gül­ dürü ile gerilim arasında gidip-gelen aşk. filmleri gerçekleştirdi. Başlıca filmleri: So­ uvenirs d'en France (1975), Şebeke (Barocco) [1976], Amerikalılar oteli (Hôtel des Amériques) [1981], Randevu (Ren­ dez-vous) [1985]; 38. Cannes Film şenli­ ği en iyi yönetmen ödülü, Cinayet yeri (te Lieu du Crime) [1986], Les Innocents (1987), J'eubrasse pas (1991). TE C H İR O H İO L , CARMEN SYLVA’nin rumence adı. T E Ç H İZ - TEÇHİZ. TE C H N IC O LO R a. (tesc. edil. a.). 1928' de iki renkli ve 1934'te üç renkli kopya ola­ rak ortaya çıkan renkli sinema tekniği. (Bu teknik 60’tı yılların sonundan başlayarak bırakıldı; “ Technicolor renklendirme" sö­ zü, bugün laboratuvar çalışmalarının Technicolor firması tarafından yapıldığını belirtmek için kullanılmaktadır.) TE C H N İS C O P E a. (tesc. edil. a.). Ge­ niş perdede uygulanan film çekim yönte­



mi. (Bu yöntemde, filmin 2 delik ilerlediği bir kamera yardımıyla anamorfozsuz ola­ rak kaydedilen negatif görüntüler laboratuvarda geniş perde için hazırlanır.) T E C İL a. (ar. ec/’den te'cîl). 1. Erteleme: Cezanın tecili. —2. Tecil etmek, ertele­ mek. —Ask. Askerlik şubelerinde yapılan son yoklamalarda o yıl sağlık ya da diğer ne­ denlerle askeri hizmete alınamayacak yü­ kümlülerin, askerlik hizmetlerinin bir yıl sonraya ertelenmesine verilen ad. (Erte­ leme de denir.) [Bk. ansikl. böl.] —Cez. huk. Cezanın tecili -> CEZANIN ERTELENME’ Sİ. —ANSİKL. Ask. Tecil kararı İçin, yükümlü­ nün sağlık yönünden muvazzaf askerlik hizmetini yürütecek kadar gelişmemiş, büyüyememiş olması, tedavi İçin bir süre daha zamana gereksinimi olan çeşitli has­ talıklara yakalanmış bulunması gerekir. Adli yönden gözaltında ya da tutuklu bulunanlar, resmi yüksekokullar, orta de­ receli çeşitli okullarla aynı düzeydeki mes­ lek okullarında, özel ya da yabancı okul­ larda ve aynı nitelikte bulunan ve Milli eği­ tim bakanlığı’nca onanmış yurtiçi okullar­ da öğrenimini sürdürenler (bunların tecil işlemleri yirmi dokuz yaşına basıncaya ka­ dar sürebilir), askerlik çağı gelmiş iki oğ­ lundan biri askerde bulunan bir baba ya da dul ananın, askerlik çağına girmiş bu­ lunan ikinci oğlu, kardeşi muvazzaflık hiz­ metini bitirinceye kadar tecil İşlemine tabi tutulabilir. Devletçe görülen lüzuma göre mühen­ dis, madenci, jeolog, hekim ve öğretmen­ lerle dış hizmetlerde, kurs ve stajlarda bu­ lunan görevliler ve kendi nam ve hesap­ larına yabancı ülkelerde öğretim, staj, doktora, asistanlık ve uzmanlık için ihtisas yapanlar, 1111 sayılı askerlik mükellefiyet kanunu'nun 86. ve 89. maddelerine tabi durumda olmamak koşuluyla otuz iki ya­ şına kadar, askerlik yükümlülüğünden ba­ ğışık tutulabilirler. TEÇİLAT, -tı çoğl. a. (ar. te’cİTin çoğl. te'ci/St). Esk. Sonraya bırakmalar, ertele­ meler T E C İL L İ sıf. 1. Tecil edilmiş ceza ya da cezası tecil edilmiş kimse için kullanılır. — 2. Askerliği tecil edilmiş kimse için kul­ lanılır. —Cez. huk. Hapis cezasına mahkûm ol­ muş, ancak tecilden yararlanarak cezası ertelenmiş, cezaevine konmamış hükümlü için kullanılır. T E C İM a. Ticaret. T E C İM E N a. Tüccar. T e c lm e n (Mercator), latin şairi Plautus' un yunan şairi Philemon’u taklit ederek yazdığı güldürü (I.Ö. 200'e doğr.). Baba­ sı Demipho tarafından ticaret yapmaya gönderilen genç Charinus, Atina’dan Pasicompsa adında bir kibar fahişe getirir. Babası fahişeye âşık olur ve onu oğlunun elinden alır. Ama Charinus dostu Eutychus’un ve bir komşu karısının yardımıy­ la metresini bulur. Güldürülerde sık kulla­ nılan baba oğul arasındaki aşk rekabeti burada özgün bir biçimde işlenmiş ve oyunda şefkatin ve ahlaki düşüncelerin güldürüden ağır bastığı sahnelere yer ve­ rilmiştir. T E C İM E V İ a. Ticarethane. T E C İM S E L sıf. Ticari. T E C İR L İ, Adana'nın Osmaniye ilçesi­ ne bağlı bucak; 18 684 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi Tecirli (esk. Değirmenocağı), 941 nüf. (1990). T E C İR L Ü ya da T A C İR L Ü , Anadolu topraklarında etkinlik göstermiş olan türkmen aşireti. XIV. yy. ortalarında öteki Ha­ lep Türkmenleri'yle birlikte Anadolu'ya geçen aşiret, yurt edindiği Maraş ve El­ bistan yöresinde Dulkadıroğulları’nın hiz­ metine girdi. Bu beyliği Memluklar ve Osmanlılar'a karşı yapılan savaşlarda asker



11339



vererek destekleyen Tecirlü aşireti, Selim l’in komutanlarından Hadım Sinan Paşa' nın Turnadağı* savaşı'nda (1515) Alaüddevle Bozkurt'u yenilgiye uğratıp dulkadıroğulları topraklarını Osmanlı devleti adına ele geçirmesi üzerine Çukurova’ya göçmbk zorunda kaldı. Burada göçerkonar bir yaşam biçimi sürdüren Tecirlüler, kimi zaman öteki türkmen oymaklarıyla birleşerek çapulculuk ve ayaklanma ha­ reketlerine katıldıklarından, bölgede dü­ zeni sağlamak için kurulan Ftrkai İslahiye tarafından önce cezalandırılıp, sonra da Osmaniye ilçesinin bugün kendi adlarıy­ la anılan Tecirli nahiyesine (bucak) yerleş­ tirildiler (1866). T E G IİD a. (ar. cildden teclid). Esk. 1. Bir kitaba cilt geçirme, ciltleme. —2. Hayva­ nın derisini yüzme. —3. Teclid etmek, cilt­ lemek. T E C N E T R O N a. (tesc. edil. a.). Elek­ tron. Alan etkili tranzistora benzeyen, yarı -iletkenli düzenek. (1957’de fransız mü­ hendis Stanislas Teszner'in, Centre nati­ onal d ’études des télécommunications' da [Ulusal telekomünikasyon araştırmaları merkezi) gerçekleştirilen araştırmalar so­ nucunda geliştirdiği Tecnetron, adını mü­ ridinin adının ilk ¡W harfinden ve C. N. E. T. başharflerinden almıştır. Bu, alan etkili tranzistorun ilk versiyonudur.) T E C N İS a. (ar. tecnis). Ed. -* CİNAS. TE C R İB a. (ar. cenb’den tecrib). Esk. De­ neme, sınama. TE C R İB E -



TECRÜBE.



TE C R İB E T E N be. (ar. tecribe'den tecribeten). Esk. Deneyerek, sınayarak. T E C R İB İ -»TECRÜBİ. TEÇRİDAT, -tı çoğl. a. (ar. tecridin çoğl. tecridât). Esk. Bir ya n a ayırm alar, s oyut­ lam alar.



TE C R İD E N be. (ar. tecridden tecriden). Esk. Tek başına, diğerlerinin dışında tu­ tularak. TE C R İM a. (ar cürm'den tecrim). Esk. 1. Suçlu bulma. —2. Tecrim etmek, suç­ landırmak. TE C R İS a. (ar. cers’ten tecris). isi. huk. Hırsızlık ve yalan yere yemin etme gibi suçları işleyen kişileri ilan etme, halka teş­ hir etme. T E C R İŞ , İran’da kent, Tahran'ın kuzey banliyösü; 157 000 nüf. T E C R İT a. (ar. cered'den tecrld). 1. Bir tarafta tutma, ayırma: Bir kimseyi bir grup­ tan tecride çalışmak. —2. Tecrit etmek, bir kimseyi ya da şeyi, öteki kimselerden ya da şeylerden ayırmak, bir kenara koymak. —Esk. Soyma, soyulma. —Ask. Güvenlik güçlerinin ya da askeri kuvvetlerin, ilerde girişecekleri bir harekât (saldırı, arama, tahrip, keşif vb.) için, bir bölgeyi, bir kentin bir bölümünü, bir kö­ yü vb. boşaltması. —Ed. Arap abecesindeki noktasız harfleri (elif, ha, dal, ayın vb.) kullanarak şiir yaz­ ma. (Eşanl. h a z f .) —Şairin kendisini üçüncü bir kişi gibi gösterip seslenmesi. (Orn. "Ey Nedim, ey bülbCıl-i şeyda niçin hamuşsun" [Ey Nedim, ey çılgın bülbül, niçin suskunsun] [Nedim].) — Esk. fiz. Yalıtım, izolasyon. — Fels. sOYUTLAMA’nın eşan lam lısı.



—Fizyol. Duyumsal tecrit, dış dünyadan gelen uyarıların ancak çok küçük bir kıs­ mını algılayabilecek koşullar altında tutu­ lan kişinin durumu. — inş. YALITIM'ın eşanlam lısı. | Tecrit et­ mek, YALITMAKTn eşanlam lısı. — Psik. AYIRMA'nın eşanlam lısı.



—Tasav. Gönlü dünya bağlılığından sıyı­ rarak tümüyle Tanrı sevgisine adama. ¡| Ehl-i tecrit, dünyadan el etek çekmiş der­ vişler kesimi. —Vet. Bir salgın hastalık sırasında bulaşı­ cı hastalığa yakalanmış hayvanları, sağ­ lıklı hayvanlarla hiçbir temasta bulunma­



yacak biçimde bir yere kapatmayı öngö­ ren sağlık önlemi. TocHî/eS ü l-a m s â r v e te z c ly e t Ol -a*»âr - TARİH-I VASSAF. TEC R Ü B E a. (ar. tecribe'den). 1, Bir şeyi yaparak, yaşayarak kazanılan bilgilerin tü­ mü; deneyim: iş tecrübeniz var mı? Bu ko­ nuda tecrübesi çok fazladır. Tecrübeleri­ me dayanarak, hata ettiğinizi söyleyebili­ rim. —2. Bir şeyin niteliklerini, bir kimse­ nin yeteneklerini sınama; bunu anlamak için yapılan işlem; deneme, deney: Tec­ rübe uçuşu. —3. Bir şeyi, bir kimseyi tec­ rübe etmek, sınamak; denemek. || Tecrü­ be tahtası olmak, üzerinde birçok dene­ meler yapılmak. || Tecrübe tahtasına çe­ virmek, bir kimseyi ya da bir şeyi başarı­ sızlıkla sonuçlanan birçok deneye konu yapmak. | Tecrübe tahtasına dönmek, art arda yapılan birçok başarısız deneye ko­ nu olmak. || (Bir konuda) tecrübesi olmak, o konuda önceden edinilmiş bir bilgisi bu­ lunmak. TE C R Ü B ELİ sıf. Tecrübesi çok olan, görmüş geçirmiş bir kimse için kullanılır; deneyimli: Tecrübeli bir öğretmen. Onun gibi tecrübeli bir insanın gözünden hiçbir şey kaçmaz. T E C R Ü B E S İZ sıf. Tecrübesi olmayan; toy, deneyimsiz: Henüz çok tecrübesiz ama çabuk öğreneceğinden eminim. T E C R Ü B E S İZ L İK sıf. Tecrübesiz olma durumu; deneyimsizlik. T E C R Ü B İ sıf. (ar. tecribe ve -/’den, tecribi). Esk. Deneysel, deneyle ilgili. —Esk. ruhbil. Tecrübi psikoloji, deneysel psikoloji. T E C S İM a. (ar cism'den tecsim). Esk. 1. Cisimlendirme, vücut verme. —2. Tecsim etmek, cisimlendirmek, somutlaştırmak. TECSİM AT, -tı çoğl. a. (ar. tecsim'm çoğl. tecsimât). Esk. 1. Cisimlendirme. —2. Duvardaki kabartmalar, süslemeler. T E C S İM İ sıf. (ar. tecsim ve -/’den tecsimi). Esk. 1. Cisimlendirme ile ilgili. —2. Tecsimi sanatlar, plastik sanatlar. TE C TİB R A N C H İA TA a. Zool. ÖRTÜKSOLUNGAÇLILAR takımının bilimsel adı. T E C TU M a. (lat. tectum'dan). Nöroanat. Ortabeynin dördüz lamdan oluşan arka bölümü. (Üst dördüz tümsekler ve alt dör­ düz tümsekler.) T E C U C İ, Romanya’da kent, Boğdan'da (Gala(i yönetim bölümü), Galatl’nin K. -B.'sında; 39 000 nüf. Besin sanayisi. Ta­ rih müzesi. T E C U M S E H , Kızılderili Shawneeler ka­ bilesinin reisi (Old Piqua, Ohio, 1768 - Erie gölü bölgesi, Ontario, 1813). 1812'de İn­ gilizlerle birlikte Amerikalılar’a karşı savaş­ tı. T E C V İF a. (ar. ce vften tecvif). Esk. 1. Oyma, oyuk biçimine sokma. —2. Kovuk, oyulmuş yer. — Esk. anat. Kalpteki karıncık ve kulakçık­ lardan her biri. T E C V İT a. (ar. cevdeften tecvid). Esk. 1. Bir yazıyı, özellikle Kuran'ı vurgulamala­ ra ve uzatmalara dikkat ederek usulünce okuma. (Bk. ansikl. böl.) —2. Kuran'ı belli kurallara göre okumayı öğreten bilim da­ lı. —3. Bu bilim üstüne yazılmış kitap. — 4. Bir şeyi güzel yapma. —Esk. sesbil. Tevcid-i huruf, seslerin boğumlandırılması. —ANSİKL. Kuran tanrısal söz olduğu için okunmasında hiç yanlış yapılmaması zo­ runlu sayılmıştır. Tecvit kuralları Kuran oku­ nurken sessizlerin ve seslilerin ağızda hangi çıkış yerlerinden çıkarılacağını, ses­ sizlerin kaynaşmalarını (idgam) belirler; ayetlerin sonlarındaki durakları (vakfe), imaleleri vb. saptar Bu kurallar tecvit ki­ taplarında (Karabaş tecvidi, Şeyh Abdur­ rahman Karabaş [öl. 1499] vb.) gösteril­ miştir.



T E C V İTLİ sıf. (ar fecvd’den). Esk. Uzat­ ması, vurgu ve durakları tam olarak ya­ pılmış sesler için kullanılır. T E C V İZ a. (ar. cevâz’dan tecviz). Esk. 1. izin verme, yapılmasını uygun görme. —2. Tecviz etmek, uygun görmek, izin vermek. TEÇVİZAT, -tı çoğl. a. (ar. tecviz'in çoğl. tecvizât). Esk. izin vermeler, caiz görme­ ler, yerinde bulmalar. T E C Z İE ya da T E C Z İ a. (ar. c ü z "den teczi’e, teczi). Esk. Bölme, parçalara ayırma. T E C Z İR a. (ar. cezt'den teczjr). Esk. Kökünden söküp çıkarma, kökünden sök­ me. —Esk. mat. Karekök alma. T E C Z İY E a. (ar. caza” dan tecziye). Esk. 1. Cezalandırma, ceza verme —2. Tec­ ziye etmek, cezalandırmak. T E Ç H İL a. (ar. cehstet'ten techll). Esk. 1. Bir kimsenin bilgisizliğini ortaya koyma. —2. Teçhil etmek, birinin bilgisizliğini gös­ termek. T E Ç H İZ a. (ar. cihaz'dan teçhiz). Esk. 1. Gerekil olan şeylerle tamamlama, donat­ ma. —2. Teçhiz etmek, eylemek, donat­ mak, gerekli şeyleri tamamlamak: "Ordu­ larımızı az zamanda âdeta yeniden teşkil, tesllh, teçhiz, ilbâs eyledik" (Y. K. Bayat­ lı). —3. Teçhiz ve tekfin, ölünün gömülme­ ye hazırlanması. || Teçhiz-i meyyit, ölüye gerekli olan her şeyi hazırlama. || Teçhiz-i safain, gemilerin donatılması. —Ask. Silahlı kuvvetlerde muharebe ha­ rekâtı ve yardımcı hizmetleri yürütmek İçin görevlendirilen personel, silah ve araçla­ rı, görev ve hizmetin yapılmasını kolaylaş­ tırmak amacıyla eşya dışındaki çeşitli yar­ dımcı gereçlerle donatma. TE Ç H İZA T , -tı a. (ar. teçhizin çoğl. teç­ hizat). 1. Donatım. —2. Teçhizat-ı askeri­ ye, askeri donatım. —Ask. Bir askeri hizmet yeri ile kıta, silah, araç ve cihazı kullanmaya hazır duruma getirmek için gerekli yardımcı malzeme­ ye verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) || Paketlen­ miş teçhizat, askerlere dağıtılan ve kap­ samı birliğin türüne ya da kullanım koşul­ larına göre değişen kıyafet, donanım ve arazi gereçlerinin tümü. — ANSİKL. Ask. Silahlı kuvvetlerin en bü­ yük gücünü oluşturan personelin teçhizatı her sınıf ve silah için değişik cins, sayı ve niteliktedir. Örneğin, bir piyade erinin ala­ bileceği çeşitli görevlere göre başlıca teç­ hizatı, bel kemeri, tüfek kayışı, kütüklük, ekmek torbası, matara, portatif çadır, por­ tatif kazma, kürek ve balta İle tel makası ve eşya torbası ya da sırt çantasıdır. Bun­ lardan başka, muharebeye girecek per­ sonel ve silahlar için, gerektiğinde kulla­ nılmak üzere, kış teçhizatı, nehir geçiş teç­ hizatı ve NBC teçhizatı gibi yardımcı do­ natım gereçleri de teçhizat kapsamına gi­ rer. T E D A B İR çoğl. a. (ar. tedbirin çoğl. tedabir). Esk. 1. Tedbirler, önlemler. —2. Tedabir-i akılane, akıllıca tedbirler TE D A FÜ ya da T E D A FU a. (ar. d e f ten tedafü*). Esk. 1. Karşılıklı itişme, bir­ birini kovma. —2. Savunma, koruma. T E D A FÜ İ sıf. ve be. (ar tedafüc ve -i’den tedâfü’i ). Esk. Savunma ile ilgili, savuna­ rak: Harb-i tedafüi (kendini savunarak ya­ pılan savaş). T E D A F Ü İY E -



TEDAFÜİ.



T E D A H Ü L a. (ar dağ!'den tedahül). Esk. 1. Birbirinin İçine girme, karışma. —2. Bir işte ya da ödemede gecikme, geri kalma. —3. Birikme, yığılma. —4. Tedahülde kal­ mak, tedahüle binmek, ödenmeden, ödenmediği için birikmek. — Ikt. tar. Tedahül yılı, hicri (kameri) yıl ile mali (şemsi) yıl arasındaki farktan doğan yıl kaybına verilen ad. (Hicri yıl ile mali,yıl arasında 36 yılda bir yıl fark doğar. Bu te



dahül yılıdır.) || Tedahüle kalmak, eskiden aylık vb. alacakların zamanında ödenme­ yerek gecikmesi anlamına kullanılan de­ yim. —İsi. huk. Ayrı ayrı hükmü bulunan hu­ kuki olayların bir araya gelmesi. || Tedahül fi'l-hudut, aynı cinsten olan birkaç suç ne­ deniyle, bu suçları işleyen kişiye verilme­ si gereken birden çok had cezalarından yalnız bir had cezasının verilmesi. (Örne­ ğin, birden çok hırsızlık yapan kişiye bir tek had cezası uygulanmasıyla yetinilmesi.) || Tedahül fi'l-kazf, birden çok kazf ne­ deniyle yalnız bir had ile yetinilmesi. (Bir­ den çok zina iftirasında bulunan kişiye yal­ nız bir hadd-i kazf uygulanır.) || Tedahül-i adat, iki sayıdan birinin ötekiyle kesir bırakmasızın bölünebilmesi. (2 ile 4, 3 ile 9 gibi.) || Tedahül-i cinayet, birden çok işlen­ miş cinayetin tek bir cinayet gibi kabul edi­ lerek kısas ve diyet cezasıyla cezalandı­ rılması. TE D A İ a. (ar cfa'veften teda°i). Esk. ruhbil. Çağrışım. TE D A LA R ya da T U B U L A R , Çad'da kanuri dilini konuşan halk; sayıları yakla­ şık 20 000'dir. Tibesti’de ve Fizan’da da­ ğınık olarak yaşarlar Güneydeki Dazalar ile birlikte Tedalar esas Tubular’ı oluştu­ rurlar Çölde yaşarlar. Yarı yarıya göçebe olan çobanlarla birbirinden uzak bahçe­ lerde tarım işleri (palmiye ağaçları-hurmalıklar) yapan yarı-göçebe çiftçilerden olu­ şurlar. Veraset yoluyla başa geçen bir şe­ fin koruyuculuğu altında, klan halinde ya­ şarlar. Eskiden kölecilik yapan güçlü bir halk olan (XVI. yy.) Tedalar; dönüşümlü bir sisteme göre soylular arasından seçilen, ama gerçek bir otoritesi olmayan bir hü­ kümdar tarafından yönetilirlerdi. XVIII. yy. sonundan başlayarak müslümanlığı be­ nimseyen Tedalar babasoylu ve babayerlidirler. TE D A LD İ (Pieraccio), İtalyan yazar (Flo­ ransa 1290-1295 arası -1353). Güldürücü-gerçekçi şiirler yazdı. Dölce stil nuovo' ya bağlı şairlerin betimledikleri türden bir aşkı alaya alan 41 sone ona mal edilir. TE D A N İ a. (ar dünüvven, yaklaşmaktan tedSni). Tasav. Tanrı sevgisi ve bağlılığı ile ruhsal olgunluk kazanmış kişinin Tanrı ka­ tına yükselmesi, miracı. (Hz. Muhammet' in miracının bir bölümünün anlatıldığı Kuran’ın Necm suresinden [Llll, 1-10] alınmış bir deyim olan tedani, tasavvufta Tanrı’ya yakınlık bakımından üçüncü mertebe sa­ yılır. Tanrı’ya yakınlığı kendi kişisel çaba­ larıyla kazanan kişinin mertebesi kabe kavseyn [yayın iki ucu kadar], Hz. Muham­ met'in rehberliğiyle kazananınki de evedna [en yakın] mertebedir.) T E D A R İK , -ki a. (ar tedârük’ten). 1. Araştırıp bulma, elde edip hazır bulundur­ ma; sağlama: Yiyecek tedariki. Benzin te­ dariki. —2. Tedarik etmek, gereksenen bir şeyi arayıp bulmak, sağlamak. || Tedarik­ te bulunmak, tedarik görmek, bir iş ya da girişim için hazırlık içinde olmak, gerekli şeyleri almak, sağlamak. —Esk. Sümmet-tedarik - » SÜMMETTEDAR İK .



T E D A R İK Â T -* TEDARÛKÂT, T E D A R İK LE M E K g. f. Tedarik etmek, sağlamak. TE D A R İK Lİ sıf. Gerekli şeyleri önceden sağlamış olan kimse için kullanılır, hazır­ lıklı: O gün tedarikli olduğum için o kadar konuğu rahatça ağırladım. ♦ be Gerekli şeyleri önceden sağlamış olarak: Yola tedarikli çıkmak. T E D A R İK S İZ sıf. Gerekli şeyleri önce­ den sağlamamış olan kimse için kullanı­ lır. ♦ be. Gerekli şeyleri önceden sağlama­ dan: Tedariksiz yola çıkmak. TEDARÜK -



TEDARİK.



T E D A R Û K Â T ya da T E D A R İK Â T



çoğl. a. (ar. tedârük’ün çoğl. tedarûkst). Esk. 1. Tedarikler. —2. Tedarükât-ı harbi­ ye, savaş hazırlıkları. TEDAVİ a. (ar. deva'dan, tedavi). 1. Bir hastalığı, tıbbi yöntemlerle iyileştirme, sa­ ğaltım: Günümüzde veremin tedavisi ol­ dukça kolaylaştı. Tedavisi olmayan bir has­ talık. —2. Bir kimseyi, bir hayvanı ilaç ve bakımla sağlığına kavuşturma, iyileştirme işlemi: Yaralıların tedavisi hastanede ya­ pıldı. —3. Bu amaçla alınan önlemlerin ve izlenen tıbbi yöntemlerin tümü: Teda­ viye cevap vermeyen bir hastalık. —4. Ak­ sayan bir şeyi düzeltme, iyileştirme. —5. Tedavi etmek, hasta bir kimseyi ilaçla sa­ ğaltmak, iyileştirmek, bir hastalığı geçir­ mek. || Tedavi olmak, sözkonusu hasta bir kimseyse, sağaltılmak, iyileştirilmek. —Esk. Tedavi bi-l-ineb, üzüm kürü. || Te­ davi bi-l-ma, su tedavisi. || Tedavi bi-n-nazir, tedavi bi-l-misl, soğuk almış bir hastayı so­ ğukla tedavi etmek. || Tedavi bi-z-zıt, tedavi bi-n-nâkız, herhangi bir hastalığa zıt tedavi uygulama. —Ortop. Tedavi jimnastiği, kusurlu hare­ ketleri ve kemik-kas sistemindeki biçim bozukluklarını düzeltmek için ortopedik amaçlarla uygulanan jimnastik. —Psik. Sanatla tedavi, ruhsal tedavi erek­ leriyle kullanılan sanatsal anlatım biçim­ lerinin tümü. —Psikan. PSİKOTERAPİ'nin eşanlamlısı. || Vücut tedavisi, bedene ilişkin bilincin de­ ğişimiyle bireyin kendi kendisi ve başka­ larıyla olan ilişkilerini değiştirmeye yöne­ len psikoterapik amaçlı teknik (gevşeme, masajlar, psikomotris yeniden eğitim vb.). || Ailesel tedavi, üyelerin ruhsal belirtileri­ nin ortaya çıkmasında, ailenin başlıca ro­ lü oynadığı varsayımından yola çıkarak aynı aile üyeleri arasındaki çatışmaların kolektif tedavisi. —Sig. Tedavi masrafları sigortası, ferdi ka­ za sigortalarında, sigortalının kaza sonu­ cu yaralanması durumunda yapılan has­ tane, doktor, ilaç vb. giderlerini karşılayan sigorta. —Tip. Hastalıkların iyileşmesini konu alan tıp dalı. (Bk. ansikl. böl.) || Tedavi öncesi bakım, her müdahaleden önce, hastanın genel durumuna, anestezi çeşidine, cer­ rahi girişimin tipine ve kişinin yaşına göre yapılan bakım. —ANSİKL. isi. ve. Tasav. Tevekkül anlayı­ şının bir sonucu olarak bazı sufller teda­ viyi tevekküle aykırı görmüşlerdir. Söylen­ tiye göre Ahmet bin Hanbel, tevekküle inananların şurup vb. İlaçlar kullanmak ye­ rine tedaviyi bırakmalarının daha doğru olacağını belirtmiş; ünlü sufilerden Sehl-i Tüsteri de bir kişinin tedaviyi bırakması­ nın, ibadet niyetiyle bile olsa, tedavi olma­ sından daha uygun olacağını belirtmiştir. Ancak, bu söylentileri aktaran mutasavvıf­ lardan Ebu Talip el-Mekki ve Gazali bu yaklaşımın yanlış olduğunu da belirtmiş­ lerdir. Bütün fıkıh bilginleri Kuran’ın "Kendi el­ lerinizle kendinizi tehlikeye sokmayınız” (II, 195), Hz. Muhammet’in "Ey Allah'ın kul­ ları, tedavi olunuz. Çünkü Allah İlacını ver­ mediği hiçbir hastalık yaratmamıştır. Yal­ nız yaşlılığın çaresi yoktur” yolundaki buy­ ruklarına ve daha birçok dinsel kanıtlara dayanarak tedavinin gerekliliğini önemle belirtmişlerdir. —Tip. En etkin tedavi, hastalığa neden olan esas etmeni yok etmeye yönelen ve böylece iyileşmeyi sağlayan etyolojik te­ davidir. Bu yapılamadığı takdirde belirti­ sel tedaviye başvurulur, hastalıkların an­ cak belirtileri tedavi edilir ki, bu da geçici bir önlemdir. (Örneğin yaşamsal işlevleri yapay yolla düzenleyen ve hastanın akut dönemi atlatmasını sağlayan reanimasyon.) TEDAVÜL a. (ar devlet’ten tedavül, kul­ lanılma, elden ele geçme). 1. Para, bo­ no, senet vb. için geçerli olma, sürümde bulunma; geçerlik, sürüm. —2. ikt. DOLAŞlM'ın eşanlamlısı. —3. Tedavülde ol­ mak, geçerli olmak, sürümde bulunmak.



|| Tedavülden kalkmak, sözkonusu paray­ sa geçerli olmamak, kullanımdan kalk­ mak. || Tedavüle çıkarmak, piyasaya sür­ mek, çıkarmak. TEDAVÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. tedavüTün çoğl. tedâvülsf). Esk. Geçerli olmalar, ge­ çerlilikler, tedavüller. TE D B İR a. (ar. dübür'dan tedbir). 1. Bir şeyi sağlayacak ya da olası bir tehlikeyi önleyecek yol, çare; önlem: Hastalığın ya­ yılmasını önlemek için gerekli tedbirler. —2. Tedbir almak, kötü ya da yanlış bir sonuç doğurabilecek bir şeyi önlemek ya da bir şeyi sağlamak için gerekli hazırlık­ ları yapmak; önlem almak. || Tedbirde ku­ sur etmemek, gereken her türlü önlemi düşünüp gereğini yerine getirmek. —Esk. Tedbir ehli, öğüt veren kimse, akıllı, bilgili, zeki kimse. ]| Tedbir ittihaz etmek, tedbir almak, önlem almak. || Tedbir-şinas, tedbirli, İhtiyatlı. || Tedbir-i menzil, ev eko­ nomisi. (XIX. yy.’dafr. économie domesti­ que karşılığı olarak kullanılmıştır.) || Tedbir -i mülk, devlet yönetimi. —isi. huk. Bir kişinin, kendinin ölümünden sonra kölesinin hür olacağını bildirmesi. |j Tedbir-i muallak, bir şarta bağlı tedbir. (Örneğin, “ şu işi yaparsan, ben ölünce hürsün” denilmesi gibi.) || Tedbir-i mukay­ yet, bir kimsenin belirttiği şart ya da biçim­ de ölmesi durumunda geçerli olan tedbir. (Örneğin, "ben bu yolculuğumda ya da hastalığımda ölürsem hürsün” denilmesi gibi.) |j Tedbir-i mutlak, başka bir şart ol­ madan köle sahibinin ölümüne bağlı olan tedbir. ("B en öldüğüm zaman sen hürsün” denilmesi gibi.) —Med. huk. Tedbir nafakası -* NAFAKA. TEDBİRAT, -tı çoğl. a. (ar tedbir'in çoğl. tedbiraf). Esk. Önlemler, tedbirler. TE D B İR Lİ sıf. Bir şeyi sağlamak ya da olası tehlikeleri önlemek amacıyla gerek­ il hazırlıkları yaptığını, gerekil önlemleri al­ dığını davranışlarıyla ortaya koyan bir kim­ se, onun tutumu ve davranışı için kullanı­ lır; sakınımlı, ihtiyatlı. ♦ be. 1. Tedbirli olarak, tedbirli bir biçim­ de; sakınımlı, ihtiyatlı: Arabayı tedbirli kul­ lanmak. Yolculuğa çıkarken tedbirli dav­ ranmak. —2. Tedbirli olmak, bir işin, bir davranışın ilerisini, sonuçlarını düşünerek dikkatli, ihtiyatlı hareket etmek: Elektrikli ev aletlerini kullanırken tedbirli olunuz. T E D B İR S İZ sıf. Olabilecek durumları, olası tehlikeleri, davranışlarının doğurabi­ leceği sonuçları hesaba katmayan kimse, onun tutum ve davranışı için kullanılır. be. Tedbirsiz bir biçimde; tedbirsiz ola­ rak: Tedbirsiz davranmak. Tedbirsiz yola çıkmak. T E D B İR S İZ C E be. Tedbirsiz bir biçim­ de: Tedbirsizce davranmak. T E D B İR S İZ L İK a. Düşüncesizce, yol açabileceği tehlikeli sonuç hesaba katıl­ maksızın yapılan davranış: Bu tedbirsiz­ lik ona pahalıya mal oldu. Tedbirsizlik et­ mek. TE D D E R (Arthur), İngiliz mareşal (Glenguin, Central, iskoçya, 1890 - Banstead, Londra yakınları, 1967). Fiji adalarında, daha sonra 1915’te fransız cephesinde görev yaptı. Ertesi yıl hava kuvvetlerine geçti, sonra türk ordusunda görev aldı, daha sonra hava kuvvetlerinde önemli gö­ revlerde bulundu. 1936'dan 1938'e kadar Uzakdoğu’da, 1940 aralığında Ortadoğu' da İngiliz hava kuvvetlerine komuta etti, ertesi yıl, Libya cephesinde çöl filosu ko­ mutanlığını yaptı. 1943'te, Tunus'ta, Sicil­ ya'da ve İtalya’da görevli müttefik hava kuvvetlerine komuta etti ve yıl sonunda, müttefik kuvvetleri başkomutanlığında Eisenhower’in yardımcısı oldu. 1945’te Ro­ yal Air Force mareşali, 1945’ten 1949’a kadar hava kuvvetleri komutanı. 1950’de, Atlantik paktı sürekli askeri komitesi’nde İngiliz askeri kurulu başkanı olarak Washington’a gönderildi.



T E D D İN G 7 0 N , Londra’nın (Richmond borough’u) güney-batı kesiminde konut semti Thames’in sol kıyısında.



Esk. 1. Bir dine bağlı olma. —2. Dinine sıkıca bağlı olma. —3. Tedeyyün etmek, bir dine bağlanmak.



7 ID E K H Ü Ş a. (ar. dehşetten tedehhCış). Esk. 1. Dehşete düşme, korkma, yıl­ ma. —2. Tedehhûş etmek, korkmak, deh­ şete düşmek.



T E D F İN a. (ar. defrı’den tedfin). Esk. Gömme, defnetme.



T E D E LLA a. (ar delà’dan tedettS). Tasav. Tanrı yolunda ilerlemeye (seyri suluk) ko­ yulan sufinin Tanrı'ya yükselişi. Y E D E L İ İS , Cezayir’de, Cezayir şehrinin 110 km doğusunda liman kenti. —Tar. Deniz kıyısında, küçük bir tepe üze­ rinde ticari ve askeri amaçlarla Kartacalılar ya da Romalılar tarafından kurulduğu sanılan kent, Ortaçağ’da Vandallar, Bi­ zanslIlar ve İslam devletinin egemenliğin­ de kaldı. Daha sonra sırasıyla Hammadiler (1027), Murabıtlar (1062), onları orta­ dan kaldıran Muvahhitler (1145), Meriniler (1269) ve Hafsiler’in (1348) yönetimi al­ tına girdi. Bir süre ispanyollar'ın deneti­ minde kalan kent, Oruç Reis tarafından ele geçirildi (1517). Cezayir emiri olarak onun kardeşi ve ardılı Hızır Reis’in İspan­ yol, berberi ve arap saldırılarına karşı ber­ kiterek bir deniz üssü durumuna getirdi­ ği Tedellis, Barbaros’un (Hızır Reis) Hay­ rettin Paşa unvanıyla kaptanıderyalığa atanması üzerine doğrudan osmanlı top­ raklarına katıldı (1534). Cezayir’le birlikte Fransızlar tarafından işgal edilerek türk yönetiminden çıktı (1830). T E D E M M U a. (ar. tedemmu0). Esk. Ağ­ lama, gözlerin yaşarması. —Esk. tıp. Göz hastalığından ötürü sürekli göz yaşarması. T E D E N N İ a. (ar. denâTef’ten tedenni). Esk. 1. Aşağı düşme, gerileme. —2. Te­ denni etmek, gerilemek. TEDEN NİYAT, -tl çoğl. a. (ar tedenni' nin çoğl. tedenniyâf). Esk. Gerilemeler, aşağı düşmeler. T E D E R R Ü B a. (ar. cfers’ten tederrüs). Esk. Bir kimseden ders alma, ders gör­ me. T E D E U M a. (latlnce bir ilahinin Te Deum laudamus [Tanrı seni övüyoruz] biçi­ mindeki ilk sözleri). 1. IV. yy.’dan kalma ve hepsi aynı uzunlukta olmayan 30 ayetllk düzyazı latinoe ilahi. —2. Bu ilahinin ayet­ leri için düzenlenen beste. —3. Bu ilahi­ nin söylendiği dinsel tören. —ANSİKL. Din. Te Deum, IV. yy.’da Daçya’da (Sırbistan) Remesiana piskoposlu­ ğu yapan Niketas'a atfedilir Sonradan ilk metne bazı katmalar yapılmıştır. Genellikle okuma ayininin sonunda, bayramlar ve bayram alaylarında, bazı dinsel işlevlerde (atamalar, bir rahibin kutsanması vb.) ve görkemli törenlerde okunur. Te Deum, ayakta söylenir. —Müz. Te Deum'un çoksesli yorumuna ta­ nıklık eden ilk belge, Musica enchiriadis (900’e doğr) adlı incelemedir XV. yy.’dan önce başka hiçbir tanıklığa rastlanmaz. Yal­ nız Binchois, faux-bourdon biçiminde ar­ monize edilmiş birteç ayet bırakmıştır Ara­ larında Kerle, Lassus, Anerioı C. Festa, Gal­ lus vb.'nin de bulunduğu çokseslilik usta­ ları, özellikle XVI. yy.’da Te Deum’un ayet­ leri için müzik bestelerken, ingilizler ve Al­ manlar aynı sözleri halk diline çevirerek bestelemişlerdir (Hassier Praetorius, Byrd, Gibbons, Händel vb.). Fransa ve İtalya’da Lully, Charpentier Delalande Campra, Ciérambault, Blanchard, Philidor Gossec, Caldara, Durante Jommelli vb Avusturya'da Haydn ve Mozart solistler korolor, org ve ortestra için Te Deum başlığı altında, latince sözlü uzun kantatlar yazmışlardır. XIX. ve XX. yy.’da, Te Deum, uzun senfonik ve koral besteler doğurmuştur: Berlioz (1855), Bruckner (1884), Dvorâk (1896), Verdi (1898), Walton (1953), Penderecki (1979). TE D E Y Y Ü N a. (ar. de /n’den tedeyyün). Esk. Borçlanma, borca glrma T E B E Y Y Ü M a. (ar. din'den tedeyyün).



T E D H İN a. (ar. duban'dan tedbiri). Esk. 1. Duman içinde bırakma, dumanlama. —2. Tütsüleme. TE D H İŞ a. (ar dehşetten tedhiş). 1. Belli bir grubu sürekli korku içinde tutmak, yıl­ dırmak amacıyla sistemli olarak şiddete başvurmak eylemi; terör. —2. Tedhiş et­ mek, şiddet hareketlerine başvurarak çev­ reyi korku içinde bırakmak; ürkütmek, yıl­ dırmak. —Esk. Tedhiş-i ezhan, zihinlerde korku uyandırma. TEDHİŞAT, -tı çoğl. a. (ar tedhişin çoğl. tedhişST). Esk. Korkutmalar, yıldırmalar. T E D H İŞ Ç İ sıf. ve a. Tedhiş eylemleri dü­ zenleyen, bu tür eylemlere katılan kimse için kullanılır; terörist. T E D H İŞ Ç İL İK a. Terörizm. TEDİBAT, -tı çoğl. a. (ar. te’dib’in çoğl. te’dibat). Esk. 1. Terbiye etmeler, terbiye vermeler. —2. Ceza vermeler, uslandırmalar, T E D İB E N be. (ar. te’dib'den te’diben). Esk. Terbiye için, terbiye vermek amacıy­ la. T E D İP a. (ar. edeb’den te’dib). Esk. 1. Terbiye verme, uslanmasını sağlama. —2. Ceza verme, haddini bildirme —3. Tedip etmek, yola getirmek, terbiyesini vermek. — 4. Tedip olunmak, terbiye edilmek, uy­ gunsuz bir davranıştan dolayı cezalandı­ rılmak. —Med. huk. Ana babanın çocuklarını eğitmek konusunda sahip oldukları hak (Türk med. k. md. 267). —Tasav. Hz. Muhammet'in doğrudan doğruya Tanrı tarafından eğitilmesi. —Mü­ ridin, şeyhin denetim ve gözetiminde ye­ tiştirilmesi. T E D İR G İN sıf. 1. Ruhsal bir rahatsızlık, huzursuzluk, ruhsal gerginlik duyan bir kimse için kullanılır: Kızının sağlık duru­ mundan dolayı oldukça tedirgindi. —2. Kuşku, kaygı, huzursuzluk belirten bir şey için kullanılır: Tedirgin bir bekleyiş. Tedir­ gin bir ses, bir bakış. —3. Tedirgin etmek, rahatını, huzurunu bozmak, kaygılandır­ mak: Maddi sorunlar onu tedirgin ediyor. || Tedirgin olmak, ruhsal bir rahatsızlık duy­ mak, huzuru bozulmak, huzuru kaçmak: Geç geldiğin zaman tedirgin oluyorum. Gürültüden tedirgin olmak. T E D İR G İN L İK a Bir klmseftin içinde bulunduğu durumdan dolayı duyduğu sı­ kıntı, huzursuzluk, sinirsel gerginlik: Bir kimsenin tutumundan dolayı tedirginlik duymak. Tedhiş örgütleri kentte tedirgin­ lik yaratıyor. —Fız. Tedirginlikler yöntemi, kuvantal fizik­ te, Schrödinger denkleminin çözülmesin­ de ya da mekanikte gezegenlerin ve uy­ duların yörüngelerinin hesaplanmasında sık sık karşılaşılan kısmi türevli denklem­ lerin yaklaşık çözümlerini bulmaya yara­ yan yöntem. (Bu yöntemde önce, denk­ lemdeki görece küçük terimler göz ardı edilerek çözümlerinden biri bilinen yeni bir denklem elde edilir. Daha sonra bu çö­ zümden yola çıkarak asıl denklemi çöz­ mek amacıyla, göz ardı edilmiş terimler yeniden ele alınır ve seri açılımlardan ya­ rarlanarak giderek asıl denklemin çözüm­ lerine yaklaşan çözümler bulunur.) —Gök. metan. Bir gökcisminin bir baş­ ka gökcisminin çevresindeki hareketinde, noktasal kabul edilen ana cismin çekim kuvvetine eklenen her tür ç^jğal etki ne­ deniyle oluşan değişiklik. (BK'ansikl. böl.) —Gökbil. Ay tedirginliği. Ay'ın hareketin­ de görülen ve merkez denkleminin katsa­ yılarını değiştiren Ay yörüngesinin dışmerkezliğinin değişimlerinden kaynaklanan dönemsel eşitsizliklerden biri. Ay tedirgin­



liğinin 31,81 günlük bir dönemi ve 1°16'Tık bir yarı genliği vardır. (Bu dönemsel eşit­ sizlik Ptolemaios tarafından bilinmektey­ di.) [Eşanl. EVEKSİYON.] —Meteorol. Atmosferin şiddetli rüzgârlar ve yağışlarla ayırt edilen durumu. (Bk. ansikl. böl.) || Bir meteoroloji öğesinin değer­ lerinde; ortalamaya göre görülen pozitif ya da negatif sapma. || Tedirginlik akımı, ay­ nı yörüngeyi izleyen siklon dizisi. (Bu du­ rumda, "tedirginlik” terimi, ilk tanımdaki gibi her basit değişimi değil, her siklona eşlik eden çift basınç değişimini (yüksek basıncı izleyen alçak basıncı) belirtir. —Telekem. Elektromanyetik tedirginlik, hiçbir yararlı işarete denk düşmeyen, ço­ ğu kez bir iletim yoluna ya da bir aygıta ait olmayan bir ortamdan kaynaklanan ve bir aygıtın çalışmasında anormallikler oluşturabilen ya da hat çıkışında gürültü­ lere neden olabilen, zaman içinde değiş­ ken elektromanyetik olay. (Bir telekomü­ nikasyon sisteminin çalışmasına bozucu etki yapan elektromanyetik tedirginliklere parazit adı verilir) [Eşanl. PEFtrüRBASVON.] (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Gök. mekan. Bir gezegenin Güneş çevresindeki Kepler hareketi, ge­ zegenlerin birbirlerine uyguladıkları kar­ şılıklı çekim nedeniyle tedirginliğe uğrar. Bunlara denk düşen etkiler, her ne kadar zayıf olsa da, sürekli olmaları ve zaman içinde birbirine eklenmeleri yüzünden göz ardı edilemez. Günümüzde yapılan çö­ zümleme, bu sorunu ve daha genel bir bi­ çimde "n cisimleri” denilen sorunu doğ­ rudan inceleyecek durumda değildir. Uç cisim sorununa çözüm yolu bulan Sundman’dır (1912). "Keyfi sabitlerin değişim yöntemi” de­ nilen yöntemde, incelenen gezegenin yö­ rüngesinin altı ayırtedici öğe'sinden her biri üzerinde, gökcisimlerinin her birinin oluşturabileceği tedirginlik etkileri aytı ayn incelenir. Başka bir deyişle, her yörünge­ nin öğelerinden her birinin “ anlık değer­ leri” , tedirginlik yaratabilecek bütün kay­ naklar göz önüne alınarak değerlendiri­ lir. Sonra, yörüngenin göz önüne alındığı andaki matematiksel tanımını elde etmek için, bu kaynakların her birinin yol açtığı etkileri toplamak yeteriidir. Gerçekten de, elde edilen denklemle­ rin çözümü son derece zordur ve geze genin kütlesinin Güneş'in kütlesine göre çok küçük olduğu göz önünde bulundu­ rularak, problemin içinde yer alan fonksi­ yonların seri halinde açılması yoluna gi­ dilir. Ayrıca, kullanılan matematik işlemle ri, tedirginliğe uğramamış yörüngelerin dışmerkezliklerini ve değişmez bir düzle­ me göre eğimlerini küçük olarak varsaymayı gerektirir. Denklemleri integralleme, gerçek hare ketleri birbirine yakın olan Kepler yörün­ geleri öğelerinin, belli sayıda terim biçi­ minde gösterilen zaman fonksiyonları ol­ duklarını ortaya çıkardı: 1. Dolanım süreleri, gezegenlerin Güneş çevresindeki yıldız dolanım sürelerinin dü­ zeyinde (birkaç yıl) olan, zayıf genlikli dö­ nemsel terimler. 2. Yörünge düğümlerinin, Güneş çevre­ sinde değişmez eksenlere göre geri yön­ de, binlerce yıllık bir zaman içinde gerçek­ leştirdiği tam bir dolanımdan kaynaklanan yüzyıllık terimler. Günberi noktaları da, Güneş çevresinde tam bir dolanım yapar­ lar, ancak doğru yönde olan bu dolanımın süresi, düğümlerin dolanım süresiyle ay­ nıdır. 3. Yüksek genlikli ve dolanım süreleri, dü­ ğümlerin ve günberi noktalannın hareke­ tiyle aynı olan uzun dolanım süreli terim­ ler. Bu terimler genellikle, yalnız kısa (bir­ kaç yüzyıl) bir zaman aralığındaki deği­ şimleri göz önüne alınarak yüzyıllık terim­ lere indirgenir. Gökcisimlerinin hareketlerinde görülen tedirginliklerin nedenleri, gezegenlerin karşılıklı çekim kuvvetlerinin dışında, bir­ çok türde olabilir: merkez cismin basıklı­ ğından kaynaklanan tedirginlikler (Jüpi-



teellüf ler’in "rüzgârı ardında” ki alçak basınç te­ ter'in uyduları ya da Yer’in yapay uydula­ dirginliklerini kuzey akımlarıyla açıklar. rı için), Ay’ın Yer çevresindeki hareketin­ de görülen ve Güneş’in etkisinden kay­ • Isıl tedirginlikler. Termokonveksiyona naklanan tedirginlikler, genel görelilik et­ bağlı tedirginliklerdir. Burada sözkonusu olan zeminle temas eden havanın kuvvet­ kilerine bağlı tedirginlikler (Merkür’ün le ısınması, ısınan havanın genleşerek gunberi noktasının Güneş çevresindeki yükselmesi, bulut ve yağış oluşumudur. hareketi üzerinde etkili). Termokonveksiyon, havanın çoğu kez —Meteorol. Cephe tedirginlikleri. Farklı kararsız olduğu tropikal enlemler dışında, özellikteki hava kütlelerinin karşılaşması belirgin bir tedirginliğe yol açacak kadar anlamına gelen bu tedirginlikler orta ve gelişemez. yüksek enlemlerde görülür ve bir cephe —Telekom. Başlıca doğal elektromanye­ üzerindeki dalgalanmalardan kaynaklanır. tik tedirginlikler, alt atmosferdeki boşalma­ Örneğin, kutupsal cephe tedirginlikleri (ya lardan kaynaklanır; tropikal bölgelerde da orta kuşak depresyonları veya siklon­ ları) denen tedirginliklerin doğup gelişti­ frekansı çok büyük olan bu boşalmalar, çok uzak noktalara yayılabilir. Çok düşük ği yer kutupsal cephedir Bu alçak basınç radyoelektrik frekanslı ıslıklar gibi öbür tedirginlikleri subtropikal kökenli sıcak ha­ dikkate değer tedirginlikler, üst atmosfer­ vanın dinamizmini ifade eden bir sıcak deki serbest elektronlarla, Yer manyetik cephe ile kutup kökenli soğuk havanın di­ alanı arasındaki etkileşimlerden kaynak­ namizmini gösteren bir soğuk cepheyi lanır. Yapay elektromanyetik tedirginlikle­ kapsar. Kutupsal cephe tedirginliklerinin re ise, ani akım değişmelerinin etkisinde­ kendilerine özgü nitelikleri vardır (bulut sis­ ki her tür aygıt neden olabilir: kolektörlü temi, yağışlı hava, atmosferin hareketlen­ motorlar, anahtarlar, motorların elektrikli mesi); bu nitelikler batıdan başlayarak ateşleme düzenekleri, flüorışıl lambalar, kendini gösterir (kutupsal cephe tedirgin­ bilimsel ya da tıbbi aygıtlar, sınai donanım­ liğinin D.’sunda B.’ya doğru yer değiştir­ lar. Bu tedirginlikler çok sıkı, ancak uygu­ me). Arktik cephe, Akdeniz cephesi gibi lanması çok zor bir yönetmelikle sınırlan­ ikincil cepheler üzerinde de meydana ge­ dırılmıştır. lebilen cephesel depresyonların oluştuğu yerdir. TEDİYAT, -tı çoğl. a. (ar. fe’d/ye’nin çoğl. • Kinematik tedirginlikler. Bunlar tropiklerte’diyâf). Esk. Ödemeler. arası enlemlerde görülen tedirginliklerdir; T E D İY E a. (ar. edâ’ ’dan te’diye). 1. bu enlemlerde, sıcaklığın zaman ve uzam­ Ödeme, para ya da o değerde bir şey ver­ da eşit olması, sıcaklık farkından ileri ge­ me. —2. Borcunu ödeme. —3. Tediye et­ len karşıtlıklara ve hava kütlelerinin bu mek, ödemek. yüzden cepheler boyunca karşılaşması­ —Esk. Tediye-i deyn, borcunu ödeme. na engel olur. Bu tür tedirginlikler, hava akımının hızına ve yönüne bağlı olarak ya­ T E D K İK - TETKİK. kınsamaya, ıraksamaya, yükselme ve al­ T E D M İR a. (ar. dimâr’dan tedmiı). Esk. çalmaya yol açan dinamik süreçlerle be­ 1. Mahvetme, yok etme. —2. Tedmir et­ lirirler. Birçok kinematik tedirginlik türü mek, mahvetmek, perişan etmek. ayırt edilir. Örneğin, shear line (makasla­ ma çizgisi) adı verilen tedirginlik, yönü ve T E D M Ü R - PALMİRA. hızı farklı olan hava akımlarının karşılaştı­ TE D R İB a. (ar. derb’den tedrib). Esk. peğı yerde bulutlar ve yağmurla birlilde gö­ dag. Yetiştirim. rüleri bir yükselmeye bağlıdır. Surge line TE D R İC E N be (ar. tedric'üen tedricen). (kabarma çizgisi) yalnızca hızları farklı olan Esk. Yavaş yavaş, derece derece, aşamalı hava akımlarının karşılaştığı yerde meyda­ olarak. na gelen bir yükselme alanıdır. Batı dal­ gası ise bir orta kuşak jet akımını tepe kıs­ T E D R İC İ sıf. (ar. tedriç ve -/’den tedrici). mının tropikal bölge üzerine sokulmasıy­ Esk. 1. Derece derece, yavaş yavaş olan la oluşur; her ne kadar burada ısıl süreç­ ya da yapılan. —2. Tedrici olarak, gitgi­ lerin rolü varsa da yüksekteki batı dalga­ de, giderek. ları dinamik yakınsama ve ıraksama sü­ T E D R İÇ a. (ar. dûrüc'den tedriç). Esk. reçleri yoluyla tropikal havayı etkiler. Aynı Yavaş yavaş, azar azar ilerleme: "Kibar şekilde, İ.T.C. de (tropiklerarası yakınsama âlemine mahsûs bu tenkit ve muaheze ya da meteorolojik ekvator) kinematik bir hakkında gayet âlimâne tedriciler vardır" tedirginlik olarak değerlendirilmelidir. Ger­ (H. C. Yalçın). çekten de, İ.T.C. alizelerin karşılaşması ve —Ed. DERECELEME’’ nin eşanlam lısı. zorunlu yükselmesinden ileri gelen, temel­ de dinamik bir yükselme yeridir; bu yük­ TE D R İS a. (ar. ders'ten tedris). Esk. Ders selmeyi ekvatoral havanın büyük kararsız­ verme, öğretme; öğretim. lığı kolaylaştırır. Alizelerin göreceli gücü­ TEDRİSAT, -tı çoğl. a. (ar. tedrisin çoğl. ne bağlı olarak, İ.T.C. kuzeye doğru iler­ tedrisât). Esk. 1. Öğretim. —2. Tedrisat-ı ler (güney dinamizmi) ya da güneye çe­ âliye, yükseköğretim. || Tadrisat-ı ibtidaiye, kilir (kuzey dinamizmi). İ.T.C., geçtiği böl­ ilköğretim. || Tedrisat-ı taliye, ortaöğretim. geler üzerinde kuvvetli yağmurlara yol açar. Doğu dalgası, bir başka tropikal ki­ T E D Ü (Süavi), türk tiyatro ve sinema nematik tedirginlik türüdür. Bu dalga, bir oyuncusu, yönetmen (İstanbul 1915 - ay. y. oluğun D.’sundaki bir yükselmeden ileri 1959). Öğrenimini Gazi eğitim enstitüsü gelir; oluğun B.’sırıda ise bir alçalmaya yol ve İstanbul Güzel sanatlar akademisi’nde açan bir ıraksama görülür. Böyleca olu­ yaptı. 1937’de İstanbul Şehir tiyatrosu'na ğun yukarısında hava çok güzel olduğu girdi. Kuru gürültü piyesiyle başlayan halde gerisinde çok kötüdür (doğu dal­ oyunculuğunu, ölümüne değin başarıyla gası alizelerin yatağında batıya doğru yer sürdürdü. Birçok filmde "jön" rolleriyle de değiştirir). Doğu dalgasının kökeni tropi­ dikkati çeken sanatçı 1950Tİ yıllarda Ze­ kal siklonlar da olabilir. Doğuşu ve yapısı hirli şüphe, Göçmen çocuğu, Cinci Hoca, karmaşık olmakla birlikte tropikal siklon­ Yaprak dökümü vb. filmleri yönetti, bazı­ ları da kinematik tedirginlikler arasında larının senaryosunu yazdı. saymak uygun olur. • Dağ tedirginlikleri. Burada sözkonusu / T E D Ü (Perihan), türk tiyatro oyuncusu (İstanbul 1927 - ay. y. 1992). Süavi Teolan, yalnızca bir dağ örneğinde, yüzey dü'nün eşi. Edebiyat fakültesi türk dili ve şekillerinin düşey ve yatay doğrultudaki edebiyatı bölümü'nü bitirdi. Öğrenciyken hava akımı üzerindeki etkileridir. Dağ te­ İstanbul Şehir tiyatrosu çocuk oyunların­ dirginlikleri önce, havanın zorunlu olarak da sahneye çıktı, daha sonra profesyo­ yükselmesiyle meydana gelir; bunu bulut­ nel oldu. Eşinin çevirdiği filmlerde de oy­ lara ve yağmura' yol açan bir genleşme nayan sanatçı, 1960'lardan başlayarak olayı izler. Bu tedirginlikler aynı zamanda Kral Lear, Anna Karenina, Karım ve kı­ engelin hidrodinamik etkisine de bağlıdır; zım, Bir sabah gülerek uyan, Kıskanç vb. bu etki altında akım, engebeyi yatay doğ­ oyunları sahneye koydu. 1989 yılında rultuda kuşatır ve arkasında dinarnik bir Şehir tiyatroları ndan emekliye ayrıldı. alçak basınç meydana getirir. Böylece, R Öueney, Balear adaları üzerindeki Pirene T E D Ü (Zeynep), türk tiyatro ve sinema



oyuncusu (İstanbul 1943). Süavi Tedü*’ nün kızı. Tiyatro öğrenimini Milano’da yaptı. 1964'ten başlayarak uzun yıllar Dormen tiyatrosu'nda sahneye çıktı. Bu tiyatronun kapanmasından sonra aralıklı olarak çe­ şitli topluluklarda çalıştı. 1966'da Bozuk düzen filmiyle sinemayı da deneyen sa­ natçı, Mağrur kadın, Çileli dünya, Ölüme giden yol vb. birçok filmde rol aldı.



' 11343



TE D V İN a. (ar divân'dan tedvin). Esk. 1. Yazılı şeyleri bir araya getirme, kitap yap­ ma. —2. Manzumeleri divanda toplama. —Huk. Yasa, tüzük, yönetmelik vb. mev­ zuatı bir araya getirme, derleme. TEDVİNAY, -tı çoğl. a. (ar. tedvinin çoğl. tedvinâf). Esk. Kitap haline getirmeler. TE D V İR a. (ar. devr'den tedvir). Esk. 1. Çevirme, döndürme. —2. Yuvarlak hale getirme: Tedvir-i şekl-i murabba (dört kö­ şeli bir şekli yuvarlaklaştırma). —3. Yönet­ me. —4. Tevdir etmek, yönetmek, çekip çevirmek. —5. Tedvir-i âlem, dünyayı yö­ netme. || Tedvir-i çark etmek, çarkı dön­ dürmek. TE D V İY E a. (ar. devSdan tedviye). Esk. Hastalığa çare bulma, derman olma, ilaç verme. TEE a. (ing. söze.). Golfte, bir delikten başlarken, üzerine topun konduğu küçük takoz. T.E.E. TRANS-EUROP-EXPRESS’in kısalt­ ması. TEEB B İ a. (ar. eb’ ’den te’ebbf). Esk. Bi­ rini baba olarak kabul etme. TEEDDÜBAT, -tı çoğl. a. (ar. te’eddüb' ün çoğl. te'eddübst). Esk. 1. Edeplenme ler, edebini takınmalar. —2. Utanmalar, çekinmeler. TE E D D Ü B E N be. (ar. fe’eddüb’den te’eddüben). Esk. 1. Terbiyeli, saygılı dav­ ranarak. —2. Utanarak. T E E D D Ü P a. (ar. edeb’den te1eddüb). Esk. 1. Edeple hareket etme, terbiyesini takınma. —2. Utanma. —3. Teeddüp et­ mek, utanmak, sıkılmak. T E E H H Û L a. (ar. eri/'den teehhüt). Eski 1. Evlenme. —2. Teehhül etmek, evlen­ mek. TEEHHÛLAT, -tı çoğl. a. (ar. te’ehhûl' ün çoğl. te'ehhülsf). Esk. Evlenmeler. TEEH H ÜR a (ar. aTıar'dan te’ehhtüı)- Esk. 1. Sonraya bırakma, geciktirme. —2. Te­ ehhür etmek, gecikmek, sonraya kalmak. TEEH H ÜR A T, -tı çoğl. a. (ar. tâ>et}-. ijû r'ü n çoğl. te>et)ljürat). Esk. Gecikme­ ler. TE E LLÜ F a. (ar. e/ften te’ellüf). Esk. İyi geçinme, alışma.



Perihan Tedü ve Süavi Tedü H. Kemal Gürman’ın sahneye koyduğu Antoine’un Düşman adlı piyesinde (1947)



teellüfal 11344



TEELLÜFAT, -tı çoğl. a. (ar. te^ellûfûn çoğl. te^ellüfSt). Esk. Alışmalar, bağdaş­ malar, hoş geçinmeler. T E E LLÜ M a. (ar. elem'den tekellüm). Esk. 1. Kaygılanma, üzülme —2. Teellüm etmek, üzülmek, kaygılanmak. TE E LLÜ M AT, -tı çoğl. a, (ar. tekellüm' ün çoğl. tekellümse). Esk. Üzülmeler, ke­ derlenmeler. TE E M M Ü L a. (ar. te'emmül). Esk. 1. Bir işi etraflıca düşünme. —2. Teemmül et­ mek, etraflıca düşünmek. T E E M M Ü L « ; -tı çoğl. a. (ar. tekemmül’ ün çoğl. te’ emmülSt). Esk. 1. iyice, etraflı düşünmeler. —2. Teemmülat-ı arnika, d e rinden derine düşünüp taşınmalar. T E E M M Û L S Û Z sıf. Esk. Yapacağı işi önceden düşünmeyen. T E E M H Ü L S Ü Z L Ü K a. Esk. Bir işi ön­ ceden düşünmeme T E E M M Ü M a. (ar. ümm'den teyem­ müm). Esk. Birini ana olarak kabul etme. T E E N N İ a. (ar enS’et'ten te*eni). Esk. 1. Ağırdan alma, ihtiyatlı davranma, ya­ vaş iş görme —2. Teenni etmek, acele et­ meden davranmak, ihtiyatlı davranmak, ağır iş görmek. TEEN N İYAT, -tı çoğl. a. (ar. fe’ennrinin çoğl. te’enniySt). Esk. ihtiyatlı davranma­ lar, düşünceli hareket etmeler. TE S N N Ü S a. (ar. ünsten te’ennüs). Esk. Alışma, alışkanlık kazanma. T E E 8 , Büyük Britanya'da ırmak, Penninler'den doğar, Kuzey denizi'ne ( Tees ko­ yu) dökülür; 110 km. Aşağı çığırı ve koy kıyıları, Stockton, Billingham, Middles­ brough, Hartlepool’a doğru sanayileşmiş bir bölge (Teesside) oluşturur. T E E S B A L İA a. (İngiliz botanikçi TeesdalTın ardından). Kumlu topraklarda ye­ tişen beyaz, pembe, mor çiçekli, eşitsiz taçyapraklı otsu bitki. (Turpgiller familya­ sı.) T E E S 8Ü F a. (ar. ese/'den fe’ssûf). 1. Esk. Acınma, eseflenme, yerinme. —2. Teessüf ederim, kötü ya da kırıcı bir dav­ ranışta bulunanlara "yazıklar olsun” an­ lamında söylenen kınama sözü. || Teessüf etmek, üzülmek, acımak, yerinmek. YKESSÜFAT, -tı çoğl. a. (ar. te'essüf ün çoğl. te’essüfSf). Esk. Acınmalar üzül­ meler. TE E S S Ü R a. (ar. eşer'den tevessül). 1. Üzüntü duyma, üzülme, üzüntü: En de­ rin teessürlerimi bildiririm. —2. Bir şeyin etkisinde kalma, etkisini hissetme —3. Te­ essür etmek, üzülmek; bir şeyin etkisin­ de kalmak. TEESSÛRAT, -tı çoğl. a. (ar. tecessür' ün çoğl. tefessürSt). Esk. Üzülmeler, üzün­ tüler, acılar. TEESSÜ S a. (ar esâstan fe’essûs). Esk. 1. Kurulma, meydana gelme oluşma. —2. Yerleşme, kökleşme —3. Teessüs et­ mek, oluşmak, kurulmak; kökleşmek, yer­ leşmek. T E E Y Y Ü D a. (ar. eycfden te’eyyüd). Esk. 1. Kuvvet kazanma, kuvvetlenme, sağlamlaşma. —2. Gerçekleşme, doğru çıkma. —3. Teeyyüd etmek, kuvvetlen­ mek, sağlamlaşmak; gerçekleşmek, doğ­ ru çıkmak. T E E Z Z İ a. (ar. ezâ” dan fe’ezz/ ). Esk. Gönlü kırılma, incinme T E F ya da DEF a. (fars. def den). 1. En­ siz bir kasnağın bir tarafına deri gerilerek oluşturulmuş vurmalı çalgı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Tef çalsan oynayacak, karma­ karışık, yerli yerine konmamış eşyalar için söylenir. || Tefe koymak, tefe koyup çalmak, bir kimseyi ya da bir olayı başkalarına ye­ rerek, alay ederek tanıtmak, beğenilme­ yecek yönleriyle anlatmak: Duyarlarsa bizi tefe koyarlar, bilesin.



—ANSİKL. Belirsiz ses veren derililer sını­ fına giren tef en eski çalgılardandır. Kla­ sik türk müziğinde değişik adlar altında çeşitli tefler kullanılmıştır. Yaklaşık 40 cm çapında, zilli ya da zilsiz olabilen daire, XIX. yy.'ın sonuna değin saray ya da ko­ naklardaki çalgı takımlannın değişmez öğesiydi. Sonraki dönemde, daha küçük çaplı (20-25 cm), genellikle zilli tefler yay­ gınlaştı. Fasıl tefi de denen bu çalgı, faslı yöneten baş hanende tarafından çalınır­ dı. Hem dindışı, hem de tasavvuf müzi­ ğinde kullanılan bendiröe bir tür teftir. Es­ kiden derisi nemlendirilerek (gerginliği azaltılarak) ya da ısıtarak (gerginliği artırı­ larak) bir ölçüde akortlanan tef, XX. yy.’da Avrupa'da, vidalı akort burguları sayesin­ de hassas bir biçimde akort edilir duru­ ma getirildi (yine de elde edilecek sesin frekansı, vuruşun şiddetine ve deri üze­ rindeki yerine bağlı olduğu için, tefi belir­ siz ses veren derililer sınıfında ele almak gerekir). Çalma sırasında, kasnağı alttan tutan sol elin parmakları zayıf zamanları (derinin kasnağa yakın kesimine ya da doğrudan doğruya kasnağa); boşta kalan sağ el ise (derinin ortasına) kuvvetli za­ manları vurur. Yalnızca ensiz, metal bir kasnaktan ve buna takılmış zillerden olu­ şan çalgıya da tef denir. Senfonik orkest­ ralarda yer alan bu tür tefin çapı 20 cm kadardır ve vurularak ya da sallanarak ça­ lınır. TE F a. (fars. tef). Esk. 1. Isı, sıcaklık. —2. Buhar. T e f, Çağlayan yayınevi tarafından İstan­ bul’da yayımlanan haftalık siyasi mizah dergisi (1954). Oğuz Aral, Tekin Araj, Ferruh Doğan, Mistik (Mustafâ Ereme'Rtar), Bedri Koraman, Mim Uykusuz, Burhan Felek, Bülent Oran vb. değişik eğilimler­ deki karikatürcü ve yazarlara sayfalarında yer veren dergi, mizaha yeni konular, ye­ ni yaklaşımlar taşımayı denedi. Ancak si­ yasal konumunu yeterince belirieyemediğinden bir süre sonra kapandı. T E F a. Etyopya’da yaklaşık 2 000 m yük­ seltilerde yetiştirilen, ekşimsi ve hoş bir çe­ şit ekmeğin yapımında kullanılan tahıl; habeşistan yulafı. (Bil. a. Eragrostis abyssinica ya da E. tef; buğdaygiller familyası.) TE F A D D U Z - TEFAZZUL. TEFAH H U M a. (ar fahmdan tefatıl?um). Esk. kim. Kömürleşme TE F A H H U Ş a. (ar. fal?ş‘tan tefalşlşuş). Esk. İyice araştırma, en ince ayrıntısına kadar araştırma. T E F A H H U S « , -tı çoğl. a. (ar tefabbuş' un çoğl. tefaljbuşSf). Esk. Ayrıntılı bir bi­ çimde yapılan araştırmalar. TE F A H H U Ş a. (ar. fut.ış'tan tefahhuş). Esk. Müstehcen biçimde konuşma, açık saçık sözler etme. TE FA H Ü R a. (ar. /ahırdan tefSIjüı). Esk. 1. Kibirlenme, övünme —2. Tefahür et­ mek, övünmek. TE FA İL çoğl. a. (ar. tekile'nin çoğl. te fskil). Ed. Tefile'ler. TE F A K K U H a. (ar. //(ch’tan tefakkuh). Esk. 1. Fıkıh öğrenme. —2. Kavrama, bil­ me, anlama. TEFA R İK O TU a. (ar. söze.). 1. Kokulu ve esanslı bir yağ elde edilen otsu bitki. (Bil. a. Pogostemon patchouli; ballıbaba­ giller familyası.) —2. Tefarikotu kâfuru, PA çuüOL'un eşanlamlısı. || Tefarikyağı, aynı bitkiden elde edilen ve halk hekimliğinde kullanılan yağ. —ANSİKL Tefarikotları Asya ve Okyanus­ ya'nın tropikal bölgelerinde yetişen ve na­ neyi andıran bitkilerdir. Bunlarda kumarine benzer, son derece keskin kokulu sıvı bir yağ bulunur; sap ve yapraklardan da­ mıtma yoluyla elde edilen koyu kıvamlı, sarımsı yeşil renkli ve keskin özel kokulu bu yağ tefarikotu kâfuru ya da paçuld de­ nilen katı bir madde ile bir esansa ayrılır. Parfümcülükte kullanılan bu esans Malez­



ya'da çok çıkar. Tefarikotu yağının böcek kaçırıcı ve antiseptik özellikleri de vardır. Bitkinin kurutularak toz haline getirilen yaprakları, kürkleri ve giysileri kokulandır­ mak ve güve gibi böceklerden korumak için keseler içinde sandıklara ve dolapla­ ra konur. TEFASİR çoği. a. (ar. tefsirin çoğl. tefâsiı). Esk. Kuran açıklamaları, tefsirler. TEFAVÜT, -tü a. (ar. fevtten tefSvüt). Esk. 1. Fark, ayırıcı özellik. —2. iki şeyin birbirinden ayrılması, farklılık. —3. Tetavüt etmek, farklı hale gelmek. —ikt. tar. Tefavüti hasene, eskiden hicri (kameri) yıl ile mali (şemsi) yıl arasındaki 10 gün 21 saatlik farktan doğan gelir faz­ lalığı. (Bu fark, hicri yılın 354 gün 8 saat 48 dakika; mali yılın ise 365 gün 8 saat 5 dakika olmasından kaynaklanıyordu. Her yıl mukataalan hicri yıl üzerinden ihale eden Maliye, bu iki yıl arasındaki farka dü­ şen bölümü ayrıca alırdı.) TE F A Z U L a. (ar. fazTdan tefâzul). Esk. 1. Erdem ve meziyette birbiriyle yarışma. —2. Miktar açısından fazlalık, nicelik far­ kı. —Esk. coğ. Tefazul-i irtifa, iki noktanın de­ niz yüzeyinden olan yükseklikleri arasın­ da bulunan fark. —Esk. fiz. Tefazul-i iktidar, potansiyel far­ kı. TE FA ZU Lİ sıf. (ar. tefâzul ve -/'den te fâzuti). Esk. Erdem ve üstünlükte birbiriy­ le yarışmayla ilgili. ♦ a. Esk. mat. iki sayının arasında nice­ lik farkından doğan oran. TE FA ZZU L a. (ar. fazTden tefazzul). Esk. 1. Üstün olma, erdemli olma. —2. Bağış­ lama, iyilik. TE FC İR a. (ar fecr'den teldi). Esk. 1. Bir yerde birikmiş olan suları kanallar açmak yoluyla başka yerlere yollama; drenaj, akaçlama. —2. Yerden çıkan bir suyu akıtma, bir kaynağı akıtma. —Esk. tıp. Bir yaranın içinde toplanan ce­ rahat, kan ya da benzeri şeyleri ince bo­ rularla dışarı akıtma. T E F Ç İ a. Müz. Tef çalan kimseye verilen ad. TE FE a. (ar. daffa'dari). Tekst. 1. Doku­ ma tezgâhlarında, tarağı taşıyan ve her at­ kı geçişinde salınım hareketiyle atkıyı do­ kunmuş bölüme sıkıştıran ağaç ya da me­ tal parça. —2. Tefe desteği, el dokuma tez­ gâhlarında, tefeyi taşıyan yatay üst travers. || Tefe kaplama tahtası, bir dokuma tezgâ­ hında, tefenin alt bölümünü oluşturan tra­ vers. || Tefe kolu, el dokuma tezgâhlannda, tefenin, tarağı kaplayan ve düşey olarak tu­ tan traversi. || Tefe mesnet noktası, alt bö­ lümlerinden yatay bir milin çevresine ek­ lemlenmiş ve tezgâhın krank miline tespit edilmiş bir biyel yardımıyla almaşık bir sa­ lınım hareketi yaparak tefeyi destekleyen düşey iki metal parçadan her biri. || Tele tokmağı, takanın, dokuma tezgâhı mekiği­ ne dayandığı bölümü. || Nakış tefesi, kurslan, dokunan kumaşın enine göre sınırlan­ mış belli sayıda mekik taşıyan bir tefeden oluşan makine (Böylece, gerekli miktarda atkı ipliği kullanarak dokumalar üzerinde çeşitli nakış etkileri elde edilebilir.) —Esk. giy. Tefe başı, sırma işlemeli kadın giysisi. —Güz. sant. Yirmi altın varaktan oluşan paket. (On altın varaktan meydana gelen paketlere de deste deniyordu.) T E F E (Antönio Lufs VON HOONHOLTZ, —baronu), brezilyalı amiral ve coğrafyacı (itagual, Rio de Janeiro, 1837 - Petröpolis 1931). Rio de Janeiro Deniz kuvvetleri akademisi’nde hidrografya dersleri verdi (1858), Santa Catarina adası yöresinde Brezilya kıyılarını keşfetti. Brezilya ile Pa­ raguay arasındaki savaşa katıldı ve daha sonra Brezilya ile Peru’nun sınıriannın be­ lirlenmesiyle görevlendirildi (1871). İlk Rio Coğrafya derneği’nin kurucusuydu, ülke­ sindeki hidrografya hizmetlerini örgütledi.



T E F E C İ a. Yüksek faizle ödünç para ve­ ren kimse; faizci. —ikt. Kredi talebinde bulunanların özel durumlarından yararlanarak, cari ve ya­ sal faiz oranlarının üzerinde bir faizle borç veren kimse; murabahacı. T E F E C İK -



UFAÇIK* TEFECİK.



T E F E C İL İK a. Tefecinin işi; faizcilik. (Bk. ansikl. böl.) —Huk. izin belgesi olmadan, ödünç pa­ ra verme işleriyle ilgili yasa hükümlerine aykırı davranarak, faizden para kazanma amacıyla ödünç para işleri yapma. (Tefe­ cilik sayılan işleri yaptıkları belirlenen ki­ şiler hapis ve para cezasıyla cezalandırı­ lır.) — ANSİKL. İkt. Tefecilik piyasası, mali ke­ sim içinde örgütlenmemiş para piyasası­ nı oluşturur. Türkiye'de Cumhuriyet'in ku­ ruluşundan bu yana, kredi hacmi hızlı bir artış göstermiş olmasına karşın, kredi ta­ lebinin sürekli olarak kredi arzının üzerin­ de olması tefeciliğin ülkede hâlâ yaygın olarak bulunmasının başlıca nedenlerin­ den biri olmuştur. Türkiye'de, 1960-1970 yıllan arasında tefeci piyasasından yüksek faizle kredi talebinde bulunanlar içinde kentlerde inşaatçılar ve dışsatımcıların; kır­ sal kesimde ise küçük ve orta çiftçilerin ağırlıklı bir yeri olmuştur. Kentlerde konut darlığının ve döviz sıkıntısının inşaat ve ■dışsatım alanlarında iş yapmayı çok kârlı kılması bu kesimde çalışanların yüksek fa­ izle sermaye sağlamasına olanak vermiş; kırsal kesimde ise tarımsal yapının doğa koşullarına bağlı olması, tarım kesiminde­ ki mülkiyet yapısı ve en önemlisi de ban­ ka kredilerinin taşınmaz rehni gibi çok sı­ kı kayıtlarla verilmesi gibi nedenlerle kü­ çük ve orta çaplı çiftçilerin tefecilerden yüksek faizle borç almasını zorunlu kılmış­ tır. Yapılan bazı araştırmalar ve gözlemle­ re dayanarak tarım kesiminde kullanılan kredi hacminin yarısından fazlasının tefe­ cilik piyasasından sağlandığı söylenebilir. Nitekim, devlet planlama teşkilatı'nın (DPT) 1963'te Hatay'ın Altınözü ilçesinde yaptığı “ Ekonomik kalkınmayı önleyici faktörler” konulu bir araştırmasına göre bu yörede tarımsal kredilerin % 59'unun tefecilik piyasasından sağlandığı ve bazı durumlarda faiz oranının °/o 90'a çıktığı saptanmıştır. Aynı yıl Ankara'nın Balâ ve Keskin ilçelerinde yapılan tarım işletme­ lerinin kredi alma yollarına ilişkin bir araş­ tırma da benzer sonuçlar vermiştir. Tarım kesiminde tefecilerden alınan kredilerin faiz oranının yüksek oluşu küçük ve orta ölçekteki üreticiler için ödeme güçlüğü ya­ ratarak çoğu kez yeniden borçlanmaya yol açmakta, bu durum, kimi zaman üre­ ticileri topraklarını ellerinden çıkarmak zo­ runda bırakmaktadır. Tarım kesimindeki tefecilik piyasasında kredi doğrudan doğ­ ruya para olarak verilebildiği gibi bazen de mal karşılığında verilebilmektedir. Mal karşılığında borç vermenin en yaygın bi­ çimi ürünün hasattan önce düşük fiyatla satın alınmasıdır. Daha çok dışsatım ürün­ leriyle sebze ve meyveler için uygulanan bu yöntemde ürünün hasattan sonraki fi­ yatıyla önceden verilen düşük fiyat arasın­ daki fark faizi oluşturmaktadır. Mal karşılı­ ğı verilen kredilerin bir başka örneği de üreticinin tohum, çift hayvanı, tarımsal araç-gereç ya da tüketim gereksinimleri için belirli bir tüccara bağlanarak veresi­ ye alışveriş yapması biçiminde uygulan­ maktadır. Burada, verilen malların fiyatla­ rı oldukça yüksek tutularak dolaylı bir yol­ dan faiz yükü ağırlaştırılmaktadır. Ülkede 1970'ten sonra giderek artan enflasyon karşısında yüksek faizle fon ta­ lebinde bulunanlar arasında ticaret ve sa­ nayi kesimleriyle kaçakçılık kesimi de ka­ tılmış ve bu durum tefecilik piyasasının bü­ yük ölçüde genişlemesine neden olmuş­ tur. T E F E H H Ü M a. (ar lehm'den tefehhüm). Esk. 1. Farkına varma, anlama. —2. Te­ fehhüm etmek, farkına varmak, anlamak.



—Esk. Su-ı tefehhüm, yanlış anlama, kö­ tüye çekme. TE F E K



- U F A K - TEFEK.



T E F E K K Ü R a. (ar. fıkr'öen tefekkür). Esk. 1. Düşünme, düşünüş, düşünce. —2. Tefekkür etmek, düşünmek. —3. Te fekküre dalmak derin derin düşünmek, derin düşünceye dalmak. —Tasav. Sufinin içine kapanıp, kendisini her şeyden sıyırarak yalnızca Tanrı’nın ulu­ luğu, evrendeki tanrısal tecelliler üzerin­ de düşünceye dalması. (Tefekkür, tasav­ vufun başta gelen ilkeleri arasında yer alır. "B ir saatlik tefekkür bin saatlik ibadetten hayırlıdır" özdeyişi bunu gösterir Tefekkür kalbin zikri sayılır ve bu nedenle bazı sufilere göre tefekkür sırasında Tanrı salikin kalbinde tecelli eder) TEFEK K Ü R A T, -tı çoğl. a. (ar. tefekkür’ ün çoğl. tefekkürSt). Esk. Akıl yormalar, düşünmeler. T E F E L İ sıf. Dokmc. Sık dokunmuş bez, kumaş vb. için kullanılır: Tefeli bez. (Do­ kunan kumaşın atkı ipliklerini sıkıştıran ta­ rak, tefeye bağlı olduğundan ve tefeye kuvvet verilerek atkı ipliklerinin iyice sıkış­ ması sağlandığından sık dokulu kumaş­ lar için tefeli sözcüğü kullanılır.) TE F E L LÜ K a. (ar. felak’tan tefellülf). Esk. Yarılma, çatlama. TE F E LS Ü F a. (ar. felsefeden tefelsuf). Esk. Felsefeyle ilgili sözler söyleme, filo­ zoflaşma, felsefe yapma. T E F E N , Zonguldak'ın Devrek ilçesine bağlı Gökçebey bucağının eski adı. T E F E N N İ, Akdeniz bölgesinde Burdur iline bağlı ilçe; 13 667 nüf. (1990); 14 köy. Merkezi, Burdur'un yaklaşık 63 km güney-batısında Tefenni, 5 458 nüf. (1990). Tarım (tahıllar, şekerpancarı, üzüm.vb.). T E F E N N İ o v a s ı, Antalya bölümünde göller yöresinin G.-B. kesiminde, uzun ek­ seni K.-D.-G.-B doğrultusunda 40 km'yi bulan, eliptik biçimli yüksek (ortalama 1 000 m) ova. Çevresi B. Toroslar'ın, ya­ pılarında kireçtaşları ve ofiyolitlerin en ge­ niş yeri kapladığı 2 000 metreyi aşan sı­ raları ile kuşatılan ova, şaryaj örtüleri ara­ sında yer alan tektonik kökenli bir çukur olmakla birlikte, yüzeysel şekillenmesinde flüvio-karstik süreçler de rol oynamıştır. Ovanın kenarlarında Miyosen yaşlı kırın­ tılı kayaçlardan oluşan tepelikler vardır; ta­ banı, doğal olarak iyi akaçlanmayan bir alüvyal düzlükle kaplıdır. Bu kesimin or­ tasında sığ Karataş gölü yer alır. G. kesi­ minde, dağlardan inen sellerin zaman za­ man bataklıklara neden olduğu ova taba­ nının sularını, yer yer açılan akaçlama ka­ nalları ile Eren çayı toplar ve Burdur gö­ lüne boşaltır. T E F E N N Ü N a (ar fenriden tefennün). Esk. 1. Bilim ya da sanatta bilginin en üst noktasına erişme, her şeyi bilme, öğren­ me. —2. Konuşma ya da tartışmada çe­ şitli üslup ya da iddialara başvurma, çe­ şitli biçimde söz söyleme. — 3. Tefennün etmek, eylemek, bilimleri öğrenmek. TE FER R U a. (ar. teffernf). Esk. 1. Dal­ lanma, dal budak salma. —2. Bölünme, bir çok kısma ayrılma. —3. Bir kökten çı­ kıp ayrılma. TEFERRUAT, -tı çoğl. a. (ar. tefem /'nun çoğl. tefem/at). 1. Bir bütünü oluşturan ve ikincil nitelikte oldukları da düşünülen öğeler; ayrıntılar: Bir olayın bütün teferru­ atını öğrenmek. Teferruatla uğraşmak. En küçük tefernjata bile önem verir. —2. Te­ ferruata kaçmak, bir konuda gereksiz ay­ rıntılara girmek: Şu işi teferruata kaçma­ dan anlat. — M e d . huk. E K LE N Tİ’ n in e ş a n la m lıs ı. TE FER R U A TLI sıf. Ayrıntılı, detaylı: Te­ ferruatlı bir rapor. TE FER R U O a. (ar. ferağ'dan teferruğ). Esk. 1. Vazgeçme, cayma, bırakma. —2.



Bir işi bitirip ondan kurtulma. —3. Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üstüne geçirme. TE F E R R U K , -ku a. (ar. fark'tan teferruk). Esk. Parçalanma, dağılma, ayrılma. —Esk. tıp. Teferruk-ı ittisal, herhangi bir se­ bepten ötürü ya da bir hastalık sonucu ciltte yarıklar ve çatlaklar oluşması. TE FER R Ü C a. (ar ferec'den teterrüc). Esk. 1. Gezinti, gezinme. —2. içi açılma, ferahlama. TEFER R Ü C G Â H a. (ar. teterrüc ve fars. -gâh’tan teferrüc-gah). Esk. Eğlence, ge­ zinti yeri. TE FER R Ü S a. (ar. ferasetten teferrüs). Esk. 1. Sezme, farkına varma, anlar gibi olma. —2. Teferrüs etmek, sezmek, an­ lamak, farkına varmak. TEFERRÜSAT, -tı çoğl. a. (ar teferrüs’ ün çoğl. teferrüsât). Esk. Sezinlemeler, sezmeler TE F E R R Ü T a. (ar. ferd’den teferrüd). Esk. 1. Yalnız olma, herkesten uzaklaşa­ rak tek başına kalma. —2. Benzersiz ol­ ma, eşi benzeri olmama, sivrilme. —3. Bağımsız olma. TE FES S Ü H a. (ar. füsfıaf’tan tefessüh). Esk. Açılıp genişleme, açılma. TE FES S Ü H a. (ar. fesh'ten tefessüh). Esk. 1. Çürüyerek dağılma, çürüme, ko­ kuşup bozulma. —2. Bir kişinin bir toplu­ mun kendine özgü niteliklerini yitirerek yozlaşması. —3. Tefessüh etmek, çürü­ yüp dağılmak, kokuşmak, eski niteliğini kaybetmek, bozulmak, yozlaşmak. —Esk. tıp. Bir uzvun çürümesi, çürüyüp dağılması. T E F E Ü L a. (ar. fal'den tefe W). Esk. 1. Uğur sayma, hayra yorma. —2. Fal aç­ ma, fala bakma. —3. Tefeul etmek, fala bakmak. —Falcılık. Fal açma, fala bakma. || Tefeül etmek, fala bakmak. (Bakla, kahve telve­ si, ayna vb.'ye bakma, tası okuma gibi çok çeşitli tefeül etme yöntemleri vardı. Bun­ ları benimsemeyenler Hafız'ın Divan' ı ya da başka bir yapıttan açılan sayfadaki be­ yitlerden birini tutarak tefeül ederlerdi.) T E F E V V U K , -ku a. (ar. fevjr'ten tefev­ vuk). Esk. 1. Üstün olma, üstünlük. —2. Tefevvuk etmek, üstün gelmek, üstün ol­ mak. T E F E V V U Z a. (ar. fevzden tefevvüz). Esk. Yüklenme, bir işi üstüne alma. TE F E V V Ü H a. (ar. fevh'ten tefevvüh). Esk. 1. Sözünü etme, söyleme. —2. Dil uzatma, dedikodu yapma. TEFEVVÜHAT, -tı çoğl. a. (ar. tefevvüh' ün çoğl. tefevvühat). Esk. 1. Çirkin söz­ ler, dedikodular, —2. Tefevvühatta bulun­ mak, yerli yersiz konuşmak, çirkin sözler söylemek. T E F E Y Y Ü Z a. (ar. feyz’den tefeyyüz). Esk. 1. ilerleme, yükselme, gelişme. —2. Tefeyyüz etmek, ilerlemek, yükselmek. TE FEY Y Ü ZA T, -tı çoğl. a. (ar. tefeyyüz' ün çoğl. tefeyyüzat). Esk. Gelişip yüksel­ meler, ilerlemeler. TE F H İM a. (ar febm'den tefhim). Esk. t . Anlatma, bildirme, açıklama. —2. Tefhim etmek, anlatmak, açıklamak, bildirmek. —3. Tefhim-i meram, meramını anlatma, isteğini bildirme. —Huk. Mahkeme kararının sözlü olarak taraflara bildirilmesi. (Yargıç hazır olan ta­ rafın iddia ve savunmalarını dinledikten sonra, yargılamanın sona erdiğini bildire­ rek kararını tefhim eder. Tefhim, karar so­ nucunun duruşma tutanağına geçirilerek okunması biçiminde olur. Zorunlu neden­ lerle yalnız hüküm sonucunun tefhim edil­ diği durumlarda, gerekçeli kararın, tefhim tarihinden başlayarak on beş gün içinde yazılması gerekir [Huk. muh. us. k. md. 381].)



tefhim 11346



T E F H İM a. (ar. fahmdan tefhim). Esk. Kömür durumuna getirme, kömürleştirme. TE F H İM a. (ar. fafjm’dan tefhim). Esk. Ululama, yüce sayma. —Esk. dilbilg. Bir harfi kalın okuma. T E F İL A L E T ya da T A Fİ LA LT, Güney Fas Sahrası'nda bölge Yüksek Atlas'ın G.'inde. Tefilalet, Ugnat ile Gir hamadası arasında, Ziz ve Geriş uvedlerinin (birleşerek Daura'yı oluştururlar) oyduğu bir ça­ naktadır. Bölge, bu uvedlerce sulanan ya da kuyular ya da foggaralarca beslenen birçok vahadan (başlıcaları, Erfud, Rissani ve Alnif) oluşur. Flasan el-Dahil barajı, sulanan alanların (tahıllar, yonca, tütün, sebzeler ve pamuk) genişletilmesini sağ­ lamıştır. —Tat Fas'ta saltanat süren sülale, Tefila­ let kökenlidir. Hanedanın kurucusu Mulay Ali’nin mezarı, İ.S. 757'de kurulan berberi bir krallığın zengin başkenti olan Sicilmâsa'nın yıkıntıları yakınındadır. TE F İLE a. (ar. fiil'den tekile) Ed. Aruz' vezninde bir dizeyi kapsayan kalıbın (vezin) parçacıklarından bir bölümüne (örn. fâilâtün [------ —]) verilen ad. (Efile adı verilen parçacıklarla [örn. fâilün (—— )] art arda dizilerek farklı vezinleri oluştururlar [örn. feilâtün feilâtün feilün [------------------------— ].) T E F K İR a. (ar. fikr'den tefkir). Esk. Dü­ şünmesine yol açma, düşünmesini sağ­ lama, düşündürme. —Esk. ruhbil. Düşünceleme. TE F LİS a. (ar. /e/s'ten teflis). Esk. Birine iflas etmiş olduğunu söyleme, buna hük­ metme. —isi. huk. Hâkim tarafından bir kimsenin iflasına karar verilmesi, (iflasına karar ve­ rilen kişinin malları, alacaklıları arasında pay edilir. Eşinin ve çocuklarının malları­ na ve geçinebilmesi için gerekli eşyaya ve geçindirmek zorunda olduğu kişiler için yeterli miktarda mala dokunulmaz.) TE F L O N a. (tesc edil. a.). Polim. Politetrafluoroetilenin ticari adı. TE F LU R A N a. (fr. tâflurane'dan). Org. kim. Etanın, formülü F3C—CHFBr olan ve aerosol içinde taşıyıcı olarak kullanılan fluorobromlu bir türevinin yaygın adı. T E F N A K H T , Delta'da, Sais kenti asıllı, XXIV. hanedandan Mısır firavunu (i.ö. 730 a doğr. - İ.Ö. 720). Delta eyaletlerini denetimi altına aldı. 730'da Memfis ve Or­ ta Mısır'ı kendisine bağladı; ama Kuş kralı Piankhi’nin saldırısı sonucu müttefikleriy­ le birlikte geri püskürtüldü. Tefnakht, so­ nunda Piankhi'ye boyun eğdi ve onun G.’ye doğru yola çıkmasından hemen sonra kendini Mısır kralı ilan etti. Bütün Delta üzerinde egemenliğini yeniden kur­ du. Ölünce, yerine oğlu Bokkhoris geçti. TE FN U T, ikiz kardeşi Şu ile birlikte Heliopolis dokuzlusu'nun ilk çiftini oluşturan eski Mısır tanrıçası. Bu tanrıça belki nem­ liliği simgeliyordu; belki de Şu ve Tefnut, sonsuz zamanın iki görünümünü temsil ediyorlardı. Bunlar çoğu kez iki aslan bi­ çiminde canlandırılmışlardır. TE FR A a. (fr. i¿phra). Yerbil. Patlamalı püskürmeler sırasında fırlayan nesnelerin tümü. T E F R İD a. (ar. ferd’den tefrid). Esk. 1. Kendini Tanrı'ya adama, toplumdan uzak yaşayarak dünya işlerini bırakıp Tanrı ile meşgul olma. —2. Din bilimleriyle uğraş­ ma. —Esk. fiz. Elektriklenmesi istenen bir cis­ mi iletken cisimlere dokundurma. T E F R İH a. (ar. ferahtan tefrih). Esk. 1. Ferahlandırma. —2. Tefrih etmek, ferah­ lık vermek: "Kalbi, bir fikr-i hamiyet kadar tefrih edecek bir şey olamaz" (H. Z. Uşaklıgil). T E F R İH a. (ar. fe rid e n tefrih). Esk. Fi­ lizlenme, gelişme. —Esk. biyol. Devr-i tefrih, kuluçka devri.



—Esk. tıp. Vakt-i tefrih, çiçek aşısının ya­ pılmasından etkisini gösterinceye kadar geçen zaman. TE F R İK , -kı a. (ar. fark’ta n tefrik) 1. Ayır­ m a. —2. Seçme, ayrı tu tm a . —3. Tefrik etmek, ayırm ak, s e ç m e k , ayrı tu tm a k . —Tekst. AYlRMA'nın eşanlam lısı.



TE F R İK A a. (ar. farktan tefrika). 1. Bir gazetede ya da dergide bölümler halin­ de yayımlanmak üzere düzenlenen ro­ man ya da yazı dizisi; bu dizinin bölümle­ rinden her biri. (Bk. ansikl. böl.) —2. Tef­ rika etmek, bir romanı ya da uzunca bir yazıyı bir gazetede ya da bir dergide bö­ lümler halinde yayımlamak. —Esk. Sürekli anlaşmazlık; ayrılık, bozuş­ ma. ♦ sıf. Bölümler halinde yayımlanan; bu biçimde düzenlenen: Tefrika roman. — ANSİKL. Ed. Türk basınında ilk tefrika­ lar 1862'den başlayarak Şinasi’nin Tasvir-i efkâr gazetesinde çıktı; bu biçimde yayım­ lanan ilk yapıt da onun Şair evlenmesi oyunu oldu. Ahmet Vefik Paşa'nın Darül­ fünunda verdiği hikmet-i tarih dersleri, yi­ ne onun Ebülgazi Bahadır Han'dan Türki­ ye türkçesine aktardığı Şecere-i tûrk, Tas­ vir-i efkârda bölüm bölüm yayımlandı. Ahmet Mithat Efendi, Tercûman-ı hakikat’ ta 1878'den başlayarak romanlarını, tarih, felsefe konularında öğretici yapıtlarını tef­ rika etti. Geniş okur topluluğuna seslene­ cek nitelikteki halk romanları (Vecihi, O. C. Kaygılı, E. M. Karakurt, Kerime Nadir vd.) yanında sanat değeri taşıyan yapıt­ lar (H. E. Adıvar, Y. K. Karaosmanoğlu, Ya­ şar Kemal vd.) gazetelerde tefrika edildi. Günümüzde tefrikanın yerini dizi yazılar al­ dı. TE FR İK Ç İ a. Kâğ. san. AYlRlCI'nın eşanlam lası.



TE F R İŞ a. (ar. ferş'ten tefriş). 1. Yayma, döşeme. —2. Bir şeyin zeminini örtme. —3. Ev, daire vb. oturulan yeri eşya ile süsleme. —4. Tefriş etmek, bir yeri döşe­ mek. TEFRİŞAT, -tı çoğl. a. (ar tefriş’ın çoğl. tefrişât). Esk. Yaymalar, döşemeler. TE FR İT, -tl a. (ar. farf tan tefrift. Esk. ifrat’a karşıt olarak, gereğinden aşağıda kalma. —Ed. Bir şeyin taşıdığı iyi nitelikleri yok­ muş gibi göstermekte aşırılık. T E F R İT a. (fr. tâphrite). Çoğunlukla mikrolitik ve poıiirik, feldspatoit bakımından zengin, piroksenli ve amfibollu, olivinsiz volkanik kayaç. T E F R O İT a. (fr. tephroite). Mıner. Doğal manganez silikat. (Ortorombik sistemde yer alan tefroit olivin grubundandır.) TEFRO KRONOLOJİ a. (fr. tâphrochronologie). Yerbil. Kimi çağlarda rüzgârlar­ la yeryüzüne dağılmış volkanik küllerin varlığına dayanılarak jeolojik zamanların tarihlenmesi. TE FRO M A LA S İ a. (fr. tâphromalacie). Nörol. Yerel kas bozukluğundan ileri ge­ len ve ilerleyici olmayan kısmi tenar atrofisi. (Yaşlılarda görülür ve genellikle damar kökenlidir.) T E F R O Z İN a. (fr tâphrosine). Org. kim. TOKSİKAROL'un eşanlamlısı. T E F S İD E sıf. (fars. tefsiden, kızmak’tan tefside). Esk. 1. Kızmış, hararetli. —2. Tefside-dil, gönlü kızmış; bağrı yanık. || Tefside-leb, dudağı kızgın; susamış T E F S İR a. (ar. fesr'den tefsir). 1. Yorum, yorumlama: Bir sözün değişik tefsirleri. Bir sözün, bir hadisenin tefsiri. —2. Kuran'ın surelerini açıklayarak, görüşler ileri sürme bu görüşleri yazma; yorumlama. —3. Kuran’ın surelerini açıklayan yapıt. — 4. Tef­ sir etmek, yorumlamak. —isi. Arapça dilbilgisi kurallarından, din­ sel kaynaklardan, bilimsel görüş ve ku­ ramlardan yararlanılarak yapılan Kuran yorumu; bu yorumları içeren kitao. (Bk.



ansikl. böl.) || Dirayet tefsiri, dinsel kaynak­ larla birikte akıl ve bilim verilerine dayanı­ larak yapılan Kuran yorumu. || işari tefsir, Kurandaki tasavvufi anlamları açıklayarak ortaya koymak için yapılan tefsir. || Rivayet tefsiri, yalnızca Kuran ayetlerinden, hadis ve haberlerden, rivayetlerden yararlanıla­ rak yapılan tefsir. || Usu/-/ tefsir, Kuran'ı yo­ rumlama yöntemlerini inceleyen bilim dalı. —ANSİKL. Müslümanlıkta ilk bilimsel uğ­ raş alanları kıraat (Kuran'ı doğru ve düz­ gün okuma) ve hacfis konularıydı. Başlan­ gıçta Hz. Muhammet'in gereksinim duyul­ dukça Kuran ayetlerini açıklayan hadisle­ ri ilk ve en güvenilir tefsir çalışmaları sayı­ lır. Dört halife döneminde bu çalışma, bir ayeti başka bir ayet ya da hadislerle yo­ rumlama biçiminde sürdürüldü. Tabiin (ikinci kuşak) döneminden sonra bazı bil­ ginler, çeşitli ayetlerle ilgili daha önce ya­ pılmış olan tefsirleri içeren rivayetleri der­ lediler ve böylece ilk tefsir kitapları oluş­ tu. Bu kitapların en önemli özelliği, riva­ yet tefsirleri olması ve tefsir rivayetlerininsenetlerini (rivayet edenlerin isim zinciri) de içermesiydi. Bunların en eski ve değer­ li örneği Muhammet bin Cerir et-Taberi'nin (öl. 923) Cami ül-beyan an te'vil İl-Kuran adlı yapıtıdır. Bu yapıt, Hz. Muhammet, sahabe ve tabiin bilginlerinin yaptıkları tef­ sirleri, Kuran’ın açıklanması ve anlaşılma­ sıyla ilgili görüşlerini içeren geniş kapsam­ lı ve ansiklopedi niteliğinde bir çalışma­ dır. Taberi, tefsiri hadis biliminden ayıra­ rak bağımsız bir konu ve alan durumuna getirenlerin ilki sayılır. Daha sonra ünlü mutezile bilgini Zemahşeri'nin (öl. 1143) yazdığı el-Keşşaf adlı tefsir Kuran sözcük­ lerinin anlambilimsel (semantik) çözümle­ mesi, ayetlerin edebi yönden değerlendi­ rilmesi, yorumları sırasında eski arap ede­ biyatına başvurarak özellikle arap şiirin­ den örneklere ve kanıtlara dayanması ba­ kımından bütün tefsir tarihi boyunca ken­ di yönteminin en eşsiz örneği olmuştur. Sonraki sayısız Kuran tefsirleri içinde en tipik yapıtlardan biri de kelam, fıkıh, ha­ dis, felsefe, mantık gibi dini ve akli bilim­ lerde yetişmiş bir bilim ve düşünce ada­ mı olan Fahrettin er-Razi’nin (öl. 1209). Mefatih ül-gayb adlı yapıtıdır. Razi’nin bu yapıtı dirayet tefsirlerinin en değerli örnek­ leri arasında yer alır. Aynı yöntem, daha çok felsefi açıklamalar katılarak Kadı el -Beyzavi (öl. 1286) tarafından Envar üt -tenzil ve esrar üt-tevil adlı yapıtta da sür­ dürüldü. Bunlardan başka Nesefı, Hazin, Ebu Hayyam, Süyuti, Ebussuut ve Alusi gibi ünlü müfessirlerin tefsirleri de daha çok dirayet yöntemiyle yazılmış olan ve bütün dönemlerde değerlerini koruyan tefsirlerdir. Rivayet tefsirleri içinde Taberi'ninkinden sonra en tanınmış olanlarıysa Ebülleyş es -Semerkandi, es-Salebi, el-Begavi, ibni Atıyye, ibni Kesir, es-Saalibi, Celalettin es -Süyuti ve Cemalettin el-Kasimi'nin yapıt­ larıdır. Kuran'ı tasavvufi bir yaklaşımla yorum­ lama girişimleri ilk sufilerden başlar, işari tefsir denilen bu yöntemdeki en önemli geişmeler XI. yy. ve sonralarında olmuş­ tur, Bu alanın önde gelen adlarıysa Ebu Abdurrahman es-Sülemi (öl. 1021), Ebu ishak es-Salebi (öl. 1035), Ebülkasım el -Kuşeyri (öl. 1072), el-Herevi (öl. 1089), Gazali (öl. 1111) ve daha birçok mutasav­ vıf bilgin yanında özellikle Muhittin Arabi' dir (öl. 1240). işari tefsir türündeki sonra­ ki bütün çalışmalarda Muhittin Arabi’nin etkisi aralıksız sürmüştür. Türkler müslümanlığı benimsedikten sora yeni dinlerini en temel kaynağından tanımak amacıyla Kuran çevirileri ve tef­ sirleri yapmışlardır. XI. yy.'da başlayan bu çalışmalar içinde özellikle Osmanlı impa­ ratorluğu döneminde Musannifek (öl. 1470), Molla Gürani (öl. 1488), Karahisarlı Mehmet bin Necip (1494), Kemalpaşazade (öl. 1534), Ebussuut (öl. 1574), Bur­ salI İsmail Hakkı (öl. 1724) gibi bilginlerin tefsirleri ünlüdür. Bunlardan Bursalı İsmail Hakkı'nın Ruh ül-bevan adlı vaoıtı isari



Tegucigalpa yöntemle yazılmış tefsirlerin en önemli ör­ neklerindendir. Cumhuriyet döneminde yazılmış tefsirler içinde en tanınanı Elmalılı Hamdi Yazır'ın (öl. 1942) başta Zemahşeri, Fahrettin er-Razi, Kadı Beyzavi olmak üzere daha önceki müfessirlerin yapıtla­ rından yararlanarak yazdığı Hak dini Ku­ ran dm adlı dokuz ciltlik türkçe tefsirdir. Ge­ leneksel İslam bilimleri yanında bilimsel verilerden ve fesefi teorilerden de yarar­ lanılarak yazılmış olan bu yapıt, XX. yy.'da Türkiye ve dünyada hazırlanmış tefsirlerin en iyileri arasında yer alır.



TEFSİRAT, -ti çoğl. a. (ar. tefsikin çoğl. tefsiraf). Esk. 1. Yorumlar. —2. Kuran’ı an­ lam bakımından yorumlamalar. —3. Ku­ ran yorumlarının bulunduğu kitaplar.



TEFSİRE a. (ar /esriden tefsire). Esk. tıp. 1. Doktorun hastasının idrarını inceleme­ si. —2. Doktor tarafından incelenen has­ ta idrarı.



TEFTAZANİ (Sadettin Mesut bin Ömer), iranlı edebiyat, mantık, kelam, fı­ kıh bilgini (Teftazan, Horasan, 1322 - Serahs 1395). Adudüddin el-ici, Kutbettin er -Razi gibi bilginlerden ders aldı. Herat, Gucduvan, Gülistan ve Harizm'de bulun­ du. Timur’un çağrısı üzerine gittiği Semerkand'da büyük saygı gördü. Buraya ge­ ne Timur'un çağnsıyla gelen Seyit Şerif Cürcani ile bilimsel söyleşilerde bulundu; rakip iki bilgin birbirlerinin yapıtlarını za­ man zaman sert biçimde eleştirdi. Teftazani’nin birçoğu uzun süre medreselerde okutulan yapıtlarından başlıcaları şunlar­ dır: arapça dilbilim ve edebiyatla ilgili olanlar: Şerh ût-tasrif il-izzi, irşad ül-hâdî, el-Mutavvel, Muhtasar ül-maani; mantık­ la ilgili olanlar: Şerh ür-risatet iş-şemsiye, Tehzib ül-mantık vei-kelam; kelamla ilgili olanlar: Mekasid, Şerh ül-akaid in-nesefiye; fıkıhla ilgili: en-Niem üs-sevabiğ fi şerh il kiiam in-nevabiğ.



Göklerde ve yerde bulunan tüm varlık­ ların Allah'ı tespih ettiklerinin bildirildiği ayetle başlayan surede insanı, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığı, insanı en güzel bir şekilde biçimlendirdiği, gizli ve açık her şeyi bildiği belirtilir. Geçmiş dönemdeki kâfirlerin ve Mekke müşriklerinin peygam­ berlik kurumuna ve yeniden dirilmeye kar­ şı çıkmaları ve bunlara verilen yapıtlar di­ le getirilir. Allah'ın gücüne, birliğine, O'na ve O’nun peygamberine inanmanın ge­ reğine işaret eden ayetlerle süren sure, bazı dünya nimetlerinin insanlar için birer sınav aracı olduğunu bildiren, iyilik yap­ mayı ve Tanrı hoşnutluğu için muhtaçlara borç vermeyi öğütleyen ayetlerle sona erer.



TEGAFÜL a. (ar. gaf/eften teğâfüt). Esk. 1. Anlamazlıktan gelme, anlamamış gö­ rünme —2. Tegafül etmek, anlamazlıktan gelmek.



TEOAL, Endonezya’da kent, Cava’nın kuzey kıyısında; 131 728 nüf. Tekstil sa­ nayisi. Şeker rafinerisi. Şeker ve çay dış­ satımları.



TEOANNİ ya da TAOANNİ a. (ar gına­ dan tağanni). Esk. 1. Zenginleşme. —2. Yardıma muhtaç olmama, yetinme. —3. Makamla şarkı söyleme: “ Hitabet ediyor gibi okuyanlar, yavaş perdeden taganni edenlerden çok farklı değillerdir" (Baha Tevfik). —Esk. müz. Teganni etmek, şarkı söyle­ mek.



TEOANNÛC - TAGANNUC. TEOARAMA ya da TEOARAMMA. Tar. coğ. Hititler ve Geç Hititler dönemin­ de Gürün ve çevresine verilen ad.



TEOARRÛD - TAGARRÜD. TEGASSÜL - TAGASSÜL. TEOAYÜR a. (ar. gayrdan tegayüı). Esk.



TEQERG a. (fars. tegerg). Esk. Yağmak­ ta olan dolu: Baran ü tegerg (yağmur ve dolu).



TEGETİCULA a. Amerika'da yaşayan güve cinsi. (Tegeticula yuccasiella, bir avizeçiçeği türü olan Yucca filamentosa'nın hem çiçektozlarını taşır, hem de çiçekle­ rini döller. Prodoxidae familyası.)



TEGETTHOF (Wilhelm, baron VON), avusturyalı amiral (Maribor 1827 - Viyana 1871). Maxmilian'in Brezilya'ya gidişinde korvet kaptanı (binbaşı) olarak ona refa­ kat etti. 1864'te, birkaç prusya gemisinin yardımıyla, Helgoland'da danimarka do­ nanmasını yendi; 20 temmuz 1866'da, Lissa'da İtalyan amirali Persano'nun do­ nanmasını bozguna uğrattı. 1867'de Mek­ sika'dan Maximilianen terekesini getirmek­ le görevlendirildi; ertesi yıl Avusturya de­ niz kuvvetleri başkomutanlığına atandı. TEOİN - TİGİN. TEGLATFALASAR -> TİGLATPİLESER. TEGMENTUM a. (lat. tegmentum, kılıf). Nöroanat. Ortabeynin, önde locus niger ve arkada dördüz lam arasında kalan or­ ta bölümü. (Kırmızı çekirdek ve ortabeyin ağı bu kısımda yer alır.)



■TEGNÉR (Esaias), isveçli şair (Kyrkerud 1782-Växjö yakınında 1846). Lund Üniversitesi'nde yunanca profesörü, daha son­ ra, 1824’te Växjö piskoposu oldu, esinini İskandinav destanlarından aldı ve Avru­ pa'daki önemli olayları dikkatle izledi. Fin­ landiya savaşı'ndan (1808-09) derinden etkilendi ve Svea (1811) adlı şiirinde İsveç ulusçuluğunu yüceltti, daha sonra, en ün­ lü yapıtı olan ve Antikçağ İskandinavya'sı onuruna adanmış güçlü bir lirizm içeren uzun şiiri Fritiofs saga'yı (1820-1825) ve destansı şiirler (Axe/, 1822) yazdı. Hasta­ lık korkusu şiirini zayıflattı (Hypocondrie [fr. çev.] 1826). iskandinavyacılığın babası Tegnér, klasikçilikle romantizmin birleşme noktasında yer alır.



TEFTİH a. (ar. feth'ten teftih). Esk. 1 . Aç­



Karşıtlık, birbirine zıt olmalar.



ma. —2. Geğirme.



TEGAYÜRAT çoğl. a. (ar. tegayür'ûn



t a. (ar. fetş'ten teftiş). 1. Bir işin, bir görevin gereği gibi yürütülüp yürütülmediğini anlamak için yapılan araştırma; denetleme. —2. Teftiş etmek, bir kimse­ nin, bir topluluğun görevini yerine getirip getirmediğini resmi yolla araştırmak; kont­ rol etmek, denetlemek. || Teftiş kurulu, d e netleme kurulu. —Esk. Müfettiş, teftiş eden görevli. —ida. huk. Kamu hizmetinin yasalara ve hizmetin gereklerine uygunluğunu sağla­ mak amacıyla yetkili kişi ve kurul tarafın­ dan yapılan denetleme.



çoğl. teğsyûrst). Esk. Birbirine karşıt ol­ ■ TEGUCIGALPA, Honduras'ın baş­ malar, zıtlıklar. kenti; 678 700 nüf. (1989). Kent, XVI. yy. sonunda yükseltisi 900 - 1 000 m'yi bu­ TEOAZZÜL a. (ar gazel'den tağazzuf). lan bir iç havzada kuruldu. Başlangıçta Esk. Gazel söyleme. madencilik yapılan bir sömürge kentiydi. —Ed. Bazı kasidelerde genellikle nesip" 1880 yılından beri başkent olan Teguci­ bölümünden sonra yer verilen gazel bö­ galpa, San Pedro Sula'nın dinamizmi lümü. (Tegazzülle başlayan kasideler de karşısında gölgede kalmaktadır. Yalnız­ olur; bunlarda nesip bölümü bulunmaz.) ca orta kesimde İspanyol sömürge kent­ TEGDAUST, Moritanya’da Tamşaket'in lerine özgü izler bulunur (XVIII. yy.'a ait kuzeyinde tarihsel yerleşme: genellikle katedral). Modern yapılar, dama planına kervan kenti Audaghost ile özdeşleştirilir. göre yapılmış kentin birliğini bozar. Çok TEGEA. Tar. coğ. Arkadhia'da yunan si­ içeride kalan, Honduras demiryolundan tesi, Argolis yakınında, çok eskiden do­ G.Boutin-Atlas-Photo kuz köyün birleşmesiyle kuruldu. Sparta' nın yayılmasına karşı çıkarak uzun süre di­ renen Tegea, sonunda I.Û. 550'ye doğru Sparta egemenliğine boyun eğdi. Spartalılar'ın kötü davrandıkları Tegealılar, Leuktra savaşı'ndan sonra Thebaililer tara­ fından kurtarıldı. Tegea'yı Alarik yıktıysa da daha sonra BizanslIlar kenti yeniden kurdular; daha sonra Tegea bir piskopos­ luk merkezi, sonra da Geoffroi de Villehardouin’in kurduğu bir baronluk oldu (1209). İ.Ö. IV. yy.’da Skopas tarafından, yanan eski bir tapınağın yıkıntıları üstünde yapı­ lan ve bezenen Athena Alea tapınağı do­ kunulmazlık hakkından yararlanıyordu. Tapınaklardan geriye yalnızca temeller kalmıştır. O dönem mimarisinin özellikle­ rini taşıyan bloklar ile heykeller Tegea müzesi'ne ve özellikle Atina Ulusal müzesi’ ne konmuştur. Hıristiyanlığın ilk dönemle­ rinden kalma bir bazilika (V. yy.) Paleo Episcopi’dedir.



TEFTİŞAT, -tı çoğl. a. (ar. teftişin çoğl. teftişât). Esk. Teftişler.



TEFUREU, Uca yakınında, Beni Snessen kütlesinin Fas'ta kalan bölümünde yer. Yakınlarında Gar ül-Hammamat (Gü­ vercinler mağarası) birbirini izleyen moustier ve ater evreleriyle üst yontmataş kat­ manlarının birbirini izlediği bir tabakalanma kapsamaktadır. (Farklı katları İ.Ö. 21100-10800 yıllarından kalmadır.) Bura­ da 180 insan kalıntısı bulunmuştur.



TEFVİZ a. (ar. fevz'den tefviz). Esk. 1. Bir



işi bir kimsenin üstünde bırakma; ihale. —2. Dağıtma. —3. Tefviz etmek, eyle­ mek, bırakmak. —4. Tefviz olunmak, bir şeyi bir kimsenin üstüne bırakmak. —5. Tefviz-i umur, işleri bırakma. —isi. huk. Miri araziyi kullanma hakkının, devlet tarafından peşin para alınarak bir kimseye verilmesi. || Tefviz-i talak, kocanın, talakı şartlı ya da şartsız olarak karısına ya da üçüncü bir kişiye bırakması. (Talak tef­ viz edildiğinde de, erkeğin boşama hak­ ■TEOENERİA a. Ambarların, bodrumla­ kı devam eder.) rın köşelerine geniş sağlar ören ve bazen geceleyin ortaya çıkarak duvarlar boyunca Tafvte suresi -*• F a tİh a s u r e s İ. koşuşturan, uzun bacaklı, büyük bedenli TEOABÜN a. (ar. ğabncdan teğâbün). örümcek cinsi. (Köşe örümceği ya da ev Esk. Birbirini kandırma. örümceği [Tegenena domestica] evlerde IfcgaMn suresi, Kuran'ın 64. suresi. 18 çok bulunur. T. parietina ise hem bodrum­ ayettir Mekke'de inmiştir "Birbirini aldatma" larda, hem açık havada yaşar Huniörümanlamına gelen adı, 9. ayette geçer ceğigiller [Agelenidae] familyası.)



11347



Tegucigalpa’nın merkez kesiminden bir görünüm (San Miguel katedrali, XVIII. yy.)



Tegucigalpa 11348



yararlanamayan Tegucigalpa çok az sa­ nayileşmiştir. Bununla birlikte önemli ticari, kültürel (üniversite) ve yönetimsel işlevle­ ri vardır. TEOULA a. (kiremit anlamında lat. söze ). Esk. rom. Çatıda sugeçirmezlik sağlamak için imbrex ile birlikte kullanılan pişmiş toprak kaplama öğesi. (Yamuk biçiminde ve yassı olan tegulanın kenarları kıvrılarak, yağmur suyunun dağılmadan akması sağ­ lanır.) — B ö cb il. PTERİGOPODYUM'un eşa n la m lı­ sı.



TEĞELTİ a. Bine. At ve ölü binek hay­ vanlarında, kaltağın hayvanın sırtını vur­ masını önlemek için eyer ya da semerin altına konan keçe. TE Ğ E T sıt. Geom. Birbirine değmeleri 2 ye eşit ya da daha büyük basamaktan ol­ duğunda, bir eğriyi bir başka eğri için ya da bir yüzeyi, bir başka yüzey ya da baş­ ka eğri için nitelendirmede kullanılır. (Ay­ nı zamanda bunların birbirine teğet olduk­ ları da söylenir. Teğet kavramı, boyutları 3 ten büyük uzaylara genelleştirilebilir; özellikle teğet aşırıdüzlemden söz edilir.) [Bk. ansikl. böl.] —Elektroakust. Teğet kol, radyal, dolayı­ sıyla ize teğet bir yerdeğiştirme yapan plak okuma kolu. (Bk. ansikl. böl.) —Geom. Bir eğriye teğet vektör, başlangı­ cı, teğetin göz önüne alınan eğriyle değ­ me noktası, vektörü de, bu eğriye teğet bir doğrultu vektörü olan bağlı vektör. —Mat. çözlm. Düzgülü bir E uzayının bir 0 açığı üzerinde tanımlı ve sürekli, değer­ lerini de düzgülü bir başka F uzayından alan ik i/ile g fonksiyonu için kullanılır, öy­ le ki i) nın bir A noktasında ||/(M ) -g (M )|| „ lım ------- — =0 m —a ||AM || dır. (L e £(E, F) t ye A da teğet ojmgk üze­ re sürekli afin bir M — /(A) + L(AM) fonk­ siyonu varsa, t sürekli fonksiyonu A da türevlenebilirdir. / ye A da teğet olan, eski­ den fnin A daki diferansiyeli denen (DffA) ile gösterilen) doğrusal uygulamaya bu­ gün çoğu kez t nin A daki türevi denir] ♦ a. Geom. Teğet doğru —ANSİKL. Elektroakust. Mikroizli bir pla­ ğın gerçekleştirilmesi sırasında, kazıma kalemi, kazınmış bölüme teğet olarak yer değiştirir; oysa döner hareketli bir kolla okuma yaparken, açı konumla değişir ve bu da pist hatası denen hafif bir bozulma­ ya neden olur. Plağı, kazımada olduğu gi­ bi okuyan, teğet yerdeğiştirmeli kol, bu bozulmayı önler. — G eom . Bir (I, f ) param etreli yayında, kar­ şılık o la n g ö rü n tü e ğ rin in M0(f0) d a k i te ­ ğ e ti, M0 d a n g e ç e n ve d o ğ ru ltu vektörü n f ü o l a n d o ğ ru d u r; bu te ğ e t a n c a k f'(t0)



* 0 ise vardır. Bu durumda teğet, t, t0 a yaklaştığında, (M0M(f)) doğrularının “ limit konumu" olarak göz önüne alınabilir. O merkezli bir çember için, bunun bir M noktasındaki teğeti daima vardır ve (OM) ye M de diktir, iki C(0, R) ve C ’ (0 ', R') çemberi ancak ve ancak R +R ' = O O ' (dıştan teğet çemberler) ya da|R ~R '| = 0 0 ’ (içten teğet çemberler) ise teğettirler. Uzayda, b ir S yüzeyine ke n d in in bir M0 n o kta s ın d a k i te ğ e t o la n d ü z le m d e n söz edilir; bu düzlem , varsa, görü n tü le ri S için­ d e b u lu n a n ve M0 d a n g e ç e n b ü tü n d ü z ­ g ü n yayların M0 d a k i teğetle rin i içerir. Bir (U, f ) param etrelenm iş yüzeyi, ke n d in in bir M ( u , v) d ü z g ü n noktasında gö z ö n ü n e alı­ nırsa, te ğ e t d ü z le m M d e n g e ç e r ve b u ­ n u n d o ğ ru ltu ve k tö rle ri t’u ile f \ dir. Bir k ü re n in te ğ e t d ü z le m i-y a d a te ğ e t k ü re le ­ ri özel hali iç in - * KÜRE.



■TEĞETALTI a. G e o m . B ir e ğ rin in b ir n o k ta s ın d a k i T te ğ e tin in , uçları, d e ğ m e noktası ve T te ğ e tin in b ir eksenle, ç o ğ u kez (x 'O x ) eksen iyle kesişm e noktası olan parça sın ın , b u e k s e n ü z e rin d e k i iz d ü ş ü ­ m ü. (NORMALALTI m a d d e s in in koşullarını ve gösterilişlerini b u ra d a d a alırsak, teğet-



altının uzunluğunun ölçüsü lyo/y^l dür.) TEĞETSEL sıf. Geom. Teğet olmaya, te­ ğete ilişkin; bir teğete, bir teğet düzleme göre yapılan ya da taşıyıcısı teğet olan, teğet düzlem üzerinde bulunan: TeğetseI ivme. —Fizs. mekan. Teğetse! ivme, ivme vek­ törünün hız vektörü üzerine dik izdüşü­ mü. —Geom. TeğetseI demet, kendini oluştu­ ran eğrilerin genel denkleminin teğetsel koordinatlarda verildiği demet. || Teğetsel koordinatlar, İR" nin (x, y, z, .... t) homojen koordinatlarında denklemi ux + vy + wz +... + h t= 0 olan bir H aşırıdüzleme eşlik eden (u, v, w,.... h) koordinatları. (n=2 ise, H bir doğrudur, n =3 ise Fİ bir düzlemdir. Bu koordinatların hepsi sıfır değildir ve bunlar ancak sıfır olmayan keyfi bir çar­ panla belirlidir. Yalnızca h * 0 ise Fİ, son­ suzdaki aşırı düzlemdir.) [Bk. ansikl. böl ] || Bir V cebirsel katlıuzayın teğetsel denk­ lemi, V ye teğet aşırıdüzlemlerin teğetsel koordinatlarını birbirine bağlayan denk­ lem. —ANSİKL. Geom. Bir F (x, y, z f) = 0 homojen denklemiyle tanımlı bir cebir­ sel katlıuzay verildiğine göre, teğetsel ko­ ordinatları (u, v, w, ... ,h) olan bir Fİ aşırıdüzleminin, bu katlıuzaya teğet olması için gerek ve yeter koşul, P(u, v, w, .... h)=0 homojen biçiminde yazılabilirse, bu son bağıntı, cebirsel katlıuzayın teğetsel denk­ lemi adını alır. P nin k derecesi, kendi aşırıdüzlemlerinin zarfı olarak göz önüne alı­ nan katlıuzayın sınıfıdır. Karşıt olarak, P=0 denklemi bir zarf belirler, buna karşılık olan varyete de k - 1 ise bir noktadır, k = 2 ise bir konik ya da ikileniktir. Teğetsel denklemi elde etmek için u x + v y + w z + ... + h t= 0 ile u/ f; = v/ f; = w/ f;= ...= w f ,' arasında homojen koordinatları yok et­ mek gereklidir. İR2 de bulunulduğunda. / - ux + w \ denkleminde x türünden bir ikikatlı kök var olduğunu yazarak teğetsel denklem elde edilebilir; F nin derecesi eğrinin ba­ samağıdır, k de sınıfıdır, bunlar Plücker formüllerinde araya giren kavramlardır. ( x - a ) 2+ ( y - b ) 2=R2 çemberinin teğetsel denklemi olan (au + bv + w)2= R2(u2 + v2), teğetsel denkleme bir örnek oluşturur. TE Ğ M E N a. Ask. Silahlı kuvvetler'de ta­ kım düzeyindeki birliklere komuta eden, asteğmenden büyük, üsteğmenden kü­ çük olan subay rütbesi; bu rütbedeki su­ bay. —ANSİKL. Kara kuvvetleri'nde Harp okulu'nu başarı ile bitirenler, teğmen rütbe­ siyle mezun olurlar. Seçildikleri sınıflara göre sınıf okularında eğitim ve öğrenim gördükten sonra birliklere takım komutanı olarak atanırlar ya da gördükleri eğitim ve öğrenimin özelliğine göre (doktor, hâkim, öğretmen vb.) hizmet etmeye başlarlar. Deniz kuvvetleri'nde Deniz harp okulu' nu bitiren teğmenler donanmadaki suüstü, sualtı vb. birliklerin çeşitli kademelerin­ deki kadrolara atanarak ilk kıta hizmetle­ rini yapmış olurlar. Hava kuvvetleri’nde ise Hava harp okulu'nu bitiren teğmenler, çeşitli kurslardan geçirilirler. Bu kurslardaki başarı derece­ lerine göre de pilot olarak ya da hava yer hizmetlerini çeşitli branşlarında görevlen­ dirilirler. Teğmen rütbesindeki hizmet süresi, normal olarak üç yıldır; bu süre içerisin­ de başarılı olan ve olumlu sicil alanlar, üs­ teğmen rütbesine yükseltilirler. Yedek subaylık görevini asteğmen ola­ rak yapanlar ise, Silahlı kuvvetler'deki 12 aylık başarılı asteğmenlik görevinden son­ ra teğmen olurlar. TE Ğ M E N LİK a. Teğmenin görevi ya da rütbesi.



TEH A C Ü M a. (ar. hücum'dan tehacüm). Esk. 1. Üşüşme, birlikte birden hücum et­ me. —2. Bir yere toplaşma. —3. Teha­ cüm etmek, birden hücum etmek, saldır­ mak; üşüşmek, toplaşmak. TE H A C Ü M A T çoğl. a. (ar. tehacüm un çoğl. tehacümat). Esk. Toplaşmalar, sal­ dırışlar. TE H A LL İ - TAHALLİ. TE H A LÜ F a. (ar Iju lf ten tehalüf). Esk. 1. Birbirine karşıt olma, aykırılık. —2. Teha­ lüf etmek, birbirine zıt olmak. — isi. huk. Hem davacı hem de dava­ lı tarafın hâkim huzurunda yemin etme­ si. TE H A LÜ K , -kü a. (ar. helakten tehalük). Esk. 1. Büyük bir istekle atılma, çok iste­ me. —2. Tehalük etmek, eylemek, can at­ mak, istekle atılmak. TE H A LÛ K Â T, -tı çoğl. a. (ar. tehalük' ün çoğl. tehalükat). Esk. Can atmalar, is­ tekle atılmalar. TE H A R Û C a. (ar. hurüc'dan teharüc). isi. huk. Mirasçılardan bazısının terk eden belli bir şey alarak çekilmesi. TE H A Ş İ a. (ar. haşy'dan tehaşi). Esk. 1. Çekinme, korkma. —2. Tehaşi etmek, korkmak, sakınmak çekinmek. TEHAYA çoğl. a. (ar. tahiyye'nin çoğl. tehaya). Esk. 1. Hayır duaları. —2. Se­ lamlar. TE H C İR a. (ar. hicretten tehcıı). Esk. 1. Göç etme, göç etmesine neden olma. —2. Tehcir etmek, göç ettirmek, bir yer­ den sürmek. T E H D İD A M İZ sıf. (ar. tehdid ve fars. -3miz'den tehdid-Smız). Esk. Korku veren, tehditle karışık. TEHDİDAT, -tı çoğl. a. (ar. tehdid'in çoğl. tehdidat). Esk. Korkutmalar, gözda­ ğı vermeler. TE H D İD E N be. (ar. tehdid'den tehdıden). Esk. Korkutmak amacıyla, korkuta­ rak. TE H D İT a. (ar. hüdüddan tehdid). 1. Bir kimseyi yakın bir tehlikeyle korkutma; bir kimseye kendisine zarar vermek, kötülük yapmak niyetinde olduğunu belirten söz­ ler, davranışlar: Tehdit mektupları. (Bk. an­ sikl. böl.) —2. Bir kimseyi bir şeyle kor­ kutarak, sindirerek o kimseden bir şey el­ de etme, onu zorlama yöntemi; gözdağı: Ona bir şey yaptırmanın yolu cezalandır­ mayla, tehdittir Rehineye tehdit altında bir şey yazdırmak. —3. Tehlikeli, zararlı bir şeyi önceden hissettiren işaret, belirti: Böl­ ge, salgın hastalık tehdidi altında. Savaş, açlık tehdidi. — 4. Bir kimseyi (bir şeyle) tehdit etmek, onu (bir şeyle) korkutarak sindirmeye, yıldırmaya çalışmak; gözda­ ğı vermek: Onu bazı olayları açıklamakla tehdit ettiler. Bir kimseyi ölümle tehdit et­ mek; bir şeyi yakın bir tehlikenin belirtisi olarak göstermek: Bir kimseyi tabancay­ la, bıçakla tehdit etmek. || İnsanları, bir ülkeyi, bir şeyi tehdit etmek, o kimse, o yer, o şey için korku, tehlike nedeni oluş­ turmak: Yem bir buhran ülkeyi tehdit et­ mekte. Uygulanan, politika barışı tehdit eder nitelikte. Kuraklık, bölgeyi tehdit edi­ yor. — ANSİKL. Cez. huk. Tehdit suçu, tasarla­ narak işlenen bir suçtur; kızgınlıkla söy­ lenmiş sözler tehdit suçunu oluşturmaz. Yargıtay kararlarına göre kavga sırasında söylenmiş sözler tehdit olarak kabul edi­ lemez. Tehdit suçunun cezası altı aya ka­ dar hapistir. Ancak tehdit fiili silahla, ken­ disini tanınmayacak bir duruma sokarak, birden çok kişi tarafından, imzasız bir mektup ya da özel işaretlerle, gizli örgüt­ lerin tehdit gücünden yararlanarak işlene­ cek olursa, verilecek ceza altı aydan iki yı­ la kadar hapistir. Bu cezaya bir yıl süreyle



genel güvenlik gözetimi altında bulundur­ ma cezası da eklenebilir (Türk cez. k. md. 191). TE H D İTK Â R sıf. (ar. tehdid ve fars. -kâr' dan tehdidkâr). Tehdit edici, tehdit göste­ ren bir söz, bir davranış vb. için kullanılır: Tehditkâr bir tonla sözlerine devam etti. TEH D İTK Â R A N E be (ar tehdid, fars. kar ve -Sne'den tehdid-kârâne). Esk. Korkuturcasına, tehdit eden bir biçimde. TE H E C C Ü T a (ar becc/'den teheccüd). Esk. Bir gece boyunca uyumayıp namaz kılma. —isi. Gece kılınan nafile namaz. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Yatsı namazından soryra, uyku­ ya yatmadan önce kılınan nafile namaza salat ûl-leyl (gece namazı), bir süre uyuduk­ tan sonra kalkıp kılınan namaza da teheccût namazı denir. Teheccüt namazı iki ile sekiz rekât arasında istenildiği kadar kılınabilir Her iki rekâtta bir selam verilir Kuran’ da Hz. Muhammet'e teheccüt namazı farz kılınmıştır (XVII, 79); öteki müslümanlar için bir zorunluluk olamamakla birlikte kılınma­ sının sünnet ve sevap olduğunu bildiren hadisler vardır. TE H E K K Ü M a. (ar. hekeme1den tehekküm). Esk. 1. Alay etme, eğlenme. —2. Ciddi görünerek, küçültücü biçimde alay etme. TE H E K K Ü M E N be. (ar tehekküm'den, tehekkümen). Esk. Eğlenerek, alay ederek. TE H E M TE N a. (fars. tehem, yiğit, cesur, boylu boslu kimse ve tenden tehem-ten). İran destan kahramanlarından Rüstem*-i Zal'in sanlarından. T E H E N U Esk. coğ. IV. binyıl sonundan başlayarak Mısırlılar’ın, Marmarica'da ya­ şadığından söz ettikleri hayvancılık ve ağaç yetiştiriciliği yapan halk. Mısırlılar ile aynı et­ nik grup içinde yer alan Tehenular’ın, Timihular ile karıştırılmamaları gerekir. Gele­ cekteki Libya’nın topluluklarını adlandırmak için çok erken bir tarihte ’’Tehenu'’ adı kul­ lanıldı. TE H E VV Ü R a. (ar. hevhden tehevvür). Esk. 1. Çok kızma, öfkelenme. —2. Coş­ ma, taşma. —3. Tehevvür etmek, kızmak, öfkelenmek. TEHEYYÛCAT, -tı çoğl. a. (ar. teheyyücâf). Esk. 1. Heyecanlanmalar, coşmalar. —2. Teheyyücat-ı mütevatiye, sürekli heye­ canlanmalar. TE H E Y Y Ü C İ sıf. (ar. teheyyüc ve -/’den teheyyüci). Esk. Heyecanla ilgili, heyecan verici. T E H E Y Y Ü Ç a. (ar heyecandan tehey­ yüc). Esk. Coşma, heyecanlanma. T E H İ sıf. (fars tehi). Esk. 1. Boş. —2. Bil­ gisiz, hünersiz. —3. Tehi-dest, eli boş. || Tehi-destan, yoksullar. || Tehi-desti, eli boş olma. || Tehi-magz, boş kafalı, aptal. || Tehi -meyan, içi boş. || Tahi-midegân, açlar, mi­ desi boş olanlar ♦ be. Esk. Boşu boşuna, nafile. TE H İO Â H a. (fars. tehi ve -gâh1tan, tehigâh). Esk. anat. Boş. T E H İR a. (ar te’hiı). 1. ileri bir tarihe bı­ rakma, erteleme, geciktirme. —2. Gecik­ me, rötar: Tren saatindeki yarım saatlik te­ hir işi kaybetmemde neden oldu. —3. (Bir şeyi) tehir etmek, ertelemek, gec'ktirmek. —Huk. Tehiri icra, yargı kararlarının yerine getirilmesinin ertelenmesi. ( - * İCRA, İNFAZ.) T E H İR Lİ sıf. Gecikmeli, rötarlı. TEldYAT, -tı çoğl. a. (ar tehiyye'nin çoğl. tehiyyât). Esk. Hazırlıklar, hazırlanmalar



şeyin, bir kimsenin varlığını ya da durumu­ nu tehdit eden ya da kaygı uyandıran şey; çekince: Tehlikeden hoşlanmak. Yolculu­ ğ u n tehlikeleri. Ölüm tehlikesi. Ekonomik bunalım tehlikesi. —2. Tehlike atlatmak, bü­



yük bir zarara, sıkıntı ve güçlüklere yol aça­ bilecek bir olayı ya da durumu savuştur­ mak: Dönerken çok büyük b ir tehlike at­ latmışlar. || Tehlikede olmak, tehlikeli bir du­ rumda, korku uyandıran güç bir durumda olmak. || Tehlikeye atılmak, kötü sonuçlar doğurabilecek bir girişimde ya da davra­ nışta bulunmak: Durup dururken tehlikeye atılmak da ne oluyor? || Bir şeyi tehlikeye atmak, sokmak, güç ve sıkıntılı duruma dü­



şürmek; riske sokmak. —Denize. Tehlike işaretleri, imdat isteyen bir gemi tarafından verilen işaretler. (Bk. ansikl. böl.) || Tehlikedeki gemi, avarya, su alma ya da salgın nedeniyle tehlike içinde bulu­ nan gemi. —İkt. Tehlike işareti, fiyatlarda tehlikeli bir gelişmeyi ya da iktisadi konjonktürde kö­ tüye gidişi gösteren ve önlemler alınması gerektiği anlamına gelen işaret. —Kriminol. Tehlike hali, kişinin suç işleme­ ye yatkın bir nitelik taşıması. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Denize. Günümüzde kullanılan tehlike işaretleri şunlardır: T. yaklaşık birer dakikalık aralıklarla yapılan top atışları ya da patlatmalarla verilen başka işaretler; sis işaretleri için herhangi bir aygıtla çıkarılan sürekli ses; atıldığı zaman her renkte kıvıl­ cımları kısa zaman aralıklarıyla bir bir sa­ çan işaret fişekleri; 2. telsiz telefonla Mors koduyla verilen S.O.S. işareti; 3. telsiz tele­ fonla verilen MAYDAY sözcüğü; 4. işaret sancaklarıyla uluslararası koda göre çeki­ len N.C. işareti; 5. uzak mesafeler için işa­ ret küresi üzerine çekilmiş dörtköşe bayrak; 6. bir yağ ya da katran fıçısını tutuşturarak oluşturulan alevler; 7. son olarak, otomatik alarm aygıtlarıyla donatılmış gemileri uyar­ mak için, bir dakika süreyle on iki çizgi se­ risi oluşturmaya dayanan telsiz telgraf işa­ reti. iç sularda, tehlike işaretleri olarak, gün­ düz bayrak, gece ise her yerden görüle­ bilir bir cisim, genellikle de fener kullanılır. Sesle tehlike işaretleri vermede çan, sis bo­ rusu, gemi düdüğünden yararlanılır. —Kriminol. Tehlike hali gösteren kişi, geçi­ ci ya da sürekli olarak, suç işleme olasılığı içinde olan kişidir. Bu olasılık kişinin biyo­ lojik ve psikolojik yapısından ya da toplum­ sal nedenlerden ileri gelebilir. Tehlike hali bir oranda ceza yasasında öngörülen sos­ yal soruşturmaya ve tıbbi muayenelere da­ yanılarak kararlaştırılır.



TEHLİKELİ sıf. 1. insana zarar verebile­ cek, yaşamını tehlikeye sokacak şey ya da hayvan için kullanılır: Kanser tehlikeli bir hastalıktır. Timsah, sanıldığı g ib i tehlikeli bir hayvan değildir —2. Korkulacak, sakıncalı,



kötü sonuçlara yol açabilecek bir eylem, iş, girişim vb. için kullanılır: Tehlikeli b ir tırma­ nış. Ülkenin geleceği için tehlikeli b ir politi­ ka izliyor Tehlikeli ilişkiler —3. Davranışla­



rı, düşünceleri, yapıtlarıyla başkalarını et­ kileyip kötü bir duruma sürükleyebilecek kimse için kullanılır; sakıncalı, zararlı: Teh­



L. L



teuil markizi ile Valmont vikontunun tem­ sil ettiği kötülüğün genç Cécile Volanğes ile dindar bir kadın olan Tourvel'in temsil ettiği erdeme karşı mücadelesi, ahlaksız­ ların başarısıyla sonuçlanır: baştan çıka­ rılan iki kadından biri (Cécile) manastıra kapanır, diğeri (Mme de Tourvel) hemen kocası tarafından terk edilir ve ölüp gider. Fakat bu zafer pahalıya mal olur: Valmont, Cécile’in platonik âşığı Danceny tarafın­ dan düelloda öldürülür ve o zamana ka­ dar namuslu bilinen Mme de Merteuil, gerçek yüzü anlaşılarak sürgüne gönde­ rilir. Aslında, iki kurbanın manevi zayıflığı ahlaksızların kendi kurallarını çiğnemele­ rinde karşılığını bulur: kendine tam hâkim olmak ve özellikle "asla mektup yazma­ mak". Gerçekten, şimşekleri onların üstü­ ne çeken, ihtiyatsızca ona buna ilettikleri kendi mektuplarıdır. Romanın ahlak anla­ yışı açık değildir: onların yenilgisi toplum­ dan çok, kendilerinin ve tesadüfün eseri­ dir: kötü sonuçlanan bir düello ya da Mme de Merteuil'ün çiçek hastalığına tu­ tulması gibi peri masallarındakine benzer bir cezalandırma. Crébillon ve Richardson’un izleyicisi olan rousseaucu Laclos, yazıyı, kolektif çürümenin işareti ve aracı olarak görür. T E H L İK E S İZ sıf. 1. Zararsız, sakınca­ sız: Tehlikesiz b ir hayvan. —2. Kötü, kor­ kulacak bir sonuç doğurma olasılığı olma­ yan; tehlike oluşturmayan: Tehlikesiz b ir iş. Tehlikesiz b ir yolculuk.



TEHLİL a. (ar. he//’den tehii t). Müz, Ca­ mı) müziği formlarından biri. —isi. "La ilahe illallah" diyerek kelime-i tevhit getirmek. (Tehlil, dinsel şiir ve mu­ sikinin türlerinden biridir. Önemli dinsel günlerde minarelerden de tehlil getirilir.)



likeli b ir politikacı. Tehlikeli b ir yazar. —Ask. Tehlikeli bölge, mermi yoluna göre



TEHLİLAT, -tı çoğl. a. (ar. tehlİT'm çoğl.



bir hedefin vurulabilen kesimi. —Bir mer­ mi ya da bombanın, paralandığı yerdeki etki alanı. —Ateş edilen silahın, mermi yol­ larının geçtiği, dost kuvvetlerin güvenliğini tehdit eden hava, kara ve su üstü sahası. —Ask. havc. ve Havc. Tehlikeli hava saha­ sı, yerden belirli bir yüksekliğe kadar de­ vam eden ve atılan füzelerle ya da yapılan topçu atışlarıyla hava araçları için tehlike oluşturabilecek hava sahası. || Tehlikeli yak­ laşma, uçuş sırasında, iki uçak arasındaki uzaklığın, her ikisi için olası bir çarpma teh­ likesine yol açacak durumu. —Saptanmış güvenlik sınırlarının dışında, iniş için ya­ pılan yaklaşma.



TEHNİYE ya da TEHNİYET a. (ar. tehni ve -iyyet'ten tehniye, tehniyyet). Esk. 1.



T E H İY E ya da T E H Y İE a. (ar. hey’ef ten teh’iye, tehyi’e). Esk. 1. Hazırlanma, hazırlama. —2. Tehiye etmek, tehyie et­ mek, hazırlamak. —3. Tehiye olunmak, tehyie olunmak, hazırlanmak. I Tehlikeli İlişkiler (les Liaisons dange­ T E H LİK E a. (ar. tehlükeden). 1. Kaygı reuses), Choderlos de Laclos’nun mektup uyandıran durum; bir tehdit oluşturan bir biçiminde yazılmış romanı (1782). Mer-



tehlilst). Esk. “ Lailaheillallah" demeler.



Kutlama, tebrik etme. —2. "Hoş geldin" deme. T E H U A C Â N , Meksika’da (Puebla eya­ leti) kent, orta kesimdeki platonun güney­ doğu ucunda, 1 700 m yükseklikte, rio Salado vadisinde; 79 547 nüf. Turizm merkezi. Madensuyu şişeleme. —Arkeol. Tehuacân vadisinde çok sayıda kaya sığınağı yer alır Bu sığınaklarda, bitki fosilleriyle birlikte önemli arkeolojik kalın­ tılar ele geçirildi. Katmanların sıralanışına bakılarak, Tarihöncesi dönemde yaşayan toplumların teknolojik gelişimi, özellikle de toplayıcılıktan tarıma geçiş süreci üzerine çeşitli veriler elde edildi. El Riego evresin­ de, I.Ö. 6000 yıllarında yetiştirilmiş asma-



Mme de Merteuil ve Cécile Volanğes Romain Girard'ın Choderlos da Lados’un Tetılikeli ilişkiler'i için Nicolas Lavrince'den esinlenerek yaptığı gravür



Tehuacán 11350



kabağı (Cucurbita moschata) kalıntılarına rastlandı. Coxcatlân evresindeyse, İ.Ö. 5000'e tarihilenen ve hâlâ yabanı ya da ye­ ni yeni evcilleştirilmekte olan bir türe ait ol­ duğu sanılan mısır (Zea mays) kalıntıları ele geçirildi. T E H U A N T E P E C k ıs ta ğ ı, Orta Ame rika'da (Meksika) kıstak, Meksika körfezi­ ni Büyük Okyanus’un oluşturduğu Tehu­ antepec körfez'inden ayırır. Tehuantepec kıstağının en dar yeri 210 km ve en yük­ sek noktası 260 m'dir. Sularının büyük bö­ lümünü, Meksika körfezine dökülen rio Coatzacoalcos'a akıtır. 308 km uzunlu­ ğunda bir demiryolu körfez kıyısındaki Coatzacoalcos'u Büyük Okyanus kıyısın­ daki Salina Cruz'a bağlar. TE H U E LC H E L E R , eski Güney Ameri­ ka halkı. Kimi kez Patagonlar olarak ad­ landırılan Tehuelcheler la Plata havzasın­ dan Macellan boğazına kadar uzanan uç­ suz bucaksız topraklarda yaşarlardı, özel­ likle de Nahuel Huapf gölü bölgesinde yerleşmişlerdi. Araukan dilini konuşurlar­ dı. Tehuelcheler eskiden Atlas okyanusu kesimi arjantin pampaları bölgesinin avcı ve meyve toplayıcılarıydı; mevsimlik göçer yaşamı sürerlerdi; kuzey-güney toprak bö­ lümüne göre yaşayan iki akraba gruba ay­ rılıyorlardı. Tehuelcheler'in geleneksel kül­ türleri birçok değişiklikler geçirdi. Araukanlar’ın egemenliği ve ardından İspan­ yol sömürgeciliğiyle karşılaştılar. Tehuelc­ heler ispanyollar’a karşı direndiler. Barış sağlama diye anılan imha savaşları XIX. yy.'a kadar sürdü. Bunun yanı sıra, XVII. yy. sonundan başlayarak bölgeye atın gir­ mesi, kabile yapılarında belirgin bir deği­ şim evresi meydana getirdi. T E H V İD a. (ar. hevd’den tehvid). Esk. Başka bir dinden yahudiliğe geçme, yahudiliği benimseme. T E H V İN a. (ar. öevn'den tehvin). Esk. 1. Kolaylaştırma. —2. Hafifseme. —3. Ucuz­ latma. — 4. Alçaltma. —5. Tehvin etmek, kolaylaştırmak; hafifletmek; ucuzlatmak, alçaltmak. TEHVİNAT, -tı çoğl. a. (ar. tehvın'in çoğl. tehvinat). Esk. 1. Kolaylaştırmalar. —2. Hafifletmeler. —3. Ucuzlatmalar. —4. Alçaltmalar.



larvası ve erişkini pislikler üzerinde yaşa­ yan sinek cinsi. (Nemflerinin oluşturduğu yığının çapı 15-20 cm'yi bularak pis su bo­ şaltma borularının ağzını tıkayabilir. Larva­ sı insanın bağırsağında ciddi bir miyaza yol açabilir. Kıyısineğigiller [Ephydrıdae] familyası.) T E İD E doruğu, Tenerife'in en yüksek noktası; 3 718 m. TE İO E (Karel), çek edebiyat ve sanat ku­ ramcısı (Prag 1900 - ay. y. 1951). Genç solcu sanatçıların başında, Avrupa sanat araştırmalarını yakından izledi, “ proletar­ ya sanatı"na (Devétsil) katıldı ve özellikle öncü "şiirci" akımın ("her anlama uygun bir şiir" [Svef ktery se smeje, 1928]) ba­ şında yer aldı, daha sonra, gerçeküstücü akıma öncülük etti; önce nazi işgalin­ de, sonra komünist yönetimde bu akıma bağlı kaldı. Baudelaire, Lautréamont, mi­ marlık (Stavba a básen, 1927), sinema üzerine kitaplar, eleştiri yapıtları yazdı, ay­ rıca (Jarmark umeni, 1936; Surrealismus proti proudu, 1938) resimler, tablo-şiirler, fotomontajlar ve kolajlar yaptı. Komünist­ lerin iktidara gelişinden (1948) sonra iş­ kence gördü, intihar etti. T E İC N M O U T H , Büyük Britanya’da (De­ von) kent, Lyme Bay'in batı kıyısında; 12 600 nüf. Sayfiye yeri. TE İİD A E a. Zool. TEYUGİLLER familyası­ nın bilimsel adı. T E İK A -



FUCİVARA NO SADAİE.



T E İK H İU S S A , [at. Telchlussa. Tar. coğ. Anadolu'da, ionia bölgesinin G.'inde kentçik; Milet'in 25 km kadar G.-D.'sundaydı. Muğla'nın Milas ilçesi merkez bu­ cağına bağlı Kazıklı köyü yakınında, Doğanbeleni mevkisindeki kalıntılar bu kentçiğe aittir. Kentin adına ilk kez İ.Ö. VI. yy.'dan bir sütun kaidesinde rastlanır. Attike-Delos deniz birliği listelerinde Milet'e bağlı olarak gözükür, Spartalılar burasını iasos'a yapacakları saldırı için üs olarak kullandılar (İ.Ö. 412). TE İK O İK sıf. (fr. teichoique; yun. teikhos, duvardan). Org. kim. Teikoik asit, gliserol ya da ribitolün (riboza denk düşen polialkol) fosforik asit esterlerine (asit özellik­ leri taşır) verilen genel ad; bakterilerin çe­ perleri ile zarlarının temel bileşenleridir.



TE H Y İÇ a. (ar heyecan’dan tehyic). Esk. 1. Coşturma, heyecanlandırma. —2. Teh- ■ T E İL H A R D DE C H A R D İN (Pierre), fransız Cizvit ve paleontoloji uzmanı (Saryiç etmek, tehyiç eylemek, coşturmak, he­ cenat, Puy-de-Dôme, 1881 - New York yecanlandırmak. 1955). Bilimsel yapıtı özellikle Asya'yla il­ T E H Y İE -> TEHİYE. gilidir: Ordos uygarlığının (1923), sinantropus'un keşfi (1929) vb. Hayattayken Ki­ T E H Z İB a. (ar. hezb'den tehzib). Esk. lisede yasaklanan tanrıbilim ve felsefe 1. Düzenleme, düzeltme —2. Tehzib-i ah­ yazıları ölümünden sonra yayımlandı {le lak, ahlakı düzeltme. Phénomène humain [insanlık fenomeni]). T E H Z İL a. (ar. hezl'öen tehzil). Esk. Alay T E İM İU S S A . Anadolu'nun Lykia bölge­ etme, alaya alma: "Marx, Proudhon’nun sinde kent; kalıntıları Demre çayının kıyı­ iktisadi tenakuzlar veyahut Sefaletin felse sında, Kaleüçağız köyünün hemen D.’sunfesi eserinin unvanını tehzilen kitabına Fel­ da, kıyıdadır. Yörede bulunmuş bir yazıt­ sefenin sefaleti ismini vermişti" (A. Muam­ ta adı geçen yerleşmedeki kaya mezarla­ mer, Ş. Kaya). rında ve lahitlerdeki yazıtların çoğu, Hel—Ed. Hezel türünde gülmeceli nazire yaz­ lenistik ve Roma dönemlerindendir. ma. (-> HEZEL.) T E H Z İZ a (ar hezz'den tehziz). Esk. 1. Hafifçe titreme. —2. Tehziz etmek, tehziz eylemek, hafif hafif titretmek. T E İA S ya da T E İA (öl. Mons Lactarius 553), Ostrogotlar'ın kralı (552). Totila'nın yerine geçti, ama Mons Lactarius yakının­ da Narses tarafından yenilgiye uğratıldı ve öldürüldü (Monti Lattari, Salerno yakının­ da). T e lch m an n k ris ta lle ri (Teichmann denen polonyalı hekim Ludwik Karol Teichman-Stawiarski'nin [1823-1895] adın­ dan), kaynar asetik asidin hemoglobin molekülleri üzerine etkimesi, sonra buharlaştırılması ile elde edilen hemin kristalle­ ri. Teichmann tepkimesi denen bu tepki­ me, şüpheli lekelerin kan olup olmadığını ortaya çıkarmakta adli tıpta kullanılır. T E İC H O M Y Z A a. (yun. teikhos, duvar ve mydzein, emmek'ten). Esmer kanatlı,



T E İN a. (fr. théine). Eczc. Çay yaprağın­ da bulunan başlıca alkaloit. (Kimyasal ya­ pısı kafeine benzer. Yapraklardaki oranı % 2-4 arasındadır, idrar söktürücü, kalp kuv­ vetlendirici ve ağrı kesici etkileri vardır.) TE İN O P A LP U S a. Yeşilimsi gri tüylü, yeşil, pembe ve bakır pası renginde ha­ reli çok güzel kelebek cinsi. (Erkeğinin alt kanatları tek, dişininkiyse üç kuyruk ha­ linde uzanır. Himalayalar'da yaşar. Papilionidae familyası.) T E İR L İN C K (Herman), hollandaca ya­ zan belçikalı yazar (Sint Jans Molenbeek 1879-Beersel 1967). Van Nu en Straks der­ gisi yazarlarındandı, yazmaya köy öykü­ leriyle başladı, daha sonra kent yaşamı­ nın yapısını çözümlemeye girişti (Het ivoren aapje [1909]). Öyküler, romanlar [Mijnheer Serjanszoon, Orator Didactus, 1908; Maria Speermalıe, 1940; Het gervecht met de Engel (1952) ve denemeler yazdı; ti­



yatro yapıtlarında anlatımcı yöntemlere başvurdu (De ekster op de galg, 1937). TE İS S E R E N C DE BOR T (Léon), tran­ sız meteoroloji uzmanı (Paris 1855 - Can­ nes 1913). Trappes meteoroloji gözlemevi'ni kurdu, sondaj balonlarıyla gözlem yöntemlerini geliştirerek stratosferi keşfetti (1899). TE İŞ E B A . Mit. Urartu panteonunda Fır­ tına ve Gök gürültüsü tanrısı; Haldi'den sonra ikinci sırayı almaktaydı. Büyük bir üne sahip olan Teişeba, hurri-hitit tanrısı Teşup*'un karşılığıydı ve Anadolu'da yay­ gın olarak kutsanmaktaydı. Teişeba, bo­ ğa üzerinde ayakta duran insan biçimin­ de betimleniyordu. T E İfE B A İN İ, bugün Karmlr-Blur. Tar. coğ. Kafkasötesi'nde, Erivan yakınlarında urartu kenti; önemli ve büyük bir askeri üs ve yönetim merkeziydi. Karmir-Blur tepe­ sinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan kent (1939), Rusa II döneminde kurulmuş­ tu. (İ.Ö. VII. yy.). Kazılarda urartu mimarlı­ ğı (kale, tapınak, şarap depoları, ambar­ lar, atölyeler), el sanatları ve savaş araç­ ları (tunç kalkanlar, kupalar, mızraklar, han­ çerler, tunç saplı kılıçlar, kemerler, demir­ den ve tunçtan zırhlar, miğferler) ve eko­ nomisine ilişkin bilgiler.sağlandı. Kale iskitler tarafından yağmalanıp yıkıldıktan sonra terk edildi (İ.O. VI. yy.). T E İZ M a. (ing. theism). - TANRICILIK. T E İK E İR A DE PA SCOAES (Joaquim PEREİRA TEiXEiRA DE VASCONCELOS. Joaqulm —denir), portekizli yazar (Amaran­ te, Gatâo, 1877 - San Joâo de Gatâo 1952). Edebiyat yaşamına Saudoslsmo' nun (özlemcilik) öncüsü olarak başladı ve Embriöes (1895) adlı yapıtını yayımladı. Tümtanrıcı şiirlerden (Jesusepan, 1903) sonra, daha içtenci bir şiirle (Vita eterea, 1906; Sombras, 1907) Renascença portuguesa grubunun kurucuları arasında yer aldı ve dergisi Aguia'da birçok yazı ya­ yımladı, bu grup daha sonra Seara Nova adını aldı. Düşselliğin gerçeğe oranla ağır bastığı önemli şiir kitapları (Marapus, 1911; te Fou et la Mort [fr. çev.] 1912; Élégie d'a­ mour [fr. çev.], 1924) bıraktı. T E J O - TAJO. T E K -Önek. Bir, bir tek anlamına gelir ve birçok sözcüğün bileşiminde yer alır. TE K sıf. 1. Özgünlüğü, nitelikleri, dikka­ te değer bir yanıyla başkalarından tümüy­ le ayrılan, aralarında sivrilen bir kimse ya da bir şey için kullanılır; üstün, eşsiz, biri­ cik: Dünyada, kendi türünde tek kitap. Kendisi bu alanda tektir —2. Belli bir bağ­ lamda, kendi türünde bir eşi, bir benzeri bulunmayan kimse ya da şey için kullanı­ lır; bir, yegâne: Size yardım edebilecek tek insan o. Oradaki tek bambu sandalyeye oturdu. Tek dileğimiz sizi hoşnut kılmak. Bu sorununu çözmenin tek yolu, karşılıklı konuşmak. —3. Yalnızca, sadece, başka hiçbir şey ya da hiç kimse değil (bir'le pe­ kiştirilebilir): Bütün eleştirilere tek o karşı durdu. Tek bu resim bile bir sen/et değe­ rindedir. Onu bir tek mucize kurtarabilir. Ne olup bittiğini bir tek o biliyor. —4. Bir­ çok kimse ya da şeyin ortaklaşa yararlan­ dığı bir kimse ya da bir şey şey için kulla­ nılır: Birçok ders ve birçok sınıfa tek öğ­ retmen düşüyor. —5. Çift, üçlü, dörtlü, çok vb. olana karşıt olarak yalnızca bir adet olarak var olan şey için kullanılır: Tek hatlı bir demiryolu. Tek partili bir rejim. —6. ikiye bölünmeyen sayılar için kulla­ nılır: Üç, beş, yedi, on bir tek sayılardır. —7. Tek atmak, içmek: Akşamları birer tek atmak iyi geliyor Gel şurada iki tek ata­ lım. || Tek başına, başıma, yapayalnız, ken­ di kendine; bir başına, bir başıma: O ko­ ca konakta tek başına yaşıyor; dıştan hiç­ bir yardım görmeden: Bunu tek başıma yapamazdım. || Tek bir, olumsuz cümleler­



de "hiçbir" anlamında kullanılır: Toplantı­ nan oyun. || Teke çekmek, bazı kâğıt ya da ya tek bir kişi gelmedi. || Tek çocuk, kar­ taş oyunlarında tek kâğıda ya da taşa kal­ deşleri olmayan çocuk. || Tek elden, bir ye­ mak; tek kâğıt ya da taşla oyunu bitirebi­ lecek durumda olmak. rin, bir merkezin yönetim ve yönlendirme­ sine bağlı olarak. || Tek kürekle mehtaba —Seram, fek kalem, Kütahya seramikçili­ çıkmak, gerekli hazırlıkları tamamlamadan ğinde, baskısız, şablonsuz olarak serbest fırça ile yapılan süslemeye verilen ad. bir işi yapmaya kalkışmak, acemice alay et­ meye yeltenmek. || Tek yanlı, tek yönlü, tek —Sil. Tek atım ayar mandalı, ateşli bir sila­ taraflı, çok yönlü düşünmeyen, salt bir görü­ hın tetiğine tutturulmuş, tek tek atış yapma­ şü, düşünceyi benimseyen. || Tek yönlü yı sağlayan parça || fek fek atış, fişekleri yol, taşıtların yalnızca bir yöne doğru iler­ mekanizmaya birer birer sürerek yapılan atış. leyebildiği yol. || Teke tek, karşılıklı olarak; üçüncü bir kişi olmadan: Teke tek dövüş­ —Spor. Tek kol, güreşte genellikle tuşla so­ mek. nuçlanan bir oyun. (Bk. ansikl. böl.) —Anat. Vücutta bir tane bulunan ve eşi ol­ —Süslem. sant. Tek göbek, yalnızca orta­ mayan organlara denir. sı şemse süslemeli cilt. || fek kuzu -> KU­ —Arit. Tek sayı, genel biçimi 2 n + 1 ( n e İN) ZU. || Tek pervaz, tek renkli kâğıttan yapı­ olan sayı. lan pervaz* (Bunun yanına farklı renkte ikinci bir kâğıt yapıştırıldığında çift pervaz —Biyol. Tek yumurta ikizi, MONOZİGOT'un deniyordu.) eşanlamlısı. —Bot. Tek çiçekli, sapının ucunda tek bir —Tayfölç. fek çizgi, büyük çözme gücüne çiçek ya da tek kömeç bulunan çiçeğe de­ sahip tayfçekerlerin bile birden fazla bile­ şen çizgiye ayıramadığı tayf çizgisi. nir. || Tek yaprakçıklı, ucunda tek yaprakçık —Verg. huk. fek vergi sistemi, toplam ver­ bulunan tektüysü bazı bileşik yapraklara sj'nde okurken Paris'e gitti (1888), önce gi hâsılatını tek bir alandan alarak sağla­ denir. Ecole Monge’u bitirdi, daha sonra Acadé­ yan vergi (örneğin, arazi vergisi). —Ceb. Vektörel izometri için NEGATİF'in mie Julian'da resim, Ecole Cpntrale’de mü­ eşanlamlısı . || Tek dizilim, belirtisi - 1 e eşit ♦ tekler çoğl. a. Spor. Tenis, masatenisi hendislik öğrenimi gördü. Ecole National olan dizilim. vb. oyunlarda teke tek yapılan karşılaşma. des Beaux-Arts’m sınavlarını kazanarak mi­ —Ciltç. Tek dikiş, tek dikişle dikilmiş ciltli ki­ marlık okudu. Fransız olmadığı için kabul ♦ be. 1. Israrlı bir istek belirtir: fek o gel­ taplar için kullanılan deyim. || Tek nüsha, edilmediği Roma ödülü (Prix Rome) bur­ mek istesin, ben bütün giderlerini karşılayalnızca bir nüshası bulunan yapıt. su yarışmasına, Fransa Devlet başkanının nm. Tek okusun da... —2. Tek tek, birer bi­ —Dilbil. Tek tırnak, tırnak içine alınmış bir rer, bir bir. || fek tük, seyrek olarak, bir iki özel izniyle katıldı ve yarışmadaki çalışma­ alıntıda başka bir alıntı gösterilmek isten­ sıyla Légion d'honneur nişanıyla ödüllen­ tane. diğinde kullanılan yazım işareti (' '). dirildi. 1897'de İstanbul'a döndü; Şehrema­ ♦ adi. 1. iki öğeden oluşan bir şeyin öğe­ —Dy. Tek hat, trenlerin yalnız bir yöne doğ­ neti mimarlığına atandı (1899). Cemil To­ lerinden her biri: Patiğin, eldivenin, ayak­ ru hareket edebildiği tek bir hattan oluşan puzlu Paşa’nın şehreminliği sırasında Heyet kabının teki. Lensimin teki yere düştü, bu­ demiryolu. -i fenniye reisi oldu. 1905'te Posta telgraf lamıyorum. —2. Olumsuzluk belirten bir —Ed. Tek uyaklı, dizelerinde tek bir uyak nezareti mimarlığına getirildi; ikinci meşru­ tamlayanla kendisinden küçümsemeyle bulunan şiir tiyetten sonra (1908), Mehmet (Reşat) V'in söz edilen kimse; biri: Salağın teki, işe ya­ —El sant. Tek iğne — HAÇ- İĞNESİ. isteğiyle başmimartığa atandı. Birinci Dün­ ramazın teki. —Fizs. kim. Tek elektron, bir atomda eş­ ya savaşı sırasında Enver Paşa'nın emriyle — ANSİKL. Spor. Tek kol, ayakta rakiple gö­ leşmemiş olarak bulunan elektron. — Ki­ Harbiye nezareti başmimarı oldu. Cumhu­ ğüs göğüse mücadele edilirken uygulanır mi eşkutuplu moleküllerde iki atom arasın­ riyetin ilanından sonra Ankara'da görev al­ Yapılacak ilk ış, rakibin bir kolunu bilekten daki bağın oluşmasını sağlayan elektron dı, dönemin önemli yapılarının tasarımını ya da dirseğin biraz üzerinden tutmaktır. Bu —Fotogram. Tek gözle, yalnızca bir gözü gerçekleştirdi (Gazi köşkü [1924], II. Türkiye iş yapıldıktan sonra tek kdu uygulayan gü­ kullanarak (bakış, gözlem). || Tek resim, yal­ Büyük Millet Medisi [1924], Ankara Palas'ın reşçi ani bir yarım dönüşle dizlerini hafifçe nızca bir resim ya da yalnızca bir resim alı­ ilk projesi). 1925'te İstanbul'a gitti. bükerek rakibinin ağırlık merkezi altına gi­ mı. (Eşanl. NOKTA FOTOĞRAFI.) || Tek resimle \fedat Tek, Kemalettin Bey'le birlikte Birin­ rer ve omzu üzerine düşerken rakibini üze­ ölçme, komşu ve ileri bindirmeli iki resimle ci* ulusal mimarlık akımının önde gelen rinden aşırır; köprüye gelen rakibe baskı üçboyutlu olarak, görme ve ölçmeye kar­ temsilcilerinden biri olmuş, yapıları bu akı­ yapılarak tuşa gidilir. Tek kol, oyuna baş­ şılık, yalnızca bir resimden yararlanarak, mın biçimsel ve kuramsal temelini oluştur­ langıç yerlerine göre göğüsten tek kol, yapılan ve doğrultma ile kıymetlendirme iş­ muştur Klasik osmanlı mimarlığının kubbe, omuzdan tek kol ve koltuk altından tek kol lemlerini de kapsayan ölçme. kemer gibi öğeleriyle bezemelerini kullan­ adlarını alır. —Huk. Tek satıcılık sözleşmesi, belirli bir dığı yapılarının ilk örnekleri, İstanbul'daki mal ve hizmeti bir bölgede, tekel yetkisine TE K be. 1. Esk. Sessiz, hareketsiz, sakin. Defter-i hakani (Tapu ve kadastro müdür­ sahip olarak pazarlamak için mal ve hiz­ —2. Tek durmak, yaramazlık yapmamak, lüğü) [1908] ve Sirkecideki Büyük Posta­ meti üretenle satıcı arasında yapılan söz­ sessiz, uslu oturmak. || Tek durmamak, söznedir [1909]. Uygulamalarının yanı sıra Sa­ leşme || Tek taraflı akit, yalnız bir tarafa borç konusu iki taraftardan biriyse, karşı taraf için nayii nefise mektebi âlisi'nde (Güzel sanat­ yükleyen akit* || Tek taraflı hukuki işlem, hu­ birtakım eylem hazırlıkları içinde bulunmak, lar akademisi) ve Mühendis mektebi âlisi'n­ kuki sonuç doğurması için yalnız bir tara­ bir kimseyse, yaramazlık çapkınlık vb. yap­ de (İstanbul Teknik üniversitesi) verdiği fın irade açıklamasının yeterli olduğu işlem. mak. || Adımını tek, denk at - ADIM. || Aya­ derslerle de düşüncelerini öğrencilerine ak­ (Örneğin vasiyetname düzenlemek için vağını tek almak — a y a k . tarmıştır. Öteki önemli yapıları arasında: siyetçinin iradesini açıklaması yeterlidir) Haydarpaşa vapur iskelesi, Moda vapur is­ TE K a. Müz. 1. Türk din ve tasavvuf mü­ —¡stat. Tek yanlı test, belli bir anlam eşiği­ kelesi, Kastamonu Hükümet konağı, İstan­ ziğinde, kimi yapıtların kimi bölümlerinin bir ne göre belirlenen red bölgesinin, bir da­ bul Nişantaşı Macar konsolosluğu, Sirkeci ilahici tarafından seslendirilmesi gerektiği­ ğılımın sağ ya da sol kuyruğunda yer aldı­ Mesadet ve Liman hanları, Karaköy Sabitni belirten terim. (Karşt. CUMHUR.) —2. ğı test. bey, Muradiye ve Tahir hanları, İzmit Saat —Kâğ. san. fek aharlı, tek kat ahar sürül­ • fek vuruş, türk müziğinde bir küçük usul. kulesi, İstanbul Fatih'te Tayyare şehitleri anı­ (On bir zamanlı ve altı vuruşludur. Türk ak­ müş kâğıt, (iki ya da daha fazla kat ahar tı ve İstanbul'un çeşitli kesimlerindeki pek sağı ile semai usulünün ikinci mertebesi­ sürülmüş olanlarına ise; çift aharlı denir.) çok villa ve köşk (Cemil Topuzlu köşkü, nin ya da türk aksağı ile darp usullerinin —Kuyumc. Tek taş. tek bir pırlanta ya da Bostancı Leylıa Hanım villası, Kuruçeşme birleşmesinden oluşur. Kimi kaynaklarda elmastan oluşan takı, tek taş yüzük, tek taş Enver Bey köşkü, Yeşilköy Halit Ziya Uşakon bir zamanlı, sekiz vuruşlu olarak göste­ küpe. lıgil villası, teniköy Halit Bey villası) ile apart­ rilmiştir. Elde bu usulle ölçülmüş Anadolu —Mat. çözlm. Aşağıdaki bağıntılardan her havalarından üç örnek vardır.) manlar belirtilebilir ikisini birden gerçekleyen D c İR den İR içi­ ne bir f fonksiyonu için kullanılır: V xe D, ( - x) e D V xe D, f( - x)= - f(x). (Bunun grafik gösterimi, işaretin koordinat başlangıcına göre bakışımlıdır.) —Mim. fek sütun, belli bir düzene bağlan­ mayan ve bir saçaklık taşımayan anıtsal, ayrık sütün. t i — r r — n — r r —Nöroanat. Tek uzantılı nöron, hücre göv­ desini yandan aksona bağlayan tek uzan­ tısı olan nöron. (Tek kutuplu nöronlar ev­ tek vuruş rim aşamasında yassısducanlarda ortaya çıkar; omurilik sini' gangiiyonlarını oluştur­ T E K (Ahmet Ferit), türk gazeteci ve siya­ TE K , Türkiye Elektrik' kurumu’nun kısa dukları omuı yaiılar dahil, solucanlardan set adamı (Bursa 1877-istanbul 1971). Kur­ adı. yukan bütün hayvan şubelerinde bulunur) may yüzbaşı rütbesiyle Harp akademisi' ■ T E K (Vedat), türk mimar (İstanbul 1873 (Eşanl. T nöronu.] ni bitirdi (1895). Ancak politikayla uğraşma­ - ay. y. 1942). Osmanlı vezirlerinden Bağdat —Oy. Tek mi, çift mi?, rakip oyuncunun ka­ sı nedeniyle ordudan çıkarılarak Trabluspalı tuttuğu, elinde sakladığı nesnelerin tek valisi Giritli Sinan Paşa ile besteci ve şair garp'a sürüldü. 1900'de Fransa'ya kaçtı ve ya da çift sayıda olduğunu bilmeye daya­ Leyla Hanım'ın oğlu. Galatasaray sultaniburada siyasal bilimler öğrenimi gördü, ay­



Vedat Ttk'in yapıtı II. TBMM binası (1924) Ankara



içinden yetiştiği toplumdan aldığı etkileri ve nı zamanda çeşitli gazetelere yazı yazdı ve toplum üzerindeki etkilerini araştırır. Ulusal Ahmet Rıza'yla Şûrayı ümmet gazetesini çı­ kurtuluş hareketlerinin öncüsü olduğunu kardı. İkinci meşrutiyet'in ilanından sonra gösterir. Duygu ve heyecan adamı değil, İstanbul'a dönüp Meclisi mebusan'da baş­ mantık adamı olduğuna dikkati çeker; ey­ kâtip olarak çalışmaya başladı. Daha son­ lemine katılanlardan, çevresinde yer alan­ ra Kütahya mebusu ve dahiliye encümeni lardan farklılığını gösterir; bu nedenle ço­ üyesi oldu (1909). Mülkiye'de siyasi tarih ğu zaman yalnız kalmış olduğunu vurgu­ dersleri verdi. Balkan savaşı'nın patlaması lar ve onu “ tek adam” diye nitelendirir. üzerine kurmay yüzbaşı rütbesiyle Çatalca cephesinde bulundu. Üyesi olduğu ittihat T a k a y a k b a n - A ş ir m a ve Terakki fırkası'ndan çıkarılınca (1912), T ak a y a k lı - C E P ya da ÇER Milli meşrutiyet fırkasfnı kurdu ve İfham ga­ zetesinin başyazarlığını yaptı, yine aynı yıl T e k b o y u tlu İn s a n (One-dimensional Türk ocakları'nın başkanlığına seçildi. Gaze­ Man, Studies in the idedogy of Advanced tenin kapatılmasından sonra, Birinci Dünya industhal Society), Herbert Marcuse' savaşı'nın sonuna değin, Sinop ve Bilecik' un yaptığı (1964), Yazar, bu kitabında, ame­ te sürgün yaşadı. Savaş bitince Kiev baş­ rikan kapitalizmini ve Doğu ülkelerinde uy­ konsolosluğu, Damat Ferit hükümetinde gulanan sosyalizm biçimlerini inceler: üret­ Nafıa vekilliği gibi görevlerde bulundu. kenliğin ve teknolojinin sınırsız kudreti, MarEkim 1919’da Milli türk fırkası'nı kurdu ve cuse'un Freud'den aldığı ve erosun (cin­ ifham'ı yeniden yayımlamaya başladı. Mus­ sel sevginin) siyasal öğesi olarak adlandır­ tafa Kemal Paşa'nın (Atatürk) ilk beyanna­ dığı oluşturucu öğelerden birini, yani insa­ mesi, bu gazetenin 19 ve 20 ekim günkü nın içgüdüsel bileşenlerinden birini yok et­ sayılannda basıldı. Son Osmanlı medisi'ne meye yönelir. Ona göre, teknik ilerlemeler İstanbul mebusu olarak girdi. Medis'in iş­ toplumca biçimlendirilip yönlendirildikleri gal kuvvetlerince basılması, üzerine Anka­ ölçüde insanlann gereksinimlerinin toplum­ ra’ya gitti ve ilk TBMM'de İstanbul millet­ sal olarak giderilmesini olanaklı kılmıştır Bu vekili, Fevzi Paşa (Çakmak) kabinesinde nedenle insan, saldırganlık boyutunu yitir­ Maliye vekili olarak yer aldı (1920-1921). miştir: artık bir tek boyutu vardır bu da edil­ Cumhuriyet’in ilanından önce bir süre Mus­ genliktir, kabullenmedir. Marcuse şöyle ya­ tafa Kemal'in özel temsilcisi olarak Paris’te zar: “ ileri sanayi toplumu, siyasal bir evren­ görev yaptı. Lozan görüşmelerine danış­ dir... gerçekleşen bir tarihsel tasarının son man olarak katıldı. Cumhuriyet döneminin evresidir, yani, egemenlik dayanakları ola­ ismet Paşa (İnönü) tarafından kurulan ilk rak doğanın dönüştürülmesi ve düzenlen­ iki hükümetinde içişleri bakanıydı (1923 mesidir (bu egemenlik Marx’ın anladığı an­ -1924). Anadolu’daki eşkıyalık olaylarının lamda burjuvazi tarafından ya da sosyalist bastırılmasında, Köy kanunu'nun hazırlan­ olduğu söylenen ülkelerde bürokrasi aygı­ masında etkili oldu. Daha sonra “ 150'likler'' tıyla gerçekleştirilmektedir). Akıldışının art­ listesini hazırladı. TBMM'de "150'likler" ile masını, zenginliklerin dağılımında gittikçe ilgili görüşmelerin sürdüğü sırada, Damat artan haksızlığı, sömürünün ağırlaşmasını Ferit kabinesinde nazırken Miralay Refet gözler önüne seren bu kötümser kitap 60’lı Bey'e (Bele) çektiği, Mustafa Kemal Paşa’yı yıllarda büyük yankı uyandırmıştı. eleştiren bir telgrafı gazetelerde yayımlan­ dı. Kendisini savunmak için bu telgrafın ■ T E K h M ç l Û DEVE a. Hindistan' dan Kuzey Afrika'ya ve Senegal'a kadar aralarında bir şifre olduğunu ileri sürdüy­ yaygın olan ve hem binek, hem yük hay­ se de Refet Bey, onun, bir zamanlar Milli vanı olarak kullanılan evcil deve. (Tek hör­ mücadele’ye karşı olduğunu, Samsun’un gücüne ve kısa kıllı olmasına karşın Asya ingilizler’ce işgaline olanak hazırladığını devesine çok yakındır; rahvan yürür. Bil. a. açıkladı. Bunun üzerine "150'likler” karar­ Camelus dromedarius; devegiller familya­ namesini imzaiayamadan bakanlıktan isti­ sı.) [Eşanl. HECİN DEVESİ, ÇÖ L DEVESİ. HA­ fa etti. Londra (1925-1932), Varşova (1933 CI DEVESİ.] -1939), Tokyo (1939-1943) büyükelçiliklerin­ de bulundu. T88€ (Müfide Ferit), türk yazar (İstanbul 1892 - ay. y. 1971). Türkiye Cumhuriyeti' nin ilk içişleri bakanı ve büyükelçi Ferit Tek' in eşi. Türkçülük hareketine katıldı. Yazıldı­ ğı dönemde genç kuşakları hayli etkileyen ve Türkiye türklüğünün dış Türkler’le kül­ tür, siyaset birliğini savunan Aydemir (1918) romanıyla tanındı. Affolunmayan günah (al­ manca çevirisi Die Unverzeihliche Sünde, 1933) romanında Kurtuluş savaşı’nı konu edindi. T E K (Ertuğrul Sadi), türk tiyatro oyuncu­ su (İstanbul 1897 - ay y. 1981). Vefa suttanisi'nde, İstanbul Edebiyat fakültesi'nde öğrenim gördü, ilk olarak Donanma cemi­ yeti temsii kolu adına Alayköşkü'nde sah­ neye çıktı. 1930'daTürk akademi tiyatrosu topluluğunu kurdu. Raşit Rıza, Naşit Özcan, Halide Pişkin, Muammer Karaca gibi sanatçılarla çalıştı. Tiyatro oyunları yazdı, bazı oyunlar çevirdi ve uyarladı. 1970’ten sonra tiyatroyu bıraktı. Son yıllarını Darül­ acezede geçirdi. T E K (Şahin), türk tiyatro oyuncusu ve yö­ netmeni (İstanbul 1924). Ertuğrul Sadi Tek*’tn oğlu. Galatasaray lisesi ve Devlet konservatuvarı'nda okudu. 1950’den baş­ layarak Küçük sahne, İstanbul tiyatrosu, Azak, Kadıköy il tiyatrosu, Gen-Ar vb. top­ luluklarda oynadı. Ayrıca kurduğu topluluk­ larla Anadolu turnelerine çıktı. Bazı operet­ ler ve birçok radyofonik oyun yazdı. T a k a d a m , Şevket Süreyya Aydemir'in Atatürk’ü konu edinen 3 ciltlik yapıtı (1963 -1965). Atatüfk'ü yaşamöyküsünü, asker, politikacı, kültür adamı olarak devrimci ey­ lemlerini konu edinir. Onu tarihin akışını de­ ğiştiren bir tarih kişisi olarak değerlendirir;



T E K Y Û Z G E Ç li D İL B A U Ö I a Zool. Genellikle sıcak ve ılık denizlerin 400 m de­ rinliğe kadar inen kıyı kesimlerinde dibe bağımlı yaşayan kemiklibalık. (Gözleri sağ yandadır, dışarıda kalacak biçimde beden­ lerini kuma ya da çamura gömüp avını bekler Bedeni yandan iyice yassıdır Bil. a. Monochirus hispidus; Sdeidae familyası; boyu 15 cm'i bulabilir.) T E K A a. (lat. theca; yun. theke, kutu, kasa'dan). Bot. içinde sporların ya da çiçek­ tozlarının oluştuğu hücre. —Der hast. Bazı pigmentli benlerde gö­ rülen yuvarlak hücre kümesi. —Dokubil. De Graaf follkülünde, yumurta­ lığın stroma hücrelerinden oluşan dış taba­ ka. (Dış teka ve iç teka olarak ikiye ayrılır iç teka sürekli olarak östrojen salgılar) —Zool. Ö R TE N E K'in eşanlamlısı.



TEKABBELALLAH ünl. (ar. tekabbele ve Allah'tan tekabbel-Allah). Esk. "Tann ka­ bul etsin" anlamında İyi dilek sözü.



T EKA BÜ L a. (ar (tabiden telyabül). Esk. 1. Bir şeye karşılık olma, onun yerini tut­ ma. —2. (Bir bütünün öğesi olan) bir şeye



tekabül etmek, bir bütünün öğesi olan bir şey sözkonusuysa, başka bir bütünün öğe­ si olan bir şeyle yapılarının, türlerinin, işlev­ lerinin, görevlerinin vh benzerliği, eşdeğerliliği, koşutluğu bakımından mantıksal bir ilişki içinde olmak; karşılamak: A kümesi­ nin her öğesipe B kümesinden bir öğe te­ kabül eder. Bizim şirketimizde sizin ticaret servisinize tekabül eden bir şube var. —Esk. Yüz yüze, karşı karşıya gelme. —Esk. fels., Mant. Karşıolum. — Fiz. Tekabül ilkesi, KARŞILIK* İLK E S İ'nin e ş a n la m lıs ı.



—Kim. kur.



E Ş L E M E 'nin e ş a n la m lıs ı.



TE K A B B Ü L TE K A R D Ü M



-



TAKABBÜL, -> TAKADDÜM.



TE K A D Ü M a. (ar. (c/dem'den tekâdüm). Esk. 1. Geçme, geçmiş olma. —2. Tekadüm-i ezmine, zamanın geçmesi. TEKAÖACI ya da TİK A Ğ A C I a. (tamulca tekku'dan). Güneydoğu Asya kökenli, al­ çak ve orta yükseltili bölgelerde çok geniş alanlarda yaygın ve kerestesi makbul bü­ yük ağaç. (Bil. a. Tectono gramdis; mineçlçeğigiller familyası.) —A N S İK L. Tekağacı 750 mm'lik yağış ve 3-4 aylık kurak mevsim İsteyen bir ağaçtır; ayrıca verimli, derin, nemli ve iyi akaçlanmış toprak İster Odunu çok kaliteli oldu­ ğundan ve değişik iklim koşullarına iyi uyum sağladığından anavatanı dışında da geniş çapta yetiştirilir Tropikal Afrika'da or­ man ile savan arasındaki yerlere ve yarı yaprak döken ormanlar bölgesine girmiştir Tekağacı 30-35 m'ye erişebilir; dik ve düz bir gövdesi, büyük, karşıt, geniş ve her yıl dökülen yaprakları vardır; meyvesi etli bir durupadır; İçinde 1-4 tohumlu sert bir çekirdek bulunur. Özellikle başlangıçta ça­ buk büyür ve kolaylıkla çoğaltılır Sarımsı kahverenginde, dokununca kaygan gelen, ince ve sık dokulu, yarı sert ve yarı ağır bir odun verir. Bu odunun mekanik özellikleri orta derecededir, ama yapı olarak çok da­ yanıklıdır, öyle ki hiç çürümez. Tekağacına çakılan çivi paslanmaz, bu nedenle ona “ demir ağacı" da denir. Gemi yapımında, liman tesislerinde marangozlukta, mobilya­ cılıkta, İnce marangozlukta masif ya da kaplama olarak kullanılır. • Ağaçlandırma. Tekağacı kirizma edilerek hazırlanan toprağa doğrudan dikilebileceği gibi (taungya yöntem^ bir yıl fidanlıkta kal­ dıktan sonra da dikilebilir. Fidanlar düzenli olarak 3 yıl bakım altında tutulmalıdır Bu ağaçlar çotuktan da sürgün verdiği için 18 -20 yıllık devrelerle baltalık olarak da kul­ lanılabilir O zaman direk ve sınk yapımı için elverişlidir. Uygun topraklarda tekağacından koru ormanları oluşturulabilir; o zaman 55-60 yıl işletilebilir ve yapacak kereste el­ de edilir. Ormanda yapılacak seyreltmeler­ den çıkan odunlar yakacak, sırık ve direk olarak kullanılır. TEKA&AÇ t a n , antik Posetdkm, Ege denizi kıyısında, Büyük Menderes ağzı ile Akbük limanı arasındaki Didim yarımada­ sının B.’ya doğru en çok ilerlemiş çıkıntısı. TE K Â LİF çoğl. a. (ar. teklif in çoğl. te­ kâlif). Esk. 1. Teklifler. —2. ibadetler. —3. \fergller: "...halkın sırtına yükletilen tekâlif el­ bette daha az ve daha âdilâne oluyordu" (F. Köprülü). —isi. huk, Tekâlif-i emiriye, devlet nam ve hesabına alınan vergi. (Toprak, hayvan ürünleriyle, arazi, bina vb. alınan her türlü vergi ve resimler tekâlif-i emiriye sayılır.) || Tekâlif-i fevkalade, devletin olağanüstü ih­ tiyaçları için hükümdarların emriyle alınan vergi. || Tekâlif-i örfiye, devlet hâzinesinde cihat ve savaş ihtiyaçlarını karşılayacak pa­ ra kalmadığında alınan vergi. || Tekâlif-i şakka, vergi kurallarına uymayan ve alınması­ na şeriatça izin verilmeyen vergi. || Tekâlif-i şeriye, şeriat hükümlerine dayanılarak alı­ nan vergi. (Bu vergiler zekât, öşür, haraç ve cizyedir, islamiyetin ilk zamanlarında tekâlif-i şer'lyeden başka vergi alınmazdı. Ancak daha sonraları İslam devletlerinin ih­ tiyaçları arttıkça tekâlif-i örfiye alınmaya baş­



ladı. Örneğin, Osmanlılar'da avarız vergisi adıyla alınan vergi, tekâlif-i örfiyedir.)



Tekâlifi milliye emirleri, Sakarya sa­ vaşı öncesinde halkın Milli mücadele’ye katkısını artırmak için yayımlanan 10 emir (7-8 ağustos 1921). Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından Başkomutan atanınca ordunun gereksinmelerini karşılamak ve bedelleri sonradan ödenmek üzere halkın elindeki yiyecek ve yakacak maddelerinin; tüccar ve halkın elindeki kumaş, yün, deri gibi giyecek malzemesinin % 40'ının, ara­ ba, koşum ve binek hayvanlarının % 20’sinin, halkta bulunan silahların tümünün alın­ masını, ayrıca her evden bir takım çama­ şır, bir çift çorap ve çarık toplanmasını ön­ gören emirler yayımladı. Her ilçede kuru­ lan Tekâlifi milliye komisyonları bu malze­ meleri toplayıp merkezlere ilettiler.



TEKÂLÜB a. (ar kelb'den tekâlüb). Esk Köpek gibi birbiri üzerine saldırma.



TEKÂMÜL a. (ar kemal'den tekâmül). 1. Ölgünlük, olgunlaşma. —2. Çağlar boyu geçirilen değişiklik; evrim. —3. Tekâmül et­ mek. evrim geçirmek, gelişmek. —Esk. biyol. ve Fels. Evrim. TEKÂMÜLAT, -tı çoğl. a. (ar tekâmül ün çoğl. tekamütat). 1. Olgunlaşmalar. —2. Evrimler, gelişmeler.



TEKÂMÜLİYE ya da T E K Â M Ü Ü Y E T



T E K Â S Ü R a. (ar. kesr’den tekâsüt). Esk. fiz. 1. Kırınım. —2. Tekâsür-i ziya, değişik iki noktadan gelen ve bir noktaya yansıyan iki ışının birbirini kırması. T&kâaüs’ s u re s i, Kuran'ın 102. suresi. 8 ayettir Mekke'de inmiştir "Mal ve soy zen­ ginliği ile övünme” anlamına gelen adı ilk ayette geçer. Meali şöyledlr: “ Oyaladı o çokluk çekiş­ mesi sizi. Öyle ki (kimin geçmişinde daha soylu kişiler bulunduğunu göstermek için) kabirlere gittiniz. Hayır... Öyle değil... Bile­ ceksiniz ilerde Sonra kesinlikle öyle değil... Bileceksiniz ilerde... Kuşku götürmez bir bil­ giyle bilseydiniz kesin olarak cehennemi görürdünüz. Gerçekten onu apaçık görür­ dünüz. Sonra o gün nimetlerden dolayı sorguya çekileceksiniz.” VEKATOM LU sıf. Kim. Her molekülünde yalnız bir atom bulunan bir element için kullanılır. (Metal buharları ile havada bulu­ nan soy gazlar tekatomlu bileşiklerdir.) [Eşanl. MONOATOMİK.] TIEKATU, -u a. (ar. tekâfu*). Esk. 1. Çar­ pışma, çatışma. —2. Kesişme: Nokta-yı te katu (kesişme noktası). TE K A Ü D E N be. (ar. tekâ’ üd'den te kâeüden). Esk. Emekliye ayrılarak, emekli olarak.



a. (ar tekamül ve -iyye'den tekamüliyye, te kâmüliyyet). Esk. biyol. Evrimcilik.



Y E K A Ü B İY E a. (ar. tekâ'üd ve -iyye'den tekS’üdiyye). Esk. Emekli aylığı.



TE KANAWA (Kiri), yeni-zelandalı şarkı­



TE K A Ü T a. (ar. jn/ûrfdan tekzFüd). 1. Esk. Emekliye ayrılma. —2. Tekaüt etmek, emekliye ayırmak. —3. Tekaüt olmak, emekli olmak. —4. Tekaüt maaşı; emekli aylığı. || Tekaüt sandığı, emekli sandığı. —Huk. - EMEKLİ.



cı (Gisborne, Auckland, 1944). 1971'de Figaro'nun düğünü'ndeki kontes rolüyle Londra’da, Fransa'da, sonra tüm dünya sahnelerinde kendini kabul ettirdi. İtalyan ve fransız operasının duyarlı bir yorumcu­ su ve büyük bir üslupçu olarak sonsuz ününü Mozart, Puccini ve Verdi'ye, aynı za­ manda J. Losey'in Don Giovanni filmindeki (Donna Elvire) rolüne de borçludur. “ Blue skies" adlı albümünün 1 milyondan fazla satması nedeniyle 1986’da bir altın plak aldı.



TEKANLAMU sıf. Çokanlamlı sözcükle­ re karşıt olarak, bir tek anlamı olan biçimbirim ya da sözcük için kullanılır. (Tekanlamlılık, teknik ve bilimsel sözlüklerin özelliğidir. Bu özellikle teknik ve bilimsel dil bulanıklıktan kurtulur.) —Mant. Etkisini ancak bir yönde duyuran, iki nesne arasındaki bir ilişkiye denir (bire biFe karşıt olarak).



TEKANLAMUUK a. Dilbil. Tekanlamlı biçimbirim ya da sözcüklerin özelliği.







sıf. Halk. Emekli.



TE K A Ü T LÜ K a. Emeklilik: Tekaütlüğüne iki ay kaldı. TEKAVVÜ M a. (ar. kıySm'dan telravvüm). Esk. 1. Doğrulma. —2. Tekavvüm-i nihai, fidanın doğrulması. —isi. huk. Bir malın elde edilip yararlanılabi­ lir hale gelmesi. (Örneğin, denizdeki balığın tutulması, kırlardaki bitkilerin toplanması gi­ bi.) || Tekavvüm-ü örfi, mülk edinilmesine el­ verişli, şeri bir engel bulunmayan mal. TE K Â YA çoğl. a. (ar fekye'nin çoğl. tekgyâ). Esk. Tekkeler: "Tekâya, medrese, mek­ tep de dahil ya Resul-Allah..." (Neyzen Tevfik).



TEKÂPU a. (fars. tekâpü). Esk. 1. Öteye



TE K A YA K U sıf. ve a. Biyol. Yalnız bir aya­ ğı olan ucubeye denir



beriye koşarak araştırma. —2. Dalkavuk­ luk etme, birinin her dediğini ya da yaptı­ ğını onaylama. —3. Tekâpu etmek, öteye beriye koşuşmak, dalkavukluk etmek.



TE K A YY U H a. (ar. jcayh'tan tekayyuh). Esk. irin toplama.



TEKARUN ya da TEKARÜN a (ar kam'dan tekârün). Esk. Birbirinin yanına gelme, yanaşma. —Esk. ed. Tekarun fil-hayal ya da tekarun-ı hayali, aralarında ilişki bulunan sözcükle­ rin düşüncede birbirini çağrıştırması. (Örn. kâğıt-kalem-kalemtıraş vb.)



TEKARÜB a (ar kurb'dan tekârüb). Esk. iki şeyin birbirine yaklaşması, yakın olması. —Esk. dilbil. Seslerin çıkış yerlerinin birbi­ rine yakın olması: örn. b ile m. —Esk. fiz. Yakınsama. —Esk. sesbil. Harflerin çıkış noktalarının birbirine yakın olması.



TEKASIZLAR a. Koloniyi oluşturan çe­ şitli poliplerin birbirinden bir duvarla ayrıl­ mamış olduğu madreporlar alttakımı. (Bil., a. Atecatae)



TEKASÜF a. (ar. teşâfeften tekasüf). Esk. 1. Toplama, bir araya gelme, sıklaş­ ma. —2. Yoğun hale gelme, koyulaşma. —3. Tekasüf etmek, eylemek, toplanmak, yoğunlaşmak.



TEKÂSÜL a. (ar. kesaf'den tekâsüt). Esk. Tembellik, üşenme



TEKÂSÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. tekasüfün çoğl. tekasülâf). Esk. Kayıtsızlıklar üşenme­ ler, tembellikler.



TEKAYYUHAT, -tı çoğl. a, (ar. fekayyufı'un çoğl. tekayyuhât). Esk. irinlenmeler T E K A Z A a. (ar. tekâzâ). Esk. 1. Takaza, sıkboğaz etme —2. Borcunu ödemesi için bir kimseyi sıkıştırma. TE K B AM YO a. Foto. Duyarlı bir yüzeyin izhar ve tespit işlemlerinin aynı anda yapıl­ ması için gerekli ürünleri içeren çözelti.



(1967) sonra siyasal yaşama atılarak Türki­ ye Emekçi partisi'nde görev aldı (1974 -1980). Türk solu ve Köy enstitüleri defteri dergilerini çıkardı. Başlıca yapıtları; Canlan­ dırılacak köy yolunda (1947), Köy okulu uy­ gulama bahçesi (1951), Sendikalı öğretmen (1963), Neden köy enstitüleri (1968). T E K B E N C İ sıf. Fels. Tekbenciliğe ilişkin. -T> sıf. ve a. Tekbenciliği benimsemiş kişi. T E K B E N C İL İK a. Fels. 1. Duyumları ve duygularıyla birlikte ben'i varlığından emin olunabilecek tek gerçek sayan öğreti. (As­ lında tekbencilik, sonuna kadar sürdürülen bir idealizm biçiminin ulaşabileceği son noktadır.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Aşkın tek­ bencilik, Husserl’e göre "benim için bir var­ lık değeri taşıyan her şeyin benim benli­ ğimde oluştuğunu ve var olan her şeyin benim aşkın varlığımın basit bir uğrağı ola­ rak belirdiği"ni savunmaktır (Formate und transzendentale Logik [Biçimsel ve transsendental mantık], 96). —ANSİKL. idealist felsefe çoğu kez tekben­ ciliğe varmakla birlikte, filozoflardan hiçbiri bu terime başvurmamıştır. Kant “ tekbencilik"i, "bencillik"e yakın, küçültücü bir an­ lamda kullanır: her birlikte bir sistem de oluşturabilen ve bir doyum sağladıkların­ da kişisel mutluluk diye adlandırılan tüm eğilimler bencilliği, Selbstsucht’u (solipsismus) meydana getirirler Bencillik ya özsevgisidir (Selbstliebe), kendini her şeyden çok gözetmedir (philautia), ya da kendini be­ ğenmedir (arrogantia)" (Pratik aklın eleşti­ risi [Kritik der praktisehen \fernunft], 1,1,3). Bilimsel felsefe, Avenarius, Jacobi, Russell, Husserl, Carnap gibi düşünürlerle bir­ likte, tekbenciliği, bireysel deneyimin veri­ lerini göz önünde tutmayı sağlayan bir "otopsikolojik temel"le özdeşleştirir. Çağ­ daş düşünürlerden J. F. Malherbe, kendi bakış açısını yöntembilimsel tekbencilik ola­ rak niteler ve bilimin nesnelerin kendisiyle değil, her şeyden önce nesneler arasındaki biçimsel ilişkilerle ilgilendiğini belirterek; idealist tekbenciliğe yöneltilen klasik eleş­ tiriyi yadsır (la Philosophie de K. Popper et le positivisme logique [K. Popper'ın fel­ sefesi ve mantıksal olguculuk], 1, 4). Sartre'a göre "iedalizm ve tekbencilik diye bi­ linen kuramı [...], adına uygun olarak, for­ mülünü varlıkbilimsel yalnızlığımın dile ge­ tirilişinde bulur; bu kuram doğrulanmış ol­ maktan uzak ve keyfi, salt metafizik bir var­ sayımdır, çünkü sonuç olarak, .benin dışın­ da hiçbir şeyin varolmadığını öne sürer do­ layısıyla deneyimin sınırlı alanını aşar Ama bu kuram daha gösterişsiz bir yol tutarak deneyimin sağlam zemininden uzaklaşma­ yı kabul etmeyip, olgucu bir anlayışı benim­ sediğinde büyük bir tutarlılık göstermiş olur; tekbenci kuram bu durumda eleşti­ rel olguculuğun dışına çıkmaz [...] ve ide­ alist bir bakış açısından ele alınan Başka­ ları kavramının çelişkileri de onun haklılığı­ nı kanıtlar” (l’Être et le Néant [Varlık ve hiç­ lik] 3, 1, "Tekbenciliğin tehlikesi").



TEKBİÇİM sıf. Örnek ya da temel olarak alınabilen; standart.



T E K B A Z U sıf. Kim. Molekül başına yal­ nız bir OH ~ iyonu veren bir madde (baz, tuz) için kullanılır. (Eşanl. MONOBAZİK.)



TEKBİÇİMLİ sıf. Dokubil. Hepsi aynı bi­



T E K B E N (Şerif), türk eğitimci (Edirne 1908-istanbul 1983). Balkan savaşı sırasın­ da ailesiyle birlikte Kastamonu’ya yerleşe­ rek bu ilde yayımlanan ve Kurtuluş savaşı'nı destekleyen Açıksöz gazetesinde ça­ lıştı (1919). Edirne Öğretmen okulu’nu bi­ tirdikten (1928) sonra bir yandan köy öğ­ retmenliği yaparken bir yandan da Gazi terbiye enstitütüsü’nü bitirdi ve ilköğretim müfettişi oldu (1938). Akçadağ köy enstitüsü'nün kuruluşunda görev aldı (1940) ve aynı okulun müdürlüğüne getirileli (1942). Dicle köy enstitüsü’nün çalışmalarını yürüt­ tü (1944). İsmail Hakkı Tonguç ve öteki ar­ kadaşlarıyla birlikte köy enstitülerinden uzaklaştırıldı (1946). Edime ve İstanbul' da ilköğretim müfettişliği yaptı. Türkiye Öğ­ retmenler derneği İstanbul şubesi başkan­ lığına getirildi (1963). Emekliye ayrıldıktan



TEKBİÇİMLİLİK a. Dokubil.' Tekbiçimli



çimde olan şeylere denir. — M a n t. KATEGORİK'in e ş a n la m lıs ı.



olan nesnelerin niteliği.



TEKBİR a. (ar. kibFden tekbıf). isi. Kur­ ban bayramı arifesinin sabah namazında başlanan ve bayram günleri bütün namaz­ ların sonunda, bayram hutbelerinin arasın­ da, kurban kesilirken ve daha başka din­ sel törenlerde (cenaze, düğün, gaza vb.) belirli bir besteye göre okunan dua: "Allahü ekbeı; Allahü ekber La ilahe illallahü vallahü ekbeı; Allahü ekber ve'l lillah il-hamd!". || Tekbir almak ya da tekbir getirmek", "Al­ lahü ekber" demek ya da tekbir duası oku­ mak. || Tekbirhan, tekbir getiren, tekbir du­ ası okuyan. —Tasav. Mevlevilerde tarikata yeni girenin (nevniyaz) başına mevlevi külahı (sikke) giydirilmesi dolayısıyla düzenlenen töre­ ne verilen ad.



tekbir 11354



T E K B İR a Müz. Cami müziği formların­ dan biri.



besi tuğgeneralliğe yükseltildi (1942). Tümgenerallikten emekliye ayrıldı (1951).



TEKBİRAT, -tı çoğl. a. (ar. tekbîr'in çoğl. tekbirSt). Esk. Tekbirler, tekbir getirmeler.



T E K Ç E (Ahmet Tank), türk sinema oyun­ cusu (İstanbul 1920-Karabük 1964). Ga­ latasaray lisesi’ni bitirdi. Bir süre memur­ luk yaptı. Tuzak'\a oyunculuğa başladı (1948). Vahşi arzu filminde kötü adam tip­ lemesinde başarı kazanınca türk sinema­ sının değişmez ve vazgeçilmez "kötü adam'T oldu. Trafik kazasında öldü. Baş­ lıca filmleri: Lale devri (1951), Barbaros (1951), Ayşecik (1960), Ayşecik şeytan çe­ kici (1960), Dolandınalar şahı (1961).



■ T E K B O Y N U Z a. Mit. At gövdeli, teke ‘ başlı, alnının ortasında uzun bir boynuzu bulunan, ayakları çatallı masalsı hayvan. (Bk. ansikl. böl. Ikonogr.) —ANSİKL. ikonogr. Antikçağ'da, tekboynuzun hint kökenli olduğu söylenirdi: ba­ şı kırmızı, boynuzu siyah beyazdı, güç ve bekâreti simgelerdi. Ortaçağda boynuzu­ nun panzehir olduğuna inanılırdı. XV. yy. sonlarında Güney Hollanda ya da Fransada yapılmış olan Tekboynuz avı (New York, Cloisters Museum) ve Tekboynuzlu kadın (Cluny müzesi) adlı duvar halıların­ da bu figüre rastlanır. Tekboynuz bazen İsa'nın cisimleşmesini simgeler; XV.-XVI. yy. İtalyan madalyalannda da bu konu ele alınmıştır; XVI. yy.'daysa tekboynuz moti­ fini matbaacılar marka olarak kullanmış­ lardır. T E K B O Y N U Z L U sıf. Zool. Bir tek boy­ nuzu olan. ♦ a. Zool. Sıcak ılıman denizlerde, ortasuların orta kesiminde yaşayan uzun kur­ dele biçiminde gövdeli büyük bir kemiklibalığa, sırt yüzgecinin birinci ışınının çok büyük oluşundan dolayı verilen ad. (Bil. a. Lopbotus lacepedeıLophotidae famil­ yası; boy 1,80 m.)



Ahmet Tank M (*



TE K B Ö LM ELİ sıf. Bot. Tek boşluklu yu­ murtalığa denir (menekşe). T E K C A N (Süleyman Saim), türk res­ sam (Trabzon 1940). Gazi eğitim ensti­ tüsü resim-iş bölümü’nü bitirdi (1961). Almanya'da baskı eğitimi konusunda araştırmalar yaptı (1969-1971). Devlet güzel sanatlar akademlsl'nde Serigrafi atölyesi'ni kurdu (1975) ve yönetti. 1982' den sonra görevini Mimar Sinan üniver­ sitesi grafik bölümü özgün baskı atölyesi öğretim üyesi olarak sürdürdü. Birçok ki­ şisel sergi açtı. Uluslararası sergilere ka­ tıldı. İstanbul Resim ve heykel müzesi baskı (1982), Viking resmi baskı yarış­ ması başarı (1985), Bangladeş Asya bienall “Dakka özgün baskı" (1986) ödül­ lerini, Başbakanlık dostluk ve barış ödün lü gümüş madalyasını (1986) ve Devlet özgün baskı ödülü'nü (1992) kazandı..



Süleyman Saim Tekcan'ın



T E K Ç E (İsmail Hakkı), türk asker (İstan­ bul 1892 - ay. y. 1975). Harbiye'yi bitirdik­ ten (1912) sonra Balkan, Birinci Dünya, Kurtuluş savaşlarında ve Şeyh Eşref ayaklanması'nın bastırılmasında görev aldı. Mustafa Kemal'in (Atatürk) refakat subay­ lığına atandı (1920) ve bugünkü Cumhur­ başkanlığı muhafız alayı’nın çekirdeğini oluşturan muhafız kıtasını kurdu. 1927'de bu birlikle Dersim harekâtına katıldı. Rüt­



T E K Ç E K İR D E K Lİ sıf. Biyol. Yalnız bir çekirdeği olan hücreye denir. (Genelde durum budur.) T E K Ç E N E T Ü L E R a. İlkel yumuşakça­ lar sınıfından, levha biçiminde tek kavkılı ve çok belirgin çift yanlı bakışımlı yumu­ şakçalar altsınıfı. (Birinci Zaman tabaka­ larında Cambria'dan Devon'a kadar çok yaygın bulunan tekçenetlllerln günümüz­ de yalnızca bir türü yaşamaktadır: Neopilina galathæa türüyle temsil edilir. Bil. a. Monoplacophora. ) T E K Ç E V R İM L İ sıf. Zool. Yılda bir tek döl çevrimi geçiren böcek ya da başka hayvan türleri ya da ırkları için kullanılır. (Karşt. ant. ç o k ç e v r îm l İ.) — ANSİKL. Zool. Eşeysel dönem genellik­ le ilkbahar ya da sonbahardadır; bu dö­ nem sonbaharda olduğunda, kış yumur­ tası yumurtlama biçiminde gerçekleşir; yumurtalar kış mevsimini uyuşuk halde geçirir, ilkbaharda açılır; bir dizi döllenmesiz kuşaktan sonra, örneğin yaprakbitlerlnde, sonbaharda eşeyli üreme sonucu ortaya çıkan döle de bazılarınca yanlış olarak tekçevrimli biçim dendiği de olur. T E K Ç İ sıf. Fels. Tekçiliğe İlişkin. ♦ sıf. ve a. Tekçiliği benimsemiş kişi. T E K Ç İL İK a. Fels. 1. İKİCİLİK e karşıt olarak, düşüncenin yöneldiği nesnenin birliğini savunan düşünce sistemi. —2. Dünyanın tek bir tözden, ya maddecile­ rin savunduğu gibi maddeden, ya da tinselcilerin savunduğu gibi tinden meyda­ na geldiğini öne süren öğreti. (Bk. ansikl. böl.) —Siyas. bil. Devlet başkanının yetkisiz kal­ ması nedeniyle, yürütme erkinin uygula­ mada tek başlı duruma geldiği parlamen­ ter rejim. (Burada, gerçek ve tek iktidar odağı olan parlamento çoğunluğundan doğan hükümet, gerçek yürütme organı durumundadır.) [Eşanl. MONİZM ] —Uluslarar. huk. Uluslararası hukukla iç hukuku birbirinden ayrı değil de tek bir hukuk sistemi içinde kaynaşmış olarak ele alan öğreti; monizm. — ANSİKL. Fels. Felsefe tarihini iki açıkla­ yıcı eksene en belirgin biçimde bağlayan Plehanov'dur: "Maddecilik ve idealizm, felsefi düşüncenin en önemli eğilimleridir. Bunlara paralel olarak, tini ve maddeyi bir­ birinden ayn ve bağımsız tözler sayan ikici sistemler kuşkusuz her zaman vardı. Ama ikicilik kaçınılması olanaksız şu soruya hiç­ bir zaman tatmin edici bir yanıt vereme­ miştir: birbiriyle hiçbir ortak yanı bulunma­ yan iki farklı töz nasıl oluyor da birbirini et­ kileyebiliyor? Ayrıca, bütün tutarlı düşü­ nürler her zaman tekçiliğe, yani fenomen­ leri tek bir temel ilkeyle açıklamaya yönel­ mişlerdir. [...] Her tutarlı İdealist, tıpkı her tutarlı maddeci gibi tekçidir" (Essai sur le développement de la conception moniste de l'histoire; fr. çev. [Tarihin tekçi görüşü­ nün gelişmesi üzerine deneme]). T E K D E LİK LİLE R a. Sürüngenler ve kuşlar gibi dışkılık biçiminde tek deliği bu­ lunan, gagalımemelilerle ve karıncayiyenleri kapsayan memeli hayvanlar altsınıfı. (Bil. a. Monotremata.) [Eşanl. İLKELMEMELİLER.] —ANSİKL. Tekdellkliler memelilerin en il-



kelleleri sayılır: yumurtlayıcı olan, vitellüsce zengin yumurtalar yapan bu hayvan­ larda sindirim, sidik ve üreme yollarının



açıldığı geniş bir dışkılık vardır, dişilerde dölyolu görevi yapan ürojenital boşluğa ayrı ayrı açılan iki dölyatağı bulunur. Kuş­ lar gibi onların da boynuzsu bir gagası vardır, ama bu sadece bir benzerliktir. Postlarını oluşturan kıllara ve yavrularını beslemeye yarayan süt bezlerine bakılın­ ca bunların gerçek memeli hayvanlar ol­ duğu anlaşılır. Aslında bunlar kuşlardan çok sürüngenlere yakın sayılabilir: sıcak­ kanlılıkları tam değildir ve iskeletlerinin bir­ çok özelliği sürüngenlerinkini andırır: omuz kemeri, yana açılan bacaklar ya da kulak bölgesi gibi. Tekdeliklller yalnız Avustralya-Tasmanya ve Yeni Gine'de bu­ lunur. TE K D İLLİ sıf. B ir te k dil k o nu şan b ir kim ­ se, b ir to p lu lu k iç in kullanılır; İKİDİLLİ, üçDİLLİ, ÇOKDİLLİ'nin karşıtı.



T E K D İL L İL İK a Tekdilli bir kimse ya da bölgenin durumu. TE K D İR a. (ar. tekdir). 1. Azarlama, pay­ lama. —2. Tekdir etmek, azarlamak, pay­ lamak. —Esk. 1. Bulandırma. —2. Kederlendir­ me. —3. Tekdir-i hatır, yürek sıkıntısı, ne­ şesizlik. || Tekdir-i ma, suyu bulandırma. — Eğit. -» KINAMA- CEZASI.



—İsi. huk. Mücazat-ı tekdiriye, kabahat gi­ bi ağır olmayan suçlara verilen hafif ce­ za. TEKDİRAT, -tı çoğl. a. (ar tekdirin çoğl. tekdirât). Esk. 1. Azarlamalar, bulandırma­ lar, kederlendirmeler. —2. Tekdirat-ı şedi­ de, şiddetli azarlamalar. T E K D İR İ sıf. (ar. tekdir ve-¡'deh tekdiri). Esk. Tekdire ait, azarlamayla ilgili. T E K D İZ İL İ sıf. Zool. 1. Tek dizi oluştu­ ran. —2. Tek sıra halinde olan. TEK D Ö LLÜ sıf. Her doğuruşta bir tek yavru (ikizler hariç) doğuran dişi memeli hayvana denir. TE K D Ü Ş Ü N C E L İK a. Psik. Düşünce­ nin bir tek konu üzerinde yoğunlaşması. T E K D Ü Z E sıf. 1. Hep aynı tonda olan, seste, ritimde hiçbir değişiklik, çeşitlilik göstermeyen bir şey için kullanılır; mono­ ton: Tekdüze bir melodi. Caddenin tekdü­ ze gürültüsü. —2. Sesinin iniş çıkışların­ da çeşitlilik ya da ses tonunda değişiklik olmayan bir kimsenin konuşma biçimi için kullanılır; monoton: Tekdüze bir sesle oku­ mak, konuşmak. —3. Değişiklik ve çeşit­ lilik göstermeyen, aynı biçimde yinelene­ rek sürüp giden, duruk şey için kullanılır: monoton, yeknesak: Tekdüze bir yaşam. Tekdüze bir iş. Bozkınn tekdüze görünüm­ leri. —Mat çözlm. Yalnızca artan ya da yalnız­ ca azalan bir fonksiyon için kullanılır. (Art­ ma ya da azalma sıkı ise sıkı tekdüze di­ ye kesinleştirilir; yoksa geniş anlamda tek­ düze denir.) ♦ be. Değişiklik ve çeşitlilik gösterme­ den, hep aynı biçimde yinelenerek: Tek­ düze yağan yağmurun sesi. Tekdüze ge­ çen günler. TE K D Ü ZE LE Ş M E K gçz. f. Tekdüze duruma gelmek: Tekdüzeleşen bir yaşam biçimi. Tekdüzeleşen insanlar. TE K D Ü ZE LİK a. 1. Seste ritimde ya da ses tonunda ve sesin iniş çıkışlarında hiç­ bir değişiklik, çeşitlilik göstermeyen şeyin niteliği; monotonluk: Okuyucunun sesin­ deki tekdüzelik son derece ilginç olan metni dinlenmez hale getirdi. —2. Hiçbir değişiklik, çeşitlilik göstermeden aynı bi­ çimde yinelenerek sürüp giden şeyin ni­ teliği; monotonluk; yeknesaklık: Günlük yaşamın tekdüzeliğini, okuyarak giderme­ ye çalışıyordu. —Mat. çözlm. Bir fonksiyon*un ya da bir dizinin tekdüze olma niteliği. R TEK E a. 1. Keçinin kocaman boynuzlu, gür sakallı ve çok keskin kokulu erkeği. (Bk. ansikl. böl.) —2. Keçiye benzeyen çeşitli gevişgetiren hayvanların erkeği.



—3. Karidesin (Palaermn serratus) gün­ lük dildeki adı. —4. Teke burunlu, kemerli, iri burnu olan kimse için kullanılır. || Teke gibi kokmak, çok pis kokmak. || Tekeden süt çıkarmak, olmayacak şeyi olur duru­ ma getirmek, bundan kendine bir çıkar sağlamak. —Bıçakç. Teke bıçağı, sapı teke boynu­ zundan yapılan, kıvrık namlulu bir tür bı­ çak. (Sapının iç kısmı oyuktur, namlu kıv­ rılarak bu sapa yerleşir. Bazen bir zincire bağlı olarak cepte ya da kuşak arasında taşınır.) —Folk. Teke havaları, teke yöresinde ya­ şayan Yörükler’e özgü halk ezgileri. —Teke oyunlarının eşlik ezgisi. || Teke oyunları, Antalya, Burdur, İsparta ve çevresinde (Te­ ke yöresi) yaşayan yörüklerin oynadığı halk oyunlarının genel adı. (Bk. ansikl. böl.) —Giz. bil. Eski Yunan’ın Dionysos'a mal ettiği teke, cinsel gücün ve verimliliğin sim­ gesiydi. Bu sıfatla Hindistan’da tanrılaştı­ rıldı (Agni) ve Batı'nın hıristiyan dünyasın­ da iblisle bir tutuldu: şeytanın, teke görü­ nümünde büyücü ayinlerine başkanlık et­ tiğine inanılırdı. Lanetliler, Tanrı'nın "seçil­ miş koyunlarf'na karşıt olarak, teke biçi­ minde temsil edilirlerdi. —Tar. Günah lekesi. Yahudiler arasında, Kefaretler bayramında başrahibe, simge­ sel olarak İsrail'in tüm günahlarını taşıyan bir teke getiriliyordu. Daha sonra bu te­ ke, halkın bütün günahlarını kendisiyle bir­ likte, kimsenin yaşamadığı bir yere götür­ mesi için yaşanan bölgenin (emissarius) dışına, çöle kovuluyordu (Levi, XVI, 22). — A n s İ k l . Teke 7-8 aylık olunca aşım için kullanılabilir. Erişkin teke günde 6 ila 12 aşım yapabilir; ama gücünü tüketmemek için aynı tekeyi, günlerce art arda aşımda kullanmamak gerekir. Yapay tohumlama merkezlerinde bütün yıl tekeden sperma alınabilir, ama alınan spermanın dölleme gücü mevsime göre değişir: sözgelimi ni­ sandan hazirana kadar genellikle dölleme gücü düşük olur. —Folk. Teke oyunlarının Hamitoğulları bey­ liğinin bir bölümü olan Teke beyliğine de­ ğin uzandığını öne süren araştırmacılar var­ dır. Yörükler hayvancılıkla uğraştıklarından oyunlarında ve türkülerinde koyun, keçi, te­ ke, davar vb. adlar çok geçer Oyunların adını buna bağlayanlar da vardır. Teke oyunları genellikle çok hareketli ve türkü­ lüdür. Bugün en çok oynanan teke oyun­ larından bazıları; Teke" zortlatması, Kabaardıç*, Alyazma, Döneley vb.'dir.



burunların adı: —Orta Ege kıyılarında Ur­ la güneyindeki Sığacık körfezini B.'dan sı­ nırlayan burun. Koraka burnu da denir. —Güllük körfezinde, Güllük'ün kuşuçusu 12 km K.-B.’sında, Kazıklı ve Çam liman­ ları arasındaki burun. —Gökova körfezi­ nin G. kıyısının orta kesiminde, Marmaris' in kuşuçusu 20 km B.-K.-B.'sında burun.



T E K E g e ç id i, Antalya bölümünde, Ak­ deniz kıyısını Akseki üzerinden Beyşehir'e bağlayan karayolunun Toroslar’ı aşarken izlediği geçit (1 320 m).



T E K E O RKİDESİ a. Bütün Avrupa'da kuru yerlerde yetişen yer orkidesi. (Büyük oval yumrucukları ve teke kokulu yeşilim­ si çiçekleri vardır; sapı 50-60 cm'ye eri­ şebilir. Bil. a. loroglossum; salepgiller fa­ milyası.)



T E K E y ö re si ya da T E K E E L İ, G.-B.



Ya çok küçük ayaklı ya da ayaksız olan lar­ vaları odun içinde dehlizler kazar. Türleri­ nin çoğu zararlıdır. T E K E B B Ü R a. (ar. feder'den tekeddür). Esk. 1. Saflığını kaybetme, bulanma. —2. Kederli olma, üzülme. —3. Tekeddür-iha­ tır, kederlenme. T E K E 3 İK E H İ a. Eski ve Yeni Dünya’nın sıcak ve ılıman bölgelerinde yetişen, ge­ nellikle dikenli, dökülen yayvan yapraklı ağaççık. (Bil. a. lycium; patlıcangiller fa­ milyası.) . . ... — ANSİKL. Yapraklar aimaşık ve basittir. Değişik renklerde olan çiçekler yaprakla­ rın koltuğunda ya tek tek ya da küçük sal­ kımlar halinde toplu buiunur; taç, beş yay­ van loplu, dar borulu huni biçimindedir; meyveler üzümsü ve çoğunlukla çokrenklidir. Tekedikenlerinin 70 türü vardır, bun­ lar duvarları süslemek, çit yapmak ve top­ rağı tutmak için kullanılan çok çiçekli de­ ğerli bitkilerdir.



Anadolu'da tarihi ve coğrafi yöre. Adını XIV. yy.’da kurulmuş küçük bir beylik olan Tekeoğulları'ndan alır. Selçuklular tarafın­ T E K E E L İ -> TEKE yöresi. dan önderine uçbeyliği verilen ve halkı Harizm bölgesinden gelerek Elmalı, Kaş T E K E F F Ü L a. (ar. kefalet'ten tekeffül) ve Finike dolaylarına yerleşen türkmen Esk. İ . Kefil olma, kefalet etme. —2. Te­ aşiretlerinden oluşan Tekeoğullan'nın top­ keffül etmek, kefil olmak, yükümlenmek. rakları B.’da Köyceğiz çevresinden D.’da Manavgat çevresine kadar kıyı kesimiyle ■ T E K E K LE M L§ a. Elektron. Tekeklemli tranzistor, tek bir eklemi bulanan ve ekle­ ardülkesini kapsıyor ve B.'da Menteşeme uygulanan gerilimin "tepe gerilim" oğulları, K.'de Hamitoğulları ve D.’da Kadenen belirli bir değeri için iletken hale ramanoğlu beyliklerine ait topraklarla sı­ geçen yarı-iietken öğe. nırlanıyordu. Ama günümüzde farklı bir — ANSİKL. Tekeklemli tranzistor, N tipi yarı coğrafi alan birimi olarak Teke yöresi adı -iletken malzemeden bir çubuk ve bunun sadece, Antalya ve Fethiye körfezleri ara­ üzerindeki P katkılı malzemeden bir kay­ sında kütlesel bir yarımada oluşturan ve nak damlasından oluşur; P katkılı kaynak K.'de göller yöresine kadar uzanan kesim damlası E vericisi rolünü oynar ve aynı za­ İçin kullanılır. manda bir diyot olan bir P-N eklemi oluş­ T e ke z o r tla tm a s ı, Burdur, İsparta, An­ turur. Birer saf direnç olan B, ve B2 kon­ talya ve çevresinde yaygın bir halk ezgisi takları "çift taban" oluşturur. B-, ve B2 ara­ ve bu ezgi eşliğinde oynanan zeybek tü­ sına, onlarca volt düzeyinde bir V, gerili­ rü halk oyunu. Oyunun figürleri tekenin mi uygulanır. Verici beslenmediğinde çu­ hareketlerini simgeler. Hareketli bir oyun­ buk, yüksek dirençli bir potansiyometre dur. Eşlik çalgıları genellikle sipsi ve cu­ gibi davranır ve verici tarafındaki potanradır. Kadın erkek birlikte ya da yalnız er­ siyometrik gerilim, bunun geometrik ko­ kekler veya yalnız kadınlar tarafından oy­ numuyla belirlenir. Verici, iç direnci yük­ nanır. sek Ve gerilimi potansiyometrik gerilim­ T E K E B A Ş (Sabahat), türk soprano (İz­ den düşük bir kaynakla beslenirse, diyot ters yönde kutuplanır. Ancak, Ve gerilimi, mit 1925). Ankara Devlet konservatuvarı potansiyometrik gerilimi aşar aşmaz, di­ opera ve piyano yüksek bölümlerini bitir­ yot, direnci aniden azalan EB-, uzayında di (1940). Aynı kurumda piyano öğret­ delikler oluşturarak pozitif bir akım verir. menliği yaptı, ayrıca birçok konser ve re­ Öte yandan Ve gerilimi, kaynağın yüksek sital verdi. 1955’ten başlayarak, çalışma­ iç direnci nedeniyle düşer. Böylece, veri­ larını opera solisti olarak sürdürdü, İstan­ ci akımı yeğinleştikçe azalan bir Ve geri­ bul Şehir operası'na konuk sanatçı olarak katıldı ve çeşitli Avrupa kentlerinde başa­ limi gözlemlenir: dolayısıyla düzeneğin gi­ riş direnci negatiftir. rılı konserler verdi. Scala di Milano'daki uluslararası bir yarışmada birincilik kaza­ TEK E KS E M & İ sıf. Biyol. Tek ekseni ola­ nan (1960) Tekebaş, 1974’ten sonra İstan­ na denir. (Süngerlerin silisli iğneleri tekekbul Devlet operası’nda şan pedagogu ve senlidir.) İstanbul Devlet konservatuvarı şan bölü—Krist. ikiden büyük bir bakışım ekseni mü'nde öğretim görevlisi (1976-1984) ola­ olan bir kristal için kullanılır. (Tekeksenli bir rak çalıştı. kristalde, kristalin optik özşllikleri de bu ek­



T E K E , Salur boyunun Dışsalur kolundan türkmen oymağı. Önceleri Hazar denizi1 nin doğusunda, altınordu hanlarına bağ­ lı olarak yaşayan Tekeler, daha sonra Harizmşahlar'a, XVI. yy.'dan başlayarak da Harizm bölgesine egemen olan Özbek hanlarına bağlandılar. XVI. yy. sonlarında T E K E B A Ş I, Hatay'ın Samandağ ilçesi Mangıtlar, XVII. yy.'da da Kalmuklar'ın sal­ merkez bucağına bağlı belde; 4 851 dırılarına uğrayınca yerleşim alanından nüf. (1990). Belediye. ayrılmak zorunda kalan oymak, daha do­ TEKEBBÜD a. (ar. tekebbüd). F.sk. Sert­ ğuda Kepet dağlarının eteklerine göçerek leşme, katılaşma. burada hayvancılık ve ticaretle uğraşma­ —Esk. gökbil. Tekebbüd-i süfla, alt yüceya başladı. Daha sonra Hive hükümdarı lim’in eşanlamlısı, en yüksek noktanın en llbars Han’ın ordusuna katılan Tekeler, alt derecesi. || Tekebbüd-i ulya, üst yüceonun yönetiminde Horasan’a yağma ama­ lim’in eşanlamlısı, en yüksek noktanın en cına yönelik akınlar yaptılar (1735 ve üst derecesi. 1739). Ancak, İran’da Avşar hanedanının —Esk. tıp. Bir organın sertleşmesi. || Te­ kurucusu olan Nadir Şah, Horasan'ı istila kebbüd-i rie, zatürreenin ikinci devresin­ etti ve Tekeler’i de Hazar ötesine sürdü de akciğerin katılaşması. (1740). XIX. yy. başlarında Buhara Hanlığı'nın zayıflamasından ve İran'ın da iç ka­ T E K E B B Ü R a. (ar. kibr'den tekebbür). Esk. 1. Kibirlenme, gururlanma. —2. Te­ rışıklıklarla uğraşmasından yararlanan Te­ keler, öteki bazı türkmen oymaklarıyla birkebbür etmek, kibirlenmek, gururlanmak. leşerek Hive Hanlığı’na bağlı Merv'i ele B TE K EB Ö C EĞ İ a Böcbil. Tekeböceğigeçirip bu yöreye yerleştiler (1824). Rusgilier familyasından böceklere verilen or­ lar'ın Orta Asya'da giriştikleri büyük askeri tak ad. harekât sonunda bağlılık andı içmek zo­ T EK EBÖ C EĞ İLLER a. Böcbil. Üyele­ runda kaldıkları Rusya Çarlığı’nın ege­ ri ince uzun gövdeli, uzun duyargalı bö­ menliği altına girdiler (1884). cek familyası. (Bil. a. Cerambycidae; kın­ T E K E , İstanbul'un Şile ilçesine bağlı kanatlılar takımı.) bucak; 2 736 nüf. (1990); 8 köy. Merkezi —ANSİKL. 20 OOO’İ aşkın tür kapsayan teTeke, 496 nüf. (1990). keböceğigiller familyası üyeleri çiçeklerin, kesilmiş ağaçların vb. üzerinde bulunur. T E K E burnu, Ege kıyılarımızda bazı



sen çevresinde döner, bu doğrultuya gö­ re kristale gönderilen ışık ikiye ayrılmaz; dolayısıyla kalsitin üçlü ekseni kristalin op­ tik eksenidir.) T E K E L a. 1. Bir kimsenin, bir işletmenin ya da bir kamu kuruluşunun, bir mal ya da hizmetin üretimi ya da satışını, her türlü rekabeti ortadan kaldırarak (hukuki ya da fiili) tek başına elinde tutma ayrıcalığı. (Eşanl. MONOPOL, İNHİSAR.): Televizyon yayını üzerindeki devlet tekeli. —2. Bu ay­ rıcalığa sahip olan kamu kuruluşu: Kimi sigara ve içkileri tekel üretir. —3. Herhangi bir şeye tek başına sahip çıkma, elinde tutma. —4. Tekelinde olmak, sözkonusu bir şeyse, yalnızca bir kimsenin elinde bu­ lunmak. ¡| (Bir şeyi) tekeline almak, bir şe­ ye tek başına sahip olmak, ondan başka­ larını yararlandırmamak: Tüm görev yer­ lerini tekeline almak. —Huk. Tekel bayii. Tekel ürünlerini satma yetkisi bulunan satıcı. (Bk. ansikl. böl.) (Al­ kollü İçki, tütün ve tütün mamullerini sat­ mak isteyen kişiler Tekel idaresl’nden sa. tış belgesi almak zorundadırlar. Belgede gösterilen bölge, yer ve süre için geçerli olan satış belgeleri başkasına devredile­ mez.]



11356



Doğan Tekeli’nin Sami Sisa ile birlikte gerçekleştirdiği Türkiye Halk bankası genel müdürlük binası (198489) Ankara



—Ikt. Alıcı tekeli, tek bir alıcının hiçbiri tek başına fiyatları etkileyecek güçte olmayan birçok satıcıyla karşı karşıya bulunduğu fiyat rejimi. || İki yanlı tekel, fiyatların tek bir satıcı ile karşısında tek bir alıcı bulunan bir ortamda oluştuğu fiyat rejimi. (Bk. an­ sikl. böl.) || Kademeli tekel fiyatı, tekelcinin aynı malı, aynı zamanda alıcılara ya da alı­ cı gruplarına göre farklı fiyatlar üzerinden arz etmesinden oluşan fiyat rejimi. || Mali tekel, devletin bir mğl ya da hizmetin üre­ timinden tüketimine kadar geçirdiği çeşitli aşamalardan birini, birkaçını ya da tümü­ nü kendi tekeline alması durumu. (Mali te­ kellerde devlet, tekel konusu olan mal ve hizmete koyduğu tüketim vergisiyle bu mal ve hizmetin satışından elde edilen kâr olmak üzere iki türlü gelir sağlar.) || Tek yanlı ya da basit tekel, bir malın (ikamesiz bir malın) tek bir üreticisinin ya da tek bir satıcısının, hiçbiri fiyatları tek başına et­ kileyebilecek güçte olmayan birçok alıcıy­ la karşı karşıya bulunduğu fiyat rejimi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Tek yanlı ya da basit tekel. Bu durumda, bütün malı elinde bulunduran satıcı, hem arzettiği mal miktarlarını, hem de bunların satış fiyatlarını -kuramsal olarak- dilediği gibi saptayabilir. Ama ger­ çekte satıcı, bu iki şeyin ikisini birden ay­ nı zamanda saptayamaz. Malı belli bir fi­ yata satmayı kararlaştırırsa, satılacak mik­ tarı talebin fiyata tepkisi belirleyecek; ter­ sine, belli bir miktar malı satmayı kararlaş­ tırırsa, fiyatı, talebin tepkileri oluşturur Yani tam bir hareket serbestliği sözkonusu d e ğildir. Örneğin, elinde talebi son derece es­ nek bir mal bulunan bir tekelci, bu talebi belli bir düzeyde tutmak istiyorsa, nispe­ ten düşük bir fiyat saptamak zorunda ka­ lacaktır. Aksine, bu tekelci, eğer elinde ta­ lep esnekliği çok az bir mal bulunuyorsa, alıcılardan en yüksek kârı sağlamak ama­ cıyla, fiyatlarını büyük ölçüde artırabilir; üretimi sistemli bir biçimde frenlemek ve hatta elindeki malların bir bölümünü yok etmek suretiyle, bunların nedretini ve do­ layısıyla, fiyatını artırmak hevesine kapıla­ bilir Demek ki, tekelci, üretimini istediği gi­ bi sınırlandırıp sınırlandırmamama ser­ besttir; hattâ süper bir kâr, bir tekel rantı bile elde edilebilir. Son olarak, talep, özel­ likle gereksinimlerin kısılamaz olması ya da birtakım tüketim alışkanlıklannın bulun­ ması yüzünden iyice kemikleşmiş durum­ da ise, o zaman tekelci kârı kuramsal ola­ rak sınırsız demektir. Ayrıca, deneyler şu­ nu da göstermektedir ki, bir piyasada egemenliği elinde bulunduran bir tekelci, karşısındaki alıcı kategorilerine malın ya da hizmetin amaçladığı kullanıma göre fi­ yatlarını farklılaştırmak suretiyle de kendi­ sine büyük bir yarar sağlayabilir. Ancak, bir tekelcinin fiyat konusunda



ulusal ve uluslararası yarışmalarda yirmi­ durumunu kötüye kullanması, çeşitli tep­ yi aşkın birincilik aldı, pek çok dereceye kilere yol açabilir; yüksek fiyatların çeki­ girdi ve mansiyonlar kazandı; İstanbul ciliğine kapılan başka bir üretici, ötekine Manifaturacılar çarşısı (1959-1966) ve Ru­ yakın bir ürün ya da bir ikame malı çıka­ melihisarı çevre düzenlemesi (1958) pro­ rarak aynı üretim dalına girmeye kalkışa­ jeleri, 1982 Venedik bienali'ndeki İslam bilir. Devlet, otoritesini kullanıp fiyat sap­ mimarlığı sergısi’nde yer aldı. 1961-1971 tayarak ya da tekelciliği salt kendisine ayı­ arasında İstanbul Teknik üniversitesi Maç­ rarak (tütün, barut, alkol) müdahalede bu­ ka mühendislik ve mimarlık fakültesi'nde lunabilir. Devletin, tekelciliğe karşı bir mü­ öğretim görevlisi olarak ders verdi, bir cadele yasası (antitröst yasa) çıkarması ve ilgili ekonomi dalını ulusallaştırması bile dönem Mimarlık odası başkanlığı yaptı olasıdır. (1957). Büroca gerçekleştirilen ortak pro­ jeleri ve uygulamaları arasında Konya Be­ • iki yanlı tekel. XIX. yy.'da oldukça az rast­ lanan iki yanlı tekel durumları, o zaman­ lediye sarayı (1956), Adıyaman Hükümet dan bu yana çoğalmış bulunmaktadır. Ör­ konağı (1958), Ankara Yüksek öğretmen okulu (1961), Ege Üniversitesi fen fakülte­ neğin, hammadde piyasasında, satış kar­ si (1963), İstanbul Chrysler fabrikası (1963 tellerine karşı, alım kartellerinin kuruldu­ -1964), Antalya Bölge müzesi (1964-1965), ğu görüldü. Birçok sanayi merkezlerinde­ Ankara Stad oteli ve sineması (1964-1966), ki iş piyasalarında, bir işveren sendikası Karadeniz Teknik üniversitesi makine ve ile bir işçi sendikasının ya da bir işçi sen­ dikaları topluluğunun, ücret pazarlığında elektrik fakültesi (1965-1967), Danıştay (1966-1974), Karadeniz Teknik üniversite karşı karşıya geldikleri görülmektedir, iki si akademik merkezi (1968-1975), Bursa yanlı tekelde, taraflardan her biri ötekine Oyak-Renault otomobil fabrikası (1971 aynı zamanda hem bir fiyat, hem de bir -1972), İstanbul Güven sigorta genel[mü­ miktar kabul ettirmeye çalışır. Ve her iki ta­ raf da ya karşısındakiyle anlaşmak ya da dürlüğü (1971), Ankara Halk bankası ge­ alışverişten vazgeçmek zorundadır. Böy­ nel müdürlüğü (1984), Ankara ANAP ge­ le olunca, fiyat, bir alt sınırla (yani satıcı­ nel merkezi, İzmit Sabancı grubu DUŞA nın, etkinliği sürdürmekte kendisi için bir fabrikası gibi kamusal ve özet nitelikli bir­ çok yapı vardır. yarar göreceği en düşük bir fiyatla) bir üst sınır (yani gereksinimlerin şiddeti ile alıcı­ ■ T E K E L İ (Ilhan), türk şehircilik uzmanı ların alım yetenekleri düzeyinin gerektir­ ve bölge planlamacısı (İzmir 1937). ITÜ diği en yüksek fiyat) arasında oluşur. İnşaat fakültesi'ni bitirdi (1960). ODTÜ TE K E L a. (alm. Teckel, base). Base cin­ Şehir ve bölge planlama bölümü'nde sinden alman köpek ırkı. (1964) ve Pennsylvania Üniversitesi'nde — A N S İK L. Tekeller kısa bacaklı, ufak boy­ (1966), bölge bilimi yüksek lisans öğreni­ lu, uzun gövdeli ve tümüyle tıknaz bedenli mi gördü. İmar ve iskân bakanlığı bölge planlama dairesi'nde çalıştı (1963-1970), köpeklerdir. Kıllarının yapısına göre birçok ODTÜ'de bölge planlama dersleri verdi çeşidi vardır: kısa kıllı tekel (örnek tip bu(1967-1969). ODTÜ Mimarlık fakültesi'ne dur); sert kıllı tekel; uzun kıllı tekel. Çok ce­ öğretim üyesi oldu (1970), Şehir ve böl­ sur bir köpektir; yerüstü ve özellikle yeraltı avı bakımından çok yeteneklidir (yeraltı ge planlama bölümü başkanlığına getiril­ di. Başlıca yapıtları: Sosyal sistemler, avcılığındaki üstün yeteneği nedeniyle sosyal değişme ve yerleşme yapısı anayurdunda bu köpeğe porsuk köpeği (1969), Planlama ve ülkesel fiziki planla­ [Dachshuncfl adı da verilir). Aynı zaman­ ma üzerine (1971), Gecekondulu, dolda çok hoş bir av köpeğidir. muşlu, işportah şehir (Y. Gülöksüz ve T. T e kel g e n e l m üdü rlüğü - T Ü T Ü N ', Okyay ile) [1976], Bağımlı kentleşme TÜ TÜ N M A M U LL E R İ, TU Z VE A LK O L İŞLET­ (1977), Yerleşme yapısının uyum süreci MELERİ G E N E L M Ü DÜRLÜĞ Ü. olarak iç göçler (L. Erder ile) [1978], Yer­ leşme sistemlerine makro yaklaşım için T E K E LC İ sıf. 1. Bir tekel kuran, bir te­ Türkiye üzerinde bir deneme (1979), Uy­ keli elinde tutan ve bunu kabul ettiren kim­ gulamaya geçerken Türkiye'de devletçi­ se ya da topluluk için kullanılır; inhisarcı: liğin oluşumu (S. ilkin ile) [1982], Bahçeli Tekelci bir sanayi kuruluşu. —2. Bir şeye evlerin öyküsü, bir batı kurumunun yeni­ tek başına sahip olma, benimseme, yay­ den yorumlanması (S. İlkin ile) [1984], ma yanlısı olan kimse; bu kimseye özgü Dünyada ve Türkiye'de serbest bölgele­ tutum ve davranış için kullanılır. rin doğuş ve dönüşümü (S. İlkin ile) ♦ a. Tekel görevlisi. [1987], Ege'deki sivil direnişten Kurtuluş —ikt. Bir tekel kuran, bunu elinde tutan savaşı'na geçerken Uşak heyet-! merkeve kabul ettiren bir kişi ya da grup için kul­ ziyesi ve İbrahim Tahtakılıç (S. İlkin ile) lanılır, monopolcü: Tekelci bir sanayiciler [1988, Sedat Simavi vakfı 1989 Sosyal grubu. bilimler ödülü], T E K E L C İL İK a. Tekeller oluşturmaya T E K E L İ d a ğ ı, Orta Karadeniz bölü­ yönelik eğilim; tekelci olma durumu, inhi­ münün G.-D. kesiminde, Tokat'ın 80 km sarcılık. D.-G.-D.'sunda dağlık kütle (2 643 m). T E K E LE R ya da BATEKELER, Kon­ T E K E LİO Ğ L U (Sinan), asıl adı A li Rago'da bantu halkları. Tekeler çiftçidirler tlp , türk asker, siyaset adamı (Uzunköp­ (manyok); erkekler avcılık ve balıkçılık ya­ rü, Edirne, 1893 - Ankara 1965). Harbiye' parlar; tarım işlerinin çoğu kadınlar tara­ yi bitirdi (1911), Balkan savaşı'nda tutsak fından yerine getirilir. Anasoylu ve babadüştü. Özgürlüğüne kavuşunca Yemen ve yerlidirler. Bir alan boyunca uzanan köy­ Çanakkale savaşlarına katıldı. Yaralanma­ lerde toplanmışlardır. Siyasal bakımdan sı (1916) üzerine geri hizmette görevlen­ özerktirler ve bir yaşlılar konseyinin otori­ dirildi. Yüzbaşı rütbesiyle Anadolu'ya ge­ tesine boyun eğerler. Bu konsey, her so­ çerek Kurtuluş savaşı'nda Tekelioğlu Si­ yun yaşlılarından oluşur. nan Paşa takma adıyla Kilikia bölgesi ko­ T E K E L İ, Kazakistan'da madencilik mutanlığı yaptı. 1924'te binbaşı rütbesin­ merkezi, Alma-Ata'nın K.-D.'sunda; 30 den emekli oldu. Çeşitli yerde kaymakam 000 nuf. Kurşun ve çinko çıkarımı ve döolarak çalıştı. İstanbul Hukuk fakültesin­ kümevi. Tuğlacılık. Hazırgiyim. den mezun oldu (1935). 1938-1950 ara­ sında CHR 1950-1957 arası DP Adana ■ T E K E L İ (Doğan), türk mimar (İsparta milletvekilliği yaptı. 1929). İstanbul Teknik üniversitesi mimar­ lık fakültesi'ni bitirdi (1952). Bir süre İzmir belediyesi’nde proje mimarı olarak çalış­ tıktan sonra 1954’te Sami Sisa ve Metin Hepgüler’le birlikte bir büro açtı. Türkiye' nin en uzun ömürlü ve önde gelen mimar­ lık bürolarından biri haline gelen bu or­ taklık, Metin Hepgüler'in ayrılmasından sonra da günümüze değin (1989) etkinli­ ğini sürdürdü. Bu büronun çalışmaları



TE K ELLEŞM E a. Tekel durumuna gel­ me: Tekelleşme sürecini yaşayan kimi sek­ törler. T E K E LLEŞ M E K gçz. f. Bir üretim, bir etkinlik vb. sözkonusuysa, her türlü reka­ beti ortadan kaldırarak tekel durumuna gelmek. ♦ tekelleştirm ek ettirg. f. Bir üretimi, bir



tekerlek etkinliği vb. tekelleştirmek, her türlü reka­ beti ortadan kaldırarak onu tekel durumu­ na getirmek.



mak, bir kimsenin yolunda giden bir işini engelleyip aksatmaya çalışmak (tkz.).



TEKELLEŞTİRME a Tekelleştirmek ey­



—Geom. Teker eğrisi, bir doğru üzerinde kaymadan yuvarlanan bir daireye değiş­ mez biçimde bağlı olan bir noktanın çim­ diği geometrik yer. (Teker eğrisinin parametrik denklemleri: x = a ( t - k .sin i); y=a(1 - k .c o s t) biçimindedir. Nokta çemberin içinde ise teker eğrisinin büküm noktaları vardır; çemberin dışında ise teker eğrisi kıvrım­ lar gösterir.) —Seram. Seramik tornasının üzerine yer­ leştirilen, alçıdan yapılmış, ince, daire bi­ çiminde plaka. (Seramik hamuru bu teker üzerinde biçimlendirilir) ♦ sıf. ve a. Teker biçimindeki şey için kul­ lanılır: Peynir teken.



lemi.



TEKELLEŞTİRMEK - TEKELLEŞMEK. TEKELLÜF a. (ar. külfet'ten tekellüf). Esk. 1. Zahmet veren bir iş görme, güç­ lüğe katlanma. —2. Özenme, bir işi gös­ terişli bir biçimde yapmaya çalışana. —3. Özentili, abartılı gösteriş. —4. Teklif tekel­ lüf - TEKLİF.



TEKELLÜFAT, -tı çoğl. a. (ar. tekellüf ün çoğl. tekellüfat). 1. Güçlüklere katlan­ malar. —2. Özenmeler. —3. Tekellüfat-ı mürışiyane, divan edebiyatında nesir ya­ zarlarının karşılaştıkları güçlükler.



TEKELLÜFLÜ sıf. Esk. Gösterişli, me­ rasimli.



TEKELLÜFSÜZ sıf. Esk. Gösterişsiz, merasimsiz.



TEKELLÜM a. (ar. kelâm’dan tekellüm) Esk. 1. Konuşma, söyleme. —2. Tekellüm etmek, konuşmak, söylemek. —Ed. Saz şairlerinin aynı uyağı kullana­ rak birbirleriyle giriştikleri şiir yarışması, atışma. —Folk. Mezar taşı üzerine ölünün kendi ağzındanmış gibi yazılanlar.



TEKELLÜMAT, -tı çoğl. a. (ar. tekellüm’ ün çoğl. tekellümat). Esk. Konuşmalar, söylemeler.



TEKELLÜS a. (ar. kils’ten tekellüs). Esk. Kireçleşme. —Esk. tıp. Tekellüs-i şerayin, atardamar­ ların kireçlenmesi.



TEKEMMÜL a. (ar kemal’den tekem­ mül). Esk. 1. Kemale erme, olgunlaşma. —2. Tekemmül etmek, gelişmek, olgun­ laşmak, yetkinleşmek.



TEKEMMÜLAT, tı çoğl. a. (ar. tekem­ mül'ün çoğl. tekemmülat). Esk. Olgunlaş­ malar, kemale ermeler.



TEKENERJİLİ sıf. Hepsinin enerjisi ay­ nı olan parçacıklar kümesi için kullanılır. (Eşanl. MONOENERJETİK.)



TEKEOĞULLARI, Eğirdir de hüküm



— CİltÇ. — YEKŞAH.



TEKERCİK a. Küçük tekerlek. —Arkeol. Tunç çağının bazı kelt uygarlık­ larında görülen, parmaklı küçük bir teker­ lek biçiminde güneş simgesi. (Bazı uzun bronz iğnelerin tepesini süsleyen bu mo­ tif, tek başına takı olarak da kullanıldı; ki­ mi uzmanlar para yerine kullanıldığını da savunurlar.) —Mak. san. Hareketli bir makine parça­ sına kılavuz ya da destek görevi yapan küçük silindirsel ya da konik tekerlek. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Mak. san. Tekercik, bir kanal içinde yuvarlanıyorsa ya da bir çatalla tu­ tuluyorsa, basit, bir ray üzerine ya da kar­ şılıklı iki ray arasına yerleştirilmişse boğazlı olabilir. Genel mekanikte, özellikle bir çev­ reyi izlemek için (kamla kumanda) ya da döner bir parçayı kılavuzlamak için (bir torna tezgâhında izlenecek yatak), çok sa­ yıda uygulaması vardır. Demiryollarında döner tablalar, döner köprüler, taşıyıcılar vb. konik tekercikler üzerinde hareket eder. Basit silindirsel tekercikler düşey mil ile taşıyıcısının deliği arasına yerleştirilir.



TEKERDİ LLİKURBAâ ADİLLER a Yetişkinleri değirmi dilli ve gözkapaklı olan, obrukönlü omurgalı,-kuyruksuz am­ fibyumlar familyası. (Başlıca türleri desenli kurbağa, ebe kurbağa vb. Bil. a. Discoglossidae; Arcifera takımı.)



süren Hamitoğullan*nın Antalya kolunu TEKERKÇİ -> MONARŞİSE oluşturan türkmen beyliği (1321-1423). TEKERKÇİLİK - M O NARŞİZM . Antalya'yı ele geçiren Hamitoğlu Dündar TEKERKLİK - MONARŞİ. Bey, burasının yönetimini kardeşi Yunus Bey'e bırakınca, Tekeoğulları beyliği ku­ ■ TEKERLEK a. 1. Merkezinden geçen rulmuş oldu (1321). Aynı yıl ölen Yunus bir milin çevresinde dönen ve bir taşıtın Bey'in yerine oğlu Mahmut Bey geçti. An­ zemin üzerine oturmasını ve bu zemin cak, görevden alınan İlhanlI genel valisi üzerinde hareket etmesini sağlayan çemTimurtaş'la birlikte Mısır'a kaçıp Memlukbersel organ; teker (Bk. ansikl. böl. Bisikç. lar'a sığınan Mahmut Bey orada hapse ve Oto.) —2. Bazı mobilyaların, eşyaların, atıldı (1327). Bunun üzerine beyliğin ba­ bazı el arabalarının altına takılan ve her şına geçen kardeşi Hızır Bey hastalandı­ yöne dönebilen tekerlek biçiminde küçük ğından (1328), yönetimi öteki kardeş Da­ parça. —3. Arg. Edilgin eşcinsel erkek. dı Bey ele aldı. Kıbrıslılar’la girişilen uzun —4. Tekerlek pabucu, arabaların yokuş savaşlar sonunda Kıbrıs kralı Pierre de Luaşağı inme durumlarında hızlanmalarını signan Cin işgaline uğrayan Antalya'yı önlemek amacıyla tekerlek altına konan (1361), Dadı'nın oğlu ve ardılı Küçük Meh­ ve arabaya zincirle bağlı bulunan demir met Bey, Karamanoğlu Alaettin Ali Bey ve parçası. Alaiye beyleriyle güçbirliği yaparak geri —Aktar. Portatif tekerlek, yerlerini değiş­ aldı (1372). Onun torunu Osman Bey dö­ tirmek için yüklerin altına yerleştirilen ve neminde Antalya ve Teke ilini ele geçiren istenilen yöne çevrilebilen küçük tekerlek. Yıldırım Bayezit, bölgeyi kendi oğlu İsa (Sabit destekler üzerine monte edilen por­ Çelebi'ye sancak olarak, verdi (1390). tatif tekerlekler, en az bir yüzleri düz olan Ankara* savaşı'ndan (1402) sonra Antal­ koliler için bir yuvarlanma yolu oluştura­ ya dışındaki topraklarını geri alan Osman bilirler.) Bey, Korkuteli’ni beyliğin merkezi yaparak —Giz. bil. Işınlı biçiminden dolayı güneş Timur'a bağlandı. Murat II döneminde Ka­ simgesi. (Tekerlek tarotun temel gizlerinin ramanoğlu Mehmet Bey ile anlaşarak An­ onuncusudur; yeri göğe, kutsal olmayanı talya'yı ele geçirmeye hazırlanan Osman kutsala bağlayan aracın simgesidir. Çok Bey, bunu haber alıp Korkuteli’ne ani bir kutsal olan tekerlekler [burçlar kuşağı ve baskın yapan OsmanlIlar tarafından öldü­ katedral cephelerinin merkezindeki gül] rüldü (1423). Böylece Hamitoğulları gibi genellikle latince rota adıyla adlandırılır.) Tekeoğulları da ortadan kalkarken, tüm —Havc. Kuyruk tekerleği, bir uçak gövde­ toprakları osmanlı ülkesine katılmış oldu. sinin en arkasında yer alan küçük teker­ lek. TEKER a. (esk. türkç. tekre, daire, çember'den). 1. Tekerlek: Bisiklet, araba teke­ B —Oto. Tekerlek aksı, bir dingilin, tekerlek ile rulmanlarını taşıyan uçlarından her bi­ ri. —2. Teker meker yuvarlanmak, döne döne yuvarlanmak; iyi durumunu birden­ ri. (Bk. ansikl. böl.) || Tekerlek şaftı, dife­ bire yitirerek kötü duruma düşmek. || Te­ ransiyelin hareketini devindirici tekerleğe kerine taş koymak, tekerine çomak sok­ ileten mil. || Bağımsız tekerlek, rijit bir din­



gile bağlanmamış, şasiye ya da şasi çer­ çevesine tek başına eklemlenmiş tekerlek. |[ Devindirici tekerlek, motorla kumanda edilen ve taşıtın çekişini sağlayan teker­ lek. || Yedek tekerlek, lastiği patlak bir te­ kerleğin yerine takılan tekerlek. (-> STEP­ N E .) || Yönlendirici tekerlek, yaptığı hare­ ketle, taşıtın yol boyunu izlemesini sağla­ yan tekerlek. —Sil. Tırtıllı bir araçta, üzerinde tırtılın bu­ lunduğu çembersel parça. (Bk. ansikl. böl.) | Gerdirme tekerleği, tırtıllı araçlarda, tırtılın oturmasını ve gerilmesini sağlayan, boşa döner tekerlek. (Tankın önünde ya da arkasında yer alan gerdirme tekerle­ ği, elle ya da otomatik olarak ayarlanabi­ len bir çatal ya da krank mili üzerine mon­ te edilir. Geniş tırtıllı kimi tanklarda iki ger­ dirme tekerleği bulunur.) || Kılavuz teker­ leği, destek tekerleği, tank tırtılının üst şe­ ridini taşıyan ve yönlendiren tekerlek. (Bk. ansikl. böl.) —Sütç. Kaşar ya da gravyer teymizlerinde olduğu gibi büyük boy yassı silindir bi­ çiminde peynir. —Tüt. Ekici tütün işlemesinde, demet ya da pastalların normal tav alabilmesi için ortada boşluk bırakılarak silindir biçimin­ de yapılan tütün istifi



11357



tekerlek aksı



lastik Cltroön belgesine göre



♦ sıf. ve a. Tekerlek biçimindeki şey için kullanılır: Bir tekerlek kaşar peyniri. — A N S İK L . Bisikç. Dolu tekerlekli scooterler dışında, bisiklet ve motosikletlerde, te­ kerlek göbeğinin jantla bağlantısı ya çe­ lik tellerle (“ piyano teli" denir) ya da çe­ şitli alaşımlardan yapılmış tellerle sağlanır. Çelik telli tekerlekler, genellikle bütün bi­ siklet ve motosiklet serileri İle arazi tipi mo­ tosikletlere (teller belli bir esneklik sağlar) donatılır. Temizlenmesi daha kolay olan ve bakım gerektirmeyen (akort edilecek tel­ ler yok) alaşım telli tekerlekler diğer bü­ tün motosiklet tiplerinde kullanılır I —Dy. Demiryolu taşıtlarında tekerlekler dingillere bağlıdır; dingiller, yatak görevi yapan makaralı rulmanlarla donatılmış dingil kutulan içinde dönen dingil başları ya da tekerlek akslarıyla taşıtın ağırlığını taşır. Tekerlekler uzun süre bir tekerlek göv­ desi ile gövdenin jant kısmına sıcak ola­ rak geçirilen bir bandajdan oluştu. Günübir yolcu vagonunun tekparça tekeriekinin kesiti buden



iU



Citroön belgesine göre



bir otomobil tekeriekininprofili lastik bir metro ya da tramvay



tekeriekinin kesiti



yuvarlanma yüzeyi



jant



--jr Ü



yuvarlanma bandajı



müzde, tekerlekler, tekparça halinde dö­ külmektedir (tekparça tekerlekler). Ban­ dajın yuvarlanma yüzeyi kesik koni biçi­ mindedir (eğimi genellikle 1/20 düzeyin­ de); bunun yararı dingili sürekli olarak yol eksenine ortalamak ve taşıt bir kurbada seyrederken, yolun daha uzun olduğu dış rây üzerinde yuvarlanma çapını artırmak, buna karşılık iç rayda azaltmaktır. Teker­ lek bandajının çıkıntılı bölümüne buden* denir. —Ota Ana görevleri taşıtı taşımak olan te­ kerlekler, ayrıca, gerek önde, gerek arka­ da bulunan iki devindirici tekerlek saye­ sinde itmeyi, direksiyon simidiyle döndü­ rülen ön tekerlekler sayesinde yön verme­ yi ve son olarak fren ve askı donanımı desteklemeyi sağlar. Arazi taşıtlarında te­ kerleklerin dördü de hem devindirici, hem yönlendiricidir. Ağır taşıtlarda ise arkaya çift tekerlek takılır. Tekerlek, metal bir jant*tan (eskiden çıkarılabilen), tekerleğin cıvata ya da so­ munlarla tespit edildiği bir gûbek'ten olu­ şur. Lüks otomobillerde ve yarış arabala­ rında, dişli yivler yardımıyla tekerlekleri tespit etmeyi sağlayan birçok sistem ba­ şarıyla kullanılmıştır; ancak metal telli (vi­ dalanmış ya da kaynaklanmış) tekerlekler­ le birlikte kullanılan bu sistemler, çelik saç­ tan soğuk çekme tekerlekler ile hafif ala­ şımdan (alüminyum ve magnezyum) dök­ me tekerleklerin ortaya çıkmasıyla terk edilmiştir Ayrıca takviyeli plastik malzeme­ den yapılmış tekerlekler de denenmiştir. • Tekerlek aksı. Motorlu bir taşıtta aks, te­ kerleğe ve fren takımına destek görevi ya­ par. Aks, ön tarafta dingil pimi çevresin­ de yönlendirilebilir ve ön tekerlek aksları "parçalı” tip dingillerde olduğu gibi din­ gilin merkez bölümünden ayrı olarak dü­ zenlenir. Ön tekerlekleri devindirici olan ta­ şıtlarda, aks transmisyon miline bağlıdır ve aks taşıyıcısı denilen bir pim grubu tara­ fından taşınır. —Sil. Tank kasası, değişik sayıda tekerlek­ ler yardımıyla tırtılları üzerinde durur ve bu tekerlekler tankın ilerlemesini sağlar. Bü­ yük tekerlekler küçüklerden daha kolay döner ve daha az ısınır, ancak tankın tırtıl üzerine uyguladığı basıncı düzenli bir bi­ çimde dağıtamaz; işte bu nedenle, kimi kez, beşli kümeler halinde yerleştirilmiş birçok tekerlek sırası kullanılır. Genellikle konik silindirli rulmanlar üzerine monte edilen tekerlekler çamur ve tozdan korun­ malıdır. Metal jantları çoğu kez kauçuk bir dış lastikle kaplanır ya da patlamaz bir las­ tikle donatılır. Destek tekerlekleri, tırtıl şeridinin viraj­ larda gevşemesini önler, ancak zorunlu değildir; alman tankları Tigre ve Panther ile rus tankı T 34'te bu tekerlekler yoktur. T E K E R L E K L İ sıf. 1. Tekerleği olan ya da tekerleği belirtilen sayıda, belirtilen ni­ telikte olan: Tekerlekli araçlar. Üç tekerlekli, patlak tekerlekli bisiklet. —2. Altına takı­ lan bir tekerlekle hareket edebilen mobil­ ya, eşya vb. için kullanılır: Tekerlekli kol­ tuk. —3. Tekerlekli sandalye, yürüyeme­ yen bir kimsenin kendi başına bir yere gi­ debilmesi ya da bir hastanın, bir sakatın bir yere götürülmesi için kullanılan ikisi bü­ yük ikisi küçük dört tekeri olan, arkalıklı oturma yeri. T E K E R L E K L İK U R T L A R a. Suda ya­ şayan ve çok az sayıda belirli hücreden oluşan omurgasız hayvanlar şubesi. (Bil. a. Rotifera.) [Eşanl. R O IATO R LA R ] — ANSİKL. Tekerleklikurtlar çoğunlukla kir­ pikli protistlere yakın, sölomsuz, ikiyanlı bakışımlı, ufak boyda, triploblastik hay­ vanlardır. Başlıca özellikleri şöyle özetle­ nebilir: titreşen kirpik demetlerinden olu­ şan ve hareket etmeyi sağlayan bir döner organ; çiğneme levhalarından (mastaks) ve protonefridyumlardan oluşan bir yutak. Tatlısularda, denizde ya da yosunları ör­ ten ince su tabakasında yaşayan 2 000 kadar tekerleklikurt türü bilinmektedir. Hepsi anhidrobiyoz halinde yaşayabilir Al­ maşık olarak döllenmesiz ve eşeyli kuşak­



lar halinde çoğalırlar: sonbaharda dişiler döllenmiş “ uzun ömürlü yumurtalar" yu­ murtalar ve bu yumurtalar, gelişmeye baş­ lamadan önce, elverişsiz doğa koşulları­ na (soğuk, kuraklık) uzun süre dayanabi­ lirler. Tekerleklikurtlar beş sınıfa ayrılır: Seisanidea, Bdelloidea, Ploimidea, Rhizotidea ve Collothecacea.



TEKERLEKSİ sıf. Bot. Biçimi tekerleğe benzeyen. (Patates ve sarmaşık çiçekle­ rinde olduğu gibi, değirmi ve düz taçlara denir.)



TEKERLEME a. 1. Tekerlemek eylemi. —2. Genellikle basmakalıp bir nitelik ka­ zanmış söz, sözler. —Ed. Masalın uygun yerlerinde kullanılan kalıplaşmış sözler. (Bk. ansikl. böl.) || Ma­ salın başında şaşırtıcı, güldürücü olayla­ rın anlatıldığı bölüm. (Bk. ansikl. böl.) —Sey. oy. Ortaoyununda söyleşme bölü­ mü içinde yer alan ve Kavuklu'ylâ Pişekâr’ın karşılıklı konuşmasına dayanan bö­ lüm. (Arzbar* adı verilen takdim bölümün­ den sonra gelir. Bu bölümde Kavuklu, Pişekâr’a aralarında geçmiş gibi hayali bir olay anlatır, birbirini izleyen nükte ve cinas­ larla asıl oyuna hazırlık yapılır. Ortaoyu­ nunda bedesten, helva, dilenci, telgraf, nargile, ördek, tramvay, darphane vb. ad­ lar taşıyan çok sayıda tekerleme vardır.) — A N S İK L . Masalcı uygun yerlerde belirli tekerlemeleri kullanır. Örneğin masala başlarken "B ir varmış bir yokmuş...", biti­ rirken "Gökten üç elma düşmüş..." şek­ lindeki tekerlemeleri yineler; masal kahra­ manlarının yolculukları 'A z gitmiş uz git­ miş..." diye anlatılır vb. • Masalın başında, asıl masaldan önce yer verilen tekerlemeler akıl ilkelerine, d a ğa kurallarına alabildiğine yan çizer; abartmalı çelişkileri sergiler; tası olmayan hamamcının kubbesi olmayan hamamın­ da develer top oynar; çakmağı olmayan tüfekle doğmamış tavşan avlanır vb. Te­ kerlemeler baş uyaklar ve uyaklara, ses yinelemelerine, özgür çağrışımlara daya­ nır; bir bakıma gerçeküstücü şiire yakla­ şır. (-» Kayn.)



TEKERLEMEK g. f. Bir şeyi tekerlemek, yuvarlamak. tekerlenm ek dönşl. f. 1. Yuvarlan­ mak, yuvarlanarak düşmek. —2. Durumu bozulmak, kötüye gitmek: Borç alırken dikkat et, bir tekerlenirsen şirketi bir da­ ha toparlayamazsın. TEKERLENM İŞ a. Tekerlenmek eylemi. —Nörobiyol. Tekerlenme tepkisi, hayvanın düşerken ayaklarında görülen konum tep­ kilerinin tümü. (Ayaklar, vücudun, düşüle­ cek yere en uygun biçimde varması için gerekli konumu alır. Bu tepkilerin duyum­ sal kaynağı labirent sistemi, görme siste­ mi ve vücut ağırlığının ayaklar üzerindeki basıncının deri yoluyla algılanmasıdır.)



TEKERLENMEK - TEKERLEM EK. TTEKERlJ sıf. Tekeri olan, tekerlekli. TEKERLİ (Fuat ET-). ıraklı yazar (Bağ­ dat 1927). Romanjarında (TAutre Visage [fr. çev.], 1961; l ’Echo lointain [fr. çev.], 1980), bir bunalım ve şiddet havası için­ de, ülkesindeki köylülerin çetin yaşam ko­ şullarını yansıtır.



TEKERRÜR a. (ar. kerre’den tekerrür). 1. Bir kez daha olma; yinelenme: Bu ha­ reketinin tekerrürü halinde onunla bütün münasebetimi keseceğim. —2. Tekerrür etmek, yinelenmek. —Cez. huk. Bir suçtan mahkûm olan bi­ rinin, belirli bir süre içinde, yeniden suç işlemesi. (Bk. ansikl. böl.) —AN S İK L. Cez. huk. Tekerrür, cezayı ağırlatıcı nedenlerden biridir. Yeniden suç iş­ leyen kişi uslanmamış, suç işlemekte ıs­ rarlı ve toplum için tehlikeli olarak görü­ lür. Bu nedenle efe ilk kez suç işleyenler­ den farklı bir işlem görür ve cezası artırı­ lır. Bir- kimse, beş yıldan çok süreyle öz­ gürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûm olduk­ tan sonra, cezasını çektiği veya ceza düş­



tüğü tarihten başlayarak on yıl ve öteki ce­ zalarda beş yıl içinde başka bir suç.daha işlerse, yeni suça verilecek ceza altıda bi­ re kadar artırılır. Yeni suç, önceki mahkû­ miyete neden olan suç cinsindense, veri­ lecek ceza altıda birden üçte bire kadar artırılır (Türk cez. k. md. 81). Türk ceza k.’na göre tekerrür durumu için şu koşul­ ların bulunması gerekir: 1. bir cürümden dolayı verilmiş olan cezanın tümüyle çek­ tirilmiş olması veya bu cezanın yasal ne­ denlerden biriyle (özel af, zamanaşımı) düşmüş bulunması; 2. İkinci bir suçun iş­ lenmiş olması; 3. ikinci suçun belirli bir sü­ re içinde işlenmesi. ikinci suç için verilecek cezaya tekerrür nedeniyle yapılan artırma, hiçbir biçimde, önceki suç için verilmiş olan cezaların en ağırından çok olamaz (Türk cez. k. md. 81). YEIİERRÜRAT, -tı çoğl. a. (ar. tekerrür ün çoğl. tekerrürat). Esk. Tekrarlanmalar. T E K E R T E K E R be. Birer birer, ayrı ay­ rı: Giderken hepsini teker teker öptü.. İs­ tediklerini teker teker söyle.



m TE K E SA K A LI



a. Avrupa'da, Akdeniz havzasında ve Asya'nın ılıman bölgelerin­ de yetişen biryıllık, ikiyıllık ya da çokyıllık otsu bitki. (50 tür; bil. a. Tragopogón; bi­ leşikgiller familyası.) —ANSİKL. Tekesakalının yaprakları genel­ likle çok uzun olur; dilsi uzantılı kömeçler halindeki bileşik çiçekleri sarı ya da mor renktedir. Sarı iskorçina ve salsifis de de­ nen tatlı köklü tekesakalı (Tragopogón porrifolius) almaşık dizili, ince uzun, sivri yapraklı, mor çiçekli bir bitkidir. Çok tatlı ve helmeli etli kökü için Avrupa'da sebze olarak yetiştirilir. Bileşiminde andızotu özü­ ne benzer bir madde vardır, helmesi ve lezzeti bundan ileri gelir. Türkiye’de nadir bulunur. Türkiye'de daha çok çayır tekesakalı (T pratensis) ve büyük tekesakalı (T. dubius ya da T. majus) türleri bulunur ve bunla­ rın kökleri ve yaprakları sebze olarak kul­ lanılır. Her ikisi de sarı çiçeklidir. TE K E S S Ü F a. (ar. kesafetten tekessüf). Esk. 1. Koyulaşma. —2. Sıklaşma. TE K E S S Ü R a. (ar. kesr'den tekessür). Esk. Kırılma. TEK ESSÜ R a. (ar. keşret'ten tekessür). Esk. 1. Sayıca artma, çoğalma. —2. Te­ kessür etmek, artmak, çoğalmak. TE K E Ş E Y Lİ sıf. Biyol. Hepsi bir cinsi­ yette olan bireylere ya da türlere denir. T E K E Ş Ü sıf. Tekeşlilik sistemine uyan ki­ şi için kullanılır. (Eşanl. MONOGAM.) T E K E Ş L İL İK a. Erkeğin aynı zamanda birden fazla kadına ve kadının birden fazla erkeğe eş olamadığı toplumsal sistem. (Tekeşlilik hem çOKKARILILlK’a, hem ÇOKKOCALlLIK'a karşıttır Bunların ikisi de ÇOKEŞLİLİK’İ gerçekleştiren toplumsal sistem­ lerdir.) [Eşanl. MONOGAMİ ] TE K E V R E Lİ a. R u h b il. BİRYANU'nın eşanlam lısı.



T E K E W Ü N a (ar kevn’den tekevvün). Esk. 1. Oluş, meydana geliş, olma. —2. Tekevvün etmek, olmak, oluşmak. —Esk. biyol. Tekevvün-i ferdi, bireyoluş. || Tekevvün-i nevi, soyoluş. —Esk. fels. Tekevvün-i evvel, önoluş. —Esk. jeol. Tekevvün-i cibal, dağoluş. T E K S W Ü N A T , -tı çoği. a. (ar. tekevvün'ün çoğl. tekevvünât). Esk. Meydana gelişler, oluşlar. T E K IW Ü M Í sıf. (ar. tekevvün ve /'den tekevvüni). Esk. Oluşla ilgili. Y E K E Y YÜ S a. (ar. kiyaset’ten tekeyyüs). Esk. 1. Zeki, akıllı görünme. —2. Zarif şe­ kilde hareket etme. TE K S Z A B E (Sait) - SAİT BEY Tekezade. TE K F A Z U sıf. Elektrotekn. Basit alterna­ tif gerilimler ya da akımlar ve bu akımları



üretmeye ve kullanmaya yarayan aygıtlar için kullanılır. —A N S İK L . Konut donanımlarının birçoğu, ütfazlı dağıtım şebekesinin bir hat iletke­ niyle nötr iletkeni arasına bağlı tekfaztı do­ nanımlardır, gerilim genellikle 220 V'tur. Özel frekanslı (25 Hz ya da 16 2/3 Hz) tekfazlı şebekeler, genellikle demiryolu dona­ nım ve araçlarını beslemede kullanılır. || Tekfazlı doğru akım sistemi, akım dağıtı­ mının tekfazlı olarak yapıldığı ve bu akı­ mın daha sonra, doğru akım motorlarını beslemek üzere doğrultulduğu elektrikle cer sistemi. (Bu sistem özellikle döner çe­ virici gruplan olan lokomotiflerde kullanı­ lır.) T E K F İL a. (ar. kefaletten teklif). Esk. 1. Bir kimseyi kefil gösterme. —2. Kefil ettir­ me. T E K F İN a. (ar. kefen1den tekfin). Esk. 1. Kefene sarma, kefenleme. —2. Tekfin et­ mek, kefenlemek. T E K FİR a. (ar. küfr’den tekfiı). Esk. 1. Bir kimseyi yaptığı hareketten ya da söyledi­ ği sözden dolayı kâfir sayma. —2. Tekfir etmek, kâfir saymak. T E K F U R a. (erm. takovor'üan taçlı, taç sahibi anlamında tekfur ya da takfoı). Tar. Bizans devletinde vali ve derebeylerin un­ vanı. — A N S İK L. Bizans imparatorluğu’nun özel­ likle çöküş döneminde büyük önem ka­ zanan başına buyruk tekfurlar, XIII. yy. başlarında OsmanlI uç beyliğinin kurulu­ şundan Orhan Gazı (1326-1360) ve Mu­ rat I (1360-1389) dönemlerinin sonuna ka­ dar sınır valileri olarak Türkler'e karşı yap­ tıktan savaşlarda sürekli toprak yitirmek­ le, Osmanlı devletinin genişlemesinde de kendi zararlarına önemli rol oynadılar. İs­ tanbul'un fethi üzerine (1453) Bizans imparatorluğu'yta birlikte, "tekfur" unvanı da ortadan kalktı. K T e k fu r s a ra y ı, İstanbul'da Edirnekapı' nın K.'inde, surlar yakınında bizans sara­ yı; Haliç'e hâkim bir tepede surlara biti­ şik olarak yapılmıştır. Bizans saraylarından ve büyük Blakhernai saray kompleksin­ den günümüze oldukça sağlam olarak ulaşan tek örnek olması açısından önem­ lidir. O dönemdeki adı kesinlik kazanma­ mış olan yapı, genellikle yanlış olarak, Konstarıtinos Porphyregenetos sarayı ola­ rak adlandırılır. Daha sonraki onarımlarla özgünlüğübozulmasına karşılık, XI.-XII. yy.'larda Komnenoslar dönemine (büyük bir olasılıkla, Manuel Komnenos I) tarihlendirilen sarayın ön cephesi, yanlarda iki duvarla sınırlanmış bir avluya açılır. Zemin katın çifte kemerli revakı ve üstteki iki kat­ ta yer alan pencerelerin çevreleri zengin tuğla süslemelidir. Zemin kat sütunların ta­ şıdığı tonoz örtülü bir hol biçimindedir. Ka­ lıntılardan üst katların ahşap döşemeli ol­ dukları ve yapının kiremit kaplı bir çatıyla örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Üst katın Haliç yönünde bir balkon, kente bakan yönündeyse çok küçük bir ibadet nişi var­ dır. Yapı günümüzde onarılmıştır (1955 -1970). TEKFURM Aİ -



TEKİRDAĞ.



TE K O E N LİK a. insan evriminin bir tek köke, hatta tek bir çifte dayandığını savu­ nan kuram. T M g ıd a -lş s e n d ik a s ı. 1952 de sekiz sendikanın bir araya gelmesiyle Türkiye Tekel işçileri sendikaları federasyonu adıy­ la kuruldu. 1954'teTürkiye Tütün, müski­ rat ve yardımcı işçileri sendikası olarak ad değiştirdi. 1961'de Türk tütün, müskirat gı­ da ve yardımcı işçiler federasyonu oldu. 1968'de, daha önce bu federasyondan aynlan üç sendika ile Türkiye Toprak mah­ sulleri ofisi gıda işçileri sendikası ve sekiz yerel sendikanın katılımıyla kurulan Tüm gıda-iş sendikası ile birleşerek Tek gıda -iş sendikası adını aldı. 1983'te Yeni sen­ dikalar yasası'na uygun olarak gerekli tü­ zük değişikliğini yaptı. Türk-iş'in kurucu



üyeleri arasında yer alan Tek gıda-iş sendikası, kendi iş kolunda Türkiye'nin en büyük (100 000'in üstünde üye) sen­ dikası konumundadır TE K O Ö VD ELİ sıf. Havc Hareketli bö­ lümlerinin kaplaması, çeşitli burulma, kay­ ma ve bükülme kuvvetlerini soğuran bir yapı (uçak, özellikle de gövdesi) için kul­ lanılır. TE K G Ô ZLÜ sıf. ve a. Biyol. Tekgözlülük ağır kusuru bulunan ucubeye denir. TE K G Ö ZLÜ LÜ K a. Biyol. iki göz çuku­ runun, aradaki yapıların yokluğuyla birlik­ te değişik ölçüde birbiriyle kaynaşmasıyla kafatasında görülen doğuştan biçim bo­ zukluğu. (En ileri derecesinde ortada tek göz görülür.) TE K H A LO JE N L İ



sıf. Org. k im . MONOH A L O J E N L İ'n in e ş a n la m lıs ı.



T E K H E C E L İ sıf. 1. Bir tek hecesi olan bir sözcük, bir dize için kullanılır —2. Söz­ cüklerinin çoğu (özellikle de kökler) tek heceden oluşan diller için kullanılır. T E K H E C E Ü L İK a. Dilbil. Tekheceli dil­ lerin özelliği. T E K H IZ U sıf. Tümü aynı hızda olan par­ çacıklar için kullanılır. (Eşanl. M O N O K İN ETİK.)



TE K H N İT E S , Hellenistik çağda ve Ro­ ma döneminde, güçlü loncalar oluştur­ muş, tiyatro gösterileri yapmak ve çeşitli yarışmalara katılmak amacıyla tüm yunan dünyasını dolaşan sanatçıları belirten yu­ nanca sözcük. T E K İD -



TEKİT.



TEKİDAT, -tı çoğl. a. (ar. te 'kid in çoğl. te'kidSt). Esk. 1. Sağlamlaştırmalar. —2. Yinelemeler. TE K İO E N be. (ar. te’kid'den te'kiden). Esk. 1. Sağlamlaştırarak, kuvvetle. —2. Üsteleyerek, önceden yazılan bir yazıyı tekrar ederek. T E K İD N A M E a. (ar. te'kid ve fars. na­ me den te ’kid-nSme). Esk. Bir süre önce yazılmış bir yazıyı tekrarlayan yazı, üste­ leme yazısı. T E K İL a. Dilbil. Sayı kategorisinde, ya sa­ yılabilir adlann tekilliğini (adam I adamlar), ya sayılamayan adlarda sayı karşıtlığının bulunmadığını ya da topluluk adlarının çoğulluğunu, sayılabilir adların toplu kul­ lanımını gösteren durum. ♦ sıf. Tekil durumunda olan, tekillik be­ lirten: Tekii adlar. 1. tekil kişi. —Cebi Tekil matris determinantı sıfıra eşit olan kare matris. —Dilbil. Tekil dönüşüm, üretici dilbilgisin­ de tabanın ürettiği bir tek dizi üstünde ya­ pılan dönüşüm. (Edilgen, olumsuz, soru ve tumturak dönüşümleri genelleşmiş dö­ nüşümlerin karşıtıdır.) —Fels. Skolastik ve klasik terminolojide, bireyin kendine özgü kişiliğini oluşturan şeye denir. (Logique de Port-RoyaTüe [Port-Royal mantığı] şöyle denir: "Eğer bir önermenin öznesi, Louis Xlll'ün La Rochelle'i aldığını söylediğimde olduğu gi­ bi tekilse, o önermeye tekil önerme denir" [2,3].) || Leibniz'de, bir bireye ait ya da ona ilişkin olan şey için kullanılır: “ Biçim bakı­ mından tekil önermeler, tümellerin kapsa­ mına girerler" (Nouveaux Essais, 4,17, 8). || Hegel'de, tekillikle ilgili. —Geom. Bir eğrinin ya da bir yüzeyin ne bayağı ne de düzgün olan noktası için kul­ lanılır. (Durağan noktalar, büküm noktaları, köşeli noktalar ya da dönüm noktaları bu­ na örnek oluşturur) || Kimi kez bütün çem­ berleri bir noktada birbirine teğet olan bir çember demeti için kullanılır. | Sarmallar gibi, ya da sonuşmaz bir çemberi ya da sonuşmaz bir noktası olan sonsuz eğri kolları için kullanılır. —Mant. "Bazı generaller beceriklidir" ti­ pinden tikel önermelere karşıt olarak, “ Sezar beceriklidir" tipinden, öznesi bir birey olan önermeye denir.



—Mat. çözlm. Tekil integral ya da tekil çözûm, bir diferansiyel denklemin, çözümlerinin genel biçiminden araştırılarak elde edilmeyen, çoğu kez besbelli olan çözü­ mü. || Bir f fonksiyonun temel tekil nokta­ sı, f nin Laurent serisine açılımında, sıfır olmayan, sonsuz sayıda negatif indisli kat­ sayıları olan Zq noktası. (Bu durumda f, z0 dolayında meromorf değildir.) || Bir fonk­ siyonun yalıtık tekil noktası, kutup ya da temel tekil nokta (z0 tekilse bu fonksiyon, merkezi z0 da olan bir daire üzerinde bir holomorf fonksiyona uzatılamaz.) T E K İL (Füruzan), türk atlet ve yönetici (İstanbul 1914). Atletizme Fenerbahçe'de başladı (1929). 400 m’de 51,1'lik bir de­ rece elde etti (1937). Fener (1945) ve Sarı -lacivert (1948) adlı spor dergilerini çıkar­ dı. İstanbul'dan DP milletvekili seçilerek iki dönem TBMM’de yer aldı (1950-1957). Anadolu ajansı genel müdürlüğü (1958 -1960), Futbol federasyonu başkanlığı (1976-1977) yaptı. Atletizmde koşular (1942) ve Politika asları (1974) adlı iki ki­ tap yayımladı. T E K İL (Neriman), türk atlet ve yönetici (İstanbul 1918). Atletizme Sprinter olarak Fenerbahçe'de başladı (1928). 100 m'de 11,6, 200 m'de 22,5 ile Türkiye gençler, 200 m engellide 27,1 ile Türkiye rekorları­ nı kırdı (1938). iki kez milli takımda yarıştı (1939,1940). Atletizmi bıraktıktan (1945) sonra yönetici olarak çalıştı. Atletin sesi adlı bir dergi yayımladı (1962). Atletizm fe­ derasyonu asbaşkanlığı (1963) ve İstan­ bul bölgesi atletizm ajanlığında (1976) bu­ lundu. TE K İL İŞ L E M a. Bilş. Yalnızca bir mer­ kezi birimi bulunan ve bu birimde her an­ da yalnızca tek bir işin yapılabildiği bir bil­ giişlem sisteminin çalışma biçimi. T E K İL L E Y İC İ a. Dilbil. Slav dilbilgisin­ de, bir bireyin bütünle karşılaştığını gös­ teren türev nitelikli oluşum. T E K İL L İK a. Dilbil. Yalıtılabilir tek bir kendiliği belirten sayı kategorisinin ayırıcı özelliği. —Fela Klasik felsefeci ve mantıkçılarda, tekil bir varlığın ayırtedici özelliği. || Hegel' de, evrensellik ve tikellikten sonra, kavram'ın üçüncü belirlenimi. (Bk. ansikl. böl.) —Geom. Bir eğrinin ya da bir yüzeyin bir tekil noktada ortaya çıkan özel durumu. — ANSİKL. Fela Hegel'e göre "tekillik (alm. Einzelheit), tekil insanlardan, eşyalardan söz ederken yaptığımız gibi, yalnızca do­ laysız tekillik olarak düşünülmemelidir" (Enzyklopädie der philosophischen Wis­ senschaften im Grundrisse [Felsefi bilim­ ler ansiklopedisi], 163); tekillik, kendisine ait olan evrensellik ve tikelliğin somut bir gerçeklik içinde birlikte düşünüldüğü bir­ liği tanımlayan bir mantık terimidir: "Tekil, bir kavramdan gelmesi dışında, somut olanla aynı şeydir; dolayısıyla bir evrensel olarak, kendisiyle olumsuz anlamda öz­ deşlik olarak ortaya konmuştur" (ay. ypt).



Tekfur m y ı İstanbul



tekilprogram lam a tanbul 1918 - ay. y. 1983). Kabataş erkek lisesi'nden (1938) sonra bitirdiği İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi tarih bölümü'nde (1942) asistan olarak göreve baş; ladı. Bilimsel araştırma için gönderildiği Paris'ten yurda döndükten sonra doçent (1954) ve profesör (1963) oldu. Türk tarih kurumu, Fatih anıtını yaptırma derneği ve Atatürk devrimleri araştırma enstitüsü üye­ liklerine seçildi. Çeşitli süreli yayınlarda ta­ rihle ilgili pek çok bilimsel makalesi yayım­ landı. İstanbul Üniversitesi edebiyat fakül­ tesi tarih bölümü yeniçağ tarihi kürsüsü anabilim dalı başkanı olarak öldü. Başlı­ ca yapıtları: XIV. yy. Mısır tarihine ilişkin araştırmaları içeren Berkuk devrinde Memluk sultanlığı (1961), Türk kültürü ile ilgili konferanslar (1966), Tarihi eserlerden seçilmiş eski metinler için sözlük (1971).



TE K İL P R O O R A M L A M A a Bilş. Bir bilgisayarın işletim sistemini, o an çalış­ makta olan program tamamlanmadan ye­ ni bir programın başlayamayacağı biçim­ de düzenleme. TEKİ LPROGRAMLI sıt. Bilş. Tekilprog­ ramlama için düzenlenmiş.



11360



TEKİN sıf. 1. içinde kimse bulunmayan, boş. —2. Tehlikelerden uzak, huzurlu, sa­ kin: Gecelemek için tekin bir yer aradık. —3. Tekin değil, cin, peri vb. doğaüstü güçlere bağlı olarak tehlikeli, uğursuz sa­ yılan yer ya da zaman; kendisinde doğa­ üstü güçler bulunduğuna, bu güçle kötü işler yapabileceğine inanılan insan ya da hayvan için kullanılır: Gecenin tekin olma­ yan saatlerinde, tekin olmayan sokaklar­ da dolaşmak. O sakat kızla uğraşmayın, tekin değildir.



T E K İN D O R (Çetin), türk tiyatro oyun­ cusu (Sivas 1945). Ankara Devlet konservatuvarı'nı bitirdi, aynı yıl Ankara Devlet tiyatrosu kadrosuna katıldı (1970). Andor­ ra (1972), Yeni acılar (1978), Kim korkar hain kurttan (1987), İkinci bölüm (1992) gibi pek çok oyunun yanı sıra Küçük Ağa (1984) ve Dönemeç adlı TV filmleri ile, Yavrularım (B. Olgaç, 1985) ve Kaçamak (B. Sabuncu, 1988) gibi filmlerde rol aldı. 1988'de, devlet tiyatrosu oyunculuğuna ek olarak, Bilkent üniversitesi Müzik ve sahne sanatları fakültesi tiyatro ana sanat dalı ile Hacettepe üniversitesi Devlet konservatuvarı tiyatro bölümünde öğre­ tim üyeliği görevini üstlendi.



TEKİN (Şinasi), türk dilbilimci (Balıkesir 1933). İstanbul Üniversitesi edebiyat fakül­ tesi türk dili ve edebiyatı bölümü'ndeki (1950-1953) öğrenimini, Hamburg Üniversitesi’nde tamamladı; A. von Gabain'in yanında eski uygurca üzerine doktorası­ nı yaptı (1968). Erzurum Atatürk üniversitesi’nde doçent (1961) ve profesör (1964) oldu; Harvard Üniversıtesi'ne girdi (1965). Burada Prof. F. iz ile birlikte Türklük bilgi­ si araştırmaları dergısi-Journal of Turkish Studiesi çıkarmaya başladı (1977). Türk­ çe kaynak yapıtların tıpkıbasımlarını yaYımlarnak 'Ç'n "Doğu dilleri ve edebiyatlarının kaynaklan" dizinini kurdu. Başlıca yapıtları: Maitrisimit nom bitig. Berliner Turfantexte IX (1980, 2 c), Buddhistische Uigurica aus der Yüan Zeit (1980). Ayrı­ ca birçok bilimsel dergide yayımlanmış yazıları vardır.



Latrfe Tekn



T E K İN E R (Mehmet Efdalettin), türk ta­ rihçi (İstanbul 1870-?). Öğrenimini Mülki­ ye mektebi ve Hukuk fakültesi'nde gör­ dükten sonra aynı okullarda ve Darülfünun’da tarih öğretmenliği yaptı. Babıâli’ de Amedi kalemi hülefası oldu. Hapisha­ neler umum müdürlüğü görevinde de bu­ lundu. Kurucuları arasında yer aldığı Tarih -i osmani encümeni mecmuası ile Mülkiye mecmuası 'nda tarih konusunda makale­ ler yayımladı. Başlıca yapıtları: İslam tari­ hi, Tarih haritaları, Osmanlı tarihi, Coğraf­ yayı Umrani, Abdurrahman Şeref Efendi, Osmanlı ihtilalleri, Alemdar Mustafa Paşa.



TEKİN (Latife), türk yazar (Kayseri 1957). Beşiktaş kız lisesi’ni bitirdi. Bir süre İstan­ bul Telefon başmüdürlüğü'nde çalıştı. Ro­ manlarında (Sevgili arsız ölüm [1983], Berci Kristin çöp masalları [1984], Gece ders­ leri [1986], Buzdan kılıçlar [1989]) doğup büyüdüğü köyün, İstanbul'daki gecekon­ du mahallelerinin yaşamını, geçim kav­ gasını, yoksulların konumunu, köşeyi dönmeye çalışanların serüvenlerini anlattı; bu çevrelerdeki halkın boş İnançlarını, korkularını, hayallerini sergiledi. Kahra­ manlarıyla birlikte romanlarının anlatıcısı­ nı da, konu edindiği yoksulluk kültürün­ den kaynaklanan yazın dışı bir dille ko­ nuşturur. (-» Kayn.)



T E K İN S İZ sıf. Tekin olmayan, uğursuz. < » a. Topbil. Tabu. Y E K İN S O Y (Ergun), türk kemancı (İs­ tanbul 1936). Sekiz yaşında kemana baş­ ladı. İstanbul Belediye konservatuvarfnı bitirdi (1959). İstanbul Senfoni orkes-



TEKİNDAĞ (Şahabettin), türk tarihçi (is-



TEKİRDAĞ



Banarlı •İlim



'M u ra tlı







• Karacakılavuz



'ö Şalgamlı K a ra id e m ir B arajı fY ö rü k



TEKİRDAÖ



a rm a ra Ereğlisı



^Barbaros U a r a j i \ ' B ala b rin c ık



1



)



6?6_



Kum bağ



*,



_



/K u ru A ıT s k ia ru ta ş



' Saroz K ö rfe z i



M



-



924 Işık la r d.



EİRoşköy



M



A



R



M



A R



A



D E N İ Z İ



------- -



lürefte \



M arm ara Adası



Ç e rk e z k ö y: ilçe 5 0 0 0 - 2 0 0 0 0 arası



200500 Şalgamn







2 0 0 0 - 5 0 0 0 arası



® 2 0 0 0 'd e n aşağ



u a o ı n u a v a ım cıyeı u c tş ıa u ı ^ ıa o



v iy a n a



Senfoni orkestrasının birinci kemanlar bö­ lümünde konuk sanatçı olarak yer aldı. Cenevre Suisse Romande orkestrasının sınavlarını kazanarak orkestranın birinci kemanlar bölümünde 11 yıl çalıştı. Çeşitli ülkelerde konserler verdi. 1979'da İstan­ bul Devlet opera ve balesi'nin baş ke­ mancılığına atandı. Ayrıca İstanbul Bele­ diye konservatuvarı'nda keman dersleri vermektedir. T E K İR sıf. Postu koyu renk çizgi ve be­ neklerle süslü gri ya da boz olan kedi için kullanılır. T E K İR d a ğ ı, eskiden en yüksek kesi­ mine Ganos dağı da denilen Işıklar* da­ ğı kütlesinin tümü için bazı yayınlarda kul­ lanılan a d .. T E K İR çu ku ru -



ECEMİŞ çukuru.



TE K İR KAYABAUĞI a. Sıcak, ılık ve az serin denizlerin 75 m'ye kadar inen kıyı kesimlerinde dibe bağımlı yaşayan kemiklibalık. (Bedenin enine kesiti yuvarlakça­ dır. Tekir kayası da denen bu balığın ağzı büyük, gözleri iridir ve başın ön kesimindedir. iki karın yüzgeci yan yana gelerek tutunma olanağı veren bir çekmene dö­ nüşmüştür. Etçildir. Bil. a. Gobius cruentatus; kayabalığıgiller familyası; boyu 18 cm'ye kadar.) T E K İR B A L IĞ I a. Zool. Genellikle sı­ cak ve ılık denizlerin en çok 300 m’ye inen kumlu, çamurlu diplerinde yaşayan kemiklibalık. (Bil. a. Mullus surmuletus; barbunyagiller familyası.)



TEKİRDAĞ (59), Marmara bölgesinin Trakya bölümünde il; 468 842 nüf. (1990); 6 218 km2; merkez ilçe dışında 8 ilçe, 10 bucak, 282 köy. Merkezi Tekir­ dağ, 80 442 nüf. (1990). Marmara denizi kıyılarından Ergene havzasına ve K.-D.’da Istrancalar’a kadar uzanan il toprakları, jeomorfoloji bakımın­ dan Trakya'nın üç büyük birimi üzerinde yayılır Ortada Ergene, Hayrabolu ve Çortu dereleri gibi akarsuların vadileriyle hafif­ çe yarılmış, yükseltisi 100-150 m arasın­ da değişen Pliyosen tortullarıyla ve alüv­ yonlarla kaplı Ergene havzası yer alır. Bu havzayı Marmara denizi’nden, bazı ke­ simleri 200 m'yi aşan ve genellikle Oligo­ senin kumlu, killi çökellerinden oluşan dar bir sırtlar alanı ayırır. Burada yer yer G.-B.-K.-D. doğrultusunda çizgisel biçim­ de sıralanmış görünen genç bazaltik lav­ lardan oluşan tepeler vardır (Beşik tepe; 337 m). Bu sırtlar alanı G.-B.'ya doğru gi­ derek yükselir ve çekirdeğinde kristalli kayaçların da yer aldığı ve K. Anadolu fayı­ nın uzantıları ile sınırlanmış dik yamaçlı bir kütle olan Işıklar dağına (esk. Ganos da­ ğı; 924 m) geçilir, ilin B. sınırını, Hayrabo­ lu deresini B.'dan kuşatan ve yer yer 300 m’yi aşan Oligosen tepeleri meydana ge­ tirir. Bu tepeler G.'de, dik bir yamaçla Evreşe ovasına inen Kurudağ'la (ya da Korudağ; 676 m) son bulur. -Engebeliğin özelliği nedeniyle ilin Marmara denizi'ne dökülen akarsuları çok eğimli ve kısadır, ilin başlıca akarsuları (Çorlu deresi, Anadere, Hayrabolu deresi) Ergene havzası­ nın eksenini izleyen Ergene ırmağına yö­ nelirler. Ancak, G.-B.'da Kavak deresi, Işık­ lar ve Kurudağ kütlelerini yararak, Saros körfezine dökülür, il topraklarının büyük kesimi Marmara iklim tipinin yayılış alanı içinde yer alır. Yazlar sıcak (Tekirdağ tem­ muz ayı sıcaklık ort. 23,3 °C), kışlar serin­ dir (Tekirdağ ocak ayı sıc. ort. 4,4 °C); ama bu mevsimde sıcaklık, özellikle daha ka­ rasal olan iç kesimlerde -1 0 °C’ın altına inebilir (Tekirdağ en düşük sıcaklık -13,5 °C). Yüksek kesimler bir yana bırakılırsa, il toprakları orta derecede yağışlıdır (Te­ kirdağ yıllık ortalama 583 mm); yaz en ku­ rak, kış en yağışlı mevsimdir. Tekirdağ ilinde ortalama nüfus yoğun luğu km2'ye 75 kişi ite Türkiye ortalaması­ nı biraz aşar. Nüfusun yarıdan biraz çoğu



Tekirdağ (% 55) kentsel yerleşmelerde yaşar. Kentli nüfusun % 60 kadarı da ilin iki bü­ yük merkezi olan Tekirdağ ve Çorlu'da toplanmıştır. Diğer kentsel yerleşmeler nüfusları 8 000 - 20 000 arasında değişen kasabalar görünümündedir. İl düzeyinde yıllık ortalama nüfus artışı (%o 32,8), Türki­ ye ortalamasının (%o 21,78) biraz üstün­ dedir. Bu bakımdan ilçeler arasında da önemli ayrılıklar vardır; Hayrabolu ve Mu­ ratlI'da bu oran ya çok düşük (% 3,1) ya da yok gibidir, yakın yıllarda önemli bir sanayi merkezi durumuna gelen Çerkez­ köy'deyse çok yüksektir (%«65). Makineli tarıma elverişli düzlüklerin ge­ niş yer kaplaması, İstanbul gibi büyük bir tüketim merkezine yakınlığı ve elve­ rişli ulaşım koşulları gibi nedenlerle Te­ kirdağ'da tarım çok gelişmiştir. Tarım alanlarının oranı il alanının % 66’sı gibi yüksek bir rakama ulaşır. En geniş yeri (tarım alanlarının % 57,6'sı), başta buğ­ day olmak üzere, çeşitli tahıllar kaplar. Ama ilin en çarpıcı özelliğini, tarım alan­ larının % 37 kadarına eşit yer tutan ayçi­ çeği üretimi oluşturur. Türkiye’de üreti­ len ayçiçeğinin % 15,5'ini Tekirdağ sağ­ lar. ilde eskiden kolza da üretilirken, bu ürün 1985 ten sonra terkedilmiştir. Şe­ kerpancarı, yumrulu bitkiler ve özellikle Marmara kıyılarında geniş alanlara yayı­ lan üzüm, ilin diğer önemli ürünleridir. En önemli yeraltı kaynağı Malkara ve Sa­ ray çevresindeki zengin ama orta kaliteli linyit yataklarıdır. Ayrıca, Şarköy çevre­ sinde asbest, Saray'ın kuzeyinde Istrancalar kesiminde manganez yatakları var­ dır. İlin Marmara kıyıları geçen yüzyıldan beri potansiyel petrol alanı olarak ince­ lenmiş ve bazı dönemlerde küçük ölçü­ de üretim de yapılmıştır. Bu yöredeki ça­ lışmalar sürdürülmektedir. Tekirdağ'ın II olarak Türkiye sanayisindeki payı gide­ rek artmaktadır, imalat sanayisinde 1975'te % 0,51 olan bu pay 1983’te % 1,17'ye yükselmişti. Bu hızlı gelişmede, kalkınmada öncelikli yöre olanakları sağ­ lanan Çerkezköy yöresindeki çok çeşitli ve büyük •sanayi kuruluşları başlıca rolü oynamiştır. TSrklye'nin büyük kuruluşları arasında sayılan yirmiden çok işletmenin bulunduğu ve ürünlerini aynı zamanda yurtdışında da pazarlayan bu yörede 1970'ten bu yana besin, bitkisel yağ, sen(etik iplik, halı, elektrikli aletler, çeşitli metal eşya ve özellikle tekstil sanayisi gelişmiştir. Bu yöre dışında ilin diğer bir sanayi alanı Tekirdağ kentidir (özellikle rakı ve şarap üretimi). İlin ulaşım yollan üzerinde stratejik bakımdan çok önemli bir konumu vardır: İpsala kapısına giden E-84 karayolu ilin G. kesimini, Kapıku­ le'ye giden E-80 karayolu ile demiryolu, ilin orta kesimini izler. Başlıca limanları Tekirdağ ve Marmara Ereğllsi'dlr. Tekir­ dağ limanının önemi, Çerkezköy sanayi yöresinin gelişmesine koşut olarak gide­ rek artmıştır. Turizm, özellikle de iç tu­ rizm, ilin Marmara kıyıları boyunca yakın yıllarda çok gelişmiş ve bu kıyılar çok kı­ sa aralıklarla birbirini izleyen yazlıklar ve turistik kuruluşlarla dolmuştur. » T E K İR D A Ğ , Antlkçağ’da önce Bisantlıe, daha sonra Rhaldestos, bu nedenle batı dillerinde uzun süre Rodosto; Os­ manlI döneminde önce Rodoscuk sonra Tekfurdağı. İstanbul'un 131 km B.'sında, Marmara denizi kıyısında kent, aynı ad­ daki ilin merkezi; 80 442 nüf. (1990). • COĞRAFYA. İstanbul bir yana bırakılır­ sa, Trakya’nın Edirne'den sonra ikinci bü­ yük kenti olan Tekirdağ. K. Marmara kıyı çizgisinin oluşturduğu geniş bir yayın ge­ risindeki küçük bir koyun kenarında ku­ rulmuştur. Kıyıya yakın kesimi ölü yalıyarlar üzerinde yer alan kent, basamaklar ha­ linde geriye doğru yükselen yamaçlar ve bu yamaçları kesen Ördeklidere’nin taba­ nında yayılır, iş ve ticaret merkezi, yöne­ tim binaları ve küçük bir park, kıyı geri­ sindeki ilk basamakta, batıya doğru hafif bir eğimle uzanan bir ana cadde üzerin­ de ve çevresinde toplanmıştır. Tarihi bazı yapılar (cami, hamam, bedesten) da ken­



11361



leri yerleştirdiği Tekirdağ, böylece başkent tin bu eski çekırdeğindedir. Kentin D. gi­ Edirne’ye bağlı bir sancak olarak gelişti. rişinde kentlerarası otobüs terminali, son Selim III döneminde Rumeli’de bozulan yıllarda büyük gelişme gösteren kıyı ke­ düzeni yeniden kurmak üzere gönderilen siminde ise çağdaş konutlar, karayolu bo­ Nizamıcedit ordusuna karşı Rumeli âyâyunca sıralanan ve daha çok yolculara nı tarafından burada başlatılan ayaklan­ hizmet veren bazı İşyerleri ile gazinolar ve ma, ancak Kadı Abdurrahman Paşa ko­ yeni liman kuruluşları yer alır. XVIII. yy.'da mutasındaki nizamıcedit askerinin padişa­ Osmanlı devletine sığınarak yaşamının bir hın buyruğuyla İstanbul'a geri dönmesin­ kısmını bu kentte geçiren ve burada ölen den sonra yatıştı (1806). Mahmut II döne­ ünlü macar milliyetçisi Râköczy’nin otur­ minde sayılı sürgün yerlerinden biri olan duğu ve 1966'da müze haline getirilen ev kent, Doksanüç harbı'nde (1877-1878 de kentin B. kesiminde, yalıyarların hemen Türk-Rus savaşı) rus kuvvetlerince işgal gerisindedir. edildiyse de Berlin' antlaşması'yla (1878) İstanbul'dan başlayan ve Marmara kıyı­ yeniden osmanlı yönetimine bağlandı. larını izleyerek sınırlarımız ötesinde Balkan Balkan* savaşı’nın ilk evresinde (1912) yarımadasının içerlerine uzanan önemli bir bulgar ordusunun eline geçmesine kar­ yol (E-25) ile, verimli ve yoğun bir tarım ala­ nı olan Ergene havzasından Marmara kı­ şın, savaşın ikinci evresinde (1913) Edir­ yısına inen en kısa yolların kavşağında bu­ ne ile birlikte türk kuvvetlerince geri alın­ lunan kentin bu konumu aslında önemli bir dı. Birinci Dünya* savaşı’ndan sonra Ba­ liman olmasına çok elverişlidir Ancak, bir bIâli’yi Sevr* antlaşması'™ imzalamak zo­ yandan doğal bir limandan yoksun oluşu, runda bırakmak için itilaf devletleri'nce öte yandan İstanbul'un rekabeti nedeniyle yunan birliklerine işgal ettirilen Tekirdağ bu işlevi; zengin artülkesine karşın fazla ge­ (1920), Başkomutan* meydan savaşı’nda lişememiştir Bununla beraber Tekirdağ ge­ kesin zaferi kazanan türk ordusu tarafın­ çen yüzyıllarda Ergene havzasının tarım dan kurtarıldı (1922). Bugün kendi adını ürünlerinin (özellikle buğday) ihraç edildi­ taşıyan ilin merkezidir. (-* Kayn.) ği oldukça hareketli bir İskele olarak rol oy­ ■« GÜZEL SANATLAR. Tekirdağ'ın en namıştı. 1890'da yaklaşık 23 000 nüfuslu önemli tarihsel anıtı Kanuni Sultan Süley­ orta büyüklükte bir kent idi. Ama, Balkan man'ın veziri Rüstem Paşa’nın Mimar Si­ savaşı sırasında ve Birinci dünya savaşı so­ nan'a yaptırdığı Rüstempaşa camisi‘ve nunda uğradığı işgaller nedeniyle hemen bedestenidir (aslında cami, medrese, hemen yarı yarıya tenhalaştı. Cumhuriyet imaret, hamam, bedesten, kervansaray dönemindeki ilk sayımda (1927) ancak 14 ve kitaplıktan oluşan bir külliye ¡dİ). 1553 387 kişi olan nüfusu 1950’li yılların sonları­ tarihli caminin önünde kurşun kaplı çatıyla na kadar uzun bir duraklama geçirdi; 1950' örtülü, beş köşeli, mermer şadırvan var­ de 15 696 iken, daha sonra giderek bü­ dır. Yanlara taşkın, çift revaklı son cemaat yüyen bir hızla artarak 1960'ta 23 987’ye, yerinin, dıştaki revakları ahşap çatı, içte1970'te 35 387'ye, 1980’de 52 093'e kiler ortada tonoz, yanlarda ikişer kubbey­ ulaştı; 1990'da İse 80 000’i aştı. Kentte le, kare planlı ana mekân, tonoz bingiler­ en gelişmiş sanayi kolları besin ve İspir­ le köşelerdeki taşıyıcı payelere oturan bir tolu içki (Tekel şarap ve rakı fabrikaları) kubbeyle örtülüdür. Kubbe alçı kabartmalı sanayileridir. Yakın çevresindeki kıyılar­ çiçek ve çelenk motiflerinin dışında yalın­ da gelişen yaz turizmi, Çerkezköy’de do­ dır. Dikdörtgen silmeli mihrap, mukarnaslı ğan yeni sanayi yöresi, Tekirdağ ve Ban­ bir niş biçimindedir Mermer minberin yan dırma limanları arasında birkaç yıl önce yana ve korkulukları geometrik oymalıdır. başlayan ro-ro seferleri kente yeni işlev­ Ceviz ağacından kapı kanatları sedef ve ler ve hareketlilik kazandırmıştır. fildişi kakmalıdır. K.-B.'da tek şerefeli, çok köşeli minare yükselir. Cami 1841'de Ab• TARİH. Coğrafi konumu nedeniyle stra dülmecit döneminde onarılmıştır Altı kub­ tejlk önem taşıyan bir geçit bölgesinde beli, dikdörtgen planlı bedesten, cami­ bulunan kentin eski adının (Tekfurdağı), nin B.'sında yer alır Taş ve tuğla örgülü ya­ güney-batı'sında uzanan ve bizans tekfur­ pının dört girişi vardır. Kubbeler sivri ke­ larının adıyla anılan dağ kütlesinden gel­ merlerle bağlanmış iki kalın payeye otu­ diği ileri sürülür. Avrupa'yı Asya'ya bağla­ rur. Bedesten ve çevresi 1983'te yeniden yan İstanbul ve Çanakkale boğazları ara­ düzenlenmiştir. Tekirdağlı Ahmet Ağa ta­ sında yer alan kent, kuruluşundan sonra rafından yaptırılan Eski caml'de (1830 sırasıyla Traklar (İ.Û. 4000), Phryglalılar /1831), son cemaat yeri iki katlıdır ve düz (İ.Û. 1200), MakedonyalIlar (İ.Û. 725), Ro­ çatıyla örtülüdür. Sundurmak taçkapıdan malılar (¡.O. 168) ve Roma imparatorluğu' ana mekâna geçilir. Burası dikdörtgen nun ikiye bölünmesi üzerine (İ S. 395) pa­ planlı olup, üç yandan kadınlar mahfiliyle yına düştüğü Bizanslılar’ın (Doğu Roma çevrilmiştir. Altı köşeli mihrap nişi istiridye İmparatorluğu) egemenliğinde kaldı. Dör­ motiflidir, alınlık kıvrıkdallar ve çiçek mo­ düncü haçlı seferi sırasında İstanbul'da tifleriyle süslenmiştir. Avluda yer alan ah­ kurulan Latin imparatorluğu'nun deneti­ şap çatılı, sekizgen planlı mermer şadır­ mine girdi (1204). Latin imparatorluğu’na van (1836), yazıt kuşakları ve panolarla son veren Bizanslılar'ca geri alındı (1261). bezenmiştir. Sinan Ağa’nın yaptırdığı Orhan Gazi döneminde Süleyman Paşa (1854/1855) Orta cami, kubbeli, dikdört­ komutasında Rumeli’ye geçen türk akın­ gen planlı ana mekân ile buna eklenmiş cıları tarafından fethedilerek osmanlı top­ kare bölümden oluşur; önünde ahşap ça­ raklarına katıldı (1357). Murat l'in Anado­ tılı, iki katlı son cemaat yeri vardır Yapı balu'dan gâtirttiği türkmen ve tatar göçmen­



Tekirdağ genel görünüm



Tekirdağ 11362



rok süslemeleriyle (akanthos başlıklar çelenkler) dikkati çeker Bu yapıların dışında yanında Haşan Efendi'nin türbesinin bulunduğu Hasanefendi camisi (1590), Can Paşa'nın yaptır­ dığı Canpaşa ya da Gümrük camisi (Ha­ cı Yusuf Efendi tarafından genişletildi, 1912 depreminde yıkıldı), Salih Ağa'nın in­ şa ettirdiği Salihiye camisi belirtilebilir. Ma­ car prensi Ferenc Râköczy'nin kaldığı (1720-1735) ev günümüzde Râköczy mü­ zesi olarak düzenlenmiştir. Râköczy çeş­ mesi olarak anılan mermer çeşmenin (1892'de onarıldı), 1714 ve 1738 tarihli türkçe yazıtlarının yanı sıra latince yazıtı vardır. Kentte ayrıca Namık Kemal (1942) ve Atatürk (1973) anıtları bulunmaktadır. T e k ird a ğ m ü z e s i, Tekirdağ’da, Beden terbiyesi genel müdürlüğü'ne bağlı Deniz kulübü'nde açılan müze (1967). Müzede paleontolojik (bitki ve hayvan fosilleri) ve Tarihöncesi'nden kalma buluntuların ya­ nı sıra Yunan, Roma ve Bizans dönemle­ rinden seramikler, yazıtlar, steller, sütun başlıkları ve çeşitli yapı öğeleri, heykeller, kil heykelcikler, cam eşyalar ve sikkeler sergilenmektedir. Bir bölüm de Osmanlı döneminden etnografik yapıtlara ayrılmış­ tır (yerel giysiler, işlemeler, dokumalar, ta­ kılar, bakır eşyalar, yazıtlar vb.).



TEKİRDAĞLI BEKRİ MUSTAFA PAŞA -> MUSTAFA P aşa Tekirdağlı Bek­ ri.



TEKİRDAĞLI HÜSEYİN, soyadı Alkaya, türk pehlivan (Kırcaalı, Bulgaristan, 1908 - İstanbul 1983). Bulgaristan'dan Türkiye’ye göç ederek Tekirdağ'a yerleşti (1928). Yağlı güreşte kısa sürede ün yap­ tı. 1929’dan sonra Kırkpınar güreşlerine katıldı. 1934’te berabere kaldığı Mülayim Pehlivan ile birlikte başpehlivanlığı kazan­ dıktan sonra 1935-1942 arası üst üste se­ kiz yıl başpehlivanlığı kimseye bırakmadı. Yaşamının son günleri büyük bir yoksul­ luk içinde geçti. T E K İR O Ö L , CARMEN- SYlVA'nın türkçe adı.



TEKİROVA, Antalya'nın Kemer ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 2 345 nüf. (1990). Turizm. Yakınında, antik Phaselis kentinin kalıntıları. T E K İŞ -> ALAETTİN TEKİŞ BİN İLARSLAN.



TEKİŞLEMCİ sıf. Bir tek işlem birimi bu­ lunan bir bilişim sistemi için kullanılır. (Tekişlemci bilgisayarlar en çok kullanılan tür­ dür.) ♦ a. Tekişlemci bilişim sistemi.



TEKİT a (ar ekd'den te'kıd). Esk. 1. Sağlamlaştırma, kuvvetli bir hale getirme. —2. Üsteleme. —3. Önceden yazılmış ve gerekli süre içinde cevaplandırılmış bir ya­ zıyı yineleme. —4. Tekit etmek, sağlam­ laştırmak, üstelemek, önceden yazılan bir yazıyı yinelemek. — 5. Tekid-i lafzi, aynı sözü yineleme. || Tekid-i manevi, söyleniş­ leri ayrı, anlamı ortak olan kelimelerden her biri, eşanlamlı. || Tekid-i münasebet-i vedaiye, dostluk ilişkilerini sağlamlaştırma. —Esk. dilbilg. Tekit sıfatı, pekiştirme sıfa­ tı.



TEKKABLOLU sıf. Aktar. Tekkablolu ha­ vai hat, biı makarayla hareket ettirilen ve hem taşıyıcı, hem çekici sonsuz bir kab­ lodan oluşan havai hat. TEKKADEMELİ sıf. Tekkademeli türbomakine, tek bir çarkla donatılmış bir bü­ tünden oluşan türbomakine (türbin, komp­ resör, pompa). TEKKALE, Artvin’in Yusufeli ilçesi mer­ kez bucağına bağlı köy; 1 142 nüf. (1990). Yörede kale ve kilise (Dörtkilise) kalıntıları vardır.



TEKKANATU sıf. Havc. Yalnız tek bir tu­ tunma kanadı olan bir uçak için kullanılır. (Blâriot'nun 1909'da Manş'ı geçerken kul­ landığı Ader uçağı ve aynı dönemde ya­ pılan Antoinette ilk tektenatlı uçaklardır.



Bu uçak tipi ikikanatlı uçakların gölgesin­ de kaldıysa da, sonunda üstünlüklerini ka­ bul ettirmiştir.) ♦



a. Tekkanatlı uçak.



TEKKAPILI a. Elektron. İKİuÇLU'nun eşanlamlısı.



TEKKARARLI sıf. Elektron. Bir yandan, sürekli olarak kalabileceği kararlı bir du­ rum ve öbür yandan dönem adı verilen belirli bir süre boyunca kararsız bir durum gösteren tüplü, tranzistorlu ya da enteg­ re devreli bir montaj için kullanılır. (Mon­ taj, girişe uygulanan bir darbenin etkisiy­ le kararsız duruma geçer ve sonra, bir dönemlik süre sonunda, tekrar kendiliğinden kararlı duruma döner.)



TEKKAT sıf. Tek bir kattan oluşan. —Fizs. kim. Tekkat molekül, yalnız tek bir molekül sırasından oluşan çok ince mo­ lekül katmanı. —Tekst. Tekkat iplik, tek bir kattan oluşmuş iplik.



TEKKATLI sıf. Dokubil. Tek sıra hücre tabakasından oluşan dokuya denir.



TEKKATMANU sıf. Teknol. iç ya da dış çeperi yüksek basınç altında olan ve ge­ rek masif bir kütüğün dövülmesiyle (monoblok sistem), gerek kalıplanmış kalın sacların uç uca kaynaklanmasıyla üretil­ miş bir aygıt için kullanılır. (Örnekler: nük­ leer reaktör kabı, hidrostatik konteyner.) [çOKKATMANLI'nın karşıtıdır.]



TEKKAYNAKÇIUK - TEKGENLİK. TEKKAYNAKU sıf. Termodin. Bir sis­ temin, belirli sıcaklıktaki tek bir kaynakla ısı alışverişinde bulunduğu dönüşüm için kullanılır. (C arnof ilkesine göre tekkaynaklı çevrimsel bir dönüşüm mekanik iş üretemez.)



TEKKE a. (ar. tekye'deri). 1. Tarikatlar­ da şeyh ve müritlerin içinde yaşadıkları, ibadet ettikleri ve tarikat törenlerini düzen­ ledikleri yer; dergâh. (Bk. ansikl. böl.) —2. Tkz. işsiz güçsüz kimselerin buluşup otur­ dukları yer. —3. Arg. Esrar içilen kapalı yer. —4. Tekkeyi beklemek, bir yerde uzun yıllar kalmak. || Tekkeye kurban gel­ mek, Tanrı’nın yardımıyla bir fırsat, bir ola­ nak yakalamak. —Ed. Tekke edebiyatı, türk edebiyatının İslam tarikatları çevresinde gelişen kolu. (Bk. ansikl. böl.) —Mutf. Tekke kebabı, kuskus pilavıyla bir­ likte hazırlanan bir tür et yemeği, (irice parçalara bölünmüş kemikli koyun eti, so­ ğan, domates, tuz ve baharatla pişirildik­ ten sonra ayrı bir yerde hazırlanmış kus­ kus pilavının üzerine suyu süzülerek yer­ leştirilir; etin salçası, kuskusun üzerine dö­ külür.) —Müz. Tekke müziği, İslam dininde çeşitli tarikatların gelenek ve göreneklerini, ay­ rıca ibadetlerini devam ettirdikleri tekke­ lerde icra edilen müzik. (Kimi tarikatlar müziğe çok önem vermişlerdir. Müzik ile ilgilenmeyen tarikatlar da vardır. Ayin, ila­ hi, teşbih, nefes, tevşih, naat, şugl, tevşih tekke müziğinin formlarıdır.) —ANSİKL. Genellikle tarikat pirinin ya da öteki ileri gelenlerinin türbeleri yanında kurulan tekkeler haremlik, selamlık daire­ leri, mutfak, derviş hücreleri, kitaplık, çilehaneler, yemek odası, konuk odaları ve eski tarikat bağlılarının türbe ve mezarla­ rının bulunduğu kuruluşlardı. Tekkelerde bundan başka haftanın belirli günleriyle yine belirli kutsal gün ve gecelerde zikir ayinleriyle zikir törenlerinin yapıldığı özel bölümler de vardı. Mihraplı, kafesli, maksureli olan bu yerlere mevlevilerde sema­ hane, öteki bazı tarikatlarda da tevhthane denilirdi. Dervişliğe kabul törenleriyle şeyhliğe yükselme törenleri de burada ya­ pılırdı. Tarikat kurucusunun (pir) türbesinin bu­ lunduğu tekkeye pir evi, öteki tarikat ulu­ larının türbelerinin yer aldığı tekkeye asitane, bunların küçüklerine tekke ya da dergâh, denirdi. Yerleşik dervişlerin kal­



dıkları bu tekkelerin yanı sıra tarikat bağ­ lılarının yolculukları sırasında konakladık­ ları, ibadet ve ayin yaptıkları tekkeler za­ viye diye adlandırılırdı. Tekkelerin giderleri tekke için vakfedilen taşınmaz mallar ve özellikle vakıf toprak­ larının gelirlerinden karşılanırdı. Tekke ve zaviyelerin İslam dininin yayıl­ masında, özellikle müslüman topraklarına katılan ülkelerin halklarının gönüllü olarak müslümanlığı benimsemelerinde çok bü­ yük payları olmuştur. Bu pay, en çarpıcı bir biçimde Anadolu'nun islamlaştırılması ve İslam dininin Balkanlar'a yayılmasın­ da görülmüştür. Ayrıca türk kültürü, folk­ loru ve edebiyatının canlılığını sürdürme­ si ve geliştirilmesi, İslam ilkeleriyle türk tö­ relerinin uzlaştırılmasında da tekkelerin önemli katkıları olmuştur. Tekkeler, dinsel işlevlerinin dışında ay­ nı zamanda birer eğitim, öğretim ve sa­ nat kurumlan niteliklerini taşıdıklarından, buralardan pek çok sufi bilgin ve özellik­ le sanatkâr yetişmiş; yüksek düzeyde bir tekke edebiyatı ve musikisi gelişmiştir. Ba­ zı tekkeler spor çalışmalarıyla da tanınmış, İstanbul'da Okmeydanı'ndaki Okçular tekkesinde, Zeyrek'teki Pehlivanlar tekke­ sinde belirli dönemlerde spor çalışmaları yapılmış, çok sayıda sporcu buralarda adını duyurmuştur. 1882'de yapılan bir sayıma göre İstan­ bul'da 260 tekke vardı. Bunlardan 51'i nakşi, 40'ı kadiri, 32'si halveti, 21'i sünbüli, 15'i sadi, 14'ü şabani, 8’i bedevi (ahmedi), 7'si cerrahi, 5'i mevlevi tekkesi idi. Gülşeni, bayrami, sinani ve uşşaki tarikatları­ nın 4'er; halidilerin 3, şazelilerin ise 2 tek­ kesi vardı. Cumhuriyet dönemine kadar İstanbul ve Türkiye’nin çeşitli yörelerinde varlıkla­ rını sürdüren tekkeler, çeşitli siyasal ve top­ lumsal nedenlerle zararlı bulundu ve 30 kasım 1925 tarih ve 677 sayılı Tekke ve za­ viyelerle türbelerin şeddine (kapatılması­ na) ve türbedarlıklar ile bir takım unvan­ ların men ve ilgasına dair kanun ile kapa­ tıldı. —Ed. İslam dininin benimsenmesinden Tanzimat dönemine kadar uzanan dö­ nemde dinle ilgili konular türk edebiyatı­ nın içeriğini büyük ölçüde belirledi. Arap ve İran edebiyatlarından kaynaklanan di­ van edebiyatı tevhit, münacat, miraciye gi­ bi ürünlerinde şeriata uygun İslam inanç­ larını ve düşüncesini yansıtıyordu. Divan edebiyatının dayandığı tasavvuf düşünce­ sinin farklı yorumlarından doğan tarikat inançları divan edebiyatında da etkilerini göstermişti. Birçok divan şairi çeşitli tari­ katların üyesiydi. Örneğin Şeyh Galip, Neşati mevlevi şeyhiydi; Naili halvetiydi. Bu tür şairler tarikat inançlarını divan edebi­ yatının dil ve anlatımıyla konu ediniyordu. Alevi-bektaşi ya da melami-hamzavi top­ luluklarının inançlarını dile getiren edebi­ yat yapıtları ise büyük ölçüde halk edebi­ yatından besleniyordu. Farklı tarikatların tekkelerinde tarikat inançlarını dile getiren, tarikat öğretilerini halk topluluklarına ya­ yan ve halk şiirinden kaynaklanan dinsel ürünler okunuyordu. Hece vezniyle ve dörtlüklerle söylenmiş bu ürünlerden başlıcaları şunlardır: ilahi (bektaşilerde nefes, alevilerde deme, mevlevilerde ayin, gülşenilerde tapuğ, halvetilerde durak, baş­ ka tarikatlarda cumhur), devriye, şathiye. Düzyazı yapıtlar tekkelere devam eden halktan okurlara ve dinleyicilere seslendiği için sade bir dil ve anlatımla kaleme alın­ mıştır. Bunlar arasında tarikat ulularının destansı yaşamöyküleri olan menakıpnameler (Hacı Bektaş, Emir Sultan, Kaygusuz Bebe menakıpnameleri vb.), din inançlarını, tarikat öğretilerini konu edinen yapıtlar (Müzekk in-nüfus [Eşrefoğlu Ru­ mi], Budalaname [Kaygusuz Abdal], 7arikatname [Aziz Mahmut Hüdayi]) vb. yer alır. Bu edebiyatın temsilcileri arasında şu adlar sayılabilir: yeseviliğin kurucusu Ah­ met Yesevi, Taptuk Emre dergâhına bağ­ lanmış olan Yunus Emre bayramiliğin ku­ rucusu Hacı Bayram Veli, kadiriliğin eşre-



'filik kolunu kuran Eşrefoğlu Rumi, halvetiliğin mısrılik kolunu kuran Niyazi-i Mısri, hâlvetiliğin sinanilik kolunu kuran Ümmi Sinan'ın halifesi Seyit Seyfullah, celvetiliğin kurucusu Aziz Mahmut HCıdayi, alevi -bektaşi topuluğundan Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Kaygusuz Abdal, melami -hamzavi topluluğundan Ahmet Sarban, Muhyi, Gaybi Sunullah vb. ( — Kayn.) T e k k e , Amasya'nın Taşova ilçesine bağlı bucak; 14 281 nûf. (1990); 17 köy. Merkezi Akınoğlu, 2 758 nüf. (1990).



T E K N E burnu, antik Mastusia, Geli­ bolu yarımadasının G.-B. kıyısında burun.



T E K K E K Ö Y , Gümüşhane' nin merkez ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 2 080 nüf. (1990). Köydeki Babaçağırgan türbesi (1582), kare planlı, içten kubbe, dıştan piramit biçimi bir külahla örtülü bir yapıdır. B.’sına daha sonra dikdörtgen planla bir mekân eklenmiştir. T E K K E K Ö Y , Orta Karadeniz bölü­ münde Samsun İline bağlı ilçe; 48 730 nüf (1990); 33 köy. Merkezi, Samsun’un 11 km doğusunda Tekkeköy, 11 351 nüf. (1990).



T EK K EK Ö Y höyüğü, Samsun'un Tek­ keköy ilçesinde-höyük; Samsun-Çarşamba demiryolu üzerindedir. 1940-1941'de yörede araştırmalar yapan Kılıç Kökten, Nimet Özgüç ve Tahsin Özgüç tarafından saptandı. Burada bir kaya sığınağında Yontmataş dönemine inen on kültür katı belinlendi ve çok sayıda taş gereç (el bal­ taları, çakmaktaşı ve obsidyenden bıçak­ lar) ile hayvan kemikleri ele geçti. Tütün tarlalarında da ilk Tunç çağdan bir mezar­ lık ve Hitit döneminden seramikler ortaya çıkarıldı, ilk Tunç çağ mezarlığında ölüler doğrudan toprağa hoker durumunda gö­ mülmüş, yanlarına ölü armağanları (sera­ mikler, bıçak, kama gibi aletler, takılar) bı­ rakılmıştı. T E K K IM C I sıf. Opt. Yalnız tek bir kırıl­ ma oluşturan bir madde için kullanılır.



TEKKIRILM ALI sıf. Opt. Basit bir kırıl­ ma oluşturan bir madde için kullanılır.



T E K K İP Lt sıf. Fiz. Tek bir elektroman­ yetik kip kabul eden ya da böyle bir kiple çalışan.



T E K K İR A Z , Ordu’nun Ünye İlçesine bağlı bucak; 23 307 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Tekkiraz, 5 331 nüf. (1990).



T E K K İŞ İL İK sıf. Oto. Özellikle otomo­ bil yarışları için düzenlenmiş ve yalnız bir oturma yeri olan bir otomobil için kullanı­ lır.



TEKKOLLU sıf. Nalbantl. Tekkollu nal, sünbük bölümü ve tek bir kolu bulunan, nalın içe doğru kaymasını önlemek için terbide bir yaprak çıkarılmış, tayların ayak­ larında düşeylik bozukluklarını tedavi et­ mek için kullanılan nal. TEKKONUMLU sıf. Elektrotekn. Tekkonumlu bağlaç, iki bölümü birbirlerine gö­ re, ancak tek bir göreli konumda birleşebilen akım prizi, birleştirici ya da çokkutuplu uzatma kablosu.



Tİ£KKORDONLU sıf. Telekom. Otoma­ tik olmayan bir sarıtralda, bağlantıları kur­ maya yarayan ve ucunda tek bir jack fişi bulunan kordon. TEKKÖKLÜ sıf. Tekköklü diş, bir tek kö­ kü olan dişe denir.



TEKKRİSTAL a Krist. Kafessel düzlem­ leri bütün hacim içinde düzgün bir yön­ lendirmeye sahip olan ve birbirlerine gö­ re az ya da çok düzensiz küçük hacimle­ re (tane ya da alttarıe) bölünmemiş homo­ jen kristal. —ANSİKL. Metalürj. Metal parçalar normal olarak kristalli kütleler biçiminde çok sa­ yıda kristallerden meydana gelir. Katılaş­ ma olaylarının yanı sıra esnek ve plastik biçim değiştirmeleri incelemek ya da ya­ rıiletken elemanlar elde etmek için tekkris-



tallerden meydana gelen deney çubukları ya da örnek parçalar hazırlamak gerekir. Bir tekkristal metalin türüne, elementin boyutu ya da biçimine göre, ya değişik fi­ ziksel yöntemlerle, ya laboratuvar yöntem­ leriyle ya da yarıiletkenlerin yapımında kullanılan tekkristallerde olduğu gibi du­ yarlı sanayisel yöntemlerle elde edilir. Bu işlemler genel olarak 1. yatay ya da dü­ şey bir pota içinde hazırlanan eriyik ha­ lindeki metal bir banyonun yavaş yavaş ve denetimli olarak katılaştırıIması; 2. ergimiş durumdaki bir metal banyosu içine daldı­ rılan soğutulmuş bir taşıyıcının yavaş ya­ vaş ve düzenli biçimde çekilerek tekkristalli bir telin elde edilmesi; 3. hafifçe kritik bir biçim değiştirme işlemine uğratılmış bir deney çubuğunun yeniden kristallendirilmesi (çok iyi belirlenmiş bir sıcaklık/za­ man bağıntısına göre ısıtılarak sağlanan yeniden kristallendirme, deney çubuğu içinde yalnız tek bir kristalin gelişmesini kolaylaştırır) biçiminde uygulanır. Bütün bu yöntemler özel koşullar altın­ da çok iyi yönlendirilmiş bir kristal çekir­ değinden yola çıkılarak (tekkristalli ele­ ment bu çekirdeğin üzerinde gelişir) de­ ney çubuğunun eksenine göre belli bir kristal yönlenmesi olan tekkrlstallerin elde edilmesini sağlar. Tekkristaller sanayide, piezoelektrik düzenekler, güneş toplayıcı­ ları ve yarıiletkenlerin yapımında kullanı­ lır. —Polim. Seyreltik çözeltilerden küçük bo­ yutlu çeşitli tekkristaller elde edilebilir. Elektron mikroskopu altında yapılan ince­ leme, bu tekkristallerin genellikle eşkenar dörtgen tabanlı koşut yüzlü biçimlere sa­ hip olduğunu göstermiştir. Tekkristallerin taban boyutları 10-100 |xm arasında de­ ğişirken, kalınlıkları birkaç yüz angströme ulaşabilir. Boyutları, birkaç bin angströme varabilen makromolekül zincirlerinin ta­ ban düzlemine dik olduğu kanıtlanmıştır. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için zincir­ lerin birçok kez üst üste katlandığı kabul edilir.



TEKKÜtİSTALLİ sıf. Krist. Tekkrıstallerden oluşan bir madde için kullanılır.



TEKK U YU PLU sıf. Elektrotekn. Tek bir kutbu olan. O- a. Fiz. Yalnızca kuzey ya da güney kut­ buna sahip olduğu düşünülen varsayım­ sal manyetik tanecik. — ANSİKL. Her ne kadar pozitif ya da ne­ gatif elektrik yüklerini yalıtlamak mümkünse de, manyetik cisimler daima bir kuzey kut­ buna ve bir de güney kutbuna sahip "çiftkutuplu" görünümdedir. Bu, Ampâre'e borçlu olduğumuz ve manyetik alanların tek kaynağının elektrik akımları olduğunu ifade eden varsayım çerçevesi içinde an­ laşılabilir. Gerçekten de küçük bir akım halkası bir mıknatısa eşdeğerdir. Bunun­ la birlikte, elektrik ile manyetiklik arasında biçimsel bir bakışım kurmak üzere, yalı­ tılmış manyetik kutupların (ya da yüklerin) varlığı göz önüne alınabilir. Dirac 1931’de manyetik tekkutupluiarın kuvantal kuramı­ nı incelerken bu kuramın, o zamana dek hiçbir başka kuramın açıklamamış oldu­ ğu biçimde elektrik yükünün de kuvantalanmasını zorunlu kıldığını gösterdi. Bu­ güne dek yapılmış çok sayıda deneysel araştırmanın hep olumsuz sonuçlar ver­ miş olması nedeniyle, tekkutupluiarın var­ lığı varsayımsal kalmaktadır; bununla bir­ likte 1982'de Stanford’da yapılmış olan bir deneyde ilk kez ciddi olarak olumlu bir ipucu bulunmuş görünmektedir.



T E K K U V V EYU sıf. Ceb. Birim elema­ nı e olan bir birim halkanın tekkuvvetli ele­ manı, halkanın x - e nin sıfırkuvvetli oldu­ ğu x elemanı. TEK K Ü REK Lİ şif. Zool. Küreğe benzer tek organı olan. (Özellikle suda yaşayan eklembacaklıların ayakları için kullanılır.) [İKİÇATALLI ile karşıtlaşır.] TEKLEM E a. Teklemek eylemi. — Isıl



mot. Bir



ısıl



motorda, bir ya da bir­



kaç silindirin çalışmasında meydana ge­ len ani bir kesinti sonucunda hafif bir gü­ rültüyle birlikte görülen olay. (Bk. ansikl. böl.) — A n s i k l . Isıl mot. Tekleme, hatalı b ir ateşlemeden (ateşlemenin uygun o lm a ­ yan bir zamanda gerçekleşmesi ya da h iç olmayışı), karışımın tam gerçekleşmeme­ sinden (soğuk havalarda püskürtmenin olmayışı, donma), yakıtın ani olarak k e s il­ mesinden ve nihayet supapların kuman­ da sistemindeki bir düzensizlikten kaynak­ lanabilir. T E K L E M E K g. f. Fidelen teklemek, da­ ha seyrek bir duruma getirmek. gçz. f. 1. Motor sözkonusuysa, pisto­ nunun biri çalışmamak. —2. Tkz. Bir or­ gandan söz ederken, işleyişinde bir ak­ saklık görülmek: Kalbi teklemek. —3. Ke­ kelemek ya da bazı sözcüklerde takılmak. T E K L İ sıf. Mant. 1. Ancak tek bir olanaklı yeri bulunan, ancak bir tek kanıtı olabilen bir öğe için kullanılır. (Bu yüzden tekil fonksiyonel simgeler, tekli yüklemler var­ dır.) —2. Tekli yüklem, tek yerli yüklem [P(x) ["x çifttir” diye okunabilir] bir tekli yüklemdir], —Fotogram. Tekli ölçme kamerası (Mét­ rique pour les clichés uniques), fotogrametrik ölçme işlerine elverişli nitelikte tek resim alımı yapmaya yarayan kamera. —istat. Tekli sınıflama, bir toplulukta tek bir özellikle Ilgilenildiğinde, elde edilen ve­ rilerin yalnız bu özelliğe göre sınıflanma­ sı. —Sil. Tek tek atış yapabilen bir silah için kullanılır. T E K L İ? a. (ar. külfet'ten teklif). 1. ince­ lenmek ya da kabul edilmek üzere bir şey sunma, önerme; bu amaçla öne sürülen görüş, düşünce; öneri: Meclis'e yeni bir kanun teklifi sunmak. Bana yardım tekli­ finde bulundu. Evlenme teklifinizi kabul ediyorum. Size bir teklifim var. —2. Bir kimseden, bir şey yapmasını isteme. —3. içten olmayan, resmi davranış: Aramızda teklif mi var, bana istediğin saatte gelebi­ lirsin. —4. (Bir kimseye, bir gruba) bir şey teklif etmek, onu, o kimsenin değerlendir­ mesine, onayına sunmak: Haftaya tekrar toplanmamızı teklif etti. Alıcı, bana ara­ bam için gülünç bir fiyat teklif etti. Bir kim­ seye evlenme teklif etmek. —5. Bir kim­ seyi, bir iş, bir görev için teklif etmek, o işe, o göreve aday göstermek; önermek. —6. Teklif tekellüf, senlibenli, samimi ol­ mama durumu, resmiyet: Aramızda teklif tekellüf mü var? —Esk. Teklif-i ham, kabul edilmeyecek ka­ dar ağır ve uygunsuz teklif. || Teklif-i ma -la-yutak, yapılması mümkün olmayan ağır teklif. || Teklif ü tekellüf, teklif tekellüf, resmi, soğuk ve çekingen olma hali. —Ask. denize. Teklif bayrağı, düşmanla konuşmak ve görüşmek için yollanan bir filikaya ya da gemiye çekilen beyaz bay­ rak. —Bors. Aleni alım teklifi, borsa düzeni içinde uygulanan ve bir gerçek ya da tü­ zel kişinin, bir şirketin hissedarlarına elle­ rindeki hisseleri belli bir süre içinde ve bel­ li bir fiyata satın almaya hazır olduğunu İlan yoluyla duyurması İşlemi. (Bunu, port­ föyünde bulunan ya da yeniden ihraç edeceği hisse senetleriyle belli bir oran üzerinden değiştirme suretiyle de yapa­ bilir. O zaman buna “ aleni değiştirme teklifi” denir.) || Aleni satış teklifi, borsada kayıtlı bir şirketin hisse senetlerini elinde bulunduran bir gerçek ya da tüznl kişinin, bu hisselerden önemli bir miktarı sabit bir fiyatla ve belli yöntemlere göre satmayı ilan yoluyla duyurması işlemi. (Çoğu Batı ülkelerinde uzun süreden beri uygulanan ve sanayide yapısal değişikliklere olanak veren aleni alım ve satım teklifleri meka­ nizması, henüz Türkiye’de sermaye piya­ sası sistemine girmiş değildir.) —Huk. Teklif mektubu, ih a le y e k a tıla n la rın yapılacak iş iç in ö n e rd ik le ri b e d e li g ö s ­ teren yazı. (Teklif mektubunda ş a r tn a m e - '



mesafe bırakmayan, patavatsızca ve uy­ gunsuz davranışları olan kimsenin duru­ mu ve davranışlarınım özelliği. T E K L İK a. 1. Tek olma durumu. —2. Tek olanın ayırtedici özelliği. —3, Ara. Li­ ra: Bayıl bakalım tekliği. —Farklar ruhbil. Bir değişkenin, incelenen öbeğin öteki değişkenlerinde ve sözü ge­ çen değişkende bulunan ortak etkenler­ ce açıklanamayan farkı. —Fiz. Çokluluk değeri 1 olan, çokelektronlu bir sistemin durumu. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Teklik durumundaki bir siste­ min, sistemdeki bütün elektronların spinierinin bileşkesine eşit olan S spin açısal momenti sıfırdır, iki elektronlu bir sistem için teklik, üçlülüğün karşıtıdır- teklik du­ rumunda, sözkonusu iki elektronun spinleri birbirine terskoşuttur (S=1/2 -1 /2 -0 ); üçlülük durumunda ise her iki spin de bir­ ahşap tekneli tavan eski türk mimarisinden bir örnek



nin okunup kabul edildiği belirtilir; öneri­ len bedel rakam ve yazıyla yazılarak im­ zalanır.)



TEKLİFAT, -ti çoğl. a. (ar. teklifin çoğl. teklifat) Esk. Önermeler. T E K L İF L İ sıf. 1. Kendisi ile içlidışlı olun­ mayan, teklif ve saygı ile davranılan kişi; resmi: Teklifli bir konuk. —2. Teklif ve saygı ile yapılan: Teklifli bir konuşma biçimi.



TEKLİFN AM E a (ar. teklif ve fars. -na­ m eden teklif-name). Teklif mektubu. T E K L İF S İZ sıf. 1. Doğal, dostça, rahat bir kimse; ona özgü davranış biçimi için kullanılır: Teklifsiz bir söyleşi. Teklifsiz bir anlatım biçimi. —2. Saygısız değilse de patavatsızca davranan, sakınımsız bir kim­ se; bu kimseye özgü davranış biçimi için kullanılır; laubali: Teklifsiz konuşmalardan hiç hoşlanmam. —Dilbil. Konuşmalarda, hatta yazıda da, yaygın biçimde kullanılan, ama kimi top­ lumsal ilişkilerde ve ciddi üsluplu yazılar­ da yadırgatıcı bir nitelik taşıyan sözcük, yapı ya da üslup için kullanılır. ("Teklifsiz" dil düzeyi standart dilden bir sapmayı be­ lirtir; örneğin turlamak gezinmek'e oran­ la teklifsiz dilde yer alan bir öğedir.) || Tek­ lifsiz konuşma, kaba saba, hatta açık sa­ çık konuşma. Saint-Nazaire Atlas okyanusu tersanelerinde, bir yiik gemisinin inşası sırasında tekne üzerine baş bodoslaması blokunun yerleştirilmesi



T E K L İFSİZ C E be. Teklifsiz bir biçimde: Teklifsizce görüşmek. Teklifsizce yatağımın kenarına oturdu.



T E K L İFSİZ L İK a. 1 . Doğal, yapmacık­ sız, samimi bir kimsenin durumu; bu kim­ senin davranışlarının özelliği. —2. Arada AJsthom-Atlantique



birine koşuttur (S=~ 2 ~ + —



=1) ve top:



lam spinin doğrultusuna göre olası üç du­ rum vardır. Teklik terimi, durumların sınıf­ landırılması, hangi fiziksel büyüklüğe gö­ re yapılırsa yapılsın, genel olarak çokluluğu 1 olan her duruma uygulanır: böylece örneğin a>mezonu bir eşspın tekliğidir. Y E K L İL a. (ar. iklil'den teklil). Esk. Taç­ landırma, taç giydirme. T E K L İS a. (ar. kils'ten teklis). Esk. Kireç haline getirme, kireçleştirme. T E K M A N , Doğu Anadolu bölgesinde Erzurum iline bağlı ilçe; 34 184 (1990); 2 197 km2; merkez bucağı dışında 1 bu­ cak, 68 k'öy. Merkezi, Erzurum’un 49 km G.-D.’sunda Tekman. 3 150 nüf. (1990). Hayvancılık.



TEKM ANİ a Psik. Esquirol’a göre zihni kısmen etkileyen her türlü ruhsal hastalık. (Esquirol böylece düşünsel tekmanileri [hezeyanlar], yargı yeteneğinin bozulmadığı duygusal tekmanileri ve içgüdüsel tekmanileri [itkiler] birbirinden ayırdı.) T E K M E a. 1. Ayakla yapılan vuruş. —2. Tekme atmak, ayakla kuvvetlice vurmak. || Tekme yemek, bir kimsenin attığı tekme­ den etkilenmek, kendisine tekme vurul­ mak. —Esk. Hayvanın art ayağıyla yaptığı vu­ ruş; çifte. T E K M E C L İS Ç İL İK a. Parlamentonun tek meclisten oluştuğu siyasal sistem. (Türkiye’de 1961 Anayasası’na göre Par­ lamento Millet Meclisi ve Cumhuriyet Se­ natosu olmak üzere iki meclisten oluşu­ yordu. 1982 Anayasası tek meclisli siste­ mi benimsedi.) T E K M E L E M E K g. f. 1. Bir kimseyi, bir hayvanı, bir şeyi tekmelemek, ona tek­ meyle vurmak, tekme atmak. —2. Çifte atmak, çiftelemek (esk ). tekm elenm ek edilg. f. Tekme atıl­ mak. tekmeyle vurulmak. T E K M E L E N M E K - TEKMELEMEK. Y E K M E L İK a. Bazı sporlarda, özellikle futbolda, kavalkemiğini korumaya yarayan kalın kauçuk ya da plastik parça.



T E K M E N , İçel’in Bozyazı ilçesine bağ­ lı belde; 3 028 nüf. (1990). Belediye.



TEKM İD EÜ sıf. Midesi dört gözlü olan gevişgetirenlere karşıt olarak midesi tek gözlü olan evcil hayvanlara (domuz, kü­ mes hayvanları) denir.



TEKM İL a. (ar. kemal'den tekmil). 1 . Esk. Tamamlama, bitirme. —2. Tekmil ha­ berinin kısaltması. —3. Ask. Tekmil habe­ ri, ast birlik komutanının üst birlik komu­ tanına, sözlü olarak bildirdiği günlük vu­ kuat raporu. (Amir tarafından ast birlik ko­ mutanına emrolunan herhangi bir görev ya da hizmetin başarıldığını bildiren ha­ bere de aynı ad verilir.) || Tekmil vermek, alınan emirler üzerine yapılan hizmetleri amir ya da üst kademe komutanına, söz­



lü olarak açıklamak ve duyurmak. —Esk. Tekmil-i setasin, ay görülemediği zaman, arabi ayı otuz güne tamamlaya­ rak günü belirlemek. ♦ sıf. Tüm, bütün: Onun bakışlarından, deliliklerinden tekmil ev halkı korkuyordu. T E K M İL E a. (ar. kemal'den tekmile). Esk. Tamamlamak için yapılan şey; ek. T E K M İL L E M E K g. f. 1. Bir şeyi tekmillemek, tamamlamak, bitirmek, —2. Arg. Öldürmek. TEKM O TD R LU sıf. Havc. Tek bir motor­ la donatılmış bir uçak için kullanılır. —Dy. Dingilleri tek bir karter içine yerleş­ tirilmiş bir dişli takımı sayesinde bir tek motorla hareket ettirilen elektrikli ya da Diesel-elektrik lokomotif bojisi. ♦ a. Tekmotorlu uçak. TEKN (O )-, TEKNİ-, -TEKNİK, yun. tekne, yöntem, teknik’ten, önek ya da sonek olarak birçok sözcüğün bileşimine girer: teknoloji, zootekni, politeknik. TE K M E a. 1. Türlü işlerde kullanmaya yarayan, çoğunlukla ağaçtan oyulmuş bü­ yük ve derin kap: Çamaşır teknesi. Ekmek teknesi. —2, içine girip yıkanılan fayans ya da dökme demirden büyük kap: Ban­ yo teknesi. —3. Tekne kazıntısı, yaşı iler­ lemiş bir kadının son doğurduğu çocuk için şaka yollu söylenir. —Bes. san. Pastırmacılıkta, içinde çemen karılan tahtadan yapılmış büyük kap. —Denize, iç sularda (nehir, göl) ve deniz­ de seyredebilen her boyda yelkenli, kü­ rekli ya da motorlu deniz taşıtlarına veri■ e n genel ad. || Bir geminin su yüzeyine oturan ve direkler ile donanım dışında, ka­ burgalar, döşek postaları, kemereler, boy­ lam kuşakları, borda levhaları, bölmeler ve güvertelerden oluşan gövdesi. (Tekne ağırlığı, gemilere göre, gemi deplasma­ nının % 25 ile % 40’ı arasında değişir.) —Foto. Fototiplerin işlenmesinde kullanı­ lan, boyutu fotoğraf kâğıdının ve plakala­ rının boyutlarına göre değişen ve pek de­ rin olmayan dikdörtgen kap. —Havc. Bir deniz uçağı gövdesinin, su kesiminin altında yer alan alt bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —inş. Duvarcıların alçı, harç, toprak, çi­ mento, kireç vb. karmada kullandıkları bü­ yük kap. —Kâğ san. Kâğıt üretiminin çeşitli aşa­ malarında, ağartma suyunun ya da seyreltik haldeki kâğıt hamurunu toplamaya yarayan, bir karıştırma düzeneğiyle dona­ tılmış tank. (Eşanl. büte .) —Mad. oc. Yıkama teknesi, cevherleri el­ le yıkamada kullanılan ve birkaç desimet­ re derinliğinde yuvarlak bir tabladan olu­ şan yıkama aracı. (Yıkama teknesi genel­ likle koni biçiminde yassı bir kaptır; içine yıkanacak malzeme ya da alüvyon kon­ duktan sonra, tabla yukarı doğru hareket ettirilerek çenYoersel bir hareketle sallanır; bu sırada en yoğun mineraller (örneğin al­ tın parçacıkları) dibe çökerken, en hafif parçalar suyla birlikte dışarı atılır. (Eşanl. TAVA.) || Lavuarlarda özgül ağırlık farkın­ dan yararlanarak sürekli cevher ya da kö­ mür yıkamada kullanılan kap. (Günümüz­ de yalnız sınırlı sayıda lavuarda bulunur.) M —Mim. Tavanları ve tonozları bezemede kullanılan, çevresi silmeler ortası oyma bir motifle süslü bölme. (Bk. ansikl. böl.) || Fıs­ kiye teknesi, bir çeşmenin yalağı üstüne yerleştirilen geniş, ayaklı tekne. (Anıtsal çeşmelerde su çoğu kez, üst üste yerleş­ tirilmiş birkaç tekneden dökülerek akar. Bir duvara yaslanan çeşmelerde yarım tekneler bulunur.) —Müz. Çalgılarda, tellerin titreşimini yük­ seltmeyi sağlayan, ahenk tablasıyla kaplı oyuk. (Teknenin yapısı, çalgının çıkardığı sesin niteliğini belirler.) —Sig. Tekne sigortası, nakliyat sigortala­ rında, deniz taşıtlarının kaybolması ya da



hasara uğramasına karşı yapılan sigorta. —Su tır. kül. Kuluçka teknesi, su ürünleri, özellikle balık üretiminde kullanılan ve yu­ murtaların kuluçkalanmasına yarayan yay­ van kap. —Sütç. Peynir teknesi, beyazpeynir yapı­ mında, sütün mayalanıp pıhtılaşması için kullanılan, yaklaşık yüz litre hacmindeki dörtköşe sığ kap. —Tekst. Nemlendirmek için, içinde doku­ manın ıslatıldığı kap. || Boya teknesi, bo­ ya banyosu ile boyanacak malın birlikte yerleştirildiği kap. (Kimi kez birçok bölme­ ye ayrılan bir boya teknesinde, mallan ayı­ ran ve boya banyosunu ısıtmayı, boyarmadde ve kimyasal ürünler eklemeyi sağ­ layan delikli perdeler bulunur. Bu tekne, genellikle bir buhar tasarrufu sağlayan ve boya atölyelerinde nem oluşumunu azal­ tan bir kapakla donatılır.) ♦ sıf. Tekne biçiminde olan şey için kul­ lanılır. Jeomorfol. Tekne vadi, dibi düz, yamaç­ ları dik vadi. (Bu terimin anlamı, buzullar tarafından açılan bu tip vadilerle sınırlı kal­ mıştır. Bu yüzden, bu terimle birlikte bir sı­ fat kullanmak yerinde olur [buzul tekne vadi], çünkü bu biçimdeki pek çok vadi buzullardan kaynaklanmaz.) — ANSİKL. Have. Bir deniz uçağı teknesi­ nin biçimi, bir su düzlemine iniş ve bir su düzleminden kalkış yapabilecek şekilde düzenlenmiştir. Aerodinamik ve hidrodina­ miğin genellikle çelişik özelliklerini bağ­ daştıran bu teknikte, teknenin dibinde, ilerleme yönüne düşey olarak yerleştiril­ miş ve deniz uçağının sudan kesilmesini kolaylaştıran bir ya da birçok düşey per­ de bulunur: bunlar sef/er'dir. Yeterli hıza ulaşıldığında, tekne hafifçe yükselir ve de­ niz uçağı havalanana kadar bu setlerden yalnız biri suya temas eder. —Mim. Tavan ya da tonozları teknelerle be­ zeme uygulamasının çeşitli öğelerden kay­ naklandığı öne sürülebilir: çerçeveli bir ma­ rangozluk levhası, taş bir tavanda boşaltıl­ mış döşeme plakları (Yunanistan) ya da tuğlalarla kafesli olarak örülmüş bir tonoz­ da harçla doldurulmuş petekler (Roma). Türk sivil mimarlığında yaygın kullanımı olan tavan tekneleri biçim, orantı, plan, dü­ zen ve motif açısından büyük çeşitlilik gös­ terir. Bunlar, çoğu kez döşeme mozaiği ya da duvar lambrileriyle uyum içindedir.



TEKNE bumu, Ege denizi'nde, Çeşme yarımadasının Sakız boğazı kıyısında, Çeşme'nin yaklaşık 8 km G.-B.'sında çıkın­ tı; Akburun'un K.'inde.



TEKNECİ a. Teknesi, yatı olan kimse. TEKNEPINAR, Samsun'un merkez il­ çesi merkez bucağına bağlı köy; 1 080 nüf. (1990).



TEKNESYUM ya da TEKNETYUM a. (fr. technétium; yun. tekhnetos, yapay' dan). Atom numarası 43 olan kimyasal ahşap teknelerle süslü bir tavan Chantilly şatosu’nun (Oise) Cerfs galerisi XIX. yy.'ın ikinci yarısı Giraudon



element. (Simgesi Tc.) — ANSİKL. Anorg. kim. 1937'de molibde­



nin nötron ya da dötonlarla bombardıman edilmesi sırasında elde edilen teknesyum, atom kütlesi 98,90 olan bir elementtir ve uranyumun parçalanma ürünleri arasın­ dan ayrıştırılmıştır. Doğal hiçbir izotopu bi­ linmemektedir. Çelikte, dikkati çekecek öl­ çüde korozyon yavaşlatıcı bir etki göste­ rir. Kimyasal özellikleri bakımından renyu­ ma benzer. —Elektroradyol. Teknesyum 99 m nükle­ er tıpta çok kullanılır. Kısa dönümlü (altı saat) oluşu yüksek dozda kullanma ola­ nağı sağlar Birçok dokuya tutunabildiğinden, tiroit sintigrafilerinde (iyot 131’in ye­ rini tutar), kalp boşluklarını ve büyük da­ marları belirlemede (perteknetat biçimin­ de), karaciğer sintigrafilerinde (teknetyum koloidi), akciğer sintigrafilerinde (teknet­ yumla işaretli küçük küreler), beyin sinti­ grafilerinde (perteknetat), kemiklerde (tek­ netyum pirofosfatlar) vb. kullanılır.



TEKNİ-, -TEKNİK - TEKN(O)-. TEKNİK a. (fr technique; yun. tekhnikos, tekhne, sanat, sanayi'den). 1. Bir etkinliğe özgü uygulamaya yönelik, yöntem ve yor­ damların tümü: Suluboya tekniği. Keman tekniği. Propaganda tekniği. —2. Bir kim­ senin, bir etkinliğin uygulanmasındaki be­ cerisi, hüneri: Çok iyi tekniği olan bir mü­ zisyen.' Tekniğini geliştirmesi gereken bir te­ nisçi. —3. Belli bir sonuca varmayı sağla­ yan davranış biçimi; yöntem: Onun tekni­ ği, karşısındakinin kafasını karıştırmak için sürekli sonj sormaktır. —4. Bilimsel bilgi­ lere dayanan ve üretime yönelik yöntem­ lerin tümü: Nükleer santraların tekniği. Sa­ nayide yeni teknikler geliştirmek. —5. Bili­ min, üretim alanındaki uygulamalarının tü­ mü: Bilim ve tekniğin evrimi. —Eğit. Herhangi bir sanat, üretim ve öğ­ retim etkinliği için başvurulması gereken beceri, işlem ya da yol. —Soğut, san. Soğutma tekniği, soğutma makinelerinin tasarlanması, çalışması ve uygulanmasına ilişkin tekniklerin tümü. ♦ sıf. 1. Bir etkinliğin uygulama yönü­ ne, uygulanmasına ve bunun için gereken beceriye ilişkin olan bir şey için kullanılır: Mesleğinde belli bir teknik beceriye sahip olmak. Kemanın teknik güçlükleri. —2. Bir aracın, bir aygıtın, bir döşemin işleyi­ şine ilişkin bir şey için kullanılır: Teknik bir hata. Bu yalnızca teknik bir sorun. —3. Bir bilimin uygulanmasıyla ilgili bir şey için kullanılır: Bilgi-işlemde teknik gelişmeler. —4. Bir etkinliğe ya da bir bilim koluna özgü olan ve özel bilgiler gerektiren bir şey için kullanılır: Bir dilin teknik terimleri. —5. Uygulamacı, meslek adamı yetiştiren bir öğretim dalı; bu öğretim dalından ye­ tişen kimse için kullanılır: Teknik lise. Tek­



nik eleman. Teknik adam. —8. Tkz. Tek­ nik becerisi güçlü olan bir sporcu için kul­ lanılır: Çok teknik bir basketbolcu. —Ask. Teknik hizmet, savaşta ve barışta silahlı kuvvetlere teknik destek sağlayan bölüm. (Kimya, istihkâm, sağlık, ordudonatım, levazım, muhabere ve ulaştırma gi­ bi yardımcı sınıflann çeşitli teknik çalışma­ larının tümünü kapsar.)|| Teknik istihbarat, yabancı ve özellikle komşu devletlere ait silahlı kuvvetlerde çeşitli amaçlarla hizme­ te konmuş bulunan silah, araç ve gereç­ lerinin ad, cins, sayı ve çalışma konuları ile fiziksel nitelik ve özelliklerini araştırmak amacıyla teknik alanda yapılan çeşitli tür­ deki istihbarata verilen ad. —Eğit. Mekanik uğraşlara, sanayi ile ilgili işlere ya da uygulamalı bilimlere ilişkin. || Tekniklise, genel ve teknik eğitim dersle­ riyle öğrencilerini bir yandan orta kade­ me teknisyenlik görevleri için yetiştiren, bir yandan da özellikle teknik alanlarda yük­ seköğretime hazırlayan ve birinci sınıfları meslek liseleriyle ortak olan ortaöğretim kurumu. (Bk. ansikl. böl.) —Mil. muhs. Teknik katsayı, girdi-çıktı tab­ lolarında, bir i ürününün j dalındaki ara tü­ ketimi ile bu dalın üretimi arasındaki oran. —Polim. Teknik polimer, mühendislik iş­ lemlerinde kullanılan polimer. —Tek. res. Teknik ressam, teknik resim çi­ zen ressam. (Bir mühendisin hazırladığı verilerden yola çıkarak çalışan tasarımcı, projeyi ana hatlarıyla tanımlar, sonra araş­ tırma ressamı, projenin çeşitli işlevlerini sağlayacak organları inceler ve gösterir; son olarak teknik ressam, bütünün resim­ lerinden yola çıkarak parça resimlerini çi­ zer.) — ANSİKL. Eğit. Teknik liselerde elektrik, elektronik, tıp elektroniği, makine, motor, uçak motorları bakım ve onarımı, kalıp, makine ressamlığı, yapı ressamlığı, altyaLauros-Giraudor,



tekne vadi Lauterbrunnen vadisi [İsviçre])



taş teknelerle süslü tavan (Charente-Maritime) [Fransa] üst galerisi XVI. yy.’ın ilk



pı, üstyapı, eğitim araçları, kimya ve mikroteknik alanlarında eğitim yapılmakta­ dır. Bazı illerde 1983-1984 öğretim yılın­ dan başlayarak açılmış olan ve bir kısım derslerin öğrenimini yabancı dille yapan Anadolu Teknik liselerinde de teknik eği­ tim verilmektedir. Çeşitli teknik liseleri bi­ tirmiş olanlar iş hayatında teknisyen un­ vanıyla çalışırlar. T e k n ik e ğ it im fa k ü lte s i, Ankara'da Gazi üniversitesi'ne bağlı, mesleki ve tek­ nik öğretim okullarına atölye ve meslek dersi öğretmeni yetiştiren yükseköğretim kurumu. Cumhuriyet dönemi öncesinde devle­ tin mesleki ve teknik eğitime ilişkin belli bir politikası yoktu. Sanat okullarında görev yapacak öğretmenlerin yetiştirilmesi konu­ su ilk kez Cumhuriyet döneminde ele alın­ dı. Bu amaçla, başlangıçta yurtdışına öğ­ renci gönderildi. 1935’ten sonra sanat okullarının sayısındaki artış göz önüne alı­ narak Ankara’da Erkek meslek öğretmen okulu açıldı. Demir ve Ağaç işleri bölüm­ lerinden oluşan okula 1940-1941 öğretim yılında Döküm, Model ve Yapı bölümleri de eklendi. Okulu bitirenler sanat okulla­ rında aynı adlar altında açılan bölümlere "teknik öğretmen" unvanıyla atölye ve meslek dersleri öğretmenleri olarak atan­ dılar. Erkek meslek öğretmen okulu sıra­ sıyla Erkek teknik öğretmen okulu, Erkek teknik yüksek öğretmen okulu, Yüksek teknik öğretmen okulu adlarını aldı ve 2809 sayılı yasa'yla (1982) Gazi üniversitesi'ne bağlanarak Teknik eğitim fakülte­ sine dönüştürüldü. Öğrenim süresi 4 yıl olan fakülte, Elektrik, Elektronik ve bilgi­ sayar, Makine, Matbaa, Metal, Mobilya ve dekorasyon, Yapı öğretmenliği bö­ lümlerinden oluşur. Türkiye'de bu kuruluş dışında, İstan­ bul’da Marmara, Elazığ'da Fırat ve Afyonkarahisar'da Afyon üniversitesi'ne bağlı olarak etkinlik gösteren üç teknik eğitim fakültesi daha bulunmaktadır. M n l k o k u lla r k o m u ta n lığ ı (Hava), 23 nisan 1926'da "Uçak makinist okulu” adıyla Yeşilköy'de kuruldu, 1928'de "Flava makinist okulu”, 1949'da "Flava teknik okul­ lar komutanlığı" adını aldı. 20 ocak 1950' de, halen konuş yeri olan Gaziemir'e (İz­ mir) taşındı, 1954'te lağvedildi ve 13 eylül 1969'da bütün sınıf okullarını bünyesinde toplayarak yeniden kuruldu, Flava teknik okullar komutanlığı’nın kuruluşunda 7 sınıf okulu ve 1 öğrenci alay komutanlığı vardır Bu komutanlık, hava kuvvetlerinin ihtiyaç duyduğu subay, astsubay, astsubay ada­ yı, sivil personel ve erlere değişik sınıf, branş ve ihtisaslarda teknik ve akademik eğitim verir. Flava teknik okullar komutanlı­ ğı sınıf okullarında 13 sınıf ve branşta (uçak bakım, uçak elektronik silah ve mühimmat, muhabere, istihkâm, füze, uçaksavar, ön­ leme, kontrolör, istihbarat, ikmal, personel, levazım, maliye ve ulaştırma) subay, astsu­ bay ve erbaşlar için yılda 4 kez meslek ih­ tisas kursları açılmaktadır. l U t ı t f l t ü n i v e r s i t e - » İSTANBUL TEKN İK ÜNİVERSİTESİ.



T E K N İK Ç İ a. Tekniker, teknisyen. T E K N İK E B a. (alm. Techniker). Teknis­ yen ile mühendis arasındaki teknikçi. —ANSİKL. Meslek yüksekokullarının Milli eğitim bakanlığı'ndan YÖK'e devredilme•sinden (1981) sonra, Türkiye'de eksikliği çekilen teknik ara gücün sayıca artırılma­ sı amacıyla YÛK/Dünya bankası projesi geliştirildi. Okulların donanımı için, Dün­ ya bankasfndan Endüstriyel eğitim pro­ jesi adı altında verilen 33 milyon dolardan yararlanılması kararlaştırıldı. Proje yürür­ lüğe konulduğunda (1984), etkinliklerini sürdürmekte olan meslek yüksekokulla­ rından (toplam 52) 8’i tekniker yetiştirilmek üzere pilot okul olarak seçildi. T E K N İK Ö Ğ B E T İM a. Bir tekniğin ya da teknik yöntem ve becerilerin kazandı­ rılmasına önem veren; mühendis, teknis­



yen ve nitelikli işçi yetiştirmeyi amaç edi­ nen öğretim alanı ya da türü. ( -* M E S LE K İ- VE TEKN İK EĞİTİM.)



T E K N İS Y E N a. (fr. technicien). 1. Bir tekniği bilen ve uygulayan kimse: Elektrik teknisyeni. —2. Bir teknikte uzmanlaşmış kişi. --3 . Usta ile tekniker arasındaki tek­ nikçi. (Bk. ansikl. böl.) —Ask. have. Flava kuvvetlerinde, askeri bir uçağın kimi öğelerinin (gövde, hidro­ lik devreler ve itici) bakım ve onarımını ya­ pan uzman. (Türk hava kuvvetleri'nin tek­ nisyenleri İzmir Gaziemir’deki Flava teknik okullar komutanlığı’nda yetiştirilir.) —Dişç. Diş teknisyeni, Diş PROTEZCİSİ'nin eşanlamlısı. — A N S İK L . Teknik liselerle iki yıllık meslek yüksekokullarını bitirenler "teknisyen” un­ vanı ile iş yaşamına atılırlar. Ancak, YÖK /Dünya bankası Meslek yüksekokulları projesine göre yetişenlerin unvanı değişik­ tir. (-> TEKNİKER.) TE K N O -



-



TEKN(O)-.



T E K N O B Ü R O K R A S İ a. (fr. technobu­ reaucratie). Aynı zamanda hem teknokra­ siye, hem bürokrasiye dayanan sistem. T E K N O D E M O K R A S İ a. (fr. technodé­ mocratie). Siyasal iktidarın kullanılmasın­ da halkın temsilcileri yanında teknisyen ve uzmanların da yer aldığı çağdaş demok­ ratik sistemlerin durumu.



fg&NOEKONOMİK sıf. (fr. technoéco­ nomique). Aynı zamanda hem tekniğe, hem ekonomiye ilişkin olan. T E K N 0 G R A F İ a. (fr. technographie). Bilkur. Tekniklerin ve yöntemlerinin betim­ lenmesi. T E K N O G R A F İK sıf. (fr. technographi­ que). Bilkur. Teknografiye ilişkin. T E K N O K R A S İ a. (fr. technocratie). Ka­ rarların alınmasında uzman, teknisyen ve memurların uygulamada ya da yasal ola­ rak siyaset adamlarının yerini aldıkları si­ yasal ya da iktisadi sistem. TE K N O K R A T a. (fr. technocrate). 1. Ka­ rarları, insan etkeninden çok, teknik ya da ekonomik verilere dayanan devlet adamı ya da memuru, uygulayımcı. —2. Teknok­ rasi yanlısı. T E K N O K R A T Ç IL IK a. 1. Teknokratla­ rın tutumu. —2. Teknokratların iktidarı.



T5KNOLOO a. (fr. technologue). Tekno­ loji uzmanı. T E K N O L O J İ a. (fr. technologie; yun. tekhnologia'dan). 1. Sanayinin çeşitli dal­ larında kullanılan takım, makine ve yön­ temlerin incelenmesi. —2. Zanaat ve sa­ nayide kullanılan takım ve donanımların tümü. —3. Belli bir teknik alanda, bilim­ sel ilkelere dayanan tutarlı bilgi ve uygu­ lamaların tümü. —4. Tekniklere ilişkin ge­ nel kuram. —5. ileri teknoloji, en yeni bi­ limse! buluş ve uygulamaların kullanıldı­ ğı donanım olanakları ve yapısal düzen­ lemeler. —Eğit. Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yön­ temlerini, kullanılan araç, gereç ve aygıt­ ları kapsayan bilgi; uygulayımbilim. —ikt. Teknoloji açığı, iki ülke ya da ülke­ ler topluluğu arasında, gelişme durumu ve tekniklerin kullanımı bakımından var olan farkın (ya da gecikmenin) ölçüsü. —Uluslarar. ikt. Teknoloji transferi, geliş­ miş ülkelerin, sanayileşmekte olan üçün­ cü dünya ülkelerine teknik ve bilgi aktar­ ması. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Çağ. sant. Çağdaş dünyanın bir gerçeği olarak teknoloji, ikinci Dünya savaşı’ndaıı sonra, yeni bir plastik araç ya da "bilimsel" nitelikli bir sanata destek ol­ mak üzere, sanatsal araştırmalara da gir­ di. Elektrik enerjisinin, daha sonraları da elektroniğin sağladığı olanaklar, teknoloji araştırmalarının temelini oluşturdu. Daha yüzyılın başında, modernlik ve makine te­ maları, fütürist ikonografinin, özellikle de bazı konstrûktivist (Moholy-Nagy) ve da­



dacı (Duchamp) deneylerin merkezinde yer aldı. Buna karşılık, 50'li ve 60'lı yıllar­ dan sonra elektrik enerjisiyle ortaya çıkan devinime, ışığa, hatta kimi zaman sese ve ısıya dayanan araştırmaları kinetik’ sanat geliştirdi. Bu yeni sanat türüyle birlikte top­ lumsal bir boyut ortaya çıktı: "devinimli" olan yapıt seyirciyle bütünleşti, hatta se­ yirci, yapıta katkıda bulunmaya çağrıldı. N. Schöffer, Frank Malina (amerikalı, doğm. 1912), Gyula Kosice (arjantinli, doğm. 1924), Fontana, Otto Piene (alman, doğm. 1928), Wen-Ying Tsai (amerikalı, doğm. 1928) gibi sanatçılar ve kinetik sa­ nat, teknolojiden yararlandılar. Işık (Kowals­ ki, D. Flavin, Raysse, Rauschenberg, Bru­ ce Nauman [amerikalı, doğm. 1941] vb), elektromanyetiklik (Takis, lazer (Joel Stein [fransız, doğm. 1926], Piene, Dani Kara­ van [İsrailli, doğm. 1930]), holografi (C. F. Reuterswàrd) vb.'nin kullanılmasıyla yeni anlatım biçimleri ortaya çıktı. Özellikle 60'lı yıllardan sonra elektrik enerjisi yerine elektronik enerjiden yarar­ lanılmaya başlandı. Kowalski ve Tsai gibi sanatçılarla birlikte, çevreden gelen veri ve “ bilgiler"le (hareketler, izleyicilerin tep­ kileri, gürültüler, ışıklar vb.) yapıt arasın­ da karşılıklı etkiler görüldü. 70'li yıllarda, elektronik aygıtların kullanılmasıyla, her türlü bilgiyi (olaylar, belgeler, ölçümler, görsel, işitsel ve başka öğeler) algılama, iletme ve kullanmaya dayalı yeni bir tutum ortaya çıktı. Video ve bilgisayar, sanat araştırmalarında, henüz çok az yararlanı­ lan geniş olanaklar sağladı. Video’, ileti­ şim (Pa'ik, Vostell vb.'nin yerleştirmeleri, toplumbilimsel’ sanatın işin içine girmesi vb.), arı plastik yaratı (sentetik imgeler) ve yayım (gövdesel ve kavramsal sanatlar, land art vb.) alanlarını kapsıyordu. Bilgi­ sayar ise, verileri değerlendirmeyi ve programlanmış "sayısal" yapıtlar üretme yi sağladı (Eusebio Sempere [İspanyol, doğm. 1939], G. Flonegger, Peter Struycken [hollandalı, doğm. 1939], Manfred Mohr [alman, doğm. 1938], Vera Molnar [fransız] vb.). Böylece sanat, teknolojiyi bünyesine ka­ tarak yapıtın biçim ve içeriğini değiştirdi, ancak aynı zamanda yapıtın ortaya kon­ ması, kendisi ve seyredilmesi arasındaki geleneksel ilişkiyi de altüst etti. —Uluslarar. ikt. Teknoloji transferi. Tekno­ loji dolaşımı çeşitli biçimlerde olabilir: d e natım mallan, patent ve lisans satışları, teknik yardım vb. Teknoloji transferinin gi­ derek artan bir bölümü de doğrudan ya­ tırım yoluyla olmakta ve böylece üretim sürecinin, çoğu kez çokuluslu ana şirket­ lerin egemenliği altında uluslararası bir ni­ telik kazanmasına yol açmaktadır. Bu ev­ rim, bazı sanayi kesimlerinin gelişmiş ül­ kelerden az gelişmiş ülkelere doğru kay­ masına neden olmakla birlikte, bu iki grup ülke arasındaki ayrılığı azaltacak yerde daha da genişletmekte ve zayıf ülkelerin ekonomik bağımlılığını daha da artırmak­ tadır; çünkü, gelişmiş ülkelerden yana ağırlığı olan teknolojik değişimler denge­ si, onlara ekonomilerini geliştirici araştır­ malarını finanse etmeyi sürdürerek geliş­ mişliklerini daha da artırmak olanağı sağ­ lamaktadır. T E K N O L O J İK sıf. (fr. technologique). Teknoloji ile ilgili, uygulayımsa!: Çağımız­ daki teknolojik gelişmeler. —Eğit. Teknolojik eğitim, kuramsal yön­ den gelişme yerine, ilkelerin uygulanışına önem veren eğitim. (-• M E S LE K İ’ VE TEK­ N İK EĞİTİM.)



TE K N O S TR Ù K T Ü R a. (fr. technostructure). ikt. Çağdaş toplumlarda büyük da­ ireler ya da büyük firmalar içinde yetkile­ ri ele geçirip kullanan teknisyenlerin oluş­ turduğu az ya da çok dışa kapalı grup. — A N S İK L . Teknostrüktür, çağdaş sanayi işletmesinde örgütlenme sisteminin temel niteliklerinden biridir. Galbraith'a göre (New industrial State [Yeni sanayi devle­ ti], 1967), gerçekte yetkiler artık sermaye sahiplerinin değil, teknostrüktürün elinde­



dir. TeknostrüktürCın oluşum nedenleri, bü­ yük sanayi işletmelerinde teknolojinin ve planlamanın gerekleriyle açıklanabilir. T E K N O T İP O L O J İ a. (fr. technotypologie). Arkeolojik malzemenin teknik sınıf­ landırılmasına dayanan tipoloji. T E K O B J E K T İF a. Tek bir objektifi olan refleks makineler için kullanılır. T E K O D A C IK U sıf. Biyol. Tek odacıktan oluşan. (Bölmelenmeden büyüyen delik­ liler ile tek larva yuvalı mazılara ya da sesidilere denir.) T E K O D A K U sıf. Geom. ifadesinde an­ cak bir odakla buna eşlik eden doğrult­ mandan yararlanılan bir koniğin (elips, hi­ perbol) tanımı için kullanılır. T E K O D O N T sıf. (fr. thöcodonte). Zool. Yuvası çene kemiğinin içinde bulunan diş­ ler için kullanılır. TEKO LU ŞÇ U LU K -



TEKG ENLİK.



TE K O M a. (fr. thöcome). Patol. Ûstrojenli maddeler salgılayan ve yumurtalık folikülünün iç teka hücrelerinden oluşan iyicil yumurtalık uru. T E K O R N A T M A K g. f. Org. kim. Kim­ yasal bir bileşiği yalnız bir kez ornatma tepkimesine uğratmak. (Klorobenzen [CIC6l-y , benzenin [Cel-y tekornatmalı bir türevidir.) T E K Ö R N E K sıf. Aynı biçimde sürüp gi­ den; tekdüze, yeknesak. T E K Ö R T Ü LÛ sıf. Bot. Bir tek örtüsü olan yumurtacığa denir (maydanozgiller, bileşikgiller). T E K Ö Z E K L İÜ K a. Bitkilerde en yaygın yapı biçimi olarak silindireksenin tek olma­ sı hali. (Eşanl. m o n o s t e l İ.) T E K P A R Ç A sıf. Bütünü tek bir parça­ dan oluşmuş bir şey için kullanılır; yekpa­ re: Tekparça mayo. Tekparça bir sütun. —Dy. Tekparça dingil, tek bir parça ola­ rak dövülmüş kranklı devindirici dingil. || Tekparça tekerlek, bandajlı tekerleklerin tersine tek bir parça halinde dökülmüş ya da dövülmüş çelik tekerlek. T E K P A R M A K U sıf. Zool. 1. At gibi, ayağında bir tek parmak bulunan hayvan türü ya da hayvan için kullanılır. —2. Ayak ekseni üçüncü parmaktan geçen ve bu parmağı üstünlük kazanan toynaklıların bazıpodu için kullanılır. (Bu hayvanlarda parmaklar tek sayılarla belirtilir: gergedan­ da 3, atta 1. Bu nedenle bu gibi toynaklı­ lara takım adı olarak tekparmaklılar den­ mektedir.) T E K P A R M A K U L A R a. Ayak ekseni üçüncü parmaktan geçen ve bu parma­ ğı üstünlük kazanmakla birlikte parmak­ ların toplam sayısı tek sayılardan oluşan toynaklı memeli hayvanlar takımı. (Bil. a. Perissodactyla) — A n s İk l . Ceratomorpha'larda (tapir ve gergedan) her ayakta üç, Hippomorpha' lardaysa (atgiller) bir parmak bulunur. Tekparmaklılar, köpekdişleri küçülmüş, azıdişleri lofodont ya da selenodont olan (otçul rejim) tek mideli, büyük körbağırsaklı, yay­ gın eteneli, iri boylu hayvanlardır. Bunla­ rın fosil ataları Hyracotherium ile Eosen' de ortaya çıkmış ve hem bugünkü famil­ yalara doğru (örneğin fosil atlar dizisinde olduğu gibi), hem Titanotherium (Brontotherium) fosil öbeğine doğru gelişme gös­ termiştir. T E K R A R a. (ar. Aerr'den tekrar). 1. Aynı eylemin yinelenmesi; aynı olgunun yeni­ den görülmesi: Bu uyuşmazlık, birkaç yıl öncekinin tekrarından başka bir şey de­ ğildir. Bir hatanın tekran. —2. Bir yazıda, bir konuşmada aynı düşünceyi, aynı söz­ cüğü birçok kez söylemek eylemi; yine­ leme: Yazarken tekrardan kaçınmak g e rekir. —3. Tekrar etmek, tekrarlamak, yi­ nelemek. —Esk. Tekrar alet-tekrar, defalarca. || Be -tekrar, yeniden, bir daha.



—Ask. Silahlı hareket eğitiminde, zama­ nında gerçekleştirilmeyen bir hareketi yi­ neletmek için verilen komut. — D e n iz e . Tekrar flaması, B EDEL" f l a m a -



T E K R A R L A N M A a. Tekrarlanmak ey­ lemi.



S l’ n ın e ş a n la m lıs ı.



TE K R A R L A T M A a. Tekrarlatmak eyle­ mi; tekrar ettirme.



—Ed. Bir sözün, aynı cümle ya da parag­ raf içinde gereği olmadığı halde ve anla­ tımı sakatlayacak ölçüde sık kullanılması­ na verilen ad. Eskilerce kesret-i tekrar bi­ çiminde adlandırılmıştır. Tekrar, bir yazı ku­ suru sayılır. Örn. Hüsn-i tâbir verir mâni­ ye hüsn-i dîger/ Şevket-i hüsne çok imdâdı olur üslûbun (Nâbi). || Anlamı kuvvet­ lendirmek, anlatılmak istenen şeyi etkili, sürekli ilgi çekici bir biçimde vermek için seslerin, birtakım hecelerin, sözcüklerin aynen ya da bazı değişiklikler içinde sı­ ralanması. Tekrarlar büyük ölçüde ikile­ melerin kurulmasına yarar. Tekrarlarla söz­ cükler arasında ve çeşitli sözcük grupları içinde bir ses ve söz benzerliği kurulur. Atasözleri, deyimler, bilmeceler, tekerle­ melerde tekrarlara sık sık başvurulur. Halk edebiyatı örneklerinde ise tekrarlar, kafi­ yeler ve çeşitli aliterasyonlar biçiminde kendini gösterir. —Güz. sant. Bir yapıtın, sanatçının ken­ disi tarafından ya da onun yönetiminde gerçekleştirilen kopyası ya da aslının ben­ zeri. —Matbaac. Dizgi sırasında, metnin bir harfini, bir sözcüğünü ya da bir bölümü­ nü yineleme biçiminde yapılan tipografi yanlışı. || Tekrar etmek, bir harfi, bir söz­ cüğü, bir satırı, yanlışlıkla yinelemek. —Müz. Bir parçanın ya da bir bölümünün yinelenmesi, bu parçanın kendisi. (Tekrara konu olan parça, üst üste iki noktayı izle­ yen iki kesintisiz çift ölçü çizgisiyle çerçe­ velenir.) —Tekst. Desen tekran, armür kartonları­ nın, dokuma sırasında makine üzerinde dönerek deseni kumaş üzerinde tekrar et­ mesi. ♦ be. 1. Bir kez daha, yine, yeniden: Ça­ lışmalar sonbaharda tekrar başlatılacak. Bu film tekrar gösteriliyor. Tekrar gitmeniz gerekecek. Tekrar oku, belki o zaman an­ larsın. —2. Tekrar tekrar, üst üste, defalar­ ca: Sizi tekrar telefonla aradım, yoktunuz. Tekrar tekrar tembihledim, dilerim unut­ maz. TE K R A R E N be. (ar. tekrardan tekrâren). Esk. Tekrarlanarak, defalarca. T E K R A R L A M A a. Tekrarlamak eylemi; yineleme. T E K R A R L A M A K g. f. 1. Bir şeyi (söz, eylem) tekrarlamak, söylediği, yaptığı bir şeyi yeniden söylemek, yapmak; daha önce başkası tarafından söylenmiş, yapıl­ mış bir şeyi bir kez daha söylemek, yap­ mak, tekrar etmek, yinelemek: Yaptığını tekrarlarsan seni affetmem. Söylediğimi aynen tekrarlayın. Bu sözcüğü aynı me­ tinde birçok kez tekrarlamışsınız. Başka­ sının ilginç bir deneyimini tekrarlamak. —2. Bir şeyi öğrenmek, ezberlemek ya da ona alışmak için baştan almak; tekrar etmek, yinelemek: Dersini tekrarlamak. —Sina ve Tiyat. Bir hareketi, konuşmayı ya da sahneyi tekrarlamak, bir filmin çe­ kimi ya da piyesin provaları sırasında yö­ netmence beğenilmeyen bölümleri baş­ tan almak: Bu parçayı bir kez de yüksek sesle tekrarlayalım! || Kendini tekrarlamak, ayrı rolleri, ayrı tipleri, ayrı karakterleri yo­ rumlamada aynı ses tonu, aynı jest ve mi­ mikleri kullanmak: Bu oyuncu Hamlet'te de İvazAğa'da da hep kendini tekrarlıyor. ♦ gçz. f. Bir durum, bir hastalık sözkonusuysa, yeniden ortaya çıkmak: Bronşi­ tim tekrarladı. ♦ tekrarlanm ak edilg. f. Yeniden, bir kez daha söylenmek, yapılmak, tekrar edilmek, yinelenmek: Aynı düşünce bir­ çok yazar tarafından tekrarlanmıştır. ♦ tekrarlatm ak ettirg. f. Bir şeyi yeni­ den söyletmek, yaptırmak, tekrar ettirmek; yineletmek: Beden eğitimi öğretmeni ay­ nı hareketi, birçok kez tekrarlattı.



TEKRARLANM AK -



T E K R A R L A T M A K ->



TE KR AR LA M A K .



TE KR AR LA M A K .



TE K R A R LA Y IC I a. Telekom. Temel ola­ rak, bir telekomünikasyon kablosunun bir noktasına bağlı bir ya da birçok yüksel­ teç ya da yenileyiciden oluşan ve iletim sı­ rasında zayıflamış işaretlerin düzeyini yük­ seltmeye ve gerektiğinde bunları yeniden biçimlendirmeye yarayan aygıt. (Bk. an­ sikl. böl.) —Dy. işaret tekrarlayıcısı, bir lokomotifte bulunan ve yol boyundaki işaretlerin ver­ diği bilgileri tam zamanında makiniste ile­ ten düzenek. — A N S İK L . Bir tekrarlayıcı, bir tek ya da her iki iletim yönünde çalışabilir; kimi tekrartayıcılar, özellikle denizaltı kablolarında, tek bir yükselteçle iki yönlü iletim sağla­ yabilir. Tekrarlayıcılar arasındaki mesafe, kablolu bir bağlantıda önemli bir maliyet unsuru oluşturur; bu mesafe, eşeksenli yeraltı kablolarında, eşeksenli çiftin çapı­ na ve gerçekleştirilen devre kapasitesine bağlı olarak yaklaşık 2 ile 6 km arasında değişir; denizaltı kablolarında bu mesafe yaklaşık 4,5-12 deniz mili (8,5-22 km) ara­ sındadır. Tekkipli optik liflerde, 1,3 ya da 1,6 /ımTik dalga boyları için, sözkonusu mesafe 50 km'ye erişebilir. T E K R A R L I sıf. Tekrar edilen, yineleme­ li, mükerrer. — A k u s t. Y İN E L E M E L İ'n in e ş a n la m lıs ı.



—Saatç. Tekrarlı saat, zil düzeneğindeki bir butonun çalıştırılmasıyla her saat başı çalabilen kol ya da duvar saati. TEKRENK



sıf. Opt. Tekrenk üreticisi, M O N O K R O M A T ûR 'ün e ş a n la m lıs ı.



T E K R E N K L İ sıf. Tek rengi olan. —Fiz. M O N O K R O M A TİK 'in eşanlamlısı. T E K R E N K L İL İK a Tek renkli olan şe­ yin durumu. — Fiz. M O N O K R O M A TİKLİK'in e ş a n la m lıs ı.



T E K R İH a. (ar kerh'ten tekrih). Esk. Sev­ dirmeme, çirkin gösterme. T E K R İM a (ar. kerem'den tekrim). Esk. 1. Saygı gösterme, ululama, yüceltme. —2. Tekrim etmek, yüceltmek, saygı gös­ termek, ululamak. TE K R İM E N be. (ar. tekrim'den tekrimen). Esk. Saygı göstererek, yücelterek. T E K R İR a. (ar. kerr'den tekrir). Esk. 1. Tekrar etme, bir şeyi bir daha yapma. —2. Tekrir etmek, tekrarlamak. —Ed. Sözün etkisini güçlendirmek ama­ cıyla yinelemelerden yararlanma sanatı. (Örn. "Çal sevdiceğim, çal güzelim, çal meleğim ça l" [Tevfik Fikret] dizisinde "çal" sözcükleri.) T E K R U R ya da T A K R U R , eski Batı Af­ rika krallığı. Senegal vadisinde, bugünkü tukulor bölgesine karşılık düşen bu kral­ lık, arap coğrafyacılar sayesinde bilinmek­ tedir. Başlangıçta Uolofiar ve Serereler’in atalarının yaşadıkları bu ülkeye, IX. yy.'a doğru Pöller geldi. Daha 1040'tan önce ülkenin islamlaştırılması, Serereler’in bu­ radan ayrılmasına yol açtı. Dyolof ona bağlı olmakla birlikte krallık Gana'nın, ar­ dından Mali’nin vasalı durumuna geldi. Daha 1495’ten önce kral Tayenda (Koli Tenguela’nın babası) ülkeyi Mali’nin ve Diara krallığı’nın zararına büyüttüğüne gö re, krallık songhay boyunduruğundan kurtulmuş gibi.görünmektedir. T E K S ya da T E X a. (fr. tex; feks[f//]'den). Tekstil elyafı ticaretinde kullanılan, 1 g/km' ye eşit doğrusal kütle birimi. (Ayrıca, özel­ likle lifler için desiteks, santiteks ve şerit­ ler için kiloteks de kullanılır.) T E K S E Ç İC İ a. Resmi bir takımın oyun­ cularını seçmekle yükümlü spor yönetici­ si.



teksesli TEKSESLİ sıf. Akust. Tek bir kulağa iliş­ 11368



kin işitsel bir uyarı ya da duyum için kul­ lanılır. —Müz. Sesi aynı olan şey için kullanılır. || Tekseslilikle ilgili. —Sesbil. işlevsel açıdan tek bir sesbirım olarak ele alınan bir ses öbeği için kulla­ nılır. (Örn. mucho sözcüğünde duyulan [t ( ] teksesli bir değer taşır, çünkü [ j ] ispanyolcada bulunmadığından bu öğe iki ayrı sesbirime bölünemez.



TEKSESLİLİK a. Akust. Teksesli bir uyarının ayırtedici özelliği. —Müz. Bir müziğin değişik bölümlerinin tam bir birlik içinde ya da sekizli olarak yo­ rumlanması. || Bir müziğin değişik parti­ lerini düşey yüzeyler halinde bağdaştıran üslup. (Vokal müzikte, oldukça kesin bir hececiliğe yol açar.) T E K S İF a. (ar. keşafei'ten teksif). 1. Bir sıvıyı koyulaştırma, yoğunluğunu artırma, yoğunlaştırma. —2. Toplama, sıkıştırma. —3. Saydamlığını giderme. —4. Teksif et­ mek. toplamak; yoğunlaştırmak; koyulaş­ tırmak; saydamlığını gidermek. —Ask. havc. Teksif taktiği, hava muhare­ belerinde kullanılan özel bir taktik. — K â ğ . s a n . Teksif edici, H A M U R TOPLAYlc r n ı n e ş a n la m lıs ı.



Taksif (Türkiye Tekstil ve örme işçileri sendikaları federasycnu), 1951'de Tekstil İşçileri sendikasfnın girişimiyle 10 sendi­ ka tarafından İstanbul'da kuruldu. 1952' de Türk-lş'in kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1958'de genel merkezi Ankara'ya ta­ şındı. 1961 'de milli tip sendikaya dönüşe­ rek Teksif kısa adını aldı. Aynı yıl Uluslara­ rası tekstil giyim ve deri işçileri federasyonu'na (ITGLVVF) üye oldu. 1983'te yeni Sendiklar yasası’na uygun olarak gerekli tüzük değişikliğini yaptı. 50'ye yakın şu­ besi ve 200 000'in üstünde üyesiyle Tür­ kiye'nin büyük sendikalarındandır.



TEKSİLİNDİRLİ sıf. Tek bir silindiri olan. ♦



a. Teksilindirli motor.



TEKSİR a. (ar. keşref'ten teksir). 1. Esk. Çoğaltma, sayısını artırma. —2. Elle ya da daktiloyla yazılmış metinleri teksir makine­ si ile çoğaltma işlemi. —3. Bu yolla ço­ ğaltılmış nüsha. — 4, Teksir etmek, teksir yapmak, bir metni teksir makinesinden geçirerek çoğaltmak. —Esk. Teksir-i sevad, gereksiz bir iş için çok sayıda yazı yazma —Bür. ger. Teksir kâğıdı, çoğaltma maki­ nesinde kullanılan baskı kâğıdı. || Teksir makinesi, bir klişe aracılığıyla bir belge­ nin kopyalarını elde etmeye yarayan bü­ ro makinesi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L. Bür. ger. Ü ç tip teksir makinesi vardır; .1. Hektografı tekniğiyle, alkolle çalı­ şan ve ispirtolu teksir makineleri adı veri­ len makinelerde klişe temas suretiyle metni baskı yapraklarına geçiren bir yaprak kuşe kâğıdından oluşur; 2. Mumlu kâğıtlı teksir makinelerinde klişe şablon yerine geçer. Mürekkep geçirmez özel bir maddeyle kaplı kâğıt üzerinde elle ya da daktiloyla yaz­ ma sonucu açılmış deliklerden mürekkep geçer ve baskı kâğıdına ulaşır; 3. Ofset bü­ ro teksir makineleri, bürolarda kullanılabi­ lecek kadar elverişli fiyatlarla satılabilmesi için basitleştirilmiş crfset baskı makineleridir. Bunlarda klişeler karton, plastik ya da me­ talden yapılmıştır ve yazma, doğrudan vur­ ma ya da kalıp çekme yöntemiyle çalışırlar Kalıp çekme işlemlerinde, elektrostatik çoğaltıcılar, temasla aktarma malzemele­ ri ya da optik yansıtma aygıtları ya da ço­ ğaltma tezgâhları kullanılır. Beslenme, kâ­ ğıt verme ve klişe tespit etme ve otoma­ tik kumanda yöntemlerine göre çeşitli of­ set büro teksir makineleri vardır. Kimi of­ set büro makineleri, klişenin hazırlanma­ sı, makineye yerleştirilmesi ya da basılı kâ­ ğıtların istifi de içinde olmak üzere tüm iş­ lemleri otomatik olarak gerçekleştirecek biçimde tasarlanmıştır.



TEKSİRAT, -tı çoğl. a. (ar. teksirin çoğl. tekşirat). Esk. Çoğaltmalar. TEKSİRHANE a (ar teksir ve fars. hâne'den tekşir-hâne). Esk. Darp­ hanede para basılan yere verilen ad.



TEKSPERMAUUK



alkol-eter karışımı içinde çözelti halinde bu­ lunan selülozun nitrolu türevlerini çekim iş­ leminden geçirmeye dayanıyordu (nitroselüloz elyafı, yani nitrosu giderilerek yenileş­ tirilmiş elyaf). Aynı şekilde, selüloz asetat­ 7S K S P O R LU sıf. Bot. Bir tek sporu ya ları ile bunların çözeltilerini aseton içinde da tohumu olana denir. hazırlama, asetat ve triasetat lifleri üretme­ yi sağladı. 1900'de Beadle, Cross ve B e T E K S T a. (fr, texte). Metin. van tarafından bulunan ve alkali-selülozdan T E K S T İL a. (fr. textile; lat. textilis, dokun­ hareketle, karbon sülfür etkisiyle selüloz muş, örülmüşten). 1. Dokuma maddesi; ksantat (seyreltik sudkostik çözeltilerinde kumaş. — 2. Tekstil sanayilerinin tümü. çözünür) hazırlamayı sağlayan viskoz yön­ ı(x) BO R Ç LU .) —ANSİKL. Huk. Alacaklının temerrüdü. Alacaklı, borçlunun sözleşmeye uygun olarak kendisine sunduğu edimi kabulden kaçınırsa temerrüde düşer. Alacaklının borcu kabulden kaçınması halinde borç­ lunun yapabileceği şeyler şunlardır: 1. borcun konusu verilecek bir şeyse, zarar ve giderleri alacaklıya ait olmak üzere, onu yatırarak borcundan kurtulabilir; 2. borcun konusu buna elverişli değilse onu satarak parasını yatırabilir; 3. borcun ko­ nusu bir işin yapılmasıysa, borçlu sözleş­ meyi bozabilir (Borçlar k. md. 91, 92, 94). TE M E S H Ü R a. (ar. masljara'üan temeshıür). Esk. 1. Maskaralık etme. —2. Alay etme, dalga geçme: "Bütün bu is­ tiskaller muhterem üstadın nazarında cemiyet-i muhitenin şayan-ı temeshür anâ­ sırına karşı kazanılmış birer muzafferiyet kıymetinde id i" (Cenap Şahabettin). TEM ESH Ü RAT, -tı çoğl. a. (ar temesbür'ün çoğl. temeshürât). Esk. Mas­ karalıklar, alaya almalar. T E M E S S Ü K , -kü a. (ar. mesk'ten temessük). Esk. 1. Tutunma, sarılma. —2. Temessük etmek, tutunmak, sarılmak: "Size iki şey bıraktım ki onlara temessük ettikçe hiç bir vakit dalalette kalmazsınız" (Cevdet Paşa, XIX. yy.). —isi. huk. Borçlu tarafından alacaklıya ve­ rilen borç senedi. — Taşınmazın sahibini gösteren kayıtlar, tapu. T E M E S S Ü L a. (ar. mis)'den temessül) Esk. 1. Bir biçime girme, cisim halini al­ ma. —2. Bir şeye ya da kimseye benze­ me, ona uyma, onun biçimini alma: Milli­ yetperverlikleri sâyesinde Türkler bir çok defa başkalarına temessül tehlikesinden kurtulmuşlardır" (F. Köprülü). —3. Temes­ sül etmek, belli bir biçim almak: Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şah­ sında böyle temessül etmemişti" (Y. K. Beyatlı). "Gûya Zeus, bir aralık koç hali­ ne temessül etmiş id i" (Mehmet Tevfik). —Esk. blyol. Özümleme. TEM ESSÜLAT, -tı çoğl. a. (ar. temeşşülün çoğl. temeşşülat). Esk. 1. Cisim­ leşmeler, biçim kazanmalar. —2. Bir şe­ ye benzemeler, uymalar. T E M E Ş Ş U K , -ku a. (ar meşk'ten temeşşuk). Esk. 1. Güzel yazı yazma çalış­ ması, meşk: "Yunanlılar bu suretle Asya -yi garbinin talim-i hattını ahz ü temeşşuk ettilerse de..." (Mehmet Tevfik). —2. Gü­ zel yazı örneği. —3. Alıştırma, meşk et­ me. TE M E Ş V AR ya da TE M E S V Â R - Ti MİŞOARA.



TE M E Ş V A R U G A Z İ Â Ş IK H A Ş A N , türk halk şairi (XVII. yy.). Orduda hizmet etti, ikinci Viyana kuşatmasından sonra el­ den çıkan kelelerin acısını dile getiren türküler söyledi. Bektaşi inancına bağlı nefesleri vardır. Mustafa II 1695 yılında



onu dinlemiş ve bir saz armağan etmişti. Yaşamının son yıllarını bir köyde karpuz yetiştirerek geçirdi. T E M E Ş V A R U O S M A N A â A (Temeşvar 1671 - İstanbul 1725'ten sonr.). Temeşvar kalesinde süvari üstçavuşuydu. İkinci Viyana kuşatmasının ardından Lipova'da Avusturyalılar'a esir düştü (1688). Esaret­ te 11 yıl boyunca başından geçen olayla­ rı İstanbul'da kaleme aldığı yapıtında (Gâvurların* esiri, 1724) dile getirdi. Vidin’ de divan çevirmenliği yapmış, BabIâli'de çevirmen olarak çalışmıştır. 1662'ye kadar gelen olayları kapsayan Nemçe tarihi, dip­ lomatik yazışmaları kapsayan Kitab-ı inşa yapıtları vardır. TE M E T T Ü , -ü a. (ar. meta” dan temet­ tü“). Esk. 1. Kazanç, kâr: "istikraz işlerin­ de bulunan bazı vükelâ ve memurin dahi bundan temettüe meluf oldu" (Cevdet Pa­ şa, XIX. yy ). —2. Kazanma, kazanç sağ­ lama. —3. Temettü etmek, kazanç sağla­ mak, kazanmak. —Bors. ve işi: ikt. Temettü dağıtmamak, ortaklara, özellikle yeterince kâr sağlan­ mamış olduğu zaman, sona eren hesap yılı için kârdan pay vermemek. (Kârdan pay almak ortakların kazanılmış bir hakkı olduğuna ve böyle bir haktan ancak ken­ di istekleriyle vazgeçebileceklerine göre, temettü dağıtmamak kararı yalnız genel kurul'da alınabilir.) || Birinci temettü, ano­ nim ortakların kâr dağıtımında, ana söz­ leşmeyle kurucu ortaklar ya da bazı ortak­ lar yararına belirli oranlarda önceden ay­ rılmış olan kâr payı. (Birinci temettü, öte­ ki hak sahipleriyle paylaşılacak kârın da­ ğıtımından önce yapılır. Öteki hak sahip­ leriyle birlikte alınan kâr payına ise ikinci temettü denir.) —ikt. tar. Temettü vergisi, OsmanlIlar dö­ neminde, tüccarlarla esnafın yıllık kazanç­ ları üzerinden alınan vergi. (Bk. ansikl. böl.) —isi. Hacc-ı temettü, bir yılın hac ayların­ dan her birinde ayrı ayrı İhrama girerek hac ile umreyi bir arada yapmak. —Tic. huk. Bir ortaklığın belli dönemleri sonunda elde edilen kârından, her orta­ ğa kendi payı oranında ayrılan kâr payı. fTemettü, özellikle hisse senetli ortaklıklar­ da kullanılır.) —A nsİkl. ikt. tar. Temettü vergisi, ilk ola­ rak 1845'te, Sultan Mahmut zamanında ihtisap resmi adıyla kondu. Bu resim şeh­ riye/' dekâkin ve yevmiyei dekâkin vergi­ leriyle bütün yiyecek, içecek ve giyecek­ lerden alınan çeşitli vergileri kapsıyordu, ihtisap resmi 1839'da kaldırıldı. Yerine 1868'de Tahriri umumi nizamnamesi çı­ kartılarak herkesin emlak, arazi ve yıllık l4ızançlarına °/oo 30 oranında vergi kondu. Bu vergi 1880'de °/ KE­ FALET.)



—Tlc. Teminat cirosu, ticari bir senetle do­ ğan hak ve alacağı, bir başkası üzerine rehin etmek amacıyla yapılan ciro. (Temi­ nat cirosunda, rehin hakkının doğabilmesi için senet üzerinde “ bedeli teminattır" ya da "bedeli rehindir” sözcüklerinin ya da rehin yapıldığını belirten başka herhangi bir kaydın bulunması ve senedin rehin ala­ na teslim edilmesi gerekir. Ancak, teslim ve ciro ile senet üzerindeki mülkiyet hak­ kı rehin alana geçmez, ciroyu yapan kişi­ de kalır.) [Rehin cirosu da denir.] — A N S İK L . Bank. Türkiye'de, 2400 sayılı Artırma, eksiltme ve İhale k.’na göre, bu yasa kapsamına giren kamu ve katma bütçeli daire ve kuruluşların alım, satım, yapma, yaptırma, keşfettirme, inşa işlem ve taahhütlerine katılmak İçin banka temi­ natı zorunlu tutulmaktadır. Özel ve ticari ilişkilerde de (acentelik ya da bayilik al­ mak vb.) teminat mektubu geniş ölçüde kullanılmaktadır. Teminat mektupları şekil bakımından geçici, kesin, avans ve ser­ best konulu teminat mektupları; kredi ba­ kımından tek imzalı, çift imzalı, nakit ya da maddi teminat karşılıklı teminat mektup­ ları; süre bakımından da vadeli ve vade­ siz teminat mektupları olarak ayrılır. Ban­ kalar teminat mektubu verirken bir kredi satışı ya da borç para verme sözkonusu olmadığından faiz yerine komisyon alırlar. T E M İN A T LI sıf. Güvencesi olan, güven­ ce verilmiş olan; güvenceli. —Bank. Teminatlı borç, teşvik gören yatı­ rım mallarının dışalımında ertelenen KDV (Katma değer vergisi) İçin verilen teminat. (Türk vergi sisteminde, teşvik mevzuatı, "Katma değer vergisi ertelemesi" başlı­ ğı altında düzenlenmiştir.) —Huk. Özel statüleri gereği, azledilemeyen, cezalandırılamayan ya da yeri değiş­ tirilemeyen kişiler için kullanılır (Hâkimler ve savcılar azledilemez, kendileri istemedikçe Anayasa’da gösterilen yaştan önce emek­ liye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kad­ ronun kaldırılması nedeniyle de olsa aylık, ödenek ve öteki özlük haklarından yoksun kılınamazlar [Anayasa md. 139].)



—Verg. huk. Teminatlı beyan, gümrükte yapılan beyanın bir banka teminatına da­ yanması. T E M İN A T S IZ sıf. Güvencesi olmayan; güvencesiz. —Huk. Teminatsız alacak, rehin ile güven­ ceye bağlanmamış alacak, adi alacak. T E M İN E N be. (ar. fe’m/n'den te*mineri). Esk. Temin ederek, sağlayarak. T E M İR a. (ar. emr’den te’mir). Esk. Vali olarak tayin etme, vali yapma. T e m Ira ğ a , D. ve iç Anadolu'da yaygın bar türü bir halk oyunu. Figürlerinin Ti­ mur’la ilgili olduğu öne sürülür. Bazı yö­ relerde halay biçiminde oynanışları vardır. Timurağası barı, Temilav adlarıyla da bili­ nir. T E M İR T A V , Kazakistan'da, Karagan­ da havzasında kent; 212 000 nüf. (1989). Demir. Metalürji. Sentetik kauçuk. T E M İS , Satürn’ün, 1900'de amerikalı gökbilimci W. H. Pickering tarafından fo­ toğraflar üzerinde keşfedilen ve 1904'te yeniden gözlemlenen, ancak o tarihten bu yana bir daha görülmeyen ve bu ne­ denle de, varlığından artık kuşku duyulan varsayımsal uydusu. T E M İŞ - TİMİŞ. T E M İZ sıf. (ar. temyizden). 1. Sağlık ge­ reklerine uygun olan, kirli, lekeli, tozlu ol­ mayan, genellikle de yıkanmış, temizlen­ miş bir şey için kullanılır: Yerden aldığın şeyi yıkamadan kullanma, temiz olmaya­ bilir. Temiz bir gömlek giymek. Ellerin te­ miz mi? —2. Düzenli olarak temizlenen, bakımlı bir yer için kullanılır: Temiz bir lo­ kanta. —3. Bedeni, giysileri kirli olmayan bir kimse İçin kullanılır: Temiz bir çocuk. —4. Çevresini, nesneleri bakımlı tutan, iş­ lerini özenle yapmaya önem veren, titiz, düzenli kimse için kullanılır: Çok temiz bir ev kadını. —5. Özenle yapılmış bir şey için kullanılır: Temiz bir inşaat. Temiz bir çalışma. —6. Ahlaksal bakımdan dürüst, namuslu bir kimse için kullanılır: Dalave­ re nedir bilmeyen temiz bir insandır. Te­ miz bir genç. —7. Ahlaksal açıdan dürüst, yasal bir şey için kullanılır: Temiz bir iş. Alınteriyle kazanılmış temiz bir para. —8. Biçimi iyice belirgin, pürüzsüz, net bir şey İçin kullanılır: Temiz bir el yazısı. Temiz bir sesi var. Görüntü temiz. —9. Az kullanıl­ mış ya da hiç kullanılmamış, özürsüz bir şey için kullanılır: Satılık temiz otomobil. — 10. Temiz pak, tertemiz, çok temiz: O gün temiz pak giyinmişti. |j Temiz para, bü­ tün kesintiler yapıldıktan sonra ele geçen para. || Temiz raporu, hastalık bulgulanmadığını belirten rapor. || Temiz temiz, te­ miz bir biçimde, temiz olarak. —Savunm. Patlamadan sonra çok düşük bir radyoaktif kirlenmeye neden olan nük­ leer silah için kullanılır (Bu sonuç kaynaş­ ma tepkimeleri, parçalanma tepkimeleri­ ne göre daha baskın olduğunda elde edi­ lir.) ♦ b e . 1. Düzenli, tertipli, kirletmeden, da­ ğıtmadan: Evi temiz tutun. Temiz çalış­ mak. —2. Tüm kesintilerden sonra: Eline temiz beş on milyon lira geçer. —3. Bir tutarın, bir ağırlığın kesin, tam olduğunu belirtir: Bu temiz bir milyon eder. Temiz iki kilo gelir. —4. Bir temiz, bir eylemi (alay yollu) pekiştirmek için kullanılır; adamakıl­ lı, iyice, çok: Ona bir temiz dayak atmış­ lar —5. Temiz giyinmek, karşısındakiler üzerinde olumlu izlenimler uyandıracak biçimde giyinmek. || Temiz çıkmak, has­ talıkla ilgili bir bulguya rastlanmamak. || Bir şeyi temiz tutmak, onu yıpratmadan kul­ lanmak, temizliğine özen göstermek. ♦ a. 1. Temiz olan şey. —2. Temize çe­ kilmiş olan şey. —3. Arg. Poker. —4. Te­ miz çevirmek, poker oynamak (arg.). || Te­ mize çekmek, bir yazının karalamasını silintisiz olarak temiz bir kâğıda geçirmek. || Temize çıkmak, suçlu olduğu sanılan bir kimsenin suçsuz olduğu anlaşılmak. || (Bir kimseyi) temize çıkarmak, suçsuz olduğu­



nu kanıtlayarak aklanmasını sağlamak. || Temize havale etmek, sürünüp duran bir işi bitirmek; bir yiyeceği yiyerek geriye hiç­ bir şey bırakmamak; bir kimseyi öldürmek (arg). —Biyol. Solunum organında karbondioksidi atıp oksijen yüklenerek organlara gi­ den kan. T E M İZ L E M E a. 1. Temizlemek eylemi. —2. Bir kumaştaki, bir tekstil ürünündeki yağ lekelerinin, kirlerin giderilmesi işlemi: Kuru temizleme. —Aşındc. Bir şeridin aşındırıcı yüzünde­ ki taneli katmanı, bir ek yeri elde etmek için kaldırma. —Bayınd. Bir kayaç içinde gerçekleştiri­ len kazı sırasında çeperlerdeki gevşek blokları kaldırma. —Bes. san. Elle ya da otomatik olarak, üretim aygıtlarını (borular, pompalar, küvler, tanklar, türlü makineler) pisliklerden arındırma işlemi. (Bunun için deterjanlı ya da deterjansız sıcak su, kaynar su, yahut buhar kullanılır.) || Sebze temizleme, pişir­ meden ya da konserve yapmadan önce sebzelerin yaramaz kısımlarının (kılçık, sap vb.) çıkarılıp atılması. || Tavuk temiz­ leme, tavuğun tüylerinin yolunması ve içi­ nin dışkılık yoluyla çıkarılması işlemi. —Cerr. Nedbeleşmeyi kolaylaştırmak ya da İlaçların etkisini artırmak için, ölü do­ kuları ve yabancı cisimleri çıkartarak ya­ rayı paklama. —Değirmene. Buğdaya karışmış yaban­ cı unsurları gidermeyi amaçlayan işlem­ lerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) —Denize. Taşla temizleme, tuğla büyük­ lüğünde düz bir taşla bir geminin ağaç öğelerini (güverteler, masalar, oturaklar)



ya da piridin, kinidin, aldehitler, tiyoaldeovarak temizleme. hitler ve kükürtlü öteki bileşikler gibi sen­ —Deric. Sepileme ya da mordanlamadan tetik ürünlerdir.) || Döküm ocağını temiz­ önce, bitkisel sepileme görmüş derinin leme, metalin akmasından sonra bir kukısmi olarak sepiden arındırılması. || Kireç pol fırınında ya da bir başka fırında tuğ­ temizleme, KİREÇ* GİDERME’nin eşanlam­ lalara yapışarak kalan İzabe cürufunu ve lısı. metal kalıntılarını giderme. || Sac yüzeyi te­ —Fiz. Herhangi bir kirlenmenin etkenle­ mizleme, teneke üretmek amacıyla kalayrini ve etkilerini gidermeye ya da azaltma­ ya yönelik eylem. || Temizleme oranı, bir ». lanacak sacların yüzeyini temizleme. || Yü­ zey temizleme, bir metal yüzeyindeki ok­ temizleme işleminden önce ve sonra rad­ yoaktif madde derişimlerlnın oranı. || Rad­ sidi, eski boya katmanı vb.'yi gidermek amacıyla uygulanan temizleme işlemi. yoaktiflik temizleme, bir ortamı ya da yü­ (Buna dekapaj da denir.) [Bk. ansikl. böl.] zeyi kirletmiş olan radyoaktif maddelerin azaltılması ya da giderilmesi. (Bk. ansikl. —Petr. san. Kova yardımıyla bir sondaj ku­ yusunun dibindeki kesintileri boşaltma iş­ böl.) —Isıl mot. Otomatik temizleme, benzinli lemi. bir motor bojisinin, yüksek sıcaklıkta, —Polim. Temizleme maddesi, bir enjek­ benzin-hava karışımının yanması sonu­ siyon presinin ısıtma silindirinin içinde ka­ cunda yanma odasında meydana gelen lan maddeleri, farklı bileşimde bir başka karbon tortularının büyük bir kısmını ken­ madde koymadan önce temizlemeye ya­ diliğinden yok etmesi. rayan granül durumunda madde. —Kâğ. san. Kâğıt hamurundaki yabancı —Su işler. Izgara temizleme, bir su ızga­ maddeleri fiziksel yöntemlerle (çekim et­ rası üzerinde toplanan pislik ve katı artık­ kisiyle, merkezkaçlamayla ve elemeyle te­ ları temizlemek işlemi. — Kirli su arıtma mizleme) gidermeye dayanan işlem. işleminin, su içinde bulunan en iri mad­ —Kim. Bir kirlenme kaynağını etkisizleş­ deleri bir ızgaradan geçirerek gidermeye tirerek ya da kirlenmiş bir ortama çeşitli dayanan ilk evresi. (Bk. ansikl. böl.) işlemler uygulayarak kirliliği giderme İşi. —Tarım mak. Temizleme düzeni, bir biçer —Kozmet. Cilt temizleme, cilt yüzeyinde­ -döverde, taneleri temizlemeye ve topla­ ki ölü hücreleri özel bir ürünle giderme. maya yarayan parçaların tümü (kafesler, —Metalürj. Asitle yüzey temizleme yavaş­ vantilatör, kepçeler, tane ve başak topla­ latıcısı, boyanacak ya da galvanizle kap­ yıcılar). || Tohum temizleme düzeni, tane­ lanacak parçaların temizlenerek hazırlan­ leri ve tohumları sınıflandırmaya, organik atıklardan, tozlardan ya da içerdikleri ya­ masında kullanılan yüzey temizleyici mad­ delerin etkisini sınırlandırmaya yarayan bancı tohumlardan arındırmaya yarayan ürün. (Demirli metallerin yüzeyini temizle­ eleme aygıtı. (Bk. ansikl. böl.) me işleminde, asidin metal üzerindeki et­ —Ted. Böbrekdışı temizleme, .böbreklerin kisini sınırlandırmak üzere kullanılan yü­ İdrar süzme işlevinin yetersizliği (anürili ya zey temizleme yavaşlatıcılarının başlıcaları da anürisiz akut böbrek yetersizliği) du­ rumunda, kanın metabolizma anıklarınya jelatin, asfalt ve katran gibi yanürünler



T E M İZ L E M E M a l z e m e l e r i t e m i z l e m e y e iliş k in b ir k a ç ö r n e k etki ve teknik



temizlenecek malzeme



temizleme yöntemi



asfalt



m ekanik süpürgeyle sulu tem izlem e



sulu süpürm eyle aşındırma, sonra suyla ovarak yıkam a



kirlenm e tolerans düzeyine in dirilebilir (asfaltta b ir artık kirlenm e kalabilir)



beton ya da tuğla



kum lam a ve vakum la gerikazanım



kirletici malzem elerin kaçmasını ö nlem ek için aygıtın yüzeyde tutulm ası



kirlenm iş tozun d o ğ ru d a n alınması, am a donanım ın kirlenm e tehlikesi



toz filtresiyle va kum da tem izlem e



kuru parçacıkların vakum la emilm esi



tahta



rendelem e ve taşlam a-parlatm a



yüzeysel bölü m ü n (5 mm) kaldırılması



tam tem izlem e; toz tehlikesi



metaller



su, kom pleks etkenler: oksalatlar, karbonatlar, sitratlar



çö zücü ve aşındırıcı etki, 30 dk süreyle ıslak tutulan yüzey üzerine tepken çözeltisi püskürtülm esiyle kirlenm iş malzem e ile çözünür ko m p lete le r oluşum u, sonra ovarak yıkam a



% 5 0 ’ye in dirg en en kirlenme, bu yöntem ancak yatay yüzeylere uygulanabilir; etkinliği hava değişikliklerine uğrayan yüzeylerde sınırlıdır



a no rg an ik asitler (hidroklorik ya d a sülfürik)



m etaller üzerinde çözücü etki ve asit çözeltisini 1 ile 4 sa etki etti­ rerek e ld e edilen gözenekli çökeller (asit d a h a sonra zayıf bir alkali ile yansızlaştırılır)



tam ve hızlı bir temizleme, am a zehirli asit buharlarına karşı iyi b ir havalandırm a gerektirir



basınçlı su



çözücü ve aşındırıcı etki (yüzeyler yukarıdan aşağı işlenir)



uzaktan % 5 0 ’ye varan kaba tem izleme, am a kirlenm iş tozlara karşı korunm a gereklidir



m ü m kü nse deterjanlı b uhar



çözücü ve aşındırıcı etki



yaklaşık % 9 0 ’a indirilen kirlenm e



org an ik çö zücüler



yağların ve boyaların, kaldırılması



dikey yüzeyler için yararlı, süratli etki, a m a yangına karşı önlem gerekir



kostik ürü nle r (sodyum , kalsiyum ya da potasyum hidroksit)



ü rün 2 saat etkim eye bırakılarak yüzey tem izleyici etki (su püskürtülerek ya da basınçlı buh arla yıkama)



yaklaşık °/o 100 azaltılan kirlenm e; yalnız yatay yüzeylere uygulanabilir, alüm inyum ya d a m a gnezyum a u ygulanm az



ıslak kum p üskürtm e



aşındırm a ve kirlenm iş aşındırıcıyı top la m a k için vakum la em m e işlemi



kirlenm iş kum riskiyle berab er sözkonusu her türlü kirlenm enin yok edilm esi



sıyırm a ve kazım a



zem in ka bu ğu n u kaldırma



b üyü k m iktarda to p ra k kaJdınldıktan sonra tam tem izlem e olanağı



boyalar



zemin



sonuçlar



temizleme dan temizlenmesini sağlayan teknik. (Uy­ gulanan yöntemler çeşitlidir: periton yo­ luyla diyaliz yöntemi, hemodiyaliz ya da hemofiltrasyon yapan yapay böbrek.) —Teknol. Temizleme teli, planya ya da tor­ nadan işleme artığı olarak ortaya çıkan ve çeşitli temizleme ve parlatma işlerinde kul­ lanılan az çok ince tel biçiminde metal ta­ laş. —Tekst. Yünü, sabunlu suyla yıkayarak ya­ ğını gidermek eylemi. || İpliklerin üzerin­ deki yabancı maddeleri ayıklama. || ipek fabrıtelarında, iplikleri, bir çile makinesi­ nin palet biçimindeki çerçeveleri arasın­ dan geçirerek tüylenmiş bölümlerini gi­ dermeyi amaçlayan işlem. (Benzer düze­ nekler, pamuk, yün, keten vb. için kulla­ nılan bobin makinelerinde de vardır.) || Te­ mizleme ağzı, ipek çile makinelerinin pa­ let biçiminde çerçevesi. (İplikler bobine sarılırken, bu parça üzerinden geçerek te­ mizlenir.) || Temizleme elemanı, tarama makinesinin tarağı gibi bir organın üzerin­ deki artıkları temizlemeye yarayan organ. —Tic. Kuru temizleme, tekstil eşyasının, suyla yıkanmaksızın, çözücü olarak genel­ likle trikloroetilen kullanılarak temizlenme­ si. — A N S İK L Değirmene. Tüm buğdaya uy­ gulanan bir kuru temizleme, bir de gerek­ tiğinde, bu işlemi tamamlayan, yıkayarak temizleme vardır. Kuru temizlemede, ön­ ce elekten geçirme işlemi uygulanarak, buğdaydan daha büyük ya da daha kü­ çük yabancı unsurlar ayrılır, bundan son­ ra, buğdayla aynı boyutlara sahip diğer unsurlar (fiğ, kırhardalı, yulaf, taşlar), kal­ bur makinesi ya da taş ayıklama makine­ siyle ayıklanır. Daha sonra, yapışık olma­ yan tozlar ve hafif yabancı unsurlar (bal­ ya, saman çöpleri), eleme makineleriyle birlikte kullanılan aspiratörler içindeki ha­ va akımıyla uzaklaştırılırlar. Son olarak ya­ pışık tozlar ve tahılın tüyleri tarafından ta­ hıla ve silona yerleşmiş tozlar, tanelerin bir­ birine göre hareketli iki yüzey arasında fır­ çalanmasıyla giderilir. Yıkama işlemi ise buğdayı, bir su akımı içinde karıştırmak­ tan ibarettir. Hafif parçacıklar su yüzüne çıkar ve atılır. Taşlar dibe çöker, iki su akı­ mı arasında sürüklenen buğday, tozların bulunduğu çamurlu suyu dışarı atan bir kurutma makinesine alınır. —Fiz. • Canlı varlıkları temizleme. Radyo­ aktif serpinti bölgesinde kalmış bir kişi yal­ nız kirlenmiş değil, aynı zamanda kirleti­ cidir de. Elbiseleri ile saç ve derisi üzerin­ de radyoaktif toz ya da damlacıklar taşır. Temizlemenin amacı bu kişiyi, taşıdığı rad­ yoaktifliği mekanik olarak gidermeye yö­ nelik yoğun bir yıkamaya sokmaktır, çün­ kü bu radyoaktifliği gidermenin başka bir yolu bilinmemektedir. Radyoaktif madde­ nin organizmaya girmemesi için bu temiz­ leme işleminin en kısa zamanda yapılması gerekir. Temizleme, bir dizi özel odalardan oluşan seyyar ya da sabit istasyonlarda, uzmanlaşmış ekipler tarafından yapılır. Dış kirlenme az alkali bir sabun ya da asitli deterjan preparatları ile fırçalamadan yapılan yıkamalarla giderilmeye çalışılır. Yerel kirlenmelerin dağılmasını önlemek bakımından, çok fazla ovarak yıkamalar tavsiye edilmez. Radyoaktif deri yanıkları (radyodermitler) birinci evrelerinde anal­ jeziklerle ikinci evrelerinde ise yata kapa­ tıcı pomatlarla (A vitamini, metiyonin vb.) tedavi edilir, iç temizlemenin gerçekleştiril­ mesi daha nazik bir iştir, çünkü bunun te­ mizleme oranını hesaplamak daha zordur. Kirlenme solunum yollarıyla olmuşsa, kirletici element çözünmez olduğu du­ rumda (burnun, boğazın yıkanması gibi) yerel bir tedavi etkili olabilir. Eğer çözünür bir elementse, her tedavi sonuçsuzdur. Genellikle solunumla birlikte olan sindi­ rim yoluyla kirlenme, 100 g suda çözün­ müş 10 g magnezyum sülfat içilmesiyle tedavi edilmeye çalışılır. Fakat radyoelementler önceden organlarda tutulmuşsa, bunları kana geçirerek bulundukları yer­ lerden çıkarmak ve kandan atılmalarını hızlandırmak gerekir.



Linde AG



bir oksiasetilen hamlacıyla bir binanın cephesini temizleme Uygulanan birçok teknik vardır: radyo­ aktif bir izotopun kararlı izotopla aynı kim­ yasal özelliklere sahip olduğu bilinmekte­ dir; nitekim Lugol çözeltisinin alınması, iyot 131 in tiroide yerleşmesini önler ya da da­ ha önce yerleşmişse orada onun yerini alır. Daha sonra kelat yapıcılarla, içinde elementin gizli kaldığı bir kararlı kompleks içme metal iyonu alıkoyulmaya çalışılır. Kurşun zehirlenmesi gibi zehirlenmelerde yaygın olarak kullanılan kelat yapıcılar rad­ yoaktif metalleri de organizmadan çıkar­ mayı sağlar. Plütonyum için E.DT.A. (etilen -diamin-tetraasetik asit); nadir toprakların radyoizotopları için D.T.P.A. (dietilen-triamıno-pentasetik asit); radyoaktif stronsi­ yum için B.A.E.T.A. (bis amino-etoksi-tetrasetik asit); polonyum için B A L. (British anti-levisit-dimerkapto-2-3-propanol) kulla­ nılır. • Cisimleri temizleme. Radyoaktiflik, za­ manla giderek azaldığından, binalar, araçlar ve yaşam için gerekli öbür eşya­ lar mümkün olduğu kadar uzun süre terk edilir ya da deterjan çözeltilerle yıkanır ve kimyasal ya da mekanik temizleme uygu­ lanır. —Metalürj. Yüzey temizleme. Metallerin yüzeyi oksit, tuz, yağ, organik ya da anor­ ganik çeşitli maddelerle kaplıdır. Bu mad­ deler biçimlendirme sırasında çeşitli tufallar oluşturdukları ya da parlatma ve per­ dahlama sırasında mat bir yüzeye yol aç­ tıkları için daha sonra uygulanacak işlem­ leri güçleştirirler. Hatta tam bir çıplak yü­ zeye uygulanması gereken kaynak yap­ ma, kalaylama, elektrolizle kaplama, me­ tal kaplama vb. işlemlerin uygulanmasını tümüyle olanaksız hale getirirler. Yüzey te­ mizleme, hem kimyasal, hem de mekanik işlemlerle gerçekleştirilir. • Kimyasal yüzey temizleme. Kimyasal yü­ zey temizleme çeşitli yöntemlerle yapılır: 1. asit banyosuna daldırılarak yapılan yü­ zey temizleme. Bu yöntemde parça az ya da uzun bir süre ve genellikle soğukta seyreltik bir asit banyosuna daldırıl,r; son­ ra bol suyla yıkanır. Bu işlemde demir ve alüminyum için hidroklorik asit, bakır ala­ şımları için nitrik asit, demir ve bakır ala­ şımları için özellikle sülfürik asit kullanılır. Asidin derişimi, yüzeyden temizlenecek ürünlerin türüne ve bu ürünlerin kalınlık­ larına göre belirlenir. Asidin etkisiyle kimi durumlarda büyük ölçüde hidrojen açığa çıktığından ve bu da metal tarafından soğurulma tehlikesi gösterdiğinden (hidro­ jenin soğuruiması metalde kırılganlığa yol açar), asit banyolarına çeşitli yavaşlatıcı­ lar, yani tepkime yavaşlatıcı ürünler katılır. Ayrıca işlem sırasında ortama bol miktar­ da zararlı gazlar yayılacağından uygula-



ma çok iyi havalandırılan bir yerde yapılmalıdır; 2. alkali yüzey temizleme. Alkali yüzey te­ mizlemede parça, soğukta bir sodyum hidroksit çözeltisine daldırılır; sonra suy­ la yıkanır. Bu yöntem özellikle alüminyum ve çinko alaşımlarına uygulanır; 3. elektrolitik yüzey temizleme. Bu yöntem çoğunlukla alkali bir çözeltide (sodyum hidroksit, karbonat, siyanür) yağ giderme işlemine dayanır. Parça, anot ya da katot olarak yerleştirilir. Elektrolit olarak ayrıca asitler de (sülfirik asit, hidroklorik asit) kul­ lanılır; 4. sodyum hidrürle yüzey temizleme. Par­ ça eriyik halindeki bir sodyum hidrokside daldırılır. İşlem 400 °C'ta uygulanır ve par­ ça banyo içinde birkaç saniye bekletilir; daha sonra oksit katmanının kolayca ay­ rılabilmesi için soğuk su banyosuna so­ kulur; 5. asit buharlarıyla (hidroklorik asit, hidrofluorik asit) yüzey temizleme. Çok özel du­ rumlarda, özellikle demirin yüzeyini temiz­ lemede kullanılır. • Mekanik yüzey temizleme. Mekanik yü­ zey temizleme, kazıma, raspalama, bir tel fırçayla kuvvetle fırçalama ya da kum ve saçma gibi sert bir aşındırıcıyı metal yü­ zeyine püskürtme yoluyla yapılır. Kumla­ ma ve saçma savurmayla temizleme, par­ çayı bir banyoya daldırma olanağı bulun­ madığında, kaplamanın yapışmasını ko­ laylaştıran taneli bir yüzey elde etmek ge­ rektiğinde ya da önemli miktarda yüzey­ sel katmanın asitle klasik yüzey temizle­ me işlemiyle giderilemediği durumlarda uygulanır. Yüzey temizleme, sağlıksız ve kimi sa­ kıncaları olan bir işlemdir: yüzeysel kabar­ maların oluşması, çözünme yoluyla önemli miktarda metal kaybı, gaz tutma sonucunda oluşan kırılganlık. Bu yüzden, yükseltgen olmayan denetimli bir atmos­ fer altında, örneğin ısıl hazırlama işlemle­ ri uygulayarak yüzey temizleme işlemin­ den kaçınmak gerekir. Yüksek sıcaklıkta uygulanan kaynak yapma, lehimleme iş­ lemleri sırasında metal oksitlerinin hızla oluştuğu gözlenir. Bu oksitler bir eritici (akışkan) kullanılarak giderilir, —Su işler. En çok kullanılan ızgara temiz­ leme düzeneği, akıntı yönüne dikey ola­ rak yerleştirilmiş, yatayla genellikle 45°' lik bir açı yapan, akış yönüne doğru eğimli bir ızgaradan oluşur. Çubuk aralıkları genellikle 2 cm dolayındadır. Izgaranın üst bölümünde kimi zaman daha



11403



Sdmer çelik fabrikasında (Fransa) saclara son işlemlerin uygulandığı tesis yüzey temizleme işlemi hidroklorik asitle sürekli olarak yapılır



büyük maddelerin toplandığı bir çukur ya da bir baypas bulunabilir. Büyük tesisat­ larda. “ mekanik ızgaralar" pis maddele­ ri toprak düzeyine kadar çıkaran hareket­ li bir kazıyıcıyla temizlenir. Temizleme so­ nucu açığa çıkan atıklar delikli bir kepçey­ le toplanır; bu da yakılmadan ya da atıl­ madan önce atıkların sularını süzmeye olanak verir. —Tarım mak. Tohum temizleme düzeninin en önemli parçası, üzerinde tanelerin kay­ dırıldığı ve aralıkları ya da delikleri tüm ta­ neleri tutacak ve yabancı maddeleri ge­ çirecek ya da aksine taneleri geçirecek ve yabancı maddeleri tutacak boyutta olan bir ızgaradan ya da delikli metal levhadan oluşur. Döner temizleme düzenleri de var­ dır. T E M İZ L E M E K g. f. 1. Bir şeyi, bir yeri temizlemek, onu, orayı kirleten şeylerden arındırmak, temiz duruma getirmek: Özel bir temizleyiciyle halıları temizlemek. Evi temizlemek. Bir yarayı temizlemek. Kanı temizlemek. —2. Tkz. Bir yiyeceği, bir içe­ ceği temizlemek, onu yiyip tüketmek: Bir oturuşta bir tepsi böreği temizlemek. —3. Tkz. Bir işi temizlemek, yapıp bitir­ mek, kendi neden olduğu sorunlu, pürüz­ lü bir işi olumlu bir sonuca bağlamak; Bir aylık işi bir haftada temizlemek. Bu işi te­ mizlemek zorundasın. —A. Tkz. Bir yeri, bazı kimselerden, bazı şeylerden temizle­ mek, varlığı istenmeyen kişileri, şeyleri oradan uzaklaştırmak, orayı onlardan kur­ tarmak: Bölgeyi serserileden temizlemek. —5. Arg Bir kimseyi temizlemek, öldür­ mek. —6. Arg. Kumarda öbür oyuncu ya da oyuncuların tüm paralarını almak. —Cerr. ilaçların etkisini artırmak ve nedbeleşmeyi hızlandırmak amacıyla bir ya­ rayı ya da deri lezyonunu paklamak. —Güz. sant. Bir tabloyu temizlemek, sün­ ger ya da benzeri yumuşak maddeler kul­ lanmak suretiyle bir tablonun üzerindeki tozu ve kiri almak. (Uzman kişiler tarafın­ dan ayrıca vernik ve renkler de özel yön­ temlerle temizlenip yenilenir.) —Isıbil. Bir kazanın ocak ızgarasından ya da duman borularından yanmayı önleyen cürufları ve külleri almak. —inş. ve Taşoc. Bir kesme taşın yanık, gevşek ve topraklı bölümlerini çıkarmak. —Kaynakç. Bir kaynak dikişini, yeni bir pasoya başlamadan önce sağlam metali ortaya çıkarmak amacıyla süreksizlikleri, hataları, olası curuf birikmelerini yok eden bir etkiye maruz bırakmak. (Bir kaynak di­ kişinin altına kaynak yapılacaksa, bu alt bölüm de temizlenebilir; bu o yönteme kaynak dikişinin bakışımlı bölümünü ger­ çekleştirmeden önce ilk bölümün kök pa­ sosunun gerçekleştirildiği X ağzı açılmış kaynak işlemlerinde başvurulur. Temizle­ me özel bir keskiyle donatılmış bir pnömatik tabancayla, taşlamayla, alevle [özel bir memeyle donatılmış bir kesme ham­ lacıyla) ya da bakır kaplanmış bir grafit elektrotla eritilen metalin kesişen iki ba­ sınçlı hava huzmesiyle uzaklaştırıldığı ark yöntemiyle gerçekleştirilir.) —Kuyumc. Cevher halindeki elmasın çev­ resindeki değersiz maddeleri (gang) al­ mak. —Metalürj. Dökümcülükte kumu ve ma­ ça takviyesini söküp almak. || Kumu temiz­ lemek, bir metal parçanın dökümünün ya­ pıldığı kalıbın hazırlanmasında kullanılan kumu almak. —Ormanc. Bir ağacın, bir tomruğun, ke­ silmiş bir odunun dal, kabuk ve çürük gi­ bi gereksiz kısımlarını paklamak. —Seram. Fırınlamadan sonra kasetin dö­ külme tehlikesi gösteren bölümlerini al­ mak. —Taşbask. Yeni baskılarda kullanmak üze­ re taşın ya da plarışın üzerinde bir önce­ ki baskıdan kalan izleri gidermek. —Tekst. Keten ya da kendir elyafını, öze­ tindeki kabuk kısmını çıkarmak için sıyır­ mak. || Üzerindeki yabancı maddeleri yok etmek için yünü yıkamak. || ipek elyafı üze­ rindeki zamkı (serisin) özel bir işlemle gi­



dermek. || Kumaşları şardonlamada kul­ lanılan şardon makinelerinin bitkisel ya da metal şardon tellerini silmek, çalışma sı­ rasında bu teller arasına sıkışmış yaban­ cı maddeleri özel aletlerle çıkarmak. || ip­ lik temizlemek, bobine sarma sırasında ip­ liğin üzerindeki yabancı maddeleri ayık­ lamak. ♦ tem izlenm ek dönşl. f. 1. Temiz bir duruma gelmek; arınmak, paklanmak. —2. Bir kadın sözkonusuysa, aybaşı du­ rumu sona ermek. ♦ tem izlenm ek edilg. f. 1. Kirlerinden, pisliklerinden arındırılmak, temiz duruma getirilmek. —2. Sakıncaları, pürüzleri gi­ derilmek: Bu mesele temizlenmeden ra­ hat etmemiz olanaksız. —3. Arg. Öldürül­ mek, yok edilmek. —4. Varlığı istenme­ yen kimselerden, şeylerden kurtarılmak: Bölge, sonunda bu insanlardan temizlen­ di. Çevreyi kirleten fabrikalardan temizle­ nen yöre. —Ekmekç. Temizlenmiş buğday, çeşitli yöntemlerle içindeki yabancı maddeler ayıklanmış ve öğütülmeye hazır duruma getirilmiş buğday. (Temizlemede, elekten geçirme, metal parçaları mıknatısla alma, yıkama vb. yöntemler kullanılır.) ♦ tem izletm ek ettirg. f. 1. Bir şeyi, bir yeri temizletmek, temizlenmesini sağla­ mak, temizleme işini yaptırmak. —2. Tkz. Bir kimseyi temizletmek, onu ortadan kal­ dırtmak, öldürtmek: Hasmını kiralık katile temizletmek. TE M İZ LE N M E a. Temizlenmek eylemi. T E M İZ L E N M E K -



TEM İZLEM EK.



T E M İZ L E T M E K -



TEM İZLEM EK.



T E M İZ L E Y İC İ a. 1. Özellikle giysi ve tekstil ürünlerini temizleme işiyle uğraşan işyeri: Gömleğini köşedeki temizleyiciye verebilirsin. —2. Temizleme işiyle uğraşan bir işyerinde çalışan kimse. —3. Temizle­ yici ürün. —Boyac. Eski boya tabakalarını bütünüyle ya da kısmen sökmek ya da yüzeysel te­ mizlemeyi sağlamak için fiziksel ve / ya da kimyasal etkilerinden yararlanılan preparat. (Bk. ansikl. böl.) —Ev eşy. Öz temizleyici, işlemesinden ileri gelen döküntüleri ve kirleri kendisi yok eden aygıt. (Mutfakta kullanılan öz temiz­ leyici fırın, kirleri kataliz ya da ısılayrışımla yok eder.) —Isıbil. Bir ocağı mekanik olarak temiz­ lemeye yarayan düzenek ya da aygıt. . —Kâğ. san. Lifli asıltıları temizlemek için kullanılan aygıt. —Metalürj. Metal, doğrama, parke vb. gi­ bi nesnelerin yüzeyini kaplayan ürünleri uzaklaştırmakta kullanılan madde. (Bk. ansikl. böl.) —Nük. müh. Temizleyici madde. —Su işler. Izgara temizleyici, ızgaralar üzerinde biriken pis ve artık maddeleri kal­ dırmaya yarayan aktarma aygıtı. (Izgara temizleyici, ucunda ızgaralar üzerinde ka­ yan ve çöpleri toplayan bir tür tırmık bu­ lunan mafsallı bir kolla donatılmış hareketli bir portiktir.) —Tarım mak. Gübre temizleyici, ahırda ya da kümeste biriken dışkıları mekanik ola­ rak boşaltmaya yarayan aygıt. (Kanallar içine yerleştirilen ve düz ya da alternatif yavaş bir hareketle dönen bir zincir ile ona bağlı olarak gidip gelen bir sıyırıcıdan olu­ şur) —Tekst. Tekstil ürünlerini temizlemekte kul­ lanılan sabun ya da sentetik deterjan kö­ kenli özel yıkama maddesi. (Bk. ansikl. böl.) || Sert yüzeyleri temizlemekte kulla­ nılan deterjan. || ipek temizleyen işçi. || ipek ipliklerini temizlemede kullanılan çer­ çeveli çile makinesi. ♦ sıf. Temizlemeye yarayan, temizleme işinde kullanılan bir şey için kullanılır: Te­ mizleyici maddeler. —Isıl mot. Temizleyici yağ, bileşimindeki temizleyici katkı maddeleri sayesinde, mo­ torun çalışması sırasında yağ içinde gide­ rek biriken katı ya da yarıkatı maddeleri



ince asıltı halinde tutarak motorun kirlen­ mesini önleyen yağlama yağı. —Kim. Bir ortamı, bir nesneyi kirinden arındırmaya yarayan bir ürün için kullanı­ lır. —Metalürj. Metal yüzeylerini temizleme­ ye yarayan bir ürün için kullanılır. |j Temiz­ leyici pasta, yüzey etkin maddeler ile yük­ sek oranda ince aşındırıcılardan hamur, toz ya da sıvı durumunda hazırlanan ve metal ya da emaye yüzeyleri işlemeye ya­ rayan temizleme maddesi. —Nük. müh. Kirlenmeyle, özellikle radyo­ aktif kirlenmeyle mücadele eden şey için kullanılır. —Tekst. Yünün yağını gidermede kullanı­ lan sabun, deterjan vb. madde. — A N S İK L. Boyac. En yaygın temizleyiciler potasyum hidroksit ya da sodyum hidrok­ sit ya da alkali karbonat çözeltileridir. Ba­ zı sanayi temizleyicilerde metilen klorür gi­ bi çözücüler bulunur. Temizleyicilerin et­ kisi her boya tipine göre az çok değişir. Kullanılan temizleyici ne olursa olsun, eser miktardaki her türlü kalıntının tamamen gi­ derilmesine (sözgelimi tatlı suyla yıkama) dikkat etmek gerekir. —Metalürj. Pas çıkarmak amacıyla en çok kullanılan ürünler, seyreltik sülfürik asit, hidroklorik asit ya da ana bileşeni fosfo­ rik asit olan maddelerdir. Metal oksitlerini gidermek için eritici olarak genellikle bo­ raks, silisyumlu kum ve öğütülmüş cam kullanılır. —Tekst, içinde yüksek oranda kimyasal eczalar bulunan ve çok geniş bir kullanı­ mı olan temizleyiciler, elyafı ya da yıkama metodları ne türlü olursa olsun, çok kirli bir çamaşırı temizleme gücüne sahiptir. Özel temizleyiciler, yıkama tarzına (elde veya makinede), suyun sıcaklık derece­ sine (beyaz veya renkli çamaşırlar için 60 °C'ın üstünde, sentetik eyaflı çamaşırlar için düşük veya ılık derecede), dokuma elyafının niteliğine (doğal ya da sentetik) göre hazırlanır. Bir temizleyicinin etkinliği, içerdiği özel unsurlara bağlıdır: gerilimetkin maddeler ya da yüzey temizleyiciler, kirleri kabartan ıslatma gücü ile kirlerin suda askıda kal­ masını sağlayan emülsiyon gücünü sağ­ lar; perborat, kimyasal asıllı lekeleri yükseltgeme yoluyla, enzimler de protein asıl­ lı lekeleri (yemek lekeleri veya bedensel lekeler) hidroliz yoluyla yok eder: fosfat­ lar ise, suyu yumuşatarak gerilimetkin maddelerin etkisinin kireç tarafından nöt­ ralize edilmesini önler: nihayet, görsel ağartma etkenleri de, temizlenen çama­ şıra ek bir parlaklık verir. (-* DETERJAN.) T E M İZ L İK a. 1. istenmeyen öğelerden, pislikten arınmış, kirli olmayan, bir şeyin, bir yerin niteliği, durumu: Evin temizliği herkese parmak ısırtıyordu. —2. Kendi­ ne özen gösteren, eşyalarını, giysilerini te­ miz kullanan, evini temiz tutan bir kimse­ nin niteliği: O kadın her zaman derli top­ lu, temizliğine de diyecek yok. Anneleri çocuklara küçük yaşta temizliği aşılamış. —3. Bir yerin, bir evin bakımı, silinip süpürülmesi, derlenip toplanmasıyla ilgili iş­ lerin tümü: Temizlik için gerekli olan ge­ reçler burada bulunur. Büyük bahar te­ mizliği. Evin temizliği beni çok yordu. —4. Kusursuz bir davranışın, bir duygu­ nun ve kusursuz görünen bir kimsenin özelliği: Ahlak temizliği. Ruh temizliği. —5. Bir yeri, bir kurumu, bir topluluğu, çeşitli yöntemlerle (uzaklaştırma, tutuklama, iş­ ten çıkarma, öldürme vb.) istenmeyen, za­ rarlı ya da düşman öğelerden arındırma işi; tasfiye: Şirkette bir temizlik operasyo­ nu başlatıldı. Polis uyuşturucu mafyasın­ da geniş çaplı bir temizlik gerçekleştirdi. Örgütte temizlik şart. —6 . Temizlik işçisi, caddeleri, sokakları temizlemekle görevli kimse. || Temizlik işleri, kamuya ait mekân­ ların süpürülüp temizlenmesini, çöplerin toplanmasını üstlenen belediye birimi. || Temizlik yapmak, ortalığı silip süpürmek, derleyip toplamak; istenmeyen öğeleri yok etmek.



—Ormanc. Diriörtü temizliği, bazı orman­ larda ağaçların altında biten ve ormanın işletilmesini güçleştiren bitkilerin (funda, dikenli katırtırnağı, kocayemiş ve diğer çalı çırpı) her yıl kesilip atılması işlemi. — ANSİKL. isi. İslam dininde beden, giy­ si, ev, mabet gibi yerlerin temiz tutulması farz kılınmıştır. Bu nedenle kirli beden ve giysilerle kirli yerlerde ibadet etmek ha­ ramdır; bu durumda yapılan ibadetler ge­ çersizdir. Kadın ve erkek her müslümanın beş vakit namaz için aptes almak yoluyla bedeninin en çabuk kirlenen yerlerini her gün sık sık yıkaması, oünüplük durumun­ da bütün bedenini yıkayıp temizlemesi farz kılınmıştır. Aynca her yemekten önce ve sonra el yıkamak, dişleri fırçalamak, en az haftada bir kez cuma günü banyo yap­ mak Hz. Muammet'in önemini sık sık vur­ guladığı ve kendisinin de titizlikle uygula­ dığı sünnetlerindendir. Kuran'da da temizlik üzerinde önemle durulur; "Giysini temiz tut" (LXXIV, 4); "Al­ lah temiz olanları sever” (IX, 108; II, 222); “ Kuran’a ancak temiz olanlar el sürebilir" (LVI, 79); "Pis olanla temiz olan bir değildir" (V, 100) gibi ayetlerle temizliğe verilen önem belirtilir. Hz. Muhammet de "Temizlik imanın yarısıdır"; "Allah temiz­ dir, temizliği sever" gibi sözleriyle temizli­ ğin İslam dinindeki önemini sık sık vurgu­ lamıştır. -İslam dininde maddesel temizlik gibi ruh temizliği de büyük önem taşır. Nite­ kim inkârcılık, münafıklık, yalancılık, öfke, hayasızlık, kötü niyet gibi ahlaksal fenalık­ ların kalbi kirlettiği ve kararttığı, ruhun bunlardan arındırılarak ahlaksal erdemler­ le bezendirilmesi gerektiği pek çok ayet ve hadiste dile getirilmiştir. T E M İZ L İK Ç İ a. Temizlik işi yapan kim­ se. —Tic. Temizlikçi firma, kamusal ya da özel yprleri temizlemekte uzman işçilerin hiz­ metlerini kiralayan işletme. ♦ sıf. ve a. Zool. Bir hayvanı dışasalakIşmndan kurtararak bu asalaklarla besle­ nen hayvân için kullanılır. (Örneğin sığır­ ların sırtına konarak onları asalaklardan temizleyen kuşlar [kurtkıyan] gibi.) T E M K İN a. (ar. meksnet'len temkin). 1. Bir işin sonucunu düşünerek ölçülü, ted­ birli davranma; tedbirlilik, ölçülülük: Tem­ kinini kaybetmek. —2. Ağırbaşlılık. —Esk. Temkin erbabı, tedbirli; ağırbaşlı. —Ruhbil. Bulunduğu yeri belirleme. —Tasav. Kendisini Tanrı yoluna adayan ki­ şinin bu yolda inançlı ve kararlı olması, Tanrı dışındaki her şeyden (masiva) yüz çevirmesi. T E M K İN L İ sıf. Eylemlerinin sonuçları üzerinde inceden inceye düşünerek ken­ dine zarar verebilecek şeyleri yapmaktan sakınan, tehlikelerden kaçınan bir kimse; bu kimsenin tutumu için kullanılır: Temkinli bir yatırımcı. Temkinli bir hareket. ♦ be Dikkatli, ölçülü, durumunun gerek­ tirdiği biçimde: Arabayı temkinli kullan-' mak. Bu kez, daha temkinli davranmalı­ sınız. T E M K İN S İZ sıf. Eylemlerinin sonuçları üzerinde düşünmeyen, ölçüsüz davra­ nan, sakınımsız kimse; bu kimsenin tutu­ mu için kullanılır: Temkinsiz bir genç. Tem­ kinsiz b ir davranış.



—Huk. Alacağın temliki, alacak hakkının başka birine devredilmesi. (Bk. ansikl. böl.) —Tic. huk. Temlik cirosu, senette yazılı olan hakkın devredilmesi amacıyla yapı­ lan ciro*. —ANSİKL. Huk. Yasa, sözleşme ya da işin niteliğinden kaynaklanan bir engel olma­ dıkça, alacaklı alacağını başka bir kişiye devredebilir. Bunun için borçlunun ona­ yını almak zorunda değildir. Alacağın tem­ lik edilmesi, bir sözleşmeyle olur; bu söz­ leşmenin de yazılı olması gerekir (Borç­ lar k. md. 163). ilke olarak her tür alacak başkasına devredilebilir. Ancak kimi ala­ cakların devredilemeyeceği yasalarda açıkça belirtilmiştir. Bu durumda alacağın temliki olanaksızdır. Örneğin, kiracının, ki­ ralayanın onayı olmadıkça kiralanan şe­ yin kullanma hakkını devretmesi yasayla yasaklanmıştır. Kimi alacak haklarının temlik edilememesi, bu alacakların niteli­ ğinden kaynaklanır Örneğin, ölünceye ka­ dar bakma sözleşmesinden doğan bakım alacağı, niteliği gereği, devredilemez. Ala­ caklı ve borçlu, aralarında yapacakları bir sözleşmeyle, alacağın temlik edilmeyece­ ğini kararlaştırabilirler. Bu durumda da alacağın temlik edilmesi olanaksızdır. Alacağın temlikiyle, sözkonusu alacak başka birine geçmiş olur. Temlik edilen asıl alacakla birlikte, ona bağlı yan hak­ lar da alacağı devralana geçer Birikmiş faizler, asıl alacakla birlikte temlik edilmiş sayılır. Alacağın temliki borçlunun onayına bağlı değildir. Ancak yasa bu işlemle borçlunun durumunun ağırlaşmasına da izin vermemiştir. Alacağın temlik edildiği­ ni bilmeyen borçlu, borcunu eski alacak­ lısına öderse borcundan kurtulur (Borçlar k. md. 165). Alacaklısı kesinlikle belirli ol­ mayan bir alacağın borçlusu, ödemeden kaçınabilir ve alacağı mahkemeye yatıra­ rak borçtan kurtulur (Borçlar k. md. 166). Borçlu, önceki alacaklıya karşı ileri süre­ bileceği itiraz ve defileri, alacağı devralan yeni alacaklıya da ileri sürebilir (Borçlar k. md. 167). Alacağın temlikiyle alacak hakkı yeni alacaklıya geçtiğinden, temlik işlemi ken­ disine bildirilen borçlu, borcunu yeni ala­ caklıya ödemek zorundadır. TE M L İK E N be. (ar. temlik 'ten temliken). Esk. Mülk olarak vermek suretiyle. TE M L İK N A M E a (ar. temlik ve fars. na­ meden temlik-nâme). İkt. tar. Miri arazi­ den sağlanan gelirlerin birine verilmesi ya da rakabenin temlikini bildiren belge. (Temliknamei hümayun, mülkname, mülknamei hümayun da denirdi.) [Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. İkt. tar. Temlik edilen yerler pa­ rasız olarak verildiği gibi mukataadan bir­ kaç yıllık bedeli peşin ya da taksitle öden­ mek üzere belirli bir bedel karşılığında da verilirdi. Temlikname ile temlik olunan bu yerlere "Malikâne” denirdi. Tanzimat'tan sonra malikâne verilmesi yöntemi kaldırıl­ dı. Ayrıca, temlikname ile tasarruf olunan yerlerden tımar ve zeametten mukataaya, mukataadan malikâneye çevrilen yerler devletçe bedelleri ödenerek sahiplerin­ den alındı ve kimse ile ilgisi olmayarak mülk gibi kullanılan yerler için de temlik­ name karşılığında sahiplerine tapu veril­ di.



nin Nasuh Paşa'ya sunduğu temmuziye: "Yine erişti temûz oldu cihan pü r teb ü tâb / Girdi b ir hilkate hep âteş ü bâd ab u türâb" [Yine temmuz geldi, cihanı sıcak­ lık sardı. Ateş, rüzgâr, su, toprak (bu dört öğenin tümü) aynı yapıya dönüştü].) T E M N E L E R ya da T İM N E L E R , Si­ erra Leone'de yaşayan batı atlantik gru­ buna bağlı, yaklaşık 1,2 milyon kişiden oluşan halk. Çiftçilik, balıkçılık ve avcılık­ la yaşarlar. Uydu küçük köylerle çevrili büyük köylerde, ayrı mahalleler halinde babasoylu klanlara ayrılmışlardır. Siyasal otorite, bir yaşlılar konseyi desteğinde ve bölgesel düzeyde küçük şeflikler Içinde yer alan bir köy şefinin elindedir. T E M N İY E a.' (ar. meni'den temniye). Esk. fizyol. Meni akıtma. T E M N O C E P H A L İA a. Üyeleri, kabuk­ luların, karındanbacaklı yumuşakçaların ya da tatlısu kaplumbağalarının örtenek­ lerinde ya da solungaç boşluğunda asa­ lak yaşayan küçük yassısolucanlar sınıfı. (Bu sınıftaki solucanlarda önde bir doku­ naç tacı, arkada bir çekmen bulunur; üstderl kütikülamsıdır; gelişme larva evrele­ ri olmaksızın doğrudan gerçekleşir.) TE M N O S . Tar. coğ. Anadolu'nun Basın­ da, 12 aiolis kentinden biri; kalıntıları İz­ mir'in Menemen ilçesi Emiralem bucağı­ na bağlı Görece köyü yakınında, Kayacak tepesi üzerindedir. Büyük ve güçlü bir kent olmamasına karşılık Persler döne­ minde bağımsızlığını korudu, ancak ga­ lat boyları ile birleşen Attalos l'e boyun eğ­ di (İ.Ö. 218). Buradaki Apollon tapınağı Bithynia kralı Prusias II tarafından yakıldı, kent yağmalandı (İ.Ö. II. yy. ortaları). Ro­ ma imparatoru Tiberius döneminde bü­ yük bir deprem geçirdi (İ.S. 17). TE M N O S P O N D Y L A a. (yun. temnein, kesmek, yıkmak, ve lat. spondylus, omurga’dan). Devon'dan Trias'a kadar çeşitli ta­ bakalarda fosil halde bulunan, anatomi özellikleri bakımından Osteolepiformes ta­ kımından balıklarla dörtayaklılar arasında yer alan Labyrinthodonta öbeğinden am­ fibyumlar takımı. (Daha su yaşamından kurtulmamış olan bu hayvanlarda kuyruk yüzgeci ve solungaç solunumu vardı. Temdospondyta takımı dört alttakıma ay­ rılır; ichtyostegalia, Rachitoma, Trematosauria ve Stereospondyta.) TEMO E-LAVAK a. Köksaplarının tozu kolagog ve koleretik olarak kullanılan Ma­ lezya kökenli bitki. (Bil. a. Curcuma xanthorriza; zencefilgiller familyası.) T E M P E va d isi. Tar. coğ. Pinios'un aşa­ ğı vadisi; Olympos ve Ossa dağları ara­ sında, otluk ve koruluk, görkemli bir ge­ çittir. Vadi, bazı yerlerde dar bir boğaza dönüşür. Yunanistan ve Makedonya ara­ sında geçiş yolu olarak büyük önem taşı­ dı ye kral Perseus tarafından tahkim edil­ di (İ.Ö. 171). Apollon kültüne ayrılmış bir yerdi. Delphoililer buraya oyunların galip­ lerine verilecek kutsal defne dallarını kes­ mek üzere bir heyet gönderirlerdi. Serin gölgelikleriyle ünlüydü.



TEMLİHAT, -tı çoğl. a (ar tem/İÇİn çoğl. temlihst). Esk. Cinaslı, güzel sözler, temlihler.



T E M M O K U a. Japonlar'ın Song döne­ minde Çin’de Fucien'de üretilen telin, ko­ yu renk sırlı, metal yansımalı seramiklere (özellikle çay kâseleri) verdikleri ad.



T E M P E L (Ernst Wilhelm), alman gök­ bilimci (Niederkunersdorf, Lausitz, 1821 - Floransa 1889). Önceleri Almanya, Dani­ marka ve İtaya'da taşbaskı desinatörlüğü yaptı. Gökbilimle 1854'te Vanedik'e yerleş­ tikten sonra ilgilendi. 1860’ta Marsilya gözlemevi'nde çalışmaya başladı. 1870'te Milano'ya sığındı ve Brera gözlemevi’nde Schiaparelli'nin yardımcısı oldu. Son ola­ rak, 1875’te Floransa yakınındaki Arcetri gözlemevi'nde yardımcı gökbilimci oldu. 17 kuyrukluyıldız, 6 küçük gezegen ve çok sayıda bulutsu buldu.



T E M M U Z a. (ar. ve sür. temmuzdan). Yı­ lın yedinci ayı.



T E M P E L H O F , Berlin'in güney kesimin­ de yer alan yerleşme. Havalimanı.



T E M L İK , -ki (ar. m ülk1ten temlik). Esk. 1. Birini bir mülke sahip kılma, mülk ka­ zandırma. —2. Temlik etmek, bir mülkü başkasına vermek, onun mülkü etmek.



T E M M U Z İY E a. (ar. temmuz ve -iyye' den temmüziyye). Ed. Nesip bölümünde temmuz ayının gelişini, yaz mevsiminin sı­ caklarını tonu edinen kaside. (Örn. Nef'i’



TE M P E R A a. (Hal. söze.). Res. Bağlayı­ cı olarak çoğunlukla esas maddesi yu­ murta olan bir emülsiyonun kullanıldığı tutkal boya. (Ortaçağda pano üzerine re­



T E M K İN S İZ L İK a. Temkinsiz bir kimse­ nin tutumu, davranışı. T E M L İH a. (ar. millş'ten temlilş). Esk. 1. içine tuz koyma. —2. Tuzlama, tuza yatır­ ma. —Ed. Divan edebiyatında sözü, güzel sa­ yılan deyimlerle süsleme sanatı.



T E M M E ya da T E M M E T a. (ar temme, temmet). Esk. Yazı ya da kitapların sonu­ na yazılan “ bitti” anlamındaki sözcük.



tem pera 11406



simlerin, kimi zarnan da duvar resimleri­ nin yapımında kullanılan temperanın ye­ rini XV. yy.’dan başlayarak yağlıboya tek­ niği aldı. Bununla birlikte çoğu kez astar­ larda temperadan yararlanılmaya devam edildi.) TE M P E R LE M E a. Metalürj. Sert ve kı­ rılgan beyaz dökme demirin siyah temperleme (karbon azaltmayan tavlama) ya da beyaz temperleme (karbon azaltıcı tav­ lama) yoluyla dövülebilir bir duruma geti­ rilmesini sağlayan ısıl tavlama işlemi. (900 °C'tan başlayarak yaklaşık 60 saatlik uzun süreli bir soğutmayla uygulanan tavlama işlemiyle, demir karbürün yani sementitin demir ile grafite ayrıştırılmasına bağı ola­ rak dökme demire çeliğinkine yakın özel­ likler kazandırılır.) T E M P E R LE M E K g. f. Metalürj. Tem­ perleme işleminden geçirmek. TE M P E S T A ya da T E M P E S T İ (Anto­ nio), İtalyan ressam ve gravürcü (Floran­ sa 1555 - Roma 1630). Santi di Tito ve Stradanus'un öğrencisi oldu; av ve savaş sahneleri, Kutsal Kitap'tan, tarihten ve mi­ tolojiden alınma olayları canlandıran de­ senler ve ofortlar yaptı. Küçük resimleri ve fresk tekniğinde süslemeleri de (Caprarola' da Farnese sarayı; Aşk’ın ve Ün'On zafe­ ri, Rospigliosi sarayı, Roma) vardır. TE M P E S T A (Pieter MULİER. G e n ç , il C a v a lie r T em p e s t a ya da il — denir), hollandalı ressam (Haarlem 1637’ye doğr. - Milano 1701). Bir deniz manzarası res­ samının oğluydu; 1665’e doğru itaya’ya gitti ve bu ülkede serüvenli bir yaşam sür­ dü. Tempesta adı Lorrain, J. Courtois ve S. Rosa’nın bakış açısıyla kuzeylilere öz­ gü çizgileri birleştiren fırtına sahneleri ve fantastik deniz manzaralarında sağladığı başarıdan kaynaklanır. T E M P İO P A U S A N İA , İtalya'da kent. Sardinya’nın (Sassari ili) kuzey kesiminde, Gallura’nın merkezi; 13 500 nüf. Bir mah­ muz üstünde kurulan kent Liscia vadisi­ ne egemendir. Sayfiye yeri. m TE M P LE (sir William), ıngiliz diplomat ve yazar (Londra 1628 - Farnham yakınları, Surrey, 1699). Ilımlı kralcı; Fransa'nın is­ teklerine karşı koymak için protestan Bir­ leşik Eyaletler ile anlaşma yapmak istedi. 1666’da Brüksel'e gönderildi, 1668'de, Birleşik Eyaletler ve İsveç ile Üçlü ittifak'ı sonuçlandırmayı başardı. 1668’den 1671’ e kadar Lahey'de büyükelçilik yaptı; 1674'te Westminster barış görüşmelerini yürüttü, yeniden görevine döndü (1674 -1679); prenses Mary Stuart ile William of Nassau’nun evlenmelerini sağladı (1677); Aachen (1668) ve Nijmegen (1676-1679) kongrelerinde Ingiltere’yi temsil etti. Birçok deneme yazdı. T E M P L E (Richard), vikont C o b h a m , İn­ giliz asker ve siyaset adamı (1669 7-1749). Eski Marlborough generali. Başlıca üye­ lerinin genç olmaları nedeniyle, “ Yurtse­ verler" ya da “ Yumurcaklar" partisi diye anılan liberal bir grup oluşturdu. Bu gru­ bun içinde yeğenleri Grenvilleler ve kayın­ biraderi Pitt de vardı. Programında, özel­ likle, yozlaşmaya karşı mücadele ve ulu­ sal bir siyasetin benimsenmesi yer alıyor­ du. Temple, 1744'te Pelham'ın genişletil­ miş kabinesine girdi. TE M P LE (kont) ’ G re n v Ille (Richard). TE M P LE (Henry), 3. P a lm e rsto n vikon­ tu -> PALMERSTON. TE M P LE W O O D v ik o n t u



- HOARE



T E M P O a. (ital. tempo, zaman'dan). 1. Müz. Bir yapıtın seslendirilme hızı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir parçanın yazıldığı ya da yorumlandığı değişik tempoların notalaması. —3. Bir kimsenin çalışma, etkin­ lik hızı, bir işin, bir eylemin gelişme hızı; bir işletmenin üretim işlerinin yerine geti­ riliş ritmi: Arkadaşlar, tempoyu hızlandırıp işi mayısta bitirmemiz gerek. Oyunun tem­ posu çok ağır. Siparişler, gittikçe hızlanan



bir tempoyla birbirini izliyor. —4. Tempo tutmak, el çırpma ya da elleri ve/ya da ayakları bir yere vurma yoluyla bir müzik parçasına eşlik etmek. —Spor. Tempo alma, kürek sporunda bir tekne ya da mürettebatın, dümencinin be­ lirlediği kürek çekme ritmine ulaşması. —ANSİKL. Batı müziğinde, toplu bir hare­ kete birlik kazandırmayı amaçlayan tez­ gâh başı şarkıları ve bunların durguları, ilk tempo örneklerini oluşturur. XVI. yy.'ın ilk yarısından itibaren tempo, ölçünün za­ man birliğine verilen değere bağlandı. Zamanların bölünmesi, insan ritimlerine (adımların ritmi, kalbin ritmi) olduğu gibi hareketi geieneksel olarak bilinen dans­ ların ritimlerine göre ayarlandı. Çok kesin olmayan bu ölçütlerin yerini, XVII. yy.'da, sarkaçtan, ardından kronometreden ya­ rarlanılan, daha sonra da duvar saatleri­ nin zamanına dayandırılan bir zaman bir­ liği hesabı aidi. Metronomun keşfinden sonra, tempoları gösteren işaretler partis­ yonun üzerine yazıldı. Ancak bunlar, yo­ rumcular tarafından değiştirilebilen, orta­ lama tempoları belirtirler. Böylece aynı işa­ retle belirtilen temponun hızı, önemli öl­ çüde değişiklik gösterebilir Bundan do­ layı, bir müziğin özyapısını belirleyen tem­ po, yorum sorunlarına yol açar. TE M P S a. (fr. temps, zaman'dan). 1. Koregr. Yükselme anı. —2. Bir adımın ayrıl­ dığı evrelerden her biri. —3. Birçok ha­ rekete ayrılan adım. —4. Temps levé, baş­ ka bir adıma geçmek için hız almayı sağ­ layan ve dayanma bacağı üzerinde ger­ çekleştirilen sıçrama. || Temps de pointe, de demi-pointe, gerideki bacağı büküp öndeki bacağı uzattıktan sonra, ön aya­ ğın parmak ucunda ya da yalnızca ön bö­ lümünde dikilerek ve yavaş yavaş yakla­ şarak gerçekleştirilen adım. (Temps de pointe, uzaklaşarak da gerçekleştirilebilir; bu durumda, arka ayağın parmak ucun­ da dikilerek, ön bacak başlama pozisyo­ nuna getirilir.) TE M P S K Y A a. Paleobot. Üst Kretase ta­ bakalarında bulunan ve kongövdesi bir­ birinden ayrı birçok stel içeren eğreltiotu. T e m p s m o d e rn e s (les), Jean-Paul Sartre’ın, 1945 yılında, özellikle Raymond Aron, Simone de Beauvoir, Michel Leiris, M. Merleau-Ponty, A. Ollivier, J. Paulhan, Etiemble’in işbirliğiyle kurduğu aylık felse­ fe, siyaset ve edebiyat dergisi. Komünist olmayan fransız solcu aydınların bir bölü­ mü bu dergide düşüncelerini dile getirdi. Jean-Paul Sartre'ın ölümünden (1980) sonra, derginin yönetimini Simone de Beauvoir üstlendi. T E M fl a. (ar. temf). Esk. 1. Hurma. —2. Temr-i hindi, demirhindi, hinthurması. TEM R E N a. (türkç. söze.). Esk. sil. 1. Ok ayağına takılan demirden ya da pirinçten yapılmış sivri uç. (Menzil oklarına takılan ke­ mik uçlara ise soya denir. Temren oka, ok ise soyaya takılır.) [Peykân ya da ok ucu da denir] —2. Mızrak, harbe gibi delici silahla­ rın ucuna takılan metalden yapılmış sivri uç. —Mim. ve Süslem. sant. Yumurta biçimiy­ le almaşık olarak kullanılan ok biçiminde süsleme. TE M R İN a. (ar. merânetten temrin) Esk. Tekrarla alıştırma, egzersiz. T E M R İY E a Özellikle kol ve bacak de­ risi üzerinde çıkan, bazen kaşıntılı kırmı­ zımsı küçük kabarcıklarla belirgin, nede­ ni belirsiz deri hastalığı. T E M S İL a. (ar. misi'den temşft). 1. Bir kimsenin, bir kurumun, bir kuruluşun, bir topluluğun adına davranma: Temsil yetki­ si. —2. Bir olguyu, bir şeyi belirgin özel­ likleriyle yansıtma, betimleme, simgeleme. —3. Seyirci önünde, özellikle de tiyatro­ da bir gösteri sunmak eylemi; bu gösteri; oyun: Güzel bir temsil. —4. Bir kimseyi, bir topluluğu, bir ortaklığı temsil etmek, onların adına hareket etmekle, çıkarlarını korumakla görevlendirilmek; onların söz­



cülüğünü, vekilliğini yapmak: Sözleşme imzalanırken taraflardan birini temsil et­ mek. Uluslararası bir toplantıda ülkesini temsil etmek. —5. Bir şeyi (soyut) temsil etmek, onun simgesi, somut bir örneği, bir modeli olmak, simgelemek: Eli tırpanlı iskelet ölümü temsil ediyor. O her zaman, muhafazakârlar karşısında ilerlemeyi tem­ sil etmiştir. Bu kişiler orta sınıfı temsil eder. —6. Bir olayı, bir durumu temsil etmek, onu çizgiyle ya da resimle betimlemek, göstermek: Kaza anını temsil eden bir re­ sim. —7. Bir gösteriyi temsil etmek, onu bir seyirci topluluğu önünde oynamak: Hangi oyunu temsil edeceksiniz? —Esk. 1. Benzetme, teşbih. —2. Bir şe­ yin aynısını yapma; kitap, resim vb.’nin nüshalarını çoğaltma. —Ask. Düşman ateşinin temsili, atışlı tat­ bikat ve manevralar sırasında gerçek mer­ mi kullanma olanağının bulunmadığı du­ rumlarda, düşman tarafın ateşinin gerçe­ ğe uygun biçimde canlandırılması. (Bu amaçla çeşitli renkte işaret ve sis mermi­ leri kullanılabileceği gibi boru, trampet ve flamalardan da yararlanılır.) —Esk. biyol. Özümleme, asimilasyon. —Huk. Başkası adına hareket etme olgu­ su ve eylemi. (Bk. ansikl. böl.) || Yasal tem­ sil, başkası adına hareket etme yetkisinin yasaya dayandığı temsil. (Örneğin, veli ve vasinin temsil yetkisi yasaya dayanan bir temsil türüdür. Veli ve vasi küçük ya da kı­ sıtlının yasal temsilcisidir.) —istat. istatistik temsil, bir istatistik dağı­ lımı niteleyen özellikleri tümüyle kavramayı sağlayan yöntem, (istatistik dağılımları temsilinde kullanılan iki önemli yöntem, göstergeler ve grafiklerdir.) —Siyas. bil. Temsil kuramı, genel iradenin ancak ulusun temsilcileriyle var olabilece­ ğini ve yalnız onlarla dile getirilebileceği­ ni ileri süren ulusal egemenlik kuramına bağlı kuram. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Huk. Temsil yasaya ya da taraf­ ların iradelerine dayanır. Yasaya dayanan temsilde temsil yetkisi yasayla belirlenir. Tarafların iradelerine dayanan temsilde temsil yetkisi ve taraflar arasındaki ilişki­ ler başta vekâlet sözleşmesi olmak üzere ortaklık, hizmet vb. sözleşmeyle belirlenir. Başkası adına hukuksal işlem yapan kişi­ ye, “ mümessil” denir. Mümessilin yaptı­ ğı işlemlerden doğan haklar ve yüküm­ lülükler temsil olunan kişiye geçer. Temsil üçlü bir olgudur; temsile dayanan bir iş­ lemde üç kişi bulunur: 1. temsilci (mümes­ sil), bir işlemi başkası adına yapan kişi; 2. temsil edilen, kendi adına işlem yapılan kişi; 3. temsilciyle karşı karşıya gelen, onunla bir işlem yapan kişi. Kişiye sıkı bir biçimde bağlı olan hakların dışındaki tüm haklara ilişkin işlemler, temsilci aracılığıy­ la yapılabilir. Her tür alım satım, kira vb. sözleşmeler temsilci aracılığıyla gerçek­ leştirilebilir; ancak evlenme, evlatlık söz­ leşmesi, vasiyet vb. temsilci aracılığıyla ya­ pılamaz. Sözleşmeye dayanan temsil yet­ kisi bir ya da birkaç işlemle sınırlı tutula­ bileceği gibi her tür işlem için de verilebi­ lir. Özellikle vekâlet sözleşmesiyle belirle­ nen bu yetki özel vekâlet ve genel vekâ­ let yoluyla sağlanır. Temsilci, temsil yetki­ sini temsil belgesiyle kanıtlar. Temsilciye verilecek sulh, bağışlama, dava açma gi­ bi yetkilerin temsil belgesinde açıkça be­ lirtilmesi gerekir. Temsil yetkisi şu neden­ lerle sona erer: 1. belirli bir iş için verilen temsil yetkisi bu işin yerine getirilmesiyle; 2. belirli bir süre için verilmiş temsil yetki­ si bu sürenin dolmasıyla; 3. temsil edile­ nin verdiği temsil yetkisini geri alması ya da temsilcinin istifa etmesiyle; 4. temsilci­ nin ya da temsil edilenin ölümü ya da ga­ ipliğine karar verilmesiyle ya da medeni hakları kullanma ehliyetlerini kaybetmesiy­ le. Temsilci, temsil yetkisinin sona erdiği­ ni bilmiyorsa, yaptığı hukuksal işlemler temsil edileni bağlar. Temsil yetkisi ilanla üçüncü kişilere bildirilmişse, geri alındığı­ nın da bildirilmesi gerekir Yetkisi olmayan bir temsilcinin yaptığı işlemler temsil edi­ leni bağlamaz. Bu yüzden doğan zarar­



lardan temsilci sorumlu olur (-> VEKÂLET, VEKİL.)



—Siyas. bil. Temsil kuramına göre ulusun temsilcileri toplumun tümü tarafından se­ çilmiş sayılırlar. Özgül seçmenler yalnızca birer araçtır. Temsilciler, emredici değil temsil edici bir yetki taşır. 1789’dan baş­ layarak ılımlı devrimciler tarafından (özel­ likle Sieyös) savunulan bu kuram, Fransa’ da o tarihten sonraki birçok rejimin teme­ li oldu. Bu kuramın demokrasinin işleyişi­ ne getirdiği dolaylı durum oy hakkının ge­ nişletilmesi ve referandum gibi kimi doğ­ rudan demokrasi mekanizmalarının be­ nimsenmesiyle giderildi. T E M S İL C İ a. 1. Kendisine bir kimse, bir topluluk adına hareket etme, onları tem­ sil etme yetkisi tanınmış olan kimse; mü­ messil; delege: Sendika temsilcisi. —2. Bir sınıfın, bir topluluğun belirgin özellik­ lerini taşıyan, onun örneği olarak alınan kimse: Orta sınılın tipik bir temsilcisi. —Huk. Temsilciler meclisi -> KURUCU MECLİS*.



—iş. huk. işyeri sendika temsilcisi, işçiler­ le işveren arasında iletişim sağlamak ve işyerinde yasa, tüzük ve toplu sözleşme hükümlerinin uygulanmasına yardımcı ol­ makla görevli işçi temsilcisi. (Toplu iş söz­ leşmesinin tarafı olan sendika, işyerinde işçi sayısı elliye kadarsa bir, elli birle yüz arasındaysa en çok iki, yüz birle beş yüz arasındaysa en çok üç, iki binden fazlay­ sa en çok sekiz olmak üzere işyerinde ça­ lışan üyeleri arasından işyeri temsilcisi se­ çerek on beş gün içinde kimliklerini işve­ rene bildirir [Sendikalar k. md. 34].) —Küm. kur. Bir eşdeğerlik sınıfının tem­ silcisi, bu sınıfın elemanı. —Psikan. Ruhsal temsilci, bedenin iç uyartılarının ruhsal yaşamdaki anlatımı. (Bu deyim, çoğu kez temsilci-tasarım ya da dürtünün temsilcisi deyimleriyle eşan­ lamlıdır. Yine de hafif anlam kaymaları so­ nucu, kimi kez, affekt de bu terimle nite­ lenir. Ama bu kullanım doğru değildir, yal­ nızca temsilci-tasarım bu anlama gelebi­ lir.) —Siyas. bil. Halkın temsilcisi, halk adına hareket etme yetkisi almış temsilci; parla­ menter; ABD ve Belçika'da temsilciler meclisi üyesi. —Tic. Müşteriler nezdinde girişimlerde bu­ lunan, müşteri çevresini genişletmeye ve bağlı bulunduğu kurum için onlardan si­ parişler elde etmeye çalışan ticaret ara­ cısı. || Dış temsilci, bir ticaret ya da sanayi işletmesinin, yabancı ülkedeki şubesi. —Uluslarar. huk. Özel temsilci, özel öne­ mi olan bir konuyu görüşmek ya da res­ mi bir törene katılmak üzere bir hükümeti temsil eden kişi. TE M S İL C İL İK a. 1. Bir kimseyi, bir top­ luluğu temsil etme işi; bu görevi üstlenmiş bir kimsenin ya da bir grubun çalışma ye­ ri. —2. Yabana bir ülkede ülkesinin dip­ lomatik temsilciliğini yapmak. —3. Bir ti­ cari kuruluşu temsil eden, belli bir kesimin müşterileri ile bu kuruluş arasında aracı­ lık yapan kimsenin etkinliği: Bir otomobil şirketinin temsilciliğini almak. —Tic. Bir ticari kuruluşu temsil etme, belli bir kesimin müşterilerine o ticari kurulu­ şun aracılığını yapmak işi: Bir otomobil fir­ masının temsilciliğini almak. T E M S İL E N be. (ar. tem silden temşilen). Bir şeyi temsil ederek, onun adı­ na: Yarışmalara Türkiye'yi temsilen katılan kürek milli takımı. T E M S İL İ sıf. (ar. temsil ve -/'den tem­ sili). Bir şeyi göz önünde canlandıran, bir şeyle ilgili bir genelleme yapılmasına olanak veren şey için kullanılır: Olayın temsili bir resmi. Temsili bir oylamada oy­ ların dağılımı. —Ed. Temsili istiare -* ALEGORİ. —Siyas. bil. Temsili rejim, ulusal egemen­ lik ilkesine dayanan ve bu ilke gereği yurt­ taşların kendi adlarına karar almaları için temsilcilerine vekâlet vermeleriyle gerçek­ leştirilen iktidarı örgütleme biçimi.



T E M S İY E a. (ar. mesa’dan temsiye). Esk. "Hayırlı akşamlar” deme. T E M Ş İY E ya da T E M Ş İY E T a (ar. meşy’den temşiyyet, temşiyye). Esk. 1. Yürütme, ilerletme ileriye götürme. —2. Bir işin olmasını kolaylaştırma. —3. Temşiye etmek, ilerletmek, yürütmek, oluşma­ sını sağlamak. — 4. Temşiye-i garaz et­ mek, birinin işini yürütmek. || Temşiyet-i umur, işleri yürütme, ilerletme. —ida. huk. Temşiyet tasarrufları, idare'nin özel hukuk kişileri gibi, medeni ve özel hu­ kuk usul ve kuralları içinde yaptığı işlem­ ler. (idare'nin bu tür işlemleri, egemenlik yetkisini kullanarak yaptığı işlemlerden farklı olarak, idari yargının değil, adli yargı­ nın denetimine bağlıdır.) [-» İDARE, İDARİ ] T E M U C O , Güney Şili'de kent, bölge­ nin ve Cautín ilinin merkezi, Cautín ırma­ ğı kıyısında: 245 757 nüf. (1990). Ticaret. Turizm. Havalimanı. Araukan müzesi. Kent, Araukanlar'la savaşa son veren antlaşmadan sonra 1881de kuruldu. T E M Ü R O LCA YTU -



TİMUR



T E M V İH a (ar m a ''dan temvih). Esk. 1. Sulandırma, su katma. —2. Haksızı, haklı gösterme. —Ed. Divan edebiyatında edebi sanatla­ ra başvurarak sözü süsleme. —Esk. kim. Başka madenden yapılmış bir eşyayı, altın ya da gümüş suyuna batır­ ma. TEM V İH A T, -tı çoğl. a. (ar. temvih'ın çoğl. temvihât). Esk. 1. Sulandırmalar. —2. Haksızı haklı gösterme. —3. Temvihat-ı ebleh-firibane, aptalları aldatan temvihler. T E M V İL a. (ar. mâl’dan temvit). Esk. Bir kimseyi mal sahibi etme, ona mal verme. T E M Y İ a. (ar. m e /'d e n temyir). Esk. Sı­ vı haline getirme. —Esk. kim. Gaz halindeki bir maddeyi sıvı hale getirme. || Temyi-i hava, havayı ba­ sınçla sıvı hale getirme T E M Y İZ a. (ar. meyz'den temyiz). Esk. 1. Ayırma, seçme. —2. iyiyi kötüden ayırt etme. —3. Temyiz etmek, ayırmak, seç­ mek. —4. Temyiz erbabı, iyi ile kötüyü ak­ lıyla ayırt edebilecek yaşta olan kimse. —Esk. dilbilg. Sayıları ve belirsiz isimleri belirten sözcük. —Huk. ilk derece mahkemelerince veri­ len bir kararın, hukuka aykırı olduğu iddi­ asıyla, bozulması ya da düzeltilmesi için taraflardan birinin üst mahkemeye yaptı­ ğı başvuru. (Bk. ansikl. böl.) || Temyiz mah­ kemesi, ilk derece mahkemelerince veri­ len kararları hukuka uygunluk yönünden inceleyen üst mahkeme. (Türk hukuk sis­ teminde temyiz görevi yapan mahkeme­ ler şunlardır: Yargıtay, Danıştay, Askeri yargıtay.) —Med. huk. Temyiz yeteneği ya da tem­ yiz kudreti, iyiyi kötüden ayırma yetene­ ği. (Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da benzer neden­ lerden biriyle aklı başında davranış yete­ neğinden yoksun olmayan herkes, temyiz yeteneğine sahip sayılır. Temyiz yeteneği olmayan kişi, medeni hakları kullanma eh­ liyetine sahip olamaz. Bunun sonucu ola­ rak da kendi eylem ve davranışlarıyla hak edinemez, borç altına giremez.) —ANSİKL. Huk. Adli yargı alanındaki hu­ kuk ve ceza davalarının temyiz inceleme­ si Yargıtay tarafından yapılır, idari mahke­ me kararlarına karşı yapılacak temyiz baş­ vurusu Danıştay, askeri mahkeme karar­ larına karşı yapılacak başvuru da Askeri yargıtay tarafından incelenir. Temyiz, ilk derece mahkemelerinin ver­ miş oldukları kararların hukuka uygunlu­ ğunun incelenmesidir. Temyiz mahkemesi, ilk derece mahkemesinin hukuk kuralla­ rını doğru uygulayıp uygulamadığına ba­ kar Temyiz mahkemesinde yeni olaylar ile­ ri sürülmez. Kural olarak, son kararlara karşı temyiz yoluna başvurulur. Ara karar­ ları için temyiz yoluna başvurulmaz. Bu



kararlar ancak son kararlarla birlikte tem­ yiz edilebilir. Temyiz nedenleri yasaca belirlenir. Hu­ kuk davalarına ilişkin temyiz nedenleri şunlardır: 1. yasanın ya da iki taraf arasın­ daki sözleşmenin yanlış uygulanması; 2. mahkemenin görevsiz olması; 3. bir dava hakkında farklı kararlar verilmesi; 4. yar­ gılama usulüne uyulmaması; 5. maddi olayların değerlendirilmesinde hata yapıl­ ması; 6. taraflardan birinin gösterdiği ka­ nıtların yasal neden olmaksızın reddedil­ mesi. Temyiz yoluna başvurma yetkisi ta­ raflara aittir. Başvurma belirli bir süreye bağlıdır. Asliye hukuk mahkesi kararları için bu süre on beş gün, sulh hukuk mah­ kemeleri kararları içinse sekiz gündür. Temyiz başvurusu, kararı veren mahke­ meye verilen dilekçeyle yapılır. Harç ve posta giderleri temyiz eden tarafından ödenen dosya, kararı veren mahkeme ta­ rafından Yargıtay'a gönderilir. Yargıtay, temyiz incelemesini dosya üzerinde yapar. Ancak yasada öngörülen kimi durumlar­ da duruşma yapılır (Huk. us. muh. k. md. 438). Ceza mahkemelerince verilen karar­ lar da temyiz denetimine bağlıdır. Temyiz isteği, kararın bildiriminden başlayarak bir hafta içinde, kararı veren mahkemeye di­ lekçe verilmesi ya da zabıt kâtibine yapı­ lacak bildirimle olur; bildirim tutanağa ge­ çirilir ve yargıç tarafından onaylanır. Tem­ yiz başvurusu, kararın kesinleşmesini ön­ ler. On beş yıl ve ondan yukarı özgürlüğü bağlayıcı cezalarla ölüm cezaları tarafla­ rın isteğine bağlı olmaksızın, temyiz ince­ lemesinden geçer. Ağır cezalara ilişkin temyiz incelemesi duruşmalı olarak yapı­ lır. Yargıtay'da yapılan temyiz incelemesi sonucunda şu kararlardan biri verilir: onaylama, bozma, düzeltme, ilk derece mahkemesi Yargıtay'ın bozma kararına karşı iki şekilde davranır: ya bu karara uyar ya da eski kararında direnir. Diren­ me kararı temyiz edilince inceleme Yargı­ tay'ın hukuk ya da ceza genel kurulunda yapılır. Genel kurul, direnme kararını ye­ rinde bulursa bunu onaylar, Yargıtay özel dairesinin bozma kararını yerinde bulur­ sa direnme kararını bozar, ilk derece mah­ kemesi hukuk ya da ceza genel kurulu­ nun verdiği karara uymak zorundadır. idare ve vergi mahkemelerinin son ka­ rarlarına karşı, tebliğ tarihini izleyen altmış gün içinde temyiz yoluna başvurulabilir. Bu mahkemelerin kararlarına karşı yapı­ lacak temyiz istekleri Danıştay'da incele­ nir. Danıştay, temyiz incelemesi sonunda görev ve yetkisizlik, hukuk ve usul kural­ larına aykırılık nedenleriyle incelenen ka­ rarları bozabilir (idari yargılama usulü k. md. 49). Askeri mahkemelerin kararları da tem­ yiz incelemesine tabidir. Bu mahkemeler tarafından verilen kararların temyiz ince­ lemesi Askeri yargıtay'da yapılır. Temyiz başvurusu kararın tefhiminden (tefhim sa­ nığın yokluğunda yapılmışsa tebliğinden) başlayarak bir hafta içinde yapılmalıdır (Askeri mahkemeler kuruluşu ve yargıla­ ma usulü k. md. 209). T E M Y İZ E N be. (ar. temyiz'den temyizeh). Esk. Temyiz ederek, temyiz yoluyla. T E N a. (fars ten). 1. insan bedeninin dış yüzü: Fanilayı tenine giymek. Yumuşak bir teni var. —2. Yüzün rengi, tonu, parlaklığı: Koyu, soluk, mat bir ten. —3. Esk. Vücut, beden: ' 'Ğürse tenler ölür / Canlar ölesi de­ ğil (Yunus Emre XIII. yy.). —4. Ten fanilası, doğrudan doğruya vücudun üstüne giyilen fanila. || Ten rengi, beyaz insanların teninin rengi; bu renkte olan şey için kullanılır —Esk. Ahenten, sağlam yapılı, sağlam bünyeli. || Nerm-ten, cildi, vücudu yumu­ şak olan. TE N A D İ a. (ar. nidSdan tensdi). Esk. Ba­ ğırarak birbirini çağırma. T E N A FÛ R a. (ar. nefret1ten tensfür). Esk. 1. Birbirinden nefret etme, birbirinden kaçma. —2. Kulağa tırmalayıcı sesler gel­ mesi.



tenafür 11408



— Ed. Çıkış yerleri yakın seslerin (tenafür-i huruf; örn. k, k, ğ, g vb.), bu seslerden oluşm uş sözcüklerin (tenafür-i kelimat; örn. sokak, doğurgan vb.) edebiyat met­ ninde yan yana gelm esinden d oğ a n an­ latım bozukluğu.



T E N A H İ a (ar nihayet'ten tenahi). Esk. Tükenme, sona erme. T E N A K K U L a. (ar. nakl'den tenasül). Esk. Göçme, bir yerden bir yere nakil. T E N A K U S a (ar nakş'tan tenakus). Esk. 1. Eksilme, azalma. —2. Tenakus et­ mek, eksilmek, azalmak. T E N A K U Z a. (ar. nakz'dan tenakuz). Esk. 1. Anlam aykırılığı, çelişme, çelişki. —2. Tenakuza düşmek, birbirıyle çelişen sözler söylemek. — İSİ. huk. Birbirinin karşıtı olan iki ifade. (Örneğin, şahit şahadet ederken farklı ifa­ delerde bulunursa, bu açıklamalar arasın­ da tenakuz olduğu için şahadeti geçer­ siz sayılır.)



TEN A K U ZA T, -tı çoğl. a. (ar. tenakuz' un çoğl. tenatfuzat). Esk. Çelişkiler, çeliş­ meler.



T E N A K Ü R a. (ar. nekr'den tenâkür). Esk. Bilmezlikten, anlamazlıktan gelme. — Esk. fels. Karşıt duygu, antipati.



T E N A L İ, Hindistanda kent, Andhra Pradeş’te, Vicayavada’nın G.’inde; 103 000 nüf. T E N A M P U A , H onduras'ta, Comayag ua vadisinde arkeolojik yer Dik yamaçlı bir tepenin üzerine kurulmuş, taş surlarla çevrili bu merkezin, İ S. 550-950 arasın­ d a etkin olduğu ve vadinin siyasal ve din­ sel odağı durum una geldiği sanılmakta­ dır. Burada, birkaç gruba ayrılmış yüz do­ layında yapı ortaya çıkarıldı.



TE N A R sıf. (fr. thânar, yun. thenar, el aya­ sı ve ayak tabanı'ndan). Anat. Tenar ka­ bartısı, el ayasının dış kısmında bulunan ve kısa bükücü, kısa uzaklaştırıcı, kısa yaklaştırıcı ve başparm ak karşılayıcı kas­ larından oluşan çıkıntı.



T E N A S S E R İM , Birmanya'nın güney kesiminde il; 43 328 km2; 917 247 nüf. Merkezi Tavoy. Birmanya-Tayland sıra­ dağların batı yamacındadır. Yer yer kireçtaşlı platolarla kaplı, granitli uzun sırt­ ta birkaç maden (kalay ve tungsten) var­ dır. İlde ekvator tipi bir iklim görülür. Gür orman açılarak (tekağacı) yerini, Tavoy ve Mergi çevresinde az randımanlı hevea işletmelerine bırakmaktadır. Sulu pi­ rinç tarımı alçak yam açlarda yapılır. Çok girintili çıkıntılı olan kıyıda ve adalarda, çoğunlukla su üstünde kurulan bambu kulübelerde barınan balıkçı toplulukları yaşar. Tavoy ve kuzey ucundaki Mulmein, pirinç, kauçuk ve tekağacı dışsatımı (Tayland da dahil) önemsiz limanlardır.



T E N A S S U H a (ar nuşh' tan tenaşşuh). Esk. Nasihat dinleme, öğüt alma. TE N A S SU R a (ar naşran'dan tenaşşur). Esk. Hıristiyan olma, hıristiyan dinini kabul etme. TENASÜB -



TENASÜP.



T E N A S Ü B İ sıf. (ar. tenasüb ve -i'den tenâsübi). Esk. Birbirine uym a ile ilgili, orantısal.



T E N A S Ü H a. (ar. neslş'den tenasüh). Esk. Ruhun insandan hayvana, hayvan­ dan insana ya da bir cisimden başka bir cism e geçtiğine inanma; ruhgöçu. (Bk. ansikl. böl.)



—isi. huk. Ölen bir kimsenin terekesi pay edilmeden, vârislerden bir ya da birkaçı­ nın ölmesi halinde terekenin bu ölenlerin vârislerine geçmesi. —ANSİKL. Hint dinleri başta olmak üzere çoktanrıcı dinlerde bir insanın ölümünden sonra ruhunun başka bir canlıya geçtiği­ ne, ruhgöçü denilen bu olayla yaşamın kesintiye uğramadan sürüp gittiğine ina­ nılırdı. Her ruh, o ruhu taşıyan insanın ey­



lemlerinin iyi ya da kötü olmasına göre yüksek ya da aşağı bir varlığın bedenine girerek, mutlu ya da mutsuz olur. Bu sü­ rekli d önüşüm .içinde arınan ruhlar yük­ selir, kötülük işleyenler düşerler Eski Anadolu dinleriyle Mısır, Hint, Yu­ nan ve M ezopotamya dinlerinde yaygın olan bu inanç, müslümanlıkta bazı sufilerce benim senm işse de ilk dönem lerden başlayarak filozoflar ve özellikle kelam bil­ ginlerinin kesin karşı koyuşları ve eleştiri­ leri karşısında tutunamamıştır.



T E N A S Ü H İ sıf. (ar. tenasüh ve -/'den te­ nasüh/ ). Esk. 1 . Ruhun bedenden bede­



T E N B R İN K (Jan), hollandalı yazar (Appingedam . Groningen, 1834 - Leiden 1901). Denem eler (Essai historique sur la Révolution française, fr çev., [Fransız dev­ rimi üzerine tarih denemesi], 1868), ro­ m anlar (la Famille Muller-Belmonte [fr. çev.], 1879), öyküler ve Fransa’daki e de ­ biyat yaşamı üzerine eleştirel incelemeler yazdı.



TEN B Y, Büyük Britanya’d a sayfiye yeri, Wales’te (Dyfed). Carm arthen koyu kıyı­ sında; 5 000 nüf. XV. yy.’dan kalma kilise ve evler.



ne göçtüğüne inanan kişi. — 2. Ruhgöçüyle ilgili olan.



TE N C A (Carlo), İtalyan gazeteci ve siya­ set adamı (Milano 1816 - ay. y. 1883). Mi­ lano’da il crepuscolo'yu (1850-1859) kur­



T E N A S Ü H İY E a. (ar. tenasüh ve -iyye'den tenasühiyye). Esk. fels. Ruhgöçü-



du ve yönetti, burada çağının edebiyatı üzerine yazılar yazdı. Uzun süre İtalyan parlam entosu'nda milletvekilliği yaptı.



ne inanan dinsel anlayış.



T E N A S Ü H İY Û N çoğl. a. (ar. tenasüh)1 nin çoğl. tenassühiyyün). Esk. fels. Ruhgöçüne inananlar



TE N A S Ü L a. (ar nes/’den tenasül). Esk. Üreme, nesli sürdürme. — Esk. anat. Alat-ı tenasül, üreme organ­ ları.



TE N A S Ü L İ sıf. (ar. tenasül ve .-/'den te­ nasüh ). Esk. Üremeye ait, üremeyle ilgi­



TEN C A LLA (Costantino), XVII. yy.'da ya­ şamış İtalyan mimar. Bissoneli (Ticino) ya­ lancı m erm er ustası ve m im ar bir ailenin oğludur. Varşova'da krallık mimarı olm a­ dan (1633-1645) önce, Roma'da C. Maderna ile çalıştı. Varşova'da, Zygm unt III' ün heykel sütununu yaptı; Wilno'da (bu­ gün Vilnyus), katedralin Swiçty Kazimierz capellası'nı gerçekleştirdi ve bir kilisenin yapımına başladı.



li.



T E N CATE (Siebe Johannes), hollandalı



T E N A S Ü P a. (ar. nisbet'ten tenasüb). Esk. 1. Birbirine yakışma, uyma, uygun­ luk oranı. — 2. Tenasüb-i aza, bedendeki organların birbirine uygunluğu. || Tenasüb-i elfaz. sözcüklerin birbirine uygunlu­



ressam (Sneek, Friesland 1858 - Paris 1908). Manzara ressamıydı, kaldığı birçok ülkeyi izlenim ciliğe yaklaşan bir üslupla betim ledi (Paris'te kar, Carnavalet m üze­ si).



ğu. — Ed. -> MÜRAATI NA 2İR — Esk. mat. Sayılar arasındaki oran.



T E N C E R E a. 1. Yiyecekleri kaynatm a­



TE N A U M a (ar nicm e f ten tenacum). Esk. Nimet, bolluk içinde bulunm a; zen­ gin ve rahat bir öm ür sürme.



TENAVER sıf. (fars. ten ve âver'den ten -aver). Esk. iri vücutlu, etine dolgun, şiş­ manca.



TEN A VER A N çoğl. a. (fars. ten-âver'ın çoğl. ten-âverân). Esk. Etine dolgun kim ­ seler, şişm anca insanlar.



TE N A VÜL a. (ar. nevi den tenâvüt). Esk. 1. Yeme içme. —2. Tenavül etmek, alıp bir şeyler yemek.



TEN A YUC A , Mexico vadisinde, aynı adı taşıyan tepenin eteklerinde arkeolojik yer Vadiye 1244 e doğru gelen ve o zam an­ lar kral Xolotl tarafından yönetilen Çiçim ekler’ın kurduğu merkez daha sonra Culhualar ve Tepaneca halkı tarafından iş­ gal edildi, ardından Aztekler'in eline geçti. Piramit, üst üste gelen altı bölüm den olu­ şur; ilk platform XIII. yy.’ın ortalarında, so­ nuncusu ise 1507'ye doğru yapılmıştır. Ku­ zey ve güney yüzlerini süsleyen ve tüylü yılanı canlandıran oym alardan, bir za­ m anlar bu piramidin üzerinde Quetzalcoatl'a adanm ış bir tapınak bulunduğu an­ laşılmaktadır.



T E N A Z U a. (ar. niza1" dan tenâzu“’). Esk. Çekişme, birbiriyle didişme, kavga etme, — isi. huk. Tenazu b i’t-eydi, birden çok kimsenin bir mala zilyet olması nedeniyle çıkan uyuşmazlık.



T E N A Z U R a (ar nazar'dan tenazur). Esk. Bakışım, simetri. — Esk. mat. Bakışım. || Tenazur mihveri, bakışım ekseni. || Tenazur müstevisi, ba­ kışım düzlemi. — İsi. huk. Bir olay hakkındaki hükümler, kurallar arasında uygunluk olmaması.



T E N A Z U R İ sıf. (ar. tenazur ve -/'den tenâzüri). Esk. Bakışımla iigili. T E N A Z Z U R a. (ar. nazar'dan tenazzur). Esk. Dikkatle bakıp düşünme. T E N B A K Ü -* T E N B E L ->



TÖMBEKİ.



TEM BEL.



T E N B E LH A N E -> T E N B İH -*



T E M B ELH A N E .



TEM BİH.



ya, pişirmeye yarayan ve bir kapağı bulu­ nan metalden kap; bu kabın içeriği. — 2.



Tencere dibin kara, seninki benden kara, başkasında kusur arayan, ancak kendisin­ de daha çok kusur bulunan kimse için söylenir. || Tencere tava, herkeste bir ha­ va, herkesin dilediği yönde hareket etme­ si, düşünce ve davranış birliğinin bulun­ maması d urum unda söylenir. j| Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş, "O değer­ siz öteki de; birleşmiş, birbirlerine yakış­ m ışlar" anlam ında söylenir. || Tencerede pişirip kapağında yemek, aşırı ölçüde tu­ tum lu bir yaşam sürmek, olanla yetinip daha fazlasını istememek. |j Tenceresi kay­ namak, iyi kötü geçinebilm ek. |j Tencere­ si kaynarken, maymunu oynarken, hali vakti, keyfi yerindeyken. — Ev eşy. -* D Ü D Ü K LÜ tencere. — Fiz. Papin tenceresi, kapağı sıkıca ka­ panan ve sıvı haldeki suyu yüksek sıcak­ lıklara çıkarmaya ve böylece yüksek bir basınç elde etmeye yarayan dayanıklı kap. — Muti. Tencere kebabı -* KEBAP || Kızart­ ma tenceresi, içinde, kızartılacak sebze­ nin konduğu ikinci bir tel sepet bulunan ve kızartma yapmaya yarayan bir tür ten­ cere. (Tel sepet çıkartıldıktan sonra içine yağ konan ve kızdırılan tencereye, sepet içindeki sebzeler sarkıtılır. Sepetin yanın­ da tutacağı vardır. Sebzeler kızartıldıktan sonra bu tutacaktan tencere kenarına ası­ larak fazla yağın tencereye süzülmesı sağ­ lanır.) || Norveç tenceresi, bir tencerenin, içindeki malzeme kaynama noktasına gel­ dikten sonra yerleştirildiği ısıgeçirmez kap. (Böylece sıcaklığın çok ağır düşmesi [6 saatte 30°C] yakıtsız bir pişirm e sağla­ maktaydı.) || Saplı tencere, boşaltm a ağzı ya da kenarı bulunan silindir biçim inde yassı dipli, düz saplı pişirm e kabı. (Kenar yüksekliği genellikle yarıçapına eşittir ve sapı sökülüp takılabilir.)



T E N C İN (Claudine Alexandrine GuÉRiN fransız kadın edebiyatçı (Grenoble 1682 - Paris 1749). Rahibe olmaktan vaz­ geçtikten sonra (1712) Paris'e yerleşti, ora­ da ünlü kişilerle ilişki kurdu (d’Alem bert'in annesidir) ve Fonteneile, Marivaux ve Duclos'nun da sık sık uğradıkları bir salon açtı. DE),



T E N C İN S A M A -



SUGAVARA



NO Mi-



ÇİZANE.



T E N C İS a (ar necaset'ten tencis). Esk.



teneke 1. Kirletme, pisletme. — 2. Büyü için boy­ na asılan kemik.



TE N C TE K U S L A R , lat. Tencterl, g er­ men halkı. Süevler tarafından Germanya içlerinden atıl.nca, Usıpetes halkıyla bir­ likte Ren’in sol kıyısı boyunca yayıldılar (İ.Ö. 5 6 ’ya doğr.). Sezar, Tencteruslar’ı bü­ yük bir kırımdan geçirdi. Sağ kalanlar, Ruhr bölgesindeki Sıcambri halkının ara­ sına yerleşti. Roma im paratorluğu döne­ minde, leıyonları hırpalayan Barbarlar ara­ sına katıldılar.



T E N Ç İ TE N N O (626-671), Japonya im paratoru (662-671). im parator C om e f nın oğluydu. Önceleri prens N A K A NO Ö E adıyla tanındı. Sogalar’ın devrilmesine katkıda bulundu (645) ve Kotoku tenno (645-654) ile im paratoriçe Kogyoku (654 -661) dönem lerinde hüküm ete yardımcı olarak Taıka reformuna katıldı. Hükümdar­ lığı sırasında bir üniversite kuruldu (668) ve büyük Omiryo yasalar derlem esi ya­ yımlandı. Tençi tenno çok acı bir deniz ye­ nilgisinden sonra M im ana’yı (Güney Ko­ re) boşalttı ve izum o bölgesine yerleşme­ ye gelen birçok Koreli’yi kabul etti.



T e n d al, önemli bir japon buddhacı tari­ katı. Ö ldükten sonra D engyo Daişi adıy­ la tanınan Saıço, 8 0 6 ’da bu tarikatı Çin' den getirdi. Bu öğreti Çin’de, Tiantai d a ­ ğında öğretiliyordu. “ Tendai" adı, bu d ağ ­ dan geldi. Saiço, Tiantai okulunun Lotus sutrası adlı temel metnini yeniden ele al­ dı. Buddhacılığın bütün öğretilerini b ağ ­ daştırmaya girişen bu metin, bu öğretile­ re zen murakabesini ve içrek uygulam a­ ları katarak, içi-citsu (Bir Gerçek) ya da Sanno içi-citsu Şinto'yu veren-Şinto ile bir­ leşmeyi de özendiriyordu. Saiço’ nun kendi tarafından kurulan bu tarikatın merkezi Kyoto yakınında, Hiei da­ ğındaki Enryaku-ci'dedir. Bugün Sammon, Cim on ve Şınsei olarak 3 kola ayrı­ lan bu tarikat, japon buddhacılığı üzerin­ de derin bir etkide bulunm uş ve bugün de bulunmaktadır.



T E N D E b o ğazı, Fransajda (Alpes -Ma­ ritimes) boğaz, Fransa ile İtalya sınırında; 1 871 m Nice'i ve Roya vadisini Cuneo' ya ve Gesso vadisine bağlar. Nice-Cuneo karayolu, 1 279 m yükseltideki bir tünelle boğazın altından geçer.



T E N D E B A . Tar. coğ. A n a do lu ’nun Karia bölgesinde kent. Eski yazarların sözü­ nü ettiği yerleşme Stratonikeia*'nın yakın­ larındaydı.



T E N D E R a. (-ng söze.). Dy. Bir buharlı lokomotifin hemen arkasına yerleştirilen ve lokomotifin beslenmesi için gerekli ya­ kıt ve suyu taşıyan u 'aç — A N S İK L . Dy. Tenaer n • su deposu ile dingiller ya da bojiler .: •'•ine oturan bir şasiden oluşur. Mafsallı bo:ul v la makine­ ye bağlı olan bu depo, ağırlığın mm din gillere dağılması için genellikle bir at nalı biçim indedir; yakıt ise kömür haznesinde at nalının içinde ateşçinin erişebileceği bir yerdedir. Lokomotifin sıvı yakıt kullanma­ sı durum unda tenderde, bir kömür haz­ nesi yerine, içinde buhar dolaşan ısıtıcı­ larla donatılmış bir sıvı yakıt haznesi bu­ lunur. Kömürle çalışan daha m odern lo­ komotiflerde kazan, stoker denilen bir dü ­ zenekle otom atik olarak beslenir.



T E N D İN İT a. (fr. tendinite). Patol. 1. Ki­ rişlerin iltihaplanması. (Eşanl. TENOZİT.)



—2. iiye orta kası tendiniti,



TRO KAN TER İT’



in eşanlamlısı.



TEN D R YA K O V (Vladimir Fyodoroviç), rus yazar (Makarovskaya 1923-Moskova 1984). Başlangıçta kırsal kesim anlatım bi­ çim lerine yakın bir düzyazı kullandı, an­ latılarında düşkünlüğü incelemekten ve genellikle köylü dünyasında (Pas à sa place [fr. çev.], 1954; Ornières [fr. çev.], 1956; l'Icône miraculeuse [fr, çev.], 1958; Jugement [fr. çev.], 1961; / ’ Éphémère [fr. çev.], 1965; le Décès [fr. çe v], 1968), ama aynı zam anda sanat (Rendez-vous avec



Nefertiti [fr. çev.], 1964) ve okul (la Nuit du bac [fr. çev.], 1974) ortam larında da karşı­ laşılan zor durumların üstesinden gelmek zorunda olan insanları betimlemekten bık­ mayan bir ahlakçı olarak kendini kanıtla­ dı.



T E N D Ü R E K da ğ ı, D. Anadolu bölge­ sinde, Van gölünün K.-D.'sunda, Doğubayazıt ve Çaldıran ovaları arasında yükse­ len genç volkan konisi (3 533 m). Van ve Aras havzaları arasında subölüm ünü oluş­ turan kütle, bazalt, andezit, tüf gibi gereç­ lerden yapılmış oldukça basık bir strato -volkan yapısı gösterir. D oruk kesiminde iki krater vardır. Bunlardan D.'daki krater­ den sıcak gazlar çıkar. Bu özellik, Tendürek’in, henüz fumarol evresinde bulunan ve faaliyetine çok yakın bir zam anda ara vermiş genç bir volkan o lduğunu göste­ rir. D ördüncü Zam an’da bu volkandan çı­ kan bir bazalt akıntısı Bendımahi çayı va­ disini izleyerek Çaldıran ovasından Mura­ diye ovasına kadar sokulmuştur.



TEN D Ü R Ü ST, -tü sıf. (fars. ten ve dü­ rü s tle r ten-dürüst). Esk. Vücudu sağlam, sağlıklı.



T E N D Ü R Ü S T İ a. (fars. ten-dürüst ve -/'den ten-dürüsti). Esk. Sağlamlık, sağlık. I T E N E (La), İsviçre'de, Neuchâtel gölü­ nün kuzey kıyısında, ikinci Demir* çağı­ na adını veren arkeolojik yer. Burada 1858'den başlayarak yapılan çalışmalar sonucu, bu kelt uygarlığına özgü öğeler, kırsal bir yerleşme ve bir nekropolis orta­ ya çıkarıldı. Nekropoliste ölüleri yakma ya da bol m iktarda mezar arm ağanıyla bir­ likte toprağa göm m e geleneği uygulan­ mıştır. İtalya ve Yunanistan'dan getirilm iş eşyalar bulunan önder mezarlarında -bun­ lara "savaş arabalı m ezarlar" adı veri­ lir- ölü, iki tekerlekli savaş arabasının üze­ rine konmuştur. Fibulaların sayısı ve çe ­ şitliliği, bu eşyaları dönem in en iyi "b e lir­ leyici fosili" durum una getirdi. Ele geçen silahlar arasında, üçgen biçimli küçük hançerler, oldukça kısa kılıçlar, mızraklar, bı­ çaklar, ortasında eli korumaya yarayan me­ tal bir parça (umbo) bulunan kalkanlar ve bazıları dikkate değer kuyum culuk yapıt­ ları olan zırhlı başlıklar (örneğin Charente bölgesinde Agrıs’te bulunan başlık) yer alır. İ.Ö. 450’ye doğru başlayan ikinci Demir ça­ ğı uygarlığı üç evreye ayrılır: "L a Tene I" (İ.Ö. 475’e doğr - İ.Ö. 300), "La Töne II" (İ.Ö. 300'e doğr- İ.Ö. 120’ye doğr.) ve yaklaşık Roma fethine kadar süren (Büyük Britanya’ da İ S. I. yy.'a kadar sürmüştür) "La Tene III” . Bu uygarlık en geniş yayılma alanına lll.-ll. yy. arasında ulaştı: Tuna'dan Bretagne'a ve İtalya’nın K.’ıne kadar yayıldı. Fran­ sa'da 1980'lerde bulunm uş’ve incelenen Gournay-sur-Aronde (Ölse) tapınağı'nda, bu dönemin sonundan kalma yüzlerce si­ lahın yanı sıra kurban edilmiş hayvanların kalıntıları ortaya çıkarıldı Bu silahlar koşum takımı parçaları, mercan boncuklarla süs­ lü takılar, sikkeler, kelt süsleme motiflerinin özgünlüğünü ortaya koyar En sık kullanı­ lan motifler arasında girift bezemeler, kıv­ rımlar ve tnskelesler yer alır.



TENEBBÜ, -ü a. (ar. nebe’an’dan tenebbü1). Esk. Suyun v b ’nin, yerden fışkırma­ sı, kaynaması.



TEN E B BÜ H a (ar nebahat’la r tenebbüh). Esk. 1. Uykudan uyanma. —2. Gaf­ letten kurtulma, gözünü açma. —3. Tenebbüh etmek, uyanmak; gafletten kurtulmak, aklını başına toplamak. — Esk. ruhbil. Uyarım



TENEBBÜHAT, -tı çoğl. a. (ar. tenebbüh'ün çoğl. tenebbühat). Esk. Uyanma­ lar; gafletten kurtulmalar.



TENEBBÜT, -tü a. (ar. nebat’tan tenebbüt). Esk. 1. Yerden bitme, filizlenme. — 2. Tenebbüt etmek, eylemek, bitmek, yetiş­ mek.



TENEBBÜTAT, -tı çoğl. a. (ar. tenebbüt1 ün çoğl. tenebbütat). Esk. Çımlenmeler, yerden bitmeler.



— Esk. tıp. Tenebbütat-ı iahmiyye, bedenin bazı yerlerinde üzüm salkımı biçiminde etbenleri belirmesi.



TE N EB RİO a. (karanlıkların dostu anla­ mında lat. söze). Böcbıl. Unböceğı ortak adıyla bilinen böceklerin cins adı.



TEN EB RİO N İD AE a. Böcbil. CEKGİLLER



KARABÓ-



familyasının bilimsel adı.



TE N ED DÜ B a (ar nedbe'den teneddüb). Esk. Yaranın iyileşip kabuk bağlama­ sı.



TE N E D O S. Tar. coğ. Bozcoada*'nın Antikçağ’daki adı.



TEN EFFU, -u a. (ar. nete'den teneffu'). Esk. 1. Faydalanma, fayda sağlama. — 2. Teneffu etmek, faydalanmak. TENEFFUAT, -tı çoğl. a. (ar. teneffu" un çoğl. teneffu'at). Esk. Faydalanmalar, yarar sağlayışlar.



TE N EFFÜR a. (ar. nefretler teneffür). Esk. 1. Nefret etme, iğrenme. — 2. Tenef­ für etmek, iğrenmek, nefret etmek. TENEFFÜS a. (ar. nefes’ten teneffüs). 1. Solunum. —2. Özellikle okullarda temiz ha­ va almak, dinlenmek için dersler arasında verilen ara: Teneffüse çıkmak. — 3. Tenef­ füs etmek, soluk almak, solumak. —4. Bir şeyi (soyut) teneffüs etmek, onu yaşamak:



Artık bu kentin kokuşmuş havasını tenef­ füs etmek istemiyordu. —Esk. tıp. Teneffüs-ı safiri, solunum sırasın­ da havanın nefes borularından geçerken çıkardığı doğal olmayan ses. || Teneffüs-ı sı­ nai, boğazdan yapay bir delik açarak has­ tanın soluk almasını sağlama, suni teneffüs. —Müz. — ES.



TENEFFÜSHANE a. (ar tenbffüs ve fars. hane den teneffüs-hane) Esk. Okullarda ders aralarında dinlenmek için öğrencile­ rin çıktığı salon ya da bahçe.



TEN E K Â R a. (fars. tenkar). Kâğıtç. M u­ kavva yapımında, kabı kurtlanmaktan ko­ rumak için kolaya katılan bir madde.



TENEKE a. 1. Yumuşak çelikten yapılmış, üstü kalayla kaplı ince sac. (Bk. ansikl, böl.) — 2. Bu maddeden yapılan ve yaklaşık yir­ mi litre oylumundaki kap: Gaz tenekesi. —3. Değersiz şey —4. Bir kimsenin arka­ sından teneke çalmak, onun bir yerden ay­ rılmasından duyduğu sevinci belirtmek, ay­ rılan kişiyi aşağılamak için tenekelere vura­ rak gürültü çıkarmak. || Teneke mahallesi, yoksul kimselerin oturduğu çatıları ve kimi yerleri tenekelerle kaplı evlerden oluşan mahalle. ♦



sıf. 1. Tenekeden yapılmış şey için kul­



lanılır: Teneke kutu. — 2. Say. sıf. + tene­ ke, bir şeyin miktarını içinde bulunduğu te­ neke sayısıyla belirtmek için kullanılır: Bir teneke zeytinyağı, iki teneke gaz. — ANSİKL. Teneke, kimi Avrupa ülkelerinde en az XV. yy.’dan bu yana kullanılmaktadır Önceleri şamdanların, sandık ya da çek­ mecelerin metal bölümlerinin yapımında yararlanıldı; günümüzde pek çok nesne­ nin, özellikle besin konservesi kutularının yapımında kullanılmaktadır. Kalaylama, ya erimiş durumdaki bir ka­ lay banyosuna daldırma (sıcakta kalayla­ ma) ya da daha yaygın kullanılan bir yön­ tem olan elektrolizle çökeltme (elektrolitik kalaylama) yoluyla yapılır Sıcakta kalayla­ nan teneke, yumuşak çelik bir sacın erimiş bir kalay banyosuna daldırılmasıyla elde edilir; ancak sac, banyoya sokulmadan önce çeşitli işlemlerden geçirilir: 1. sıcak sülfürik asit ortamında, kimyasal yolla ya da seyrettik hidroklorik asit ortamında elektrokiAıyasal yolla yapılan yüzey temizleme; 2. basınçlı su püskürterek yıkama; 3. içinde, ana bileşenleri erimiş çinko ve amonyum klorürler olan aşındırıcı bir akışkanın (flux) bulunduğu bir kaba daldırma. Çelik sac kalay banyosundan çıkışta, yüzeyini yükseltgenmeye karşı koruyan sıcak palmiye özü yağıyla dolu bir başka kâba daldırılır. Böylece kalaylanan sac, parlak bir görü­ nüm alır.



11409



teneke 11410



Elektrolitik teneke, hem dörtdeğerli ka­ lay banyolarında alkali kalaylama (en çok kullanılan yöntem), hem de ikideğerli ka­ lay banyolarında (kalay II tuzları) asitli ka­ laylama yoluyla elde edilir Elektrolizle çö­ keltme işleminden önce parçaya sırasıy­ la elektrolitik yağ giderme, yıkama, elek­ trolitik dağlama ve yine yıkama işlemi uy­ gulanır. Böylece elde edilen kalay kapla­ ma parlak değildir; grimsi bir saten görü­ nümü sergiler Parlak bir görünüm elde et­ mek için kalaylanmış parçayı yıkama ve kurutmadan sonra Joule etkisi altında ya da indükleme yoluyla kalayın ergime sı­ caklığının üzerindeki bir sıcaklığa çıkar­ mak gerekir Kaplama eridikten sonra par­ ça su dolu bir kaba daldırılır; bu işlem, he­ nüz parlaklığını yitirmeden kalay kaplama­ nın katılaşmasını sağlar. Üretim dinginleş­ tirme işlemiyle tamamlanır. T e n e k e tr a m p e t (die Blechtrommel), Günter Grass'ın romanı (1959). Çocuk gö­ rünümüne karşın bir yetişkin olgunluğu­ na ulaşmış bir cücenin gözüyle Dantzig' in savaş öncesi, savaş ve savaş sonrası yıllarını günü gününe veren pikaresk bir destan niteliği taşır. T E N E K E C İ a. Teneke işleri yapan, sa­ tan, onaran kimse. —inş. Eskiden kurşun, bakır ya da çinko çatıları kaplayan, yağmur borularını, oluk­ ları, dereleri yerleştiren işçi. T E N E K E C İL İK a. Tenekeden ya da ge­ nel olarak başka ince metal saclardan çe­ şitli eşya yapma ve onarma ve/ya da sat­ ma işi. T E N E K K Ü R a. (ar. nekr'den tenekkür). Esk Tanınmayacak kılığa girme, tebdil gezme. T E N E M M Ü L a. (ar. nemi'den tenemmüf). Esk. Sayıca çok olma. —Esk tıp. Bedenin herhangi bir kısmının karıncalanması. T E N E R A N İ (Pietro), İtalyan heykelci (Torano, Carrara yakınları, 1798 - Roma 1869). Canova ve Thorvaldsen'in öğren­ cisi oldu, Roma'da San Pietro'da Pius Vlll'in mezarını yaptı. T E N E R E ya da T A FA SA S E T T E N E R E Sİ, Ayr ile Nijer’in yüksek kuzey-doğu platoları arasında kumlu ova (Cezayir Sah­ rası ve özellikle Nijer). Orta kesimi ve Çad gölüne kadar uzanan bölümü, Tafasaset uvedinin eski bir alüvyon ovasının yerin­ de bulunan bir ergle kaplıdır. T E N E R E K Ü LTÜR Ü a. Güney-doğu Sahra'da görülen Yenitaş dönemi kültür evresi. (III. binyıl'a doğru daha ılıman bir iklimi olan bu bölge, avq ve balıkçıların yerleşmesine elverişliydi, insanlar tarımla da uğraşıyor, baskı bezekli çömlekler üre­ tiyorlardı.) T e n e rife d a n te li (Ispanya'ya bağlı Te­ nerife adasının adından). El sant. Yapıla­ cak iş büyüklüğünde kesilmiş yuvarlak bir kartonun ortasına ve çevresine, desene göre çivi (topluiğne, raptiye vb.) çakıp bu­ ralardan iplik geçirdikten sonra, bu iplik­ leri birbirine tutturarak yapılan dantel, (il­ kin bitkisel liflerden yapılıyordu, daha son­ ra iplik kullanılmaya başladı. Tenerife ada­ sından G. Amerika’ya göç edenler aracı­ lığıyla burada da tanındı, Brezilya dante­ li, Bolivya danteli adları verildi. Örtü vb. ev eşyası yapımında ve giyim süslemede kullanılır.) [Kırk iğne danteli, güneş dan­ teli de denir.] T E N E R İF E a d a s ı, Kanarya adaları­ nın en genişi ve en kalabalığı; 1 919 km2; 625 000 nüf. (1990). Merkezi Santa Cruz de Tenerife. Yanardağ kökenli ve çok en­ gebeli olan adanın ortasında, her zaman karlarla örtülü Teide doruğunun yükseldi­ ği (3 718 m) Las Cañadas krateri yer alır. Sulu tarımla dışsatım ürünleri (muz, do­ mates) yetiştirilen adanın K.-B. yamacıy­ la daha kurak olan G. kıyısı (bağ, tahıl, patates) arasında büyük farklar göze çar­



par. Petrol arıtımı ve besin sanayisi başlı­ ca sanayilerdir. Turizm de önemli bir etkin­ lik olmuştur. T e n e rlfe k ö p e ğ i, Kanarya adalarında çok tutulan ve kıvırcık kılları Moğolistan keçilerinin kılına benzeyen fino köpeği çe­ şidi. T E N E S , Cezayir’de (eş-Şelif vilayeti) li­ man kenti, Dahra kıyısında; 30 100 nüf. Mauretania Caesariensis'te eski bir kartaca ve roma ticaret merkezi (Cartennae) olan Tenes’te, 1936'da, Roma dönemin­ den kalma mücevherler bulundu (Ceza­ yir kenti müzesi). Antikçağ’dan kalma yı­ kıntılar. Besin sanayileri. Balıkçılık. Çinko ve gümüşlü kurşun cevheri dışsatımı. T E N E S , Kyknos ya da Apollon’un oğlu; sürgün edildikten sonra geldiği ve kralı ol­ duğu Tenedos'a adınnverdi. TE N E S S Ü M a. (ar. nesim'den tenessüm). Esk. Teneffüs etme, soluk alma. T E N E Ş İR a. (fars. ten ve şüy, yıkayan; ten-şüy'dan). 1. Üzerinde ölü yıkanan ke­ revet; salacak,'— 2. Teneşir horozu, tene­ şir kargası, çok zayıf, çelimsiz bir kimse için kullanılır |f Teneşir paklar, çok kötü ve kirli işlere bulaşmış,bir kimseden söz ederken, "ancak ölürse çevresi' kirlen­ mekten kurtulur” anlamında söylenir. || Te neşire gelesi, "ölsün” anlamında kullanı­ lan ilenç. || Teneşire gelmek,. ölmek. T E N E Ş İR L İK a. Cami avlusunda tene­ şir ve tabut konulan yer. s ♦ sıf. 1. Kaba. Ölmek üzere olan kimse için kullanılır. —2. Kötü huylannı ölümü­ ne dek bırakmayacak olan kimse için kul­ lanılır. —3 .'Teneşir yapmaya elverişli tah­ ta için kullanılır. TE N E VV Ü , -ü a. (ar. neY"den tenevvCf) Esk. Çeşitlenme, birkaç türlü olma. TENEVVÜAT, -tı çoğl. a. (ar. tenevvür ün çoğl. tenevvCTat). Esk. Çeşitlenmeler, çeşit çeşit oirfialar. T E N E V V Ü R a.-(ar. nüridan tenevvür). Esk. 1. Parlama, aydınlanma. —2. Tenev­ vür etmek, eylemek, aydınlanmak. TENEZRLa. (fr. tĞnesme', yun. tenesmus, gezginlik, teinein, gezmek'ten).' Patol, Büzgenkasların uyarılması ve spazmlı ka­ sılması sonucunda ortaya çıkan ağrılı ve yakıcı gerginlik, - , T E N E Z Z Ü H a. (ar. tenezzüh). Esk. 1. Eğlenmek için dolaşma, gezinti. —2. Te nezzüh etmek, gezmek, dolaşmak. T E N E Z Z Ü L a. (ar. riüzül'den tenezzül). 1. Kendi düzeyine aykırı düşen bir duru­ mu, bir işi kabul etme; alçalma. —2.-Al­ çakgönüllülük gösterme. —3. Esk. Düş­ me, inme. — 4. Tenezzül etmek, kendi du­ rumuyla, konumuyla bağdaşmayan bir işi ya da şeyi kabul etmek; bir çıkar için doğ-1 ruluktan ayrılmak; alçalmak‘ya da alçak­ gönüllülük göstermek; Rüşvete tenezzül edecek bir insan değildir Sonunda görüş­ me yapmaya ‘tenezzül etti. /. T E N E Z Z Ü L E N be. (ar. tenezzülden te neZzülen). Esk. Kibirsizce, alçakgönüllü­ lükle. i T E N F İL a. (ar. nefelden tenfil). Esk. 1. Savaşa teşvik etmek için askerlere gani­ met sözü verme, yağmaya iziıl verme. —2. Tenfil-i âm, savaşan tüm askerleri içi­ ne alan tenfil. || Tenfil-i has, savaşan Asker­ lerden yalnız bir kısmı için yapılan tenfil. T E N F İZ a. (ar. nüfuz tenfiZ). Esk. 1. Hâ­ kim olma, hükmünü yürütme. —2. lenfiz etmek, hüküm yürütmek, hâkim olmak. —Huk. Bir kararı uygulama, yerine getir­ me. (-> İNFAZ.)|| Tenfız karan, yabancı bir ülke mahkemesinin verdiği kararın Türki­ ye’de infaz edilebilmesi için türk mahke­ mesince verilen karar (Bk. ansikl. böl.) —isi. huk.Bir hâkimin kararının bir başte hâkim tarafından incelenerek, onaylan­ ması. —ANSİKL. Huk. Yabancı mahkemelerden



'hukuk davalarına ilişkin olarak verilmiş ve o devlet yasalarına göre kesinleşmiş olan karariarın Türkiye'de yerine getirilmesi, yetkili türk mahkemesi tarafından tenfiz ka­ rarı verilmesine bağlıdır. Tenfiz kararları ko­ nusunda görevli mahkeme, asliye mahke­ mesidir. Bu kararlar, kendisine karşı tenfiz istenen kişinin Türkiye’deki ikametgâhı mahkemesinden, yoksa oturduğu yer mahkemesinden istenir. Bu kişinin Türki­ ye’de ikametgâhı veya oturma yeri yoksa Ankara, İstanbul ya da İzmir mahkeme­ lerinden birinden istenebilir. Tenfiz istemi, dilekçeyle yapılır. Mahkeme, ilamın bir bö­ lümünün ya da tümünün tenfizine ya da isteğin reddine karar verir. Bu karar ya­ bancı mahkeme ilamının altına yazılır ve hâkim tarafından mühürlenip imzalanır. Tenfizine karar verilmiş yabancı mahkeme kararları, türk mahkemelerinden verilmiş kararlar gibi yerine getirilir. Kesinleşmiş yabancı hakem kararları da tenfiz edilebilir. Yabancı hakem kararları­ nın tenfizi, tarafların yazılı olarak kararlaş­ tırdıkları yer asliye mahkemesinden dilek­ çeyle istenir. Taraflar arasında böyle bir an­ laşma yoksa, aleyhine karar verilen tara­ fın Türkiye'deki ikametgâhı, yoksa oturdu­ ğu yer f>u da yoksa icraya konu teşkil ede­ bilecek malların bulunduğu yer mahke­ mesi yetkili sayılır. Yabancı mahkeme ve hakem kararlarının tenfizine ilişkin kural­ lar, 20 mayıs 1982 tarih ve 2675 sayılı MilletterafSfsı özel hukuk ve usul hukuku hak­ kında kanun'da yer alır. TE N G sıf. (fars. teng). Esk. 1. Dar. —2. Küçük. —3. ince. —4. Sıkı, yapışık. —5. Zavallı. —6. Yakın. — 7. Nadir. —8. Zor. —9. Teng-âb, sığ su; sığlık. || Tenp-a-teng, çok dar, çok ince, çok nadir. || ieng-bar, çok zor olan, erişilmez. || Teng-çeşm, aç­ gözlü. || Teng-dehan, dar ağızlı. || Teng -dest, eli dar, yoksul. || Teng-dil, sıkıntılı. || Teng-havsale, anlayışı kıt. || Teng-huy, ça­ buk kızan, hiddetli. || Teng-maaş, zor ge­ çinen. || Teng-meşreb, sinirli. || Teng-nay, sıkıntılı yer: Bu mülkün farkı yok bir teng -naydan" (Yahya Kemal). || Teng-peygule, dar köşe. || Teng-sal, kuraklık, kıtlık yılı. || Teng-sar, dar kafalı, aptal. || Teng-yab, bu­ lunması zor nadir. || Teng-zarf, az şey alan. || Teng-zehre, üzgün, gamlı. ♦ a .Esk. 1. Bağ, kayış. — 2. Denk, bal­ ya. —3. Dar vadi, boğaz. T E N G Â Y a. (fars. tengây). Esk. Boğaz, vadi. T E N G G E R , Cava'nın (Endonezya) do­ ğusunda volkanik kütle, sürekli olarak fümergllerle çevrili olan Bromo ve adanın en yüksek noktası Semeru (3 676 m) bu küt­ lededir. Tengger'in adanın öbür kesimle­ rinden kopuk olması en eski cava gele­ neklerinin korunmasına olanak vermiştir. T E N G İ a. (ar. teng ve -/'den ten gi). Esk. 1. Darlık. —2. İncelik. —3. Sıklık. —4. Za­ vallılık. —5. Nadirlik, az bulunurluk. T E N G İR Ş E N K (Yusuf Kemal), türk siya­ set adamı (Boyabat 1878-Ankara 1969). Hykuk fakültesi'ni bitirdi (1904); avukatlık yaptı. Meşrutiyetle Kastamonu mebusu seçildi (1908). Daha sonra Paris'e giderek doktora çalışmalarına başladıysa da sa­ vaşın başlaması üzerine yurda döndü (1914). Adliye nezareti teftiş kurulu başkan­ lığı, Adliye müsteşarlığı görevlerinde bu­ lundu. 1919'da yeniden Kastamonu me­ busu seçildi. Meclisi mebusan’ın kapatıl­ masından sonra TBMM'ye katıldı, iktisat (1920-1921), Dışişleri (1921-1922) ve Ada­ let (1930-1933) bakanlıklarını üstlendi. 1920’de Moskova'ya giderek SSCB ile Moskova ântlaşması’nı, 1921'de yine SSCB ile Ankara antlaşması’nı, Fransa ile Anka­ ra itilafnamesi'ni imzaladı. Sinop milletve­ killiği yaparken (1923-1943, 1946-1950) İs­ tanbul ve Ankara Hukuk fakültelerinde ik­ tisat dersleri verdi (1925-1941). 1948'de kurulan Millet partisi’nin ilk genel yürütme 1 kurulunda yer aldı. 1961'de CKMP'nin temsilcisi olarak katıldığı Kurucu meclis'



te, en yaşlı üye olması nedeniyle, ilk otu­ ruma başkanlık etti. Anılarını yayımladı: Vatan hizmetinde (1967). T E N G N A a. (fars. tengna). Esk. 1. Dar­ lık, sıkıntı. —2. Dar, sıkıntılı yer. —3. Me­ zar T E N G R İ N O R , Moğollar'ın Namtso’ya verdikleri ad. TENGTAR a. (fars. teng ve fâr’dan teng -tar). Esk. Küçük çadır, tente. T E N G U , halk şintoculuğunda kötü niyetli ve doğaüstü varlıkları belirten japonca sözcük. Pervasız ve gururlu kimselerin ye­ niden cisimleşmiş ruhları olarak kabul edi­ len Tengular, dağlık bölgelerdeki ağaçlar­ da gruplar halinde yaşayan, uzun boylu, çok uzun burunlu olan ve kanatlı varlıklar biçiminde canlandırılırlar. Tengular için ya­ pılan birçok tapınağın en ünlüsü, Yokoha­ ma yakınlarındaki Oyama tapınağıdır. T E N H A sıf. (fars. tenha). 1. Geçici ya da sürekli olarak pek az kimsenin bulundu­ ğu bir yer için kullanılır; ıssız: Kötü hava nedeniyle caddeler ne kadar tenha. Ten­ ha bir sokak. —2. Esk. Yalnız, tek. —3. Tenha kalmak, yalnız kalmak (esk.). ♦ a. Tkz. Issız, tenha yer: Tenhada bu­ luşmak. TEN H A LA Ş M A a. Tenhalaşmak eylemi. —Coğ. Göçlerin doğal artıştan fazla olma­ sı sonucu nüfusun azalması.



mek için Brouwer'in motiflerini değiştire­ rek onları daha pitoresk ve daha çekici kıl­ dı. Kermesler, köy düğünleri, folklorik ni­ telikli eğlenceler, simya laboratuvarları, bü­ yü ayinleri, tablolarla dolu iç mekânlar gibi temaları ele aldı. Arşidükün koleksiyonun­ daki başyapıtların gravürcüler için gerçek­ leştirdiği küçültülmüş kopyaları, sanatçı­ nın olağanüstü ustalığını ortaya koyar. Za­ rif renkleri ve ince fırça vuruşlarıyla Teni­ ers birinci sınıf bir sanatçıdır. Yapıtları dün­ yanın çeşitli müzelerinde, özellikle Ermitaj, Prado ve Louvre’da sergilenmektedir. —Kardeşleri J u l İa e n II (1616-1679) ve A b ­ raham (1629-1670), Anvers'te etkinlik gösterdiler ve ağabeylerinin sanatını tak­ lit ettiler. —Oğlu DAVİD III (1638-1685) Brüksel’de etkinlik gösterdi ve dinsel ko­ nularda uzmanlaştı. T E N İF Ü J sıf. ve a. (fr. tenifuge). Tenya­ ları (şerit) bağırsak çeperinden söküp ata­ bilen solucan düşürücü ilaçlara verilen ad. (Tenifüjlerin çoğu aynı zamanda tenısit [tenya öldüren] etkilidir. Niklozamit bun­ ların en etkilisi ve en çok kullanılanıdır. Di­ ğerleri tek başlarına ya da niklozamit ile birlikte kullanılır.) T E N İL a. (ar. na'l'den tencîl). Esk. Nalla­ ma, binek hayvanına nal çakma. —Esk. kim. Demirle başka bir madeni ka­ rıştırma. T E N İM a. (ar. nTmet'ler ten'im). Esk. 1. Nimetlendirme, yiyecek içecek verme. —2. “ Evet" deme.



TE N H A L A Ş M A K gçz. f. 1. Bir yer sözkonusuysa, ıssızlaşmak, boşalmak: Ka­ T E N İM B A R - TA N İM B AR . ranlığın çökmesiyle birlikte sokaklar ten■ T E N İS a. (ing. tennis). 1. iki (tekler) ya halaştı. —2. Esk. Bir kimse sözkonusuyda ikişerden dört (çiftler) oyuncu arasın­ sa, yalnız kalmak. da raketlerle oynanan ve topu filenin üze­ rinden geçirerek karşı oyun alanının sınır­ T E N H A L IK a. 1. Tenha olma durumu. ları içine göndermeye dayanan spor. (Bk. —2. Boş ve ıssız yer: Tenhalığa çekilmek. ansikl. böl.) —2. Masa tenisi -* MASATE—3. Esk. Yalnızlık. NİSİ. ♦ sıf. Issız, boş bir yer için kullanılır. —Ayakkc. Tenis ayakkabısı, tenis oynar­ T E N H A N İŞ İN sıf. (fars. tenha ve nişin' ken de giyilebilen, kumaş konçlu, esnek den tenhâ-nişin). Esk. Yalnızlığı seven, tek tabanlı, ayağı saran bir çeşit sandal. başına oturan. -tAnsİKL. Tenisin atası eski bir fransız oyunu olan "jeu de paume” dur. Tenis T E N H A R E V sıf. (fars tenhâ ve /evden W.C. Wingfield adlı bir İngiliz subayı tara­ tenhâ-reV). Esk. Yalnız giden. fından İngiltere’ye sokuldu ve kurallara T E N H A Y İ a. (fars. tenhâ ve -/den ten­ bağlandı; oyun çim üstünde oynanmaya hâyı). Esk. 1. Yalnızlık. —2. Issızlık, ten­ başlandığında tavvn-tennis adını, sonra halık. bugünkü adını aldı. Bugün bu spor açık hava ya da salonlarda değişik zeminler T E N İD E sıf. (fars. tenide). Esk. Örülmüş, üzerinde uygulanır: sıkıştırılmış toprak dokunmuş. (Roland-Garros), çim (Wimbledon), sen­ ♦ a. 1. Örgü. —2. Örümcek ağı. tetik zemin (Flushing Meadow). T E N İE N T E (EL), Orta Şilide yer, RanToplar, kumaşla kaplı kauçuktan yapı­ cagua'nın K.-D.'sunda; 11 000 nüf. Bakır lır, çapları 6,35 cm’den az, 6,67 cm'den madeni ve dökümevi (Şili bakır üretiminin fazla olmamalıdır. Asgari ağırlığı 56,70 g, yaklaşık dörtte biri). —Yakınında, Sewell azami ağırlığı da 58,47 g ’dır. Beton bir ze­ madencilik kenti. mine 2,54 m bir yükseklikten düştüklerin­ de en az 1,34 m ve en çok 1,47 m bir sıç­ T E N İE R S (David I), flaman ressam (Anrama özellikleri olmalıdır. Raketlerin aza­ yers 1582 - ay. y. 1649). Tablo ticareti yaptı, mi boyutları sınırlanmıştır. İtalya’da kaldı ve büyük bir olasılıkla ElsOyuncular rakip iki tarafa ayrılırlar: oyu­ helmer’in yanında çalıştı. Yapıtları arasın­ na başlarken yapılan saha seçimi ve serda Viyana Kunsthistorisches Museumda bulunan dört küçük mitolojik sahne, Louvredaki Calvarium sayılabilir. Resimlerinin bir bölümü oğlu David ll'nin yapıtlarıyla karıştırılır. T E N İE R S (David II) ya da T E N İE R S Genç, flaman ressam (Anvers 1610 - Brük­ sel 1690), David I Teniers'in oğlu. 1632 -33’te ustalığa erişti ve 1637de ressam Kadife Bruegel’in kızıyla evlendi. 1651de Arıvers’ten ayrılarak Brüksel'e yerleşti, ar­ şidük Lâopold-Guillaume’un özel ressam­ lığına ve sanat koleksiyonlarının yönetici­ liğine getirildi, arşidükün ardıllarının da hizmetinde çalıştı. Brüksel yakınlarında küçük bir şato aldı. Olgunluk dönemi tab­ lolarında sık sık yer verdiği bu şatoda ikin­ ci eşiyle birlikte bir soylu yaşamı sürdür­ dü. Frarıckenler'in tarzına yakın düşen bir üslupla burjuva yaşamını yansıtan tablo­ lar, daha sonra da halk kesiminden kişi­ leri canlandıran (küçük kahvelerde siga­ ra ve içki içen insanlar) Brouvver'ln etkisi­ ni taşıyan yapıtlar gerçekleştirdi. Resim­ lerini soylu ve burjuva kesimine beğendir­



L a u ro s -G ira u d o n



vis önceliği kurayla belirlenir. Servisi atan oyuncunun ayakları arka çizginin arkasın­ da, orta çizgiyle kenar çizgisi arasında ol­ malıdır, Servis atışında top filenin üstün­ den geçmeli ve karşı tarafın çapraz ser­ vis karesine ya da bu alanı sınırlayan çiz­ gilerden birinin üstüne düşmelidir. Servi­ si atmak için, oyuncu sırasıyla sağ yarı alanın gerisinde, sonra kortun sol yarısın­ da durmalı ve her oyunda sağdan başla­ malıdır. ilk servisi kaçırması durumunda, servis atan aynı koşullarda ikinci kez ser­ vis atma hakkını taşır. Her oyunda servis atan değişir. Top, fileye değerek karşı ala­ na geçerse (buna "ne t” denir) yeni bir atış yapılarak oyuna sokulur. Sayı topla­ mı tek olan her oyundan sonra fileye gö­ re yer değiştirilir. Servis atan arka arkaya iki servis hatası yaparsa topu karşılayan bir sayı kazanır. Oyuncu şu durumlarda bir sayı kaybeder: topu filenin üstünden karşı alana atmadan önce kendi alanın­ da iki kez zıplatırsa; topu kortun sınırları dışına atarsa; kortun dışında bile olsa ye­ re değmeden gelen topa yanlış vuruş ya­ parsa; topa raketiyle bir kezden fazla vu­ rursa; kendisi ya da taşıdığı herhangi bir şey fileye değerse; havadan gelen topa fileyi geçmeden vurursa; top kendisine değerse; raketini fırlatarak topa vurursa. ilk sayısını yapan oyuncu lehine 15 pu­ an, kazanılan İkinci sayı için 30, üçüncü için 40 puan yazılır; dördüncü sayı ise oyundur. Ancak, oyuncuların her biri üçer sayı yapmışsa “ berabere" denir, daha sonra yapılan ilk sayı sayıyı yapanın lehi­ ne “ avantaj" olarak değerlendirilir. Avan­ tajı elde eden oyuncu bir sayı daha alırsa seti kazanmış olur; kaybettiği koşulda du­ rum yeniden berabere olur ve oyun oyun­ culardan biri arka arkaya iki sayı yapınca­ ya kadar sürer. Altı oyunu ilk kazanan oyuncu seti alır; rakiplerden her biri beş oyun kazanmışsa, birinin seti alması İçin oyun sınırlaması olmadan rakibinden iki



David II Teniers Merhametin yedi fam Louvre müzesi, Paris



bir tenis kortunun planı



tenis la) 1960 lı yıllardan beri, amatörler ve pro­ fesyoneller arasındaki ayrımı ortadan kal­ dıran açık turnuvalar düzenlenmesinin de katkısıyla, olağanüstü bir atılım gösterdi. 1988’de yeniden Olimpiyat oyunlarfna alınması (1896-1924 arasında programda kalmıştı) tenisin etki alanının daha da ge­ nişlemesini sağladı; tenis uzun sûre bü­ yük oyuncularla, anglosakson ülkeleriyle (ABD [J. D. Budge ve özellikle W. T. Til­ den], Büyük Britanya [F J. Perry] ve Avust­ ralya [L. Hoad, K. Rosewall ve R. Laver]) ve Fransa'yla (Borotra, Cochet ve Lacos­ te) sınırlıydı; bununla birlikte, daha sonra özellikle isveçli B. Borg ile, “ uluslararası" bir nitelik kazandı. • Türkiye'de tenis. Bu spor dalı İstanbul'a yerleşmiş İngiliz ailelerin kendi aralarında, Kadıköy Küçük Moda semtinde yaptırdık­ ları kortta, XX. yy.'ın ilk yıllarında ilk kez gö-



Auteuil bulvarı



RolanMarros'nun planı (Fransa uluslararası karşdaşmalan burada yapılır)



TENİS



oyun daha fazla kazanması gerekir (an­ cak, bazı partileri kısaltmak için bugün "tie break" oynanır: 6 oyunlu beraberlik). Dünyada oyunculann sınıflanması A.T.R (Profesyonel tenisçiler derneği) tarafından günü gününe tutulur; bu amaçla seçilmiş bir dizi turnuvada (bunlara büyük ödül tur­ nuvaları denir) elde edilen sonuçlar he­ saplanır. Bu sınıflamanın birincileri her yıl Masters turnuvası'nda karşılaşırlar. Bunun



alçak vole (forehand vuruş) [Y. Noah]



servisU. McEnroe)



yüksek vale (forhand vuruş) [Y. Noah]



dışında kimi zaman büyük şilem (grand chelem) turnuvaları da denen büyük tur­ nuvalar uluslararası Fransa (Roland-Garros), Büyük Britanya (Wimbledon), ABD (eskiden Forest Hills, bugün Flushing Meadow) ve bugün daha az önemli olan Avustralya karşılaşmalarıdır. Davis* kupası ulusal ekiplerin katıldığı en büyük karşı­ laşma özelliğini korumaktadır. Tenis (bir ölçüde televizyonun yardımıy-



forehand vuruş (solak oyuncu için) [J. Connors] rüldü. Edward ve Norwill Whitall kardeş­ ler Türkiye'de tenisin öncüleri oldular. Moda'daki korttan esinlenerek sırasıyla Be­ bek’te, Osmanbey'de ve Taksim Sıraselviler'de açılan yeni kortlar, bu sporun yay­ gınlaşmasını sağladı. Bu gelişmeler, İz­ mir’de de görüldü. Kente yerleşmiş ingilizler Bornova’da bir tenis kortu yaptılar. Türk kulüplerinde tenis etkinlikleri 1915' te Fenerbahçe tarafından başlatıldı, ilk türk futbolcularından Fuat Hüsnü (Kayacan), ingilizler'den öğrendiği tenisi fenerbahçeli arkadaşlarına tanıttı ve sevdirdi. Böylelikle tenis sporunun Türkiye'deki ilk öncüleri kortlarda görünmeye başladı. Bu sporcular, Galip (Kulaksızoğlu), Sait Selahattin (Cihanoğlu), Zeki Rıza (Sporel), Ya­ vuz ismet (Uluğ) ve Tevfik (Taşçıoğlu) bey­ ler oldular. Aynı dönemde Ingilizler bugün (1989) de yapılmakta olan Çalenç kupası adı altında bir organizasyon başlattılar. Bu kupada ilk başarı elde eden türk tenisçi, bir İngiliz ile birlikte çift erkeklerde şampi­ yonluğu kazanan Suat Bey (Subay) oldu (1924). Aynı yıl Türkiye'de Tenis federas­ yonu kuruldu. Düzenlenen ilk Türkiye Te­ nis şampiyonası'™ tek erkeklerde Suat (Subay), çift erkeklerde Suat (Subay) - Se­ dat (Erkoğlu) çifti kazandı (1926). Bu ge­ lişmelerin ardından tenis sporu Türkiye' de bayanlar arasında da yapılmaya baş­ landı. Adlarını duyuran ilk bayan tenisçi­ ler Vecihe (Taşçı), Mediha (Bayar), Adriel (Sadak) ve Hidayet (Karacan) hanımlar ol­ dular. 1929'da Kavaklıdere Sporting tenis kulübü'nün kurulmasıyla Ankara'da da tenis etkinlikleri başladı. Türkiye katıldığı ilk uluslararası şampi­ yona olan 1931'de Atina'daki Balkan Şam-



piyonası'na Suat (Subay), Sedat (Erkoğlu) ve Vahram Şirinyan'dan kurulu milli ta­ kımla katıldı. Bu şampiyonada çift erkek­ lerde Sedat (Erkoğlu) - Vahram Şirinyan, tüm rakiplerini yenerek şampiyon oldular. 1940’tan sonra Ankara ve İstanbul'da Tenis-Eskrim-Dağcılık kulüplerinin kurul­ masıyla türk tenisinde yeni başarılı adlar ortaya çıktı. Bunlar arasında Fehmi Kızıl, Enes Talay, Behbut Cevanşir, Suzan Gü­ rel, Cihat Özgenel ön sıralarda yer aldı­ lar Bayanlarda ise Mualla Grodetski, Bahtiye Mursaloğlu ve ¡fakat Mergen başarı­ larıyla kendilerini kanıtladılar. Aralıksız 14 yıl Türkiye şampiyonu olan (1951-1965) Nazmi Bari, tüm zamanların en İyi raketi sayıldı. Bari, uluslararası ya­ rışmalarda da tek erkekler ve çift erkek­ lerde çeşitli başanlar elde etti (1951 Bey­ rut turnuvası'nda İkinci, aynı turnuvada Suzan Gürel ile birinci; 1952 Beyrut tur­ nuvasında ve 1954 Selanik turnuvasında birinci, 1957 İsrail ve Üsküp turnuvaların­ da İkinci). Bari'den sonra Remzi Aydın ve Kemal Ambar teniste ön plana geçtiler. Türkiye, 1959'dan beri katıldığı Davis kupası'nda ilk turu ancak 1973 te geçe­ bildi. Türk tenisçileri 1974 Balkan şampi­ yonasında dördüncülük, 1980'de İz­ mir'deki İslam oyunları'nda tek bayanlar­ da, çift bayanlarda ve karışık çiftlerde birincilik, 1989'da Romanya'daki Balkan şampiyonası'nda çift bayanlarda üçün­ cülük elde ettiler; 1991'de İsveç'in Uppsala kentinde yapılan Dünya gençler ka­ palı kort tenis şampiyonasında çeyrek flnale yükselmeyi başardılar.________ T E N İS a. (ar. ünuset'ten te’ nis). Esk. dilbilg. Arapça eril bir sözcüğün sonuna tâ -yı tenis getirerek dişil yapma: tayyib, tayyibe gibi. T E N İS a. (ar. üns'ten te’ nis). Esk. 1, Alış­ tırma, evcilleştirme —2. Korkaklığını yok etme T E N İS Ç İ a. Tenis oyuncusu. Tfcnis-Eskrim -D a ğ c ılık k u lü b ü , İs­ tanbul ve Ankara'da spor ve sosyal amaçlı kulüp. 1941'de Kerim Bükey ve Vedat Abut'un girişimleriyle, önce İstanbul'da, ardından Ankara'da kuruldu. Kulüp, İstan­ bul Enternasyonal tenis turnuvası adıyla başlattığı (1946) uluslararası tenis karşılaş­ malarıyla birçok ünlü tenisçinin Türkiye’ de tenis oynamasını sağladı, böylelikle bu sporun gelişmesine katkıda bulundu. T E N İS İT sıf. ve a. (fr. ténicide'den). Ten­ ya öldürücü ilaçlara denir. T E N İT a. (fr taenite). Miner. Nikelli demir türü. (Kübik sistemde yer alan tenit göktaşiarında bulunur.) T E N İY A , esk. Ménerville, Cezayir'de (Cezayir vilayeti) kent, Mitica ile isser va­ disi arasında, Cezayir ile Kabiliye arasın­ da tek ulaşıma elverişli geçitte; 35 000 nüf. Ticaret merkezi. Aynacılık. T E K İY E T E L-HADO ("Pazar günü bo­ ğazı” ), Cezayir'de (Tihert vilayeti) kent, Uarsenis kütlesinde, sedir ağacı ormanlannın ortasında; 22 500 nüf. Sayfiye ye­ ri, Ticaret merkezi. T E N K A R a. (fars. tenkâr). Esk. kim. Bo­ raks, kuyumcu lehimi. T E N K A TE (Lambert), hollandalı dilbilgici (Amsterdam 1674 - ay. y. 1731). intro­ duction à la connaissance de la langue néerlandaise (Hollandaca dilbilgisine gi­ riş) [1726 2 cilt] ile J. Grimm'in öncülerin­ den biri olmuştur. T E N K A TE (Jan Jacob Lodewijk), hollandaiışair(Lahey 1819-Amsterdam 1889). Lirik şiirler ve beş felsefi şiir yazdı (bun­ lardan la Création [fr. çev.] başyapıtıdır). Ayrıca çevirileri (Dante Byron) ve Avrupa' nın belli başlı şairlerinin şiirlerinden der­ lenmiş bir antolojisi vardır. TEN K İD A T, -tı çoğl. a. (ar. tenkicTin çoğl. tenkidsf) Esk. 1. Tenkitler, eleştiri--



ler —2. Tenkidatta bulunmak, eleştirmek. T E N K İD İ sıf. (ar. tenkid ve -/’ den tenki­ d i). Esk. Eleştirel. T E N K İH a. (ar. nikâh'tân tenkih). Esk. 1. Nikâh kıyma, evlendirme. —2. Nikâhı kıyılma, evlendirilme. —3. Tenkih etmek, nikâh kıymak, nikâhı kıyılmak. T E N K İH a. (ar. najrh'tan tenkili). Esk. 1. Bir şeyin gereksiz ve kötü kısımlarını çıkar­ ma, ayıklama. —2. Tahılı ayıklayıp temiz­ leme. —3. Memur aylıklarında indirim yapma. —4. Tenkih etmek, ayıklamak; ta­ hıl temizlemek; memur aylıklarında indi­ rim yapmak. TE N K İH A T , -tı a. (ar. tenkih'ır çoğl. tenkhât). Esk. Bir dairenin, geliriyle gideri bir­ birine uymadığı zaman memur aylıkların­ da ya da memur sayısında yapılan kısın­ tı. T E N K İH N A M E a. (ar. tenkih ve fars. nâ­ m eden tenkih-nâme). Bir konunun, bir antlaşmanın tartışmalı yönlerini açıklığa kavuşturan yazı ya da kitap. (OsmanlIlar ile Ruslar arasında 21 mart 1779’da Aynalıkavak kasrı'nda hazırlanıp imzalanan antlaşma metnine 1774 tarihli Küçük Kay­ narca antlaşmasındaki tartışmalı hüküm­ leri açıklığa kavuşturduğu için Aynalıkavak tenkihnamesi adı verilmiştir.) T e n k ih ü t-ta v a rih H-müKkk, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin (Öİ.1678) tarih yapıtı. 50’ye yakın İslam devleti ile Roma ve Bi­ zans’ın en eski dönemlerden başlayarak tarihini içeren bu yapıt, genel bir tarih ni­ teliğindedir. İçinde, Amerika kıtasının keşfi ile ilgili bilgiler de yer alır. Yapıtın yazma nüshaları İstanbul'da çeşitli kütüphaneler­ dedir. T E N K İL a. (ar. nikTden tenkit). Esk. 1. Herkese örnek olacak bir ceza verme. —2. Düşmanı, zararlı kimseleri topluca or­ tadan kaldırma; tepeleme. —3. Uzaklaş­ tırma, kovma. — 4. Tenkil etmek, şiddetle cezalandırmak, topluca ortadan kaldır­ mak. || Tenkil olunmak, topluca ortadan kaldırılmak, cezalandırılmak. TE N K İLA T, -tı çoğl. a. (ar. tenkil'ın çoğl. tenkilât). Esk. 1. Cezalandırmalar. —2. Topluca yok etmeler. —3. Uzaklaştırma­ lar. T E N K İR a. (ar. nekreler tenkit). Esk. Ta­ nınmayacak bir hale getirme. —Esk. dilbilg. Arapça bir kelimeyi harfitarifsiz kullanma. T E N K İS a. (ar. noksandan tenkis). Esk. 1. indirme, eksiltme, azaltma. —2. Tenkis etmek, indirmek, azaltmak. —Huk. Yasaya ya da hakkaniyete uygun olmayan işlem, yükümlülük ve borçların yasal ve adalete uygun bir düzeye indiril­ mesi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Huk. Tenkisin en geniş biçim­ de ele alındığı alan, miras hukukudur. Ten­ kisin sözkonusu olabileceği başka alan­ lar da vardır (örneğin Borçlar k. md. 44, 161, 249, 409). Ancak, tenkis ya da ten­ kis davası deyince her şeyden önce, mi­ rastaki tenkis akla gelir. Miras bırakanın yaptığı işlemler yüzünden saklı paylı (mahfuz hisseli) mirasçılar, paylarının tü­ münü alamazlarsa, tasarruf nisabını aşan miktarın tenkisini isteyebilirler (Türk Med. k. md. 502). Tenkise (indirime) önce ölü­ me bağlı tasarruflardan başlanır. Bu yet­ mezse, en son tarihlisinden başlanarak en önce yapılmış olana doğru geriye gidil­ mek üzere, ölüme bağlı olmayan işlemler tenkise konu olur. Saklı payına dokunulan her mirasçı, tenkis davası açabileceği gi­ bi, bunların alacaklıları da açabilirler. Bu dava saklı paya zarar veren işlemle hak sahibi olmuş olan, bu işlemden yararla­ nan kişilere karşı açılır. Tenkis davası, mi­ rasçıların saklı paylarına dokunulduğunu öğrendikleri günden Başlayarak bir yıl geçmekle zamanaşımına uğrar. Mirasçı­ ların, bu paylarına dokunulduğunu öğre­ nememiş olmaları durumunda tenkis da­



vası vasiyetnameler için açılmalarından, öteki işlemler için de miras bırakanın ölü­ münden başlayarak beş yıl geçmekle za­ manaşımına uğrar. TENKİSAT, -tı çoğl. a. (ar. tenkisin çoğl. tenkişât). Esk. indirmeler, eksiltmeler. T E N K İT a. (ar. nakdden tenkid). 1. Ede­ biyat ve sanat yapıtlarını değerlendirme sanatı. (-* ELEŞTİRİ.) —2. Bir edebiyat ya da sanat yapıtının değerlendirmesi; eleş­ tiri: iyi tenkitler alan b ir film. —3. Bir ger­ çeği, bir doğruyu saptamak amacıyla ya­ pılan ayrıntılı inceleme; eleştiri: Aklın ten­ kidi. —4. Bir kimseyi, bir şeyi eleştirmek eylemi; eleştirme sonucu ortaya konulan olumsuz, kötüleyici yargı: Tenkit çok ko­ laydır. En ufak bir tenkidi bile kaldıramaz. —5. Bir kimseyi, bir şeyi tenkit etmek, onun eksiklerini, yanlışlarını, aksayan yön­ lerini belirtmek, hakkında olumsuz bir yar­ gıya varmak; eleştirmek: iktidarın siyasi uygulamalarını tenkit etmek. Onu haksız yere tenkit ettiniz. —6. Bir sanat, bir ya­ zın yapıtını tenkit etmek, onu her yönüy­ le, ayrıntılarıyla çözümlemek; eleştirmek. T E N K İT a. (ar. noktadan tenkit) Esk. 1. Noktalama, nokta koyma. —2. Tenkit et­ mek, nokta koymak, beneklemek. —Esk. dilbilg. Cümle içinde noktalama işareti kullanma. T E N K İT Ç İ a. Eleştirmen, münekkit. ♦ sıf. 1. Sürekli eleştirme, yargılama alış­ kanlığında olan bir kimse için kullanılır; eleştirici. —2. Eleştiri niteliği taşıyan: Ten­ kitçi bir tavır. T E N K İT Ç İL İK a. Eleştirmenin işi; eleş­ tirmenlik, eleştiricilik. T E N K İT L İ sıf. Esk. Eleştirmeli. — F ilo l. Tenkitli basım, ELEŞTİRMELİ*



BA-



S iM 'ın e ş a n la m lıs ı.



T E N K İY E a. (ar. nakv’den tenkıye). Esk. 1. L AV M A N ’ ın eşanlamlısı. —2. Bu iş iç in kullanılan a le t, ila ç , su. —3. Ayıklama, te­ mizleme. T E N K O D O Q O , Burkina Faso'da kent, Centre-Est yönetim bölgesinin merkezi, Uagadugu'yu Lomé (Togo) limanına bağ­ layan karayolu üstünde; yaklş. 7 100 nüf. T E N K T Ü R a. Folk. Kolay taşınabilen, tek parça kumaştan yapılmış bir tür küçük ça­ dır. (Adının denk ve dür sözcüklerinden kaynaklandığı öne sürülür.) T E N L İ MASTARLAR, farsça'da sonu “ teh'le biten mastarlara verilen ad (retten, giriften, götten vb). T E N M İY E a r (ar. nemâdan tenmiye). Esk. 1. Artırma, nemalandırma. —2. Ten­ miye etmek, artırmak, nemalandırmak. T E N N A N T (Smithson), İngiliz kimyacı (Selby, Yorkshire, 1761-Boulogne 1815). Cambridge'de profesör oldu (1813); osmi­ yum (1803) ve iridyumu (1804) bulmuştur. T E N N A N T (Kylie), avustralyalı kadın ro­ mancı (Sydney 1912). Hem röportaj, hem roman niteliği taşıyan -çoğu zaman, ara­ larında yaşadığı çeşitli toplumsal gruplan betimler- gerçekçi yapıtlannda yoksul in­ sanlardan oluşan kişilerini sevecen bir yaklaşımla, ama kötümserliğinden kay­ naklanan bir alaycılıkla ele alır, ancak Tennant’ın mizah anlayışı bu alaycılığı hayli yumuşatır (Tıburon, 1935; The Battlers, 1941; Tether a Dragon, 1952; The Man on the Head Land, 1971). T E N N A N T İT a (fr. tennantite; İngiliz kimyacı S. Tennantm adından). Miner. Kü­ bik sistemde kristalleşen doğal bakır ve demir arsenosülfür ya da gri renkli arse­ nikti bakır. D m v m c o , amerikan şirketler grubu. Pet­ rol araştırma ve üretimi, kimya, doğal gaz taşımacılığı, tarım makineleri, gemi yapım­ cılığı vb. alanında etkinlik göstermektedir. TE N N E S S E E , ABD'de ırmak, Ohio’nun kolu (sol kıyıdan); 1 600 km. Tennessee'



Tennessee nin kışın ve ilkbahardaki yüksek sularının kaynağı, havzasının Apalaş bölümünde­ ki yağmur ve karlardır. New Deal döne­ minde, Tennessee Valley Authority tarafın­ dan düzenlenmeden önce, Ohio’nun re­ jiminin düzensizliğini artırıyordu. Vadi, otuz kadar barajla basamak basamak bir­ birini izleyen göllere ayrıldı; bu barajları hem 20 TWsa'ten fazla elektrik enerjisi üretilen birer santral hem de Knoxville'e kadar ulaşım olanağı veren (trafiği yaklş. 15 Mt) eklüzler içerir. Sanayide çarpıcı bir gelişme görülmektedir; termik santralların (40 TWsa) yapımını gerektiren elektrometalürji, elektrokimya, kâğıt fabrikaları. As­ heville, Knoxville, Chattanooga, Huntsvil­ le, Decatur, Florence, akarsu kıyısında yer alan başlıca sanayi merkezleridir —Tar. Tennessee Valley Authority 1933'te kuruldu. Geniş yetkileri olan bu ajansın amacı, bir ekonomik değerlendirme prog­ ramı çerçevesinde, sekiz Güney eyaletini yoksulluktan kurtarmaktı. Bu müdahale­ cilik ABD tarihinde bir kargaşaya yol açtı.



11414



C l, "S



q



c



- tenoik asit



COghl



1 - tenoik asit



Tennessee'deki tarım alanlanndan bir görünüm



T E N N E S S E E W İL L İA M S



-



WIL­



LIAMS.



TE N N iS -E LB O W a. (ing. söze, tennis, tenis ve elbow, dirsek’ten). EPİKONDİLİT' in eşanlamlısı. TE N N Ö (Göğün efendisi anlamına gelen japonca sözcük), çinceden alınan ve VII. yy.'dan başlayarak daha önce kendilerini mikoto diye adlandıran bütün japon impa­ ratorların kullandıkları unvan. (Tahtta olan imparatordan başka bir japon İmparato­ rundan söz etmek için, o imparatoru hü­ küm sürdüğü dönemin tenno sözcüğü ek­ lenen adıyla [nengo] adlandırmak, örne­ ğin imparator Mutsuhito’yu “ Meici tenno” olarak adlandırmak gerekir.) T E N N U B a. (ar. tennub). Esk. 1. Beyaz köknar, Norveç çamı. —2. Tennub-i kâzib, katran ağacı. T E N N U B İY E a (ar tennub ve -iyye'den tennûbiyye). Esk. bot Çamgiller.



larının kazandığı başarıya karşın öğrenimini yarım bırakmak zorunda kaldı. Dostu Art­ hur Hallam’ın ölümü onu uzun bir yasa boğdu. 1842'de yayımlanan kitabındaki şi­ irler, idylls of the King’ in ilk bölümünü kap­ sıyordu: Morte d'Arthur, Lockstey Hall, Ulys­ ses, The Battle of the Baltic. Yapıtlarında, güncel olayları şiirleştirirken “değişmez" ro­ manesk öğelere de yer verdi, birçok kez yaşamın getirdiği bunalıma da değinme­ lerde bulundu. Tennyson, tarihsel temaları renkli bir biçimde ve tinselci bir anlayışla işledi (The Princess, 1847), sonra acılarını dile getirdi (in Memoriam, 1850). Wordsworth'un ölümü üzerine Gladstone, saray şairliğine getirilmesini sağladı (Ode on the Death of the Duke of Wellington, 1852). Tennyson, daha sonra anlatısal melodram­ lar yazdı (Maud, 1855; idylls’ of the King; Ballads and Other Poems, 1880; Tiresias, 1855; Demeter, 1889; Enoch’ Arden, 1864; Death of Oenone, 1892). Tarihsel konulu dramlarında (Queen Mary, 1875; Becket, 1884), doyurulamamış ulus atilimlarını dile getirdi. Browning'in gür sesi kar­ şısında, neredeyse aynı konuları işleyen Tennyson victoriacılığın tinsel kansızlığını cislmleştirir.



TE N N U R a. (fars. tennüı). Esk. 1. Ocak, fırın, tandır. —2. Etüv. ■ TE N N E S S E E , ABD'nin orta-doğu ke­ siminde eyalet; 109 412 km2; 4 877 185 TE N N U R E a. (ar. tennure). Esk. 1. Mev­ nüf. (1990). Merkezi Nashville. Doğudan levi dervişlerinin sema ayininde giydiği batıya doğru eyalet, Apalaş doruklarıyla kolsuz, yakasız, yırtmaçlı, beli kırmalı, bel­ T E N O - TANA. (Great Smoky Mountains, 2 024 m) den aşağısı geniş, uzun elbise (Bk. ansikl. Cumberland platosunu, Nashville havza­ böl.) —2. Tennure açmak, sema sırasın­ T E N O B U R S İT a. (fr. ténobursité). Tıp. sını, Jackson ovasını ve Mississippi va­ da tennurenin açılması. || Tennure çarp­ Bir kirişle seroz bir kesenin birlikte iltihap­ disinin bir bölümünü içine alır. İklimi ba­ mak, sema sırasında semazenlerden bi­ lanması. kımından tam bir güney eyaletidir: yu­ rinin tennuresinin ötekine çarpması. || Ten­ T E N O C H T İT L A N , Aztekler’in eski baş­ muşak kışlar (Memphis'te ocak ayı orta­ nure söndürmek, sema sırasında tennu­ kentinin adı, bugünkü Mexico’nun bulun­ laması 4,5 °C), çok sıcak yazlar (Memp­ renin eteklerinin açılmaması. || Tennureye duğu yer. his'te temmuz ayı ortalaması 27,5 °C) ve sala, mukabele günü dış meydancının, bol yağışlar (1-2 m). Tennessee, pamuk hücreleri dolaşarak, canların tennure giy­ T E N O D E Z a. (fr. ténodèse; yun. tenon, ve tütüne dayalı eski bir ekonomiyi sür­ melerini haber vermesi. || Hizmet tennu­ kiriş, kas, ve desis bağlama eylemi'nden). dürmesi ve Nashville havzası dışında resi, mevlevi dervişlerinin günlük giyim Cerr. El ve ayakta bir biçim bozukluğunu (ünlü hayvancılık) ilkel tarımıyla bir güney olarak kullandıkları tennure. (Sema sıra­ düzeltmek amacıyla bir kirişin bağlantı ye­ sında giyilen tennureden daha kısa olur.) eyaletidir. Eyaletin kömür (8 Mt), fosfat (2 rini değiştirmek için yapılan ameliyat. Mt), çinko, bakır, mika madenleri vardır; —ANSİKL, Tennure, biri elifi nemed, öteki B T E N O İK sıf. (fr. thénoîque). Org.kim. Te­ destegül adını alan iki parçadan oluşur. ayrıca Tennessee ırmağının düzenlenmesi noik asit, formülü C5H40 2S olan ve tiyoeyaleti önemli bir elektrik üreticisi haline Bir dervişin genellikle iki tennuresi bulu­ fenden türeyen asit, (a ve 0 olmak üzere getirmiştir (yaklş. 50 TWsa). Başlıca yer­ nur; bunlardan birini günlük işlerinde, öte­ iki izomeri vardır.) leşme alanları: Memphis, Nashville Knox­ kini de sema sırasında giyerdi. Günlük T E N O L İZ a. (fr. ténolyse). Hareketi nedville ve Chattanooga. tennurelerin uzunluğu dizkapaklarının üs­ belerle sınırlandırılmış olan bir kirişin ser­ tünde sematennurelerininki ise dönerken —Tar Bölgedeki Ilk yerleşme yerini Hernan­ best hale getirilmesi. do de Soto'nun kurduğu sanılmaktadır bacakları örtecek uzunluktaydı. Mevleviler, tarikat törelerini ilk kez öğrendikleri 1673'te Marquette ve Joliet, bu bölgeyi do­ T e n o n k a p s ü lü , göz küresinin tüm matbahta tennure, hücredeyse yalnızca laştı. 1682 biçimindeki kavkısına Silures’ve Devon talı. pon din tarikatı. XIX. yy.'da kuruldu, öğ­ . : bakalarında çokça rastlanılan gizemli or­ T E N T H R E D İN İD A E a. Böcbıl. TESTEretilerini hem şintodan, hem konfuçiusçuganizma tipi (yumuşakça ya da solucan). RELİARiGİLLER familyasının bilimsel adı. luktan aldı. T E N T E a (ital tehda,'çSdır, perde’den). T E N T İF a. (ar. netTten tentif). Esk. ilaçla T E N S A a. (lat. tensa). Esk. Rom. Sirk Güneşten, yağmurdöh korunmak için bir kılları dökmek. oyunlarında tanrı heykellerinin ve simge­ yerin İçerine gerilen su geçirmez bezden, T E N T İL L U M a. Knidlılerın sıfonoforlar lerinin taşındıŞı dört atlı, iki tekerlekli sa­ naylondan vb. yapılmış siper, örtü. öbeği üyelerinde, avlanma ipllğlniri ince vaş arabası. —Oenizc. Gemilerde, güverte mürettebatı dalı. (Üzerinde bol yakıcı kapsüllü dalayıve ambarlardaki yükü güne^vp yağmur­ TE N S E L sıf. Duyusal hazlarla, cinsel ey­ cı bir kabartı bulunan bu organlar avları­ dan korumak İçin güvertelerin üzerine, lemle ilgili olan şeyler için kullanılır: Ten­ nı felç ederek kıpırdamaz hale getirir, tenambar ağızlarına gerilen yelken bezi, sel zevkler. Tensel aşk. Tensel birleşme. tillumlar sürekli olarak yenilenirler.) branda ya da plastik malzemeden örtü. T E N S İF T (uved). Batı Fas’ta ırmak; 260 || Tente boncuğu, vaıtlavela puntellerlnln T E N TO R Y U M a. (lat. tentorium, çadır). km. Uved Ftdat adıyla Orta Yüksek Atlas' başlarına, tente kulaklarını bağlamak için Zool. Böceklerde başın ıçiskeleti. (Tentortan doğar. Vadisi, Tizin Tişke boğazıyla donatılmış tek dilli boğata. |( Tente gönde­ yum İki ya da üç çift apodemden oluşur; Marakeş bölgesini Sus ovasına bağlar. ri, tentelerin gergin kalması ve bel verme­ bunlar baş kapsülüne sertlik verir ve bazı Sulanan Hauz ovasında Tensift adını alır mesi için tente omurgası boyunca puntelkasların bağlanmasına yarar.) (hidroelektrik tesisleri). Aşağı çığırı, Abde ler üzerine oturtulmuş serenlerden her bi­ ve Şiedma ovaları arasında derin bir ya­ T E N T Ü R a. (fr. teinture). Eczc. Genellik­ ri. (Bunların yerine genellikle üzeri gırcatak oyarak Asfi ile Suvayra arasında Atlas le kurutulmuş bitkisel ya da hayvansal layla façuna edilmiş tel halatlar kullanılır.) okyanusu na dökülür. drogların ya da drog karışımlarının, etil al­ || Tente kazayağı, tentelerin bel verip sark­ kol ile işlenmesiyle elde edilen alkollü sıvı T E N S İK , -kı (ar. nesak'tan tensik) Esk. maması için, omurgalarını istenilen yük­ tıbbi preparat. (Tentürler alkole yatırma ya 1. Düzenleme, düzeltme, yoluna koyma. seklikte tutmak üzere yapılmış ve kordeda alkolle yıkama yoluyla hazırlanır. Alkol —2. Sıralama. —3. Islah etme. —4. Ten­ lena boğatasından donatılarak oluşturul­ derecesi çözünmesi gereken etken mad­ sik etmek, düzeltmek, tanzim etmek, sı­ muş birkaç kazayağından meydana ge­ denin özelliklerine uygun olmalıdır: boğanralamak, ıslah etmek. len düzenek, || Tente kordelenası, bir çı­



11415



Tenten, Fındık ve kaplan Haddock La Licorne 'un sırrı adlı albümden kesit çizimler Herge'nin Bibliotheque nationale, Paris



tentür 11416



tenyanın morfolojisi



'



rr







virât). Esk. Işıklandırma, aydınlatma: Ten­ otu için 90°, öküzgözü için 60° Tentürlerin ağırlığının 1/5'lni genellikle drog oluş­ virat ve tenzifat. turur.) —Verg. huk. Tenvirat ve tanzifat vergisi, te —Homeopat. Tentür özü, homeopatik mizleme ve aydınlatma vergisi. (4 aralık 1985 tarihli ve 3239 sayılı yasa’nın 142. ilaçların yapımında yoğunluğun gittikçe maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.) azaltılmasıyla çeşitli sıvıların hazırlanma­ sına yarayan bitkisel ya da hayvansal kö­ T E N V İR İ, T E N V İR İY E sıf. (ar. tenvir ve kenli özüt. /'den tenviri, dişi, tenviriyye). Esk. Aydın­ —ANSİKL. Bitkisel özütler. taze bitkileri, lanmayla ilgili: Masarif-i tenviriye (sokak­ durağanlaşmış taze bitkileri ya da daha ların aydınlatılmasıyla ilgili harcamalar). seyrek olarak kuru bitkileri alkole yatıra­ T E N -W H E EL a. (ing. ten, on ve wheel, rak elde edilir. Elde edilen tentür özleri, su­ tekerlek’ten). Önde iki dingilli bir bojisi ve suz ecza olarak ağırlıklarının 1/10’una eşit­ birbirine bağlı 3 motor-dingili olan buharlı tir. Bitkisel tentür özütlerinın denetimden lokomotif tipi. geçirilmesi zorunludur. Sözkonusu dene­ tim, özüt bilindiği takdirde etkin madde ■ T E N Y A a. (fr. ténia; lat. taenia; yun. taidozajı yapılarak, aksi takdirde bilinen özütnia'dan). 1. Erişkinken insanın bağırsağın­ lerle karşılaştırılarak, hatta özütlerin karar­ da asalak yaşayan sığır tenyası (Taenia salılığını belirlemek ve doğrulamak amacıyla ginata) ve domuz tenyası (T. solium) gibi plak ya da kâğıt üzerinde kromatografiıyamemelilere özgü asalak türlerinin ortak pılarak gerçekleştirilir. adı. (Tenyaglller familyası; Cyclophyllidae Hayvansal özutler, hayvan, böcek ya da takımı; şeritler sınıfı.) [Eşanl ŞERİT] — 2 . bunların kısımlarının ya da salgılarının (ze­ Eski sınıflandırmalarda ve geniş anlamda, hir) çeşitli derecelerde alkole ya da eşit öl­ şimdi kendi cins adlarıyla yeniden adlan­ çüde su, alkol ve gliserin karışımına yatı­ dırılmış olan birtakım şeritlerin ortak adı. rılmasıyla elde edilir. Bu tentür özleri İşle­ (Echinococcus, Multiceps, Diphyllbothrime giren ilaç ağırlığının 1/20'sine eşittir. um vb.). Hayvanlar ya da böcekler, taze ya da ku­ — ANSİKL. Sığır tenyası, erişkini yalnız İn­ rutulmuş olarak işlenir. Yılan zehirleri kris­ sanların incebağırsağında yaşayan ve talleştirilerek, arı zehiri taze olarak kulla­ dünyanın her tarafında rastlanan bir asa­ nılır. laktır; boyu birkaç metreyi bulur ve her biri 1 000 ile 2 000 yassı halkadan oluşur; hal­ T E N T Ü R D İY O T a (fr. teinture d'iode). kalar, solucanın ufacık skoleksinln (baş) Mikrop kapmasın diye yaralara, sıyrıkla hemen arkasındaki dar boyun kısmından ra sürülen iyotlu tentür. doğar; başın üzerinde çengelsiz dört ta­ T E N T Ü R İE R a. (fr. teinturier). Bağc. ne tutunma çekmeni bulunur (“ silahsız" Ucuz kırmızı şarap elde etmek amacıyla tenyaJ^SÖn halkalar yaklaşık olarak 1x2 Fransa'da üretilen ve kabuğu da eti gibi cm boyundadır ve birçok yumurta içerir. antosiyanlarla boyalı olan kırmızı üzüm çe­ Gelişme çevrimi basittir: insanın dışkıyla şidi. çıkardığı halkalardan açığa çıkan yumur­ talar ya da embrlypforlar toprağa bulaşır; TE N U TO a. (ital. tenuto, tenere, tutmak, sığırlar otları yerken onlarla birlikte embsürmek'ten). Müz. Seslerin, tam olarak za­ riyoforları da yerler; bunun kabuğu eriyin­ manları kadar sürdürülmeleri gerektiğini ce içinden çıkan onkosfer embriyon sığı­ belirten deyim. rın taslarına gidip yerleşerek keseli larva­ T E N V İ, -i a. (ar. nev"den tenvT). Esk. 1. ya dönüşür. Oradan da çiğ ya da iyi piş­ Çeşitlendirme, türlü türlü yapma. —2. memiş sığır etini yiyen insana geçer. Tenvi etmek, çeşitlendirmek. Domuz tenyası da her yerde rastlanan bir asalıktır, ama Batı Avrupa'da seyrek T E N V İM a. (ar. nevm’den tenvim). Esk. görülür. Solucanın boyu 2-8 m'dir ve son 1. Uyutma. —2. Dinlendirme, uyuşturma. konak olarak yalnız insanlarda, arakonak —3. Tenvim etmek, uyutmak, dinlendir­ olarak domuzda yaşar (insan ayrıca ara­ mek. — 4. Tenvim-i ızdırap, acıyı dindirme konak da olabilir ve o zaman hastalığa do­ —Esk. tıp. Tenvim-i sınai, bazı ameliyat muzda olduğu gibi sistiserkoz denir). Skolarda hastayı geçici olarak İpnotizma et­ leksin çekmenleri çengellidir ("silahlı” ten­ me. ya) ve gelişme evrimi sığır tenyasınınkine T E N V İN a. (ar. nün'üan tenvin). Esk. dilçok yakındır, ama bunun halkaları teker bilg. 1. Arapça bir kelimenin sonunu “ en” , teker değil, birçoğu birlikte şerit halinde "in", "un" okutmak için kelimenin son har dışkıyla düşer. fine konulan işaretler, bu işaretleri koyma TE N Y A LA R a. ŞERİTLER sınıfının eşan­ işlemi. —2. Tenvin-i gali, sonu ünsüzle bi­ lamlısı. ten kafiyeye eklenen tenvin. |j Tenvin-i mu­ T E N Y AZİS a. (fr. téniasis'ten). Erişkin bir kabele, cem-i müzekker-i salimin dişil kar­ tenyaya bağlı olarak insanda ve bazı me­ şılığı. || Tenvin-i temekkün, eklendiği söz­ meli hayvanlarda ortaya çıtan asalak has­ cüğün isim olduğunu bildiren tenvin. || talığı. Tenvin-i tenhir, belirtili isim tamlaması ile —ANSİKL. Taenia saginata ya da T. sok­ belirtisiz isim tamlamasını ayıran tenvin. || um dan ileri gelen insan tenyazisi, hiç be­ Tenvin-i terennüm, mısra sonundaki "üs­ lirti vermeyebileceği gibi, çeşitli sindirim tün" tenvininin a okunması hali. sistemi belirtileri (oburluktan çok iştahsız­ —Sesbilg. NUNLAMA’nın eşanlamlısı. lık, karın ağrıları) ve bazen önemsiz ge­ T E N V İR a. (ar nur'dan tenvir). Esk. 1. nel bozukluklar gösterebilir. Teşhis özellik­ Işıklandırma. —2. Aydınlatıcı bilgi verme. le tenya halkalarının doğrudan incelenme­ —3. Tenvir etmek, ışıklandırmak; bilgi sa­ siyle ve orta derecede ve kararsız hipehibi etmek, aydınlatmak. reozinofili olup olmadığına bakılarak ko­ nur. TE N V İR AT, -tı a. (ar. tenvirin çoğl. ten—'Yet. Etçillerde (köpek) ve gevişgetirenlerde (koyun) birçok tenya türüne ve bun­ ların larvalarına ya da keseli larvalarına rastlanır. Bu ikinci durumda, bu hayvan­ lar, insan da dahil olmak üzere başta canlı türlerinde yaşayan tenyaların arakonağıdtrlar. T E N Y O Ü T a. (fr. tainiolite). Miner. Monoklinik sistemde yer alan ve bileşiminde magnezyum, potasyum ve lityum bulunan mika türü.



fa r



i



J



T*“



T E N Z İH a. (ar. nüzhet'ten tenzih). Esk. 1. Bütün günahlardan arınma, temizlen­ me. —2. Tanrı'nın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma ve bunu ikrar etme. —3. Tenzih etmek, bir şeyi kusur ya da kö­



tülükten temizlemek, arıtmak, Tanrı’yı bü­ tün kötülüklerden uzak tutmak. T E N Z İL a. (ar. nüzüTden tenzil). Esk. 1. Aşağı indirme, aşağılatma. —2. Gökten yere vahiy yoluyla indirme. —3. Tenzil et­ mek, aşağı indirmek, aşağılatmak. —4. Tenzil-i rütbe, rütbesini, görev derecesini indirme. —Tar. Tenzil-i faiz kararı, Osmanlı devletin­ de bütçe açığını kapamak amacıyla Tan­ zimat döneminde alınan mali önlem (6 ekim 1875). [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Bütçe açığının 5 milyon liranın üstüne çıkması, özellikle Bosna-Hersek ayaklanmasından başlayarak askeri har­ camaların büsbütün kabarması üzerine, sadrazam Mahmut Nedim Paşa, bir söy­ lentiye göre rus elçisi ignatyev'in önerisi­ ni benimseyerek, Tenzıl-i faiz önlemine başvurdu. Böylece Adliye nazırı Mithat, Serasker Rıza, Hariciye nazırı Saffet, Ti­ caret nazırı Damat Mahmut, Maliye nazı­ rı Yusuf paşalarla Sadaret müsteşarı Sait Efendiden oluşan bir encümen oluşturul­ du ve elçilerin rızasının alındığı hakkında verilen güvence üzerine bu encümen sadrazamın önlemini onayladı, ilan edilen Tenzil-i faiz kararı gereğince, hükümet, yıl­ da 14 milyon lira tutan “ düyunu hariciye ve eshamı umumiye faiziyle resülmal tah­ sisatının (dış borçlar ve borç senetleri­ nin faizleriyle anapara ödeneklerinin) ya­ rısını 5 yıl süreyle tenzil etti (aşağı düşür­ dü). Böylece tasarruf edilen 7 milyonun 5 milyonu bütçe açığına, 2 milyonu da as­ keri harcamalara karşılık tutuldu. Ancak, devletin durumu yarı faiz ödemeye bile el­ verişli olmadığından, Babıâli içte ve dışta tüm parasal saygınlığını yitirdi. En önem­ li dış alacaklılardan İngiltere ve Fransa hü­ kümetleri, bu tarar üzerine kendi banker­ lerine Osmanlı devletine borç vermek için imzalanacak kredi anlaşmaları konusun­ da hiçbir sorumluluk kabul etmeyecekle­ rini bildirdiler. TE N ZİLA T, -tı a. (ar. tenzilin çoğl. ten­ zilât). 1. Ödenecek bir para tutarında ya­ pılan azaltma; indirim, iskonto: Büyük ten­ zilat. —2. Tenzilat yapmak, indirim yap­ mak. T E N Z İL A T L I sıf. Fiyatı indirilmiş, düşü­ rülmüş; iskontolu, indirimli: Tenzilatlı satış­ lar başlıyor. —Postc. Tenzilatlı tarife, kimi posta gön­ derilerine (gazete, dergi, kitap vb.) uygu­ lanan indirimli tarife. ♦ be. Fiyatı indirerek; indirimli: Bir malı tenzilatlı satmak, almak. T E N Z İL A T S IZ sıf. indirimsiz. T E N Z İN G NORGAY, nepalli dağcı (Solohumba, Nepal, 1914). Şerpalar’ın en ün­ lüsüdür. 1936'daGarhval'de E. Shipton ta­ rafından göreve alındı, daha sonra, Avrupalılar'ın Himalayalar'daki büyük seferle­ rinin çoğuna katıldı: ingilizler’in Everest (1938) ve Nanga Parbat'da (1950), Fran­ sızlarla Nanda Devi'de(1951), isviçreliler' ın Everest'te (1952) yaptıkları denemeler. E. Hillary'yle birlikte Everest'in doruğuna ulaştı (1953). T E N Z İN G Y A T S O -> Dala I-Lama T E N Z İR a. (ar. nezâretten tenzir). Esk. Kötü haber vererek korkutma. T E N Z U a. (fars. tensuhtan). Esk. tıp. 1. Pastil. —2. Tenzu kalıpları, Ösmanlılar'da XVII. yy. ortalarından başlayarak kullanı­ lan pastil kalıpları. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. OsmanlIlarda XVII. yy’dan baş­ layarak etkili maddelerin kurs (pastil) biçi­ minde kullanılması önem kazandı. Bunlar arasında tenzu kursları çok tanınmıştı. Bun­ lar kırk tadar drog içeren preparatlardı. Droglar ince toz haline getirildikten sonra gülsuyuyla yoğuruluyor, elde edilen hamur; üzerinde şekil ya da yazı bulunan kalıp­ lara basılmak suretiyle Tenzu kursları el­ de ediliyordu.



Teoman T E N Z U Y İ a. (türkç. tenzu'dan tenzu-ı). Esk. giy. Nefti renkte kumaş; bu kumaş­ tan yapılmış giysi. (XVIII. yy. sonu ve XIX. yy. başında çok modaydı.) TE O B R O M İN a. (fr. thĞobromine; theobroma'dan). Eczc. Kakao tohumlarında bulunduğu gibi, çay, kahve ve kola cevi­ zinde de bulunan ve idrar söktürücü olarak kullanılan ksantin grubundan C7H80 2N4 formüllü kimyasal ilaç. (Teobromin kakaodan 1842 yılında Voskresenskiy tarafından elde edilmiştir. Günü­ müzde sentetik yoldan yapılmaktadır. Böbrek dolaşımında damar genişletici et­ ki göstererek klorür atılmasını sağlar. Et­ kisi güçlü, hızlı, ama kısa sürelidir. Teobromın ve sodyum salisilat karışımı birlik­ te verilirse daha iyi dayanılır.) [Eşanl. DiM E TİLK S A N T İN ]



TE O C A LLİ, nahuatl dilinde "Tanrı'nın evi" anlamına gelen, Azteklerde bir ta­ pınağı, bir tören merkezini belirten söz­ cük. TE O D O L İN D A , Lombardlar kraliçesi (öl. 628'e doğr). Bavyera dükünün kızı ve Lombardlar'ın kralı Autharl'nin karısı (589). Authari’nin ölümünden sonra (590), Torino dükü Agilulf ile evlendi ve İkinci ko­ cası kral oldu. Katolikliğin yayılmasını des­ tekledi, oğlu Adaloald'ı vaftiz ettirdi ve Agilulf'un ölümünden sonra (616'ya doğr.) ik­ tidarı elinde tuttu. ıTE O D O L İT a. (fr. thddolite). Yatay ve dü­ şey açıları, özellikle de güney açılarını ve yükseklikleri ölçmeye yarayan portatif alet. — A N S İK L . Teodolit üç ayar vidası üzerine monte edilmiş sabit bir gövdeden oluşur; bu gövdenin üzerinde de yatay bir çem­ ber kadran ve düşey bir eksen, yani asal eksen çevresinde dönen hareketli bir alldat bulunur. Alidat dürbünü ve yatay çem­ ber kadranı okumaya yarayan aygıtları ta­ şır. Dürbün, alidata bağlı olan ve muylu ekseni demlen yatay bir eksen çevresin­ de dönebilir; düşey çember kadran ile okuma aygıtları bu eksen üzerinde toplan­ mıştır Aygıt belli sayıda nivoyla tamamlan­ mıştır: asal ekseni düşey olarak ayarlama­ ya yarayan, alidata bağlı bir nivo; muylu ekseni üzerine yerleştirilen ve muyluların yataylığını denetlemeye yarayan ayaklı ni­ vo; son olarak, düşey çember kadran tak­ simatını ayarlamaya yarayan, düşey çem­ ber kadranın ayar nivosu. Okuma tak­ simatı verniyerler ya da daha İyisi mik­ rometren mikroskoplar ya da koşut yüzlü bir lamı bulunan saptırıcılarla değerlendi­ rilir. Aletin doğru olarak yerleştirilebilmesi için, asal eksenin tamamen düşey olma­ sı ve optik eksenin -optik merkezle kılağ kıllarını birleştiren doğru- düşey bir düz­ lem çizmesi gerekir. Her teodolitte, "silsi­ le yöntemi” yle ölçüm yapabilen ve İste­ nen taksimatı okumayı sağlayan bir düze­ nek bulunur. Yatay düzlem içindeki bir açının ölçü­ mü iki şekilde yapılır: uzay açısının taksi­ matlı bir çember kadranın düzlemi üzeri­ ne izdüşümü ve bu çember kadranın tak­ simatı yardımıyla izdüşümü yapılan açının ölçülmesi. Bu iki işlemin her birinin, ken­ dine özgü hataları vardır; kimi hatalar, karşılıklıölçümler ya da okumaları sınıflandır­ ma gibi özel yöntemlerle kısmi olarak gi­ derilebilir. Karşılıklıölçüm bir doğrultu he­ deflemeye, sonra alidata 200 gradlık bir dönüş vermeye ve aynı doğrultuyu hedef­ lemek için muylu ekseni çevresinde dür­ bünü döndürmeye dayanır. Düşey daire, muyluların bulunduğu İki konumdan her birini ayrı ayrı beliremeyi sağlar: böylece düşey daire sırayla sağda ve solda olmak üzere gözlemlenir. Düşey düzlemdeki bir açının ölçümü, düşey çember kadran, daire sağ ve sol konumda okunduktan sonra, karşılaştırı­ larak gerçekleştirilir. Gerçekten, başucu uzaklığı, başucu doğrultusunu, gözlem­ lenen doğrultuya çevirmek için muylu ek­



seni etrafında dönen dürbünün yaptığı açıya eşittir, oysa başucu doğrultusu, uzayda somut bir doğrultu değildir. Duyarlı modern teodolitler, yüzdelik cin­ sinden yaklaşık iki saniyelik açıları ölçmeyi sağlar. Topografya çalışmaları için laserli teo­ dolitler vardır; bunlar hizalama işlemlerin­ de kullanılır. Bir laser kaynağı, laser ışığı­ nı bir iletken yardımıyla, önce bir kılağdan, sonra ayırıcı bir prizmadan geçire­ rek aygıtın dürbününe aktarır. Ayırıcı priz­ ma ışığı dürbünün eksenine gönderir ve laser demeti, gittiği yol boyunca bü­ tün noktalarda haç biçiminde hedef lev­ halarıyla kesintiye uğrayabilir. Bunun için hedef levhası haçının merkeziyle kılağın kesişme noktasını çakıştırmak yeterlidir. TE O D O R KASAR, rum asıkı türk gaze­ teci (Kayseri 1835 - İstanbul 1905). Kayseri'de manifaturacılık yapan babasının ölümünden sonra İstanbul’a geldi. Kırım savaşı sırasında bir fransız subayın des­ teğiyle gittiği (1856) Fransa'dan dönüşün­ de bir süre öğretmenlik yaptı. Bu arada rumca, ermenice ve fransızca olarak Diyojen" adlı mizah gazetesini çıkardı. 24 kasım 1870'ten başlayarak türkçe de ya­ yımlanan Diyojen, türk dilinde çıkan ilk mi­ zah dergisi olarak basın tarihine geçmiş­ tir. Diyojen'm hükümet tarafından kapatıl­ ması (10 ocak 1873) üzerine çıkardığı Çıngıraklı" tatarin da ömrü kısa sürdü. Aynı yıl Hayal’ "!, 1875 ortalarında istikbal adlı günlük gazeteyi yayımladı. Hayaldeki bir karikatür yüzünden üç yıl hapis ceza­ sına çarptırıldı, istikbalin de kapatılmasın­ dan sonra, adını Namık Kemal'in koydu­ ğu Nâşir'in yayın hazırlıkları sürerken Av­ rupa'ya kaçtı. 1880’e doğru Abdülhamit II tarafından Türkiye’ye dökmesine izin ve­ rildi ve mabeyin kütüphanecisi olarak gö­ revlendirildi. Yaşamtnn sonuna değin bu görevde kaldı. Gazeteciliğinin yanı sıra edebiyatla da uğraşan Teodor Kasap, özellikle Moliöre'den yaptığı çok başarılı uyarlamalarıyla (İşkilli Memo [Sganarelle ou le Cocu Imaglnaire], Pinti Hamit [TAvare]) tanındı.



va Bılgarska gramatika za VseKıgo (Her­ kes için bulgar dilbilgisi) [1954],



T E Ö F İL O O T Ö N İ, Brezilya'da kent, Minas Gerals'nin kuzey-doğusunda; 83 108 nüf. Bir tarım (kahve) ve hayvancılık bölgesinin ticaret merkezi. Etleri tüketi­ me hazırlama. TE O K R A S İ a. (fr. thdocratie). Siyasal ik­ tidarın Tanrı'dan kaynaklandığı, bu iktida­ rın Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcileri ta­ rafından kullanıldığı inancına dayanan toplumsal düzen. Kem belgesine göre dürbünü sabitleştirm e düğmesi objektif



yönlendir itebilir— ayna



ayar vidaları



TEO D O R A (Maria), ikinci osmanlı padi­ şahı Orhan Bey’ln kadını (XIV. yy.). Bizans imparatoru ioannes VI Kantakuzenos ile imparatorıçe Eirene'in kızı. Taht mücade­ lesinde Orhan Bey’den destek gören io­ annes VI, bu desteğe karşılık kızını Orhan Beye verdi Düğün, Silivri'de yapıldı (1346). Gelin, bir heyet tarafından Bursa' ya götürüldü. Bu evlenmeden şehzade Halil dünyaya geldi. Teodora'ya hangi müslüman adının verildiği ve kendisinin hangi tarihte, nerede öldüğü belli değil­ dir.



otomatik yönlendirmeli saniyeli teodolit



laserli teodolit (teodolitin dürbününe



TE O D O R A K İS (Mikis) - THEODHORAKİS.



TE O D O R E A N U (iönef), rumen yazar (Yaş 1897 - Bükreş 1*54). Çekici ve canlı bir biçimde çocukluk ve delikanlılık dö­ nemlerini anlatan La Medeleni (1925 -1927) adında bir üçleme yazdı. Roman­ cılığını, eğretileme bolluğu kimi zaman özenticiliğe varan şiirsel bir anlatımla sür­ dürdü (la Rue de l ’enfance [fr. çev.], 1923; Arca lui Noe, 1936; Retour dans le temps [fr. çev], 1941; la Table des ombres [fr. çev], 1946). TE O D O R E S C U (Emanoil), rumen bo­ tanikçi (Botoşani 1866 - Bükreş 1949). Gaston Bonnier'nin etkisiyle,, çevrenin, özellikle de ışığın bitkiler üzerindeki etki­ sini inceledi. T E O D O R O I, Korsika kralı -* NEUHOF ya da NEUHOFF. TEODOROV-BALAN (Aleksandır), bulgar dilbilimci (Kulej, Besarabya, 1859 - Sofya 1959). Bulgar dili ve edebiyatı üze­ rine pek çok yapıt verdi: Kiril ve Metodiy (1920), Bılgarska gramatika zvukosloviye(Bulgar dilbilgisi, sesbHgtsi) [1930], A/o­



11417



TE O F İL İN a. (fr. thĞophylline; lat. thea, çay ve yun. phyllon, yaprak'tan). Eczc. Çay yaprağında bulunan C7H8N40 2 for­ müllü alkaloit. (Teöbrominin izomeridir, id­ rar söktürücü, koroner atardamarları ve bronşları genişletici etkileri İçin kullanıldı­ ğı gibi dispne, astım, ağrılı kalp rahatsız­ lıkları, kalp ve böbrek kaynaklı ödemler de de kullanılır. Bazen baş ağrısı yapar. Alkalilerle ve bazı tuzlarla birleştirillrse su­ da daha çok çözünen, aminofllln ve teofilin-piperazin gibi türevleri elde edilir. Antihistaminiklerle birlikte taşıt tutmasına kar­ şı kullanılır.)



TE O K R A TİK sıf. (fr. théocratique; yun. theos, tanrı ve krateln, hükmetmek'ten). Teokrasiyle ilgili, teokrasiye dayanan. TEO LO Q a. (alm. Theologe, yun. theos, tanrı ve logos, bilim'den theologos’tan). ■TANRlBİLİMCİ'nin eşanlamlısı. TE O L O Jİ a. (fr. théologie; y u n . theos, ta n rı v e logos, b ilim , la t. theologia'd a n ). T A N R lB İL İM 'in e ş a n la m lıs ı.



TE O L O JİK



sıf. (fr. théologique). TANRIBİLİM SEL’in e ş a n la m lıs ı.



—Fels. Teolojik durum, Auguste Comte’a göre, insanlığın evriminde görülen üç du­ rumdan birincisi. TE O M A N (Üner), türk bayan atlet (İstan­ bul 1932). Atletizme öğrenim gördüğü Ankara Kız lisesi'nde başladı. Gül kupası yarışmalarında bayanlar 100 m'de net 12 sn’lik derecesiyle hem Türkiye rekoru kır­ dı ve hem de olimpiyata gidebilme için ko­ nulan barajı açtı. Bu nedenle olimpiyatla­ ra katılan ilk türk bayan atleti oldu (Lond­ ra. 1948). Öğrenim için gittiği Fransa'da spor yaşamını sürdüremedi.



1. Laser ışık kaynağı; 2. Objektif; 3. Işık iletkeni (cam elyafından optik); 4.K N &



5. Ayma prizma; 6. Filtre; 7. Laser besieme kutusu; 6. Akım kaynağı;



Teoman T E O M A N (Selcan), türk voleybolcu (İs­ tanbul 1953). Voleybola öğrenim gördü­ ğü Alman lisesi nde başladı. Galatasa­ ray’a girdi (1969) ve bu takımda 1974’e ka­ dar oynadı. Bu tarihte Eczacıbaşı takımı­ na geçti. 91 kez milli formayı giydi. Hem Eczacıbaşı’nın hem Türk milli voleybol takımı’nın kaptanlığını yaptı. Eczacıbaşı'nda on bir kez şampiyonluk yaşadı. Bir jübile ile sporu bıraktı (1984).



11418



TE O R E M a. (fr. théorème; geç lat. theorema; yun. theorema, theorein, incele­ mek). 1. Tanıtlanabilen bilimsel öherme. —2. Bir kuramın belitlerine dayanılarak bu kuramın sonlu bir dizi tümdengelim kuralı uygulanarak elde edilebilen kapalı bir formülü. (Sonsuz sayıca asal sayının varlığı1[biçimsel olarak Vn 3P(P > n ) & V9Vr (p = q r -+ terkİB"-İ BENT.) Ondan farkı ilk bendin son beytinin (vasıta beyti ya da bendiye) her bentte yinelenmesidir. Vası­ tadan önceki beyitlerden oluşan bölüm (tercihane), terkib-l bentteki terkibhanenin benzeridir. TER C İAT, -tı çoğl. a. (ar. terek'in çoğl terekat). Esk. 1. Geri çevirmeler, döndür­ meler. —2. Bir divanda terci-i bentlerin bulunduğu bölüm. T E R C İH a. (ar. rücbandan tercihi). 1 . Bir kimseyi ya da bir şeyi yeğlemek, onları başka kimse ya da şeylere göre üstün tut­ mak eylemi: Bu durumda tercihim, uzla­ şarak bir çözüm yolu bulmak olacak. De­ nizle dağ arasında bir tercih yapabilmem çok güç. —2. Bir kimseyi, bir şeyi tercih etmek, o kimse ya da şeyi seçmek, onda karar kılmak; yeğlemek. —Esk. Tercih-i bila-müreccah, nedensiz yere üstün tutma, gereksiz önem verme. —ikt. Likidite tercihi, Keynes'in para tale­ bine verdiği ad. (Bk. ansikl. böl.) |j Tüketi­ ci tercihi, bireyin iki mal arasında kendisi­ ne en çok tatmini sağlayandan yana yap­ tığı yeğlemeyi belirtmek için yeni klasik ik­ tisat okulunun kullandığı terim. (Birey, bu amaçla tatmin edilecek gereksinimlerinin giderek azalan önem sırasına göre bir lis­ tesini [buna tercih sıralaması denir] çıka­ rır ve gelirine göre bu listede az ya da çok aşağıya doğru iner.) —isi. huk. Tercih-i beyyine, bir meseleyi davacının iddia, davalınınsa reddettiği da­ valarda, taraflardan birinin ileri sürdüğü beyylneleri öteki tarafınkine üstün tutma. —Tie. Tercih hakkı, satıcıya ya da alıcıya, bir sözleşmede saptanmış olandan daha fazla miktarda malı, sözleşmedeki aynı ko­ şullarla, satmak ya da almak olanağı ve­ ren pazarlık biçimi. — ANSİKL. ikt. Keyneş, The General The­ ory of Employment, interest and Money (istihdam, faiz ve para hakkında genel ku­ ram) adlı kitabında, likidite tercihi saiklerinin bir çözümlemesini yapar. Keynes'e göre, ankes ile yatırım arasındaki seçim, likidite tercihine bağlıdır. Bir iktisadi karar pirimi, faiz oranını çekici bularak elinde li­ kit fon bulundurmanın yararlarını üstün tu­ tabilir. Konuya bu görüş açısından bakıl­ dığında, faiz oranı, aslında likiditenin ya­ rarlarından vazgeçmenin fiyatı olarak gö­ rünür. Keynes, üç tür tercih saiki olduğu­ nu söyler: muamele saiki, ihtiyat saiki, spekülasyon saiki. ilk iki saikle ilgili likidi­ te talebi gelire bağlıdır. Üçüncü saikle il­ gili likidite talebi ise, faiz oranına ve iktisa­ di karar birimlerinin tahmin gücüne bağ­ lıdır. T E R C İH A N E a. (ar. terci" ve fars. hâne' den terekhane). Ed. Terci'-i bendin her bendinde vasıta* beytinden önceki bölü­ mün adı. T E R C İH L İ sıt. Bir kimsenin, bir toplulu­ ğun yararına bir ayrıcalık oluşturan, onla­ ra özgülenen şey için kullanılır: Tercihli oy. Tercihli yol. —Anayas, huk. Tercihli oy, seçmenin, lis­ tede gösterilen adayların sırasını değiştir­ mesine olanak sağlayan oylama biçimi. —Antropol. Tercihli evlenme, toplumsal grubun akrabalık yapılarına ve özgül ev­ lenme biçimlerine göre kimlerin kimlerle evlenebileceklerini saptayan evlenme ku­ ralı. (Tercihli evlenme, özellikle yakınıyla yatmayı yasaklayan kuraldan farklı, olumlu bir kuraldır.) —ikt. Tercihli imparatorluk tarifeleri, Büyük Britanya'nın, Commonwealth ülkeleri çı­



kışlı ürünlere tercihli gümrük tarifeleri uy­ gulayarak, karşılığında bu ülkelere sattığı ürünler için gümrük kolaylıkları elde etme­ sinden oluşan iktisat ve gümrük sistemi. —Siyas. kur. Tercihli oy, seçmenin seçim listesindeki kimi adayları silerek onların ye­ rine başka adaylar koyabilme yetkisi. (Böy­ le bir sistem seçmene kendi listesini oluş­ turma olanağı verir. Ama öte yandan da oy sayımında karışıklığa yol açar.) —Tic. Tercihli pazarlık, gerek alıcıya, ge­ rek satıcıya, aralarında yaptıkları sözleş­ mede belirtilenden daha yüksek miktar­ da mal alma ya da satabilme (sözleşme­ deki aynı koşullarla) hakkı tanıyan pazar­ lık biçimi. —Ulaş. Tercihli yol, kent içinde, otobüs, troleybüs, tramvay gibi toplu taşıma araç­ larına ayrılan ve geniş bir yolun ortasın­ da ya da yanında, ya da bu yolun üstün­ de ya da altında düzenlenen bağımsız yol. —Günün belli saatlerinde ya da gün boyunca toplu taşıma araçlarına ya da ki­ mi durumlarda taksilere ve acil araçlara (ambülans, itfaiye ve polis araçları vb.) ay­ rılan karayolu şeridi. (Bu yolu karayolunun öteki bölümlerinden ayırmak için yere işa­ ret çizilebiieceğı gibi kot yükseltme, bor­ dür taşları yerleştirme gibi yollara da baş­ vurulabilir.) —Uluslarar. ikt. Tercihli gümrük anlaşma­ sı, bazı ülkelerin, birbirlerinden genel gümrük tarifelerinde belirtilenden daha düşük gümrük vergisi almak konusunda vardıkları iki ya da çok yanlı anlaşma. || Tercihli genel gümrük tarifeleri, bazı ülke­ lerin (özellikle gelişmekte olan ülkeler) iş­ lenmiş tarım ve sanayi ürünlerine belli bir kontenjan dahilinde tanınan gümrük ver­ gisi indirimi ya da bağışıklığı. T E R C İM a. (ar. reem'den tercim). Esk. Suçluyu taşlamak suretiyle öldürme. T e rc io (üçte bir anlamında lat. tertıus' tan), yüksek nitelikli ıspanyol askeri birli­ ği. XV. yy. sonunda, sürekli İspanyol or­ dusunun ilk piyade birliklerine "Tercio” adı verildi. Taburları üçte bir mızrakçı, üç­ te bir arkebüzcü ve üçte bir de kılıç ve kal­ kanla donatılmış askerlerden oluşuyordu. Tercio, yenilmezlik ününü Rocroi’de yitir­ di (1643). 1920'de bu terim, Fransız ya­ bancı lejyonu örnek alınarak ispanya'da kurulan "Yabancılar lejyonu” nu (Tercio extranjeros) adlandırmak için de kullanıl­ dı. T E R C Ü M A N a. (ar. ferceme'den terceman). 1. ÇEVİRMEN'in eşanlamlısı. —2. Amacı belirtmeye yarayan araç. —3. Bir kimseye, hislerine tercüman olmak, baş­ kasının duygu ve düşüncesini dile getir­ mek, anlatmak. —Esk. giy. Tercüman kalpağı, elçiliklerde bulunan tercümanların giydiği, ayı pos­ tundan yapılmış uzunca başlık. T e rc ü m a n , İstanbul’da 1955 yılında yayımlanmaya başlayan günlük gazete. Yayın hayatına Cihat Baban’ın yöneti­ minde başladı. Sahipleri değişti. 1961 yılında Kemal Ilıcak (1932-1993) tarafın­ dan satın alındı. Muhafazakâr eğilimli bir gazete olarak 1970'li yıllarda baskı sayı­ sını 400 000'lere kadar çıkardı. Avrupa baskısını başlatan gazete oldu. Bulvar gazetesi de aynı ekip tarafından yayım­ landı (1982-1988). Tercüman gazetesi­ nin yazı kadrosunda başlıca şu yazarlar yer almıştır: Şükrü Baban, Tarık Buğra, Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Nazlı Ilıcak, Yavuz Donat, Osman Kibar, Rauf Ta­ mer, Mukbll Özyörük, Murat Sertoğlu, Fahir Armaoğlu. 1983 yılından başlaya­ rak mail güçlüklerle karşılaşan gazete büyük tiraj kaybına uğradı (1992 yılında 20 000 dolayında); 1993 yılında Kemal llıcak’ın ölümünden sonra ailesi, Tercü­ man gazetesini canlandırma çabalarını başlattı. T e rc ü m a n ı a h v a l, İbrahim Şinasi ve Agâh Efendi tarafından 21 ekim 1860’tan taşlayarak İstanbul’da yayımlanan siyasi



tereddüt haber ve yorum gazetesi. Başlığının altın­ da "işbu gazete dahiliye ve hariciye her türlü havadis, fünun ve sanayiye dair mebahisi şamil olarak çıkar" yazısı bulunan Tercümanı ahval, önceleri haftada iki kez, 1861'den sonra daha sık yayımlandı. Res­ mi nitelikteki Takvimi vakayi ve Ceridei ha­ vadis dışında, türkçe çıkan ilk özel gaze­ tedir. Şinasi'nin bu gazetede tefrika edi­ len Şair evlenmesi adlı piyesi de türk ti­ yatro edebiyatının ilk telif yapıtıdır. Gaze­ tenin yazarları arasında Ahmet Vefik Pa­ şa, Sarı Tevfik Bey, Mehmet Şerif Bey vb. bulunuyordu. Tercümanı ahval, elle dizili­ yor, pedalle basit bir makinada basılıyor ve yalnız basımevinin altındaki bir tütün­ cü dükkânında satılıyordu. Ziya Paşa'ya yöneltilen bazı eleştiriler yüzünden mayıs 1861’de iki haftalığına kapatıldı. Bu olay, türk basınında ilk gazete kapatma olayı­ dır. Şinasi, bir süre sonra gazeteden ayrı­ lınca, sayfa düzeninden, başyazılara de­ ğin bütün işlerle Agâh Efendi ilgilendi. Ay­ nı zamanda devlet hizmetinde de çalışan Agâh Efendi, Avrupa'ya kaçmak için ha­ zırlık yaptığından, Tercümanı ahval 11 mart 1866'da son kez basıldı. T e rc ü m an ı h a k ik a t, Ahmet Mithat Efendi tarafından İstanbul'da çıkarılan günlük haber ve yorum gazetesi. 25 ha­ ziran 1878 de yayın yaşamına giren gaze­ te, yine Ahmet Mithat Efendi'nin daha ön­ ce işbirliği yaptığı (Basiret, ibret, Ceride-i havadis vb.) ya da çıkardığı (Devir, Bedir vb.) öteki gazeteler gibi, öncelikle gerici­ liğe, tutuculuğa karşı halkı uyarma ve uyandırma görevini yerine getirmeyi amaç­ lıyordu. Gerek Abdülhamit ll’nin baskıcı yönetimine, kendine özgü gazetecilik an­ layışıyla karşı koyan, gerekse halkın kolay­ ca anlayabileceği bir dille ekonomiden fel­ sefeye, edebiyattan doğabılime değin her konuda geniş kitlelere yönelmeye önem veren Ahmet Mithat Efendi, 1908 den sonraki dönemde de Tercümanı hakikatin yayınını ittihat ve Terakki'nin izlediği poli­ tikaya muhalif bir çizgide sürdürdü. Ah­ met Mithat Efendi’nin ölümünden (1912) sonra el değiştire değiştıre Cumhuriyet' in ilk yıllarına değin çıkan gazete, Kurtu­ luş savaşı'na da destek veren yayınlardan biri oldu. Gazetenin yazarları arasında Ah­ met Rasim, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet İhsan (Tokgöz), Halide Edip (Adıvar) vb. bulunuyordu. T E R C Ü M A N L IK a. Tercümanın işi; çe­ virmenlik. T E R C Ü M E a. (ar. ferceme'den). 1. ÇEvİRİ'nin eşanlamlısı: Bir kitabın tercüme­ si. —2. Çevrilmiş, tercüme edilmiş eser; çeviri: Bir kimsenin tercümelerini basmak. —3. Tercüme etmek, çevirmek. —Esk. Tercüme-i ahval-i rical, ünlü kişile­ rin yaşamöyküleri, biyografileri. || Tercüme -i hal — TERCÜMEİHAL. || Harfiyen tercü­ me, metnin hiç bir kelimesini atlamadan yapılan çeviri. || Mealen tercüme, yalnız anlamı esas alarak yapılan çeviri. —Kur tar. Tercüme odası, Osmanlılar'da Hariciye nezareti’ne bağlı, BabIâli'nin ya­ bancı ülke konsoloslukları ile yaptığı ya­ zışmaları yöneten kalem. ♦ sıf. Tercüme edilmiş, başka bir dilden aktarılmış. T E R C Ü M E C İ a. Çevirmen. T > rcü m e-I Ş aka lk-i N um an iye, türk alim ve şeyhlerinin biyografilerini içeren Şakaik-i Numaniye'nin, Taşköprülüzade tarafından Osman ll’ye sunulan çevirisi (XVII. yy.). Yapıtta Ahmet Nakşi’nin 49 minyatürü de yer alır. Bu minyatürlerde ünlü kişiler tek başlarına ya da öğrencile­ riyle birlikte betimlenmiştir. Sanatçı son minyatüründe kendisini Osman II ile bir­ likte resimlemiştir. T E R C Ü M E İH A L a. (ar.terceme ve bal' den terceme-i hS). Esk. Özyaşamöyküsü; bir kimsenin ana çizgileriyle yaşamını an­ latan yazı ya da eser. I sıf. (fars. ter ve damen'den



ter-damen). Esk. Namussuz, iffetsiz kadın için kullanılır. T E R D İF a. (ar. redften terdif). Esk. 1. İz­ leme, arkasından gitme. —2. Terkiye al­ ma. —Ed. Bir sözün arkasına onu tamamla­ yacak sözü getirme. Bir dizenin ardından" onu tamamlayan dizeyi söyleme. TE R D İFE N be. (ar. terdif'ten terdifen). —Esk. Peşinden giderek, arkasından iz­ leyerek. T E R D İT a. (ar. redd den terdid). Esk. 1. Geri çevirme, reddetme. — 2. Geriye at­ ma, püskürtme. —3. Tekrar tekrar çevir­ me. —Ed. Bir sözü beklenmeyen bir biçimde bitirme sanatı: "Neler yapmadık bu vatan için / Kimimiz öldük / Kimimiz nutuk söy­ ledik" (O. V. Kanık). T E R D İT L İ sıf. Med. us. huk. Terditli da­ va, davacının kademeli olarak iki ayrı is­ temede bulunduğu dava. (Bu tür davay­ la davacı, asıl isteminin yerine getirilme­ mesi halinde ikinci bir istemde bulunur.) ■ TER E a. Kuzey yarıkürede nemli yerler­ de yabani olarak yetişen ve tereliklerde de yetiştirilerek çiğ ya da pişmiş olarak ye­ nen otsu bitki. (Bil. a. Lepidium sativum; turpgiller familyası.) [Bk. ansikl. böl ] —Mutf, Tere kebabı, tere ve kemikli kuzu ya da koyun etiyle yapılan bir tür et ye­ meği. —A ns Ik l . Tere çok parçalı bol yapraklı, çok hızlı büyüyen biryılık bir bitkidir. Be­ yaz ya da kırmızımsı çiçekler açar. Ana­ dolu’da yabani olarak bulunur, sebze bah­ çelerinde de yetiştirilir Yaprakları ve körpe sapları salata halinde iştah açıcı olarak kullanılır. TERE D A U ZS İN E Ğ İ a. Su bitkileri üze­ rinde yaşayan sikloraf sinek. (Saplarını oy­ duğu tereotuna zarar verir. [Bil. a. Hydrellia nasturtii, yakın türlerden ekin yaprağı dalızsineği [H. griseola] arpa ile pirinç' üre­ timinde zararlara yol açar. Kıyısineğigiller familyası.) TE R E B A N T İN -



TEREBENTİN.



TER EBELLA a. Çokkıllı halkalısolucan cinsi. (Borusu sümüksü ya da zarsıdır. Dal­ lanmış solungaçlarının önünde bir doku­ naç demeti bulunur. Yerleşikçokkıllısolucanlar öbeğinin Terebellidae familyasının örnek tipi.) TEREBELLUM a. Hint okyanusu ve Bü­ yük Okyanus’ta yaygın öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi, (Üçün­ cü Zaman katmanlarında fosillerine rast­ lanır. Strombidae familyası.) T E R E B E N E V ya da TE R E B E N Y O V (Aleksândr ivanoviç), rus heykelci (Petersburg 1815 - ay. y. 1859). Aralarında balmumundan yaptığı ve yazarın birçok port­ resi için model olarak kullanılan A. Puşkin’ inkinin (1837) de yer aldığı bir büst-portreler dizisi gerçekleştirdi (Lenin kitaplığı, Moskova). Ayrıca, Petersburg'daki Yeni Ermitaj müzesi’nin girişinde bulunan 5 metre boyundaki on granit atlant gibi, anıtsal heykeller yaptı (1844-1849). T E R E B E N T İN ya da T E R E B A N T İN a. (fr. térébenthine': lat. terebinthina [rési­ na], menengiç reçinesi’nden). 1. Koza­ laklılar ve sakızağacıgiller ( Terebinthaceae) ailesine özgü ağaçlardan ya kendi kendine ya da çoğu kez ağacın çizilme­ siyle sızan oleorezin (yağlı reçine). —2. Terebentin esansı, terebentinin, buharla sürüklemek damıtma yoluyla özütlenen uçucu kesimi. (Yağlı maddeleri çözündürmede, vernik, yağlıboya yapımında ve pek çok organik bireşim tepkimesinde kullanılır.) [Eşanl. TEREMENTİ.] —ANSİKL. Birer oleorezin olarak tereben­ tinler, terpensel esansların, reçine asitle­ rinin ve molekül ağırlığı yüksek alkollerin karışımından oluşur. Oda sıcaklığında ka­ tı durumunda bulunurlar, ancak içine ko­



nuldukları kabın biçimini alırlar. Suda çö­ zünmemelerine karşın alkolde ve organik çözücülerin çoğunda çözünürler. En çok kullanılan terebentin türü, ağaç-gövdelerinin çizilmesiyle elde edilen çam tere­ bentinidir. Terebentin günümüzde tıpta çok sınırlı bir alanda kulanılmaktadır (şu­ rup, kapsül, hap şeklinde idrar ve solu­ num yolları antiseptiği) ve ayrıca kan çe­ kici bir özelliği vardır. Ancak sanayide te­ rebentinin hem kendisinden hem de tü­ revlerinden çok değişik alanlarda yarar­ lanılır. TE R E B EN TİN LE M E a Eritme ve tere­ bentin esansı katma yoluyla çam sakızı­ nı homojen bir duruma getirmeye daya­ nan işlem. T E R E B E N T İN L İ sıf. Eczc. Terebentin ya da terebentin esansını içeren madde­ lere denir. TE R EB EN YO V (Aleksândr ivanoviç) TEREBENEV. TER EB İN TH A C EA E a. Bot. SAKIZAĞACIGİLLER familyasının bilimsel adı. TEREBRA a. (oluklu burgu, orman, bur­ gu anlamında lat. söze.). Gözleri doku­ naçlarının ucunda bulunan öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Çok uzun, koni biçiminde, katı ve parlak, çok sayıda sargılı bir kavkısı vardır. Eo­ sen katmanlarından başlayarak fosilleri­ ne rastlanır. Günümüzde sıcak denizler­ de bulunur.) TE R E B R A N T İA a. 1. BURGULULAR öbeğinin bilimsel adı. —2. Kirpikkanatlılar takımında, üyeleri bitki bitleriyle bes­ lenen böcek alttakımı. (Başlıca familyası AElothrıpidae.) TEREBRATULA a. Kutup denizlerinde ya da denizlerin çok derin kesimlerinde yaşayan eklemli kolsuayaklı cinsi. (Kısa bir sapla tabana tutunur. Birinci ve İkinci Zaman’da denizlerde yaşayan hayvanla­ rın temsilcisidir.) T E R E C C İ a. (ar. recâ’dan terecci). Esk. 1. Rica etme. —2. Umma, bir şeye bel bağlama. TERECHKOVİTCH (Kostıa ya da Constantin), 1943'te transız uyruğuna geçen rus ressam (Meşçerskoye, bugün Mosko­ va’da, 1902 - Monako 1978). 1920' de Paris'e yerleşip ilk önce buruk Montparnasse figürleri ve sarp manzaralar yaptı; 1935'ten sonra anlatımı daha bü­ yük bir incelik ve hafiflik kazandı. Travestilerin ve dansözlerin, bibloların, yarış atlartnın, bu arada aile yaşantısının Bonnard'dan gelen, yarımtonluk hoş armoni motiflerini sundu (Matisse'm portresi, 1940, Albi müzesi; Yataktaki küçük kız, 1944, Art moderne ulusal müzesi). TE R E C İ a 1 . Tere yetiştiren ve/ya da sa­ tan kimse. —2. Tereciye tere satmak, bir konuda uzman olan birine o konu üzeri­ ne bilgi vermeye çalışmak. TER ED Dİ a. (ar. recfy'den tereddi). Esk. 1. Olumsuz bir değişimle soysuzlaşma, yozlaşma. —2. Tereddi etmek, soysuzlaş­ mak, yozlaşmak. TEREDDİYAT, -tı çoğl. a. (ar. tereddi' nin çoğl. tereddiyyât). Esk. Soysuzlaşma­ lar, yozlaşmalar. TE R E D D Ü T a. (ar. redd'den tereddüd). 1. Bir eylemi geciktiren kararsızlık, kuş­ ku durumu; duraksama, ikircik, ikircim: Bir anlık bir tereddütten sonra konuşma­ ya başladı. —2. Karar vermeyi engelle­ yen kuşku: Ona tereddütlerinden, piş­ manlıklarından söz ediyordu. —3. Tered­ düt etmek, herhangi bir davranışta bulun­ maya, konuşmaya engel olan kuşku ve kararsızlık dolu bir durumda olmak; du­ raksamak: Kabul etmeden önce uzun sü­ re tereddüt ettim. Tereddüt etmeden bir karar almak. —4. iki şey arasında tered­ düt etmek, bir seçim yapamamak: Ko­ nuşmakla susmak arasında tereddüt et­



11431



tereddüt mek. —5. Tereddütleı duraksayarak: So­ rumu tereddütle yanıtladı. —Esk. Bir yere gidip gelme. —Esk. tıp. Sıtma gibi bazı nöbetli hasta­ lıkların belli aralıklarla tekrarlanması.



11432



COOH



COOH



tereftalik asit



TE R E D D Ü TLÜ sıf. Tereddüte yol açan, tereddütû gösteren. T E R E D D Ü T S Ü Z sıf. Tereddutü olma­ yan; kararsızlığa, tereddüte neden olma­ yan. ♦ be. Duraksamadan, kararlı bir biçim­ de: Bir teklifi tereddütsüz kabul etmek. TE R E FFÜ H a. (ar. refah'tan tereffüh). Esk. Bolluğa kavuşma, refaha erme. TEREFTALAT a. (fr. terâphtalate). Org. kim. Tereftalik asidin tuzu ya da esteri. ^ TE R E FTA L İK sıf. (fr. terephtaiique; te-, re[benthine], terebentin ve phtalique. ftalık'ten). Org. kim. Tereftalik asit, formülü C8H60 „ olan benzen-1,4 dikarboksilik asi­ din yaygın adı; ftalik asidin bir izomeridir, tekstil elyafı olarak kullanılan poliyesterlerin üretiminde işe yarar. (Paraksilenin yükseltgenmesi sonunda hazırlanır.) T E R E K a. Geleneks. mim. Geleneksel türk evlerinde, odaları normal bir insanın ulaşabileceği yükseklikte dolanan raf. (Dükkânlardaki bölmeli raflara da terek denirdi.) T E R E K , Rusya'da ırmak, Gürcistan'da Kazbek’in eteğinden doğar, Daryal geçi­ diyle Kafkaslar’ı aşar. Orta Kafkasya'nın tüm sularını toplar ve birden doğuya yö­ nelir, çok büyük bir delta oluşturarak Ha­ zar denlzi’ne dökülür; 623 km (havzası 43 200 km2). Suları, karların ve buzulların erime döneminde çoğalır. T E R E K Â T çoğl. a. (ar. tereke'nin çoğl. terekat). Esk. Ölmüş bir kimsenin miras olarak bıraktığı mallar. TE R E K E a. (ar. tereke, terike). Ölen bir kimsenin bıraktığı mal varlığı. (— MİRAS.) —Huk. Tereke hâkimi, terekeyle ilgili so­ runları karara bağlayarak mirasın tasfiye­ sini gerçekleştiren yargıç. T E R E K EM E a. (ar. Terâkime, Türkmenler’den). Folk. 1. Kars ve çevresinde oy­ nanan türkmen kökenli, halay türü bir halk oyunu. (Bk. ansikl. böl.) —2. Askerani* adı verilen halk oyununun öteki adı. — A N S İK L . Folk. Terekeme, kadın erkek birlikte oynanan ağır devinimli bir oyun­ dur. Oyunun figürleri türkmen erkeklerinin atılganlığını, kadınlarının ağırbaşlılığını ve çekingenliğini simgeler. Oyuna başlama­ dan önce iki kız oyuncu, ellerine aldıkları mendili başlarına ve göğüslerine götüre­ rek çevreyi selamlarlar. Özellikle Çıldır ve Ardahan yörelerinde yaygın, azerl etkisi de taşıyan bir oyundur. TEREKKÜBAT, -tı çoğl. a. (ar. terekküb' ün çoğl. terekkübat). Esk. Oluşmalar, bir­ leşmeler, meydana gelmeler TE R E K K Ü N a. (ar rükn'den terrekkün). Esk. 1. Hatırı sayılır, büyük bir adam ol­ ma. —2. Manevi güç kazanma. T E R E K K Ü P a. (ar. terekküb). Esk. 1. Birleşme, oluşma. —2. Terekküp etmek, bileşmek, karışmak. —Esk. fels. Bileşim. —Esk. kim. Bileşim. TER ELELLİ sıf. Tkz. Hafifçe kaçık oldu­ ğu düşünülen ya da hoppa, delişmen bu­ lunan kimse için kullanılır. TE R ELEN M EK gçz. f. El sant. Kalhane­ de eritilen bakır üzerinde hava kabarcık­ ları oluşmak. T E R E M E N T İ a. TEREBENTİN’in eşan­ lamlısı. TE R E N ALA R ya da O U A N Â LA R , Pa­ raguay Chaco'sunun D.'sundaki ve Bre­ zilya Mato Grosso'sunun G.'indeki toprak­ lara, özellikle Mato Grosso'nun güney-batı'sına yerleşmiş, yaklaşık 6 000 nüfuslu Aravak Kızılderilileri. Geleneksel olarak



gezici avcılığa, manyok ve mısır tarımına dayanan geçim ekonomilerinin yapılarını değiştiren atların katılımıyla (XVII. ve XVIII. yy.) komşuları Kaduvöler gibi İspanyol ve portekizli sömürgecilere karşı direndi­ ler. T E R E N C Ü B İN a. (fars. söze.). Acem kudrethelvası. (— kudrethelvasi.) TE R E N N Ü M a. (ar. renem'den teren­ nüm). Esk. 1. Güzel ve alçak bir sesle şar­ kı mırıldanma. —2. Kuşun şakıması, öt­ mesi. —3. ifade etme, anlatma. —4. Te­ rennüm etmek, eylemek, hafif-ve tatlı bir sesle şarkı mırıldanmak. —5. Terennüm -saz, terennüm-senc, şarkı söyleyen, te­ rennüm eden. — Müz. Türk müziğinde kâr, beste, ağırsemai, yürüksemai gibi büyük formda ve sözlü yapıtlarda mülazime ya da nakaratı karşılayan bölüm. (Ten nen na tene dir ney ya la yele lal le li gibi anlamı olmayan he­ celerden, canım, mirim, ömrüm, gülüm gibi tek kelimelik ya da şuh-ı cihan, serv-i revan, tende canım gibi ıkı kelimeden olu­ şur. Terennümlerde tek bir mısranın da kullanıldığı görülmüştür) TE R EN NÜ M A T, -tı çoğl. a. (ar. teren­ nüm ün çoğl. terennümat). Esk. Kuşların şakımaları, ötmeleri. TERENTANO a Tropikal Asya'da ve Ok­ yanusya'da yetişen ve oldukça ince dokulu, çok yumuşak ve çok hafif bir odun ve­ ren, odunu marangozlukta, sandık ve sil­ me yapımında kullanılan ağaç. (Campnosperma cinsi.) TERENTAY a. Müz. Türk müziğinde XV. yy.'da kullanılmış telli bir saz. T E R E N T İA (doğm. İ.Ö. 98'e doğr), Cicero'nun (İ.Ö. 77'ye doğr), sonra da bel­ ki Sallustius'un karısı. Otuz yıllık bir evli­ likten sonra Cicero genç ve zengin Publilia ile (İ.Ö. 46) evlenmek için onu kovdu.



lığa Plautus'un tiyatrosundan daha yakın­ dı. T E R E N T İU S S C A U R U S (Ouintus). Hadrianus döneminde yaşamış latin dilbilgici. Yazım (De orthographia) ve dilbil­ gisi (Ars grammatics) üzerine birer ince­ leme ve Horatius’un Şiir sanatı üstüne bir yorum bıraktı. T E R E N T U M . Tar. coğ. Roma'da Campo Marzio'nun ucunda yer. Dis pater onu­ runa yüzyıllarca süren oyunların başlıca törenlerinden biri burada kutlanırdı. TE R E S a. Kaba. "Pezevenk" anlamın­ da söylenen sövgü sözü. İT E R E S A (Agnes Gonksha B a c a k s h İU, din. Ana), arnavut kökenli hintli rahibe (Üsküp 1910). Katolik bir arnavut ailenin kızıydı, 1928’de Kalküta’da İrlandalI rahi­ beler arasına katıldı. Önce öğretmenlik yaptı, çok geçmeden kendini en yoksul Hintliler'in hizmetine adayarak evrensel bir ün kazandı. Uluslararası etkinlik gös­ teren iyilik misyonerleri örgütü'nü kurdu. (1979 Nobel Barış ödülü.) TE R E S A DE C A S T İLL A (1080'e doğr. - Galicia'da 1130), kontes, Portekiz kral naibesi (1114-1128). öastillalı Alfonso’nun evlilikdışı kızıydı, Bourgognelu Henrique'le (1092 ye doğr. - 1095) evlendi ve draho­ ma olarak ona gelecekteki krallığın çekir­ değini oluşturan Portekiz kontluğunu ge­ tirdi (1097). Kocasının ölümünden (1114) sonra, ergin olmayan oğulları Afonso Henriques adına Portekiz’i özgürlüğe ka­ vuşturma siyasetini izleyerek kendisini Coimbra'da kuşatan Murabıtlar'ın akınlarını püskürttü (1116). Bir süre León ve Castil­ la kraliçesi Urruoa'nın metbuluğunu kabul etmek (1115) zorunda kaldıysa da sonun­ da Zamora, Toro ve Salamanca'yı eline geçirdi ve Galicia'ya yerleşti (1120). Galicialı Fernando Peres de Trava ile ilişkileri ve metbu olarak öastillalı Alfonso Vll'ye yaptığı çağrı, Afonso Henriques tarafın­ dan yönetilen bir hükümet darbesine yol açtı. Guimaraes yakınındaki Sâo Mamede’de Castillalılar'ı yenilgiye uğratan Afon­ so Henriques iktidarı eline geçirdi (1128).



T E R E N T İU S (Publius Afer), latın kome­ di yazarı (Kartaca İ.Ö. 185'e doğr. - İ.Ö. 159). Afrika kökenli bir köleydi, iyi bir eği­ tim görmesini sağlayan efendisi Terentius Lucanus tarafından azat edildi. Scipıolar' ın ve Aemiliuslar'ın kültürlü çevrelerine gir­ di ve ilk oyunu A ndrıa"yı 19 yaşında yaz­ ■ T E R E S A DE C E P E D A Y A H U M A ­ DA (azize), İspanyol rahibe ve mistik, dı. Öteki beş komedisini (Hadım' Özü­ KarmeliÇler* tarikatı reformcusu ve kilise nün" celladı, Formio’, Kaynana' ve Kar­ ğilgini (Avila 1515 - Alba de Tormes 1582). deşler'), 166-160 arasında oynattı ve bir Avila karmeline girdi (1536), 1554'ten baş­ Yunanistan yolculuğu sırasında çok genç layarak ve aziz Juan' de la Cruz'un yar­ yaşta öldü. dımıyla, ilk kurala bir dönüş yönünde ta­ Önu aşırmayla suçlayan rakiplerinin sal­ rikatını yenilemeye girişti. 1562’de Roma dırıları karşısında kendini komedilerinin ön tarafından onaylanan bu reform, on beş oyunlarında savundu. Gerçek birer pole­ kadar manastır tarafından benimsendik­ mik savunma söylevi olan bu ön oyunlar­ ten sonra, büyük Yalınayak Karmelitler ko­ da, edebiyata ilişkin görüşlerini de açık­ lu kuruldu. ladı. Menandros'un oyunlarına özenen Eylemci olduğu ölçüde gizemci oldu­ oyunlarında, bir delikanlının kimin nesi ol­ ğundan, hıristiyan dini ve castilla edebi­ duğu bilinmeyen bir genç kıza âşık olma­ yatının büyük ustalarından biri durumuna sı, kurnaz bir kölenin çevirdiği dolaplar ve geldi. Özyaşamöyküsü olan Libro de su baba oğul ilişkileri gibi, yeni komedinin vida (Yaşam kitabı) [1562-1565 arasında geleneksel temalarını sergiledi. Bunun­ yazıldı) dışındaki büyük yapıtları: Camino la birlikte, Plautus'tan farklı olarak, dra­ de perfección (Yetkinleşmenin yolu) [1562 matik düğümlerden ve komik sıçramalar­ -1564 arasında], Libro de las fundaciones dan çok, ruhbilimsel çözümlemeye önem (Temellendirimler kitabı) [1573'te başlan­ verdi. Karakterleri genellikle ikişer ikişer dı, 1610'da yayımlandı] ve özellikle LaS karşı karşıya getirerek, klasik tiyatro remorados ya da Castillo interior (Barınak­ pertuvarındaki her tipi en ufak incelikle­ lar ya da iç şato) [1577'de yapıldı, 1588'de riyle belirleyip birbirinden ayırdı ve ko­ yayımlandı], 1662'de azizeleştirildi, 1970' medilerinin her birinde bir sorunu ele al­ te kilise bilgini ilan edildi. dı., Örneğin, Moliöre’in Kocalar okulu —ikonogr. Bernini*, ünlü L'estasi di San­ (l'Ecole des maris) adlı komedisinde ta Teresa (Azize Teresa'nın vâcdi) grubu­ esinleneceği Kardeşler de (Adelphae) nu yaptı. eğitim sorununu, Özünün celladı’nda farklı farklı çözümleri kişilerin kendilerin­ T E R E S İN A , esk. Therezina, Brezil­ ce anlatılan aile ilişkileri sorununu orta­ ya'da kent, Piaul eyaletinin merkezi, Parya koydu. Yalın ve ince bir dille yazılan naiba’nın sağ kıyısında; 339 264 nüf. Ti­ bu ölçü ve .denge tiyatrosu, duygusal caret merkezi. Besin sanayileri. sahneler ve insanlıklarıyla sevgi uyandı­ T E R E S O P O L İS , esk Therezopolis, ran kişilerle doludur.. Plautus’a özgü salt Brezilya’da (Rio de Janeiro eyaleti) kent, komik etkilerin ve fantezinin yokluğu, yer Rio de Janeiro'nun K.-D.’sunda, serra dos yer Terentius'un komedilerinin çekicilikten Orgâos’ta, 880 m yükseltide; 53 500 nüf. yoksun kalmalarına yol açar ve Roma se­ Yazın Rio de Janeirolular’ın çok rağbet et­ yircisince beğenilmemelerini açıklar. Ger­ tikleri turizm merkezi. çekten de bu ruhbilimsel oyunlar, Teren­ T E R E S P O L , Polonya'da küçük sınır tius'un sık sık girip çıktığı kültürlü çevre­ kenti, Varşova-Moskova ekseninin batı lerin dile getirilmesiydi ve hellenik duyar­



terfi Bug'unu aştığı noktada, Beyaz Rusya' daki Brest kentinin karsısında. T H R B 8 8 Û » - TERESSÜP. T IR E S S Û B A T çoğl a. (ar taressüb'ûn çoğl teressühat) Es/r. t . Çökmeler, torttılanmalar, çökeltiler. —2. Durulmalar; —Esk. meteorol Teressübat-ı havaiye, yaâ*ş T U B M Û L a. (ar resel 'den teressûl). Esk. Bir işi ağır ağıt acele etmeden yapma. — Esk. dilbilg. Harflerin çıkış noktalarına ue kısalıp uzamalarına dikkat etme TE R E SS Ü M a. (ar. teressüm). Esk. 1. Resim gibi canlanma, bir biçim alma. —2. Teressüm etmek, şekillenmek, biçim­ lenmek. TERSSSÜMAT, -t! Çdğl. a. (ar teressüm’Cın çoğl teressûmSt). Esk Biçim ka­ zanmalar, resim gibi canlanmalar TERESSÜI» a. (ar rüsOb'dan teressüb). Esk. 1, Çökelme, tortulanma; çökelti. —2. Durulma —3. Teressüp etmek, tortulan­ mak, tortusu dibe çökmek. T E R E Ş K O V A (Valentina Vladimirov­ na), rus kadın kozmonot (Yaroslavl yakı­ nında 1937). Uzaya gönderilen ilk kadın. 16-19 haziran 1963'te Vostok* 6 uzay gemisiyle 70 sa 41 dk'lık bir uçuş yapa­ rak; Dünya çevresinde 48 kez döndü. T E R E fŞ Ü H ya da T E R S fŞ U H a. (ar. tereşşuh). Esk 1. Sızma, sızıntı yapma. —2. Terleme. —3. Tereşşüh etmek, sızıntı yapmak, terlemek, —Esk. coğ. Sızma, sızıntı. TEREŞŞÛHAT, -tr çoğl. a. (ar: tereşşüfr’ün çoğl. tereşşühât) Esk. 1. Sızma­ lar, sızıntı yapmalar. —2. Terlemeler. Y 8 R E Ş $ Ü T a. Muz Türk müziğinde bir bileşik makam (Günümüze ulaşan örne­ ği Voktur.) T E R E T T Ü P a. (ar. rûtub'dan terettüb). Esk. 1. Sıralanma, sıraya dizilme. —2. G e rekme icap etme —3. Üstüne düşme ait olma. —4. Terettüp etmek, sıralanmak; gerekmek; ait olmak; üstüne düşmek. TS R S U S . Yun. mit. Trakya kralı, Ares'in oğlu. Baldızı Ptıilomela'nın çekiciliğine da­ yanamadı ve hüthütkuşurıa dönüştürüldü. t l H Y A â l l A U ğ l a. Denizde yaşayan, uzun ve üstten yassı bedenli, yapış yapış derili temiklibalık (Bil a. Pholis [ya da Etten nius) gunnettus, horozbinagiller familyası.) -ANSİKL Sırt yüzgecinin dibinde açık renk birer halkayla çevrili on kadar göz bi­ çiminde leke bulunur. Kuyrukaltı yüzgeci uzun, karın yüzgeci gelişmemiştir; pulları derisi içine gömüldür. Etçildir. Yumurtala­ rını korumak İçin erkekle dişi şuayla yu murtaların çevresine çöreklenir, B TEREYAĞI, m a 1 Sütten elde edilen yağlı besin (Bk. ansikl. böl.) —2. Tereya ğı gibi, bir yiyeceğin (özellikle elma, ar mut) yumuşaklığını vurgulamak için kul tartılır. || Tereyağından kıl çeker gibi, çok kolay bir biçimde, kimseye zarar verme den: Bu karmaşık işten de tereyağından kıl çeker gibi sıyrıldı. Mutf, Tereyağı sosu, sirke ve sarmısak katılmış çiğ tereyağının eritilerek hafifçekızdırılmasıyla hazırlanan sos || Süzme te reyağı, eritilerek anndırılmış tereyağı. || Te reyağı ezmesi, oda sıcaklığındaki tereya ğına çiğ ya da pişmiş maddeler (sarmı »tak, ançuez ezmesi) katılarak hazırlanan, va da eritildikten sonra bazı deniz ürün ferinin kurutulup dövülerek toz haline ge iirflmiş kabuklan kstılarak yeniden dondu rulan ezme türünde tereyağı (ıstakoz te reyağı) || Metrdotel usulü tereyağı, limon suyu ve kıyılmış maydanoz ile hazırlanır (yuvarlak dilimler halinde ızgara etlerin üzerine yerleştirilir). | Kızdırılmış tereyağı, kızdınlarak kırmızı biber katılmış tereyağı, ¡i Yanmış tereyağı, esmer bir renk alana kadar kızdınldıktan sonra sirke ve mayda naz İstilan tereyağı ♦



sıt ve a. Arg. Aptal.



—ANSİKL Tereyağı % 83-84 yağlı madde % 153-16 su ve % 1-2 oranında sütten ge­ len eriyebilir (ya da erımazleşmış) öğeler İçerir Çiftlik, mandıra ya da köy tereyağı, köy­ lerde mandıra ve çiftliklerde geleneksel yöntemlerle elde edilir; çeşitli kalitede olan bu yağları acılaşmadan koruma süresi ge­ nellikle kısadır Süthane tereyağı, genellikle çiğ krema­ dan yapılır Pastörize tereyağı, ancak resmi denetim ie üretim kalitesi belirlenmiş olan yetkili fabrikalarda yapılır. Bunun için krema ma kinesiyle çekilen sütten % 35-40 oraı unda yağlı madde içeren bir krema çıkarılır. Kre ma, pastörize sütlerin yapımında kullanılan tipte aygıtlarda 90-95 “C'ta pastörize edi­ lir, sonra koku gideno makinelerle kötü ko­ kulardan arıtılır ve hemen soğutulur Kre maya laktik mayalar katılır ve krema 1?° -•16 °C'ta 12-18 saal bekletilerek olgunlaş­ tırılır, olgunlaşma kremaya asitlik ve aroma kazandım Olgunlaşan krema, klasik ya da modern yayıklara dökülerek çalkalanır. Bu şiddetli çalkalama sonucunda yavaş yavaş çok ince yağ tanecikleri oluşur, sonra ta­ necikler irileşir ve ayran denilen sulu faz­ dan ayrılır, yayığın musluğu açılarak ayran alttan boşaltılır, tereyağı soğuk su döküle­ rek yıkanır, sonra makinede karıştırılarak homojen hale getirilir ve ayran oranı yasal oran olan % 16'ya yaklaştırılır Bundan son­ ra tereyağı, el değdirilmeden otomatik ma­ kinelerle paketlenir Tereyağı, mevsime ve bölgeye göre (hay vanların beslenme şekline bağlı olarak), az ya da çok renkli ve yumuşak ya da sert olur. Öte yandan, tereyağında bazı tat ku­ surları bulunabilir: acılık, memeden gelen ya da mikrobik kökenli bir lipazın elkisı al­ tında yağlı maddenin hidrolizi sonucu olu­ şur; peynir tadı, tereyağının içinde bulunan kazeinin mikroplar tarafından parçalanması ile meydana gelir; maya tadı, rnaya man­ tarlarının artmasından ileri gelir; içı'ağı ta­ dı, yağlı maddenin yükseltgenmesinden doğar (ışık, demir, bakır... bunu kolaylaştı­ rır). • Tereyağının saklanması. Tereyağı soğuk­ ta, havasız ve ışıksız yerde saklanmalıdır. Kısa bir süre için (2-4 hafta) pozitif bir sı­ caklık (0 8°C) uygundur. 15° ya da 20 °C ’ta dondurulmuş iyi kaliteli bir pastörize tereyağı birkaç ay saklanabilir. Çiftlik tereyağı çabuk bozulur. Tereyağının saklanmasına yardımcı ola­ rak izin verilen tek antiseptik madde yemek tuzudur. Bu nedenle eskiden % 6-15 tuz içeren bol tuzlu tereyağı yapılırdı; bugün tadı daha güzel olan yarı tuzlu tereyağı (genellikle % 1,5 tuz içeren) yapımı yağlenmektedlr. —Mutf. Tereyağı, kızartmalar dışında, mutfakta kullanılan başlıca malzemeler­



den biridir. Sade olarak, rengim belirleyen çeşitli derecelerde eritilerek kullanılır, sos­ ların yapımına girer. Pastacılıkta, hamura katılarak, tereyağlı kremanın temel malze­ melerinden birini oluşturur



11433



T E R E Z İN , Çek Cumhuriyetl’nde (Ku­ zey Bohemya bölgesi) kent, Labe'nln sol kıyısında, Ohre'nin ağzında; 10 000 nüf. 1941-1945 arasında Almanlar buradaki bir gettoda yahudi ileri gelenlerini topla­ dılar; düzenli aralıklarla Terezin'den Auschvvitz'e ölüme gönderilenlerin kon­ voyları hareket ediyordu, TE R Fİ, -I a. (ar. r e f den terfi’). 1. Rütbe­ ce yükselme ya da bir kimseyi rütbece yükseltme: Terfiını almak, alamamak. Terfi ayı. —2. Terfi etmek, bir görevde bir üst dereceye yükselmek. —Esk Yukarı kaldırma, yükseltme, -Ask. Askeri personelin daha çok ehliyet isteyen bir ust rütbeye yükseltilmesi (Bk. ansikl böl.) —ida huk.. Memurların derece ve kade­ meleriyle, bunlara bağlı olarak, maaşları­ nın yükselmesi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ask. Subay ve astsubayların her rütbedeki bekleme süreleri, nasıplan, terfi koşulları. Türk silahlı kuvvetleri per-



sonel kanunu'nun çeşitli maddelerinde yazılı hükümlere bağlıdır. Terfide temel ku­ ral, personelin bir üst rütbenin yetki ve so­ rumluluğunu yürütebilecek niteliğe sahip olmasıdır; bu da, sicil notu ortalamaları ve değerlendirme kurullarınca verilecek de ğeriendirme notları toplamı sonucunda el­ de edilecek yeterlik notuna göre saptanır Asteğmen, teğmen ve üsteğmenler ye­ terlik gruplarına ayrılmadıklarından bun­ ların terfileri sicil yönetmeliğinde belirtilen engel nedenler bulunmadıkça bekleme süreleri sonunda belirli yöntemlere göre yapılır. Bundan başka terfiye hak kazana­ bilmek için gerekli başka koşullar da var-



sut ûnıntofi fabrikasında tsftyajjı yapımı (aralıksız çalışan yay*, makin»# va kaiıplama-pakşftem« makin##)



SÛT ÜRÜNLERİ FABRİKASINDA TEREYAĞI YAPIMININ ŞEMASI



dır; bunlar, a) bulunulan rütbeye ilişkin bekleme süresini tamamlamış olmak; b) bu rütbeye özgü bekleme süresinin bin­ başıya kadar olanlar için (binbaşı dahil) üçte ikisi, yarbay ve albaylar için yarısı ora­ nında yıllık sicili bulunmak; c) teğmen ile yüzbaşılar için yönetmelikte gösterilen kıta hizmetini yapmış olmak; d) terfi için rüt­ benin gerektirdiği yeterlik grubuna dahil olmak; e) üst rütbede boş kadro bulun­ maktır. Yükselme sırasına giren albay rütbesin­ deki subayların sicil notu ortalaması, men­ sup oldukları kuvvet komutanlarıyla Jan­ darma genel komutanı tarafından sapta­ nır. Buna göre albaylık sicil tam notunun yüzde altmışı ve daha yükseği, binbaşı­ lıktan başlayarak, albaylığın son yılına ka­ dar her yıl aldıkları sicil notları toplamının sicil notu sayısına bölünmesi ile buluna­ cak ortalama net göz önünde tutularak kendi sınıfları arasında (kurmayların sını­ fa bakılmaksızın kendi aralarında, Hava kuvvetleri’nde pilotlar ve hava yer kurmay­ ları ayrı ayrı olmak üzere) sıraya konurlar. Bu biçimde sıralanan albaylardan sicil notları, sicil tam notunun yüzde 70 ve da­ ha üstünde bulunanların dosyaları, Yük­ sek askeri şûra'da değerlendirilir. Subayların belli kademe terfi koşulları­ na göre yükselmeleri de şu koşullara gö­ re yapılır: 1) bulunduğu kademede bir terfi yılını doldurmuş olması ve bulunduğu rüt­ bede terfi edebileceği kademenin bulun­ ması; 2) sicil notunun elverişli olması. Mu­ vazzaf subayların ve astsubayların terfi iş­ lemleri her yıl 30 ağustosta yapılır. —ida. huk. Terfi, kademe ilerlemesi ve de­ rece yükselmesi biçiminde olur. Devlet memurları k.’na göre kademe ilerlemesi için şu koşulların bulunması gerekir: 1. memurun bulunduğu kademede en az bir yıl çalışmış olması; 2. o yıl içinde olum­ lu sicil almış olması; 3. bulunduğu dere­ cede ilerleyebileceği bir kademenin bu­ lunması. Kademe ilerlemesine “ yatay İlerleme" de denir. Derece yükselmesi, memurun bulunduğu dereceden bir üst dereceye yükselmesidir. Buna "dikey yük­ selme" de denir. Yasaya göre derece yük­ selmesinin koşulları şunlardır: 1. üst de­ recelerden boş bir kadronun bulunması; 2. derecesi içinde en az üç yıl ve bu de­ recenin üçüncü kademesinde bir yıl bu­ lunmuş olması; 3. kadronun ayrıldığı gö­ rev için öngörülen nitelikleri elde etmiş ol­ ması; 4. sicil bakımından üst derecelere yükselebilecek nitelikte bulunduğunun saptanmış olması (md. 68). Derece yükselmesiyle kademe ilerle­ mesi, atamaya yetkili amirlerce onaylanır.



pedıs, ayak). Arttansolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Bedeni çıplak ve uzun, üst dokunaçları yalındır; şiş sırt papillaları her iki yanda tek bir sıra oluş­ turur. Akdeniz’de yaygındır.)



TE R FİA N be. Car. te rtr den terfi'an). Esk. Terfi ederek, rütbesi yükseltilerek: Terfian Muş'a tayin oldu.



T E R İL E N a. (tesc. edil. a ). Büyük Bri­ tanya'da üretilen, sentetik polyester lif ve ipliklerin ticari markası. ♦ sıf. Bu iplikten dokunmuş olan kumaş için kullanılır; tergal.



TERFİAT, -tı çoğl. a. (ar. terfi1" ın çoğl. terf'TSf). Esk. 1. Rütbe almalar, terfiler. —2. Yükselmeler. T E R F İH a. (ar. retSh tan terfih). Esk. 1. Refaha kavuşturma, bolluk içinde yaşat­ ma, gönendirme. —2. Terfih etmek, refah içinde yaşatmak, gönendirmek. TE R FİK , -kı a. (ar refskat'tan terfik). Esk. Bir kimseyi arkadaş olarak yanına alma ya da bir kimseyi birine arkadaş etme. T E R F İK A N be. (ar. terfik ’ten terfikan). Esk. Yanına arkadaş katarak, arkadaş ola­ rak katılarak. T E R F İL a (ar. refTden terfii). Esk. 1. Yü­ celtme, ululama. —2. Uzatma. —Ed. Aruz vezninde müstef'ilün (----------) cüzünden mCıstel'ilatün (------------ ) cüzü­ nü türetme. TE R G A L a. Ana maddesi poliglıkoltereftalat olan tekstil elyafının tescil edilmiş adı. TE R G İB a. (ar. rağbet1ten terğib). Esk. 1. isteklendirme, rağbet ettirme. —2. Tergib etmek, isteklendirmek, arzu ettirmek. TE R O İP E S a. (lat. tergum. sırt, ve pes,



T E R O İT a (fr tergite; lat. tergum. sırt’ tan). Zool. Eklembacaklıların pek çoğun­ da bölütlerı çepeçevre saran kitin halka­ nın sırt bölümlerinden her biri. (Bir halka­ daki tergitlerin toplamına, bunlar birbiri­ ne kaynamış olsun olmasın, tergum de­ nir.) T E R G U M a. (sırt anlamında lat. söze ). Zool. Böceklerde bir halkanın sırt bölümü. (Tergum birçok parçadan oluşursa, par­ çaların her birine tergit denir.)



T E R İM (Fatih), türk futbolcu (Adana 1953). Futbola başladığı Adana Demirspor takımında orta sahadaki başarılı oyunuyla adını duyurdu ve ümit milli takı­ mına seçildi. 1973-1985 arası Galatasa­ ray'da oynadı. Milli takımın değişmez ele­ manı oldu. 50 kez milli formayı giydi. Fut­ bolu bıraktıktan sonra, 1989'da Ankaragücü'nün teknik direktörlüğüne, 1990'da milli takımlar antrenörlüğüne getirildi, 1993'te de milli takım teknik direktörü oldu T E R İM B İL İM a. Bir bilim dalında kulla­ nılan nesne ve kavramların adlandırılma­ sını, terimlerin dil içindeki işleyişlerini ve bunlarla ilgili çeviri, sınıflandırma ve bel­ geleme sorünlarını kuramsal olarak ince­ leyen bilim dalı. (Eşanl. TERM İNO LO Jİ.)



T E R H İS a. (ar. rehb'den terhib). Esk 1. Yıldırma, çok korkutma. —2. Terhib et­ mek, çok korkutmak.



T E R İM B İL İM C İ a Belli bir uzmanlık da­ lında terimsel gereksinimleri karşılamak­ la yükümlü terimbilim uzmanı.



TERHİBAT, -tı çoğl. a. (ar terhıbin çoğl. terhibst). Esk. 1. Korku salmalar; korkut­ malar. —2. Terhibat-ı şedide, şiddetli kor­ kutmalar.



T E R İM C E a Bir bilim dalına, bir teknik alana, insan etkinliklerinin özel bir kesimi­ ne ilişkin, kesin biçimde tanımlanmış te­ rimler bütünü. (Eşanl. TERM İNO LOJİ.)



TE R H İB E N be. (ar. ferfı/b’den terhiben). Esk. Korkutarak, yıldırmak suretiyle



T E R İM C İ sıf. Terimciliğe ilişkin. ♦ sıf. ve a. Terimciliği savunan.



T E R H İS İ, TE R K İB İY E sıf. (ar. terhib ve -/’den terhıbı ) Esk. Yıldırıcı, korkutucu, korkmayla ilgili. Mücazat-ı terhıbiye (idam, kürek, sürgün gibi ağır cezalar).



TE R İM C İL İK a. Fels. William of Occam’ ın savunduğu adcılık öğretisine verilen ad. TER İM LE M E K g. f. Belli bir alandaki te rimleri belirlemek.



T E R H İH a (ar. rehnden terhin). Esk. 1. Rehin bırakma, rehine koyma. —2. Ter­ hin etmek, rehine koymak, rehin bırak­ mak. —isi. huk. Bir şeyi rehin olarak bırakma. TE R H İS a. (ar. ruhsat tan terhis). 1. As­ kerlik ödevini bitirenleri salıverme: Terhi­ sine iki ay kaldı. —2. Terhis edilmek, ‘erhls olmak, askerlik görevini bitiren bir kim­ se sözkonusuysa, salıverilmek, bırakıl­ mak. || Terhis etmek, askerlik görevini bi­ tiren bir kimseyi salıvermek. || Terhis tez­ keresi, terhis edilen askere, askerlik yü­ kümlülüğünü bitirdiğim bildirmek için ve­ rilen belge. (Terhis belgesi de denilen bu belgede, yükümlünün gördüğü hizmet ile terhis nedeni belirtilir.) —Esk. izin verme. TE R H İS A T çoğl. a. (ar. terhisin çoğl. terhişSt). Esk. 1. Askerliğini bitirenleri sa­ lıvermeler, —2. izin vermeler, müsaade et­ meler. TERİ -



TARİ.



TE R İK E a. (ar. (erk'ten terike). Esk. 1. Ev­ de kalmış kız. —2. itfaiyecilerin başlarına giydikleri demir başlık.



T E R İM a. (esk. türkç. termek toplamak, dermek’ten ter-im). Bir uzmanlık daiı ya da bir konu ile ilgili özel bir anlamı olan, belli bir kavramı karşılayan sözcük: 50 000 terimlik bir sözlük. Kesin terimi kullanmak. Kimya terimleri. Dilbilim terimleri. —A rit. Birinci terim — EKSİLEN. —Ceb. Bir a+b toplamının terimi, a ve b elemanlarına verilen ad. || Bir (xğn€l di­ zisinin n indisli terimi, xn elemanına veri­ len ad. (n nci terim ya da genel terim de denir.) —Mant. Aristoteles mantığında, bir tası­ mın öncülünün öznesi ya da yüklemi. || Bi­ çimsel bir dilde simgeler dizisi; bu simge­ ler bilinen kurma kurallarına uyarlar ve ku­ ruluşlarında yalnızca değişken simgeleri, sabit simgeleri ve işlemsel simgeler yer alır. (Değişken ve sabit simgeleri terimdir­ ler. Biçimsel bir dilde terim, gündelik dil­ de sözcüğün oynadığı rolü oynar.) || Ka­ palı terim, değişken simgesi olmayan te­ rim. T E R İM , Yemende kent, Hadramut kıyı­ sında vaha; 12 000 nüf. Tarım.



TE R İM S E L sıf. 1. Terımceye ilişkin olan. —2. Terimsel birim, bir bilimin, bir tekni­ ğin, bir etkinlik alanının özgül terimi. T E R İN KOT, Afganistan'ın orta kesimin­ de kent, Uruzgan ilinin merkezi; 3 400 nüf. T E R İT a. (ar. şerid'den fars. terit). Esk. mutf. Tirit* TE R İ Y E - TERYE. TE R K , -kİ a. (ar. söze.). 1. Bir kimseyi, bir şeyi, bir yeri bırakma, onlardan ayrıl­ ma, uzaklaşma. —2. Bir alışkanlıktan vaz­ geçme. —3. Bir kimseyi, bir hayvanı bir yere salma, orada başıboş bırakma, onun­ la ilgilenmeme. —4. Bir kimseyi, bir şeyi, bir yeri terk etmek, onları bırakmak, on­ lardan ayrılmak: Eşini, ailesini, evini terk etmek. Haber vermeden işyerini terk et­ mek. —5. Bir kimseyi, bir hayvanı (bir ye­ re) terk etmek, bir yerde başıboş bırak­ mak. onunla artık ilgilenmemek: Sokak­ lara terk ettiğimiz çocuklar. —6. Bir alış­ kanlığı terk etmek, ondan vazgeçmek. Bugün gelenekleri terk ettik. Sabanla yapılan tarımı terk edip traktöre geçmek —Esk. 1. Boşanma. —2. Terk-i diyar, gur­ bete çıkmak, memleketi terk etmek. j| Terk ■i âlem, terk-i can, terk-i cihan, terk-i dün­ ya, terk-ı hayat, terk-i ser, ölme, ölüm. || Terk-i vazife, görevini terk etme —Ask. cez. huk. Görev yerini terk — Fİ­ RAR.



—Cez. huk. Çocukları ve kendini idare edemeyenleri terk. (Bk. ansikl. böl.) —Med. huk. Müşterek evi terk, karı ve ko­ cadan birinin evliliğin kendisine yükledi­ ği ödevlerden kaçınmak amacıyla evi terk etmesi ya da haklı bir neden olmaksızın müşterek eve dönmemesi. (Terk boşan­ ma* nedenlerinden biridir.) —Psik. Terk edilme nevrozu, derin bir duygusal güvensizlikle belirginleşen ve çocuğun annesi tarafından gerçekten terk edilmesine bağlı olmayan nevroz. (1950' den Germaine Guex ve Charles Odier ta­ rafından betimlendi.) —Spor. Bir sporcunun ya da bir spor ta­ kımının karşılaşmayı bitirmeden bırakma­ sı, karşılaşmadan çekilmesi. —lasav. İslam inancının saptırılarak tevek­ kül ilkesinin "hiçbir şey yapmama” biçi­ minde yorumlanması. || Terk-i dünya, dün­ ya nimetlerinden vazgeçerek bir köşeye çekilme. || Terk-i terk, her şeyi bırakıp yal­ nızca Tanrı ile ilgilenme; terk-i dünyayı da gende bırakan tasavvuf aşaması. || Terk-i ukba. ahret dahil tüm düşüncelerden sıy­ rılmak.



—ANSİKL. Cez. huk. Çocukları ve kendi­ ni idare edemeyenleri terk Koruması al­ tında bulunan on İki yaşından küçük bir çocuğu ya da hastalık nedeniyle kendini idare edemeyecek birini kasten kendi ba­ şına bırakan kişi üç aydan otuz aya kadar hapis cezasıyla cezalandırılır (Türk cez. k. md. 473). Terk edilen yerin ıssız bir yer ol­ ması ya da birinin kendi çocuğuna veya evlatlığına karşı bu suçu işlemesi cezayı ağırlaştırır (md. 474). —Uluslarar. huk. Arazi terki geçici ya da sürekli olabilir; bir sözleşmeye dayanabi­ leceği gibi herhangi bir sözleşmeye dayanmadah da yapılabilir. Geçici arazi ter­ ki, XIX. yy. sonunda, 99 yıl gibi oldukça uzun süreli bir kira sözleşmesi biçimini aldı (Çin'in batılı devletlere, Rusya'ya ve Ja­ ponya'ya arazi terki). Hongkong’u çevj-eleyen topraklar hariç, bu tür arazı terkleri günümüzde kalkmış ve askeri üsler veril­ mesi yolu dışında kıra sözleşmeleri görül­ mez olmuştur. Kesin arazi terki ilhak biçi­ mim alabilir -en sık rastlanan durum- ya da belirsiz zamanlı terk biçiminde olabilir (Panama kanalı’nın 1903'ten sonraki du­ rumu). ilhak, normal olarak, bir sözleşme­ nin sonucunda gerçekleşir; çünkü fetih ar­ tık kuramsal olarak egemenliğin devrini sağlayamaz, ilhak, devreden devletin ya da uluslararası bir örgütün tek yanlı kara­ rı sonucu da olabilir (BM genel kurulu ka­ rarıyla aralık 1950'de Eritrea, "özerk bir federe birlik" olarak Etyopya'ya bırakıldı). T E R K a. (fars. terk, tolga, kavuk dilimi ve tepeliği’nden). Tarikat ehlinin başlığında bulunan kabarık dilimler. T E R K A , Mari'nin kuzey-batı’sında, orta Fırat'ın eski sitesi (lll.-ll binyıl). Dagan kül­ tünün merkezi Bugün Açara. T E R K E N H A T U N , büyük Selçuklu hü­ kümdarı Melikşah’ın eşi (öl 1093). Veliaht olan üvey oğlu Berkyaruk'un yerine, ken­ di oğlu 4 yaşındaki Mahmut'un tahta vâ­ ris olmasını istediğinden ve bu isteğinin gerçekleşmesine engel olarak da vezir Nizamülmülk'ü gördüğünden, kocasını ona karşı kışkırttı Nizamülmülk'ün Melikşah’ la arası iyice bozulduğu sırada bir batini tarafından öldürülmesinden yararlanan Terken Hatun, onun yerine kendi adamı Tacülmülk’ü vezirliğe getirtmeyi ve Berkyaruk'u veliahtlıktan aldırarak kendi oğlu­ nu veliaht ilan ettirtmeyi başardı (1092). Nizamülmülk'ten bir ay sonra Melikşah’ ın da zehirlenerek ölmesi üzerine, oğlu Mahmut'u hükümdar ilan etmesine kar­ şın, Şam'da Tutuş, İsfahan’da Berkyaruk taht üzerinde hak iddia ederek ayaklan­ dılar. Terken Hatun'un küçük hükümdarın naibesi olarak Berkyaruk üzerine gönder­ diği ordu yenilgiye uğradı. Kandırarak Berkyaruk’a karşı çıkardığı Melikşah'ın amcası Yakuti'nin oğlu İsmail de yenilip ortadan kalkınca (1093), bu kez de Tutuş' la anlaşma yollannı aramaya girişti. An­ cak, bu sırada bir suikast sonucunda öl­ dürüldü. TE R K E Ş a. (fars terkeş). Esk. Sırtta ta­ şınan ok çantası, ok kuburu. T E R K İ a. 1. Eyerin arka bölümü. —2. Bi­ nek hayvanının sağrısı —3. (Birini) terki­ sine almak, bir kimseyi, bindiği atın sağ­ rısına bindirmek. T E R K İB -



TERKİP



T E R K İB İ sıf. (ar. terkıb ve -/’den terkibi). Esk. Tamlama ile ilgili. —Esk. dilbilg. Vasf-ı terkibi -» vasf. T E R K İB İS A B A a. Müz. Türk müziğin­ de bir bileşik makam. (Nevruz ile segâh makamlannın birleşmesinden oluşmuştur. Kararı segâh, perdesi koma bemollü si' dir. Günümüze örneği ulaşmamıştır.) T E R K İN a. (ar. rajtn'dan terkin). Esk. 1. Yazılmış bir şeyi çizerek iptal etme, silme. —2. Boyama. —3. Terkin etmek, çizmek, iptal etmek, silmek, boyamak. —4. Terkin -i Wa\/Hı cilmo



ların silinerek hukuksal sonuçlarının kal­ dırılması. T E R K İP a. (ar rükub'üan terkib). 1. Bir­ kaç şeyi birleştirerek bir araya getirme. —2. Birkaç şeyin birleşmesinden meyda­ na gelen şey; bileşim. —Esk. dilbilg. 1. Tamlama. —2. Terkib-i atti. bağlaç öbeği. || Terkib-i isnadi, bildir­ me cümlesi. || Terkib-i izafi, isim tamlama­ sı. || Terkib-i kelam, sözdızimi. || Terkib-i sa­ kim, kuralsız tamlama. || Terkib-i tavsifi, sı­ fat tamlaması. —Ed. Terkib-i bent, divan şiirinde bentler­ den oluşan bir nazım biçimi. (Bk. ansikl. böl.) —Esk. kim. Bileşim, bireşim. —Esk. mant Bireşim. —Esk. mat Devşirim. —Müz. -* makam || Terkib-i intikal, peş­ rev ve sazsemaisınde haneye ya da mülazimeye götüren tekrarlamalı saz parça­ sı. (Mülazıme ile bağlı olduğu haneyi bir­ leştirir ya da mülazımenin sonu ile yeni ha­ neyi bağlar.) —A nsikl. Ed. Terkib-i bent, 5-10 ya da daha çok beyitlı bentlerden oluşur. (Ru­ hinin terkıb-i bendi 8’er beyitlik 17 bent; Ziya Paşa nınkı 11 er beyitlik 12 benttir.) Bentlerin son beytine vasıta beyti ya da bendıye, ondan önceki beyitlerin oluştur duğu bölüme terkıphane adı verilir. Terkiphanede bütün dizeler birbiriyle, vasıta beytinin dizeleri de ayrıca birbiriyle uyak­ lıdır: aaaaaaaabb ccccccccdd vb. Bazen terkiphanede uyak düzeni gazelde oldu­ ğu gibidir: aaxaxaxa vb. Bir terkıb-i bent­ te genellikle bentlerin tümünde beyit sa­ yısı aynıdır. (Bakı'nın terkıb-ı bent biçimin­ de yazılmış "Kanuni mersiyesi"nde ilk 7 bent 8'er beyitten, 8. bent ise 10 beyitten oluşur.) Terkib-i bent biçiminde felsefi, top­ lumsal düşünceleri dile getiren, zamanın kötülüklerinden yakınan şiirler, mersiyeler yazılmıştır. TE R K İP H A N E a. (ar. terkib ve fars. ha­ neden terkibhâne ) Ed. Terkib'-i bendin her bendinde vasıta' bendinden önceki bölümün adı. TE R K İS a (ar. raks’tan terkis). Esk. 1. Dans ettirme, oynatma, raks ettirme. —2. Terkis etmek, oynatmak, dans ettirmek. TE R K Lİ a. Tarikattan olanların giydiği, üzerinde değişen sayılarda kabarık dilim­ ler bulunan başlık. (Dilimlerin sayısı tari­ katlara göre farklıydı. Bektaşiler, üzerinde on iki dilim bulunan terkli giyerlerdi.) T E R K O S g ö lü , Durusu gölü de denir; antik Delkos, Çatalca yarımadasının Ka­ radeniz kıyısında İstanbul'un kuşuçuşu 45 km K.-B.'sında tatlısu gölü; 25 km2; en de­ rin yeri 11 m; beslenme alanı 619 km2. Geçen yüzyılın sonlarından beri İstan­ bul kentinin su gereksiniminin büyük kıs­ mını (°/o 70 kadarını) sağlayan bir su de­ posu olarak yararlanılan göl, denizden genişliği 0,5-2 km arasında değişen, alçak ve üzeri kumullarla kaplı bir eşikle ayrılır. Bu eşik, çoğu kez sanıldığının tersine, de­ nizin yığdığı kumlardan oluşan bir kıyı seti değildir; aslında kumullarla örtülmüş yer­ li kayadan oluşan alçak bir arazi parçası­ dır. Bu eşiğin orta kesiminde menderes­ ler çizen Boğazdere, gölün fazla sularını Karadeniz’e boşaltan doğal gideğenidir. Bu gideğen üzerinde 1888 de kurulan ve 1962'de yükseltilen bir regülatör ile Kara­ deniz'e boşalma büyük ölçüde önlenmiş, aynı zamanda göl seviyesinin 4,5 m'ye ka­ dar çıkması ve yararlanılan su hacminin artarak yılda 120 milyon m3'e ulaşması sağlanmıştır. Göl suları orta sertlikte ve ha­ fifçe alkalidir (PH 7,4-7,9); organik madde içeriği azdır. Terkos gölü, Eosen oluşuk­ ları içine gömülmüş dandritik bir vadi şe­ bekesinin son deniz basması sonucunda sular altında kalmasıyla oluşmuş girintili -çıkıntılı eski bir koydur ve suları bu koya dökülen akarsular sayesinde zamanla tatlılaşmıştır. Gölü besleyen akarsuların en ö n z a r rt lic i k" . R ' H o l v l lo tro r* r> o H o r o e i H i r f i ö l



özellikle Istranca deresi boyunca geniş alanlar su altında kalır. Gölün, Durusu (Terkos) köyüne doğru dar bir körfez gibi uza­ nan girintisi K.'den G.'e ilerleyen kumulla­ rın istilası ile dolma tehlikesiyle karşı kar­ şıyadır. Kumul ilerleyişini durdurmak için geçen yüzyıldan beri çeşitli önlemler (ağaç ve çit perdeleri) almak gerekmiştir. Çoğu yerde sazlıklarla kaplı kıyılarında birçok yaban kuşunun barındığı göl, ayrıca ba­ lık bakımından da zengin bir kara ve su avcılığı alanıdır. TERKOVA ya da TER K U VA a (ar terkuve). Esk anat. Köprücük kemiği. TE R LEM E a. 1. Terlemek eylemi. —2. Derinin ter çıkarma işlevi. —Bot. Bitkilerde ham besısuyunun yük­ selmesini kolaylaştırmak üzere su buharı çıkarılması. (Eşanl. BUHARLAŞMA.) (Bk. ansikl. böl ] —Fizyol. Aşırı terleme, anormal derecede fazla ter çıkarma. || Yağlı aşırı terleme, özel­ likle kellerde, saçlı deride ve yüzde seboreyle birlikte görülen ve emülsiyon halin­ de bol miktarda sıvı yağlı madde içeren bol ter salgılanması biçiminde beliren ter­ leme. —Ger. day. Terleme deneyi, bir malzeme­ nin yüzeyindeki çatlakları ya da gözenek­ leri algılamaya olanak veren, tahriş edici olmayan yöntem; parça üzerine yüzeysel gerilimi düşük, renkli ya da flüorışıl bir sı­ vı sürmeye, birkaç dakikalık emdirmeden sonra yüzeyi temizlemeye ve üzerine, sı­ vının çatlaklardan yüzeye çıkışını gözlem­ lemek için beyaz bir pudra serpmeye da­ yanır. —Hidr. bağl. Döküldükten ve sıkıştırıldık­ tan sonra bir çimento şerbetinin, harcın ya da betonun yüzeyine su sızması. —Metalürj. Metal bir alaşımın ısıtılması sı­ rasında geride kalan kütlenin katı halde bulunmasına karşın, sıvı bir fazın kütleden ayrılması olayı. || Ham döküm metal bir parçanın yapısındaki heterojenliğe bağlı olarak, bileşenlerinden birinin yüzeye çık­ ması. (Terleme özellikle bronzlarda görü­ lür.) —Patol Terleme hastalığı, bol miktarda ter çıkarmaya verilen ad. —Sabunc. Sıvı damlacıklarının sabun ka­ lıbı yüzeyine boncuk biçiminde çıkması ve sabun kalıbını ıslatmasıyla beliren üretim kusuru. —ANSİKL. Terleme yaşatkan sinir sistemi (sempatik ve parasempatik) tarafından yö­ netilir, bu sistem de soğanilikteki ve arabeyindeki sinir merkezlerine (özellikle ısı düzenleyici merkezler) bağımlıdır. Terle­ menin artması fizyolojik olabilir, aşırı ça­ badan, heyecandan, sıcaklığa karşı mü­ cadeleden vb.'den sonra görülebilir. Özel­ likle ateşli hastalıklar (tüberküloz, sıtma vb.) ve bazı zehirlenmeler sırasında oldu­ ğu gibi patolojik de olabilir. —Bot. Otların biçildikten sonra kuruması terleme olgusunu açıkça gösterir. Otlar, bi­ çildikten sonra (kesilen yer tıkansa bile), kısa zaman içinde pörsûr. Gerçekten bit-



TerfcM götü İstanbul



terleme lifli bir süre içindeki bu su kaybı, bitkinin ağırlık kaybıyla ölçülebilir. Atmosfere atı­ lan su, belirli kimyasal ayraçlar kullanıla­ rak saptanabilir Potometrelerın kullanıl­ ması, çıkan su miktarını belirtmeyi de sağ­ lar. Hücrelerin içinde bulunan su, zarları ıslatır ve bitkinin içinde damarlarda dola­ şır. Bu su, üstderıdeki kütiküladan geçe­ rek ve özellikle esas terleme organları olan gözeneklerden çıkarak buharlaşır; mantarlaşmış gövdelerdeyse kovucuklar yoluyla dışarı atılır. Gözeneklerin rolü Garreau deneyi ile gösterilir: bir yaprağın bu parçası, sodyum ve kalsiyum klorür içe­ ren iki cam kapak arasında yalıtılır ve her yüzden atılan su miktarı ölçülür, fazla gö­ zenek bulunan yüzden daha çok su çıkar. Yaprağın bu yüzeyinde hiç gözenek bu­ lunmadığı zaman kütiküla yoluyla terleme­ nin değeri de ölçülebilir: tüm terlemenin' 1/10 ya da 1/20‘sı (bu yolla terlemenin çok yüksek olduğu genç yapraklar hariç). Bu ölçümler, şidetli terleme döneminde, nem­ cil bitkilerde saatte dm* başına 10 g su, mezofitlerde 1 g ve kurakçıl bitkilerde 0.1 g su atıldığını gösterir; 15 m boyunda bir akçaağaç bir yaz gününde saatte 300 lit­ re su kaybedebilir. Bir gram katı madde sentezlemek için 300 g'lık bir su iletimi­ nin gerektiği hesaplanmıştır. Bu değerler, bitkilerin morfolojik ve anatomik özellikle­ rine (havadaki kısımların yüzeyi, dış koşul­ lara uyum), gözeneklerin sayısına ve ko­ numuna bağlıdır. Ûte yandan değişik dış etmenler de önemli rol oynar: havanın ne­ mi, rüzgâr toprağın yapısı ve nemi, sıcak­ lık, ışık; ayrıca çok şiddetli ya da çok za­ yıf ışık, gözeneklerin kapanmasına neden olur; kırmızı, mavi ve mor radyasyonlar terlemeyi artırır; yüksek nem gözenekle­ rin açılmasına sebep olur. —Fizyol. Aşırı terleme genelleşebilir ve çe­ şitli durumlarda (ateşli hastalıklar, şişman­ lık, menopozdaki kadınlar, nörovejetatif sistem bozukluklan) gözlenebilir Yerel aşırı terleme sıklıkla koltukaltlarında (şişkin ap­ selere zemin hazırlar), cinsel organ-kasık kıvnmlarında (intertrigo ve egzamalara ze­ min hazırlar), ellerde (sıklıkla heyecanlan­ maya bağlıdır) ve ayaklarda (mantar has­ talıklarının yerleşimini kolaylaştırır) ortaya çıkar. Çocuktaki aşırı burun terlemesine granulosis rubra nasi adı verilir. Aşırı terieme, büyük bir olasılıkla organik asitle­ rin bol miktarda varlığına bağlı kötü bir ko­ kuyla birlikte olursa bromidroz sözkonusudur.



11436



TE R LE M E K gçz. f. 1. Isının, harcanan bir gücün, yoğun bir heyecanın ya da yüksek ateşin etkisiyle derisinin gözenek­ lerinden ter çıkarmak; ter dökmek: Tepe­ ye tırmanırken terledik. Hasta bu gece çok terledi. Terlemek için buhar banyosu yapmak. Elleri terlemek. —2. Bir şey sözkonusuysa, yüzeyine su sızdırmak: Sıva­ sı kurumadığı içen terleyen duvarlar. Tes­ ti terliyor; üzerinde buhar yoğunlaşmak: Oda ısınınca camlar terledi. —3. Bıyıktan söz ederken, çıkmaya başlamak. —4. Bir işi güçlükle başarmak, çok emek harca­ mak, çok yorulmak: Bu yazıyı yazarken bayağı terlemiştim. hücre yap®







teriaîm ak ettirg. f. Bir kimseyi terlet-



çıkartı Kofulu (eski)



ön UÇ



, çıkartı



W



iıtıeK kirpikler



•Maptazma



-a ğ ız hunisi yutakta -b a kte riler



tanactkk



•ndopbuma



DolunmeKte olan küçük ve büyük çekirdekler —



çıkartı kofulları (yeni)



hunisi (eski) plazmanın bölünme düzlemi *- " "



ağız hunisi (yeni)



“ anus deliği sindirim kofulları



oarka uç



çıkartı kofulu (eski) te rliksih a yvan ın b ölünm esi aniden fırlatılabılen trikosistler ya da çomaklar trıko s is tle rd e n ayrıntı



mek, onun terlemesine, ter çıkarmasına yol açmak; onu yormak, zorlamak: Sor­ duğu sorularla bizi terletti. T E R L E T İC İ sıf t . Terlemeye yol açan, terleten bir şey için kullanılır: Terletici bir ilaç. —2. Sıkıntıya düşüren yorucu bir şey için kullanılır; çetin: Terletici bir sı­ nav. TE R LE TM E a. Terletmek eylemi. —Tekst. Terletme odası. ’ ısıtmalı" yün yol­ ma yönteminde, koyun postlarının asıldı­ ğı oda. T E R LE T M E K



T ERLEM EK



T E R Ü sıf. 1. Terlemiş olan. —2. Terli terli. terliyken: Terli terli soğuk su içmek, has­ talığı davet etmektir. T E R L İK a 1. Evde giyilen hafif ayakka­ bı. —2. Teri çekmesi için içe giyilen bir tür fanila. —3. Yörs. Beyaz patiskadan ya da yünden yapılan takke, başlık. —Bine. B E L L E M E ’n in eşanlamlısı. —Esk. gıy. Külah ya da kavuk altına giyi­ len ve başlığın terden kirlenmesini önle­ yen bir tür takke. (— AR A KÇ IN .) || Mercan terlik, İstanbul’un Mercan semtindeki atöl­ yelerde üretilen; topuksuz, yanları ve ar­ kası açık bir tür terlik. (XV. yy. sonlarından başlayarak Mercandaki pabuç atölyele­ rinde üretildi, yapıldığı semtin adını aldı. Erkekler ve kadınlar tarafından giyilebilen, ucuz ve rahat bir terlikti.) || Yamak terliği, XIX yy başında moda olmuş, yanları ve arkası açık, burnu sivri, çapulaya benzer bir tür terlik. (Selim lll’ün tahttan indirilme­ sinde [1807] etkili olan ve Karadeniz bo­ ğazı kaleleri muhafızları denen Karadeniz­ lile r i yamak adı veriliyordu. Bunların 1807’den sonra giymeye başladığı sivri burunlu sokak terliği bir süre moda oldu ve yamak terliği adıyla tanındı.) T E R L İK Ç İ a. 1. Terlik yapan ve / ya da satan kimse. —2. Terlik satılan dükkân. T E R L İK Ç İÇ E â i



a . PANTUFLA’ n ın e ş a n ­



la m lıs ı.



T E R L İK Ç İL İK a. Terlik yapma ve / ya da satma işi. T E R LİK S İH A Y V A N a Durgun birikinti sularda bol miktarda bulunan tümkirpikli, büyük Protozoa. (Bil a. Paramecium caudatum.) —A n s İKL. Terliksihayvanın uzunluğu ba­ zen 200 /ım’yi bulur ve o zaman çıplak gözle görülebilir. Elips biçiminde ve yassı olan bu hayvanın bir böğründe sürekli bir ağız yer alır; hayvan bununla büyük mik­ tarda bakteri tüketir, hatta kendisinden kü­ çük kirpiklileri de (Colpoda) yer. Terlıksihayvan üzerinde taktızm (preferendum kavramı), yaşlanma, kavuşma, kirpik ay­ gıtı vb. bakımından önemli biyolojik araş­ tırmalar yapılmıştır (Maupas, Jennigs). TE R Lİ NO U A Y İT a. (fr. tertingualte; Texas’taki Terlingua yerleşim yerinin adın­ dan). Miner. Ortorombik sistemde yer alan doğal cıva oksiklorür. T E R L İZ Z İ, İtalya'da kent, Puglia'da (Barı ili), Bari’nin B.’sında kıyı ovasının yanında; 24 000 nüf. Rosario kilisesi’nın roman üs­ lubunda taçkapısı (XIII. yy.). Pişmiş top­ raktan eşyalar. Çiçek yetiştiriciliği. TER M IO )-, -TER M AL, -TERM, -TERM I, -T E R M İK , yun. thermos, sıcak'tan; önek ya da sonek olarak, çok sayıda sözcüğün bileşimine girer: termometre, epitermal, izoterm, diyatermi, eksotermik. T E R M A L sıf. (fr. thermal; lat. thermae, yun. thermos, sıcak'tan). 1. Sıcak maden sularına denir. —2. Sularının tedavi edici özelliklerinden yararlanılan kaplıcalara de­ nir, -—3. Buralarda uygulanan kürlere ve tedavilere denir. T o rm a n t e s t i, 1916’da L. Terman tara­ fından A. Binet ve Th. Simon* zekâ ölçe­ ği üzerinde yapılan ve “ Stanford Binet in-



telligence scale" adı altında yayımlanan düzeltme. Bu ölçek de 1937’de Terman ve M. A, Merrill tarafından yeniden gözden geçirildi (Terman-Merrill testi). TE R M E a. Yörs. Yaban turpu TE R M E -



KYTHNOS



T E R M E , Orta Karadeniz bölümünde Samsun iline bağlı ilçe; 61 287 nüf. (1990); 63 köy Merkezi, Samsun’un yak­ laşık 60 km doğusunda Terme, 20 381 nüf. (1990). Tarım (mısır, fındık, tütün üretimi).



T E R M E ç a y ı, antik Therm odon, Orta Karadeniz bölümünde akarsu; yaklaşık 50 km. Canik dağlarının orta kesiminin K. ya­ maçlarından inen kolların birleşmesi ile oluşur. Dağların eteğinde, Çarşamba ova­ sının D. kenarına yönelir; Terme kasaba­ sından geçerek Karadeniz'e dökülür. Re­ jimi sel özelliğindedir. Gözlem süresince kuruyacak kadar cılızlaştığı, bazı yıllarda ise 600 m3 kadar su geçirdiği saptanmış­ tır. Akıttığı su ortalama olarak martta en çok (19 m3/sn), temmuzda en düşük se­ viyeye ulaşır (1,2 m3/sn). T e rm e m ü z e s i, ıtalyan ulusal müze­ si. Roma'da kalıntıları Mıchelangelo tara­ fından manastıra dönüştürülüp Chart­ reuse rahiplerine verilen Diocletianus ha­ mamının bulunduğu yerdedir. Bu yapılar­ da, 1894'ten beri, Ludovisi koleksiyonu­ nun yanı sıra (aralarında, Aphrodıte’nın doğuşu ile süslü ünlü "Ludovisi tahtı 'nın [İ Ö. V. yy.] da yer aldığı) birçok heykel, fresk, yalancı mermer ve mozaik vardır. Sallustius bahçelerinde bulunan Nıobe' nin kızı, Kyrene Venüsü ve la Farnesına yakınlarında ortaya çıkarılan evin süsleri de burada sergilenir. T E R M E R A . Tar. coğ. Anadolu'nun Karia bölgesinde leleg kenti; Bodrum'un 15 km kadar G.-B.’sında, Çeşmebaşı (Aspat) kalesinin K.’inde, Asarlık diye anılan mevkideydi. Kyndos'un kuruluşuna değin böl­ genin en önemli kenti olan Termera, efsa­ nelere göre Termeros tarafından kurul­ muştur. Kentin adına İ.Ö. VI. yy. sonları, V. yy. başlarında, Tymnes hanedanları yö­ netimi sırasında bastırılmış bir para üze­ rinde rastlanır. İ.Û. V. yy.'da Attike-Delos deniz birliği'nce vergiye bağlandı. İ.Ö. IV. yy.’da kent halkı, öteki leleg kentleriyle bir­ likte Halikarnassos’a göçe zorlandı (kalın­ tılar da bunu kanıtlar). Daha sonra bura­ sı tiranlarca (özellikle Hekatomnos) hapis­ hane olarak kullanıldı. Kept, iç kalesi (bir bölümü ayaktadır, içinde sarnıçlar vardır) ve dış surlarıyla (D. kesimi bir ölçüde sağ­ lamdır) tipik bir leleg yerleşmesidir. Yöre­ de çok sayıda ve değişik türde mezar bu­ lunmaktadır Vadinin G.’indeki mezarlıkta Tunç çağlarına değin inen çanak çömlek­ ler ele geçmiştir. T E R M E R İO N . Tar. coğ. Bodrum yarım­ adasının G.-B.'sında burun. Strabon, Halikarnassos (Bodrum) ile Myndos arasın­ da yer alan bu burnun, Myndos kenfi sı­ nırları içinde olduğunu bildirir. T e r m e r o s , efsanelere göre Termera* kentinin kurucusu sayılan leleg haydut. Daha sonra Kos (istanköy) adasına gitti. Önüne çıkanları başlarını ezerek öldürdü­ ğünden, Herakles de onun yaşamına ay­ nı biçimde son verdi. TER M E S SO S Büyük. Tar. coğ. Anado­ lu’nun Pisidia bölgesinde kent; kalıntıları Antalya’nın 34 km K.-B.'sında Güllük ya da Güldere (antik Solymos) dağı üzerindedir. Kentin adındaki iki s (ss) harfi, yerleşme­ nin tarihinin İ.Ö. III. binyıl'a değin indiğini ve ilk ahalisinin Anadolu’nun en eski kavimlerinden Luviler olduğunu gösterir. An­ tik yazarların (Homeros, Herodotos, Stra­ bon) verdikleri bilgilere göre kentte daha sonra Solymoslular oturmuştur. Phrygialılar ve Lydialılar dönemlerinde bağımsız­ lığını koruyan Termesşos, Persler döne­ minde biçimsel de olsa bu durumunu sür­ dürebilmiştir, Kentin kesin tarih’ ise 'Ö.



334'te Büyük İskender'in Asya seferi ile başlar (Arrhinos Büyük İskender'in Termessos'ta büyük bir direnişle karşılaştığını ve kuşatmayı kaldırarak Sagalassos'a doğru yola çıktığını yazar). Diodoros, İs­ kender'in generallerinden Alketas'ın ölü­ mü ile (İ.Ö. 319) sonuçlanan olaya Termessos’un da karıştığını bildirir. 1964’te yöre­ de ele geçen bir kararnameden (decretum) kentin i.û. 281-280'de Ptolemaioslar' ın elinde olduğu anlaşılmaktadır. İ.Û. 200’ lerde Lykia birliği ne bağlı kentlerle sava­ şan Termessos, aynı dönemde Oinoanda yakınında bir koloni kurmuştur (Termessos Minor “ Küçük Termessos). İ.Ö. 189 da Manlius Vulso’nun Galatıa seferi sırasın­ da Roma’nın yanında yer alan kent ba­ ğımsızlığını korumuş ve İ.Û. 91’de yapılan bir antlaşma ile de yem haklar elde etmiş­ tir. Mithridates VI Eupator ile yapılan sa; vaşlarda da Roma nın müttefiki olmuş, Lex Antonia (Antonia yasası) ile (İ.Ö. 71) kentin tam bağımsızlığı onaylanmıştır, İ.Û. Il.-lll. yy.Tarda pax romana (roma barışı) ile sağlanan ortamda en parlak dönemi­ ni yaşayan Termessos, surların dışına taş­ mış, anıtsal yapılarla donatılmıştır IV. yy.’da önemirti yitiren kent, Bizans döneminde piskoposluk merkezi olmuştur (ancak bu­ güne değin burada bızans kalıntısına rast­ lanmamıştır). —Arkeol. Termessos. kalıntılarının zengin­ liği Ve doğal güzelliği ile XIX. yy.’dan baş­ layarak gezginlerin ve araştırmacıların il­ gisini çekmiştir (1841-1842’de J. A. Schönborn, 1842de T.A.8. Spratt, doğabılimci E. Forbes ve E. Th. Damel den oluşan bir ekip, 1889’da G. Cousin vd.). 1880 lerde K. G. Lanckoronski yönetiminde arkeolog E Petersen, mimar G Nıemann kalıntıla­ rı tanımladılar, yazıtları toplayıp yayımla­ dılar ve yapıların bir bölümünün restrtüsyonunu hazırladılar Kente ilişkin en aynrv tılı galışmalar ise R Heberdey tarafından gerçekleştınldı (1899. 1902) Üren yen 1970Tİ yıllann başında Milli parklar genel müdürlüğü nce milli park olarak koruma altına alındı: 1986da Antalya Arkeoloıı enstitüsü burada Doç. Dr Haluk Abbasoğlu yönetiminde geniş kapsamlı araştır­ malara başladı Termessos'ta yunan tanrılarının pek ço­ ğunun kutsal alanları ve tapınakları vardı (baştanrı Zeus, Artemis. Demeter, Diony­ sos, Hermes, Roma döneminde impara­ tor kültü vd.): bu tapınaklar agoranın B.'sı ve G.'i ile. G.-D. sundaki teraslar üzerindey­ di (bunların yedisi kesin olarak saptanmış­ tır). Anadolu dakı en önemli roma yapıla­ rından bin Termessos’takı gymnasiondur. Attalos stoası (İ.Û I' yy ), 4 200 kişilik ti­ yatro, buleutenon (kimi yerlerde duvarla­ rın yüksekliği 10 m ye değin ayaktadır), ro­ ma evleri, sütunlu yol Hadrıanus propylaionu. çeşitli biçimlerde anıtmezarlar, sur­ lar, çok sayıda yazıt, belirtilebilecek öteki kalıntılardır ( — Kayn)



TERMESSOS Küçük. Tar. coğ. Anado­ lu'nun Lykia bölgesinde kent, Oinoanda yakınlarında, bugün Kemerarası denilen yerdeydi (Korkuteli-Fethıye karayolu ken­ tin kalıntıları arasından geçer). İ.Û. 200 lerde Pisidia’daki Termessos’ (Büyük) ta rafından koloni olarak kuruldu (ancak bu­ nun Oinoanda'nın izniyle gerçekleştiği sa­ nılmaktadır ve yörede ele geçen yazıtlar­ da yerleşmeden Oinoanda Termessosu olarak söz edilmektedir), iki alçak tepe üzerinde yer alan kent surlarla çevrilme­ mişti Roma imparatorluğu döneminde Oinoanda’ya bağlanmakla birlikte özel ya­ saları vardı ve para basıyordu. Yörede Hadrianus'un Termessos halkına yazdığı bir mektubu içeren uzun bir yazıt ele aeçtl.



TERMESSOS. Tar coğ. Boiotia'da (kı­ ta Yunanistanı), Helikon'un sularından olu­ şan selsuyu, Apollon'a ve Musalar'a ada­ nan suları ozanlara esin kavnağı olmuş­ tu. T lR M E Z .



Özbekistan'da kent. Amu



Derya kıyısında yer alır; 35 000 oüf. Su­ yu, Surhan Derya aracılığıyla Termez vahas/'ndan getirilir Tuğla fabrikası. Beton demiri. Çeşitli besin sanayileri. Pamuk yetiştiriciliği. T E R M İD a. (ar. remad’dan termid). Esk Kül durumuna getirme, yakma. —Esk. kim. Bitkisel maddelerini ayırmak için, organik bir bileşiği yakma, TE R M İE R (Pierre), transız ,yerbilimci (Lyon 1859 - Grenoble 1930). Ecole Polytechnique'ten mezun oldu, Bilimler aka­ demisine üye seçildi (1909), Fransa Yer­ bilim haritası bürosu’nun müdürlüğüne atandı 0911). Bu dönemde şu kitapları yazdı: Etude sur la constitution géolo­ gique de la Vanoise (Vanoise'ın jeolojik oluşumu üzerine inceleme) [1891], les Montagnes entre Briançon et Vallouise (Briançon ve Vallouise arasındaki dağlar) [1903] vb. O zamanlar yeni olan sürüklen­ me örtüleri kuramını hemen benimsedi,, aşınmanın bu örtülerde bazen pencere­ ler açtığını ve buralardan substratumun göründüğünü ilk kez gösterdi. Şu yapıt ları yayımlandı: A la gloire de la Terre (Top­ rağın zaferine) [1922], ta Joie de connai tre (Bilmek sevinci) [1926], (a Vocation de savant (Bilginin eğilimi) [1929], T E R M İK a. (fr. thermique) ıSlBİLİM’in eşanlamlısı. ♦



sıf. Termiğe ilişkin.



— A n al. kim . Termik çözümleme, ISIL* ÇÔZUM LEM E'nin eşanlam lısı. — Ask. Termik dürbün, h e d e fle rin v e çev­ re le rin in te rm ik ışıldam alarını g ö rü le b ilir ışığa ç e v ire n te rm ik kızılötesi b ir sistem le d on atılm ış d ü rb ü n (Termik d ü rb ü n M ilan s ilah ta k ım ın ın d o n a n ım ıd ır v e g e c e le y in ya d a g ö rü ş ü n iyi o lm a d ığ ı z a m a n la rd a tanksavaı atışına o lanak verir.) jj Termik ı ş ı l­ dama. te rm ik p a n ldam aya bağlı olara k bir ta n k ta n yayılan ve ta n k ın k olayca tespitim s a ğ la y a n ışık z e rre c ik le rin in tü m ü .



—Elekt. Termik etki, ISIL’ ETKl'nin eşan­ lamlısı. — E lektrotekn ıSlLın eşanlam lısı. |j Termik santral. ısıl enegı yardım ıyla e le k trik e n e r­ jisi elde e d ile n s a n tra l’. (Isıl e n e rjin in fosil yakıtların y a n m a s ıy la e ld e e d ild iğ i kla sik termik s a n tra lla r ve p a rç a la n a b ilir yakıt k u lla n ıla n n ü k le e r s a n tra lla r o lm a k üzere iki tü r te rm ik santral vardır.) — Isıbil. Termik şok, ISIL DARBE’ Tıin eşa n ­ lam lısı.



—Nük. müh. Termik nötron, bulunduğu ortamın atomlarıyla ısıl dengede olan nöt­ ron. (Oda sıcaklığındaki bir ortamda, ter mik nötronların enerjisi 0,025 eV'a yakın­ dır) [Eşanl. ISIL NÖTRON.] || Termik reak­ tör, parçalanmaların bir çoğunun termik nötronlarla oluşturulduğu nükleer reaktör. —Termodin. Termik sığa, ISIL’ SiûA'nın eşanlamlısı. TE R M İK L E Ş T İR M E a. Nük. müh. Ter mikleştirmek eylemi. T E R M İK L E Ş T İR M E K g. f. Nük. müh. Bir parçalanma olayında oluşan yüksek enerjili nötronları termik nötron haline ge­ lebilmeleri için yavaşlatmak. T E R M İL A İ, Tar. Lykialılar'ın eski adı. Herodotos, Termilaı halkının (Terminer), Girit' ten, Sarpedon önderliğinde Anadolu'nun G.'indeki Milyas (Lykia) topraklarına göç ettiklerim, komşu halkların onları uzun sü­ re Termilai olarak çağırdıklarını, atinalı Pandion'un oğlu Lykos’un onlara katılma­ sından sonra Lykialılar adını aldıklarını ya­ zar. Strabon da aynı bilgileri aktarır. Antik yazarlarca yinelenen Termilai adına, yerel dilde yazılmış bir yazrtta da TRMMİLI ola rak rastlanmaktadır (İ.Û. V.-IV. yy. lykia ya­ zıtları, komşularının yanı sıra Lykialılar'ın da Termilai adını kullandıklarını göster­ mektedir). Buna karşılık yunanca yazıtlar­ da bu ada hiç rastlanmamaktadır. TE R M İM a (ar remm'den termim). Esk. 1. Onarma. —2. Termim etmek, onarmak. —Esk, tıp. Kırılmış kemiği onarma



TERMİNAL a. (ing. terminal). Otobüs,



uçak gibi taşıtların yolcularını ilk aldıkları ya da son bıraktıkları yer. —Bilş. u ç - BİRİMİ'nin eşanlamlısı. I —Havc. Havaalanı terminali, bir havaala­ nında, uçağa binmeden önce ya da uçaktan indikten sonra yolcuları kabul et­ mekte kullanılan binaların tümü. (Bk. an­ sikl. böl.) —Petr. san. Hidrokarbonları toplama ya da dağıtmada kullanılan bir boruhattının ucuna yerleştirilmiş, stok tanklarından, pompalardan ve depolardan oluşan bü­ tün. (Bu tesisler kıyılardan açıkta da yer alabilir.) —Telekom. Bir telekomünikasyon ağına bağlı olan ve bu ağın sağladığı bir ya da birçok hizmet birimine erişmeye olanak veren donanım. —A ns Ik l . Havc. Havalimanı* anlayışına bağlı olarak havaalanı terminali anlayışın­ da da büyük gelişmeler olmuştur. Teleskopık tünellerden gitgide daha çok ya­ rarlanarak, yolcuların, bagajlarıyla birlik­ te kayıt edildikleri andan uçağa bindikle­ ri ana kadar, geçtikleri yolun en aza indi­ rilmesine çalışılmaktadır, büyük havaala­ nı terminallerinde genellikle, bilet kontrol ve bagaj kayıt yerlerinden, gümrük ve gü­ venlik hizmetlerinden başka, kimi kez lüks mağazalar ve dış hat yolcularına ayrılmış Bk. resim sayfa 11438



'■free-shop''lar bulunur; yürüyen merdi­ ven ve yollar binaların içindeki gidiş ge­ lişleri kolaylaştırmada kullanılır. Atatürk ha­ valimanının 1985 te tamamlanarak hiz­ mete açılan terminal binaları hem iç hat, hem de dış hat yolcuları için gerekli hiz­ metleri vermektedir. T E R M İN A Ü A a. 1. Eski ve Yeni Dünya’ nın tropikal bölgelerinde yetişen ve 150' den fazla türü içeren bitki cinsi (Combretaceae familyası). —2. Avustralya'nın Kuzey -batı kıyısında yetişen ve C vıtamınince çok zengin (% 3 ve frenküzümürte göre 10 kat daha yüksek oranda) sarı-yeşil renkte bir meyve veren ulu ağaç. (Bil. a. Termirıalia lerdinandiana; gülgiller familyası.) —ANSİKL. Terminalia'nın birçok türünden



KV: ,, * m "¿.



Atatürk istmbd



m 0m . --T



UZUN MENZİLLİ UÇAKLAR MODÜLÜ p ist yolu



servis yolu



g e le n v e g id en y o lc u la r



iki katlı zemin katı: otopark, taksiler, genel atanlar



g e le n v e g id e n



iki katlı bodrum kati otopark



ORTA MENZİLLİ UÇAKLAR MODÜLÜ



o rt a v e u zu n m en z illi u ç a k m o d ü lle rin in p la n ı ( ı



kat) güm rüksüz bölge (dış h at yolcuları)



1. Kayıt 2 Pasaport



güm rüksüz satışlaı ( “ free-shop" dükkânları)



3. Güvenlik 4. Bekleme salonları UZUN MENZİLLİ UÇAKLAR MODULU



5. Biniş salonları



hizmet bölümleri



6. Transit yolcu salonları 7. Gruplar 8. Yolcu geliş salonları 9. Bagaj teslim



n



lokantalar, kafeteryalar



halka açık bölge



Aéroport de Paris belgesine göre



Roissy^n-France'taki CtaMtCMb tavafcranı’nın m İ w tn wBim ini /'‘D m m i 4"\ ıİU Kinci ran ( Hotssy z ) planı ve ekorşeâi



kereste elde edilir: Terminalia ivorensis (framire*), T. superba (limba'), T. amazo­ nia, T. obovata, T. januarensis vb. Malez­ ya ve Pasifik kökenli T. catappa, tropikal ülkelerde meyve ve süs bitkisi olarak ye­ tiştirilir. Hindistan'da yetişen tanence zen­ gin meyveler veren daha birçok termina­ lia türü vardır: T. chebula, T. belerica, T. arjuna, T. paniculata vb. Meyvesi de aynı adla anılan ve halk hekimliğinde kullanı­ lan haliler de birer terminalia türüdür: ka­ ra halile (T. chebula) ve sarı halile (T. citri­ no). T E R M İN İ İM E R E S E , İtalya'da liman kenti, Sicilya'da (Palermo ili), Termini kör­ fezi kıyısında, San Leonardo'nun ağzında: 25 500 nüf. Kent, tepelere doğru basa­ mak basamak yükselir. Müzesinde antikçağ kenti Himera'nın kalıntıları vardır. Say­ fiye ve kaplıca (38 °C'lık klorürlü sular) merkezi. Kimya, besin ve makine sanayi­ leri. T E R M İN İL L O d a ğ ı, Reatinı dağlarının en yüksek noktası, İtalya'da kıreçtaşlı küt­ le, Sabini dağlarıyla Abruzzi arasında; 2 213 m. Sayfiye ve kış sporları merkezi T E R M İN O L O J İ a. (fr. terminologie). 1. TERİMCE’n in eşanlam lısı. — 2 . TERİMBİLİM 'in eşanlam lısı.



T E R M İN O S (laguna de), Meksika kıyı­ sında denizkulağı (Campeche eyaleti) Uzunluğu 70 km, genişliği 40 km kadar­ dır. Balıkçılık. T E R M İN U S a. (lat. terminus). Antik, ve Süslem. sant. Tanrı Terminus'un üst kesi­ mi bir büst biçiminde yontulmuş, alt kesi­ mi prizmatik bir sütuna benzeyen heyke­ li. —ANSİKL "Terminus" sözcüğü, tanrı Terminus'a adanmış sınır taşlarını belirtmek için kullanıldı. Antikçağ'da bahçe ve yapılann süslenmesinde de terminuslardan yararlanılıyordu. Rönesans'ta terminuslar



süsleme öğeleri olarak yemden kullanıl­ maya başlandı ve XVII. yy.'da iyice yaygın­ laştı. Melek figürlü ya da kır tanrısı figürlü terminusların alt bölümü dikdörtgen priz­ ma biçimindedir Deniz tanrılarını canlan­ dıran terminuslarda ise bu bölüm birbiri­ ne sarılmış iki balık kuyruğu biçimindedir. Konsollu terminus altta bir kıvrımla sona erer ve büst altlığa göre daha öndedir. Çif­ te terminusta sırt sırta yerleştirilmiş iki büst ya da yarım gövdeli iki heykel bulunur. Büst biçimindeki terminus kolsuzdur. T E R M İN U S . Rom. mit. Sınır taşlarını ve tarla sınırlarını koruyan Tanrı. Bir sınır ta­ şıyla, sonra bir hermes ya da terminus"la (üstünde insan başı bulunan bir kaya küt­ lesi) canlandırılır, çiftçiler her yıl 23 şubat­ ta O ’nun adına şenlikler (terminalia) dü­ zenlerlerdi TE R M İS TA N S a. (fr. thermistance). Elektron ıSILDİRENÇ'in eşanlamlısı. T E R M İT a. (fr. thermite). Metal oksitlerin çok ince parçacıklar halindeki alüminyum tozuyla oluşturduğu karışım. (Bu karışım yakıldığında, ısıveren bir tepkimeye yol açar. Böylece açığa çıkan ısıdan alüminotermi yöntemiyle kaynak yapmada yarar­ lanılır.) ■ T E R M İT a (fr termite; lat. termes, -itişten). 1. Tropikal bölgelerde, toplu hal­ de yaşayan, kanatlarında enine damar bulunmayan, kanat dibinde, çoğalma ev­ resinde, kanatların kopup düşmesini sağ­ layan bir dip çizgisi bulunan, ağız parça­ ları öğütücü, paurometabol, Blattopteroidea üsttakımından böcek. (Termitler, eşkanatlılar takımını oluşturur.) (Eşanl. BEYAZ KARINCA, DİVİK ] —2. Sarı boyunlu kuru odun termiti, çoğunlukla ağaç ve ağaç­ çıkların gövdelerinde dehlizler oyan ter­ mit. (Bil. a. Calotermes flavicollis: eşkanatlılar takımı.) || ‘Termit yuvası, termitlerin yap­ tığı büyük boyutlu yuva. (Bk. ansikl. böl.) — ANSİKL. Beyaz karınca da denen termit-



1er (termıtgıller familyası) sıcak ülkelerde çok yaygındır; insanlann oturduğu yerler­ de yiyecekleri, giyecekleri, ahşap yapıla­ rı tahrip ederek tam bir afet halini alırlar. Ahşap yapıların çatısını ve direklerini iç­ ten kemirmeleri için birkaç ay yeter: öyle kı, dıştan hiçbir belirti olmadığı için tehli­ ke sezilemez ve yapı birdenbire çöker. Hindistan'da, limandaki ahşap gemileri tahrip ettikleri görülmüştür; Fransa'da, La Rochelle limanına gemilerin bilmeden ge­ tirdiği termitler, valilik binasına girerek ço­ ğalmış ve arşivleri süngersi kırıntılar hali­ ne getirmiştir. Sarı boyunlu kuru odun ter­ miti (Calotermes flavicollis) asma kütükle­ rinde, ışıktan kaçan termit (Reticulitermes lucifugus) çam kütüklerinde yaşar, ışıktan kaçan termitin bir alttürü Fransa'nın Saintonge bölgesinde birçok evin yıkımına neden olmuştur Karıncalar gibi termit top­ luluklarında da kastlar vardır: bunların ki­ misi eşeyli bireylerden, kimisi nötr ya da kısır bireylerden oluşur. Nötr olanların ka­ nadı yoktur; bunların rengi kırmızımsı ya da beyaz, gövdesi yumuşak, başı kızıl ve boynuzludur; baş ve boynuzlar bazıların­ da çok iridir, bunlara "asker" denir. Anla­ şıldığı kadarıyla askerlerin görevi toplulu­ ğu savunmaktır; başı biraz daha ufak olanlar "işçi"dir; bunlar yuvaya bakmak ve yiyecek sağlamakla görevlidir. Eşeyli olanlar kanatlıdır; ama çoğalmadan he­ men sonra kanatlarını kaybederler. Erkek normal boyunu koruduğu halde döllen­ miş dişi termitin karın kısmı bedenin geri kalan bölümüne göre elli altmış kat, hatta bazen yüzlerce kat iri olur: Bellicositermes cinsinden bir ana termit günde 10 000' den fazla yumurta yapabilir. Termitler selülozlu maddeleri, özellikle odunları ya da kendilerince yetiştirilen mantarları yerler: bu maddeler ortakyaşar kamçılıların yardımıyla ya da termitgillerde bakterilerin, amiplerin yardımıyla sin­ dirilir. Larvalar iki çeşit besin hazırlar: tü-



termodinamik



ceph ed en görü nü ş



yandan görünüş



termit yuvası pusula termiti (Amiterms meridionalis) [Avustralya] kürûkle hazırlanan stomodeal besin ve anustan çıkartılan proktodeal besin. Bun­ larla askerleri ve işçileri beslerler; hayvan­ lar bu besini birbirlerine dokunarak edi­ nirler (bu bir trofallaksi örneğidir). Termit­ ler açık havada değil, kendi yaptıkları, ter­ mit yuvası denen bölmeli barınaklarda ya­ şarlar. Karıncalar termitlerin amansız düşma­ nıdır: Afrika'daki kadavra karıncaları (Megaponera), Güney Amerika'daki Termitipone'ler termit yuvalarını talah etmekte uzmandır; Dorylus dentifrons ana termiti parçalayıp yer. Arılarda olduğu gibi, bir kolonideki yumurtlayıcıların yok olması halinde, onun yerini dolduracak eşeyli bi­ reyler ortaya çıkar (bunlar erişkin, larva ya da neoteniyle gelişen nemf olabilir). Bu­ nunla birlikte, bir ana ve eşi oluşur oluş­ maz öteki eşeyli bireyler öldürülür ve bir daha başkaları da ortaya çıkmaz. Başka böcekler termitlerle bir arada ya­ şayabilir; bunlara termitsever’ böcekler denir (kısakanatlıböcekgiller familyasın­ dan bazı kınkanatlılar ile kambursinekgiler ‘amılyasından bazı sinekler). • Termit yuvaları çok çeşitlidir; ya yerin al­ anda, ya yerin üstünde olur, ama nerede o*_-sa otsun, iç ortamlar çok nemlidir ve ca.r~a a ş ortamdan yalıtılmış, kapalı bir s s e r- otjşturur. Yerüstündeki termit yu.aa.- genetikle sertleşmiş topraktan tepe­ cikle' Dıçımındecır; yüksekliği 5-6 metre­ ye, tabanda çapı 25-30 metreye ulaşır Ko­ nik ya oa rasgele biçimde olan bu tepecıklenn. içinde birçok delik ve kanal bulu­ nur; delik ve kanallar yeraltında bulunan ve yukarıdaki kadar geniş olan bölümle bağlantılıdır; böcekler bu kısımda barınır ve yiyeceklerini biriktirir. Tepecikler, termit­ lerin yeraltındaki yuvayı yaparken kazıp dışarı attıkları toprakların birikmesinden meydana gelir. Yeraltındaki yuvalar, met­ relerce yerin içine gömülüdür; tepecik giM acroterm M licosus’m yuvası



bi, bunların da içinde, koloniyi besleme­ ye yarayan mantar üretme yerleriyle dolu odalar, ana termitle eşinin ve yavruların bulunduğu odacıklar yer alır. Yeraltı yol­ ları tepeciğin doruğuna kadar 10-15 m'ye ulaşır. Termit yuvaları herhangi bir yerde tek başına olabileceği gibi ölü ağaç kü­ tüklerine dayalı da olabilir; bazıları bir da­ lın çevresine dolanmış kartonumsu bir maddedendir. Pusula termit (Amitermes meridionalis) boylamasına ekseni daima kuzey-güney doğrultusunda olan çok ka­ tı yuvalar yapar. Devasa barınaklarını kur­ mak için işçi termitler, önce her biri başlı başına çalışarak, tükürükle yoğrulmuş çe­ şitli maddelerden (kil, Odun) oluşan topak­ ları üst üste yığarlaı, sonra, karşılıklı bir uyarıyla (stlgmerji) çabalarını birleştirerek eşgüdüm içinde tutarlı bir bütünü meyda­ na getirirler. Güney Avrupa termiti (Reticulıtermes lucıfugus ve Calotermes flavıcollis) böyle yuvalar kurmaz. Bunlar top­ luca ağaçların kurt yenikli gövdelerine, ço­ tuklarına ve köklerine yerleşirler.



sur la force motrıce du feu (Ateşin devindirici gücü üzerine düşünceler) adlı yapı­ tını yayımladı. Carnot bu yapıtında yine yukardaki varsayıma dayanarak ısıl motor­ ların çalışmasını inceledi ve daha sonra termodinamiğin ikinci ilkesi olarak adlan­ dırılan önermeyi buldu Joule, 1840 lı yıllarda ısının işe ve işin ısıya dönüştürülebileceğini göstererek, ısı­ nın ve işin eşdeğerliği ilkesini ortaya koy­ du. Bu ilke sıcak cisimden soğuk cisme geçtiği varsayılan akışkan kuramıyla çeli­ şiyordu; nihayet 1850'de Clausius termo­



T E R M İT Ç İL sıf. 1. Yuvalarını termitlerin yuvalarının üstüne yapan ve “ katil asalak­ lar" halinde (yani onların yavrularını yu­ vanın duvarlarından içeri çekip yiyerek) yaşayan (lestoblyoz) karıncalar (Aeromyrna, Carebara vb. cinslerin üyeleri) için kullanılır. —2. Termit yiyen memelilere de­ nir (karıncayiyen. yerdomuzu vb.)



dinamiğin birinci ve ikinci ilkelerini açık bir biçimde ifade etti. Clausius'un çalışmaları klasik termodinamikte gerçek bir gelişme sağladı. Kelvin ise termodinamiğin ikinci ilkesinden hareket ederek mutlak sıcak­ tık ölçeğini gerçekleştirdi. • Sistem, hal, denge Fiziksel olayların be­ timlenmesi sistem kavramı ile sistemin hali kavramına bağlıdır. Sistemler parçacık sa­ yısı değişmeyen “ kapalı" sistemler .ve parçacık sayısı değişebilen "açık" sistem­ ler olarak sınıflandırılır. Makroskobik ölçekte bir sistemin hali birbirinden bağımsız olmayan az sayıda değişkenle (kütle, basınç, hacim, sıcaklık, iç enerji, mıknatıslama vb.) belirtilir. Siste­ min büyüklüğüne bağlı olan yaygın değiş­ kenler (hacim, enerji, kütle vb.) ile siste­ min büyüklüğünden bağımsız olan yeğin değişkenler (basınç, sıcaklık vb.) ayırt edi­ lir Belli bir sistemin çeşitli değişkenleri ara­ sında varsayılan bağıntıları sistemin hal denklemleri belirler Örneğin bir ideal ga­ zın p basıncı, V hacmi ve T sıcaklığı bili­ niyorsa, R ideal gaz sabitini göstermek üzere, ideal gazlar yasası (pV=NRT), sis­ tem içindeki moleküllerin N sayısını bul­ maya olanak verir. Bu arada, en azından bir yaygın büyüklüğün değerini vermeden sistemi tanımlamanın olanaksız olduğunu da belirtelim, istatistiksel mekanik hal denklemlerini kuramsal olarak kurmaya olanak verir. Bir sistem kendiliğinden ya da diğer sis­ temlerle etkileşerek hal değiştirebilir. Sis­ tem genellikle bir denge haline ulaşır, ya­ ni makroskobik halini niteleyen değişken­ leri zamanla sabit kalır. • İş, ısı, yalıtılmış sistem:ısıl temas. Bir sis­ tem çevresiyle etkileşebilir, madde (açık sistem) ve ısı ya da iş biçiminde enerji ala­ bilir. A ve B sistemlerinden her birinin de­ ğişimi, diğerinin yerine mekanik bir kuv­ vet kullanılarak tanımlanabiliyorsa, bu iki sistem arasında bir iş alışverişinden söz edilir. Bu ölçüte uymayan tüm enerji ak­ tarımlarına ısı adı verilir. Çevresiyle ne madde, ne iş. ne de ısı alışverişinde bulunabilen bir sisteme yalı­ tılmış sistem denir Sistem, bir başka sis­ temle yalnız ısı alışverişinde bulunabiiiyorsa bu iki sistem arasında bir ısıl temas vardır. • Termodinamiğin ilkeleri. Termodinamiğin ilkeleri sistemlerin makroskobik değişimle­ rini ve bunların denge hallerini önceden kestirmeye oianak verir Sıfırına ilke. Sıcaklığın varlığını ortaya ko­ yan bu ilke şöyle ifade edilir: "Bir üçüncü cisimle ısıl dengede bulunan iki cismin ken­ di aralarında da ısıl denge vardır." Birinci ilke Bu ilke bir sistemin enerjisini tanımlar: bir hal değişimi sırasında değişi­ mi, izlenen yola bağlı olmayan ve yalnız başlangıçtaki hal ile son hale bağlı olan bir U fonksiyonu (hal fonksiyonu da denir) var­ dır. Kapalı bir sistem için bu değişim



TER M İTO İLLER a. Termitleri kapsayan familya. (Birçok oymağa ayrılır: Macrotermitinae, Nasutermıtınae, Amitermitinae vb. Bil a. Termıtıdae) [Eşanl. BEYAZKARINCAG İLLER D İV İK G I.LE R .]



T E R M İT İD A E



a. B ö c b ıl. TERMİTGİLLER fa m ily a s ın ın b ilim s e l adı.



TE R M İT LE R a Böcek takımı. (Bil. a. İSOptera.) [E ş a n l



DİVİKLER, A K K A R IN C A ­



LAR ]



T E R M İT O K S E N İ a. (fr. termitoxénie). Termitlerle k o n u k la r ın ın İliş k i durumu. TE R M iT O X E N iA a Eski Dünyada ya­ şayan, termit yuvalarında doğup büyüyen Ikikanatlı böcek cinsi. (Kambursınekgiller familyası.) TER M İTS EV E R a. Kısakanatlıböcekgıller familyasından bazı kınkanatlılar ve kambursinekgiller familyasından çeşitli böcekler gibi termit yuvalarında kaçak ya­ şayan böcek. TE R M O - -



TERM(O)-



TE R M O A L JE Zİ a. (fr. thermoaigésie). Nörol. Isı (sıcak, soğuk) ve ağrı duyumla­ rının tümü. TERM OANAILİZ a. (fr. thermoanalyse). Isıbil. ıSiLÇÖzüMLEM E'nin eşanlamlısı. T E R M O A N A IU IE Zİ a. (fr. thermoanal­ gésie). Nörol. Isı (sıcak ve soğuk) ve ağrı duyumlarının ortadan kalkması. T E R M O A N E S TE Zİ a (fr. thermoanes­ thésie). Nörol. Isı (sıcak ve soğuk) duyu­ munun ortadan kalkması. T E R M O D İN A M İK a. (fr. thermodyna­ mique). Sıcaklık ve ısı kavramlarının sözkonusu olduğu sistemlerin özelliklerini in­ celeyen fizik dalı.



havza rin la stm ı



♦ sıf. Termodinamiğe ilişkin. —-A n SİKL. Klasik termodinamik, maddenin.makroskobık özelliklerini, görülmeyen mikroskobik mekanizmaları hesaba kat­ madan inceler. Çeşitli parametrelerin de­ ğerleri arasında bağlar kurar, istatistiksel termodinamiğin amacı, klasik mekaniğin ya da kuvantum mekaniğinin yasalarını, maddenin temel bileşenlerine (moleküller, atomlar, çekirdekler vb.) uygulayarak sis­ temlerin termodinamik özelliklerini belirle­ mektir. Klasik termodinamik XIX. yy.'dan baş­ layarak gelişti. O zamana dek ısıölçüm, sı­ cak cisimden soğuk cisme geçtiği düşü­ nülen ısı ağırlıksız akışkan varsayımına da­ yanıyordu 1fl?4'te S Oarnot RAfleylnnc



AÜ=W+Q



11439



termodinamik eşitliğiyle verilir; burada W sistemin sidi­ ği iş, O ise sistemin aldığı ısıdır, W ve Q nicelikleri cebirseldir, (AÛ'nun tersine W ve O sistemin uğradığı özel dönüşüme bağlıdır). istatistiksel fiziğin bakış açısı kabul edi­ lirse. sistemin ıç enerjisi, sistemin mıkros kobik bileşenlerinin kinetik enerjileri ile et kıleşım enerjilerinin toplamı olarak tanım­ lanır; o halde birinci ilke, yalnızca enerji­ nin korunduğunu ıtade eder. ikinci ilke (ya da Camot ilkesi) Bu ilke kendiliğinden meydana gelen makroskobik süreçlerin tersinmez olduklarını ifade eder Sistemlerin kendiliğinden değişme­ lerine olanak verilirse, bunların dönüşüm­ leri ayrıcalıklı bir yönde gerçekleşir; sis­ temlerin ters yönde kendiliğinden dönü­ şüme uğramaları olanaksızdır, ikinci ilke­ nin görünüşte farklı, gerçekteyse birbiri­ ne eşdeğer birçok önermesi vardır. Bun­ lardan bazıları şunlardır;



11440



P ^ p iS I



den bir çeperle ayrılmış ıkı kaptan oluşan yalıtılmış bir sistemi göz öniıne alalım. Aradaki çeperde bir delik açılırsa arada kı bağ kaldırılır ve sistem iki gazın bir ka­ rışım oluşturduğu yeni bir denge konumu­ na doğru değişir Sistemin entropisi artar ve karışma sonucu meydana gelen bu entropi artışına karışım entropisi adı veri­ lir Ters yönde bir dönüşüm olanaklı mı­ dır? iki gaz başlangıçta bulundukları böl melere geri dönebilir mi? Bir başka de­ yişle bir 'Maxwell şeytanı" helyum ve hid­ rojen moleküllerim ayırarak her birini kendi bölmelerine yöneltebilir mı? ikinci ilke, ya­ lıtılmış bir sistemin entropisınde azalma ya neden olacağı için bu ayrılmanın dışa­ rıdan bir mııdahale olmadan gerçekleş­ mesine olanak verme7 Üçüncü ilke (ya. da Nernsl ilkesi) ilk ıkı ilke bir sistemin U enerjisi ile S enlropisını yalnızca bunlarda meydana gelen deği­ şimlerle tanımlar; dolayısıyla ıç enerji -ve entropi bir değişmez farkıyla tanımlanır. Üçüncü ilke OK sıcaklığındaki tum sısiemlerin entropilerının sıfıra eşit olduğunu açıklar. « ilk iki ilkenin rrıatematıksel iİadeleri. Ter modinamık potansiyeller Maxwell bağın tılaıı Sonsuz küçük tur dönüşüm için bir sistemin aldığı 5W ış ve 6Q ısı miktarları 5Q=T dS 6 W = -p d V



Q - soğurulan ısı (1 ,3 ve 5) Q0 *s açığa çıkan ısı (2 ve 4)



tenwxHefctrik modül



—Clausius önermesi: tek etkisi soğuk bir kaynaktan sıcak bir kaynağa ısı aktarmak olan bir süreç yoktur; -Kelvin önermesi: ısıl bir makine tek bir ısı kaynağından yararlanarak çalışamaz; ■entropi yardımıyla formülleştirme: entropi kavramı ikinci ilkeyi nicel olarak be tırlerneyi sağlar. Bir dönüşüm sırasında meydana gelen AS entropi değişimi yalnız başlangıç ha liyle son hale bağlıdır ve



eşitlikleriyle verilebilir; burada T sözkonusu dönüşüm sırasındaki sıcaklığı, p basın cı, dS entropi değişimini ve dV hacim de­ ğişimini göstermektedir. Dolayısıyla dU ıç enerji değişimi diferansiyel biçimde dü=T dS - p d V (ı) olarak yazılabilir. Parçacık sayısı sabit ol­ mayan bir sistem için dü=T dS -pdV+jAdN, (ii) eşitliğini yazmak uygun olur; burada dN parçacık, sayısındaki değişimi, jı ise kim­ yasal potansiyeli gösterir. dU'nun tam bir diferansiyel olması ne­ deniyle, (i) ya da (il) bağıntılarından, Pu rtb-av



■—



tw p s i (Mrien y ı*« ı ktstminrdaki » fWjÉRütin i"'." • s * gSîifntüfsü)



i T



bağıntısını doğrular, burada 50 sistemin i sıcaklığında aldığı ısı miktarını gösterir Değişim tersinir’ ise bu bağıntı bir eşitli ğe dönüşür. Dolayısıyla yalıtılmış bir sistemin kendi­ liğinden gerçekleşen hal değişimlerinde, aldığı ısı miktarının sıfıra eşit olması ne­ deniyle entropisi her zaman artar. Ters yönde gerçekleşen bir değişimde entro oi î v T -ir;..dan, bu değişim her zaman tersinmezdir, K - sotemin termodinamik denge halı, dış bağlarla bağdaşan, entropisinın mak simum olduğu haldir örneğin her birinde bir gaz, örneğin helyum ve hidrojen bulunan ve bırbırın-



sv-iis



yanı STIS, v , N I



ê p ( S ,V , NI



(ili) av as eşitlikleri elde edilebilir burada T ve R S, V, N'nin fonksiyonları olarak göz önüne alınmış ve türevler, diğerleri değişmez pa rametreler olarak göz önüne alındığından yalnız tek bir değişkene göre hesaplan­ mıştır, (iiı) ifadesi Maxwell bağıntılarından bi­ ridir Sistemin hali özellikle diğer değişken çiftleriyle belirtilmişse, öbuı tıal fonksiyon­ larını termodinamik potansiyel olarak göz önüne almak ilginç olabil r Bunların en çok kullanılanları H erıtalpi’ si, F serbest enerjisi, (3 serbest entalpı'sidır dH, dR dG'nın tam diferansiyel olduğu yazılarak diğer Maxwell bağıntıları elde edilir. Bun­ lar, çeşitli değişkenler arasındaki bağıntı ları verir ve dolayısıyla termodinamik sis­ temlerin davranışlarını önceden kestirme­ yi sağlar, Termodinamik, olayların mekanizmala­ rını bilmeye gerek duymadan, sonuçları elde etmeyi sağlayan ve fiziğin tüm alan larına uygulanan güçlü bir araçtır T IR M O D İN A M İK Ç İ a. Termodinamik uzmanı T R R M 0 IM L 8 T İK ili, (fr, thermoéastique), Termodin. ı&iLISNlK'ın eşanlamlı sı, T R I I M O I U K T I I İ K a. (fr. thermoélee trique). Eleki 1, Termik bir olayla elektrik­ sel bir olayın etkileşimi ~ J . Termik ener jıden üretilen elektrik. ♦ sıf Elekt i . Termoelektriğe ilişkin. (Eşen. ISILELEKTRİK.) —2, Termoelektrik elkı. Peltler, Seebeck ve Thomson etkile­ rinin genel adı || Termoelektrik guç, kay­ nak noktaları arasındaki 1 °C lık bir sıcak­



tık farkı için, İki metal ya da iki yarı-iietken arasındaki termoelektrik elektromotor kuv­ vetin değen |j Termoelektrik ölçek, termo elektrik özelliklerine bağlı olarak berili bu sıraya göre yerleştirilmiş metaller listesi; bu üstedeki metallerden ikisi birbirine kaynak­ lanırsa, kaynak noktası ısıtıldığında orta­ ya çıkan akım, listede daha üst sırada yer alan metalden, daha alt sıradakine doğ­ ru akar ve bu iki metale ilişkin elektromo­ tor kuvvet, listedeki konumu bu ilk iki me­ tal arasında yer alan başka iki metalin elektromotor kuvvetinden her zaman da­ ha büyüktür. -Elektrotekn. Termoelektrik çevirici ya da pil. Seebeck etkisinden yararlanan elek­ trik enerjisi çeviricisi (Eşanl TFRMOPİL ) ■ Soğut , san Termoelektrik modül, Pelti er etkisiyle soğutma yapan, küçük boyut lu, düşük güçlü aygıt. (N ve P tipi iki yaıı -iletken içinde biçimlendirilen, bakır levha tarla seri halinde birleştirilmiş çubuklardan oluşur, bir doğru akımın geçirilmesi, Peltier etkisiyle, kimi levhaların düzeyinde ısı­ nın soğutulmasına, kimilerinin düzeyin deyse ısının açığa çıkmasına yol açar) m n U O K U tK Y R O rtİM sıf. (fr. thermoélectronique). Elektron, termoelektronik etki, ISILİYÛNSAL* ETKİ'nin eşanlamlısı



TERMOFİKSA-I a (fr thermofixage' dan). Tekst. Biçim değişikliklerini önlemek, boyayı fikse etmek ve belirgin bir boyut kararlılığı sağlamak için sentetik ya da sentetik elyaf karışımlı yün ve pamuklu do­ kumalara, genellikle germeli kurutucular üzerinde uygulanan ısıl işlem. " E A H O ro ili a. (fr. thermophobie) Nörol. Örneğin Basedow hastalığında oldu ğu gibi bazı hastaların duyduğu sıcak kor kusu.



TERMOFOR a (fr, thermophone). Elektroakust. Bir iletken yakınında, bu iletken­ den geçen akımdaki değişimlerin etkisiyle oluşan sıcaklık değişimleriyle akustik dal­ galar üreten elektroakustık türdönüştürücü.



TSRM O FO NİK



sıf. (fr. thermopho­ nique) Eleklroakust. Isı etkisiyle ses üre­ ten bir aygıt için kullanılır.



TERMOFOR a. (ital termoforo'dan) BU YOT'un eşanlamlısı.



TERMOCtCNEZ a. (fr thermogenèse' den) ISlOLUŞ'un eşanlamlısı TER M O Q RAF a. (ir. thermographe). Sı­ caklığı kronolejik olarak kaydeden bir dü­ zenekle donatılmış termometre. TE R M O O R A Fİ a. (fr. thermographie) Cisimlerin kızılattı bölgedeki yayım gücü­ nü görüntülemeye yarayan yöntemlerin tümü. (Çok sayıda teknik, kızılaltı ışıma­ dan yararlanarak görüntü elde etmeye olanak verir: fotoğraf, röprografi, radar, vi­ deo vb.) (Bk, ansikl böl. Teknol.) -Matbaac Yem basılmış mürekkep üze­ rine reçine sürüp daha sonra fırında pişi­ rilerek kabartma baskı elde edilmesini sağlayan teknik. ■ Tıp. Vücut sıcaklığındaki değişiklikleri, vucudun yaydığı kızılötesi ışınımın kayde­ dilmesiyle kesin olarak değerlondırrnzy* yarayan yöntem. (Bk ansikl. böl ) -ANSİKL, Teknol. Termogralı, binaların yalıtımını kontfol etmek ve sınai teknik ay gıtları (kazanlar, yüksekfırınlar, fırınlar, kim yasal tepkime kapları vb.) gözetim altın da tutmak için kullanılır. -Tıp, İlk kez iBOO'de Sır William Herçchet kızılötesi ışınların ısıl etkisini incelemiş ve 1840'ta, oğlu John bu ışınları isle karartıl miŞ bir kâğıt üzerinde görünür hale getir meyi başarmıştır. İkinci Dünya savaşı sı­ rasında termografide büyük ilerlemeler gerçekleştirilmiş ve uzay havacılığının ge­ lişmesiyle bu ilerlemeler daha sonra da devam etmiştir. Tıptaki ilk uygulamalar. 1957'de Lawson'un, Montréal'de, meme kanseri üzerindeki çalışmalarıyla başla­ mıştır. Termografi, vücuttan yayılan kızılötesi



termometre » ın ltii yakalayabilen ve elektrik akımına dönüştürebilen aygıtlarla yapılır; aygıt bu akımı y O M t a n * oır tüpe gönderir, a da duyarlı bir yûa yde görüntü yaratır 0,1 «C'lık sıcaklık farklarını bile değnrtendlrA bilen birçok aygıt tipi verdir Derindeki sı oak odaklar, ısının dokularla iletllebilmeii nedeniyle etki gösterdlğinıJen termografi yüîeysel sıcaklık dağılımını haritam» bir görüntü haline getirebilir Görüntüdeki be ya* alanlar sıcak bölgeleri, siyah alanlar soğuk bölgeleri gösîeıir Bu tekniğin birkaç endlkasyonu vardır, çok damarlı urlar, kızılötesi ışınlar yayan ve bu nedenle tilmde net oiaıak görülen sıcak noktala! oiaıak belirir Termografi uı ların erkan teşhisinde kullanılmakla birlik te, günümüzdeki yararı çok tartışmalıdır Yöntem yumuşak doku hastalıklarında da kullanılmaktadır T lîie iC H klİA s S a. (fr. tlmrmogramme) fıp. Termografi ila elde edilen haritamoı görüntü



TRRMOaftAVİM«trKİ a (fr, thermogravimétrie) Anal kim, ISILAĞIRUKÛL ÇljM Cin eşanlamlısı



TERMOM4ÜN sil (İr, thermohalin). De nizbil Hem sıcaklık hem de tuzlulukla il gili olan



TERMOKİMYA a, ıSiLKİMYA'nın eşan­ lamlısı



n R M O K İM YAS A L



ISILKİMYASAL,



TERMQKÜH a (fr thermocline). Deniz bil. Deniz ve göl sularının derinliğe bağlı sıcaklık dağılımında, düşey ısı gradyanı yüksek tabaka. (Terrııoklin. bölgelere, mev­ simlere ve akıntılara göre değişen bir de sinlikte bulunur. Gel-gitin, dalgaların ya da soğuk su yükselmesinin yol açtığı karış malar termoklinı hafifletir ya da ortadan kaldırır [homotermi].) »TtRM OKOAGÜl'ASYO N a (İr. ther mocoagulatiorı). Nörol Hareket ve do­ kunma duyusuyla ilgili lifleri ayırarak, de­ ri aracılığıyla, yalnız ağrı duyusunu ileten sinir yollarını tahrip etmeye yarayan nöro­ şirurji yöntemi (Gasser gangliyonunun iermokoagûlasyonu, üçüz sinir nevraljisi­ nin tedaviye dirençli biçimlerinde kullara lir.)



AMtiki Biyol. Çevre sısaKlığı gsnsllik= 1« vûeut ııeakiığındsn düşüktür, Vûeut ısıyı esas olarak ıımaşınmt, ışıma v t buhar­ laşma yollarıyla yitirin doğrudan doğruy» ısı aktarımı şek ö n e m lid ir Vücudun İç sı caklığını sabit tutmak için tarmollıl terme genw le dengelemek gerekir Bu düzen lanma hlpotafamu* tarafından, çeşitli me­ kanizmalarla gerçekleştirilir 1 dolaşım değişiklikten: yüzeysel ten do taşımının artması deriyi ısıtır, ışıma ve ısıl taşınmayla olan kaybı artırır; deri ısıtıldı­ ğında kızarıklık görülmesi bundan ötürü­ dür; 2. terleme değişiklikleri te lemenin artma­ sı, buharlaşma yoluyla sıcaklığa karşı et­ kili bir yanıttır (1 g terin buharlaşması or­ ganizmadan 580 kalori götürür); 3. solunum değişiklikleri; solunumun hız­ lanması vücudun su buharı kaybetmesi rıe, dolayısıyla da ısı kaybına neden olur Takat bu tıp termoliz sadece bazı türler­ de gelişmiştir (köpekte sık soluma). T K R M O L Ü K S a. (tesc. «'dil a.). Arala rina ince bir cam eiyaf: tatmanı yerleşti­ rilmiş iki cam levhadan oluşan yalıtım mal­ zemesi. TR R M O LÜ M İN R S A N S a. (tr thermoluminescence) ıSlUŞILÖAMA'nın eşanlam­ lısı. ÏE R M O M A N 0 M E Y R E a, (fr. thermomanomètre'den) Fiz. Sıcsıklığı ölçmek için, bir sıvının doymuş buhar basıncının ■sıcaklığa göre değişiminden yararlanan termometre. (Çoğu kez sıvı ve buharı me­ talik bir manomeırenin biçim değiştirebi­ lir borusuna doğrudan hapsedilir.) T E R M O M A N Y E T O M E I Aİ a. (fr. thermomagnétométre den). Metalürj. Bir mık­ natıs ve bir fırın aracılığıyla aieşımların Cu­ rie noktasının belirlenmes'ni tağlayan de­ ney yöntemi, TE R M O M E K A N İK sıf. (fr tnermomécanique) Fız. ıs iL M E K A N iK 'ın e ş a n la m lıs ı. — Kâğ s a n Termomekanık hamur. IS ILM E K A N İK ’ H A M U R ’ u n e ş a n la m lıs ı.



TE R M O M E T A ltO R F İZ M Jl a. (fr. ther mométamorphisme'den). Yerbil Bir ısı kaynağının başlattığı başkalaşım. (Bu olay, basınç gradyanında bir değişiklik ol­ maksızın jeotermik gradyanın değişmesini gerektirir.) [Eşanl isilbaşkalaşim ]



r« R M O K Q M R R £ S Ö R a. (fr. thermocanpresseur) Isıbil. Yüksek basınçtaki bir ^ T E R M O M E T R E a. (fr. thermomètre' buharın enerjisini kullanarak, ardışık iki lü den). Sıcaklığı ölçmede kullanılan aygıt. 1e yardımıyla alçak basınçtaki buharı sı­ - ANSİkl. Termometreyi ilk Galileı keşfet kıştıran aygıt. ti ve 1597'den önce bu aletlerden birini nRM O KO M VKKtİYO M a. (fr thermoyaptı. convection). Meteorol. Havanın ısıl grad« Sıvılı termometreler Bu »ip aletlerde be yanlarıyla belirlenen düşey hareketlerin tü­ lirli bir sıvı kütlesinin sıcaklığa bağlı ola­ mü. rak genleşmesi gözlenir. Günümüzdeki termometreler üst bölümünde ince bir TK R M O K O P İ a. (fr. thermocopie). Ko cam tüp bulunan bir hazneden oluşur; tü­ yu renkli maddelerin, açık renklilere oran münün içi kısmen bir sıvıyla (cıva, alkol la ısıyı daha kolay emme özelliği üzerine vb.) doldurulmuştur Genellikle ' Celsius” temellenen ve 80°C'ta siyaha dönüşen taksimatı adı verilen taksimat kullanılır; bu ısılduyarlı kuşe kâğıtların kullanıldığı röptaksimatta erimekte olan buzun sıcaklığı rografi yöntemi (Baskı işlemi kuıu olarak 0 °C'a, kaynamakta olan suyun sıcaklığıy­ yapılır) sa 100 “C ’a denk düşer; bu iki karşılaştır TKRMOKOTKR a. (fr. thermocautère) ma noktası arasındaki uzaklık "Celsius ispirto yakılarak sıcak hava akımıyla sü derecesi” adı verileri 100 eşit bölüme ay rekli olarak akkor halinde tutulan platin korılmıştır Fahrenheit ölçeğinde, 0 °C’a 32 ter. °F. l©0 “C'a 212 °F denk düşer. Fahren­ heit derecesi cinsinden ifade edilen f sı­ TKRMOKROMIİ a. (tr. thermochromie). caklığına denk düşen t sıcaklığı, t -(5/9) Fizs. kim. ıSiLRENKLİLİK'in eşanlamlısı, ( f - 32) bağıntısıyla elde edilir. T R R M O X U R l a. (fr. thermocouple). Termometrelerin doldurulmasında çe­ Elekt. ISILÇİFT'in eşanlamlısı. şitli sıvılar kullanılır; donma noktaları ve kaynama sıcaklıkları bu sıvıların kullanıla T R K M O K U K İÜ Û sıt. Ölçbil, Termokupt.bilme sınırlarını belirler. - 38,8 °C'ta katı iü komparatör ISUÇİFTU* KOMPARAtOR’ün laşan ve 357 °C'ta kaynayan cıvanın, bu eşanlamlısı. bakımdan, çok geniş bir kullanım alanı IW H M N A D h sıf. (fr. tttermolabile). ISILvardır. Bununla birlikte sıcaklığın oldukça KARARSIZ’ın eşanlamlısı. düşük olduğu kimi bölgelerde alkol kul­ lanmak yararlıdır. Çok düşük sıcaklıklar Î 1 M M L A M A a, (fr. söze.). Tekst. Iran' için, sıvı hava sıcaklığında donmayan, toda dokunan ipek kaşmir. luen ya da kimi petrol eterleri kullanılır TRRMOÜR a. (fr. thermotysa). Biyol. Or­ • Maksimum ve minimumlu termometre­ ganizma ile çevre arasındaki ısı İletimi. ler Bunlar aşağıya doğru yönlendirilmiş (Bk. ansikl. böl.) sıvı sütununun, bir cıva sütununu "U —Rz? kim ıStLAVRiSMA'nın eşanlamlısı bipitn-te" bir tüp ipine ittiği alkollü termo-



11441 % % „/ $8#-I * H f!



Celsius I Fahrenheit termometresi metrelerdir. Tüp içinde, cıva yüzeylerinin her biri üzerinde, küçük hafif bir göster ge bulunur, cıvayla birlikte yükselen gös terge cıva düzeyi düştüğünde ulaştığı yükseklikte sabit kalır. Genellikle üstü cam­ la kaplı manyetik bir metal parçasından oluşan göstergenin, bir mıknatıs yardımıy­ la yeniden cıvayla teması sağlamı. * Tıbbi termometre. Bu, 32 ile 44 °C ara­ sında bir taksimatı bulunan bir termomet­ redir; her derecesi eşit parçaya bölün­ müştür Bu termometreler vücut sıcaklığını ölçmede kullanılır. En çok kullanılanları cı­ valı ve rnaksimumludur; soğuma sırasın­ da cıva sütunu alt bölümünden ayrılır ve tepesi istenilen sıcaklığı göstermeye de vam eder. Sıcaklığın okunmasından son­ ra eski konumuna getiımek için alet yu karıdan aşağıya doğru sallanır * Buhar basınçlı termometre, çili metal şe­ ritli termometre (-* TERM O M ANO M ETRE ÇİFT" METALLİ ŞERl r). Pek duyarlı olma makla birlikte sağlam olan bu ıkı tıp ter­ mometre, elektrik kontağını çalıştırmak için kaydedici termometrelerde ya da ter mostatlarda yaygın olarak kullanılır. * Gazlı termometreler. En duyarlı sıcaklık ölçümlerinde termometrik büyüklük ola rak hacmi sabit tutulan bu gaz kütlesinin basıncı ölçülür. Aygıt, cıvalı bir manomet­ reye bağlı olan, içi gaz dolu bir hazneden oluşur. Hazne, hem suyun 273, löK'e eşit olan Tj üçlü nokta sıcaklığına, hem de öl çûlecek T sıcaklığına getirilir Bu sıcaklık ların her biri için, sabit hacimde tutulan gazın P, ve P basınçları manometreyle ölçülür. Bilinmeyen sıcaklık, birinci yakla şıklıkla T= 273,16 KxP/P, bağıntısıyla he­ saplanır. Ancak, bu sıcaklığı hesaplarken, termometrede kullanılan gazın özelliklerin­ den kaynaklanan hataları da gazın eşsıcaklık eğrilerinden yararlanarak düzelt­ mek gerekir. Bu aletlerde kullanılan gaz­ lar hidrojen, helyum ve azottur. Gazlı ter­ mometreler daha çok termodinamik sı­ caklıkların belirlenmesi konusunda uz­ manlaşmış özel laboratuvarlarda kullanı­ lır. Bunlar sıcaklık ölçümünde temel alet­ lerdir. Bu termometreler, hidrojenin üçlü noktasından (-259,34 °C) altının ergime noktasına kadar (1 064, 43 °C) bir sıcak­ lıklar listesi hazırlamaya olanak verdi ve Uluslararası pratik sıcaklık* ölçeğinin te­ melini oluşturdu.



kaydedici K h & w tït



RichardvePtktybelgesinegöre bir saat mekanizmasıyla dönen düşey silindir



üstün duyarlı bir çift şerit metal içeren termometre öğesi



metreler tek tek ve sık aralıklarla ayarlan­ malıdır. • Çok dCışük sıcaklıkların ölçülmesi, 15 K'ln (yani - 2 8 5 °C'ın) altındaki sıcaklık­ ları ölçmek için çeşitli olaylardan yararla­ nılır: sıvı helyumun doymuş buhar basın­ cı, saf metal dirençler, ısıl gürültü, paramanyetik maddelerin manyetik mıknatıs­ landıkları, nükleer manyetik rezonans, helyum 3'ün iratılaşma basıncı. Böylece 0,001 K’e kadar olan, hatta daha düşük sıcaklıklar ölçülebilir. • Diferansiyel termometre, Leşlie'nin tasar­ ladığı bu ayg ‘ çok duyarlıdır. içinde renkli bir sıvı bulunan küçük çaplı bir boruyla alt bölümünden birleştirilmiş, içi hava do­ lu iki cam küreden oluşur, iki küre arasın­ daki en küçük sıcaklık,tarkı sıvının yer de­ ğiştirmesine yol açar. Termoelektrik çiftler de diferansiyel termometrelerdir. maksimum ve minimumlu termometre 1. Vakum; 2. Alkol; 3. Metal gösterge; 4. Cıva. Richard ve Pékty belgesine göre



Kimi sıcaklık bölgelerinde bir gazın sı­ ısılçiftJi sondaiı tefmoınetre caklığı 1. Beş kutuplu,gerek sesin gaz içindeki yayılma hızı (akustik termometre) gerek dielektrik sökülüp takılabilir kablo fişi; sabiti ya da kırılma indisi ölçülerek belir­ 2. Sayısal okuma; lenir, 3. Sürekli anında pratik termometreler. Uluslara­ • ve Duyarlı ölçümler İçin çift konumlu anahtar; rası pratik sıcaklık ölçeği kullanışlı ve du­ 4. Darbeönleyici bölme; yarlı aletleri ayarlamaya olanak verir: pla­ 5. Delikleştirici esnek kablo; tin dirençli termometre, -1 8 0 ile 600 °C 6. Tutamak; arasında kullanılır; bu termometre, platin 7. Değiştirilebilir sonda. bir telin, elektrik direncinin sıcaklığına gö­ re değişimine dayanır; platin-radyumlu platin ısılçiftl, 600 ile 1 100 °C arasında kullanılır; monokromatik optik pirometre, kara cismin ışıma yasalarını kullanarak al­ tının ergime noktasının ötesinde ölçeğin dışdeğerbiçimine olanak verir. Daha duyarlı, daha ucuz ya da diğer sıcaklık alanlarında kullanılabilir dirençli Fontenayaux-Roses (Hauts-de-Seine) termometreler yapmak için başka malze­ Nükleer araştırma merkezi’nde, melerden yararlanılır. Örneğin termistanskontrollü lar sıcaklık katsayıları platininkinden çok termonükleer kaynaşmasıyla daha büyük olan dirençlerdir Bununla ya­ enerji üretimi için pılan termometreler, genellikle, yukarıda­ deneyse! düzenek (Tokamak) kiler kadar doğru sonuç vermez; termo­



T E R M O N A S Tİ a. (fr thermonastie). Bot. Sıcaklık değişikliğinin etkisiyle bitkisel bir organda meydana gelen hareket. (Örne­ ğin sıcaklıkta 3 °CTık bir düşme lalenin yapraklarında kapanmaya, 1-2 °C'lık bir yükselme ise açılmaya neden olur.) T E R M O N A trR İT a. (fr. thermonatrite). Miner. Örtorombik sistemde yer alan, NajCC^, H20 formülündeki hidratlı doğal sodyum karbonat; keskin kokulu, alkali bir maddedir. TERM ONOE -



DENDERMONDE.



T E R M O N Ü K LE E R sıf. (fr. thermonuclöaire). 1. Termonükleer tepkime sonucu açığa çıkan enerji için kullanılır. (Bk. an­ sikl. böl.)—2. Termonükleer tepkime, çok yüksek sıcaklığa çıkarılmış hafif atom çe­ kirdeklerinin nükleer kaynaşma tepkime­ si. —Savunm. Termonükleer silah, termo­ nükleer enerji oluşturan nükleer bomba. (Termonükleer silahların gücü megaton birimiyle belirtilir.) [HİDROJENLİ SİLAH da denir.] — A n s Ik l . Nük. müh. iki hafif çekirdeğin, örneğin iki hidrojen çekirdeğinin kaynaş­ ması, bir ağır çekirdeğin parçalanması ile birlikte enerji üretmek için kullanılabi­ len iki nükleer tepkime türünden biridir. Bu enerji, hidrojen bombalarında (ya da H bombaları) kullanılmış, ama 1950'lere doğru başlayan yoğun araştırmalar belir­ li ülkelerde sürdürülmüş olsa da, henüz hiçbir sanayi uygulaması geliştirileme­ miştir, Başlıca araştırma programları Av­ rupa Atom enerjisi topluluğu (Euratom) ülkeleri ile, ABD, Japonya ve Rusya ta­ rafından yürütülmektedir. Önceleri çeşitli ülkelerde gizlice sürdürülen çalışmalar ikinci Cenevre konferansı'ndan (1958) son­ ra giderek daha açık yürütülmeye başlan­ mış ve günümüzde etkin bir uluslararası işbirliğine konu olmuştur. Bununla birlik­ te bu araştırmalar son derece pahalıya mal olmaktadır, ayrıca kaynaşma enerji­ sine egemen olmak için çok büyük zor­ lukların üstesinden gelinmesi gerekmek­ tedir. Tasarlanan yöntemler arasında yal­ nızca birkaçının başarı şansı bulunmak­ tadır. Bunlar yıldızlarda ve özellikle Gü­ neş'teki enerji oluşum süreçlerinden esin­ lenen yöntemlerdir; yıldızlarda oluşan kay­ naşma tepkimeleri ise 10 milyon derece­ nin üzerindeki sıcaklıklarda oluşmaktadır. Nitekim, her ikisi de pozitif yüklü iki atom çekirdeğinin kaynaşmasını sağlamak için, aynı işaretli yükler arasındaki elektrosta­ tik itme kuvvetinin üstesinden gelmek ge­ rekir. Bu itme kuvvetinin yenilebilmesi için çekirdeklerin birbirlerine doğru yeterince yüksek bir hızla fırlatılmaları gerekir. Bu koşul, çekirdeklerin ısıl çalkalanmasını, dolayısıyla kinetik enerjilerini artıran bir sı­ caklık artışıyla sağlanabilir. Yıldızlarda oluşan nükleer tepkimeler çok yavaş oldukları için bu tür tepkimele­ ri büyük ölçekli enerji üretiminde kullan­ mak mümkün olmamaktadır. Bu nedenle başta tepkime türlerinden yararlanmak gerekmektedir. Bu tepkimeler içinde iste­ nen sonucu saölamakta en umut verici



olanlar hidrojenin döteryum (^ H ya da D) ve trityum (3H ya da T) izotoplarının kul­ lanıldığı tepkimelerdir; bu izotoplardan trit­ yum 12 yıl yarıömürlü ve 0 ışınları yayıcı­ sıdır. Tepkimeler şunlardır: ?H + ? H ^ a ! ” e + " + ^ 1 1 I ya 3He + p + 4 MeV (2)



?H + 3H - «He + n + 17,6 MeV.



(1) deki her iki tepkime de olasıdır. (2) tepkimesi ise birkaç milyon derece gibi görece daha düşük bir sıcaklıkta gerçek­ leşme üstünlüğünü sağlar; oysa (1) tepki­ mesi 100 milyon derecenin üstünde bir sı­ caklık gerektirir. Bu bakımdan, hiç olmaz­ sa birinci adımda döteryum-trityum tep­ kimesinin gelecekteki nükleer kaynaşma reaktörlerinde kullanılacağı öngörülebilir, Döteryum suda bulunduğu için doğada ffa çok yaygındır; özellikle okyanus sula­ rının 1/7 000’i döteryumdan oluşur izotop ayırma yöntemiyle döteryum, bulunduğu kaynaktan elde edilebilir. Trityum ise, yer­ kabuğunda lityum 6 (|Li) ve lityum 7 (|Lİ) adlı iki izotopun karışımı halinde bol bol bulunan doğal lityumun nötronlarla bom­ bardıman edilmesi sonucu oluşturulabilir. Burada şu tepkimeler sözkonusu olur: ŞLİ + n -> 3H + 4He + 4,8 MeV £Lİ + n — 3H + 4He + n - 2,5 MeV Bu tepkimeler trityum ve helyum verir, (2) tepkimesine göre çalışan ve enerji verir­ ken nötronlarını kendisine gerekli trityumu üretmekte kullanan bir kaynaşma reaktö­ rü tasarlanabilir. Böyle bir reaktör yalnız­ ca döteryum ve lityum tüketecektir. Kaynaşma reaktörlerini çalıştırmak için gerekli hammaddeler neredeyse sınırsız miktarlarda bulunabildikleri için böyle re­ aktörlerin gerçekleştirilmesi insanlığa ya­ rarlanabileceği tükenmez bir enerji kayna­ ğı sunacaktır, Böylece yapılan araştırma­ lara harcanan paranın önemi ortaya çık­ maktadır. Kaynaşmanın gerçekleşmesi için ge­ rekli olan çok yüksek sıcaklıklarda atom­ lar tamamen iyonlaşırlar, yani elektronla­ rından ayrılırlar. Bu durumda ortam yalnız­ ca negatif elektronlardan ve pozitif döter­ yum ile trityum çekirdeklerinden oluşur. Pozitif ve negatif yükler bütünüyle birbir­ lerini dengelerler ve ortam elektriksel ola­ rak yansız olur. Plazma' adı verilen bu tür ortamların bütünüyle kendine özgü fizik­ sel özellikleri vardır. Doğal olarak, enerji üretiminde kullanı­ lacak bir kaynaşma reaktörünün sağlama­ sı gereken en önemli koşul tükettiğinden daha fazla enerji üretmesidir; bu reaktör­ de açığa çıkan enerji atomları ısıtmak, iyonlaştırmak ve (örneğin ışıma yoluyla gerçekleşebilecek) kayıpları karşılamak için tüketilmesi gereken enerjiden daha büyük olmalıdır. Bu koşulun yerine gelme­ si için tepkime süresi (saniye birimiyle) ile plazma yoğunluğunun (santimetre küp başına çekirdek sayısı) çarpımının, tepki­ me türüne ve iyonların sıcaklığına bağlı belirli bir kritik değerden daha büyük ol­ ması gerekir (Lawson kriteri). 50 milyon derecede döteryum-trityum tepkimesi için sözkonusu kritik değer 1015'tir. 100 milyon dereceye doğru bu değer 1014 olur. Bu durumda Lawson kriterine uymak için iki yol ortaya çıkar: ya düşük yoğunluklu bir plazmada görece uzun bir tepkime süre­ si (örneğin yoğunluğu 1015 iyon/cm3 olan bir plazmada 1 saniyelik bir tepkime sü­ resi) elde etmek ya da çok yoğun bir plaz­ mada çok kısa (örneğin 10“ iyon/crr^'lük bir plazmada 1 0 - " saniye kadar süren) bir tepkime gerçekleştirmek. Birinci yol yavaş kaynaşma ya da man­ yetik hapisti kaynaşmadır; ikinci yol ise hız­ lı kaynaşma ya da eylemsizlik hapisli kay­ naşma yoludur. Yavaş kaynaşmadın temel problemi sa­ niye düzeyindeki bir zaman aralığı içinde yeterince voöun bir olazmavı elde etmek



ısıtmak ve korumaktır. Ancak plazmanın, içinde tutulduğu bölmenin çeperleriyle te­ mas etmemesi gerekir, yoksa çeperlere çarpan iyonlar enerjilerini kaybeder. Üs­ telik hiçbir çepıer plazmanın sıcaklığına dayanamaz. Bu problemi çözmek son de­ rece zordur. Tasarlanan aygıtlarda plaz­ manın oluşturulması ve ısıtılması ilke ola­ rak döteryum-trityum karışımının içine yo­ ğun bir elektrik akımı gönderilmesiyle sağlanır. Plazmanın yoğunlaştırılması ve çeperlerden yalıtılması (plazmanın hapsi) için yoğun manyetik alanlar kullanılır; bu yöntemin en gelişmiş biçimi, plazmanın, manyetik alanın çizgileri etrafında sarmal yörüngeler çizen yüklü parçacıklardan (iyonlar ve elektronlar) oluşturulmasına dayanır. Günümüzde yürütülmekte olan deney­ lerde iki farklı makine grubu kullanılmak­ tadır. Bunlardan birincisini doğrusal ma­ kineler ya da öze kie ABD. Japonya ve Rusya da geliştirilen manyetik aynalı ma­ kineler oluşturur ikinci grupta ise toroidai makineler yer alır Toroidal makinele' n e r önemi: örnekleri önce Rusya'da =:••= : -S'sa. Büyük Britanya ve ABD ç c caşka „.keierde geliştirilen Tokamax a' A.manya'nın geliştirmeye çalıştıî S:e a-atorlar ve İtalya'da gerçekleşti• mes tasarlanan alan tersinmesi aracılı­ ğıyla plazma daraltıcı makineler'dn. Bu düzenekler arasında manyetik ay­ nalı makineler ile Tokamaklar* en umut verici makineler olarak görünmektedir. Aynalı doğrusal makineler, uçlarında aşırı plazma kaybetmeleri nedeniyle 70'li yılların başında hemen hemen terk edil­ mişti. Fakat, 1976'da Rusya'daki Novosi­ birsk ve ABD’deki Livermore laboratuvarları birbirlerinden tamamen bağımsız olarak tandem aynalı makineleri tasarla­ dılar; bunlar belli sayıda silindir biçimin­ deki merkezi bir odayla birbirine bağlı aynalı makine çiftlerinden oluşuyordu, böylece aynalı doğrusal makinelere yeni ufuklar açılmış oldu. Bu makinelerin ya­ rarı Livermore’daki Lawrence laboratuvarı'nda TMX makinesi üzerinde 1983'te elde edilen sonuçlarla da doğrulandı; günümüzde ABD, Rusya ve Japonya'da tandem aynalı makinelerin geliştirilmesi için büyük bir çaba harcanmaktadır. Hızlı kaynaşma'yı incelemek için genel­ likle döteryum ve trityum karışımından oluşan küçük küreler bir laserden çıkan fotonlarla ışınlanır. Örneğin Lawrence Li­ vermore Laboratory'de (ABD) gerçekleş­ tirilen makinede, çaplan milimetrenin 1/50'si kadar olan döteryum ve trityum kü­ releri ışınlayan 20 laser bulunmaktadır. Laserter tarafından sağlanan darbelerin süresi 1 nanosanıyedır (10_ 9 sn). Her kürenin minyatür bir hidrojen bombası gibi dav­ ranması istenmektedir: laserler tarafından iletilen enerji kürenin dış katmanı tarafından soğurulduğunda bu katmanın parçacık­ larında şiddetli bir fırlama oluşturur, böy­ lece kürenin merkezinde meydana gelen yoğun sıkışma buradaki basınç ve sıcak­ lığı çok büyük miktarda artırır. Kaynaşma tepkimesi merkezde başlar ve kürenin dı­ şına doğru yayılır. Bu tepkime yaklaşık 20 pikosaniye (20.10“ 12 sn) sürer. Laserle kaynaşma üzerindeki araştır­ malar değişik ülkelerdeki laboratuvarlarda sürdürülmektedir. En önemli tesisler arasında ABD, B. Britanya, Japonya ve Rusya'dakiler sayılabilir. Gelecekte, hızlı kaynaşmayı gerçekleştirmek İçin kullanı­ lacak olan enerji kaynaklan büyük bir olasılıkla laserler yerine yüklü tanecikler, elektronlar ya da iyon hızlandırıcıları ola­ caktır. Şimdilik hızlı kaynaşmayı gerçek­ leştirmek İçin yenilmesi gereken zorluk­ ların yavaş kaynaşmanın ortaya çıkardı­ ğı güçlüklere göre çok daha büyük oldu­ ğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, kimi araştırma grupları şimdiden ilk kaynaş­ ma reaktörünün ortaya koyacağı prob­ lemleri çözmek için çalışmaktadır.



Bir parçalanm a silahıyla bir tekm onükleer silahın karşılaştırm alı etkileri sıfır noktasından uzaklık (km)



etkilerin türü



1. 20 kilotonluk parçalanma bombası 0,750 tam yıkım 1,250 binaların yıkımı 1,600 betonlarda çatlam a 3300 12.000



çatıların uçması hafif hasarlar sınırı



2. 20 megatonluk termonükleer bomba (tahm in) 8



betonarme dışında her şey tahrip olur



8-16 16-24



yapıların yeniden inşası gerekir yapıların b ü yü k onarım lardan geçm esi gerekir uçm uş pencereler ve çatılar,



24-32



ça tlak duvarlar hâlâ otu ru la bilir yapılar, kırık camlar, u çm u ş kiremitler



32-120



dii



döteryum-trityum tepkimesi



Reaktör tıpı ne olursa olsun çözülmesi gereken teknolojik problemlerin arasında çok yüksek enerjili nötronlara dayanabi­ lecek ve malzemeleri mümkün olduğu ka­ dar az etkinleşecek bileşiklerin bulunma­ sı gelmektedir. Son yıllarda, termonükleer kaynaşmayı gerçekleştirmek üzere yapılan araştırma -geliştirme etkinliklerine bazı ülkeler (ve bu arada Türkiye de) yepyeni bir kavramla ka­ tılmışlardır Bu, plazmanın termonükleer sı­ caklıklarda oluşmasını sağlayan ve küresel bir plazma ortamı temin ettiği için de adına steromak denilen yeni bir deney düzene ğıdır. Türkiye'de Prof. Dr Sadrettin Sinman ile Doç. Dr. Ayten Sinman'ın Türkiye Atom enerjisi kurumu'nda gerçekleştirmiş olduk­ ları sferomakın ABD, Almanya ve Japon­ ya'daki benzerlerinden hem özgün ateş­ leme mekanizması (C-topu) ve hem de bu mekanizmanın sağladığı optimal pa­ rametreler (plazmanın çok yüksek karar­ lılık süresi, yüksek verim ve sıcaklık, dü­ şük kayıplar) bakımından üstün olduğu kanıtlanmıştır. Prof. Dr. Sadrettin Sinman 1988'de, bu konudaki çalışmalarından ötürü uluslararası bir ödül olan Einstein liyakat dlploması’yla ödüllendirilmiştir. TE R M O P E R İY O D İZM a. (fr. thermopĞrıodisme'den). Bot. Sıcaklığın periyodik değişmelerine karşı duyarlılık. (Bitkiler, yıl­ lık ya da günlük ritmik değişmeye karşı duyartıdır. Nitekim gece serinliğinin büyü­ me üzerinde yararlı bir etkisi olduğu söy­ lenebilir [domates]. Bazı çiçek tomurcuk­ larında [lale] uyku halinin ortadan kalkma-



kaynaşma reaktöründeki



çeşitli çevrimlerin ilke şeması



K ü lle r



buhar üreteci



(helyum)



kararlılaştırma akımı



plazma



metal simit



toroidal makine (manyetik alanın koruma etkisi)



tandem manyetik aynalı makine



manyetik aynalar



merkezi birim



geçiş bobini yansız atom demetleri (ısıtma)



TERMONÜKLEER ENERJİ



termoperiyodızm 11444 üst kapak -







v -



tapalı kapak



||



darbeye dayanıklı yumuşak conta



$



-,ı 3 |



üstünde yer alan, Güneş ışımasını soğur­ ma özelliğiyle belirginleşen ve dolayısıy­ la sıcaklığı, yükseltiyle birlikte kuvvetli bir biçimde artan bölgesi, (Yer termosferi, Yer yüzeyinin üzerinde 85 ile 600 km arasın­ da yer alır.) TE R M O S F E R İN sıf. (fr. thermospherique). Gezbil. Termosfere İlişkin.



koruyucu kap



TE R M O S İFO N a (fr. thermosiphon). Sı­ cak su elde etmeye yarayan ve bir kazan ile İçindeki borulardan oluşan aygıt. || Ter­ mosifon olayı, bir kapta ya da az çok kar­ maşık bir devrede bulunan bir akışkanın, sıcaklık farklarından kaynaklanan yoğun­ luk farklarına bağlı olarak dolaşımı olayr (Termoslfonla dolaşım eskiden, özellikle sı­ cak suyla ısıtma sistemlerinde kullanılırdı.)







Çift çeperli cam şişe



oir twtnosun kesiti



vakum



TE R M O S K O P a. (fr thermoscope) Fa. Bir sıcaklık farkının ya da değişiminin var­ lığını ve işaretini gösteren, ama değerini vermeyen ilkel diferansiyel termometre.



I . borusu



T E R M O S K O P İK sıf. (fr. thermoscopique). 1. Sıcak cisimlerin yaydığı kızılaltı ışınımı uzaktan algılama yeteneğine sahip organlara ya da aygıtlara denir. —2. Termoskopik göz, çeşitli yılanlarda başta bu­ lunan ve ısıl ışınımları algılayarak onun sı­ cakkanlı avları (kuşlar, memeliler) karan­ lıkta bulmasını sağlayan organ.



sı, soğanların nispi soğutulması ile elde edilir.)



T E R M O S T A B İL sıf. (fr. thermostabiie).



ı boşaltma



TERM O PERİYOT a. (fr. thermopénode'dan). Bot. Termoperlyodızmle bitki­ lerin gelişmesini etkileyen ardışık sıcak ya da soğuk dönem lerin her biri



ıS lLK A R A R Ll’ n ın e ş a n la m lıs ı.



TER M OSTARTER a. (fr. thermostarter' den). Oto. ısı* GÖSTERGESİ’nin eşanlam­ lısı.



TERM O PİL a. (fr. thermopile). Elektro- '^TERMOSTAT a. (fr. thermostat'dah). Sltekn. TERM O ELEKTRİK- Ç E V İR İC İ'n in eşan­



lamlısı. temöv



TERM O PLAST a. (fr thermopiaste). Polim. Kimi zaman term oplastlk m addeleri belirtmekte kullanılan terim.



TE R M O P L A S T İK sıt. (fr. thermoplastı-



que).



n



—,— t —



f m JL— „t



Polim. Isı etkisi altında eriyen ya da en azından biçlm lendlrllebilecek derece­ de yumuşayan bir polımer için kullanılır, (Poliamitlerin çoğu term oplastlk m adde­ lerdir. Termoplastik bir m a ddede makromoleküller kendi aralarında birbirlerine yalnızca ikincil bağlarla bağlanır. Genel­ likle doğrusal olan bu pollmerler, kimi za­ man dallanm alar da gösterebilir.) [Eşanl. IS ILY U M U Ş A R ]



♦ 7^* s



e



t



ş



■'artı-sıfır ya da eksi-sıfır" etkili, s m genleşmek elektromekanik termostat (sıvı ortamlardaki sıcaklığın ayarlanması ve gözetimi) 1. Kılcal boru; 2. Zar; 3. Yönerge değeri ayar mili; 4. Sabit kontak; 5, Sıvı genieşmeii kabarcık, 6. Seramikten taban levhası; 7. Omega yay; Biite üzerinde hareketli kontak



8.



a. Termoplastlk polimer.



TERM O PO Z a. (fr. thermopause'dan). Gezbil. Bir gezegen atmosferinin, term o­ sferin üst sınırına denk düşen, düşey sı­ caklık gradyanının sıfır olduğu bölgesi. (Yer termopozu, yerküre yüzeyinden orta­ lama 600 km yüksekte yer alır.) TER M OREQÜLASYOM a. (fr. thermo­



régulation).



ıS IL D Ü Z E N L E M E 'nin



eşanlam­



lısı.



TER M O R EZİS7AN S a (fr thermorésis­



tance).



Biyoklm. ıSILD İR E N Ç 'In eşanlamlı­



sı.



TERM OS a (tesc. edil a. Thermos'dan) Flz. Dış ortamdan, dış yüzeyi güm üş kap­ lı, havası boşaltılmış çift çeperli bir cam kapla ısıl olarak yalıtılmış ve koruyucu bir kapla çevrelenmiş şişe. (Bu, içindeki sıvı­ nın sıcaklığını korumaya olanak veren bir tür Dewar kabıdır.)



TERMOSFER a (fr thermosphère), üezbıl Bir gezegen atmosferinin, mezosferin



ber. Kapalı bir kaptaki sıcaklığı, ısı debi­ sine etkiyerek, önceden belirlenmiş iki de­ ğer arasında tutmaya olanak veren ayarlayıcı düzenek. (Bk. ansikl. böl.) —Isıt, havld. Diferansiyel termostat, iki sı­ caklık arasındaki farkı ölçen ve ayarlayan termostat. —Ölçbil. Su termostatı, bir suyun sıcaklı­ ğını, özellikle bir ısıtma devresi girişinde­ ki suyun sıcaklığını otomatik olarak ayar­ lamaya yarayan termostat. (Eşanl. AKUASTAT.) —Termodin. Aldığı ve verdiği ısı miktarı ne olursa olsun sıcaklığı sabit kalan sistem. (Uygulamada, ısıl sığası, temasta bulun­ duğu cisminklnden daha büyük olan bir cisim bir termostat oluşturur.) —ANSİKL. Siber. Bütün ayarlayıcılar gibi, termostat da sıcaklık sapmalarını algıla­ yan bir organ ve ısı debisine etkiyen bir etkileyiciden oluşur, istenen duyarlığa gö­ re, algılayıcı basit bir çiftmetalli şerit ya da gerçek bir sıvı ya da gaz genieşmeii ter­ mometreden oluşur. Etkileyici elektriksel, elektromekanik, pnömatlk ya da hidrolik olabilir ve artı-sıfır ya da eksi-sıfır etkiyle ya da örneksemeli biçimde çalışabilir. Bir otomobil motorunda termostat doğ­ rudan soğutma akışkanı debisini ayarla­ yan çiftmetalli bir yay üzerine monte edil­ miş bir supaptan oluşur. Bir soğutucuda termostat, bir röle aracılığıyla pompanın çalışmasına ve durmasına kumanda eden bir çiftmetaldir. Bir merkezi ısıtma donanımında, kazan termostatı, aynı şe­ kilde, artı-sıfır ya da eksi-sıfır etkiyle brüiörün çalışmasına ve durmasına kuman­ da edeı; buna karşın çevre termostatı, radyatörlerden dönen suyun kazandan gelen su içindeki oranını düzenleyen ka­ rıştırıcı vanaya etkir.



TERM OSTATIN sıt. (fr Ihermostatique). TERMOSTATLi’nın eşanlamlısı. TER M O S TATU sıt Siber Kapalı bir ha­ cim içindeki sıcaklığı, önceden belirlen mlş değerler arasında tutabilen bir aygıt ya da bir düzenek İçin kullanılır. (Eşanl.



3.



gaz brülörû için çiftmetalli termostat 1, Zar; 2. iğne; ÇıftmeiaHİ şerit, 4 Gaz çıkışı, 5. Klape, 6. Klape yayı; 7- Gaz girişi



TERMOSTATİK.)



S o ğ u t s a n . Termostattı donanım, genelliklğ metal bir çift şeritten ya da biçim de ğlştirebilen bir kapsüle bağlı bu kürecıkten oluşan ve genişleme valfinin açılıp ka­ panmasına kumanda eaer, duyarlı öğe. || Termostattı valf, buharların kızgınlık de­



recesini kompresör girişinde dar sınırlar içinde tutabilmek İçin, bir soğutma maki­ nesi buharlaştırıcısına giren soğutucu akışkan debisini otomatik olarak ayarlayan valf. T E R M O T A K T İZ M a. (fr. thermotac­ tisme) Bot. Isının etkisiyle bir organizma­ nın tümünün yer değiştirmesi. (Cıvıkmantarların plazmotları 30 - 35 °C'ın altında pozitif bir termotaktlzm [ısı kaynağına doğ­ ru yönelme] ve bu sıcaklığın üstünde ne­ gatif bir term otaktlzm (organizmanın ısı kaynağından uzaklaşması] gösterir.)



TERMOTERAPİ a. (fr. thermothérapie). Isının tedavi amacıyla kullanılması. TE R M O TR O P sıf. (fr thermotrope). Isıt­ ma yoluyla elde edilebilen sıvı kristaller için kullanılır.



TERNATE, Endonezya'da ada, Kuzey Molük takımadalarında; 106 kms; 36 000 nüf. Bir müslüman sultanlığının başkenti olan Ternate, baharat üretilen adaların en ünlülerinden biriydi. Her zaman duman­ larla çevrili etkin bir yanardağ ( 1 715 m) içermesine ve depremlerin sıklığına kar­ şın adada 500 m yükseltiye kadar yoğun biçimde tarım (mısır baharat, muz ve hin­ distancevizi) yapılır. —Ternatelimanından kopra ve küçük hindistancevizi dışsatımı gerçekleştirilir.



TERNEUZEN , Hollanda'da (Zeetand) li­ man kenti, Escaut ırmağı halicinin güney kıyısında; 33 700 nüf. Gent-Terneuzen kana lin ın girişinde. Elektrikli gereçler yapı­ mı. Kimya. T ER N İ, İtalya'da kent. U m brla'da il merkezi, Nera kıyısında; 110 020 nüf (1990) Kat kat yükselen tepeler ve dağ ­ larda yer alan kent, bir dem iryolu kavşa­ ğıdır. Dökümevl Çelik fabrikası. Kimya. Tekstil. Besin sanayisi. Antlkçağ'da. inte ramna Nahars diye anılırdı. — Terni ili, 2 122 kma; 225 719 nüf. (1989).



TERNİFİN , Muaskar'ın (Cezayir) 20 km doğusunda kum ocağı. 1954 ve 1955'te bu ocakta, Orta Pleylstosen döneminden kalma fosil İnsan kemikleri bulundu, ilkin atlanthropus olarak adlandırılan bu insan­ lar. günümüzde Homo erectus türünün örnekleri olarak görülür



T ERN O PO L, Ukrayna'da kent, bere­ ketli Vollnya platosunda, Lvov'un d oğu­ sunda; 205 000 nüf. (1989) Besin sana­ yileri (et, şeker, bira). Kâğıt. Sentetik de­ ri. Tarım makineleri. Elektronik.



TERNÔV a. (fr. terre-neuve) Büyük boy­ lu (omuz başında yükseklik 70 cm), yağ­ lanmış İzlenimi veren uzun, düz, sık kıllı, kara kehribar renkli kurtarma köpeği. (Ki­ misinin göğsünde beyaz bir leke bulunur. Boğulmakta olanları kurtarmak için en çe­ tin durumlarda bile suya atlamasını sağ­ layan bir kurtarma içgüdüsü vardır. Eşsiz karakterde sadık bir hayvandır.) T E R O F İT a. (fr. thérophyte). Bot. Raunkiaer'ln sınıflandırdığı biyolojik tiplerde BİR YILU K B İT K İ* 'nin eşanlamlısı.



T ER -O V A N ESYA N (igor), ermeni at­ let (Kiev 1938). Uzun atlamacıydı; üç kez Avrupa şampiyonu (1958, 1962 ve 1969) oldu. 1967 yılında dünya rekorunu (8,35 m) yeniledi.



T ERÖ R a. (fr. terreur; lat. terror, terrere, korkutmak'tan). Bir gücü, bir iktidarı zor­ la kabul ettirmek amacıyla sistemli bir bi­ çimde şiddet kullanma, yıldırma; tedhiş: Teröre başvurarak ayakta durabilen bir diktatör. T e rö r (Birinci). Fransız devrimi nin, Robespierre’in öncülüğündeki İsyancı Pa­ ris komünü’nün yönetimine denk düşen dönemi (10 ağustos-20 eyiül 1782); ko­ mün var olan otoriteleri etkisizleştirdi, Kilıse'ye yönelik tutuklamalara ve önlemle­ re başvurdu ve üstünkörü bir yargı düzeni getirdi. Prusya istilası ve "aristokrat komp-



Terracına losu” olasılığının yarattığı korku Eylül' kat­ liamlarına zemin hazırladı r (İkinci), Fransız devrimi'nin dönem­ lerinden bin (eylül 1793-27 temmuz 1794), Girondinler'in düşüşünden sonra, Montagnardlar'ın egemenliğinde Terör, dış düşmanlara (birinci koalisyon) ve iç düş­ manlara (Vendée ayaklanması, federalıstlerin ve kralcıların ayaklanmaları) karşı ulu­ sal savunmayı amaçladı. Kuşkulu görü lenler gözetlemeye alındı, mahkumiyetler arttı, Marie-Antoinette, Philippe Egalité ve pek çok Girondin'idam edildi. 1794'ün başlarında, Robespıerre'ın yönetiminde görevli temsilciler aracılığıyla tüm Fransa' ya yayılan Terör, sıkı bir iktisadi denetimin yanı sıra, hıristiyanlıktan sıyrılma siyaseti de güttü. Kuşkulu kişilerin mallarına elkonularak yoksullara dağıtıldı (şubat-mart 1794 kararları). Hebertçiler ve Kilise yan­ lıları bertaraf edildi. 10 haziran 1794 tarihli yasayla başlayan ve sanıkların yargılanma güvencesini kaldıran Büyük Terör, 9-Ther m id o r'd a (27 temmuz 1794) son buldu Terör döneminin bilançosu 500 000 tutuk lama ve 42 000 idam olarak tahmin edil mektedir. Tarör (Beyaz). Fransa’da, kralcıların ha­ sırcılarına karşı başlattıkları karşı devrimci hareketlere verilen ad • Birinci Beyaz Terör (mayıs-haziran 1795), Robespıerre'ın diktatörlüğünü destekle­ miş olanlara karşı yürütülen kanlı misille­ me hareketleridir Bunlar yerleşik otorite­ lerden çok, kralcılık yanlısı serüvencilerin işiydi. Şiddet hareketleri özellikle Güney -doğu’da (Lyon hapishanelerinde 8 6 kışı katledildi) ve Güney de şiddetlendi. • ikinci Beyaz Terör, 1815 yazında, Water­ loo savaşı'nın ertesinde bonapartçılar ve eski devrimcilere, hatta Devrım'i ve impa ratorluk'u genellikle desteklemiş olan protestanlara karşı yürütüldü. Marsilya, Avignon, Toulouse ve Nîmesde bazı in­ fazlar görüldü. Bulunmaz meclisin seçil­ mesinden (ağustos 1815) sonra Terör ya sal bir biçim kazandı: olağanüstü mah­ kemelerin kurulması, Yüz Gün dönemin­ de Napoléon'u desteklemiş olan subay­ ların (Ney) idamı, sürgün cezaları. Kral Bulunmaz meclis’i feshederek bu aşırılık­ lara son verdi TE R Ö R İS T sıf. (fr. terroriste'ten) Terö­ rizmle ilgili, terör yaratan. • sıf. ve a. Terörizm yanlısı, terör eylem lerine katılan; tedhişçi T E R Ö R İZ M a (fr terrorisme). Bireylerin ya da azınlıkların şiddete dayanan ve ki­ şilere, mallara ya da kurumlara yönelik si­ yasal eylemi; bu şiddet eylemlerinin tümü (Bireysel ya da ortaklaşa terörizmin çeşit­ li biçimleri [cinayet, rehine alma, patlayı­ cı yerleştirme, sabotaj vb.] olabildiği gibi, çeşitli erekleri [ülkenin bağımsızlığı, bir sı yasal rejimin devrilmesi, devlet siyasetinin bazı yönlerine itiraz vb.] de olabilir.) T e rö rle m ü c a d e le k a n u n u , terörü önlemek amacıyla çıkarılan 1 2 nisan 1991 gün ve 3713 sayılı yasa. Anayasal düzeni değiştirmeye ve ülke bütünlüğü­ nü bozmaya yönelik her türlü örgütlü ey­ lemi terör sayan yasa TCK'nın 125, 131, 146. 147, 148, 149, 156, 168, 171 ve 172. maddelerindeki suçları doğrudan, 145, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 157 ve 169 maddelerindeki suçları dolaylı olarak terör suçu sayar. Bu yasa kapsa­ mına giren suç davalarına DGM'de bakı lir. Öte yandan, yıllardan beri marksist, ırkçı ve dinci eylem ve düşünceleri ceza kapsamına alan TCK'nın 141, 142 ve 163. maddeleri ile 2932 sayılı Türkçeden başka dillerle yapılacak yayınlar hakkındaki yasa Terörle mücadele kanunuyla yürürlükten kaldırılmıştır. TER P A N D R O S , yunanlı kıtharoıdos (Antissa, Midilli, İ.Ö. 710 a doğr). Sparta ya yerleşip kithara eşliğinde yapılan şan okulunu kurdu ve 676'da Karneia, sonra dört kez art arda Pythia yarışmalarında bi­



rincilik ödülü kazandı, Obür buluşları ara­ sında, ilişik yeditellinin ayrık sekiztelli ola­ rak geliştirilmesi, 7 telli lir, kithara eşliğin­ deki nomoslar ve skholionlar (sofra şarkı­ ları) sayılabilir.



T ER PEN a. (fr. terpöne, alm. Terpene, Terpentın, terebentin'den). Org. kim. 1. eşanlamlısı. —2. Biçim­ sel olarak pek çok izopren molekülünden yoğuşma tepkimesi sonunda oluşan ve genel formülü (C5H ^ n olan bileşikler ile bunların türevlerine verilen genel ad. —Parf. Terpen giderme bölümsel damıt­ ma yoluyla bir esanstan terpensel hidro­ karbonların bir kısmını uzaklaştırmaya da­ yanan işlem. —ANSİKL Terpenler, doğal organik bile­ şiklerin çok önemli bir sınıfını oluşturur. Terpenlerın, XX. yy.'ın başında WallaclY ın sandığı gibi pek çok izopren molekü­ lünün yoğuşma tepkimesi sonunda değil, F. Lynen’ın kanıtladığı gibi dimetilalil pirofosfatın ızopentenıl pırofosfatla gerektiğin­ de birçok kez yinelenen yoğuşma tepki­ mesine girmesiyle oluştuğu bugün artık bilinmektedir: M O N O T E R P E N 'in



0 P „0 „H ,



I CH,



H.C



\



HjC



/



( = C H



t



rc



C



/



I — CH



/



II,t



\



H 3(



C H ,



0 P ,0 ,H ,



ızopentenıl pirofosfat



dimetilalil pırofosfat



H .C



»



CH,



\ / I =111 /



H,C



CH,



\



C: /



H ,C



-t H



I



>*>h



‘ \



, CH ,f-



O



',(> ,H ,



TERPİN EO L a. (fr. terpınĞol). Org. kim Terpınden kısmen su giderilerek elde edi­ len C 10FI,eO formülünde monoterpensel alkol.



TERPİNO L



a.



(fr. terpinot). Org. kim



T E R P İN 'in e ş a n la m lıs ı.



TERPİNO LEN a. (fr. terpinolöne). Org. kim. Terpin, terpineol ya da ökaliptolden su giderilerek elde edilen C 10H 16 formü­ lünde monoterpensel hidrokarbon.



TERPO LİM ER a (fr terpolymöre) Polim. Üç değişik tipte birim monomerden oluşan eşpolimer.



TER PSİK H O R A , Dans'ın, dramatik Koroların ve lirik Şiirin esin perisi. Sim­ gesi lirdir. Kimi zaman sirenlerin anası ola­ rak kabul edilir. Boron dağı eteğinde tarihöncesi buluntu yeri. 1950 den başlayarak burada, acheul kültürünün birbirini izleyen 26 yerleşim katmanında kazı yapıldı En eski katman­ lara, bugünkü deniz kıyısından yaklaşık yirmi metre yüksekte yer alan eski kıyının kumları üzerinde rastlandı. Öbür yerleşim­ ler bugünkü kıyı boyunca ve onun geri­ sindeki kumullar üzerinde kurulmuştu. Bunlar mevsimlik avcıların konaklama yer­ leridir (yapılan incelemelerde süpürgeçalısı çiçektozlarına rastlanmıştır), iri kayalar­ la yere tutturulmuş ve kazıklarla destek­ lenmiş (bunların izlerine rastlanmıştır) dal­ lardan oluşan kulübeler her zaman oval planlıdır. Eski yerleşimlerde kurulu ocak düzeni görülmezken (buna karşılık bol miktarda kül ve odun kömürüne rastlan­ mıştır), kumuldaki kulübelerin merkezin­ de, küçük bir taş duvarla korunmuş birer ocak yer alır. Bunlar Fransa'da ve dünya­ da bilinen en eski ocaklardır (ancak, Afri­ ka'da insanların ateşi çok daha eski tarih­ lerde kullanmaya başladıkları sanılmakta­ dır). Öte yandan, taş endüstrisinin geliş me evreleri de izlenir chopperlar, sivri aletler, son olarak, levalloıs tekniğinin bi­ linmediği yongalı bir taş endüstrisi. Bu bu­ luntu yerinin yaklaşık 3 8 0 0 0 0 yıl öncesi­ ne uzandığı sanılır. Çevre koruma altına alınarak müzeye dönüştürülmüştür.



Izopentenıl pırofosfat, asetik asit meta­ bolizmasının bir ürünü olan mevalonik asit pırofosfatının ayrışması sonunda meyda­ na gelir. Terpenler, monoterpenler yani C 10H 16 genel formülündeki bir ilkörneğin türevleri, seskıterpenler yani C 15H24'ün türevleri, dıterpenler, yani C20H32'nin türevleri, triterpenler, yani C ^ H ^ 'in türevleri ve tetraterpenler, yanı C ^ H ^ 'ü n türevleri vb. ola­ rak çeşitli gruplara ayrılır. Kauçuk ve gutta -perka ise, rc'in çok yüksek bir sayıya ulaş­ tığı polıterpenlerdır [(C5 Hg)n). Terpenler başta parfüm sanayisi, boyarmadde ya­ pımı, ilaç sanayisi, hormon üretimi vb. ol­ mak üzere çok değişik alanlarda kullanı­ lır.



sıf. ve a. (ital terra cotta, pişmiş toprak). Pişmiş topraktan yapılmış, düşük ısıda pi şirilmiş, sırsız her türlü yapıtın (seramik, heykelcik, kandil vb.) genel adı.



T ER PEN İK sıf. (fr. terpönique). Org.



T ER RA C İN A , İtalya'da liman kenti ve



kim Terpenler ile ilgili, terpenlere değgin. —Polım. Terpenik reçine, çoğulyoğuşturma ya da polımerleştırme gibi çeşitli iş­ lemlerle terpenlerden ya da türevlerinden elde edilen sentetik reçine. (Terpenik re­ çinelerin en önemlileri abietomaleik, abietoformık, abıetoformofenolik ve abietogliseroftalık reçinelerdir.)



sayfiye yeri, Lazio'da (Latina ili). Lepini dağlarının güney eteğinde, Gaeta körfezi kıyısında; 3 6 8 0 0 nüf Alçak yamaçlarda­ ki eski kent, büyük bölümü XI.-XIII. yy.'dan kalma katedraliyle (yer döşemeleri ve mer



T ERPEN O İT a. (fr. terpĞnoide). Org kim. Terpen türevlerine, özellikle de hid­ rokarbon olmayan terpen türevlerine ve­ rilen genel ad.



TER -PETR O SYA N (Simon Arşakovıç) -



11445



T E R R A AMATA, Fransa'da, Nıce'te,



H



W



Formülleri C 10H ,6 olan monoterpensel üç hidrokarbona verilen genel ad. — ANSİKL. a , (3 ve 7 olmak üzere üç çeşit terpinen vardır, a ve 7 terpinenler pek çok esansta karışım halinde bulunur ve 180 °C'a doğru liıynayan limon kokusundaki doğal terpinenleri oluşturur; 173 °C'ta kaynayan 0 -terpinense yalnız kimyasal yolla elde edilir.



KAM O.



TER PİG O R EV (Sergey Nikoiayevıç) — A tav a



TERPİN a (fr. terpıne). Org, kim. Formü­ lü C 10H20O2 olan monoterpensel dialkol; terebentin esansının asitli ortamda hıdratlanması sonunda elde edilir ve balgam söktürücü olarak kullanılır. (Eşanl. TERPİNO L.)



TERPİN EN a. (fr. terpinöne). Org. kim.



T ER R A COTTA ya da TERRACOTTA



C ft. L e n a r s



Terra Amata acheul kültüründen yeniden kurulmuş bir avcı kulübesi



Terracina mer ambon) Ortaçağ özelliklerini korur; katedral, roma döneminden kalma yapı­ ların üstünde inşa edilmiştir. Modern kent denize kadar via Appia boyunca uzanır. SantAngelo dağında iupiter Anxur tapınağı'nın kalıntıları. Şarapçılık ve sebze ye­ tiştiriciliği merkezi. Balıkçılık. Besin sana­ yileri. Elektrik gereçleri, —Tar. Terracina, Anxur adı altında, Volsci halkının başkenti oldu. İ.Ö. 406’da Roma­ lılar tarafından ele geçirildi. İ.Ö. 329’da ko­ loni oldu. Via Appia üzerinde yer alması ve bir limanı bulunması nedeniyle Roma aristokrasisinin gözde tatil yerlerinden bi­ ri durumuna geldi. Augustus, Galba, Domitianus ve Traıanus tarafından güzelleş­ tirildi. Liman, Antoninus Pius tarafından yaptırıldı. Theodorich burada bir saray yaptırttı.



11446



T ERRAC İN İ (Umberto Elıa), Italyan si­ yaset adamı (Cenova 1895-Roma 1983). 1916'da Sosyalist parti ye girdi, savaşa karşı çıkması nedeniyle tutuklandı. 1919 başına kadar silah altında tutuldu, 1919 da Torino’da Gramsci, Tasça ve Togliatti ile birlikte Ordine nuovo'nun kurucuları ara­ sında yer aldı. 1920 de İtalyan sosyalist partısi'nın (PSİ) yönetim kurulu, ardından Livorno kongresi’nde (ocak 1921) PSİ'nin bölünmesinden sonra İtalyan komünist partisi (PCİ) merkez komite üyeliğine ge­ tirildi, aynı yıl Rusya'ya giderek Komünist enternasyonal yöneticilerinden biri oldu. Dört yıl Moskova'da kaldıktan sonra İtal­ ya'ya dönünce, ağustos 1926 da faşist po­ lis tarafından tutuklanıncaya kadar Mila­ no’da L'Unitâ gazetesini yönetti. Hapse mahkûm oldu, 1937’de bağışlandı, Pon­ za adasına, ardından Ventotene adasına sürüldü. Müttefik çıkarmasından sonra ağustos 1943’te serbest bırakılınca Dire­ nişe katıldı. Ocak 1946 da PCİ'nin yöne­ timine seçildi ve 1966'ya kadar yönetim­ de kaldı. 1946-1948 arasında milletvekil­ liği, 1948'den başlayarak senatörlük, 1947'de Parlamento başkanlığı yaptı.



TERRACOTTA



-



TERRA COTTA



T ER RA FERM A DEVLETİ, ıtal. Statı dı terraferma, İtalya yarımadasında, Venedik devleti başkentinin kurulduğu adalara ve denizkulaklarına karşıt olarak Venedik Cumhuriyeti ndeki illere verilen ad



T E R R A F U S C A a (ıtal söze ). Yerbil. Ilı­ man bölgelerde kireçli yaylaların killi kah­ verengi toprağı.



TERRAG N İ (Gıuseppe), İtalyan mimar ve gazeteci (Meda, Milano yakınında, ■1904 - Como 1943). Öğrenimini Milano’ da tamamladı, Gruppo 7"'ye katıldı ve akademik geleneğe karşı mücadelede yer aldı. Como'da yaptığı konut binası N o vocomum'dan (1927) başlayarak, daha ■çok yüzeysel birleştirmelere önem veren uluslararası üsluptan farklılaşan bir plas­ tik arayışına yöneldi. Como'daki Casa del fasc/o’da(1932-1936, bugün Halkevi), ge­ nel hacmin katılığına karşın, villalarında da görülen bir canlılık isteği dikkati çeker. Büsbütün koparmamakla birlikte, uluslara­ rası modernizmin dışında kalmaya özen gösteren faşist Terragni, sanatçıların Birin­ ci Dünya savaşı'nın sonuçları nedeniyle uğradıkları tinsel bunalıma tanıklık eder.



TERRAM ARA a. (ferca, toprak ve mar­ na, marn'dan bozularak oluşturulmuş ital. söze ). Kazıklar üzerinde anıa karada, ço­ ğunlukla göl kıyısında (palafitta) kurulmuş tarihöncesi yerleşme. (Kuzey İtalya'da ve Fransa'nın güneyinde terramaraların izlerine rastlanır. Buralarda Yenitaş dönemin­ de ve Tunç çağında oturulmuştur.)



iç -tm açılar (Air', Ay'ı ve (Bur, Bzj (Ay, A»'|ve[Bz', ar| dış-tmaçiaf |A», Ay ] ve (Bur', Bz') (A», V I «(Bar', Bz)



Y arra N ova, Kanada’da ulusal park, Newfoundland adasının doğu kıyısında; yaklş. 40 000 ha’lık bir alan kaplar.



TERRARİUM a. (fr. söze.). Bir sürüngen, örümcek, böcek ya da başka kara hay­ vanı topluluğunu canlı tutmak ve yetiştir­ mek için, toprak, taş, bitki vb.’yle gerçek­ leştirilen tesis



TER RA -RO SSA a (ital terra-rossa, kır­ mızı toprak). Yerbil. Kirecin çözünmesiy­ le oluşan, artık kilin karstik kökenli çukur­ lar içinde derişmesine neden olan ve Ak­ deniz ikliminde sıkça rastlanan kırmızı kil.



T ER RA SSA



-



TARRASA.



TERRAT (Joseph Marie), fransız kilise ve devlet adamı (Boën 1715-Paris 1778). Pa­ ris parlamentosu nda danışman papazdı (1736), Louis XV tarafından Maliye genel denetmenliğine (aralık 1769) ve Devlet ba­ kanlığına (1770) getirildi. 1770'te 60 mil­ yon olduğu düşünülen açığı kapatmak için kısa süreli çarelere başvurdu ve re­ formlara girişti, iktisadı alanda düzenleme yanlısıydı; tahıl dışsatımını (1770) ve kral­ lık içinde tahıl ticaretini (1771) yasaklaya­ rak buğday stokları oluşturmaya girişme­ si, kral yararına tahıl ticareti tekeli kurmak istemekle suçlanmasına yol açtı. Halkın gözünden iyice düşmesi üzerine Louis XVI kendisini görevden uzaklaştırarak (24 ağustos 1774) yerine Turgot'yu getirdi.



TER R Ä Y (Lionel), fransız dağcı (Greno­ ble 1921-Vercors 1965). ikinci Dünya savaşı’nın ertesinde rehber oldu ve L. Lachenal ile Alpler’in bütün büyük güzergâh­ larını rekor bir sürede tırmanarak döne­ min en güçlü dağcı ekibini oluşturdu. Bir kazada öldü. TER RA ZZO a. (lat. terracium, ıtal. terrazzo). inş. -» PALLADYEN.



T ER REBO N N E, Kanada’da kent. Québec'te, Montréal'in K.’inde; 11 200 nüf.



T E R R E HAUTE, ABD'de (Indiana) kent, Wabash ırmağı kıyısında, indianapolıs'in B.-G.-B.sında. 61 100 nüf. indiana kömürü ve petrolüne yakınlığı sayesin­ de kentte sanayi gelişmiştir yapı gereç­ leri, silah, motor, tekstil ve hazırgıyım, kırcı­ ya ve besin sanayileri.



TER R E-N E U V E



-



NEWFOUNDLAND.



T E R R İ d a ğ ı, İsviçre'de (Bern kantonu) dağ, Doubs’un sağ kıyısında; 807 m. 1789 Fransız devrimi sırasında mont Ter­ rible olarak değiştirilen adı, merkezi Porrentruy olan bir fransız département'ma verildi.



TERRİCOLA a Toprakta yaşayan halkalısolucanlar takımı.



-1981) g e ç ti. Dance Encyclopaedia' nın yazımına katıldı ve dans üstüne çok sayıda yapıt verdi: Ballet in Action (1954), Miss Ruth (Ruth Saint Denis’in yaşamöyküsü, 1969), Ballet: A Pictorial History (1971), Father of Modem Dance (Ted Shawn'in yaşamöyküsü. 1973).



T E R S sıf. 1. Bakılan, kullanılan tarafa kar­ şıt olan: Sigarayı ters tarafından yakmak. Kumaşın ters yüzü. —2. Uygun olmayan; aksi: Ters bir iş. Ters bir zamanda gelmek. —3. Yanlış, gidilmesi gerekene karşıt olan: Ters yol. Ters yönden gitmek. — 4. Birbirine, bir başkasına karşıt olan; zıt, ak­ si: Birbirine ters görüşler ileri sürmek. —5. Kırıcı, geçimsiz, aksi kimse; onun bu özelliğini belirten bir şey için kullanılır: Ters bir insandır, ne yapacağı hiç belli olmaz. Ters suratlı bir adam Ters bir yanıt. —6. Ters tarafından kalkmak, aksiliği, huysuz­ luğu üzerinde olmak. —-Arit., Ceb., Küm. kur., Geom. EVRİK’in eşanlamlısı. —Ceb. Bir a elemanının ters işaretlisi, a İle a ' ün birbirinin tersi olduğu a ' elema­ nına, varsa, verilen ad. [a nın ters işaretli­ si genellikle ( - a) ile gösterilir] || Toplama ile gösterilen ve bir e etkisiz elemanı bulunan bir iç işlemle donatılmış bir E kümesinin ters elemanları, E nin a + a ' = a ' + a - e eşitliklerini gerçekleyen a ve a ’ eleman­ ları. (a ve a ' toplama için bakışımlıdır.) —Dağc. Ters balkon, dik kaya üzerindeki büyük çıkıntı. Ters balkon ancak yapay tır­ manmayla aşılabilir. — Dilbil. Ters çevirme, bir cü m len in y a d a tü m cen in sözcüklerim alışılm ış, b e k len e n , o la ğ a n s a y ıla n s ıra d a n b a ş k a bir sıra y a so k a n y a p ı. (Örn. Güzeldi bu kızda, an latım sallık a ra y ışın d a n k a y n a k la n a n , iste­ ğ e b a ğ lı bir te rs ç e v irm e vardır.) — Foto. Ters ışık, b a k ış a ç ıs ın a ters a ç ıd a n g e le n ışık, ( tş a n l. KO N T RJU R ) || Ters ay­ dınlatma, ışığı a rk a d a n y a d a elverişsiz bir k o ş u ld a verm e. —Fo togram . Ters paralaks, s a ğ resm in sol g öze, sol resm in s a ğ g ö z e ayn ı a n d a g ö s ­ terilm esi h alin de, resim ler ü zerin d eki kar­ şılıklı noktaların d o ğ a d a k i g e r ç e k d e rin ­ liklerini te rs y ö n d e o lu ştu ran (çu k u rlu k la­ rın te p e , te p e le rin ç u k u rlu k o la ra k g ö rü l­ m esi) p arala k s. —Geom. Ters yerdeğıştırim. DOĞRUDAN O lm a y a n İZOMETRİ' nin eşanlamlısı. || Dış



-ters açılat, [Ax) ve [Ex'), (AB) doğrusun­ da bulunan ayrık (yabancı) yarıdoğrular olmak ve [Ay) ile [Bz') ün her biri de (AB) nin belirlediği yarıdüzlemlerin birinde bu­ lunmak üzere (Ax, Ay] ve (Bx'. Bz') yarıdoğru çiftleri. ([Ay) ve [Bz') ün taşıyıcıları koşutsa, (Ax, Ay) ve (Bx', Bz'] aynı bir ge­ ometrik açının temsilcileridir, dolayısıyla ortak ölçüleri aynıdır.) || Iç-ters açılar, (Ax') ve [Bx), (AB) doğrusunda bulunan yarıT E R R Y (Ellen), İngiliz kadın oyuncu (Co­ doğrular ve arakesitleri AB doğru parça­ ventry 1847-Small Hythe, Kent, 1928). sı olmak ve [A y') ile [Bz) nin her biri (AB) Kendisini tiyatroya adamış bir ailenin kı­ nin belirlediği yarıdüzlemlerin birinde bu­ zıydı. Sahne sanatlarının her türünde çok lunmak üzere (Ax', A y ' ] ve (Bx, Bz) yabaşarılı oldu: yönetim, sahneye koyma, rıdoğru çiftleri. ([Ay') ve [Bz) nin taşıyıcı­ yorum. Biz yaz gecesi rüyası (Ophelia) ları koşutsa [Ay'. A x ') ve (Bz, Bx) aynı bir [1878], Othello (Desdemona) [1881], B o geometrik açının temsilcileridir ve dolayımeo ve Juliet (1882) ve Kral Lear'deki . sıyla ortak ölçüleri aynıdır) (Cordelia) [1892] yorumları tiyatro yaşamı­ —Have. Ters uçuş, uçağı ters döndürerek na damgasını vurdu. Oğlu Edward Gor­ yapilan uçuş. don Craig de tiyatro yönetmeni oldu. —Hidrol. Ters akıntı, ana akıntıya ters yön­ de ilerleyen akıntı. T E R R Y (Charles Sanford), İngiliz müzik —Je o m o rfo l. Ters engebe, TERSELM E' yazarı (Newport Pagnell 1864-Westerton EN GEBESİ'nin e şa n la m lısı. of Pitfodels, Aberdeen yakınları, 1936). Aberdeen üniversitesi'ııde tarih profesörü —Kardiyol. Büyük damarların ters yerle­ oldu, kendisini J. S. Bach'ı incelemeye şimi, aortun sağ karıncıktan ve ateiğer adadı, 1915 yılından ölümüne dek bu ko­ atardamarının sol karıncıktan çıkması bi­ nuda ona yakın yapıt ortaya koyup, Spitçiminde görülen doğuştan dolaşım ano­ ta'dan sonra J. S. Bach'ın yapıtlarının ta­ malisi. (Doğumdan hemen sonra şiddetli nıtılmasına katkıda bulundu. bir morartıya ve kısa zamanda ölümcül bir kalp yetmezliğine neden olur. Ameliyatla T E R R Y (Walter), amerikan dans eleştir­ düzeltilebilir.) meni ve yazar (New York 1913 - ay y. —Küm. kur. A dan B üzerine birebir bir 1982). Meslek yaşamına Boston Herald' f uygulamasının ters uygulaması, B den da başladı (1936-1939). 1939'dan 1966' A üzerine, B nin her elemanının file elde ya kadar New York Herald Tribune’ùn edilen görüntüsü kendi aslı olan (f~1 ile dans eleştirmeni ve yazı işleri müdürü ol­ gösterilen) g uygulaması. || Ters bağıntı, du, sonra World Journal Tribune'e, da­ bir R ikili bağıntısı için: ha sonra da Saturday Review’s (1967



T E R R İS S (William Charles James LE-



WiN, William — denir), İngiliz oyuncu (Londra 1847 ay. y. 1897), XIX. yy. sonu İngiliz sahnesinin en saygın yıldızlarından biridir (Breezy Bill de denir). Romeo'ya ve Nicholas Nickleby'ye getirdiği yorum lar örnek olarak gösterilir. Büyük başarı­ lar sağladığı Adelphi Theatre'dan çıkarken bir deli tarafından öldürüldü.



tersane (x, y) e R ~(y. x) e S biçiminde de tanımlanan S ikili bağıntısı. —Mat. çözlm. Bir f fonksiyonunun ters fonksiyonu, I nin kendi tanım bölgesiyle kısıtlaması birebir olduğunda, gerçekten bir fonksiyon olan (l~ ' ile gösterilir), t ters bağıntısı. —Oto. Ters dönme, kayma sonucu, bir ta­ şıtın bulunduğu doğrultuya ters yönde kendi ekseni çevresinde aniden dönme­ si. —Patol. Ters yerleşim, bazı organların de­ ğişik yerde olması. (Özellikle içorganlarda görülür ve sözkonusu organ normal­ de bulunması gereken yerin karşı tarafın­ da bulunur.) —Spor. Ters vuruş, teniste ve masatenisinde sağ elle oynayanın sola, sol elle oyna­ yanın sağa yaptığı vuruş. —Tekst. Ters örgü, ipliklerin normal büküm yönüne ters doğrultuda yapılan armûr. —Topogr. Ters semt açısı, bir gözlem doğ­ rultusuyla Lambert kuzeyi arasında kalan, saat akrep ve yelkovanı deviniminin ters yönünde ölçülen açı. (Bir doğrultunun ters semt açısı ve semt açısı, birbirlerini 400 grad ya da 360 dereceye tamamlar.) —Yerbil. Eğimi, etkilediği oluşumların eği­ minin ters yönünde olan bir kırık için kul­ lanılır. || Ters kırık, üst bölümü, bindirdiği alt bölüme göre daha yüksekte olan eğik fay. (NORMAL- KIRlK'ın karşıtıdır) || Ters ka­ nat, devrik ya da yatık bir kıvrımda, en es­ ki katmanların, en yeni katmanların üstün­ de yer alarak bir ters dizi oluşturduğu ka­ nat. —Yumş. bil. Genel kuralın tersine, sargısı sola doğru sarılan yumuşakça kavkısı için kullanılır. (Yani hayali bir yumuşakça ele alındığında, hayvan kavkının içinde tepe­ den ağza doğru dolanarak inerken kavkı ekseni [kolumela] hep onun solunda ka­ lacak demektir. Ters sargılı bireylere, sarmallığı normalde sağa doğru olan birçok türde rastlanır; öte yandan, bazı ender cinslerin [Physe, Clausilia] bütün bireyleri ters sargılı olur.) ♦ a. 1. Bir şeyin bakılan, kullanılan yü­ züne karşıt olan yüzü: Kumaşın, kâğıdın tersi. Halının tersi. —2. Kesici bir aygıtın kesmeyen yanı: Bıçağın, çakının tersi.' —3. Bir şeyin karşıtı durumunda olan şey: Tersi kanıtlanmadıkça söylenenleri doğru kabul etmeliyiz. —4. Tersi dönmek, gide­ ceği yönü ve bulunduğu yeri şaşırmak. || Tersinden okumak, yanlış okumak. || (Bir şeyin) tersine, karşıt bir biçimde, aksine: Beklediğimin tersine kolay bir sınavdı. || (Bir şeyi) tersine çevirmek, içini dışına çe­ virmek; olumsuz duruma sokmak, || Ter­ sine dönmek, bir iş ya da durum sözkonusuysa, beklendiği, umulduğu gibi ger­ çekleşmemek, umulanın aksi olmak: Sen gidince her şey tersine döndü. || Tersine gitmek, bir iş ya da durum tasarlandığı, düşünüldüğü gibi gerçekleşmemek; bir durumdan hoşlanmamak, aykırı gelmek: Kızların satıcılık yapması önceleri benim de tersime giderdi. |] Elin tersi, avuç içinin karşıt yüzü. —Mat. çözlm. Bir S tam serisinin tersi, T(0) = 0 ve S°T=I dan T tam serisi; bu seri ancak ve ancak S(0)=0 ve S '(0 )* 0 ise vardır ve bir tanedir. (S nin yakınsaklık ya­ rıçapı sıfır değilse T ninki de sıfır değildir.) —Nöroi. Tersine iletim, bir maddenin bir aksonda sinir akışının gidiş yönüne aykı­ rı, yani uç dallardan dendritlere doğru ile­ tilmesi. ♦ be. 1. Normal olana karşıt yönde; dı­ şı içe gelecek biçimde; üstü aşağıya ya da önü arkaya dönük olarak. Ayakkabıla­ rını ters giymek. Çorabının birini ters giy­ mişsin. Ters asılmış bir tablo. Gazeteyi ters tutmak. —2. Doğru dmayan bir biçimde; yanlış: Bu fikir bana çek ters geliyor. Söz­ lerim ters anlaşıldı. —3. Umulanın aksi­ ne, aksi: Bugünlerde her ışım ters gidiyor. —4. Kırıcı, sert bir biçimde; aksi: Bir kim­



seyle ters konuşmak. Bir kimseye ters davranmak, ters bakmak. || Ters düşmek, ■ aykırı durumda dmak, karşıt olmak: Bu konuda size ters düşmek istemezdim. || Ters pers, düzelemeyecek ölçüde ters bir konumda olan: işlerim öylesine ters pers kı, anlatamam. || Ters pürs olmak, yüzü­ koyun yere kapaklanmak; düzelmesi ola­ naksız bir duruma düşmek. || Ters ters, ak­ si aksi: Ters ters yanıtlar vermeye başla­ dı. || Ters ters bakmak, kızgın, öfkeli bir bi­ çimde bakmak: Niye öyle ters ters bakı­ yorsun? || Ters türs, özensizce, düzgün ola­ mayan biçimde: Üzerlerinden çıkardıkla­ rını sağa sola ters türs atmışlar; doğru dü­ rüst gitmeyen, iyi ve düzgün işlemeyen: Bu ters türs yönetimle iyi bir sonuç alın­ maz. —Teknol. Ters çevirmek, bir devingenin hareketine, bir akışkanın akışına, bir elek­ trik akımına vb.'ye, başlangıçtakine zıt bir yön vermek.



TERS a. Hayvan pisliği. TERS a. (fars. ters). Esk. 1. Korku. —2. Ters-engız, korkutan, korku verici.



TERS- önek. Karşıtlığı ya da karşıt eylemi belirtmek için birçok sözcüğün bileşiminde yer alır.



TERSA a. (fars. tersa). Esk. 1. Hıristiyan. —2. Tersa-beçe



-



TERSA BEÇE



TERSABEÇE a. (fars. tersa ve beçe’den tersa-beçe). Esk. Hıristiyan çocuğu. —Tasav. Manevi âlemde en yüksek dere­ cede olan kişi, mürşid-i kâmil (olgun önder).



TERSAKAN çayı, Orta Karadeniz bö­ lümünün iç kesiminde, akarsu; yaklaşık 90 km. Yeşilırmak'a kavuşmak için çizdiği il­ ginç yay ile ünlü. Lâdik'in G.-D.'sunda, yükseltisi 1 500 m'yi aşan Karaömer da­ ğından inen kolların beslediği Lâdik gö­ lünden, menderesler çizen gömük bir va­ diyi izleyerek çıkar; tektonik bir çukur bo­ yunca bir süre B.'ya doğru aktıktan son­ ra Havza'dan geçerek G.'ye döner; Sulu­ ova'da Solhan çayı ile birleşerek D.’ya yö­ nelir ve Amasya yakınında dar bir boğazı aşarak Yeşilırmak'a kavuşur. Yağmur ve kar suları ile beslenir. 18 yıllık gözlemlere göre ortalama akımı 3,9 m3/sn; en çok martta (ort. 14,7 m3/sn), en az ağustosta (1,2 m3/sn) su geçirir.



TERSAKAN g ö lü -



T e r s İSh a n gölü.



TERSAKINTI a. Denizbıl. Ana akıntıya komşu ve ters yönde olan deniz akıntısı. (Tersakıntı, bir alt akıntı konumunda da olabilir. Sözgelimi ekvator tersakıntısı.) || akıntının bir engele çarpıp geri dönme­ siyle oluşan deniz akıntısı.



TERSALİZE a Alize rüzgârlarıyla aynı yerlerde ama ters yönde ilerleyen hava akımı.



TERSAN sıt. (fars. tersân). Esk. 1. Kor­ kak, korkan. —2. Tersan tersan, çekine­ rek, korka korka.



TERSANE a. (ital. darsena; ar. dar üs -şınSa'dan). Ticaret ve savaş gemilerinin inşa edildiği, bakım ve onarımlarının ya­ pıldığı, yüzer ve/ya da kuru havuzlar, in­ şa ve indirme kızakları ve gemi için ge­ rekli donanımlar yapan fabrikalar içeren, geniş bir alana kurulmuş tesis —Ask. denize. Tersane nöbetçisi, bir ter­ sanenin giriş-çıkış yerleri ile kimi bölüm­ lerinde gözcülük yapan yeminli askeri me­ mur. — Ikt. tar. Tersane bedeiiyesi, OsmanlIlar döneminde. Tanzimat'tan önce gemilerde kürek çeken, yelken açıp toplayanların üc­ retlerini karşılamak üzere halktan topianan vergiye verilen ad.|| Tersane sergisi, tersa­ nede çalışanların ücretlerine ilişkin hesap­ ların tutulduğu cetvellere verilen ad. || Ter­



sane âmire hâzinesi, tersanenin para iş­ lerinin düzenlendiği vezne. —Kur. tar. Denizcilik işlerinin yönetildiği yer. || Tersane ağası, Osmanlılar'da, tersa­ nenin en büyük memuru, kaptanpaşanın tersanedeki vekili. || Tersane ambar nazı­ rı, tersane ambarına giren çıkan malze­ meyi deftere işleyen görevli. || Tersane am­ barlar emim, tersane malzemelerinin bu­ lunduğu ambarların hesaplarını tutan ve denetleyen görevli. || Tersane başçavuşu, tersanenin güvenliğini ve disiplinini sağ­ layan kimse. (Emrinde divanhane çavuş­ ları denilen çavuşlar bulunurdu.) (| Tersa­ ne başmimarı, Osmanlılar'da, tersanede inşa edilen gemilerin planlarını hazırlayan ve yapımlarını denetleyen mimar. (Emrin­ de dört yüz marangoz, on mimar bulunur; görevinin simgesi olarak elinde gümüş başlı bir baston taşırdı.) || Tersane defter emini, Kaptanpaşa eyaletindeki sancak­ ların tımarlı sipahilerinin defterlerini tut­ makla yükümlü görevli. (Tersane reisine bağlıydılar. Maiyetindeki defter kethüda: sı ve kâtipleri günlük işlemleri yaparlar ve tevcihleri [tımar ve zeametlerin dağıtımı] Divanı hümayun rüus kalemine bildirirler­ di.) || Tersane halkı, Osmanlılar'da. savaş gemilerinde çalışan kaptanlar, reisler, ka­ lafatçılar, dümenciler, humbaracılar, yel­ kenciler ve diğer görevliler için kullanılan deyim. || Tersane kâtipleri, tersanedeki ke­ reste mahzenindeki kerestelerin ve öteki araç gereçlerin hesabını tutmakla yüküm­ lü görevli. || Tersane kethüdası, tersanenin kaptanpaşadan sonra gelen en büyük amiri. (Azaprelsi vardiyanbaşı olduktan sonra sırasıyla kaptanlığa, baştarde kap­ tanlığına ve tersane kethüdalığına yükse­ lirdi. Tersane kethüdası altı çifte kayığa bi­ ner, görevinin simgesi olarak elinde hint kamışından yapılmış mavi bir asa taşır, pa­ dişahın boğaz gezintilerinde baştardenin dümenini tutardı. XVII. yy.'dan sonra derya" beyleri arasından da tersane ket­ hüdası seçilmeye başlandı.)! Tersane mu­ hafızları, tersanede kızağa çekilmiş, ona­ rım için yatan gemileri korumakla yüküm­ lü görevliler. (Mandacı da denilen bu gö­ revliler, sabaha kadar tersane rıhtımında kol gezerlerdi.) || Tersane müdürü, tersa­ nede parasal işleri yönetmekle yükümlü görevli, (imparatorluğun son dönemlerin­ de tersane defter eminlerine de tersane müdürü denildi.) || Tersane reisi, tersane­ deki üst düzey görevlilerinden biri. (Ter­ sanenin tımar ve zeametleri ile ilgili iş ve işlemleri izleyip denetler, defter kethüda­ sı ile defter emini onun buyruğunda çalı­ şırlardı.) || Tersane ricali, kaptanpaşadan sonra gelen ve tersane emini, tersane ket­ hüdası, tersane ağası, liman reisi, tersa­ ne kâtibi, tersane reisi ve tersane defter emminden oluşan üst düzey görevlilerine verilen ortak ad. || Tersane ruznamçecisı, tersanenin günlük gelir ve giderlerini tut­ makla yükümlü görevli. || Tersane tımar si­ pahisi, Kaptanpaşa eyaleti'ndekı tımar sa­ hiplerine verilen ad. (Bunlar, tımarlarının gelirlerine karşılık donanmada hizmet ve­ rirlerdi.)! Tersaneı âmire, İstanbul'u aldık­ tan sonra Fatih Sultan Mehmet'in Ha­ liç'te Aynalıkavak'ta yaptırdığı tersane. || Tersanei âmire emini, tersanenin parasal işlerini yönetmekle yükümlü görevii. (Bun­ lar tersane emini adıyla da anılır, yapımı tamamlanan gemileri mühimmatlarıyla birlikte kaptanına teslim eder, liman def­ terine kayıt işlerini yapar, kayıt işleminin bir suretini kaptanpaşaya, bir suretini de def­ terdara verirlerdi.) —Ölçbil. Tersane zirası, eskiden tersane­ lerde kullanılan bir ölçü birimi. (Bir tersa­ ne zırası yirmi yedi parmak uzunluğundayken, bir mimari zirası [zira-ı mimari] yir­ mi dört parmaktı.) — A N S İ K L Türkiye'de kurulu tersaneler ka­ mu ve özel kesime ait olmak üzere ikiye ayrılır: kamu tersaneleri, Ulaştırma bakanlığı'nın bir kuruluşu olan Gemi sanayi aş'



11447



Gelibolu ve Haliç tersanelerinden baş ka OsmanlIlar Mısır'a ve Kızıldanız kıyılan na egemen olduktan sonra portekız saldı ularını önlemek için Süveyş vo Mısıı kap tenliği adıyla bağımsız bir kaptanlık oluş (urdular Süveyşe bir tersane kurdular Ay­ rıca, Macaristan osmanlı egemenliğine gı rınce Tuna nehrinde de bir donanma (in ce donarıma) yapıldı ve Tuna kaptanlığı ku ruldu Tuna kaptanlığı, bin Vıdın'e kadar öteki Vidin'den Budın eyaletine kadar uza nan ıkı bölgeyi içeriyordu. OsmanlIlar XVI yy.'ın ikinci yarısında Basıa ve çevresini kolumak amacıyla Birecik'te bu tersane ku­ rarak nehir gemileri inşa ettiler. XVIII, yy. or­ talarına doğru aynı tersanede Fırat nehri için hafif bir filo kurdular. (-* Kayn)



T E R SA N E a d a s ı, antik Telandrla, G



tersajıe Haliç-islilM



ye bağlı olarak çalışan Alaybey*, Camialti*, Haliç*, ve Pendik* tersaneleri ile De niz kuvvetleri komutanlığına bağlı olarak çalışan Gölcük* ve Taşkızak* tersaneleri­ dir. 1993 yılı haziran ayı itibariyle, Türki­ ye'de, 6'sı kamu kesiminde (Pendik ter­ sanesi 1981 yılında işletmeye açıldı), 29'u özel kesimde çalışan toplam 35 ter sane faaliyet göstermektedir. Kamu kesi­ minde yaklaşık 4 000 ücretli çalışmakta­ dır. Çelik işleme kapasitesi kamu kesi­ minde 42 000 ton/yıl, özel kesimde ise 480 000 torı/yıl'dır. (-* G E M İ* Y A P IM VE O N A R IM S A N A Y İ S İ.)



tsfsdömış



—Tar. Anadolu Selçuklu sultanı Alaettin Keykubat I Alanya' yı ele geçirdikten (1221) sonra Selçuklu sultanları kenti kış lık başkent, donanma üssü ve tersane ola rak kullandılar OsmanlIlar ın ilk dönem­ lerinde İzmit, Karamürsel ve Edıncik le ku çük gemi yapım ve bakım yerleri vardı. İlk osmanlı tersanesi Yıldırım Bayezil döne mınde (1389-1402) Saruca Paşa nin dene tim ve gözetiminde Gelibolu'da yapıldı Burada, gemi yapımı dışında donanma levazımı için depolar, peksimet fırınları, cebehane ve donanma için gerekli her şey vardı. Gelibolu tersanesine osmanlı do­ nanmasının yerleşmesi, Bizans'ın Akde­ niz ile olan bağantısını kestiği gibi Çanak­ kale boğazı’nda türk egemenliği de güç lendi ve böylece İstanbul'un kuşatılması, Bizans'a denizden gelebilecek bir yardım için güvence altına alınmış oldu. Fatih dö neminde Gelibolu tersanesinin önemi da­ ha da arttı. Fatih, ayrıca İstanbul'u aldık­ tan (1453) sonra Haliç’te Aynalıkavak sem tinde birkaç gözden oluşan ufak bir ter­ sane yaptırdı. Yavuz Sultan Selim, Mısır seterinden İstanbul’a döndükten (1518) sonra, papa Leo X'un Osmanlılar'a karşı bir haçlı ittifakı hazırlığında bulunduğunu öğ renınce. güçlü bir donanmayla Akdeniz' de üstünlüğü elde etmeyi gerekli görüp Haliç'teki büyük tersaneyi kurdu. Tersane, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566) daha da genişletildi ve kızak sayısı 200'e çıkarıldı. XVII. yy.'ın sonuyla XVIII. yy.'dan başlayarak Haliç tersanesi nde da ha çok yelkenli gemilerden üç ambarlı kal­ yon ile öteki kalyonlar yapıldı XVIII. yy.'ın son yarısında, gemi inşaatının Avrupa'da­ ki gibi ileri tekniğe uygun bir biçimde ya­ pılması amacıyla bir okul açıldı ve Avrupa1 dan gemi inşa mühendisleri getirtildi



-B. Anadolu kıyılarında, Fethiye körfezinin B sırıda G -B-K -D doğrultusunda sırala narak Sarsalık koyunu asıl körfezden ayı ran adalar dizisinin ortasında yer alan ada; 13,6 km2. Biçimi kabaca bir üçgene benzeyen bu engebeli ve yüksek kıyılar la çevrili ada, ikinci Zaman • Üçüncü Za man yaşlı dirençli kayaçlardan oluşmuştur.



H arsan * c a m isi — P lY A L E P A Ş A



C A M İ­



S İ.



T a rsa n a k o n ls r a n s ı



~*



İsta n b u l



KO N FERAN SI



rezervleri, Süt hayvanı yetiştiriciliği.



TİRBÇAU fM Aa Mak san B irpom patım m sça hfm m , normal yön* göre tara yönde çalışma (Elektriksel olarak ku­ manda edilen merkezkaç bir pompada, elektrik akımı kesildiğindi tersçalışma olu şabılır Bu durumda, ortaya çıkan bir koç darbesi ve su akımının evirtimi, pompa nin belli bit süre merkezcil türbin olarak çalışmasına yol açar.) TE R S D R A İŞ İM a Fizs. kim Başlangıç ta aynı yükseltgenme derecesinde bulu nan özdeş iki atomdan birinin daha yük sek bir yükseltgenme derecesine erişme si, diğerininse daha düşük bir yükseltgen rne derecesine inmesi biçiminde gerçek leşen kimyasal tepkime. (Eşanl O İSM U T A SYO N ) A N S İK L Tersdeğişim tepkimelerine hem organik, hem de anorganik kimyada çok ca rastlanır. Örneğin Javel suyunun olu şumu, klorun bir tersdeğişim tepkimesi­ dir: CI2+2NaOH -*NaCI+NaOCI+H20, Bu tepkimede klor, sıfır yükseltgenme dere cesinden (Cl2), - 1 (NaCI) ve + 1 (NaOCI) yükseltgenme derecelerine geçer Aynı şekilde Cannizzaro tepkimesi de karbon için bir tersdeğişim tepkimesidir: 2C6H5- C H - 0 + N a 0 H -v CçH6--C H 2- O H + C 8H5~ C 0 2Na. Bu tepkimede karbon, +1 (~-CHO) yük seltgenrne derecesinden - 1 (—CH2OH) ve +3(—C 0 2Na) yükseltgenme derece­ lerine geçer.



T E R SÂ N S Z K Y (Jözsi Jenö). macar ya­ zar (Budapeşte 1888 - ay. y. 1969). Ede bıyata Nyugat (Batı) dergisi çevresinde toplanan genç yazaılar arasında başladı. Viszontlàtâsra drâga (1916) ile macar düz TERSDKVİNİM sıt Astrol. Yörüngenin yazısının ilk barışçı örneğini verdi, ama dönme yönüne karşıt doğrultuda gerçek özellikle bir serserinin serüvenlerini dile leşen bir gezegen hareketine denir getiren romanı Katuk Marci (1942) ile ta­ nındı. A céda és a szüz (1924) ve le Chant «TIRSDÖNÛf a Havc 180°Tik bir doğ rultu değişikliğiyle yapılan hava akrobasi de la marguerite (Ir. çev.) (1929) adında figürü. (Tersdönüş, düşey bir düzlem için­ iki kitabı daha vardır. de gerçekleştirilir: uçak yükselirken yarım T E R SA S A L sıf. Opt. Merkezlenmiş op­ burguyla yörüngesinin en yüksek nokta tik bir sistemin tersasal düzlemleri. - 1 sında ters döner, sonra pike yapar ve ya­ doğrusal büyütmeli iki eşlenik düzlem için tay uçuş çizgisine dönmek içirı başlangıç kullanılır (ince bir mercek için, bu düzlem­ doğrultusuna 180°’lik bir sapmayla doğ ler bu merceğe göre bakışımlıdır ve odak rulur) uzaklığının iki katı uzaklıkta bulunurlar.) TERSOâNÜŞLÜ sıt Havc. Ters yönde TERSAYAN çoğl. a. (fars. tersâ'nın çoğl. dönen pervaneler için kullanılır. tersâyan). Esk Hıristiyanlar. TERS-EÖİM a. 1. Başka bir eğime ters TERSBAKIŞIM a Küm. kur. Tersbakı eğim. — 2. Biı dağın en sarp yamacı. şımlı bir yasanın niteliği. TERSELME a Yerbıl Yer manyetik ala T E R SB A K IŞIM U sıf Küm kur Bir kü nında manyetik K kutbu, manyetik G kut menin elemanları arasında hem (a, b) iki bunun yerini aldığında (ya da tersi du lisi için hem de (b, a) ıkılisi için gerçekle rumda) meydana gelen anomali (Uzun nen, a ile b nin özdeş olduğu bir ikili ba sureli terselmeler (devirler) otuz milyon ğıntı için kullanılır. (Geniş anlamda alınmış, yıl kadar, kısa terselmeler de (olaylar) bir a. b den önce gelir bağıntısı [gösterilişi milyon yıldan az sürer Manyetik tersel "a s b ") tersbakışımlıdır.) meler jeolojik oluşuklarda korunur ve bu Ceb. Tersbakışımlı determinant, ele bakımdan kronolojik çalışmalarda kulla­ mantarı, tersbakışımlı bir matrisin eleman nılabilir.) larıyla aynı yasaya uygun determinant. || Tersbakışımlı doğrusal ikili biçim, her (x, y) ıkilısi için f(x, /)= - f(y, x) bağıntısını ger çekleyen biçim. || Tersbakışımlı ıçyapı uy­ gulaması, kendisine eşit ve zıt işaretli ek\ bir ıçyapı uygulaması bulunan içyapı uy­ gulaması. || Tersbakışımlı uygulama, E" den F toplama grubu içine f(xp* ulaşır. Fakat yayılma düz bir hat biçiminde olur ve engebele­ rin perdelemesiyle engellenir Ayrıca, top­ raktan sürekli gelen sesleri, ortadan kal­ dırmaya olanak veren özel aygıtlara karşın, engelleme zorluğu vardır Son olarak da, yeryüzünün yuvarlaklığı, optik ufuğun altında radarın görev yapmesına engel olur. Toprağa yakın (50 m) hareket eden araçlar üzerinde menzili azaltan bu sakın­ calar nedeniyle, askeri uçaklar alçaktan sızmaya önem vermişlerdir Bu duruma çözüm bulmak amacıyla hava savunma sistemleri için, alçaktan tespit kara radar­ ları (transız hava ordusunda Aladin) ve yü­ zeydeki eğriliklerden etkilenmeyen hava­ dan taşınan tespit aygıttan_(Boeing E-3A ile AWAC8; İngiliz Nimrod AEW ve rus MOSS) geliştirildi Gemi ya da uçak üze­ rinde bulunan radarlarda, kullanılan gü­ ce göre menzil daha büyüktür. Yüzey­ den gelen sesler, radar toprağa yöneldi­ ğinde, tespit işlemini etkiler Pulsedoppler gibi özel yayın sistemleri bu ha­ taları az da olsa ortadan kaldırır. Radarın yetersizlikleri ve sınırlı yetenek­ leri (elektronik karşı önlemlerin ortaya çı­ kışı ve gelişimi bu durumu daha da kötuleştlrmiştlr), kızılötesi, akustik, laser ya da sismik düzeneklerden yararlanan ve sansör denilen teknik donanımların bulunma­ sıyla sonuçlandı. Elektronik ve optiğin bir­ leşimi olan optronlk, tespit tekniklerinin daha da gelişmesini sağladı. • Denizaltılarin tespiti. Savaş gemilerinde hava gözetlemesi, 200-300 km yarıçap içinde bir dizi gemi radan ve radomla do­ natılmış uçaklarla sağlanır. Buna karşın,



denizaltının tespiti sen derece zordur Bi­ rinci Dünya savaşı sırasında denizaltı tes­ piti, ancak pervane gürültüsüne duyarlı hidroplanlarla yapılabiliyordu, iki dünya savaşı arasında Ingllizler, Amerikalıların sonar* ismim verdikleri, fakat en İyi koşul­ larda bile menzili 1 500-2 000 m'yi aşma­ yan ASDİC adlı ultrasonla tespit sistemini geliştirdiler. 1960 yılından beri, 400 m'ye dalabilen ve 30-40 deniz mili hız yapabilen nükleer denizatlarının ortaya çıkışıyla, f'T i büyük donanmalar tespit konusuna önemli bir yer verdiler. Düşük frekansta çeşitli sonar­ lar denendi, yüzey kanalında gövde so­ narı, çekilen sonar, dipte yansımalı sonar, yakınsama alanlı sonar. Kuramsal menzil­ ler. 15 İle 30 km arasında değişir, ama yo­ ğunluk, tuzluluk ve özellikle ısı gibi barimetrık koşulların değişimine bağlı olarak farklılıklar görülür. Tespit çalışmalarında, suya atılan ses şamandıraları ya da ma­ nometre ilkesine dayanan, gösterdiği man­ yetik kitleden düşman denizaltısının yeri­ ni saptamaya olanak veren MAD gibi (Magnetio Aromaly Detectlon), manyetik sapmaları İzleyen sistemlerle donatılmış uçak ve helikopterlere başvuruldu. Tespit çalışmalarında ayrıca, deniz devriye uçak­ larınca dinlenen şamandıraları kullanan daha gelişmiş sistemleri ve kıta sahanlı­ ğının üzerine salınmış ve kara istasyonla­ rına bağlanmış hidroplanlardan oluşan amerikan yapısı "sosus” gibi sabit yapı­ lardan yararlanılır, • Mayınların tespiti, En basit, en emin, fa­ kat en tehlikeli yöntem, bir süngü ya da sert bir çubukla elle yapılan taramadır. Elektromanyetik aygıtlarla yapılan tespit, yalnızca madeni bir parça taşıyan mayın­ larda uygulanır, tespıtedilmez denilen (plastik ya da cam mayınlar) ve madeni parçası olmayan mayınlara uygulanamaz —Foto, Gümüş tuzlarının kullanıldığı fo­ toğrafçılık tekniğinde tespit İşlemi, İzhar­ dan sonra duyarkatta kalan gümüş halojenürlerinı. atılabilir çözünür tuzlara dö­ nüştürerek ışığa karşı duyarsızlaştırmaya dayanır. Fotoğraf plakaları, filmleri ve kâ­ ğıtlarının tespiti, genellikle % 20'lık bir sodyum hıposüifıt çözeltisiyle gerçekleş tirillr. Gümüş tuzlarının kullanılmadığı fo­ toğrafçılık tekniğinde ise, her yöntem için ayrı bir işlemden yararlanılır. Eskiden kolodyumlu klişeler, potasyum ya sodyum si­ yanürle tespit edilirdi —Mad, us, huk, Tespit davaları bir hukuk­ sal ilişkinin var olup olmadığını saptama­ ya yarar Bundan daha ileri giderek, bu ilişkinin yarattığı yükümlülüğün yerine ge­ tirilmesi tespit davalarıyla istenemez. Bu­ nun için edim davası açmak gerekir, Tes­ pit davası, edim davasının öncüsü sayılır. Bu tür bir dava, sonradan açılacak edim davasını sağlam dayanaklara dayandırma amacı taşır Hukuksal durumu konusun­ da kuşkuları olan davacı önceden açaca­ ğı tespit davasıyla durumunu kesinliğe ka­ vuşturur ve ondan sonra edim davası aça­ rak davalıyı bir şey yapmaya ya da yap­ mamaya ya da kendisine bir şey verme­ ye zorlar. —Tıp. Kırık bir kemiğin parçalarını yerin­ de tutmak, çıkmış bir eklemin iki ucunu oynamayacak hale getirmek İçin dıştan kullanılan bandaj, alçı, sürekli çekme (fraksiyon) aygıtı gibi aygıtlar kullanılır. Bazı olgularda tespit, ancak vida, çivi, plak gibi ameliyatla konan protezlerle gerçekleşti­ rilebilir. ( -* OSTEOSENTEZ) TESR İ a. (ar. sûhatten tesıf). Esk. 1. Hız verme, çabuklaştırma. —2. Tesri etmek, hızlandırmak. T E S R İA N be. (ar. fes/T'den tesrican) Esk. Çabuklaştırarak, hız vererek. TESRİAT, -tı çoğl. a. (ar. tesri'ln çoğl. tesrhaf). Esk. Hızlandırmalar, çabuklaştır­ malar. T E Ş R İH a. (ar. serhen, "bir şeyi serbest bırakmak, salmak" mastarından). Tar. Tesrih-i lihye, Osmanlı devletinde padişa-



hin « ka l teyvermaei, (Wits şikarı padişah, sen te? tıraş olur sonra da "sakal duası" dinen bir törenle sakal bırakırdı, Küçük yafta padişah olanlarsa, büyüyünee bu geleneğe uyarlardı,)



krallık şataau'nu ÇlSM'de Başlandı, ı?ö0’e doğtu eğiu tarafından tamamlandı), Kak mat katedrali'« (1860), Stockholm'de Hıd= darheim kılisesı'nln krallık mozolesini (İ871) yaptı



T IE R İK a (ar sirkatten teşrif, Esk- Biri­ ni hırsızlıkla suçlama,



T İM İN Küçük (Nicodemus), isveçli



TM R İR a, (ar. « iw 'd a n tesıit). Esk 1, Sevindirme, —2, 7estir etmek sevindir­ mek



TEMA (Dello), Italyan yazar (Milano 1808 - ay. y 1930) Yterel dille şiir yazdı, Milano halk şiiri geleneğine bir duyarlılık ve, tran­ sız simgeciliğinden alınma temalar getirdi (L'ê et al di Mart, alegheri, 1932). T I M A İ , ¡apon ressam ve aydın (Kyoto 1836 - ay y 1924). Birçok şinto tapınağını onarmaya çağrıldıktan sonra resim yapma­ ya başladı ve yapıtlarını hiç sergilememiş olması, ülkesinde en planda yer alan sa­ natçılardan bili sayılmasını engellemedi. Mürekkep tekniğine ve çln aydın resminin (nan-ga) temalarına bağlı kalarak tam an­ lamıyla Japonlar'a özgü bir karikatür coş­ kusu yanında çağdaş bir fırça ve renk öz­ gürlüğü ortaya toydu. Hattatlar onun to­ marlarına şiirler yazdılar; T E M A L A d a ğ la n , Batı Cezayir'de dağ. Tel Atlasları’na bağlıdır ve Oran Sabhan İle Sıdı Bel Abbas ovalarına egemendir T İ M İ (René DE FFtOULAY, -kontu), Fransa mareşali ve diplomat (La Mana 1651 • Qro8bois, Doubs, 1725). Fransa ma reşaliydi (1703), Cebelitarık karşısında ka raya oturdu (1705), daha sonra prens Eu­ gène tarafından kuşatılan Toulon'un başa rılı savunmasına katıldı (1707), Roma elçili­ ği yaptı (1708), orada İtalyan devletlerim imparatora karşı birleştirmeye çalıştıysa da başaramadı, 1712'de kadırgalar generalli­ ğine getirildi, daha sonra 1723'te elçi ola­ rak Ispanya'ya gönderildi. Mémoires (Anı lar) adlı yapıtı, 1806'da yayımlandı, T E M E L L A a, (lat. tessella). Bir duvar ya da döşeme mozaiğinin ana gereci olan kü­ çük mermer, taş, cam hamuru ya da sera­ mik parçası. (Tessellalar genellikle kup bi­ çimindedir.) T E M E R A a. (lat. tessera; yun. tessares, dört’ten [bazı jetonlar dörtköşeliydi)). Esk Rom. Metal ya da fildişi jeton, —ANSİKL Tesseralar giriş bileti, bono mak­ buz vb. yerine geçer, yargıçlar tarafından oylamada kullanılırdı Buğday tesseraları, buğdayın dağıtıldığı yerin imini taşır ve bir tayınlık hak sağlardı. Çağn tesseraları res­ mi şölenler için davetiye yerine geçiyordu. Tiyatro tesseraları, oyunun adını, tarihini ve sahibine ayrılan yeri belirtiyordu. Tessera­ lar, imparatorun başresmini ya da konsü­ lün adını taşır ya da bir maske ile süslü olurdu, T E M İE R (Alexandre Henri), transız tarım uzmanı (Angerville 1741 - Paris 1837), Do­ ğa bilimleriyle, hayvancılıkla ve merinos toyunlarının Fransa'ya uyarlanmasıyla uğraş tı. 1795'te Bilimler akademisi üyeliğine se­ çildi. Onun çalışmaları sayesinde Ispanyol merinos ırkının ıslahıyla elde edilen transız merinos koyunu ideal bir yün koyunu pro­ totipi oldu, hem transız koyunlarının, hem de otuzdan fazla ülkeye ihraç edildiği için bu ülke koyunlarının ıslahında önemli rol oynadı. Tessier bu konuda, çalışma arka­ daşlarıyla birlikte bir de kitap yazdı: Histoi­ re de l ’introduction et de la propagation du mérinos en France (Merinosun Fran­ sa'ya girişinin ve yayılmasının öyküsü) [1838] T E M İ N B ity ü k ya da Y aşlı (Nicodemus), isveçli mimar (Stralsund 1615 - Stockholm 1681), 1636’d a o zamanlar İs­ veç topraklarında dan Pomeranya'dan gel­ di. Simon de La \&llée'nin yanında yetişti (La tóllée'nin oğlu Jean İle birlikte dış ül­ kelere birçok yolculuk yaptı), hdlanda, tran­ sız, İtalyan etkilerinde kaldı, sonuçta bara ka yaklaşan kişisel bir üslup geliştirdi. Şe­ hir ve kır evlerinden başka Orottningholm



mimar ve devlet adamı (Nyköping 1654 Stockholm 1738), Şüyük TesBin'in oğlu. Sık eık Fransa'ya ve İtalya’ya gitti, bu Ülke­ lerde Mansartlafın ve Bernıni'nln etkisin­ de kaldı. En Önemli yapılı, yapımına 1897' de başlanan ve görkemli bir bütün olan Stockholm krallık sarayıdır Karlskrona'da kİ Tretaldighets kilisesi de anılmaya değer bir yapıdır. Kralın danışmanlığını yapan Kü­ çük Tessin, siyaset ve kamu sorunlarıyla da uğraştı. T E M İ N (Cari Guslav. kont), isveçli dev­ let adamı ve koleksiyoncu (Stockholm 1895 - Âkero 1770), öncekinin oğlu. Viyana'da büyükelçilik yaptı (1725-1734), Şapkalar fraksiyonunun önderlerinden biri durumu­ na gelerek Takkeler fraksiyonunu devirdi (1738) ve rus etkisine karşı transız etkisini savundu Paris büyükelçiliğine (1738-1742), krallık sansürcülüğüne ve şensölyelık baş­ kanlığına (17471752) getirildi, daha sonra gelecekteki Üustat lll'ün eğitimiyle görev­ lendirildi ve onun içirt kitaplar yazdı. 17281741 arasında genel yönetim görevlisi ola­ rak Stockholm Krallık sarayı'« tamamlama çalışmalarını yönetti (sarayın İç dekorasyo nu için transız rokokosunu seçti), Chardın ve Boucher'ye verdiği siparişler ve Crozat koleksiyonunun satışından aldığı Italyan rörtesaııaı desenleriyle parlak bir koleksiyon­ cu durumuna geldi T E M İT U R A a. (ıtal. tessituıa, örgü, do ku, yapıdan) Muz. 1. Belli bir sese en çok uyan müzik ıskalasındaki seslerin tümü. —2. Bir müzik parçasında en sık yinele­ nen ve bu parçanın yazıldığı sesalanının bir tür ortalamasını oluşturan seslerin tümü. TEST, -tl a (ing. test, sınav'darı), 1. Ke­ sin olarak belirlenmiş koşullarda, tüm katl­ iamların aynı İşi yapmalarını gerektiren ve başarı derecelerini belirlemek için kesin bir ölçme ve değerlendirme yöntemi olan psikoteknık yoklama. (Bk. ansikt. böl. Ruhbil.) —2. Bir aygıtın iyi işleyip işlemediğini denetleme işlemi. —3. Bir ürünün ne öl­ çüde etkili olduğunu ve / ya da ne gibi et kileri olduğunu anlamak için yapılan dene­ me, — Dy. Test aygıtı, bir ivmeölçer ile elektra nik bir sayaçtan oluşan ve yüksek hızda seyreden kimi demiryolu taşıtlarında görü­ len olağandışı davranışları saptamaya ya­ rayan düzenek. —Eğitbil Kesin bir ölçme ve değerlendir­ meye olanak veren sınav türü; bu tür bir sınavda verilen soruların tümü. —Istat. istatistik test ya da varsayım testi, bir kütleden oluşturulan bir ya da birkaç ör­ neklemeye ilişkin verilerin bir fonksiyonuna dayanarak, ana kütleye ya da bu kütleyi temsil etmek üzere seçilen olasılık dağılı­ mına yönelik bir varsayımın, belli bir yanıl­ gı payıyla kabul ya da reddine olanak ve­ ren yöntem. (Bk. ansikt. böl.) |[ istatistik tes­ tin gücü, karşıt'varsayım doğru olduğun­ da, sıfır varsayımının reddi olasılığı, (Bir is­ tatistik test, bir varsayımın hangi ölçüde ak­ la yatkın olduğunu söylemeyi sağlayan, olasılığa dayalı bir tür mantık mekanizma­ sı olarak düşünülebilir. Bu ölçü içinde, is­ tatistik testte şunlar bulunur: 1. model, baş­ ka deyişle doğru olduğu varsayılan şey; 2. doğruluğu denetlenecek istatistik varsayım ya da sıfır varsayımı; 3. sıfır varsayımından ayrı karşıt varsayımlar Bunlar, açık ya da kapalı bir biçimde, tıer zaman bir testin parçasıdırlar.) —Petr san Sondaj sırasında bir tester yar­ dımıyla yapılan üretim denemesi. —Reklamc. Ertesi gün testi, bir reklamın yarattığı etkinin, yayımından 24 saat son­ ra ölçülmesi. —Teknol. iyi çalışıp çalışmadığını sınamak için bir aygıta uygulanan deneme. |! Etki-' n iv e /y a da oluşan tepkimeleri ı



içirt bir ürüne uygulanan deney. Tip Teşhis amacıyla başvurulan biyelojik, serelojik ya da kimyasal deney, tapkima, || Performans testi, b ir iy iil d in itIM 'T p eşanlamlısı -TV, test görüntüsü, bir lelevızyen aygıtı ya da iletiminin niteliğini değerlendirmek üzere tasarlanmış çoğu kez renkli standart görüntü. (Televizyon test görüntüleri, kulla­ nıcı ve teknisyenlerin, alıcıları gerektiği gi­ bi ayarlayabilmeleri için yayınlanır,) ¡| test görüntüsü üreteci, çözümleme düzeneği olmadan, basit ve iyi tanımlanmış bir test görüntüsü olarak kullanılabilecek elektrik İşaretleri üreten aygıt. —Zootekn. Döt testi, döllerine bakarak da­ mızlıkları değerlendirme yöntemi. (Eşeni. DOL DENETİMİ.) [Bk, ansikl. böl.] —Ansikl İstet İstatistik tersleri. Sunlar üçe ayrılırlar: uyarlama* testleri, parametrlk* dian ve olmayan testler. Su testler. Laplace -Gauss dağılımından türeyen kuramsal da­ ğılım özellikleri üzerine kurulmuşlardır, Kü­ çük örneklemlere ilişkin ortalamaları karşı­ laştırmayı sağlayan Student-Flsher gibi ve de Pearson testi gibi, daha özel testler de vardır. Bu sonuncu test yardımıyla, ortala­ ma ya da sıklık oranı gibi deneysel bir ni­ teleyici değer, belli bir kuramsal değerle karşılaştırılabilir; ya da iki örneklemden al­ ca edilen deneysel değerler, aralarında karşılaştırılabilir. —Ruhbil, Testlerin kökeni biyolojik ve ruh­ sal özelliklerin kalıtımla geçtiğini İleri süren Ct Darvvin'in evrim kuramına bağlanabi­ lir Darvvin'in yeğeni F Galton, üstün kişile­ rin anababalarının da genellikle üstün ki­ şiler olduklarını tanıtlamaya çalışmış (1869) ve bir bireyin deha göstergesini, belli bir topluluk içinde, ondan daha üstün kişile­ rin sayımını yaparak ölçmeyi önermişti. Temlerin ayarlanması ilkesinden başka bir şey olmayan bu öneri nedeniyle, Galton ruhbilime istatistik yöntemi getiren kişi sa­ yıldı. Gerçekten de bu yöntem gözlemle­ nen olguların sistemli özelliklerini ortaya çı­ kartarak gözlem ya da deney verilerini özet­ lemede kolay bir araç sağladı. Test yönte­ mi, genel bir öğretimi izlemeye elverişsiz çocukları özel bir öğretime yöneltmek zo­ runluluğundan başlayarak büyük bir geliş­ me gösterdi. 1911'de Fransa'dan A, Sinet ve Tlı. Simon, metrik zekâ ölçeğini bu zo­ runluluğa bağlı olarak önerdiler ( -* BİNET -SİMON.) F Galton'un istatistik yöntemleri­ ni kullanan A. Binet ve Th. Simon, bireyle­ ri birbirinden ayırmanın en iyi yolunun, on­ ları yüksek işlevleri (zekâ) bakımından de­ ğerlendirmek olduğunu ileri sürdüler. Binet ve Simon testi, farklılık ruhbiliminin gelişme­ sine yol açtı. Birinci Dünya savaşı sırasın­ da ABD'de farklılık ruhbilimi, amerikan bir­ liklerindeki askerleri yönlendirmek ve ayık­ lamak zorunluluğuyla büyük bir gelişme gösterdi. Test yönteminin ilk büyük uygu­ lamasından, iki savaş arası dönemde eği­ tim, yönlendirme ve mesleki ayıklama alan­ larında yararlanıldı. 1925'ten başlayarak yansıtmalı testler ortaya çıktı. —Zootekn. Güçlükleri göz önüne alınırsa (kontro' edilecek döllerin çok az olması) döl testi ancak erkek damızlıklara uygulanabi­ lir Burada ilke şudur: erkek damızlık döl­ leyecek hale gelir gelmez bu damızlığın ile­ ride de aşabileceği dişiler arasından geli­ şi güzel seçilmiş belirli sayıda dişi ile çift­ leştirilir Döller arasından rasgele alınan ye­ terli sayıda hayvan üzerinde, aranılan zoa teknik niteliklerin durumu incelenir ve da­ mızlığın üretken olduğu sürece ne gibi döl­ ler verebileceği hakkında bir çeşit örnek el­ de edilmiş olur. Bu ilk denemelerden son­ ra, testin sonuçları belli oluncaya kadar da­ mızlık üretimden çekilir. Test, erkek damızlıkların seçiminde ken­ dileri üzerinde doğrudan doğruya saptan­ ması olanaksız karakterlerin ortaya çıkarıl­ ması bakımından yardımcı olur: süt verimi, üretkenlik, karkas özellikleri vb. Yeterli sa­ yıda dölün kontrolü yapıldığında (niteliğe göre 10-100) kesin değerler elde edilebi­ leceğine göre bu yöntemin uygulanması, YF Ç çe pi ' imalar için, örneğin yapay



îesî 11458



David-Explorer



testere dişleri (Surgâres’de [Charente-Maritime] Notre-Dame kilisesi’nin [XII. yy.] iaçkapı kemerinden ayrıntı)



kesici zincirli portátil testere ile ağaç kesimi



tonumlamada ya da ıslah konusu sürüler-» ■ T E S T E R E a. (fars. dest ve erre, bıçkı; desi-erre’den). 1. Bir sap ile ya da bir (gede çok elverişli olmaktadır. Bununla berekırserikı) tutak ile ona bağlı kesici dişli raber, pratikte testin uygulanması, hem pır lamadan oluşan ve vargel hareketiyle güç ve masraflı olmakta, herıl detest uy­ gulanan damızlıkların genetik değerlen­ ağaç, metal, taş, kemik gibi nesneleri kes­ dirme sonuçları oldukça geç alınmakta­ meye yarayan el aleti. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir motor sayesinde dairesel dönüşle dır. ya da vargel hareketiyle çalışan ve yuka­ T e s t A c t, 1673’te İngiliz parlamentosu rıda yazılı amaçlarla kullanılan, bir (ya da tarafından kabul edilen, kamu görevi ya­ oirçok) kesici organ (dişli şerit lama [şerit pacakların anglıkan mezhebinden olma­ testere ya da sadece şerit] ve tepsi teste­ larını ve katolikliği reddetmelerini zorunlu re) bulunan sabit ya da portatif makine. kılan yasa. Yasa, Charles ll'nin Hoşgörü (Bk. ansikl.-böl.) bildirgesi’ne (1672) karşı anglikanların bir —Al. tak. -Demir testeresi, suverilmiş çe­ tepkisiydi. Test bili adıyla tanınan bu ya­ likten, ince dişli bir testere lamasından ve sa 1828-1829 yıllarında yürürlükten kaldı­ arasına bû'lamanın gerildiği saplı bir tes­ rıldı. tere kolundan oluşan ve metalleri kesme­ TESTA a. (lat. testa, kabuk). Bot. Tohum­ de kullanılan testere. da, yumurtacığın birinci zarından doğan —inş. Testere dişi çatı, ş e t- ÇATi nın eşan­ sert dış kabuk. lamlısı. —Kasapl. Kasap testeresi, kemikleri kes­ TES TA (Pietro), il Lucchesino denir, İtal­ mek için kasaplar tarafından kullanılan el yan ressam ve gravürcü (Lucca 1611 - Ro­ testeresi,. ma 1650). Roma'ya erken gidip Domenichino, Pletro da Cortona İle çalıştı, Cassi- ■ —Mim. Testere dişi, özellikle roman mi­ marlığında yaygın olarak kullanılan ve bir ano del Pozzo’nun aracılığıyla Poussin ile testerenin dişlerim andıran bezeme. tanıştı, antik türde resimler yaptı. Caravag—Müz. Müzik-testeresi, bir yay ya da ke­ gio'dan da etkilenen yapıtlarında, bir yan­ çeli tokmaklalçalındığında, çınlayan bir dan klasiklik eğilimi, öbür yandan tedir­ çelik ağızdan oluşan ve tınısı gerginlik de­ gin ve melankolik yaradılışından kaynak­ recesine göre değişen çalgı. lanan şiddet, kızgınlık belirtileri, gariplik­ —Taşoc. Elmas diskti testere, fışkıran su al­ le r görülür (Masumların kıyımı. Spada tında hızla dönen sanayi elmasıyla dona­ galerisi, Roma). Yayımlanmamış bir Trattılmış bir diskten oluşan mermer kesme tato di pittura yazmıştır. makinesi. ¡[ Taş testeresi, taş kesmede kul­ TE S TA (Alberto), İtalyan koregraf ve lanılan ve dişleri taşın sertliğine göre kü­ dans yazarı (Torino 1922). Beliı başlı Ital­ çük ya da büyük olan el aleti. yan tiyatrolarında, özellikle de Leonıde —Zootekn. Boynuz testeresi, sığırların Massine’in, Aurel Milloss'un yönettikleri boynuzlarının ucunu kesmeye yarayan balelerde ve ülkesi dışında dans etti. Gös­ mekanik kıl testere. teri düzenleyicisi olarak, Spoleto'daki Due — ANSİKL. Ağaç testereleri. Portatif (el tes­ mondı festivalinde “ Dans konserleri ni tereleri, makineli testereler) ve sabit (şarhazırladı (1967-1969) ve Scala dı Milano yolu ya da tablalı) olmak üzere iki sınıfa ile Venedik'teki La Fenıce'de sunulan Diayrılır. El testereleri, yapılacak işe göre çe­ aghilev gösterilerini üstlendi. L. Visconti’ şitli tipte olur: koKtesteresi, kaptırma tes­ nin Leopar1ında (1962) [ıl Gattopardo) ve teresi, zıvana testeresi, zemin testeresi, Zeffirellı'nin Romeo ve üu/ıef'ınde (1968) çekme testere, alıştırma testeresi, kanal [Romeo e Glulietta] rol aldı. 1963’te Rotesteresi kıl testere, sigaço, fare kuyruğu ma'dakı Ulusal dans akademisi'nde öğ­ testere, pala testere vb. Bunların kimisi bir retmenlik yapmaya başladı ve Discorso ucu bir sapa gömülü değişik biçimlerde sulla danza e sul balletto (1970) [Dans ve lamalar halindedir, kimisi ağaç bir çerçe­ bale üzerine konuşma], Ricordo di Serge venin bir kenarını oluşturacak ince bir la­ de Diaghilev (1972) [Serge de Dıaghilev’ ma halindedir. Hızar denen ve eskiden in anısı], Strawinsky e la danza (1974) tomrukları ya da orrhandakl dikili ağaçla­ [Stravinskl ve dans] adlı yapıtları yayımla­ rı kesmek için iki kişi tarafından karşılıklı dı. çekilerek kullanılan büyük testerelerin ye­ rini şimdi kesici zincirli portatif ya da ara­ TESTACELILA a. Humus İçinde yaşayan balı testere makineleri almıştır. Elektrikle küçük bedenli sümüklüböcek cinsi. (Be­ çalışan portatif testere makineleri genel­ denlerinin arka kesimini örten küçük kav­ likle tepsi biçiminde bir lama, nadiren var­ kıyla asıl sümüklüböceklerden ayrılırlar. gel hareketli düz bir lama ile iş görür. Daha çok gececidir: gündüzlerini yeraltı Kol testereleri, şekil olarak birbirine ben­ dehlizlerinde geçirir. Yersolucanlarıyla zer; fakat lama boyu ile'genişliği ve dış şe­ beslenir. Testacellidae familyasının örnek killeri bakımından farklıdır Bir kol testere­ tipi.) si bir kenarını kesici dişler açılmış kesme TESTBİL.İM a. Ruhbıl. Yalnızca psiko­ işlemi yapan lama, lamanın iki ucuna per­ metriye dayanan ruhbilimsel araştırma. çinlenmiş maşalar, maşanın iki ucunda bir T E S T Ç İ a. 1. Ruhbilimsel bir testi uygu­ pimle tutturulan saplar, iki ağaç kol, kol­ layan kişi. —2. Bir aygıtı, bir ürünü test­ ların ortasında kinişli olarak geçen köprü, ten geçiren kişi. iki kolu germede kullanılan gergi ipi ya da gergi teli, ipi döndürmeye yarayan gergi TE S TE R a. (ing. söze.). Petr. san. Son­ kaması ya da gergi kelebeğinden meyda­ daj sırasında, matkap önceden belirlen­ na gelir. Bu testereler üç türe ayrılır: kap­ miş katmanı geçtiğinde, bir üretim dene­ tırma testeresidir) boyu 80-100 cm, lama mesi yapılmasını sağlayan aygıt. genişliği 4 cm'dir, 5 cm aralıkla açılmış diş­ leri dik ve büyüktür; zıvana testeresi 'nin Ch. Sappa lama boyu 60-80 cm, genişliği 2-3 cm'dir ve 2-3 mm'de bir geniş aç(lı dişleri vardır; zemin testeresidir) lama bbyu 60-80 cm, genişliği 1 cm’dir ve yuvarlak tabla ya da eğimli işlerin kesiminde kullanılır.' El testereleri, kullanıldığı yer ve lamaları­ nın biçimine göre çok çeşitlidir. Sırtlı tes­ teredir), lama boyu 30-40 çm, genişliği 10-15 cm, dişleri küçük, çaprazı azdır ve lamanın üst kısmına demirden bir sırt ge­ çirilmiştir; iterken keser, özel bir sapı var­ dır. Küçük parçaların boylarını ve kontr plak kesmede, kapak düşürme, zıvana, diş ve kanal açmada kullanılır. Alıştırma testeresi1nin boyu 20-30 cm, genişliği 6 ■8 cm'dir, ince dişli ve çaprazı azdır. Da­ ha çok alıştırma işlerinde, kapak düşür­ mede kullanılır. Çekme testeredirı, lama



boyu 30-40 cm, genişliği 6-8 cm ve lama kalınlığı az olduğu için çekerken keser iyi kesme yapması için çaprazı fazla, dişleri büyük tutulmuştur. Fare kuyruğu testere' nin, laması uca doğru daralır, dişleri kü­ çük, çaprazı azdır ve itme ile keser. Anah­ tar deliğinin açılmasında, eğmeçli işlerin kesilmesinde, oyma yapımında kullanılır. Kaplama testeresi'inde lama boyu 7-8 cm, genişliği 5-6 cm'dir, iki tarafına ince dişler açılmış ve dişli kenarlan kavislidir. Hem iterken hem de çekerken kesen özel bir testeredir. Kıl testeresi, çok ince bir lama " U ” biçi­ minde gövdeye kelebek vida ile sıkıştırı­ larak gerdirildikten sonra kesme yapar. Çok ince kavisli parçaları, kontrplak ve kaplama gibi malzemeleri biçmeye yarar. Pala testeresi, el testerelerinin en büyüğü­ dür; boyu 40-60 cm'dir, lama uca doğru daralır ve iterken keser. Testere dişleri, genel olarak üçgen şeklin­ dedir; fakat testerenin kullanılacağı yere göre değişebilir. Açılarına göre dörde ay­ rılır. Dik açılı dişlerde diş dibi doğrultusu ile diş önü doğrultusunun meydana ge­ tirdiği açı 90°’dir, iterken kesen kol teste­ releri, fare kuyruğu, pala, sırtlı testereler­ de ve sert ağaç kesen şerit testere maki­ nesinde bu tür dişler kullanılır. Geniş açılı dişler elyafa dik yönde kesme yapan tes­ terelerde görülür. Kesme açısı 90°'den büyüktür. Dar açılı dişler dalıcıdır ve kap­ tırma kol testereleri, çekme testereleriyle yumuşak ağaç kesen şerit testerelerinde rastlanır. Kesme açısı 75° - 85°, diş diple­ ri yuvarlak, dişler seyrektir Eşkenar üçgen dişler, alıştırma, kanal ve kaplama teste­ relerinde görülür, iterek ve çekerek kes­ me yapmaya elverişlidir ve kesme açısı 120°'dir. Bunların dışında tepsi testere ma­ kinesine takılan lamaya, kesilecek parça­ ya göre dişler açılır. Elyaf yönünde kesim­ ler için seyrek ve dalıcı dişli, baş kesme için sık ve üçgen dişil, kiniş ya da boşalt­ malar için kurtağzı dişli testereler kullanı­ lır. • Testerelere çapraz verme Testere lama­ sının rahat çalışması zorunludur. Kesim yaparken testere derinlere indikçe sürtün­ me yüzünden sıkışma yapar. Kestiği ka­ nal içinde özellikle yaş ağaçlarda sıkışa­ rak işlemez hale gelebilir. Bu sıkışma ge­ rekli çapraz verilerek önlenir. Normal çap­ raz, lama kalınlığının 1/3'ü kadar, dişler, sağa ve sola eğilerek elde edilir. Yaş ve yumuşak ağaç için bu oran 1/2 olabilir. Çapraz verme aletleri değişiktir. Üzerinde çeşitli çapta delikler bulunan bir lama, de­ ğişik tipteki çapraz pensleri kullanılabilir. Ayrıca otomatik olarak çapraz veren ma­ kineler de vardır. Çaprazda dikkat edile­ cek nokta dişlerin aynı eğimde olmalarıdır. • Biçme testere makinesi, çeşitli kalınlık­ taki plaka ya da tabla üzerine açık ve ka­ palı kavisler kesmeye ve oymaya' yarar. Kalınlığı ve boyu pek büyük olmayan tes-. terenin iki ucu kovanlara sıkıştırılır ve bir motor yardımıyla düşey doğrultuda alter­ natif hareket yaparak keser. Lamanın hızı dakikada 650 -1 750 arasında değişir. Da­ lıcı, beşik kollu ve magnetik gibi çeşitli tip­ leri vardır. Dalıcı ve beşik kollu makineler­ de hareket, volan ve mil esasına dayanır. Kayışla dönen kasnağın diğer ucundaki kam düzeneği ve eksantrik milin ucuna bağlı bir piston dairesel hareketi doğru­ sal harekete çevirir; her dönüşte lamanın takıldığı alt kovan yukarı aşağı hareketle kesme İşlemini sağlar. Manyetik biçme testeresinde alt kovanın hareketi bir elek­ tromıknatıs yardımıyla olur. Kovan kursun alt sınırına gelince akım kesilir, gergi ko­ lundaki bir yay lamayı tekrar üst sınır nok­ tasına çeker. Başlıca parçaları, gövde, bir tezgâh ya da sehpa üzerine bağlanır. Gövdenin üst ucuna baskı ayağı ve kıla­ vuz düzeneği yerleştirilir. Tabla, dökme demirden yapılmıştır. Yatay düzleme gö­ re 45° sağa sola eğilebilir. Çelik gergi ko­ lu, içinde testere lamasını gergin tutan bir yay bulunur. Boğaz plakası, tablanın or­ tasında İçinden testere laması geçen,



testerebalığı kesici zincirli portatif testere



11459



çeşitli testere tipleri



dem ir testeresi



1. Tabla; 2. Kılavuz; 3. Daire lamı (tepsi); 4. Lama taşıyıcısı; 5. Elektrik motoru; 6. Şasi.



şerit testere t. Üst volan kutusu; 2. Kılavuz; 3. Ait volan ve elektrik motoru kutusu; 4. Tabla; 5. Lama kılavuzu; 6. Şerit lama; 7. Anahtar; 8. Şasi.



ağaç ya da alüminyumdan yapılmış yu­ varlak bir parçadır ve destek görevi ya­ par. Alt ve üst kovanlar, testereyi uçların­ dan bir vida ile sıkıştırır. Üst kovan gergi yayı ile lamayı gerer. Kılavuz çubuğunda, testere makinelerinde lama kalınlığını ar­ tırarak, esnek olmayan kılıç testereler ta­ kılarak çeşitli kavisler çıkarmak mümkün­ dür. Bu testereler yalnız alt kovana bağla­ nır. Üst kovan ve kılavuz düzeneği sökü­ lüp alınır. Ayrıca kuyumcu eğesi takılarak eğeleme ve zımpara takılarak zımparala­ ma yapmak mümkündür. • Portatif biçme testere makinesi, elde ta­ şınan, yüksek devirli elektrik motoruyla çalışan ve dönme hareketini doğrusal ha­ rekete çeviren bir düzenekle kesme işle­ mi yapan makinedir. Ucundaki kovana 7,5 cm ile 30 cm uzunluğunda kılıç testere bağlanır. Makinenin "D " şeklinde made­ ni ya da bakalit bir sapı ve sap içinde ma­ kinenin kumanda tetiği bulunur. Motorun devri dakikada 800-2 000, bazı makine­ lerde daha yüksek olabilir. Oyma, boy kesme, baş kesme ve gönye-burun kes­ mede kullanılır. • Tepsi testere makinesi'nde, yatay bir mi­ le takılmış ve çevresinde diş açılmış dai­ re şeklindeki lama, bir motor yardımıyla döner. Ağaç parçaların genişlik ve kalın­ lıklarını çıkarmada, yardımcı takımlarla se­ ri halinde boy kesme, lamba ve kiniş aç­ ma, zıvana kesme, kapak düşürme gibi işlerde kullanılır. Tepsi testere makineleri­ nin alttan ve üstten kesen tipleri vardır. En çok kullanılan ve alttan kesme yapan tepsi testere makinelerinin başlıca parçaları gövde, tabla, siper kaldırma ve eğme kol­ ları, testere, mil ve motordur. Dökümden yapılan gövde, dört cıvata ile yere tuttu­ rulur. Diğer bütün parçalar gövdeye bağ­ lanır. Tablanın ortasında testerenin yüze­ ye çıkabilmesi için bir yarık, gönye siperi­ nin bağlanması için delikler bulunur. Bir ayarlama vidası ileri geri hareket edebi­ len gönye siperi, parçaların gönyesinde ve tehlikesizce kesilmesini sağlayan yar­ dımcı bir parçadır. • Portatif tepsi testere makinesi, bir elek­



trik motoru, motor'miline takılan bir daire lama, kesme derinlik ve açısını ayarlayan taban tablası, motor mahfazası, bir siper ve sap içine yerleştirilmiş kumanda tetiğin­ den meydana gelir. Dakikada 4 600 de­ vir yapan motoruyla kontrplak, sunta, düralit kesmede geniş ölçüde kullanılır. • Şerit testere makinesi, ağaç işlerinde en çok kullanılan makinelerden biridir ve başlıca parçaları şunlardır: gövde, dökme demirden, içi boş, deve boynu biçiminde­ dir ve cıvatalarla yere bağlanır. Bütün öbür parçalar gövde üzerine monte edilir. Göv­ deye yatay konumda bağlanan tabla ka­ re ya da dikdörtgen biçiminde dökme de­ mirden yapılır. Tek ya da iki parçalı olabi­ lir. iki parçalı olanlar eklemlidir ve değişik açılarda, eğik kesim yapmaya yarar. Tab­ lanın ortasında kare şeklinde, şeridin geç­ tiği bir delik vardır. Buraya sert ağaçtan bir takoz yerleştirilir. Orta kısmı şerit kalın­ lığı kadar yarılır. Takozdan tabla önüne ka­ dar uzanan kırlangıç kuyruğu bir kanal bulunur. Testere takıldıktan sonra bu ka­ nal madeni bir kazıkla kapatılır. Gönye si­ peri, tablaya cıvatalarla gerektiğinde sıkı­ ca bağlanıp sökülebılmektedir. Siper par­ çaların paralel ve aynı genişlikte kesilme­ sini sağlar. Kasnaklar, alt ve üst kasnak ol­ mak üzere iki tanedir; gövde üzerindeki bilyeli yataklara oturtulmuştur ve şeridin dönmesini sağlarlar. Alt kasnak sabit, üst kasnak şeridin çıkarılıp takılması ve ayar­ lanması için öne arkaya eğitebildiği gibi aşağı yukarı da hareket edebilir Şerit tes­ tereler 30 ila 100 cm arasında değişen kasnak çaplarına göre adlandırılır. Çap 80 cm ise 80’lik şerit, 40 cm ise 40’lık şerit denir. Kasnakların dönme hızları dakika­ da 1 000-1 150 devir arasında değişir ve çap büyüdükçe bu hız küçülür. Ayar kol­ ları iki tanedir; biri şeridi germeye, öbürü ise üst kasnağın ayarlanmasına yarar. Şe­ ritler 50 m'lik toplar halinde satılır: kalın­ lıkları 0,4-0,71 mm, genişlikleri 4-50 mm arasında değişir. Kasnak çapına göre ke­ sildikten sonra uçları kaynakla birleştirile­ rek bilenir. Koruma kapakları dört tanedir ve gereğinde sökülebilir; saçtan yapılan



ikisi kasnakları örter, ağaçtan olan öbür­ leri açıkta çalışan şeritten korunmaya ya­ rar Sevk düzeneği şeridin çalışırken arka­ ya kaçmasını, sağa sola bükülmeslni ön­ ler. Bunlar silindir biçimindedir ve bilyeli yataklarda hareket eder. Ağırlık kolu ısın­ ma yüzünden genleşen şeridin çıkması­ nı önlşmek için üst kasnağı sürekli şekil­ de gergin tutmaya yarar. Motor doğrudan doğruya kasnak miline ya da kayışla alt kasnağı döndüren bir düzeneğe bağlıdır. Şerit testere makinesinde parçanın ilerle­ me hızı, parça kalınlığına göre 2,5-12 m arasında değişir. Arabalı şerit testere makineleri tomruk biçmede ya da tomrukların kenarlarından kapak almada kullanılır. Tomruk ray üze­ rinde otomatik olarak yürüyen arabalara kancalarla bağlanır. Her kesişte araba tek­ rar geriye alınır, kalınlık ayarı verildikten sonra şeride doğru yürüyerek tomruğu şeride verir. Bu tip şeritlerde alt kasnak yer seviyesinden aşağıya olacak şekilde ku­ rulur. Şerit kalınlıkları 1-1,5 mm, kasnak çapları 120 emdir. —Cerr. En çok kullanılan cerrahi testere­ ler lamalı el testeresi ile makineli döner testeredir. Gigli testeresi derinden yüzeye doğru kesen bir çelik teldir (tel testere, kıl testere). Salınımlı testerelerse alçıları kes­ mek için kullanılır T E S T E R E B A LIĞ I a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin 100 m'ye kadar inen diplerine yakın yerlerde yaşayan köpekbalığı. (Yan­ ları dişli gagalarıyla dibi eşeleyerek bul-



testerebalığı dukları avlarla beslenirler. Gözleri başın üst kesiminde, ağızları ve solungaç yarık­ larıysa alt kesimindedir. Burun uçları kılıç gibi uzundur ve yanlarında 16-20 diş bu­ lunur. Bil. a. Pristis pristis; testerebalığıgiller familyası; boyu 4 m’ye kadar.)



11460



TESTERE BALIĞIGİLLER a Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan köpekbalığı famil­ yası. (Uzun rostrumları ve yanlarında bu­ lunan dişleri testereye benzer. Vivipardırlar. Rostrumlarıyla dip çamurunu eşeler ya da balık sürülerine saldırırlar. Familyanın tek cinsi Prististir. Akdeniz'de iki türü bu­ lunur: testerebalığı [Pristis pristis] ve ince dişli testerebalığı ya da taraklı testerebalığı [P pectinatus]. Bil. a. Pristidae).



TESTERE BIÇAK a. Ağzı ya da ağzının kenan dişli, ekmek, et vb. kesmeye yara­ yan bıçak.



I. TESTEREBURUN a Mergus cinsin­ den iki ördek türünün ortak adı. (Balıkla beslenen, ince, uzun, çengel biçiminde kıvnk gagalı ördeklerdir Kuzey yarıküre' nin soğuk denizlerinde yaşarlar, iyi dalı­ cıdırlar. Testereburun ya da tarakdişli ör­ dek [Mergus merganser\ Anadolu'da, kü­ çük testereburun ya da kırmızı göğüslü testereburun [M. serratoı] Akdeniz ve Ka­ radeniz'de kışlar. Testereburunun gaga­ sında 13-15, küçük testereburununkindeyse 17-19 testere dişine benzer çıkıntı var



dır.)



küçükMmburuuin (Iİk ju s m sto r)



d^iâw arkeği



TESTEREDUYARGAULAR a Duyar galan testere gibi dişli olan kınkanatlı bö­ cekler (partakböcek) bölümüne eskiden verilen ad.



TBSTERE-FREZE a. işlem. Biçmede kullanılan, çok dar üç eğe dişli freze.



TESTEREKÖPEKBAUâlGİLLER a Güney yanküre'nin ılık denizlerinde yaşa­ yan, burnu testerebalığınınkine benzeyen köpekbalığı familyası. (Vivipardırlar. 5 ya da 6 solungaç yarıkları vardır. Ağızlarının önünde uzun bıyıklar bulunur. Yalnızca iki cins kapsar: Pliotrema ve Pristiophorus Bil. a. Pristiophoridae; Pleıırotrema üstta-



kımı.)



TESTERELEME a. Mak. san. 1. Testerelemek eylemi. (Bk. ansikl böl.) —2. Ter mik testereieme ya da eritmeyle testere­ lerde, metallere ve minerallere uygulanan ve “ şerit testere" adı verilen takımın, çok büyük yer değiştirme hızıyla malzemenin erimesine yol açtığı kesme yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Metaller, bir el testeresi ya da mekanik bir testere (almaşık, şerit, çembersel) yardımıyla testerelenir Biçme* iş­ lemi için, ince bir zımpara taşı ya da çok yüksek hızla dönen dişsiz bir aşındıncı taş da kullanılabilir. Termik testerelemeda takımın doğrusal hızı 150 m/sn düzeyindedir (klasik metal testerelerininkinden 500 kez daha büyük) Bu koşullarda sürtünme kesilecek malze­ menin yerel olarak erimesine yol açar; malzeme eridikçe eriyen bölümün uzak-.



İÇ TİH A D I' BİRLEŞ­ TİRM E KARARI.



—isi. Kelimei tevhit, "La ilahe illallah" sö­ zü. || Mezheb-i tevhit, tektanrıcılık. (ilm-i tevhit ya da tevhit ilmi de denir.) —A N S İK L . Ed. Tevhitte Tanrı'nın ululuğu, adları, sıfatları, kuvvet ve kudretinin son­ suzluğu, zatının tasvir ve hayal edilen şey­ lerden ayrılığı, hiçbir şeyin ona eş ve ben­ zer olmayışı, evrende ondan başka mü­ essir bulunmaması, bütün kudret ve İlim­ lerin ona alt olduğu vb., sanatlı bir üslup­ la anlatılır. Zahiri şeriata uygun (Nabi) tev­ hitler olduğu gibi yer yer tasavvuf görüş­ lerine yer veren (Fuzuli) ya da bütünüyle tasavvuf görüşünü yansıtan (Niyazi-i Mısri) tevhitler bulunmaktadır. Genellikle ka­ side biçiminde yazılır (bu kasidelerde nesip, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulun­ maz). Terkib-i bent, terci-i bent, gazel vb. gibi biçimlerde tevhitler de vardır. Bazı mesnevilerin başındaki tevhitler ise mes­ nevi biçimindedir. (-> Kayn.) T E V İL a. (ar. te’ vil). 1. Söylediği bir söz ya da yaptığı bir davranışı sonradan farklı bir biçimde yorumlama, sözünü çevirme. —2. Tevil etmek, söylediği bir söze ya da yaptığı bir davranışa farklı bir anlam yük­ lemeye, onları başka türlü göstermeye ça­ lışmak. -^3. Tevil götürmemek, bir söz ya



TEVİLAT, -tı çoğl. a. (ar. fe’ vıÎTn çoğl. te'vilst). Esk. Sözü döndürüp dolaştırma­ la r, farklı anlam vermeye çalışmalar. TE V İO T, Büyük Britanya’da ırmak, iskoçya'nın güneyinde; 60 km. Cheviot dağlarından doğar, sağ kıyısından Tweed’e kavuşur. T E V K İ, -i a. (ar. vuku” dan te v k i). Esk. 1. Berat ve fermanlardaki padişah imge­ si. ( - TUĞRA.) —Hat. Aklâm-ı sitte denilen altı tür yazı­ dan biri. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L. Hat. Tevki yazı, sülüs yazıya gö­ re biraz daha uzun ve küçüktür. Bu yazı­ da. birleşmeyen harflerin birbirine bağlan­ ması da kural gereğidir. Aklâm-ı sitte gru­ buna bağlı öteki yazılar gibi, tevki yazı da Emeviler’in son dönemlerinde kûfı yazının değişikliğe uğramasıyla ortaya çıkmıştır. Abbasiler döneminde, ibni Mukle'nin (X. yy.) elinde kuralları belirlenen tevki, ibni Bevvab'ın (öl. 1022) ve XIII. yy.'da da Yakut-ı Mustasımi'nin (öl. 1298) çabalarıy­ la olgunlaştı. Tevki yazı türk hattatlarından Şeyh Hamdullah'ın ve Hafız Osman’ın ka­ lemlerinde güzelliğinin zirvesine ulaştı. Es­ kiden halife ve vezirlerin mektuplarının ya­ zımında kullanılan tevki, Osmanlı döne­ minde kimi zaman vakıf kayıtlarında da görülmektedir. Padişah buyruklarının üs­ tüne çekilen tuğraya da tevki denir.



TE V K İF a. (ar. va(rf'tan tevkif). 1. Bir suç­ tan dolayı bir kimseyi tutuklama: Sanığın tevkifine karar verildi. —2. Tevkif etmek, tutuklamak. || Tevkif olunmak, tutuklan­ mak. —Esk. 1. Bir kimseyi durdurma, beklet­ me. —2. Bir şeyi alıkoyma. —3. Tevkif et­ mek, durdurmak; alıkoymak. —Ask. ve Sil. Tevkif ateşi -» ATEŞ. || Tevkif baraj ateşi, tevkif ateşine katılan silahların ateşleriyle kapatamadıkları bölgeleri ka­ patmak için top ve havanlarla yapılan ve tevkif ateşinin bir parçası olan ateş enge­ li. —Cez. us. huk. TUTUKLAMA'nın eşanlam­ lısı. —Su işler. Tevkif vanası, bir boruhattının tümünü ya da bir bölümünü kapamaya yarayan musluk ya da vana. TEVKİFAT, -tı çoğl. a. (ar. tevkif in çoğl. tevkifst). Esk. 1. Tutuklamalar. —2. Dur­ durmalar. —3. Paraya uygulanan kesinti­ ler. T E V K İF E V İ a. TUTUKEVİ'nin eşanlamlı­ sı. T E V K İF H A N E a. (ar. tevkif ve fars. ha­ neden tevkif-hsne). Esk. Tutukevi. T E V K İİ a. (ar. tevkir ve -i'den tevkf i). Esk. Tevkici, tuğrakeş. TE V K İL a. (ar vekâletten tevkil). Esk. 1. Birini vekil etme. —2. Tevkil etmek, vekil tayin etmek: "...vekilin tevkil ettiği kimse müvekkilin vekili olur'' (Mecelle-i ahkâm-ı adliye' den). —Huk. VEKÂLET. TE V K İR a. (ar. vakardan tevkii)■ Esk. t. Saygı gösterme, ağırlama, ululama: "Siz he büyükleri lüzumundan ziyade tevkire, ne de küçükleri tahfif ve tahkire tenezzül etmezsiniz" (A. H. Tarhan). —2. Tevkir et­ mek, ululamak, ağırlamak: "Lâyık mı, edip kaviyi tevkir, / Bî-kudret olan mûlûku tahkir" (A. H. Tarhan).



Texaco İne. T E V L İT a. (ar viladet'dan tevlid). Esk. 1. Dünyaya getirme, doğurma. —2. Bir şe­ yin oluşmasına, ortaya çıkmasına neden olma. —3. Doğuma yardımcı olma, do­ ğurtma. — 4. Tevlit etmek, doğurmak; do­ ğurtmak; meydana getirmek; neden ol­ mak: "Bu makaleleri tevlid eden fikirler şa­ irane olduğu için..." (H. Z. Uşaklıgil). T E V L İY E T ya da T E V L İY E a. (ar. ve­ layetten tevliyet, tevliye). Esk. 1. Vakıf mal­ larına bakma görevi. —2. Tevliyet beratı, mütevellilere verilen berat. — İsi. h u k . Tevliye tarikiyle bey BEY‘-I TEVLİYE.



T E V O N (prens) [1821-1898], Kore naibi (1864-1873), Li hanedanının en önemli ki­ şisi. Yabancıların yarımadaya müdahale­ sine şiddetle karşı çıkan, ateşli bir milliyet­ çiydi; misyonerleri baskı altına aldı ve tran­ sız (1866) ve amerikan (1872) gemilerine ateş açtırdı. Bu davranışları ağır misille­ melere ve sonunda Kore'nin Batı'ya açıl­ masına neden oldu. Siyasal çevrelerde korkulan bir kişi olarak, iktidardan çekil­ mesinden sonra bile etkisi sürdü. T a v ra t, Kutsal Kitap’ın başında yer alan beş kitap. Yahudi geleneğinde bunlara Torah denir. Yunanca konuşan Yahudiler, Kutsal Kitap'ın bu bölümünü "Pentateukhos" ya da "beş ciltlik" kitap olarak adlandırdılar. (-> EBDOMEKONTA.) Hıristi­ yan gelenek, yunanca konuşan Yahudiler'in verdiği bu adı benimsedi. Bu bölün­ meye (Tekvin", Çıkış", Levililer* Sayılar* .ve Tesniye"), halka yönelik okuma zorunluluk­ ları yol açtı. Gerçekte bu beş kitap, dün­ yanın yaratılışından ibraniler'in Vaat edil­ miş toprağa girişine kadar uzanan din ta­ rihini kapsayan bir bütün oluşturur. Yahu­ di ve hıristiyan gelenek, Tevrat’ın yazılışı­ nı uzun süre Musa’ya atfetti. Eleştirel bir inceleme bu bütüriün, İ.Ö. IX. yy.’dan IV. yy.'a kadar süren ortaklaşa bir çalışmanın ürünü olduğunu ortaya koydu. Tevrat’ta şu dört temel gelenek kaynaşmıştır: 1. yehovacı gelenek. Tanrısal Yehova adının sü­ rekli olarak geçmesi, bu geleneğe yehovacı adının verilmesine yol açtı. Antik söz­ lü söylentileri yineleyen bu kitap, İ.Ö. X. -IX. yy.'a doğru Güney krallığı'nda yazıl­ dı; 2. elohimci gelenek (İ.Ö. VIII. yy.). Ku­ zey krallığı'ndan yayılan bu gelenekte, Si­ na'da Musa'ya inen vahye kadar Tanrı'yı adlandırmak için Elohim terimi kullanılıyor­ du. IX. yy.'ın kâhince düşüncesinden et­ kilenen bu gelenek, Ezehyas dönemine (716-687) doğru yehovacı gelenekle az çok kaynaştı. Samiriye’nin düşüşü (722), Kuzey krallığı'ndan birçok göçmenin Yahuda krallığı’na gitmesine yol açtı; 3. tesniyecigelenek. Bu geleneğin düşüncesi, gerçekte Yoşiya’nın 622’de yaptığı.din re­ formuna karşılık düşen Tesniye'de içkindir; 4. papaza gelenek. Bu gelenek Mu­ sa dininin, Babil esareti (587-538) çerçe­ vesine yerleştirilmesine yol açtı. Tevrat’ın Ezra döneminde (İ.Ö. IV. yy. başı) tamam­ lanan son yazılışı, daha önceki dört bü­ yük yapıtı uyumlu ve bütünleşmiş bir du­ ruma getirmeye çalışan redaktörler tara­ fından gerçekleştirildi. • Kuran’da, Tevrat, İbrahim ve Yakub dö­ nemlerinde vahyedilip, sonra da Isa tara­ fından Tanrı'nın kutsal hükmü içine alın­ dığı doğrulanan kutsal kitap olarak gözü­ kür. Bu kutsal kitaba inananlar cennete gitmekle ödüllendirilmişlerdir. Bu düşün­ ce Tevrat (Çıkış, XXI, 24 vb.) ile tam bir ko­ şutluk gösterir. Kuran'da Ahd-i atik' in ilk beş kitabından alınan birçok hikâye var­ dır. Bunlar genellikle yahudi din kitapları­ nın yorumlanması biçimindedir. Peygam­ ber, Tevrat yanında bir de Zebur'u bilmek­ tedir. Bununla birlikte Yahudiler’in bazen Torah dedikleri bütün kutsal kitaplar hak­ kında da bilgi sahjbi olmalıdır. Tevrat hadislerde de çok sık geçer. Bunlara göre, Tevrat'ın hükümlerini göze­ tenlerin başında Musa gelmektedir. Bu arada Yahudiler'in Tevrat’la övünmelerinin yeri olmadığı, zira onun Kuran'ınkine denk.



hiçbir şey içermediği de ileri sürülür. Kuran'dakilerle Tevrat'taki bilgilerin araştırıl­ masının iyi bir sonuç vermeyeceğini dü­ şünen Peygamber, müslümanlara kitap ehli olanların bilgilerinin doğru ya da yan­ lış olmalarına bakmamalarını, Tanrı’ya ve onun vahyettiklerine inanmalarını salık ve­ rir Hatta bir hadiste (Buhari, Şehâdet, bak 29), mümin olmayanların Kuran'ın, müslûmanların da onların kutsal kitaplarının içeriklerini sormamalarını ifade eder. Bu­ nunla birlikte, müslûmanlar arasında Tev­ rat'ı inceleyenler çıktığı gibi, Tevrat da arapçaya çevrilmiştir. Peygamberin geleceği ile ilgili haber ise daha çok Eski ahit in ilk beş kitabın­ dan Tekvin, XVI, 9-12; XVII, 20; XXI, 21; Tesniye, XVIII, 18; XXX III, 2, 12 ayetleri­ ne dayanmaktadır. T E V R İS a. (ar. verâşef’ten tevris) Esk. 1. Birini kendine mirasçı olarak tayin et­ me. —2. Miras bırakma. —İsi. huk. Bir kimsenin ölmüş bir kişiye mirasçı olduğunu belirleme. T E V R İY E a. (ar verS dan tevriye). Esk. Amacını, isteğini gizleme. —Ed. — İHAM . —Takvim. Tevriye günü, hicri takvimde zil­ hicce ayının sekizinci gününe verilen ad. T E V S (Sevinç), türk kadın caz şarkıcısı, (Ankara 1930 - İstanbul 1976). Ankara Devlet konservatuvarı şan bölümü'nü bi­ tirerek kardeşi Sevim Tevs'le birlikte An­ kara radyosu caz müziği programlarında söyledi. Daha sonra İngiltere'ye gitti ve BBC radyosunda çalıştı. New York festivali'ne katılarak Arif Mardin'in For You adlı bestesiyle birincilik ödülü kazanan sanat­ çı, ayrıca çeşitli ülkelerde konserler ver­ di. Yunanistan’da yapılan Apollonia mü­ zik festivali'nde de finale kaldı. T E V S İ, -I a. (ar. vüsratfen tevsi1). Esk. 1. Genişletme, yayma: "Bu hükümeti her ne kadar Türkler teşkil etmiş ise de, tevsi ve terakkisi için bütün bu memleketteki kavimlerin..." (Ömer Seyfettin). —2. Tevsi et­ mek, genişletmek, yaymak: "işte ulum ve maarifin açtığı zihinler, tevsi ettiği fikirler, kuvvetlendirdiği muhakemeler sayesinde­ dir ki..." (A. Yusuf). —3. Tevs-i hudud, sı­ nırlarını genişletme. —Huk. Tevsii tahkikat, soruşturmanın ge­ nişletilmesi, kimi iddiaların yeniden araş­ tırılması. ( -* SORUŞTURMA.) T E V S İK , -kİ a. (ar. vüşutf'tan tevsik ). Esk. 1. Sağlamlaştırma. —2. Bir şeyin doğruluğunu belgeleme, belge ile Kanıt­ lama. —3. Tevsik etmek, sağlamlaştır­ mak; bir şeyi belgeyle kanıtlamak: "Kud­ ret-/ âmme (yani devlet) pek çok sonra -madeni para her tarafa yayıldıktan son­ ra- ancak sikkenin siklet ve âyarını bir damga ile tevsik etmek için işe müdaha­ le etmiştir" (Ahmet Muammer ve Şükrü Kaya).



fırkaya bağlananlar 684’te halife Ali'nin oğlu Hüseyin'in Kerbela’daki mezarı başına gelerek onun yardımına koşamamış olmaktan duydukları üzüntü ve pişmanlıkları aşırı davranışlarıyla belirt­ tiler ve bu nedenle kendilerine "pişmanlık duyanlar" anlamına tevvabin denildi. Tevvabin mensuplarının Hüseyin'in mezarı başında vücutlarını zincirlerle dövüp ağ­ lamaları davranışı giderek şiiler arasında yaygınlık kazandı ve bu durum günümüz­ de de sürdürülen on muharrem yas tören­ lerinin doğmasına yol açtı. — A N S İK L . B u



T E V Z İ, -i a veZ' 'den tevzi'). 1. Da­ ğıtma, pavla ,: Kömür tevzii. —2. Tev­ zi etmel ak, paylaştırmak. —3. Tevzi olı. ■ jğıtılmak, paylaştırılmak. —ikt. te •>.. defteri, OsmanlI devletin­ de, eyaletlerdeki halkın ödemekle yüküm­ lü olduğu örfi vergilerin yazıldığı defter. (Tevzi defterleri vali, mütesellim ve voyvo­ dalar gibi eyaletin ileri gelenleriyle kadı­ nın huzurunda düzenlenir, hazırlanan def­ ter o yörenin şeriye mahkemesinin sicili­ ne kaydedildikten sonra İstanbul'a gönde­ rilirdi. Bu defterler yılda iki kez [kasım ve hıdrellez] hazırlanır; vergiler de buna uy­ gun olarak iki taksitle toplanırdı.) TE V ZİA T, -tı a. (ar fe vzf’nin çoğl. ievzi'at). 1. Esk. Dağıtmalar, paylaştırmalar. —2. Dağıtım: "Tedbirler gayet basitti; Sırrı bey bir arkadaşı ile beraber tevziatı biz­ zat kendisi yapacaktı" (Y. K. Karaosmanoğlu). —İkt. tar. OsmanlIlar döneminde, toplana­ cak olan vergi miktarının halka bildirilme­ si. (Tevziat, bir yıl içinde kasım ve hıdrel­ lezi de içine alan mayıs ayında olmak üze­ re iki kez yapılırdı.) T E V Z İN a. (ar. vezn’den). Esk. 1. Denk­ leştirme. —2. Tartma. —3. Tevzin etmek, denkleştirmek, tartmak. T E W A LA R , özellikle Yeni Meksika eya­ letinde, rio Grande kıyılarındaki 7 köyde yaşayan Pueblo Kızılderililer. "Yazlıkçılar" ve "kışlıkçılar” olmak üzere, iki ortak yarı biçiminde örgütlenmişlerdi. Bu iki yandan her birinin, yılın dönemine göre sırayla kö­ yü yöneten ve birçok derneğe (hekimlik derneği, avcılık derneği, kadınlar derne­ ği) göz kulak olan bir reisi vardı. Temel toplumsal birimi simgeleyen babasoylu soyzincirli iki yanlı geniş aile, özellikle ta­ rım ürünleriyle besleniyordu Tewalar ata­ larına tapar, ayinlerini k ıv a ia r d a yaparlar­ dı.



T E W iN K E L (Lammert Allard), hollandalı dilbilimci (Arnhem 1806 - Leiden 1868). Woordenboek der Nederiandse Tual (Hollanda dilinin büyük sözlüğü) için Matthias de Vries ile birlikte çalıştı, aynı za­ manda hollandaca dilbilgisi üstüne çalış­ malar yayımladı. —Oğlu Jan (Winkel 1847 - Amsterdam 1927), Amsterdam’da profesör oldu, hollandacanın tarihi ve lehçebilimi üzerine çok sayıda inceleme yaz­ TE V S İM a. (ar. vesm’den tevsim). Esk. 1. Deriyi dağlama, dağlayarak işaret koy­ dı; ayrıca hollanda edebiyatının gelişimi üstüne anıtsal bir yapıtı vardır (1908-1927, ma. —2. Adlandırma, ad verme. —3. Ha­ 4 cilt). cıların hac zamanı toplanması. —4. Tev­ sim etmek, dağlayarak deriye işaret koy­ TE W K E S B U R Y , Büyük Britanya'da mak; adlandırmak; hac zamanı toplan­ (Gloucestershire) kent, Avon ve Severn ır­ mak. maklarının birleştiği yerde; 8 700 nüf. İn­ giltere'nin en zengin benedikten manas­ T E V Ş İH a (ar. vişâh, kuşak tan tevşih). tırlarından birinin çevresinde gelişen kent­ Esk. Süsleme. te XII. yy. başından kalma St Mary kilise­ —Esk. ed. Bir yapıtın başında yer verilen si vardır (XIV. yy.’dan kalma kemerler ve ve sunulduğu kişinin adı dolayısıyla yapı­ koroyeri; vitraylar; ölü anıtları), iki Gül sa­ tın değerini yükselttiği kabul edilen sunuş vaşı (3 mayıs 1471) sırasında, kent yakıyazısı. —Mukayyet kafiye (nefer-zafer, nında(Bloody Meadow) yapılan büyük bir elest-mest örneklerindeki gibi ikişer ünsü­ çarpışmada Lancaster tarafları kesin bir zün aynı olduğu uyak) ile yazılmış şiir, yenilgiye uğradılar. —isi. Mevlit bahirleri (bölümleri) arasında dinsel ve tasavvufi kasideler okuma. T E X - TEKS. T E V Ş İH a Müz. Dini türk müziği form­ T e x a c o In c ., ağustos 1926'da, Delalarından biri. (Güftesi arapça ya da farsware'da, The Texas Corp. adıyla kurulmuş ça olabilir. Teyşih durak evferi, devrikebir, amerikan petrol firması. 1941'de Delaçenber, zengir gibi büyük usullerde besware'daki The Texas Ga’nun (1902'de ku­ telenmiştir.) rulmuş ve aynı adı taşıyan bir texas şirke­ T E V V A B İN a. Şiiliğin Süleyman bin Dati ile The Texas Co. adlı bir kallforniya şir­ rülhüzai tarafından kurulan bir kolu. ketini devraldı) tüm aktiflerini ele geçirdi



11475



Sevinç Taw



Texaco İne. 11476



TEXAS



ve 1959’da bugünkü firma unvanıyla ku ruldu. Texaco Inc. ve filyalleri dikey olarak ör gütlenmiş ve petrol araştırması, doğal gaz, petroklmya, petrol ürünleri dağıtıcı­ lığı, araştırma (kirlilik, ikame enerjileri, kö­ mürün gazlaştırılmam vb.) elektronik, bil gisayar, telekomünikasyon, blyoteknolojl, 'petrol taşımacılığı alanlarında iştirakleri olan bir petrnl şirketleri grubunu oluştu rur. Texaco, Exxon*'dan sonra ABD'nin İkinci büyük petrol firmasıdır. T E X A S , ABD'nin günoy kesiminde eyalet; 692 403 km2; 1« 986 510 nuf (1990). Merkezi Austin • COĞRAFYA. ABD'nin en Ci."ıy k eyale tidir (Alaska dışında). [Jeomoriolojl ve ik­ lim bakımından Amerika kılası: ,n farklı birkaç bölgesinde uzanan bu toprakla: 1845'te ABD'ye katılırken döıde bölünme sİ düşünülmüştü]. Batı, basamak basa mak sıralanmış platolardan (Llano F.sta cado, Edwards platosu, Coınanche pla tosu) oluşan Great Plains içinde kalır. Do ğu, kıyı ovasının bir bölümünü kapsar, cephesi kuzey-batı'ya dönük cuostalaı monokllnal ovalan ayırır (Grand Praırie, Black Pralrle). İç İçe geçmiş deltalar kıyı şeritleriyle kapanmış denızkulaklarıyla çevrili bataklık bir ova oluşturur Batı bölümü, ABD'nin çorak bati kesi mlnde, doğu bölümüyse yağışlı yarıtroplkal



doğu kesiminde yer alır; El Paso yılda yal nızca 200 mm, Port Arthur ise 1 400 mm yağış alır. Batıda akarsular zaman zaman kuruduğundan tarım için sulama zorun­ ludur; bozkır ya da pırnallıklar doğal bitki örtüsünü oluşturur. Çayırlar, orta kesimde­ ki ovaları kaplar. Güney-doğu’da meşe ve çam ormanları bulunur Eyaletin doğusu genellikle tayfunlardan ve su baskınların­ dan zarar görür Texas, bağımsızlığını el de ettiğinden beri göç alan bir bölgedir XX. yy.'da, çarpıcı bir ekonomik geliş­ menin hem nedeni hem sonucu olarak Texas'a yönelik kesintisiz bir meksikalı (ya sal ve gizli) ve anglosakson ameııkalı akı nı nüfus artışına yol açmıştır; 1920’de 4 663 000 nüf.; 1950'de 7 111 000 nüf.; 198Ö’de 14 milyondan fazla nüf. (böyle ce Texas, nüfus bakımından ülkenin üçün cü eyaleti oldu). Ekonomiye gelince, ülkedski en önemli etkinlik olan hayvancılık, özellikle Batı’da hâlâ önemini korumakta dır; Texas, sığır (14 M) ve davar (2,4 M) sa yısı bakımından ilk sıradadır Aynı zaman da, pamuk (orta kesimdeki çayırlarda ve sulama sayesinde batıda) üretiminde de İlk sırayı alır, Eyalette ayrıca kocadan (1 sırada), mısır, buğday, soya, yerfıstığı ve kıyıda pirinç (2. sırada) üretilmektedir. Gü­ ney ucunda (Winter Garden) portakal, greyfurt ve sebze yetiştirilmektedir, Toprak aşınması, tarım İçin sn büyük felaketler



den biridir; bu felaket, çeşitli derecelerde de olsa Texas'in üçte birinden fazlasını et küsmektedir. Bugün Texas, büyük sanayi eyaletlerin­ den biridir. Yarısı petrolden, yarısı doğal gazdan sağlanan enerji kaynakları bakı­ mından ülkenin en büyük üreticisi ve tü­ keticisidir. Orta kesimdeki ovalarda, kıyı bölgelerinde ve kıta platformunda 160 Mt petrol ve 250 Gm3 gaz üretilir. Ayrıca kim ya sanayisi de kıyı şeridinde büyük bir ge lişme göstermiştir (Houston çevresinde her tür "spaghetti bowl" boruları); sente tik kauçuk, plastik maddeler, tuz, kükürt ve magnezyum işleme. Savaş, yeni sanayi kollarının, özellikle hava taşıtları yapımı (Dallas) ve demir-çelik (Houston) sarıayi siyle alüminyum (Corpus Christi) ve ba kır (El Paso) metalürjisinin kurulmasını hız­ landırmıştır. Besin sanayisi yerel ve ulusal iç pazarın büyümesinden yararlanmakta­ dır: el işleme ve tüketime hazırlama, süt tesisleri, meyve ve sebze ile deniz ürün­ leri (Texas, balık ve deniz kabuklularında miktar bakımından 11, ve değer bakımın dan İse 4, sıradadır) konserveciliği. Başlıca yerleşmeler iki dizi halinde sı­ ralanır; birincisi kıyı ovasıyla Batı platola­ rının birleştiği yerde (Dallas Fort Worth, Austin ve Sarı Antonio); öbürü, kıyıda (Houston ve Corpus Christi); nihayet en batıda El Paso yer alır Texas, yavaş yavaş



«enayi ağıt m«Maluf|i



Sunray



iekstil tarıma davalı besm kimya grafik sanayileri



madensel eşyalar makine yapımı taşımacılık gereçten elektrikli ve elektronik gereçler



B orger t PANHANDLE HAVZASI S (ya da ANAOARKO)



kemsin Bsnayisl PERM H A W S , (ya d a WEST TEXAS)



Wasson^ Seminole*, GoltJsmn^ 'cw dei



■èstei



MİD CONTINENT



l,a n ^



HAVZASI



Slaughter. \ Abilene '^¡.qveiiund Big Spring



H a w k in s







/



/ / ' Tl' l9r /



/ C ast Texas



K e lly -s n y d b r



Mgglroy



Yaws



Mlp TEXAS HAVZASI



“W



' ' 'Ççhioà ’ Katy



y



, insrnga, WöüitaT . fham/)?qnÿ\



petrol yatağı başlıca üretim alanları



M n ı y llt ı n ı «



Corpus Christi



çember sanayi üretimi değeriyle orantılıdır. sanayinin % 25’den çok istihdam



başlıca arıtma merkezlen



% 125-25'den çok istihdam



petrol limanı



% 5-12,5'den çok istihdam sağladığı koni



CHRİSTİ KÖRFEZ’ HAVZASI



B ro w n s v ille



ham petrol borusu gaz borusu ürün borusu



kışı başına S 10 0 0 0



otoyol demiryolu



5 000



\ so s ke nt nüfUKit kent çekirdeği (kent ve yakın banliyö) anakent alanındaki küçük kentler anakent alanının kırsal bölgesi 2 M,‘den çok nûl, 300 000 • 1 M. nüf 100 000 • 300 000 nüf. 40 000 - 100 000 nüf. 10 000 - 40 000 nüf.



çok büyük nüfus artışı (1970’den beri % 35'ten çok) büyük nüfus artışı (% 20-35) az nüfus artışı (% 5-20) sabit ya da gerileyen nülus (% +5 ile - 2 2 arası)



İD /



Alice Kingsville



C o rp u s C h r is ti Padre Is /a n d



M E^KS I K A \ feaIcon gölü %



Edinburg



H a rlin g e n \ J



M c A lle n



B o a u m o n t* P o rt A rth u r G a lv e s to n Bay City T e x a s C it y



P o rt Lavaca Miatagorda ad. San Jose ad.



L a red o '



/ *



W esla co \ M e rc e d e s B ro w n s v ille



PORT ARTHUR



King Ranch.



gaz yatağı başlıca işleme merkezleri



B ro w n s v ille



Beaumont Pt Nechesj



1970*1981 arasında Texas ile bütün ABD eyaletlerindeki kişi başına gelirin karşılaştırmalı evrimi



iki büyük merkezin Dallas-Forth Worth ile Houston çevresinde örgüttenmektedir; bu iki kent, sayıları giderek artan fabrikaların, amerikan ve uluslararası şirket merkezle­ rinin toplandığı sanayi ve ticaret odakları haline gelmiştir: aynı zamanda bunlar ha­ va taşımacılığında da çok önemli kavşak­ lardır ö te yandan Houston, en büyük amerikan limanlanndan biridir. • TARİH. 1519’da İspanyol Piheda bölgeyi gezdi, ilk yerleşme yeri 1682’de Ysleta’da kuruldu. 1685'te Cavelier de La Salle, Ma­ tagorda körfezi yakınında bir kale yaptır­ dı. ilk kent San Antonio 1730'da kuruldu. Bölge 1821'e kadar Yeni ispanya'nın ispartyol genel valiliğine bağlı kaldı; daha sonra Meksika Federal Cumhuriyetinin bir eyaleti durumuna gelirken, bölgeye 30 000 Amerikalı yerleşti. Löpez de Santa Anna'nın diktatörlüğü sırasında, bu Ame rikalılar meksikalı liberallere bağlı olduk­ larını ilan ettiler; bütün amerikalı savunuculann öldükleri Alamo kuşatması (6 maıt 1836) ve Santa Anna'nın San Jacinto'da ele geçirilmesi (21 nisan), savaşımın en önemli olayları arasında yer aldı. 1836'da gerçekte bağımsız bir cumhuriyet duru­ muna gelen Texas, 1845'te ABD'ye katıl­ dıysa da Başkan Folk, Meksika'yı Texas üzerindeki haklanndan vazgeçmek zorun­ da bırakmak için bir savaş açtı (mayıs 1846) ve bu savaş Taylor'ın Buerıa Vista zaferi (22 şubat 1847) ve Mexico'nun ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Meksika Gua­ dalupe Hidalgo antlaşmasıyla (2 şubat 1848) rio Grande'nin kuzeyinde kalan tüm toprakları bıraktı. Amerikan iç savaşı sıra­ sında Texas Güneylilerin yanında yer al­ dı. T E X A S C IT Y , ABD'de (Texas) liman kenti, Galveston denızkulağı kıyısında, 41 400 nüf. Petrol rafinerisi. Kimyasal güb­ re T m m s g ü vercin i, amerikan king ve monden güvercinlerinin çiftleştırilmesiyle elde edilen süs güvercini ırkı. TE X C O C O , Meksika'da kent, Mexico yerleşim alanının doğusunda, 2 278 m yükseltide; 65 600 nüf. 13Q0'e doğru ku rulan Texcoco 1418'de, Aztekler'e de sal­ dıran komşu Azcapotzalco krallığı taratın dan fethedildi. Texcoco halkı gibi Aztek ler de ayaklandılar ve Azcapotzalco'nun 1428'de devrilmesine yol açtılar. Her iki galip taraf ve küçük Tlacopan kenti bir bir­ lik oluşturdular: üçlü ittifak. Nezahualcö yotl ve Nezahualpilli'nin hükümdarlıkları sırasında Texcoco, nahua dünyasının sa­ nat merkezi oldu. T E X E lR A ya da T E İX E İR A (Pedro). Portekizli gezgin. XVI. yy.’ın ikinci yarısın­ da doğdu. 1601'de tamamlanan ilk gezi­ si sırasında Malezya, Endonezya, Filipinler, Meksika ve Antiller'i gezdi, daha son­ ra Hindistan, İran, Mezopotamya ve Suri­ ye'ye gitti (1602-1605). Gezilerini anlatan bir kitap yayımladı (1610). T E X E iR A ya da T E İX E İR A (Josö), Portekizli dominiken (Lizbon 1543 - Paris 1601). infante Antönio'nun özel günah çıkarıcısıydı. Sebastiâo l'in (1578) ölümün­ den sonra, Antönio'yu Felipe ll'ye karşı destekledi. Fransa’ya kaçmak zorunda kaldı ve burada Henri III ve Henri IV’ün özel günah çıkarıcısı oldu. Portekiz tarihi üzerine latince bir kitap yazdı (1582). T E X E L , Kuzey denizinde (Kuzey Hol­ landa) hollanda adası, Helder burnundan 3 km genişliğinde bir deniz koluyla ayrı­ lır; 183,5 km2; 12 800 nüf. Başlıca kenti Deri Burg. Kumullarla çevrili alçak bir ara­ zidir. Koyun yetiştiriciliği. Kuş ve doğa re­ zervleri. Balıkçılık. —Tar. Fluyter, ağustos 1673'te adanın açı­ ğında ingilizler'e yenildi. Hollanda'nın Pichegru tarafından istilası sırasında, komu­ tan Lahure’nin emrindeki bir piyade ve sü­ vari birliği, buzullar arasında sıkışıp kalan on dört hollanda savaş gemisini esir aldı (1795).



-■ m



T « x o l ır k ı, anayurdu aynı adı taşıyan Hollanda koyun ırkı Büyük boylu, çok do­ ğurgan, iklim değişikliklerine dayanıklı bir ırktır. Batılı ülkelerde gittikçe yaygınlaş inaktadır. Geniş çapta melezlemeler için erkekleri de damızlık olarak yetiştirilir



T E X İ E R (Charles), Iransız arkeolog ve gezpin (Marsailles 1802 ■Paris I87I), Pa­ ris Ecole des Beaux-Arts'da öğrarıirn göt dü, 1833 ve 1843'te Anadolu ve İran’da fransız hükümeti adına araştırmalar yap­ makla görevlendınldi. Bu gezileri sırasın­ da Orta Anadolu'da saptadığı görkemli kalenin, sonradan Hititler'in başkenti Hat tuşaş (Boğazköy) olduğu anlaşıldı. Balı Anadolu'da Magııesia e epı Maiandrol de (Söke yakınlannda) gerçekleştirdiği ka­ zılar sırasında ortaya çıkan Artemis tapı­ nağı ile ilgili Amazonlar frizini ve Assos (Behramkale) buluntularını Louvre müze­ sine gönderdi. Anadolu'daki çeşitli antik kentlerin planlarını hazırladı, ayrıntılı re simlerini çizdi (Aızanoi, Midas'ın mezarı) En önemli yapıtı Descrıption de TAsie Mi neure'dür (Küçük Asya'nın betimi) (1839 -1848). T E Y A K K U Z a (ar. teyakkuz). 1. Birteh İlkeye karşı gerekli önlemleri alarak hazır durumda bekleme: Ordu teyakkuz duru­ munda. Teyakkuza geçmek. —2. Esk Uyanma, uykudan kalkma. —3. Esk Gözünü açma, gerçekleri görme; uyanık­ lık. —4 . Teyakkuz etmek, uyanmak; ger çekleri görmek (esk ). TEY E L a. 1. Seyrek ve eğreti yapılan ge çlci dikiş. —2. Teyel ipliği, teyel yapmada kullanılan iplik. (Dikiş ipliğinden daha ka ba ve dayanıksız olur.) || Teyel yapmak, te yel atmak, dikilecek parçaları birbirine te yelle tutturmak; dikilecek yerleri kumaşın üzerinde teyelle göstermek; teyellemek. || Bol teyel, üst üste konmuş iki kumaş par çasına da aynı biçimi çıkarmak için ara­ ya bol iplik bırakılarak yapılan ve daha sonra İki kumaşın arasındaki ip kesilerek yapılan teyel. || Hıristo teyeli, birbiriyle ke slşen yatık çizgiler biçimindeki teyel (Etek baskısı, duble yapma vb. yanında giyim süslemede de kullanılır.) —Cerr. Teyel dikişi, yaranın bir ucundan ötekine kadar aynı ipliği kullanma, -—Saraç. Teyel dikiş, kendir İpinin mumlan masıyla elde edilen iple at başlığı ve pal dıma uygulanan dikiş türü. —Terz. Teyel sökmek, teyellenmiş kuma­ şın teyel ipliklerini çıkarmak. TE Y E LLE M E a. Teyellemek eylemi. TE Y E LLE M E K g. f. Asıl dikişten önce, iki kumaş parçasını ya da bir giysinin çe­ şitli bölümlerini seyrek bir dikişle tuttur­ mak. ♦ teyellenm ek edilg. f. Teyelle tutturul ­ mak, üzerine teyel yapılmak. TEYELLEN M EK -



TEYELLEM EK.



T E Y E L L İ sıf. Üzerine teyel atılmış ya da parçalan teyelle birbirine tutturulmuş. T E Y E M M Ü M a. (ar. yemâm'dan teyem­ müm). İsi. Su bulunamadığında ya da su bulunsa bile kullanılmasının sakıncalı ol­ duğunda toprak vb maddelerle aptes alı­ narak temiz olmama (hades) durumunun, simgesel olarak giderilmesi. —ANSİKL. Kuran'da (IV, 43) ve fıkıh kitap­ larında hangi durumlarda teyemmüme başvurulacağı belirtilir. Aptes alması ya da gusletmesi gereken bir kişi, su bula­ maması ya da türlü nedenlerle suyu kul­ lanma olanağını sağlayamaması duru­ munda aptes ya da gusül yerine teyem­ müm eder. Bunun için, niyet ettikten son­ ra avuç içlerini temiz toprağa bir kez sü­ rüp bununla yüzünü sıvazlar; ikinci kez avuç içlerini toprağa sürerek bununla da dirseklere kadar kollarını sıvazlar ve böylece teyemmüm etmiş olur. Gusüllü ve ap­ tesi! olarak yapılabilecek her ibadet te­ yemmümle yerine getirilebilir. Sakınca or­ tadan kalktığında teyemmüm de kendili­ ğinden bozulur. Bunun dışında, aptes ve guslü bozan har şey teyemmümü de bo­ zar.



Texas



Fort Davis National Historic Site (1854'e doğru kurutmuş eski smır karakolunun kalından)



TE Y E M M Ü M a (ar yümn'den teyem mün). Esk. 1. Uğurlu sayma. —2. Teyem mün etmek, uğurlu saymak. T E Y İT a. (ar. eyrt'den te’yid). Esk. 1. Sağlamlaştırma, sağlam hale gelme. 2. Doğrulama, doğruluğunu kanıtlama: "Teyid-i Huda’d ır işi ne hile vü ne d e k" (Nedim, XVIII. yy ). —3. Teyit etmek, sağ­ lamlaştırmak; doğıulamak, desteklemek, gerçeklemek: "...Bedrettinhakkında ver­ miş oldukları bilgilerin birbirini teyit ettiği görüşüne bağlamıştır" (N. Kurdakul). —'Tic. huk Teyit mektubu, tarafların sözlü olarak ya da telgraf veya telefonla yaptık­ ları bir sözleşmenin içeriğini gösteren ya­ zı. (Teyit mektubu, genellikle tacirler ara sırıda kullanılır. Teyit mektubunu alan ta­ raf, aldığı tarihten başlayarak sekiz gün içinde bir itirazda bulunmazsa, teyit mek­ tubunun daha önce sözlü olarak yapılmış beyanlara uygun olduğunu kabul etmiş sayılır [Türk. Tic. k. md. 23].) T E Y İT L İ sıf. Teyidi olan. Poste. Teyitli çek, karşılığı bloke edilmiş ve bu durum çekin uygun bir yerine pos­ ta çek merkezinin koyduğu bir açıklamay­ la teyit edilmiş sağlam çek. T E Y L E R (Johannes), hollandalı gravürcü ve matematikçi (Nljmegen 1648 - ay. y. 1712?). 1688'de, kendi bulduğu bir tek­ nikle tek geçişte renkli gravür basmayı ba­ şardı. Bu baskı tekniğini bilimsel bitki ve hayvan planşlarının basımında, portre ve manzara resimlerinde (Amsterdam baskı koleksiyonu) kullandı. T E Y M U R (Muhammet), mısırlı yazar (1891-1921). Ce que voient les yeux (fr. çev.) [1917) adlı kitabıyla arap ôykü türü-



Texet ırkı koç



Teymur nün kurucularındandır. Fransız gerçekçi akımından etkilenerek verdiği yapıtlarla da arap tiyatrosunun öncüleri arasında yer alır. —Kardeşi MAHMUT (doğm. 1894), toplumsal içerikli uzun öykülerinde, klasik dille lehçeyi kaynaştırdı (Eş-Şeyhu Cum'a ve hikâyet ü uhrâ, 1925).



11478



lik hızda, bütün duyulabilir ses frekansla­ rı kaydedilebilir. Radyo yayın kumruların­ daki yüksek sadakatli teyplerde 19 ve 38 cm/sn'lik hızlar kullanılır. Kasetli teyplerin hızı genellikle 4,75 cm/sn'dir.



mümasil duran o fıstıklar / Olub tezahüm-i envare cabeca hail. / Kuruldu karşıma bir tak-ı şuledar-ı zafer" (Tevfik Fikret). —2. Tezahüm etmek, yığılmak, bir yere toplan­ mak.



T E Y S a. (ar teys). Esk. 1. Teke, erkek ke­ çi. —2. Teys-ül-lihye, keçi sakallı.



T E Z A H Ü R a. (ar. şuhurdan tezahür). Esk. 1. Ortaya çıkma, belirme, görünme: "Ahmet Kerim bu halet-i ruhiyenin pek canlı ve pek acıklı bir tezahürüne bizzat şahit oldu (Y. K. Karaosmanoğlu). —2. Belirti, iz: "...tezahür-i dimagîyahut mane­ vî ile başlar" (Baha Tevfik). —3. Yardım etme, arka verme. —4. Tezahür etmek, or­ taya çıkmak, belirmek; yardım etmek, ar­ ka çıkmak: "Her ne de olsa bugün artık İngiliz milletinin hâlet-i ruhiyesi tezahür etmiştir" (İsmail Suphi).



T E Y N E T (tel) ya da T A İN A T (tel). ArT E Y S S E D A E (Bernard), transız filozof keol. Anadolu’nun G.-D.’sunda, Amik ova­ ve estetikçi (doğm. 1930). Estetik enstitüsında, Asi nehrinin D.’sunda ilk Tunç çağ sü’nün yöneticisi oldu, kuramsal yapıtlar yerleşmesi; tüm İ.Û. III. binyıi boyunca is­ yazdı, ayrıca sanat ve roman eleştirileri ka­ kân edildikten sonra İ.Ö. II. bin’e doğru leme aldı. Sanat üzerine düşünceler ve terk edilmiş, halkı tel Açana*’ya (Alalah) duygular tarihinden Louis XIV devrinin yerleşmiştir. İ.Û. XII. yy.’da tel Açana’nın proje ve uygulamalarının çözümlemesine çökmesinden sonra yeniden yerleşim ala­ kadar değişik konulara uzanan ilk çalış­ nı oldu, Geç hitit devletlerinden Hattina maları estetik ile genel tarih arasındaki iliş­ krallığı’na bağlandı (bu döneme ilişkin kileri aydınlatır. Daha sonra, genelleştiril­ olarak yalnızca asur kaynaklarından bilgi miş ikonoloji olarak düşündüğü ve Paedinilmektedir). Daha sonra bir Arami nofsky'ninki gibi görüntülerle sınırlı kalma­ devletinin başkenti olarak önem kazandı. yan bir estetiğe yöneldi. Başlıca yapıtları: İ.Ö. 739’da Tiglatpileser III tarafından ele Romans éclairs, 1961 ; Histoire de l'art vue geçirildi. du Grand Siècle (Büyük yüzyılın bakış C. W. McEwan ve R. J. Braidwood ta­ açısından sanat tarihi), 1965; Roger de rafından araştırılan ve kazılan höyükte Piles et les débats sur le coloris au siècle (1932-1936) İ.Ö. VIII. yy.’a tarihilendirilen iki de Louis X IV(Roger de Piles ve Louis XIV yapı özellikle dikkati çeker: bunlardan bi­ devrinde renk sanatı üzerine tartışmalar), bir kasetli teypin ri K. Suriye'ye özgü hilani tipinde büyük 1967; Foi de toi, 1968. dış görünüşü bir saraydır Bu saray üç sütunlu giriş sun­ TE Y U O İLL E R a. Amerika'da yaşayan, durması ve ortostatsız duvarlarıyla Tel 1. Kaset yuvasını hareketli gözkapaklı kertenkeleler familya­ Açana'daki saraydan ayrılır. Sarayın biti­ açma tuşu; sı. (Dişleri çeşitlenmiştir. Daha çok etçil şiğindeki, önü iki sütunlu giriş sundurmak, 2. Kaset yuvası; beslenirler. Tropikal ormanların içinde ya­ 12 m genişliğinde, 25,5 m uzunluğunda­ 3. Çabuk geri şamalarına karşın ağaca pek çıkmazlar. ki tapınak ise megaron planlı yunan tapı­ sarma tuşu (rew); 200’ü aşkın türü vardır. Bil. a. Teiidae.) naklarına benzer. Girişteki iki sütun asur 4. Kayıt üslubunda, Çifter aslanlı altlıklara oturur TEYYAR a. (ar. teyyâr). Esk. Dalga. tuşu (rec); (Antakya Arkeoloji müzesi). T E Y Z E a. 1. Çocuğa göre annenin kız 5. Geçici kayıl durdurma TE Y P a. (ing. (ape'den). Sesleri bir man­ kardeşi: Teyzem annemin ikizidir. —2. Yaş­ tuşu (pause); yetik bant üzerine kaydetmeye ya da man­ ça büyük kadınlar için söylenen seslen­ 6. Sayaç sıfırlama tuşu yetik bir banda kaydedilmiş sesleri oku­ me sözcüğü (genellikle adla birlikte): Tey­ maya yarayan aygıt. (Eşanl. KASETÇALAR.) 7. Bant sayacı; ze, oğlunuz evde mi? Ayşe teyzeye uğra­ —ANSİKL. 1898’de danimarkalı mühendis 8. Kayıt düzeyi dım, size selamı var. Poulsen'in gerçekleştirdiği ilk teyplerde göstericisi; T E Y Z E Z A D E a. (türkç. teyze ve fars. kayıt ortamı olarak çelik bir tel ya da şerit 9. Monofonik mikrofon zape'den). Esk. Bir kimseye göre teyze­ kullanılıyordu. Bu kayıt ortamları günü­ girişi; nin çocukları. müzde yerlerini ferro-manyetik bir toz kat­ 10, Açma-kapama tuşu manıyla kaplanmış plastik şeritlere bırak­ T E Z be. (fars. f/z’den). 1. Göreceli olarak (on-off); mıştır. Bir teypte, kayıt ortamı, elektromık­ kısa bir sürede; çabuk, acele: Kızgınlığı 11. Kaset yuvası natıslardan oluşan ardışık üç manyetik ka­ tez geçer. Bir işi tez bitirmek. Tez gel, sa­ fanın (silme kafası, kayıt kafası ve okuma na ihtiyacım var. —2. Tez beri, kolayca, ça­ kapağı; kafası) önünden geçer, içinden bir salınım bucak, hemencecik: Gittiği yerden tez be­ 12. Çabuk ileri üreteci tarafından sağlanan yüksek fre­ ri gelmez. sarma tuşu (wind); kanslı bir almaşık akım geçen silme kafa­ ♦ sıf. 1. Hızlı, çabuk: Tez adımlarla yü­ 13. Bant durdurma sı, kayıt ortamı üzerindeki daha önce kay­ rümek. —2. Tez canlı, bir işin hemen ya­ tuşu (stop); dedilmiş bütün işaretleri (eğer varsa) si­ pılmasını ister yaradılışta olan, bekleme­ 14. Bant okuma ler. Kayıt kafasından, kaydedilecek sesler ye dayanamayan. || Tez canlılık, sabırsız­ tarafından kiplenen akım geçer. Bu akım, tuşu (play); lık. || Tez elden, çarçabuk: Mektubuma tez "kutuplanma akımı” denen ve bozulma­ 15., 16. ve 17. Bant elden cevap ver. || Tez vakitte, tez zaman­ ları önlemeye yarayan yüksek frekanslı bir da, en kısa süre içinde. türü seçimi akımla üst üste bindirilmiştir. Kutuplama (metal, Cr02 ve normal); T E Z a. (fr. thèse; lat. ve yun. thesis, öne akımı, silme kafasına yüksek frekanslı 18. Kayıt ya da okuma sürmek eylemi, önerme, doğrulamadan). akım gönderen salınım üretecinden sağ­ 1. Doğruluğu, gerçekliği kanıtlanmaya ça­ sırasında dip gürültüsünün lanır. Kayıt kafası ses işaretlerini kayıt or­ lışılan kuramsal öneri, düşünce, kanı; sav: yok edilmesi (Dolby sistemi); tamına kalıcı bir şekilde manyetik olarak Bir tezi savunmak, çürütmek. —2. Üniver­ kaydeder. Okuma kafası ise kaydı okuma­ 19. Kulaklık sitelerde ve yüksekokullarda, bir unvan ya ya da kontrol etmeye yarar. Ayrıca sil­ girişi; alabilmek amacıyla adayların hazırlayıp me, kayıt ve okuma işlevlerinden en az iki­ 20. Stereofonik mikrofon kimi zaman bir sınav kurulu önünde sa­ sini yerine getiren birleşik ya da karma ka­ girişi; vundukları bilimsel yapıt: Bitirme tezi. falar da vardır. En çok kullanılan manye­ 21, Kayıt düzeyi Doktora tezi. tik şerit hızları 4,75; 9,5; 19 ve 38 cm —Fels. SAV’ın eşanlamlısı. ayarlayıcısı. /sn'dir. Şerit hızı ne kadar yüksekse kayT E Z A H Ü M a. (ar. zapm'dan tezShüm). dedilebilen ya da okunabilen ses frekans­ ları da o kadar yüksek olur. 38 cm/sn' Esk. 1. Birikme, yığılma: "Birer cenaha



TEZAHÜRAT, -tı a. (ar. tezahürün çoğl. tezâhürSf). Bir şey ya da bir kimse için ya­ pılan toplu gösteri: Tezahüratın oyuncular üzerindeki psikolojik etkisi yadsınamaz. Tezahürat yapmak. Coşkun tezahüratla karşılanmak. —Esk. Belirtiler, özellikle de hastalık be­ lirtileri. Tezakir, Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 -1895) yapıtı. Yazarın vakanüvisliği sırasın­ da tuttuğu önemli olaylara ilişkin notlardan oluşan yapıt, Tanzimat döneminin toplum­ sal, siyasal ve ahlaksal yönlerini; devlet ve saray adamlarının özelliklerini; bu kişile­ rin birbirlyle olan çekişme ve ilişkilerini; Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde ekonomik bunalımlara yol açan nedenle­ ri çok canlı, sade ve içten bir dille anlatır. Cevdet Paşa, kendisinden sonra vakanüvis olan Lütfi Efendi'ye, bu notları yarar­ lanması için, tezkireler halinde gönderdi­ ğinden, notlarına “ tezkireler" anlamında Tezakir adını vermiştir. 40 tezkireden olu­ şan yapıtın son tezkiresinde yazar kendi yaşamöyküsünü verir. Tezakir, Cavit Baysun tarafından yeni türk harfleriyle yayım­ landı (4 c. 1953-1967). T E Z A K K U M a. (ar. zafrtom'dan tezakkum). Esk. Lokmayı güçlükle yutma, zıkkımlanma. TEZAT, -tı a. (ar. zıdd'dan tezâdcf). 1. Birbiriyle çelişki içinde olan, birbiriyle ça­ tışan şeylerin, kimselerin durumu; karşıt­ lık: Fikirleriyle davranışları arasındaki te­ zat. —2. Tezata düşmek, sözleri birbiriy­ le çelişmek, biri ötekini tutmamak. —Ed. Anlamca birbirine karşıt sözcükle­ rin bir arada kullanılması. (Örn. "Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz" [Mahir], Burada "ağlamak" ve “ gülmek” sözcük­ leri arasında tezat vardır.) TE ZA TLI sıt. Birbirinin karşıtı olan, ara­ larında bir çelişki bulunan; çelişkili. TE ZATS IZ sıt. Aralarında karşıtlık bulun­ mayan. TE Z A U F a. (ar. z/Ttan tezsfuf). Esk. 1. iki katına çıkma, iki misli artma. —2 . 7ezauf etmek, iki misli artmak: "Zaman geç­ tikçe istibdat şiddetini, tazyikini tezyid et­ tikçe Fikret’in ızdırabları da tezauf etti" (Ali Ekrem). —Esk. ruhbil. Tezauf-ı şahsiyet, benlik iki­ leşmesi. Philips belgesine göre



s



boşalan bobin



i



1 il



'S



kayıt ve okuma tuşlarının yardımıyla banda baskı yapan tekercik



I 11



bir kasetli teypin çalışma ilkesi



T E Z A Y Ü T a. (ar ziyade1den tezayüd). Esk. 1. Çoğalma, artma: "Rantın sebebi daha çorak olan arazinin işletilmesinin icab ettiği mezahim ve mesayinin tezayüdü ile taayyün eden mahsulat-ı ziraiyenin mesela buğday fiyatının tezayüdüdür de­ mek daha doğru olur" (Ahmet Muammer ve Şükrü Kaya). —2. Tezayül etmek, ço- . ğalmak, artmak: "Uzaklara saça saça bir suret-i bî-nihayede tezayüd eder gider" (Baha Tevfik). —Esk. mat. çözlm. ARTMA’nın eşanlamlı­ sı. T E Z C A N (Ahmet Hamdi) Hafız -» HAMDi Efend İ Hafız Ahmet. T E Z C A N (Şazi), türk futbolcu ve hakem (İstanbul 1907 - ay. y. 1962). Futbola ka­ leci mevkisinde Darüşafaka'da başladı. Kasımpaşa ve Beykoz'un kalelerini de ko­ rudu. Futbol hakemliğine geçti (1932) ve gösterdiği başarıdan ötürü FIFA listesine girdi. Güneş kulübü'nün (1934) ve İnönü stadyumu'nun (1947-1960) müdürlükleri­ ni yaptı. T E Z C A N (Semih), türk dil bilgini (Mer­ sin 1943). Dil ve tarıh-coğrafya fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü'nü bitirdi (1964). Götingen, Georg-August üniversitesi'nde doktorasını verdi (1970); Dil ve tarih-coğrafya fakültesi nde doçent (1976); profesör oldu (1983). Türk dil kurumu’nda yönetim kurulu üyesi ve kolbaşı olarak gö­ rev yaptı (1974-1983). 1984’ten beri çalış­ malarını Bamberg Üniversitesinde sür­ dürmektedir. Özellikle uygurca yazmalar konusunda uzmanlığıyla tanınır: Das Uigurische İnsadı-Sutra (Beriiner Turfantexte III) [1974], Eski uygurca Hsüan Tsang biyografisi, X. bölüm (1975) vd. TE Z C A T LİP O C A , toltek kökenli Savaş ve Gece tanrısı. Çoğu kez Mixcoatl ya da Camaxtli (Av ve Kuzey tanrısı) gibi başka tanrılarla karıştırılır. Uygarlaştırıcı tanrı Quetzalcöatl ile rekabeti, belki de gündüz ile gece arasındaki kozmik savaşı simgeler. Her yerde kutlu sayılır, özellikle Texcoco' da ululanırdı. T E Z D İŞ İ sıt. Bot. Dışıorganı erkekorganından önce olgunlaşan çiçeklere denir. T E Z D İŞ İL İK a. Bot. Tezdışi bir bitki tü­ rünün durumu. (Eşanl. PROTEROGİNİ.) T E Z E H H Ü R a. (ar. zehre 'den tezehhür). Esk. 1. Çiçeklenme, çiçek açma. —2 . 7ezahhür etmek, çiçeklenmek: "...tenevvür ve tezehhür etmeye çalışıyordu" (Samipaşazade Sezai, XIX. yy.). —Esk. kim. Çiçeksime. T E Z E K a. 1, Yakıt olarak kullanılan ku­ rutulmuş sığır tersi. —2. Yörs. Sabanın ya da belin kaldırıldığı iri toprak parçası; ke­ sek. T E Z E K K Ü R a. (ar. zikr'den tezekkür). Esk. 1. Bir konu hakkında konuşma; "Mecahs-i müteaddidede çâresi tezekkür olundukda..." (Cevdet Paşa, XIX. yy). —2. Hatırlama, anımsama. —3. Tezekkür etmek, bir konuyu görüşmek; hatırlamak. T E Z E L (Nakı), türk yazar (İstanbul 1915 - ay. y. 1980). İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesı'nı bitirdi (1940). Kaymakamlık yaptı (1940-1943). Basın yayın genel müdürlüğü'nde, Ticaret bakanlığı nda çalış­ tı (1943-1951). iş ve işçi bulma kurumu ge­ nel müdürü oldu (1958-1961, 1968-1971). Eminönü Halkevi’nin Yeni türk. Halk bil­ gisi haberleri öergüermı yönetti. Folklorla ilgili araştırmalar yaptı: Bilmeceler ve ma­ niler (1941), Türk halk bilmeceleri (1969), Türkiye folklor ve etnografya kılavuzu (1969). Masalları derleyip işleyerek yayım­ ladı: Keloğlan masalları (1936), İstanbul 'masalları (1938; İngiltere'de Fairy Tales trom Turkey [1946] adıyla basıldı), Köroğlu masalı (1939), Türk masalları (2 c, 1971). T E Z E L L Ü L a. (ar. zilletten tezellül). Esk. 1. Hakarete katlanma, horlanma: "Lâzım mı tezellül ü müdârâ?... (A. H. Tarhan).



—2. Tezellül etmek, aşağılanmak. T E Z E L Z Ü L a. (ar. zelzele'den tezelzül). Esk. 1. Sarsılma, sallanma "...yapacağı şeyi kararlaştırdıktan sonra bir dereceye kadar teskine muvaffak olduğu tezelzül-i asabiyi..." (Recaizade Mahmut Ekrem). —2. Zelzele, yersarsıntısı. —3. Tezelzül et­ mek, sallanmak. —4. Tezelzül-i esnan, dişlerin sallanması. TE Z E LZÜ LA T, -ti çoğl. a. (ar. tezelzül' ün çoğl. tezelzülât). Esk. 1. Sarsılmalar; yersarsıntıları: "Rabb-ül-evkatde arşın uğ­ radığı tezelzülata maruz kalıyor id i" (Meh­ met Tevfik). —2. Tezelzülat-ı arziye, dep­ remler yersarsıntıları. T E Z E M M Ü L a. (ar. zem/’den tezemmül). Esk. Bir şeye sarınma, sarınıp sarmalan­ ma. —isi. Tezemmül-I nebi, Hz. Muhammet' in ilk vahyin sarsıntı ve dehşetinden dola­ yı titreyerek yattığı sırada bir örtüye bürün­ mesi, örtünmesi. TEZENE a. (fars tâzâne, tazıyâne, kamçı' dan). Müz. 1. Bağlama, cura vb. telli çal­ gıları seslendirmede kullanılan, genellik­ le kiraz ağacı kabuğundan yapılmış mız­ rap. —2. Tezeneli çalgılar, tezeneyle çalı­ nan çalgılar, telli çalgılar. TE Z E R sıt. Erkek organları, dişiorgandan önce olgunluğa erişen erdişi çiçek­ lere denir (Bundan ötürü döllenme ancak ayrı çiçekler arasında olabilir.) T E Z E R L İK a. Bot. Tezer bitki türlerinin durumu. (Eşanl. PROTERANDRİ.) TE Z E R V a. (fars. tezerv). Esk. 1. Sülün: "Murâdı bâzına vuslat tezervi / Çü sayd oldı kıyama geldi servi" (Şahidi, XVI. yy.), —2. Tezerv-izerrin-per, altın kanatlı sülün; Güneş T E Z E V V U K , -ku a. (ar. zevk ten tezevvuk). Esk. 1. Zevk alma, tat alma. —2 . Tezevvuk etmek, zevk almak. TE Z E V V Ü C a. (ar. zevc'den tezevvüc). Esk. 1. Evlenme, izdivaç: "Benim sizinle lezevvücümü tasvib eden Melike hazret­ leri size de bir at hediye etmişler" (A. H. Tarhan). —2. Tezevvüc etmek, evlenmek: "Artık zamanımızda çoban kızlarıyla ev­ lenen krallar olmadığı gibi cihazsız kızlarla tezevvüc eden erkekler de görülmediğin­ den..." (H. C. Yalçın).



Kamçılı tezgâh,\ âmçı.aüı verilen düze­ nekle mekiğe; hateket ıTerilen bir tür. do­ kuma tezgâhı.. (Gücüleri tel, tarakları de­ mirdir. Sökülüp takılabilir. Mekiğin elle de­ ğil kamçıyla hareket ettirilmesi dokuma­ cıya hız kazandırır.) || Yüksek tezgâh, yer­ den yükseğe kurulan bir tür dokumacı tezgâhı. (Dokumacı, tezgâhın çatısına bağlı düz ve genişçe bir tahta üzerine otu­ rarak çalışır.) —Ekmekç. Hamur tezgâhı, hamurun üze­ rinde yoğrulup merdaneyle açıldığı kalın kalas ya da mermer masa. . —El sant. Yazmacılıkta/üzerinde baskı ya­ pılan keçe kaplı masa/ÇKeçenin üzerine muşamba seçildikten sonra, genellikie yün bir kumaş yayılır.) || Tezgâh takozu, tespihçi tezgâhlarında, tespih ustaşınm çalışırken ayağını dayadığı'ahşap patça. —Fırınc. Salifia küreğinin üzerine ekmek hamurları'dizilirken konduğu ve pişen ek­ meklerin fınndart.çıi ISTAR.]|



Goblen dokumada kullanılan dik tezgâh Diderot'nun Ansildopedi’$\nien alınmış resim (“ dokuma işlemine başlayacak işçinin duruşu” ) Paris



tezgâh 11480



transfer tezgâhı bir otomobil motor btokunun islenmesi ___ a) ■ u b) LZZD c) d) e) t)



mars motoru yüzü [litre yüzü silindir kafası yüzü kader yüzü distribütör yanı bağlantı yanı



çok csyıda trikotaj sisteminden oluşan yu­ varlak tezgâh. || Çorap örms tezgâhı, kı­ sa konçtu çorap üretiminde kullanılan kû ı çük çaplı yuvarlak tezgâh. |{ Dokuma tez gâhı. Kumaş dokumada kullanılan maki­ ne. (8k. ansikl. böl.) || Düz tezgâh, iki düz yataktan oluşan toplama ilmikli trikotaj ma­ kinesi. || Eteanfrikli dokuma tezgâhı, gü cû çerçeveleri eksantriklerle indirilen ve kaldırılan dokuma tezgâhı. || Mayözlû tez gâh, bir tablanın çevresine yatay ve rad yal olarak yerleştirilmiş gagalı iğnelerden oluşan yuvarlak tezgâh (İlmikler "mayöz" denilen organlarla oluşturulur. Jarse dokurnalar ile türevlerinin dokunduğu bu tezgâh tipinin verimliliğinin zayıf olması, mayözlij tezgâhların gitgide ortadan kalk­ masından kaynaklanıl.) || Yuvarlak çorap örme tezgâhı, dikişsiz kadın çorapları üre­ timinde kullanılan tezgâh. || Yuvarlak do kuma tezgâhı, bir silindirden (jarse tezgâ hı), bir silindir ile bir tabladan (interlok tez gâhı) ya da üst üste iki silindirden (ters il inikli tezgâh) oluşan tezgâhlara verilen ge­ nel ad l| Zincirli örme tezgâhı, sökülmez örgülerin üretiminde kullanılan (gagalı iğ neler taşıyan) atma ilmikli düz tezgâh. —ANSİKL. Halıc. Yatay tezgâhlarda (yatay çözgülü) gücüler, ayakçalarla kumanda edilen ve gücü çerçevelerim taşıyan so­ palar üzerinde, tek ve çift numaralı çöz­ gü iplikleri halinde iki gruba ayrılır. Dik tez gâhlarda ise. (düşey çözgülü), yalnız çöz gü ipliklerinin arkasındaki tülbent gücü ağacının üzerine tespit edilmiş gücülerin arasındMtgeçer; dokuma işçisi gücüleri çekere)« arkadaki çözgü ipliklerini öne ge­ tirir. | Teknol Iransfer tezgâhı. Bir transfer tez­ gâhında, parçaların her birine bir dizi iş­ lem (frezeieme, delme, kılavuz çekme, de­ lik işleme vb.), kontrol işlemi ya da başka işlemler uygulanır; bu işlemler, bitirilme dereceleri tarklı çeşitli parçalar üzerinde aynı anda çalışan, uygun birimlerde ger­ çekleştirilir Parçalar ya doğrudan ya da üzerlerine bağlandıkları montajlar aracı­ lığıyla ardışık bilimlerin önüne aktarılır; bu birimlerde parçalara, önceden belirlenen bir sıraya göre, her defasında otomatik olarak kabasını alma, sabitlerine, işleme, temizleme ve gerekliğinde kontrol işlern leri uygulanır.



frezeleme kabasını alma gömme frezeleme kabasını alma dayanaklar



frezeleme kabasını alma krank mili hattı delm e’ d £ O Q ] f i m L delme I. I f r j _ Jj f l (j.| .



9 0 °’lik devrilme



~



-



delik isleme pçju



j ¿i l



m arkalama



delme



j



delme



c r Ö L 3 Ü t p B ^ H ıi



m arkalam a îZC o delme



TZDJ ¿3 {]rp ~ ^ t j :i nşfer £ “ di fi f r işleme bağlama delikleri



Transfer tezgâhları, karmaşık işleme iş­ lemlerini, iyi bir duyarlık, yüksek bir verim ve daha az el em eğiyle gerçekleştirmeye olanak verir. Bununla birlıkie, bı ı tezgâh lar a nca k sen üretim parçaları için elve ti şiıctir. Dolayısıyla bunlara daha çok ilk or­ taya çıktıkları alan olan otom obil sanayi r inde (özellikle m otor bloklarının işlenme­ si) rastlanır.



-Tekst, Dokuma tezgâhı, başlangıçta, üzerine ya bir dokuma oluşturmak için ip­ likler (çözgü ve atkı) ya işlenecek kumaş ya da iş işlemek için kanaviçe gerilen bir düzenekti Günümüzde bir tekstil madde sini kumaşa dönüştürmeyi sağlayan do­ kuma tezgâhı, elle ya da mekanik (elek­ trik motoru) olarak kumanda edilen, az ya da çok otomatikleşmiş ve bilgisayarla programlanabilen bir makinedir. Dokuma tezgâhının dışında, ayrıca örme, işleme ve halı tezgâhları da vardır. Dokuma işlem­ lerinde kullanılan tezgâhlar, mekikli, mekıksız tezgâhlar, jakar tezgâhı, mekanik arınüriü tezgâhlar olarak ayırt edilir. Trikotaj­ da ise temel olarak yuvariak tezgâh, düz örme tezgâhı, tek ya da çift yataklı tezgâh, jakar tezgâhı kullanılır (-* COTTON tezgâ­ hı, ja k a r tezgâhı). T E Z G A H ^ a. Esk. 1. Tezgâhta çalışan dokumacı, çömlekçi vb. —2. Ahşaptan tezgâh, dolap kuyu çıknğı vb, şeyler ya­ pan usta.



TEZGÂH LAM AK g. f. 1 . Bir işi tezgâh lamak, gerekli hazırlıkları yaparak o işi kurmak. —2. Arg. Bir hile, bir düzen ha­ zırlamak; pek de dürüst olmayan bir işi, hilesi anlaşılmayacak biçimde düzenle­ mek. ♦ tezgâhlanmak edılg f. Tezgâhlamak eylemine konu olmak. tezg âh lan m ak -



te z g A h i a m a k



TEZGAHTAR a. Dükkânlarda tezgâhta durup satış işleriyle ilgilenen kimse.



TEZGÂHTARLIK a 1 . Tezgâhtar olma durumu; tezgâhtarın işi. —2. Tezgâhtar­ lık etmek, yapmak, tezgâhta satıcılık yap­ mak; bir şeyi beğendirmek için aşırı ölçü­ de dil dökmek. T E Z H İP a. (ar. zebeb'den tezhib). Esk. Yaldızlama, yaldızla boyama. —Esk. tıp. Çürük dişi altınla kaplama. -Süslem. sant. Bir elyazmasını, bir kita­ bı süsleme sanatı, eylemi. (Bk. ansikl. böl.) ANSİKL İslam yazma kitap sanatların­ da elyazmalarının, murakkaların, divanla­ rın, külliyatların boya ve altınla süslenme­ si yaygındı Bu tür yapıtlara müzehhep, lezhip yapan sanatçılara de müzehhip de­ niyordu. Tezhip arapçada altınlama anla­ mına gelirse de her tür boya ile yapılan ince kitap süslemesini de kapsar. Elyazmalarında zahriyeler, hatimeler, ilk sayfa başlan, başlıklar, sayfa kenarları, satır ara­ ları, Kuranlarda sure, fasıl ve secde baş­ ları (sure gülü, secde gülü, vakıf gülü, hizib gülü, aşır gülü, cüz gülü vb.) tezhipleniyordu. Müzehhep, kalem fırça ile tezhip motiflerinin taslağını çoğunlukla ince bir



tezhip kâğıt üzerine çizer, sonra şimşir ya da çin­ ko üzerinde iğne ile delerek ana Kalıbı ha­ zırlar (üst kalıp olarak nitelenen ana kalı­ bın alt kalıp denilen birkaç kopyası çıkarı­ lır, üst kalıp örnek olarak saklanırdı), 0u kalıp tezhlplenecek kâğıdın üstüne yerleş­ tirilir, üzerinden Inoe kömür tozu ya da te­ beşir tozu sürülmüş bir bez hatifçe dolaş­ tırılarak motiflerin deliklerden alttaki kâğı­ da geçmesi sağlanır, Sonra inoe bir fırça ile bu motiflerin üzerinden gidilir, altın yal­ dız ve boya ile boyanır ve en sonunda mühreleme işlemi uygulanır. Tezhipte ka­ bartma olarak bırakılacak motiflerin üze­ rine önce yumurta akıyla karıştırılmış be­ yaz boya sürülür, bunun kuruması bekle­ nir. sonra üstü boya ve yaldızla İşlenir. İslam sanatında tezhip ülkeden ülkeye farklılıklar gösterir, Arap tezhipleri kalın çiz­ gili, az renklidir, XIV.-XV, yy.’larda Mısır Memlukları kendilerine özgü bir üslüp ge­ liştirmişlerdir. Bunlarda laciverde yakın mavi renkli zemin üzerine motifler yaldız, beyaz ve kiremit kırmızısı boya ile işlen­ miştir, Ancak tezhip sanatı özellikle Iranlı vetürk sanatçılarca geliştirilmiştir. İran'ın Isfahan, Şiraz ve Tebriz tezhip okulları kü­ çük farklılıklarla birbirinden ayrılır. Herat tezhip okulunun ise türk ve İran sanatları üzerine büyük etkisi olmuştur. Özellikle Herat, Şiraz ve Isafahan'da uygulanan bu üslupta şemse motifi yaygındır ve yaldız kullanılmaz, Türkler'de tezhip sanatı Uygurlar'ın manlciliği benimsemesiyle gelişmeye başla­ mıştır. Uygur tezhiplerinde mavi zemin üzerine kırmızı, beyaz, altın yaldız, ergu­ van, açık ve koyu yeşil renkler uygulanı­ yordu; basitleştirilmiş ağaçlar, çiçekler yapraklı kıvrıkdallar başlıca motiflerdir İs­ lamlığın kabulünden sonra stilize çiçek ve bitki motiflerinden oluşan hatay- usiup yaygınlaşmıştır Tezhip sanatı Selçuklular la Anadolu'ya ulaşmıştır Ancak kesm olarak Anadolu selçuklu sanatına bağlana­ bilen tezhip örneği çok azdır. Bunlarda yazmanın zemini çeşitli biçimlerde süslen~ ştır Başlıklarda altın yaldız, lacivert, be.az ve kahverengiye çalan bir kırmızı kula ' "piştir. Desenlerde rumiler, kıvrıkdallar, o a -e fe r geçmeli örgü ve geometrik mo, aygındır. Karamanoğulları selçuklu ûs-.buoj hemen hemen hiç değiştirme­ ce" süpürmüşlerdir. Osmani conem inde tezhip sanatı büjC fc g e ; stermiş, Edirne’de ve Tbp■ac s a -;. " c a vu'ulan atölyelerde pek ;o * *-"=c -ez" c enmıştir. Erken osmanlı k vrıkdallar, gecr- « " « ~ çc* zengin kompozisyon; ".a "c e cege- e " c - m şt r XV yy ın ilk



. i •a .e •-c . coğe -ec-



zi



i -



.e " r Jriu dönemi He



Ş 'az c TEZKİRELİK.



T E Z K İR a. (ar. zikr’den tezkir). Esk. 1. Hatırlama, anımsama. —2. Tezkir etmek, eylemek, hatırlamak, akla getirmek: "Tezkîr eyle maziyi, / -Gel ey hemdem-i dil­ ber!" (Tevfik Fikret). —Esk. dilbilg. Bir sözcüğü eril biçimde kullanma. TE Z K İR E a. (ar. tezkire). Esk. 1. -*■ TEZ­ KERE — 2 . Aynı şehirdeki resmi kişi ya da kuruluşların birbirleriyle yaptıkları yazış­ ma: Tezkire-i cevabiye (cevap yazısı). —3.



tezkire



Ebûlferec'in



Murat H’ye sunulan Makasid ûM han'm tezhipi (1435)



minyatür ve tezhip (1566) İstanbul



ibnülesir’in bir tezhip örneği (XV. yy.) Süleymaniye kütüphanesi, İstanbul



Lalefi kütüphanesi'nin tezhipti fihristi (XVIII, yy.) Süleymaniye kütüphanesi, İstanbul



Kazvini’nin Acalb-üknahlukat yapıtından tezhip ( XVI. yy.) Süleymaniye kütüphanesi, İstanbul



Sultan Mahmut II tuğrası tezhipi (XIX. yy.) Topkapı sarayı kütüphanesi İstanbul



Bir şey için izin alındığını gösteren resmi kâğıt: Esnaf tezkiresi (patent). Mürur tez­ kiresi (pasaport, geçiş belgesi). Gümrük tezkiresi (bir malın gümrük vergisini gös­ teren belge). —Ed. Divan edebiyatında şairlerin yaşamöykülerini derleyen, onlarla ilgili değerlen­ dirmelerde bulunan, şiirlerinden örnekler veren yapıt. (Bk. ansikl. böl.) —Kur tar. Tezkirei evvel, Osmanlılar'da Di­ vanı hümayunda hizmet gören birinci tezkirecılere verilen ad. (Bunlar, yazı işleriyle uğraşır ve ayakta hizmet görürlerdi. Bü­ yük tezkireci de denilen tezkirei evvel bu­ lunmadığı zamanlarda görevini reisülküttap yerine getirirdi.) || Tezkirei hususiye, mabeyn başkâtibinin hazırladığı padişa­ hın buyrultularını (iradei seniye) bildiren tezkire. (Sadaret makamından mabeyne yazılan ve elçilerle yapılan görüşmelerle ilgili tezkireler de aynı adla anılırdı. Sad­ razam, bu tezkireleri mabeyn başkâtibine yazardı.)|| Tezkirei maruza, padişaha sad­ razam tarafından sunulan tezkire. (Tezki­ rei maruzayı padişaha mabeyn başkâtibi okur, padişahın sözlü buyruğunu aldıktan sonra derkenar olarak sadrazama iletirdi. Tanzimat'tan [1839] önce tezkirei maruzaya telhis ya da takriri âli denirdi.) || Tezki­ rei Osmaniye, Osmanlılar'da nüfus kâğı­ dı. (ilk tezkire-i Osmaniye 1863 nüfus sa­ yımının ardından verildi. Çizgili bir kâğıt­ tı, üzerinde sahibinin, babası ve anasının adları; görünüşü, ikamet ettiği yer, mahal­ le ve sokak adı, ev numarası, doğum ta­ rihi yazılıydı.)! Tezkireisamiye, sadrazam­ lık makamından sadrazamın imzasıyla ya­ zılan resmi yazı. || Tezkirei sani, tezkirecilik görevi ikiye ayrıldıktan sonra tezkirei ev­ velden sonra gelen tezkireciye verilen ad. — A N S İK L . Ed. İran edebiyatında şairlerle ilgili tezkirelerin (tezkire-i şuara, tezkiret üş -şuara) bazıları türk tezkirecilerini türlü yönlerden etkilemiş, yapıtlarının düzenlen­ mesinde, şairlerin değerlendirilmesinde bu örneklerden yararlanılmıştır. İran ede­ biyatındaki başlıca tezkireler şunlardır: Tez­ kiret üş-şuara (Devletşah [1431 ? -1495 ?]), ona zeyl olarak yazılan Tuhfe-i Sami (1550, Sam Mirza), Heri iklim (1594, Emin Ah­ met Razi), Tezkire-i Nasrabadi (1672, Mir­ za Muhammet Tahir Nasrabadi), Ateşkede (yaklş. 1728, Lutf Alı Bey [Azer]), Mecma ül-fusaha (Rıza Kuli Han [1800 -1871]). Ali Şir Nevai'nin Çağatayca Mecalis ün netais' inde (1491) çağatay şairleriy­ le ilgili bilgiler yer alır. Osmanlı ülkesinde yazılmış ilk tezkire Sehi Bey'in Heşt beh/şf'idir (1538). Tezkire geleneğinin son ürünü ise Fatin tezkiresi diye bilinen Hatimet ül-eşar'dır (1852). Bazı tezkireler ya­ zarlarının adıyla anılır: Latifi tezkiresi (1546). Bazen şairlerin ayrıldığı gruplar cennet bahçelerine (Heşt behişt [Sekiz cennet]), benzetilir; gül bahçesi (Gütşen -i şuara [1563], Ahdi), bahçe (Bahçe-i safaenduz [Safa veren bahçe, 1835], Esat) benzetmelerine başvurulur. Tezkirecinin özenli ve yerinde seçmeler yaptığı kitabın adıyla belirtilmeye çalışılır: Zübdet üt-eşar ([Şiirlerin özü, 1620], Kafzade Faizi), Nuhbetül-Ssâr ([Eserlerin özü, 1782], Saffet). Son tezkirenin de adı, yapıtın bu niteliği­ ni belirtecek niteliktedir: Hatimet ül-eşar (Şiirlerin sonu). Tezkirelerde şairlerin sıra­ lanışı genellikle arap abecesine göredir. Yapıtlar ayrıca padişah, devlet adamları bilginler, o tarihte ölmüş olanlar gibi taba­ kalara ayrılır. Âşık Çelebi tezkiresinde ise (Meşair üş-şuara [1566]) daha öncekiler­ den farklı olmak üzere ebcet sırası göze­ tildiği belirtilmiştir. Tezkirelerde bazen ele alınan kişilerle ilk elden ayrıntılı bilgilere yer verilir (Meşair üş-şuara). Bazen veri­ len bilgiler sadece ölüm tarihinden ibaret­ tir (Zübdet üş-şuara). Bazı tezkireler bir­ birine zeyl biçiminde bir öncekinin bırak­ tığı yerden başlanarak düzenlenmiştir: Safayj tezkiresi (1719) - Salim tezkiresi (1721) - Âdâb-ı zürefa (Ramiz) vd. Bazı tezkire­ ler oldukça sade anlatımla yazılmıştır (La­ tifi tezkiresi); bazı tezkirelerde ise süslü,



11483



Kuran’dan bir tezhip örneği (XIX. yy.) Süleymaniye kütüphanesi İstanbul



tezkire sanatlı nesir yolu izlenmiştir (Kınalızade Haşan Çelebi tezkiresi [1585], Salim tez­ kiresi). Manzum bir tezkire de vardır (Güfti'nin şairleri taşlayan Teşrifat üş-şuara'sı [XVII. yy.]). Tezkireler yer yer kalıplaşmış yargılar sıralamalarına karşın divan şiirinin kendi döneminde nasıl değerlendirildiği­ ni göstermesi, şairlerle ilgili özgün bilgi­ ler aktarması ve divan şairlerinin geniş bir dökümünü vermesi dolayısıyla önem ta­ şır. (-> Kayn.)



11484



T E Z K İR E C İ ya da T E Z K E R E C İ Kur tar. Osmanlılar’da sadrazamların ve vezir­ lerin özel kalem müdürlerine verilen ad. || Sadrazam tezkirecisi, sadaret kaleminin en yüksek derecedeki görevlisi. (Divanı hümayun ve ikindi divanı'nda sadaret ma­ kamına sunulmuş dilekçeleri sadrazamın önünde yüksek sesle okur, gereken yer­ lere gönderilmesini sağlardı. Fatih kanun­ namesine göre, kâtip derecesindeydi. Amiri, reisülküttaptı ve maiyetinde birkaç kâtip görev yapardı, ilk zamanlar bir tezkireci varken sonraları bunların sayısı iki­ ye çıkarıldı.) T E Z K İR E L İK ya da T E Z K E R E L İK a Kâğıtç. OsmanlIlarda kullanılan bir tür kâ­ ğıt. (Muallim Cevdet'in Topkapı sarayı ar­ şivlerinde yaptığı incelemelere göre 17x22 cm boyutlarındaydı.)



Snark-Edim odia



T e z k lre t ül-bünyan (yapı tezkiresi), Mustafa Sai'nin, Mimar Sinan'ın yaşamı ve yapılarına ilişkin bilgi içeren eseri (1583 -1584). Sinan’la ilgili ana kaynaklardan biri olan bu eserde 944 yapının adı geçer (Ahmet Cevdet, basımı 1897). T e z k lre t ü l-eb n lye (yapı tezkiresi), Mustafa Sai'nin, çağdaşı Mimar Sinan'ın yaşamı, eserleri ile ilgili bilgiler aktaran ya­ pıtı. Sinan'ın 378 yapısından söz edilen bu eser, ünlü mimarla ilgili ana kaynaklardan biridir. T e z k lre t üş -şu ara - TEZKİRE.



William Makepeace Thackeray Frank Stone’un yaptığı portreden bir ayrıntı Ntüonal Portrait Gallery, Londra



T E Z K İY E a (ar zekadan tezkiye). Esk. 1. Temize çıkarma, aklama. —2. Bir kim­ senin iyiliğini, dürüstlüğünü başkaların­ dan soruşturma, soruşturarak ortaya çı­ karma: "Dinsizliğim hakkındaki dedikodu­ ları ancak Zâhit Efendi'nin tezkiyesi durdurabilirdi" (R. N. Güntekin). —3. Ce­ naze kaldırılırken, imamın törende hazır bulunan müslümanlara ölenin iyi bir insan olduğu söylemesi. — 4. Tezkiye etmek, te­ mize çıkarmak; bir kimseyi ya da ölüyü iyi bildiğini söylemek. —5. Tezkiyesi bozuk, kötü olarak bilinen, dürüstlüğüne güvenil­ meyen kimse için söylenir. || Tezkiyesini dü­ zeltmek, kötü huy ve davranışlarını bıra­ kıp iyi insan olmak. || Tezkiye-i meyyit, ima­ mın cemaate ölenin iyi bir insan olduğu­ nu söyletmesi. —isi. huk. Şahitlerin dürüst, güvenilir ki­ şiler olup olmadıklarının belirlenmesi amacıyla, mahkeme tarafından yapılan gizli ya da açık soruşturma. || Tezkiye va­ rakası, gizli tezkiye işlemlerinde kullanılan belge T a z ko o p -iş s e n d ik a s ı, 1962'de Sumerbank çalışanlarınca Tez büro-iş adıy­ la kuruldu. 1963'te Türk-iş'e üye oldu. 1983’te Yeni sendikalar yasası nın gerek­ tirdiği tüzük değişikliğini yaptıktan sonra, kooperatifçilik işkolunu da kapsamına al­ dı adını Tez koop-iş olarak değiştirdi. Uluslararası genel işler sendikası’na (FiET) üye olan Tez koop-iş'in, 1993 yılı iti­ bariyle 19 şube ve 47 800 üyesi vardır TE Z L E M E K g f. Bir şeyi çabuklaştır­ mak, ivedileştirmek. TE Z LE Ş M E a. Tezleşmek eylemi. TE Z L E Ş M E K gçz. f. ivedi bir duruma gelmek; ivedileşmek, çabuklaşmak. ♦ tezle ştirm ek ettirg. f. Bir şeyi tezleş­ tirmek, onu ivedileştirmek, çabuklaştır­ mak. T E Z LE Ş T İR M E a. Tezleştirmek eylemi. T E Z L E Ş T İR M E K -> TEZLEŞMEK.



T E Z L İ sıf. Bir tezi olan, bir tez ileri süren yapıt için kullanılır: Tezli roman. Tezli tiyat­ ro. T E Z L İK a. Tez olma durumu. —Dilbil. Tezlik fiili, fiilin, -ı (-İ, -u, -ü) ile oluş­ turulan bağfiil biçimiyle-vermekfiilinin bir­ leşmesinden oluşan ve çabukluk, birdenbirelik kavramı taşıyan bileşik fiil(gelivermek [gel-i-vermek], koşuvermek [koş-u -vermek], örtüvermek [ört-ü-vermek]). T E Z L İL a. (ar. zilletten tezlil). Esk. 1. Aşağılama, hor görme; "Bilakis beni tezlil için yakamı bırakmıyorsunuz" (R. C. Ulunay). —2. Tezlil etmek, hor görmek: "Bizi tezlil ve tahkir eden birine kalbimizi açmayız" (H. C. Yalçın). T E Z O L (Turhan), türk basketbolcu (İzmir 1932). Basketbola doğduğu yerde başla­ dı. Daha sonra, İstanbul'da Modaspor kulübü'ne geçti ve kısa sürede başarılı ola­ rak 71 kez milli formayı giydi. Bir yıl kadar İzmir’de Altınordu’da oynadıktan (1963) sonra basketbolü bıraktı T E Z O N A R (Haluk). türk seramikçi ve heykelci (Çorlu 1942). Devlet tatbiki güzel sanatlar yüksek okulu'nun seramik bölü münü bitirerek (1965) aynı kurumda ö ğ ­ retim üyesi oldu. Öğrenimi sırasında Hak kı Karayiğitoğlu'nun etkisiyle heykele yö­ neldi. 1969'da ilk sergisini açtı, yabancı ülkelerdeki birçok uluslararası sergiye ka­ tıldı. Korsika (1967), İstanbul Operası sa­ nat (1970), Ankara Yapı-kredi bankası (1970), TBMM anıtı (1980) yarışmalarında ödül kazandı. Büst ve soyut yapıtlarının yanı sıra Yalova'daki Atatürk (1971), Polat­ lI’daki Sakarya şehitleri (1972), Marmaris' teki Balıkçı ailesi (1981), Demre'deki Noel Baba ve dünya çocukları (1981), Keşan' daki Atatürk devrimleri (1982) vb. anıtları gibi büyük boyda çalışmaları vardır. T E Z V İB a. (ar. zeveban 'dan tezvib). Esk. Eritme. —Esk. kim. Tezvib bi-t-tahlil, bir maddeyi külde yıkayarak alkali tuzları ayırma. T E Z V İC a. (ar. zevc'den tezvic). Esk. 1. Bir kadını evlendirme: "...Bu kızın tezvici meselesi kâle alınmıyor" (H. R. Gürpınar). —2. Tezvic etmek, kocaya vermek, evlen­ dirmek: "En sonra da Koca Ragıp Paşa' ya tezvic edilmişti" (A. R. Altınay). —3. Tezvic olunmak, bir erkekle evlendirilmek. T E Z V İR a. (ar. zevr'den tezvir). Esk. 1. Yalan söyleme, söze yalan katma. —2. Arabozma, kovuculuk. TEZVİRAT, -tı çoğl. a', (ar. tezvirin çoğl. tezvirât). Esk. Yalan söylemeler; ara boz malar. T E Z Y İF a. (ar zeyf'ten tezyif). Esk. 1. Bir şeyi değersiz, sahte gösterme, küçültme­ ye çalışma: "... Hele ciddi şeylerde bir ne­ vi ilan-ı arz demek olan tezyif ü istihzadan fevkal-gaye nefret eylerdi" (Ebüzziya Tevfik). —2. Alay etme, eğlenme: "Demincek bana cemileler söylüyordunuz, tezyife mi hamlettim" (A. H. Tarhan). —3. Tezyif, et­ mek, hor ye değersiz görmek; alay et­ mek: "Koşan sadasına en mutmain teha­ lükle / Sayıklıyor diye tezyif eden esafildi" (Tevfik Fikret). T E Z Y İL a. (ar. zeyTden tezyif). Esk. 1. Ekleme, ilave. —2. Bir yazının altına ek koyma, devam etme: "Tekmil eser on fa­ sıl ile bir tezyil ve bir hatimeden ibarettir" (A. R. Altınay). T E Z Y İN a. (ar. ziynetten tezyin). Esk. 1. Süsleme. —2. Tezyin etmek, eylemek, be­ zemek, süslemek: "Taze sünbüllerle tez­ yin eylemiş divanım" (Vasfi, XVI. yy.). TEZYİN A T, -tı çoğl. a. (ar. tezyinin çoğl. tezyinâf). Esk. 1. Yapılan süslemeler, be­ zekler: "Bu oda, ... her arzuyu ifaya muntazır bir servetle husul bulabilecek tezyi­ nata gark olmuş bir harikadır" (H. Z. Uşaklıgil). —2. Tezyinat-ı lafziye, bezekli, donatılı, süslü, abartılı söyleyişler: "M u­ harriri onları o kadar âli buldu ki tezyinat-ı



lafziyye ile telhisinden hicap etti" (H. Z. Uşaklıgil). T E Z Y İN A T U sıf. (ar. tezyinattan). Esk. Süslü, bezenmiş. T E Z Y İN İ sıf. (ar. tezyin ve -/'den tezyi­ ni ). Esk. Süslemeyle, süslemecilikle ilgili. T E Z Y İT a. (ar. ziyâde’den tezyid). Esk. 1. Çoğaltma, artırma: "Saray entrikaları­ nı keskin zekâsile kendi kudretinin tezyi­ dine medar olacak tarzda kullanırdı" (H. E. Adıvar). —2. Tezyit etmek, çoğaltmak, artırmak. —3. Tezyid-i gayret, isteği, ça­ bayı artırma. T** Mat. çözlm. Tanjant fonksiyonunun simgesi. (TAN da kullanılır.) T . G R U B U a . T o p r u h b il. ve R u h b il. TR A İN İN G * G R U B U ’n u n k ıs a ltm a s ı. th . Mat. çözlm. Hiperbolik tanjant fonk­ siyonunun simgesi. T h Anorg. kim. Toryum'un simgesi. T H A B A N A N T L E N Y A N A ya da TH A B A N TS H O N Y A N A d a ğ ı, Dra­ kensberg sıradağlarının en yüksek nok­ tası, Lesotho’nun kuzey-doğu sınırında; 3 482 m. T H A B A Z İM B İ, Güney Afrika Cumhuri­ yeti 'nde (Transvaal) madencilik (demir) merkezi, Johanriesburg'un K.-B.'sında. T H A C H LA M (Nguyên Tuong San, — denir), vietnamh yazar (Hanoi 1910 - ay. y. 1942). Yazar ve siyaset adamı Nhât Llnh’ın kardeşi. Şiire çok yaklaşan yazıla­ rıyla Tu* Luc Van Doan (Kendi gücüyle) adlı edebiyat topluluğunun önde gelen üyelerinden ve Vietnam'ın en iyi öykü ya­ zarlarından biri oldu. TH A C K ER AY (William Makepeace). İn­ giliz yazar (Kalküta 1811 - Londra 1863). Hlnt-lngillz kökenliydi, 16 yaşında İngilte­ re’ye gitti. Burada servetini eritti, karika­ türcülük ve gazetecilik (Fraser's Magazi­ ne, Punch) yaptı. The Book’ of Snobs'ta (1846-47) baştan sona dek, ikiyüzlüleri ve İngiliz toplumunda yaşayan gülünç kişileri eleştirdi. Barry Lindon'un (1844) ardından yayımladığı ve başkişisi olmayan Vanity’ fair (1847-48), Dlckens'ın duygusallığına karşı "gerçekçi" bilinçliliği övdü. The His­ tory of Pendennis (1848-1850) ile bunu iz­ leyen The History of Henry Esmond Esq. (1852) adlı yapıtlarındaysa sayıları iyice azalan soyluların alınyazısını işledi. The Newcomes (1853-1855) ve The Virginians (1857-1859) adlı yapıtlarıyla da Victoria dö­ neminde pikareski yeniden gündeme ge­ tirdi. The English Humorists of the Eight­ eenth Century (XVIII. yy. İngiliz mizah ya­ zarları) [1853] ve The Four Georges (1860) adlı denemelerinde, mizahın işlevini diz­ ginlenmiş öfke ve her türlü yüzeyselliğe karşı kin olarak tanımladı. TH A E R (Albrecht), alman tarımbilimci (Celle 1752 - Gut Möglin, Frankfurt an der Oder’in yönetim bölümü, 1828)._ Möglin tarım enstitüsü'nü kurdu. Berlin Üniversitesi'nde köy ekonomisi profesörü oldu (1810). Başlıca yapıtları: Annalen des Ac­ kerbaus (Tarım yıllıkları) [1805-1810], Grundsätze der rationellen Landwirtschaft (Tarımın akılcı ilkeleri) [1810-1812]. TH A Q A S TE - TAGASTE. TH AQ-PA, pek çok bodhisattva’nın ve tibetli buddha tannsının silahı olan kementi ya da ilmikli ipi belirten tibetçe sözcük. Efsaneye göre bu ipi ya dinsel yasayı öğ­ retmek istedikleri varlıkları yakalamak ya da zarar vermelerini önlemek için şeytan­ ları bağlamak amacıyla kullanıyorlardı. T H A İ B İN H , Vietnam'da kent, il mer­ kezi, Söng Koi deltası kıyısında, Hanoi’ nin G..-D.'sunda Damıtımevi. — Thai Binh ili, 1 344 kmJ; 1 632 000 nüf. (1989). T H A İ N G U Y Ê N , Vietnam'da kent, Söng Câu kıyısında, Bac Thai ilinin mer­ kezi; 126 066 nüf. (1989). Demir-çelik. Kereste işleme. Kimya. Besin sanayileri.



tham notettix T H A İS a. Akdeniz bölgesinde bulunan, tırtılı loğusaotunda yaşayan, sarı bedeni siyah ve biraz da kırmızı menevişli, süslü kanatlı, zarif kelebek cinsi. (Papilionidae familyası.)



T H A İS , İ.Ö. IV. yy.'da Atina'da yaşamış profesyonel rakkase, fahişe. Komedi yaza­ rı M enandros ona âşık oldu ve oyunların­ d an birine adını verdi. Thais'in baştan çı­ kardığı Büyük İskender onu Asya’ya g ö ­ türdü. İskender'in, bir sefahat âlemi sıra­ sında Thais’in Persepolis'in yakılması is­ teğini geri çevirm ediği sanılır. Büyük İs­ kender ölünce, yerini Ptolemaios aldı ve Thais’ten iki çocuğu oldu; Mısır satrapı olunca Thais'i de yanında götürdü.



T H A İS (azize) tövbekâr(İ.S. IV. yy ). Le­ genda aurea'ya göre, mısırlı bir fahişe olan Thais, bir keşiş tarafından din yolu­ na döndürüldü. Çileyle geçen uzun yıllar­ dan sonra öldü



THAKHEK -



HAM M UAN.



T H A L , İsviçre'de (Sankt Gailen kantonu) komün, Ren ırmağının Konstanz gölüne girdiği yerde; 4 700 nüf. XV. ve XVIII. yy.dan kalma kilise Eski evler. Kimyasal gübre. Makine sanayileri. Bağlar.



TH A L A . Tar. coğ. Numidia krallarının hâ­ zinelerinin yer aldığı N um idia kenti. Jugurtha, Thala’yı Romalılar'a karşı savun­ duysa da kentin Metellus’un eline geçme­ sine engel olamadı (İ.Ö. 107).



TH A LA S S İC O LA a. Denizin yüzey ta­



ceğinı gösterdiği sanılmaktadır. Ününü, büyük olasılıkla 585’teki Güneş tutulma­ sını önceden haber vermesine borçludur. Lydia bölgesindeki bazı demir mineralle­ rinin demiri çektiğini ilk gözlemleyenler­ den biridir. Theophrastos'un kayıp bir ya­ pıtının parçaları, Thales’in felsefe öğretisi üstüne bilgiler içerir. Thales’e göre su, te­ mel öğedir ve diğer öğelere de yaşam ve­ rir. Suyun yoğuşması katı cisimleri yara­ tır; su, buharlaşınca havaya dönüşür, ha­ va da ateşi doğurur. Evrenimizin temelin­ de ve kökeninde de su vardır. Suyun son­ suz kütlesi, evreni her yandan sarar. Yıl­ dızlar, üst suyun içinde yüzer ve devinim­ leri düzgün ve görülebilir olduğuna göre, belirli yasalara dayanır. Yer alt suyun üze­ rinde yüzer, bu da Yer’in ve atmosferin tüm düzensizliklerini açıklar. Sistemleşmiş bir doğa biliminin taslağını oluşturan bu açıklama Doğu’nun, Sular tanrısının en büyük tanrı sayıldığı eski evrendoğum inanışlarına akılcı bir biçim vermiştir. ^ T h a le s te o re m i. Geom. Koşut üç A,, A2, A3 doğrusu ile bunları sırayla A,B,C ve A ',B ',C ' noktalarında kesen iki D ve D' dereceli doğrusu verildiğine göre: ÂB'







ÂB



BC



bağıntısının varlığını ifade eden teorem. Bu teorem H,,H2 ve H3 aşırı düzlemleri­ ne genelleştirilebilir Teoremin karşıtı da doğrudur ve şu biçimde ifade edilir:



bakalarında bulunan, iskeletsiz, dev be­ denli ışınlı cinsi. (Çapı 5 m m ’yi bulabilir.)



TH A LA S S İH A a. Hint okyanusu ve Bü­ yük O kyanus bölgesinde bulunan yürüyücü önayaklı kabuklu cinsi. (Boyu 20 cm ’yi aşabilen bu hayvanlar mangrovlarda uzun ve derin yuvalar kazar. Thalassinidae familyasının ve thalassinoidae üstfamilyasının örnek tipi.) T H A L A S S O P H R Y N U S a Orta Am e rika kıyılarında yaşayan, üyeleri zehirlibalığa ço k yakın balık cinsi. (Bir zehir akıta­ bilen içi boş dikenleri çok tehlikelidir. Bat rachoididae familyası.)



TH A LATTO SA U R İA a Trias devrinde Kaliforniya çevresinde denizde yaşayan fosil sürüngenler takımı. (Kalakbaşlılarla akrabadır.)



THA LBER G (Sigismund), avusturyalı pi­ yanist ve besteci (Cenevre 1812 - Napoli 1871). Konser turnelerinde Liszt’in rakibi oldu. 1858'de N apoli’ye yerleşti, gözde ezgiler üzerine piyano için fanteziler, kap­ risler, divertimentolar, virtüözlük etütleri, bir mi bemol konçerto (1830) vb. besteledi ve "Piyanoya uygulanan şan sanatı" adlı bir eğitsel yapıt yazdı.



■ T H A L E İA . Yun. mit. Kır kökenli musa; hafif şiire ve komediye öncülük ediyordu. —Zeus'un kızlarından (Kharites) biri. — Nereus kızları'ndan biri.



T H A L E İC H T H Y S



P A C İF İC U S



TH A L E N İT a (fr thalémte; isveçli kim ­ yacı R Thalén'in adından). Miner. Monoklinik sistemde yer alan hidratlı doğal itri­ yum silikat T H A L E S , yunanlı gökbilim ci, filozof ve matem atikçi (Milet. İ.Ö. 625'e doğr. - İ.Ö. 547’ye doğr.) Büyük bir gezgindi; Babil ve Mısır’dan cebir ve geom etrinin öğele­ rim getirdiği sanılmaktadır. Thales açıları büyüklük olarak değil de, belli bir biçimi olan şekiller olarak ele alıyordu; açıların, ait oldukları üçgenlerle ilişkileri üstüne ba­ zı bilgiler ve ters açıların eşit olduğuna iliş­ kin açıklama, hatta tanıtlama ona mal edil­ mektedir. Bir cism in yüksekliğim, gölg e ­ sinden yararlanarak belirlediği ve bir ge­ minin, kıyıya uzaklığının nasıl ölçülebile-



TH A L İA C E A a. (yun. thalia, genç sür­ gün). Ortasularda yaşayan, almaşık ola­ rak eşeyli ve eşeysiz döller vererek üre­ yen gömlekliler sınıfı. T H Ä L M A H N (Ernst), alman siyaset ada­ mı (Hamburg 1886 - Buchenwald 1944). İşçiydi, 1903’te Sosyal demokrat parti'ye, 1904'te sendikal harekete katıldı ve Birin­ ci Dünya savaşı boyunca savaştı. Bırakış­ madan sonra Almanya Bağımsız sosyal demokrat parti (USPD) militanı ve bu par­ tinin sol kanat üyesi durumuna geldi. 1920'de bu kanat, Alman komünist partisi'yle (KPD) birleşti. Ekim 1923'te Thäl­ mann, komünist Hamburg ayaklanması­ nı yönetti ve polisin elinden kurtuldu. Ma­ yıs 1924’te Reichstag'a seçildi ve temmuz 1924'te Komünist enternasyonal'in üç başkan yardımcılığından birine getirildi. Komünist parti adayı olarak katıldığı 29 mart 1925 başkanlık seçimlerinde 1 800 000 oy, 27 nisandaki ikinci turda 1 900 000 oy topladı. Ekim 1925'te KPD baş­ kanlığına getirildi, 13 mart 1932 Cumhur­ başkanlığı seçimlerine yeniden aday ola­ rak katıldı ve 5 milyon oy (oyların % 13,2'si) aldı. 10 nisandaki ikinci turdaysa, seçmenlerin ancak % 10,2'sinin desteği­ ni kazandı. Hitler'in iktidara gelmesinden sonra, 3 mart 1933'te tutuklandı; toplama kampında öldü.



(sağ elinde p e tim ¡çobanlatın ve satyroslann eğri değneği], sol elinde bir komedi maskesi) Musalar /aM'nden ayrıntı mermer ¡.S. II. yy. ortası Louvre müzesi, Paris



TALVEG.



T H A L W iL , İsviçre'de (Zürich kantonu) komün, Zürich gölünün güney kıyısında; 15 400 nüf. Tekstil (ipek).



D



t h a m a r a A n g e ld s A, ve A2 gibi ikisi koşut üç A 1pA2 ve A3 doğrusu ile bunları sırayla A,B,C ve A '.B '.C ' noktalarında kesen dereceli iki D ve D ' doğrusu verildiğine göre bu du­ rumda:



A8



11485



T H A L İ a. Lahnda'nın lehçesel biçimle­ rinden biri.



THALW EG -



a



Am erika'nın Büyük Okyanus kıyılarında yaşayan iri kemiklibalık. (Bu balığın eti çok yağlı olduğundan Kızılderililer ondan me­ şale olarak yararlanırlardı Osmeridae fa­ milyası.)



tin yayın organı olan Spartakusbriefe’nin gizli yönetimine katıldı. 1917’de Almanya Bağımsız sosyal demokrat partisi’ne (USPD) girdi, aralık 1918’de Alman komü­ nist partisi’nin (KPD) kuruluşunda yer al­ dı. Bu tarihten nisan 1924'e kadar Komü­ nist parti ulusal komite üyesi olarak kaldı. Günlük parti gazetesi Rote Fahne'nin baş­ yazarlığını yaptı. 1921'de devrimci saldırı kuramını savunduysa da bu eylem başa­ rısızlıkla sonuçlandı. H. Brandler partinin siyasal önderliğini yürütürken, Thalheimer de kuramcılığını yürüttü. Başarısız Ham­ burg ayaklanmasından (ekim 1923) son­ ra Komintern, bu yönetimi kınadı. Thal­ heimer, 1924-1928 arasında Komintern yönetiminde ve Marx-Engels enstitüsü’nde çalıştıktan sonra, aralık 1928'de H. Brandler'le birlikte KPD'den çıkarıldı. Hitler'in iktidarı almasından sonra Fransa' ya, ardından haziran 1940'tan sonra Kü­ ba'ya gitti.



BC



dir. Bundan çıkan önemli bir sonuç şudur: bir üçgende bir kenar ortasından geçen bir doğru, ancak ve ancak üçüncü kena­ rın ortasından geçerse ikinci kenarın ta­ şıyıcısına koşut olur. TH A U ESTR İS a Kabuklulardan kürekayaklı cinsi. (Harpacticidae familyası.) TH A LETA S, yunanlı şair ve müzikçi (Gortys, Girit, İ.Ö. VII. yy.). Sparta’da, Gymnopaidiai şenliklerini düzenledi. Paion ve girit ritimlerini bulduğu sanılır. Pal­ anlar yazmıştır. T H A L H E İM E R (August), alman siyaset adamı (Affaltrach, Heilbronn yakınında, 1884 Kuba 1948) Sosyal demokrat paı ti ye girdi, 1909’da sol kanada katıldı 1914’te silah altına alındı, yaralandı 1914 1916 arasında sosyalist Volksfreund ga­ zetesinin başyazarlığını yaptı ve 1916’dan savaşın sonuna kadar spartakist hareke­



an g e lo s



.



T h a m e s , Kanada’da (Ontario) ırmak, Samt Clair gölüne dökülür, Huron ve Erie gölleri arasında; yaklş. 250 km.



Keystone



T H A M E S , İngiltere'nin başlıca ırmağı; 338 km. Cotswolds dağlarının arka ya­ maçlarından doğar. Thames'in rejimi sa­ kin ve düzenlidir Kollarıyla birlikte Lond­ ra havzasının bir bölümünü akaçlar. Oxford’dan sonra Goring geçidinde Chiltern Hills cuestası’nı aşar, Reading ve Windsor'dan geçer Londra’da genişleyerek gelgitten etkilenen büyük bir haliç oluş turur. Woolwich’te yapılan (Londra'nın do­ ğu banliyösü) ve 1984'te açılan hareketli bir baraj alçak vadiyi, denizden gelebile­ cek baskınlara karşı korur. T H A M N O P H İS a (yun thamnos, çalı­ lık, ve ophis, yılan’dan). Kuzey Amerika’ da Meksika'dan Alaska'ya kadar ovalar­ da ve dağlarda yaşayan ve yersolucanı, amfibyum yiyerek beslenen, kuluçkalanarak yavru doğuran, zehirsiz yılan cinsi. (Suyılanıgiller familyası boy türlere göre 60 cm-1 m ) T H A M N O T E T T iX a (yun thamnos, çalı, ve tettiks, ağustosboceğı’nden). Ça yırlarda yaşayan, küçük bedenli cüceağustosböceği cinsi. (Cüceağustosböceğigiller familyası.)



Ernst Thälmann (1932’de)



Tham yris THAMYRİS ya da THAMYRAS, trak yalı efsanevi şair ve müzisyen. Şarkıları­ nın güzelliğiyle ün kazandı, Musalar ile boy ölçüşmeye kalktı ve onlara yenik düş­ tü, kör oldu ve sanatını unuttu. Parypate". notasını ve dor tarzı armoniyi bularak say­ gınlığını yeniden kazandı.



11486



THA NA, Hindistan'da kent (Maharaşt: ^ ra), Bombay'ın kuzey-doğusunda; 796 620 nüf. (19§1). Konut merkezi. T H A N ARAT (Sarit), taylandlı siyaset adamı (Bangkok 1908 - ay. y. 1963)TPİbul Songgram'ın Savunma bakanıydı, mareşalliğe yükseldi (mart 1957), eylül 1957’de Pibul Songgram ’ı devirdi, 1958'de fiilen, 1959'da da hukuken onun yerini alarak Başbakan ve silahlı kuvvet­ ler başkomutanı (mareşal) oldu. T H A N A S İM U S FO R M İC A R İU S a Kozalaklıların kabukları altında kabukböceğigilleri avlayan kınkanatlı böcek. (C/eridae familyası.) TH A N A TO S a. Böceklerde, savunma yöntemi olarak kullanılan hipnoz ya da ölü taklidi yapma davranışı. TH A N A TO S



a . (m ito l. a. Thanatostari). P s ik a n . Ö L Ü M ' D Ü R T Ü S Ü 'n ün e ş a n la m lıs ı.



(E R O S 'un k a rş ıtı.)



THANATOSTYün. mit. Ölüm tanrısı, Gece'nin (Nyks) oğlu, Hypnos'un kardeşi.



J Sutton-Gamma



I Margaret Thatcher (1983'te)



TH A N E T , Büyük Britanya'da bölge, Kent’in kuzey-doğu ucunda; Roma çağın­ da bir kanalla karadan ayrıldığından böl­ geye Thanet adası da denir. T H A N E T KATI a. Paleosen dizisinin ka­ tı. (Eşanl. TANESİYEN.)



TH A N H



HOA, Vietnam'da kent, il merkezi, Söng Ma ırmağı deltasının kol­ larından birinin kıyısında; 103 981 nüf. (1989). Yönetim merkezi. — Thanh Hoa ili, 11 138 km2; 2 991 000 nüf. (1989). —Arkeol. Thanh Hoa her dönemde tarih­ sel önemini korumuştur. Orta Yenitaş'tan, özellikle de Tunç çağından başlayarak in­ sanların burada yaşadıklarını ve etkinlik gösterdiklerini gösteren birçok kanıt var­ dır; Son Tunç çağı yerleşmeleri (Dong' Son kültürü ve uzantıları) sayıca fazladır. Lach Truong limanı, yaklaşık İ.S. I. yy.'dan başlayarak deniz yolundan yararlanıldığını ortaya koymuştur. XI.-XII. yy. arasında bu il, önemli bir seramik merkeziydi.



zakârlar, oyların % 42'sini kazanarak 1935'ten bu yana aldıkları en iyi sonuca ulaştılar. Ancak 1984'te M. Thatcher, cid­ THARAUD (Ernest, Jérôme —denir. T/e di'toplumsal çatışmalara (özellikle ma­ Charles, Jean —denir), transız yazarlar dencilerin grevi) karşı koymak zorunda (Je'rÖME (Saint-Junien 1874 - Varengeville kaldı. Ekim 1984'taJYtuhafazakâr parti -sur-Mer 1953); JEAN [Saint-Junien 1877 kongresi sırasında İRA'nın düzenlediği - Paris 1952). Yapıtlarından çoğu (en bir suikastı atlattı. Bir yıl süren madenci­ önemlilerinden biri Dingley, l'illustre écri­ ler grevi de onun zaferiyle sonuçlandı: vain1dir, 4902) Péguy'nin Cahiers de la İşçiler koşulları kabul ettiler (1985). An­ quinzaine'inde yayımlandı. Anı kitapları ve cak grev konusunda sert tutumu nede­ romanların yanı sıra, Yahudiler’ın yaşadı­ niyle eleştirilere hedef oldu. Kamuoyu ğı ortamları (A iom bre de la Croix, 1917) yoklamalarına göre Muhafazakâr parve müslüman dünyasını konu alan kitap­ ti'nin oy desteğinin yükseldiği anlaşılınca lar (Marrakech ou les Seigneurs de l'Mjéfc, haziran 1987'de erken seçimlere gitti ve 1920) yazdılar. Her ikisi de Fransız aKadeAvam kamarası’nda yine net bir çoğun­ misi’ne seçildiler (Jérôme 1938’de, Jean luk sağladı. Haziran 1989'da yapılan ye­ 1946’da). rel ve AT Parlamentosu milletvekili seçi­ T H A R O E LİA a. Esk. Yun. Apollon ve minde partisi yenilgiye uğrayınca kabi­ temis onuruna yapılan ionia şenliği. nedeki 21 bakanı değiştirdi. Avrupa topluluğu'ndakl gelişmelere pek sıcak bak­ THARP (Twyla), amerikalı kadın dansçı madığı gibi ülkesinde inatla sürdürdüğü ve koregraf (Portland, Indiana, 1942). liberal ekonomi politikasından da ödün Dansa Paul Taylor Dance Company ¡le vermeye yanaşmadığından giderek gü­ başladı (1963-1965) ve hemen 1965'te cünü yitirdi. Kasım 1990'da parti liderliği kendi topluluğunu kurdu. Yapıtlarını ye­ için yapılan seçimde yeterli çoğunluğu re, uzama, çevreye ve izleyici topluluğu­ alamayınca başbakanlıktan da çekildi. na da bağlı olarak oluşturdu. Kendi top­ luluğu Twyla Tharp Dance Company ve T H A T O N , Birmanya'da kent, Mulmein' Joffrey Ballet, American Ballet Theatre in K.-B.’sında, Monlar'ın eski başkenti gibi başka topluluklar için la Fugue- Sudhamma’nın yerinde. 1057’de büyük (197ÖI Eight Jelly Rolls (1971), BSúce bölümü Birmanlar tarafından yikilarYken-" Coupe (1973), Country Dance (1976) tin en eski arkeolojik ve yazıtbilim yapıtla­ [M. Barışnikov ¡le_M. Çerkasıy tarafından rı IV - V. yy.’dan kalmadır. Birkaç anıt ka­ yorumlandı], Push cornes lo shove lıntısıyla dikdörtgen biçimli bir sur ve sa­ (1976), Baker’s Dozen (1979) gibi yapıt­ rayın yıkıntıları varaır. Pagodalar daha ye­ lar ortaya koydu. Hair (1978), Amadeus ni g örünüşlüdür ama metinlerde bu tapı­ (1984), Rules of the Game (1989) gibi nakların daha eski tarihlerde, hatta bazı yapıtların koregraflsini hazırladı. metinlere göre İ.Ö.’kl bir dönemde yapıl­ mış olduğundan söz edilir. Buddhaların, T H A R R O S . Tar. coğ. Sardlnya'nın batı­ lâtaka sahnelerinin; ve brahman tanrıları­ sında kartaca kenti (günümüzde San Mar­ nın tasvir edildiği birkaç stel ve pişmiş top­ co burnu), İ.Ö. VIII. ya da VII. yy.'da kurul­ rak levha, Monlar'ın eski dinlerini ortaya du. Özgün el sanatlarıyla ünlüdür. Birkaç koyar tapınak ve bir tofet kalıntısı. Nekropolls.



us'un Afrika’daki yandaşlarını ortadan kal­ dırdı.



TH A R U LA R , Nepal Teraısı ve Uttar Pradeş (Hindistan) halkı. Sayıları yaklaşık ya­ rım milyondur. Racputana’dan geldikleri, burada ıslamlaştırma sırasında ayrıldıkları sanılmaktadır. Çiftçilik, avcılık, toplamacılık ve balıkçılık yaparlar. Dıştanevll klanlar biçiminde örgütlenerek, babayerlı konutlu babasoylu bir toplum oluştururlar. Hinducu oldukları için, orman ruhlarına kar­ şı derin bir saygı duyarlar. TH A R Y P A S , Moloslar'ın kralı. 429’da Atina’ya öğrenim görmeye geldi. Ülkesi­ ne dönüşünde Epeıros krallığı nı kurdu, yasalar çıkardı, bir yıllığına görevlendiri­ len magıstratuslar yönetimini getirdi.



T H A N T (Sithu U), birmanyalı siyaset adamı (Pantanav 1909 - New York 1974). Birleşmiş milletler örgütü'nde Birmanya • TH A TCH ER (Margaret). büyük brıtanyadelegesiydi (1957), kasım 1961'de Örgüt’ lı siyaset kadını (Grantham 1925). Muha­ ün genel sekreterliğine seçildi. 1966’da fazakâr parti üyesiydi, 1959'da Parlamenyeniden seçildi ve kişisel etkisi sayesinde to’ya seçildi. 1961'de Sosyal işler müste­ Zaire, Küba, Kıbrıs, Rodezya ve Ortado­ şarlığına getirildi, ancak Eğitim ve bilim­ ğu anlaşmazlıklarında yatıştırıcı bir rol oy­ sel işler bakanlığı yaptığı (1970-1974), Heat namaya çalıştı, ikinci görev döneminin so­ hükümetinde birinci plana çıkabildi. 1974 nunda, genel sekreterlikten çekildi (1971). seçimlerinde muhafazakârların yenilgiye uğramalarından sonra partinin sert kana­ T H A O N D İ R E V E L (Paolo), İtalyan ami­ ral (Torino 1859 - Roma 1948). 1905-1907 dının başına geçti ve parti yönetiminde Edward Heath’ln yerini aldı (şubat 1975). arasında Livorno deniz akademisi komu­ Yönetimi altındaki muhafazakâr parti, sı­ tanlığı yaptı, 1911'de Türk-italyan savaşı’nda sivrildi, 1913'te donanma kurmay baş­ kı bir liberalizm ve sıkı bir monetarlzme kanlığına atandı ve J917'de deniz kuvvet­ dayanan sert bir program hazırladı. Bu programın “ sendikaların iktldarı"na son lerinin başına getirildi. Adriya denizi sa­ vermek ve Büyük Britanya'nın Ortak pavunmasını örgütledi ve bu denizdeki müt­ zar'a katılmasını yeniden görüşmek İste­ tefik deniz kuvvetleri komutanlığına eriş­ ğine dayanan iki yönü, kamuoyunda ge­ ti. 1918'de amiralliğe, 1923’te düklüğe ve 1924'te büyük amiralliğe yükseltildi. Fa­ niş bir consensusla karşılandı. Mayıs 1979'da muhafazakârlar, seçimleri rahat şizm yanlısıydı, Donanma bakanlığı göre­ bir biçimde kazandılar ve Margaret Thatc­ vini kabul etti, iki yıl bu görevde kaldı ve her, Büyük Britanya'nın ilk kadın Başba­ 1943’te Kuzey İtalya'da Mussolini'nin kur­ duğu İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’ne katıl­ kanı durumuna geldi. Büyük Britanya'yı dı. kararlılıkla yönetti (bu nedenle kendisine "Demir Leydi" lakabı verildi). Enflasyon T H A P S A K O S . Tar. coğ. Antikçağ’da büyük ölçüde düştü, sterling lirası yeni­ Palmira’da ticaret sitesi, Fırat kıyısında, den yüksek bir düzeye çıktı. Ancak sana­ Koile Syria ile Mezopotamya sınırında. yi üretiminin düşmesi, işsizliğin büyük öl­ Doğu Roma imparatorluğu’nun başlan­ çüde artması gibi çok ağır bir bedel öden­ gıç döneminde önemini hâlâ koruyordu. di. Margaret Thatcher'ın Falkland' çatış­ masında gösterdiği kararlılık, İngiliz kamu­ T H A P S U S . Tar coğ. Konsüllük devri ön­ oyunun geniş bir bölümünü ona bağladı. cesi Afrikası’nda kent. Sezar burada ka­ Haziran 1983 seçimleri sırasında muhafa­ zandığı kesin bir zaferle (İ.Ö. 46) Pompei-



TH A U LO W (Frits), norveçlı ressam (Christiania, bugün Oslo, 1847 - Volenoam, Hollanda, 1906) Danimarka'da, Al­ manya'da (70’li yılların sonu), Paris'te sa­ natını geliştirdi, bu son kentte açıkhavacılık ve izlenimcilikten etkilendiği Norveç ve Fransa'da, su, yağmur, kar ya da ge­ ce manzaraları yaptı. (Kasım günü. 1889, Güzel sanatlar müzesi, Bordeaux). T H A U M A S . Yun. mit. Başlıca deniz tan­ rısı, Pontos İle Gaia'nın oğlu. Su pens, Elektra’yla birleşti. T H A U M A S İT a. (fr. thaumasıte). Miner. Heksagonal sistemde yer alan ve bileşi­ minde sülfat ve karbonat bulunan hidratlı' doğal kalsiyum silikat. TH A U M A S T U S a. (şaşırtıcı, çok güzel anlamında yun. söze.). Güney Amerika’ da yaşayan, uzun oval kavkılı sümüklübö­ cek cinsi. (Kavkısı sert, saydamsız ve ge­ nellikle koyu renklidir. Bulimulidae famil­ yası.) TH A U M E TO P O E A a. Beslenmeyen, yalnızca birkaç gün yaşayan, hortumsuz alaykelebeği cinsi ve tırtılı. (Alaykelebeğigiller [Thaumetopoeidae] familyası.) TH E A G E N E S , Megara tiranı. İ.Ö. VII. yy.'ın ortasında İktidarı ele geçirdi ve kar­ şıtları olan kent aristokratlarının sürülerini boğazlattı. T h e a ite to s (Theaitetos e peri epistemes) [Theaitetos ya da bilim üzerine], Platon’un bilimi konu alan dıyaloğu. Diyaloğun kişileri Sokrates, matematikçi Theo­ doras ve öğrencisi Theaitetos’tur. Bilimin (episteme) üç tanımı sırayla ortaya konur ve çürütülür: 1. bilim duyumdur (aisthesis); 2. bilim yanlış kanıyı dışlayan doğru kanıdır (doksa); 3. bilim doğru kanıyla bir­ leşen akıldır (logos). Bu üç tanıma geç­ meden önce de maieutike yönteminin bir tanımı verilir, ilk tanım en uzun olanıdır ve üç önermeye dayanır: a) insan her şeyin ölçüsüdür (Protagoras’ın savı); b) hiçbir ,şey durağan değildir ve her şey oluş ha-



ündedir (Herakleitos'un savı); o) her şey görelidir (Antisthenes'in savı). Aristoteles'e göre bilimin platoncu tanımı Antisthenes' in savlarının çürütülmesine dayanır: Pla­ ton logosu (akıl) kusursuz bir söylem ola­ rak değil, temelleri ideaların, yani akılla kavranır dünyanın bilgisine dayanan doğ­ ru bir söylem olarak tasarlar. T H E A LE S a. Bot. Yalnız çaygıller famil­ yasını içeren takıma verilen ad. T h e a n o e l a - SYANGELA. T K E A N O . Yun. mit. Truva'da Athena ra­ hibesi, Kisseus’un kızı ve Antenor’un ka­ rısı. —Pythagoras’ın karısı ve onun gibi fi­ lozof (İ.O. VI. yy.).



T h é âtre -F ran çais — CO M ÉDIE



-FR AN­



ÇAISE



T héâtre-L ib re, 1887’de André Antoine tarafından, tiyatroyu gerçekçi bir sahne­ ye koyuşla yenilemek ve Fransa’nın genç natüralist yazarlarının (Zola, Curel, Brieux) ve yabancıların (ibsen, Strindberg) oyun­ larını oynamak amacıyla kurulan tiyatro. 1897'de Théâtre-Antoine adını aldı. An­ toine, Théâtre-Libre'in işlevini daha ılımlı olarak ve Courteline, H. Bernstein, Sudermann, G. Hauptmann ya da Tolstoy gibi yazarların oyunlarını sergileyerek, 1906'ya kadar sürdürdü.



T h é â tre n ation al p o p u laire (T.N.P), Firmin Gémier'nin öncülüğünde 1920'de devlet tarafından kurulan ve desteklenen fransız tiyatrosu. Yöneticiliğini 1933’e ka­ dar Gémier yaptı. Tiyatronun amacı, dar gelirlilere sanatsal değeri yüksek gösteriler.sunmaktı. Etkinliklerini önce Trocadéro'da. daha sonra Chaillot sarayı’nda (1937) sürdüren tiyatro, Jean Vılar’ın yö­ netiminde (1951-1963) geniş bir seyirci topluluğuna seslendi; daha sonrà Vilar' ın yerim Georges Wilson aldı. 1972’de ye­ niden örgütlenen T.N.R 1 ocak 1973'ten b.eri Villeurbanne'da, Roger Plapchon, Patrice Chéreau ve Robert Gilbert tarafın­ dan yönetilmektedir. TH EB A İ -



TEB



T H E B A İ, Yunanistan'da kent, Boiotia’da; 16 000 nüf. Pazar. 1853 ve 1893 deprem­ lerinden sonra kent dörtgen bir plana gö: re yeniden yapıldı. Birtenm Qyasinirrrnerkezi. Tekstil ve kimya sanayileri. Porselen. Elektrik gereçleri. Arkeşloji müzesi. —Tar. Geleneğe göre Thebai, Kadmos ta­ rafından kuruldu. Sonra Labdakoslar ta­ rafından yönetildi.. L§bjjâkoslar .haneda­ nı; Layos, Krèon, OÎdipuàTrë'icfèste, düş­ man kardeşler Eteokles ve Pölyneikes, argoslu Yedi Şefin Thebai’ye karşı giriştik­ leri talihsiz sefer ve kentin bu Yedi Şef’in oğulları Epigonlar tarafından ele geçiril­ mesi efsaneleriyle ilişkilidir. Thebai, Fokis yolunun biri Atina, öteki Kıstak yönünde ikiye ayrıldığı 'noktada bulunması nede­ niyle, Boiotialılar'ın başkenti ötdıîf'Sİyasal açıdan Sparta’ya yaklaştı. Hiçbir zaman bütün Boiotia'ya egemen olamamakla bir­ likte, bir konfederasyonun (-*, BOİOTİA BİR­ LİĞİ) babına geçmeyi başardı (j.Ö. VII. yy.). Oligarşik bir cumhuriyet olan Thebai, tüc­ carların siyasal yaşama kan|fhaiarını ya­ sakladı ve soylu ailelerin sayısını sınırla­ dı. \ . , Thebaililer, Med savaşları dörfeminde, Atinalılar'a besledikleri'kin nedeniyle Persler'le ittifak kurdular: Plataia'da Atinalılar’a yenildilerse de (İ.Ö. 479) Öaha,sonra on­ ları Koroneia'da yendiler (i Ö. W ) . Antalkidas antlaşması'ndan sonra, Spartalılar’ ın boyunduruğu altında yaşadılar. Bu du­ rum, sürgün Pelopidas'ın AtiriaMâr yardı­ mıyla siteyi ele geçirdiği güne kadar sür­ dü. Epaminondaş, şparta ordusunü Leuktra’da imha etti (İ.Ö. 371), Lakedaimon’a karşı Arkadhia birliğini kurdu, arrià Mantineia'da kazandığı zaferden sonja öldü (İ.Ö. 362). Onunla birlikte Thebai hege­ monyası da son buldu. Phillipas ll’ye Khaironeia'Öa yenilen (İ.Ö. 338) Thebaileler, onun öiümü üzerine ayaklandılar ama



İskender kenti yıktı (İ.Ö. 336): kent halkı köle olarak satıldı. Kassandros'un yeniden inşa ettiği (İÖ. 316) kenti, Romalılar bir kez daha yıktılar (Mummius, İ.Ö. 146). Orta­ çağda, Thebai ipek imalathaneleri nede­ niyle önem kazandıysa da Bulgarlar, Si­ cilya Normanları (XII. yy.), Franklar (1205) ve Katalanlar (XIV. yy.) tarafından işgal edildi. 1460'ta türk egemenliğine girdi. Modern kentin kurulu olduğu yerde kale ya da Kadmeia bulunuyordu. (Antikçağ' da boyutları ve yedi kapısıyla ünlü surla­ rın kalıntılarına rastlanır.) Sanıldığına göre, şimdi Aziz Luka kilisesi'nin bulunduğu yerde Apollon ismenios tapınağı yer alıyordu. THEB A İS a. (lat. söze.). Tar. Mısır’da, bir­ çok hırıstiyan çilecinın İnzivaya çekildiği ıs­ sız bölge. T H E B A İS . Tar. coğ. Eski Mısır'ın güney bölümü (merkezi Teb'di). Zulümden kaç­ mak ve kendilerini çileciliğe adamak iste­ yen ilk hıristiyanların birçoğu kentin D.'su ve B.'sındaki çöllere sığındılar.



T h eb ais, Statıus’un on iki bölümlük des­ tanı (İ.Ö. 90’a doğr,). Eteokles ile Polyneikes arasındaki kardeş kavgasını anlatan bu destan, yer yer aşırı tumturaklı anlatı­ mıyla ağırlaşmış olmakla birlikte çok par­ lak bölümler içerir.



T h e b e s iu s k a p a k ç ığ ı, sağ kulakçık içindeki koronar sinüs deliğinin kapak bi­ çimindeki kıvrımı. THEC A M OEB A a. Zool. KABUKLUAMİPLER takımının bilimsel adı. TH EC LA a. Kimi türünün tırtılı karaağaç­ ta, kimininki meşede ya da yabaneriğinde yaşayan kelebek cinsi. (Thecla betulas ve T. quercus türleri iyi bilinir. Lycaenidae familyası.) T H E C O D O N T İA a. Permi-Trias tabaka­ larında fosilleri bulunan diyapsitlerden sü­ rüngenler takımı, (iki alttakıma ayrılır: belki de dinozorlar ile kuşların ataları olan, tim­ sah görünüşlü Pseudosuchia ve timsah­ ların ataları oldukları tartışmalı olan Phytosauria.) THECOSOMATA a. Ortasularda yaşa­ yan, genellikle hafif ve ince bir kavkı ya da sepetçik taşıyan, ayak loplarını kelebek kanadı gibi çırparak yüzen, arttansolungaçlı, karındanbacaklı yumuşakçalar ta­ kımı ya da üsttakımı. (Birçok türü bulunan bu takımdaki yumuşakçalar üç eşeysel evre geçirir: spermayı alan genç erkek, spermayı veren yaşlı erkek ve onu kulla­ nan dişi.) T H E İL E (Johann), alman besteci (Naumburg 1646 - ay y 1724). Schütz’ün öğ­ rencisi olan Theile, Stettın ve Lübeck'te öğretmenlik yaptı. Gottorf dükünün, son­ ra da sırasıyla Wolfenbüttel ve Merseburg capella yöneticisi olduktan sonra Naumburg’a döndü. Buxtehude onun öğrenci­ siydi. Dinsel, enstrümantal, tiyatro yapıt­ ları ve kontrapunto kitapları yazdı. T h e ile sin üsü. Anat. Perikart boşluğu­ nun kanal biçimindeki uzantısı. Kalbin ta­ banının üstünde bulunur,



luluk. (Keşişlik kurumunun tam karşıtıdır ve bir tek kuralı vardır: "istediğini yap".) THELO DO NTA a. Üst Silures ve Alt Devon dönemi topraklarında fosillerine rast­ lanan, Ostracoderma sınıfından çeneslz küçük balıklar altsınıfı. T H E L O M A N İA a. "Tatlısu ıstakozu vebasının" etkeni, sporlu protist. (Mikrosporidi grubu.) T H E LU (Nguyen thu Le, denir), vietnamlı yazar (Hanoi 1907). Tu’ Luc Van Doan ("Kendi öz ç icüyle") adlı edebiyat top­ luluğunun ü1' olarak, bu topluluğun dergilerinde tı (Phong-hoa; Ngay nay); Var « (Altın ve kan, 1934) gi­ bi değişi j r ve 1935 ile 1942 ara­ sında, o moi (“ Yeni şiir") akımının öncülerinden biri yapan birçok şiir kitabı yazdı. 1954'ten itibaren kendini tiyatroya verdi. TH E LY P H O N İD A E a. ipliksi artkarınlı, çene ayakları birer güçlü kıskaçla sona eren örümcekler familyası. (Düşmanları­ nı uzaklaştırmak için bir asit salgılar. Bu örümcekler, Afrika dışında bütün tropikal bölgelerde bulunur. Uropygi takımı.) T H E M A a. (bizans yun.). Tar. Doğu Ro­ ma imparatorluğu'nda askeri ve idari bö­ lüm. T H E M İS . Yun. mit. Titanlardan biri, Uranos ve Gaıa'nın kızı. Zeus’a öğütleriyle yol gösterdi. Themis Hukuk ve Adalet tanrı­ çasıdır. Zeus'tan, Parkalar'ı dünyaya ge­ tirdi. Apollon’a kehaneti öğreten odur; kendisi de birçok kehanette bulunmuştu. T H E M İS K Y R A , bugün Terme. Tar. coğ. Anadolu’nun Pontos bölgesinde, kent ve bu kentin bulunduğu yöreye veri­ len ad; Amisos’un (Samsun) 60 km kadar D.’sundaydı. iris (Yeşilırmak) nehrinin del­ tasında, Thermodon (Terme) çayının D.'sunda yer alan kent, efsanelere göre Amazonlarla bağlantılıdır. Bir yunan ko­ lonisi olan Themiskyra Lucullus tarafından ele geçirildi (İÖ. 71). T H E M İS O N İO N . Tar. coğ. Anadolu' nun Phrygia bölgesinde kent; Denizli'nin Acıpayam ilçesi merkez bucağına bağlı Karahöyük köyünün yakınındaydı (günü­ müzde köyün mezarlığı). Kenti Antiokhos II, gözdesi Themison'un onuruna kurdurmuştu (İÖ. III. yy. ortaları). Sürekli galat akınlarına uğrayan Themisonion, Roma imparatorluğu döneminde para bastıysa da hiçbir zaman önemli bir kent konumu­ na ulaşmadı. TH E M İS S O S , Anadolu'nun G.-B.’sında, Karia bölgesinde kent; yeri kesin bilinme­ mektedir. Antik yazarlar Mithridates VI ile Romalılar arasındaki savaştan sonra, Sulla tarafından Stratonikeia kentine bağlan­ dığını bildirir. T H E M İS T İO S , yunanlı sözbilim öğret­ meni (Paphlagonia'da 317 - İstanbul 388). Constantius ll'nin dikkatini çekti (Ankyra [Ankara] 350), ders vermek üzere İstan­ bul’a çağrıldı (350), senatör (355) ve prokonsül (358-359) oldu. Theodosius onu kent valiliğine atadı ve oğlu Arcadius'un eğitimiyle görevlendirdi. Paraphrases sur Aristote (fr. çev.) [Aristoteles üzerine arasözler] adlı bir yapıtıyla yirmisi tarihsel de­ ğer taşıyan otuz beş söylevi günümüze kaldı.



T H E İL E R (Max), güney afrikalı hekim (Pretoria 1899 - New Haven, Connecticut, 1972). Harvard Üniversitesi'nde tropikal tıp profesörlüğü yaptı (1923), 1930'da Rockefellerenstitüsü'ne girdi. 1951'de, sa­ rılık hastalığına karşı hazırladığı bir aşıyla B TH E M İS TO K L E S , atinalı devlet adamı (Atina İ.Ö. 528’e doğr. - Magnesiae epl fizyoloji ve tıp dallarında Nobel ödülü’nü Maiandroi 462'ye doğr). Atinalı Neokles kazandı. İle bir yabancı kadının oğluydu; keskin gö­ T H E İL E R İO S İS a . V et. M A N D A ’ HASTArüşlü siyasete meraklı ve hırslı bir insan ol­ L lö l'n ı n e ş a n la m lıs ı. duğunu daha genç yaşta belli etti, İÖ. 493'te arkhon oldu, Marathon savaşı'nda T H E İS S a. Tisza’nın almanca adı. (İ.Ö. 490) parlak bir rol oynadı. Yunanis­ T H E L A , Odoaker'in oğlu; babası tara­ tan'a ihanet eden Ege adalarına, zaferle­ fından 490'da imparator ilan edildi. Her riyle boyun eğdirdi. Phaleron limanı yeri­ ikisi, Ravenna’da Theodorich I tarafından ne, tahkim edilmesi ve savunulması çok katledildiler. daha kolay olan Pire (Pelraius) limanının kullanılmasını önerdi. Laurion gümüş ma­ T h é lè m e m a n a s tırı, Gargantua adlı yapıtında Rabelais’nin tasarladığı laiktopdenleri gelirinin İki yüz trieres yapımında



ThemistoKles 11488



Simlorhfílcclarlnl



ThemistoWes yunan aslından roma kopyası Ulusal müze, Napoli



kullanılmasını sağladı (İ.Ö. 483). Kişisel düşmanı Arlsteides'ı bir ostrakismosla sür­ güne göndertti (l,Ö. 483-482). İ.Ö. 480'da, Kserkses istilası sırasında, hemen bütün Hellenler'i ortak düşmana karşı birleştir meyi başardı, Artemision burnunda, filo komutanlığının spartalı Eurybiades'e ve­ rilmesini kabul etti. Thermopylai yenilgisin­ den sonra, Atlnalılar'ı kentlerini boşaltma­ ya razı etti ve yunanlı önderleri Atlnalılar'ı Sicilya'dan geri çekmekle tehdit ederek, onların Peloponisos üzerine çekilmeyip savaşmayı kabul etmelerini sağladı. Persler'e bir sahte sığınmacı ayarak, onla­ rı yunan filosuna saldır kışkırttı ve böylece Salamis zaferin ' 4 ’ 0) başlı­ ca mimarı oldu. Harat» ı Atina1 yı kalkındırdı, surları yen, aptırttı, Spartalılar’ın entrikalarına ve kıskançlığı­ na karşın Pire’yi tahkim etti. Metoikoslar dan alınan vergiyi kaldırarak Pire'nin ge­ lişmesini hızlandırdı. Ne var ki, "gösterişli yaşayışı ve Ege halkından zorla aldığı adaletsiz vergiler yüzünden Themistokles, halkı kendinden soğuttu, Kimon'la ça­ tışmaya girdi, sonunda bir ostrakismosla Atina'dan sürüldü (İ.Ö 472-471). Argos'a yerleşti, sonra Sparta kralı Pausanias'la birlikte suçlandı ve kral Molossos'un ya­ nına kaçtı. Sonunda kral Artakserkses l'e sığındı. Artakserkses, Magnesia (Manisa), Lampsakos (Lapseki) ve Myus’u ona verdi (I.Û. 465-464) TH K N A R D (Louis Jacques, baron), fran"sız kimyacı (La Louptière, Nogent-sur -Seine yakınında, 1777 - Paris 1857). Vauquelin'in laboratuvarına girdi ve Collège de France'ta onun yerini aldı. Bilimler aka­ demisi üyesi (1810) ve Fen fakültesi dekanı oldu (1821). Millet meclisi'ne üye seçildi (1827-1832), 1832’de Chambre des pairs üyeliğine ve Üniversite şansOlyeliğlne atandı. Thenard metallerin, su ve oksijen etkisine karşı direncine göre, pratik bir sı nıflamasını yaptı. Alkali metalleri, asetik asidi ve eteri inceledi 1799'da Thenard mavisi'nI hazırladı; 1818'de oksijenli suyu buldu; Gay-Lussac ile birlikte boru keşfetti Traité élémentaire de chimie théorique et pratique (Kuramsal ve pratik kimya ince­ lemesi) [1813] adlı yapıtı okullarda uzun süre kullanıldı.



Larouaae



TH B N A R D İT a. (fr. thénardite; öz. a. L, J. Thenard1dan). Miner. Ortorombik sis­ temde yer alan, Na2SO, formülündeki doğal sodyum sülfat.



Louis Jacques Thénard Ambroise Tardieu’nün resim ve gravürü



Giraudon



imparatoriçe Theodora San Vitale küisesi’nin (Ravenna) absâdasmdaki bir mozaikten ayrıntı (VI. yy.)



TH E O B A LD İA a Ayaklan beyaz halka lı sivrisinek cinsi. (Sivrisinekgiller familya­ sı.) TH E O B R O M A a. (lat. theobroma, tan­ rıların yiyeceği). Kakao ağacının bilimsel cins adı. TH E O D A T ya da TH E O D A H A T (öl. Ravenna 536), Ostrogotlar'ın kralı (534 -536), Büyük Theodorich'in yeğeni. Kral­ lığını, öldürülmesine göz yumduğu (535) Theodorich'in kızı Amalasuntha'ya borç­ ludur Iustinianos bu olayı bahane ederek İtalya'yı yeniden fethetmeye kalktı, Theo dat kendi halkı tarafından tahttan düşürül­ dü, Ravenna'ya sığındı, yakalandı ve öl­ dürüldü. TH E O D E B A LD ya da TH İB A U D (öl 555), Austrasia’nın frank kralı (547/548 -555). Krallığını Chlothar l'e bıraktı. T H E O D H O R A K İS ya da TE O D O R A K İS (Mikis), yunanlı besteci (Sakız adası 1925). Çalgı yapıtları (baleler, ora­ toryolar), Eluard ve Lorca'nın şiirleri üze­ rine melodiler, halk cephesi için şarkılar, sahne ve film (Zorba, Z) müzikleri beste leyerek üne kavuştu 1967 askeri darbe­ sinden sonra Birleşik Demokratik Sol’un (EDA) üyesi oluşu nedeniyle tutuklandı. 1970'te Fransa'ya yerleşti 1974'te, as­ kerlerin iktidardan uzaklaşması üzerine döndü. Sol ittifakın adayı olarak meclise girdi (1974-1986). 1986’da dostlarıyla birlikte "Türk-Yunan Dostluk derneği’ni kurdu. Zülfü Livaneli'yle birlikte hazırladı­



ğı plağın çok sayıda satması üzerine Al­ tın plak ödüiü aldı. Türkiye'de, ilgiyle izle­ nen konserler verdi. 1989 seçimlerinde Yeni Demokrasi partisinin (ND) listesin­ den bağımsız aday olarak meclise girdi. 1990-1992 arası Kültür bakanlığı yaptı. Çeşitli konuşmaları, röportajları ve yaşamöyküsü türkçede Sanatsal inancım (1987) ve Yapayalnız kalacaksın gecenin ortasında (1990) adlarıyla yayımlandı.



dû, 323-428 dönemim anlatan Ekklesiaatike Hiatoria (Kilisenin tarihi) adıyla din yanlısı bir tarih yazdı. (449-460). T H R O D O R İC H I (öl. 461), Vizigotlar'ın kralı (418-451). Roma'dan Aİquitania'yı yö­ netme hakkını aldı. Attila'ya karşı oluştu­ rulan güç birliğine katıldı ve Campi Catalaunicl'deki savaşta öldü.



T H E O D O R İO H I I (öl. 466), Vlzigotlar1 ın kralı (453-466), Theodorich l'in oğlu. TH E O D O R A (İstanbul VI. yy. başı ay Ağabeyi Thorismond'u öldürterek tahta çık­ y. 548)^ Bizans imparatoriçesi (527-548). tı. Arkadaşı Avitus’un desteğiyle imparator Bir hipodrom bekçisinin kızıydı, lustiniaolarak tanındı (455). Süevler'in kralı Rechlnos'un metresi oldu ve sevgilisi tahta çık­ arius'u Astorga önünde bozguna uğrattı madan önce onunla evlenmeyi başardı. (456 sonu); Galya ve Ispanya'ya egemen Hırslı ve zeki bir kadındı, kocası üzerinde oldu. Kardeşi Eurik tarafından öldürüldü. büyük bir etki kurdu. 532’de, iustinianos’u TH E O D O R İC H Büyük (Strabo) [öl. İstanbul'da kalıp Nika* ayaklanmasını 484], Ostrogotlar'ın kralı (473-484). Panbastırmaya razı ederek imparatorluğu kur­ nonia'ya yerleşen federe Ostrogotlar'ın tardı. Fazla etkili ya da fazla parlak bazı başına geçti, Bizans sarayındaki çekişme­ devlet adamlarını (Bellsarios) gözden dü­ lere karıştı, kimi kez imparatorluk tarafın­ şürmeyi başardı; buna karşılık, kendisine dan korundu, kimi kez de imparatorluk'a bağlı kalma becerisini gösterenleri yüksek karşı çıktı. 481'de İstanbul’u ele geçirme­ mevkilere çıkardı (Narses'i ordu komutan­ ye çalıştı. lığına, Vigillus'u papalığa). Bazı yasaların çıkarılmasına önayak oldu (özellikle kadın­ K T H E O D O R İC H I A m a l« , Küçük ya lar, evlenme, boşanma, zina vb. ile ilgili ya­ da Büyük —denir (Pannonia 454'e doğr. salar). 530'da, hem kişisel sempatisi ne­ - Ravenna 526), Ostrogotlar'ın kralı (493 -526). Kutsal Amales ailesinden ve Pandeniyle, hem siyaset gereği olarak monofizitlere birtakım ödünler verilmesini iste­ nonia’da oturan başbuğ Theodorich’in di. Amacı, çok sayıda monofiziti barındı­ oğluydu, gençliğini rehine olarak İstan­ ran ve imparatorluğun pers ve arap tehli­ bul’da geçirdi (461-471); böylece yunan kesine karşı savunulabilmesi için elde tu­ -roma uygarlığını tanıdı. Halkının Daçya' tulması zorunlu olan geniş eyaletleri (As­ ya (471'e doğr.) sonra Aşağı Moesia ve ya, Suriye, Mısır) hoşnut etmekti. TheodoSkythia'ya (474'ten önce) yaptığı göçe ka­ ra'nın, Iustinianos döneminin görkemine tıldı ve babasının ardından tahta çıktı de büyük katkısı oldu, Bu nedenle İthaf (474’e doğr.). İmparator Zenon'un, rakibi yazıtlarında olsun, anıtlarda (Ravenna'daBasiliskos'u yenmesine yardım etti (476) ki San Vitale mozaikleri) olsun, Theodora ve onun tarafından evlat edinilerek maglsher zaman lustinianos'la bir tutuldu, onun­ ter mllltum ve patrlcius yapıldı. Halkı en la birlikte anıldı. sonunda Moesia ve Daçya'ya yerleşen (484) Theodorich, Zenon'un yönetimini T H E O D O R A (öl. 867), oğlu Mlkhael III' kendisine bıraktığı İtalya'yı Odoaker'ln ün küçüklüğünde naibe olarak hüküm sü­ elinden almayı planladı, önce Kuzey İtal­ ren Bizans imparatoriçesi. Kocası ikonaya'nın fethine girişti, sonra Adda Odoakırıcılık yanlısı imparator Theophilos'un ker'i yenerek, onu Ravenna'ya çekilmek vasiyetine uymayarak, oğlunun tahtını kur­ zorunda bıraktı. Uzun bir kuşatmadan tarmak için bir konsil toplamayı kabul et­ sonra Ostrogot önderi İtalya'yı paylaşma ti; toplanan konsil, ikonalara ibadete ye­ vaadinde bulunarak rakibine silahlarını bı­ niden izin verdi (şubat 843) Buna karşı­ raktırdı, sonra onu öldürdü (493). İtalya' lık, Theodora din sapkınlarıyla mücadele dan başka Dalmaçya, Pannonia, Noricum etti, Anadolu'daki paulusçuları ezdi. Onun ve Rhaetia'yı egemenliği altına alan The­ bu politikası, din sapkınlarının ve paulusodorich, İktidarını imparator Anastasios'a çuların müslümanlarla ittifak kurmalarına kabul ettirdi. Bundan sonra bir ostrogot yol açtı ve imparatorluğun savunmasını ve roma devleti kurma çabasına girişti. zayıflattı, imparatoriçe islamiyetin mevzi­ Ravenna'ya girişinde kendisini kral ilan lerini zayıflatmaya çalıştı, ancak Sicilya'yı eden halkı, Po nehrinin kuzeyine yerleş­ kurtaramadı (842-847). Peloponisos Slavtirdi ve Romalılar'la hiçbir ilişki kurmadan ları'nın itaat altına alınması ve hıristiyanyaşamaya başladı. Romalılar kendi gele­ laştırılması girişimini başlattı (847’ye doğr.) neksel kurumlarını korudular. Böylece Ama, kardeşi Bardas, Mikhael lll'ün de Theodorich, 490'dan başlayarak Roma desteğiyle, Theodora'nın danışmanı Thesenatosu'nun işbirliğini sağladı. Daha çok oktistos'u öldürttü (856), kendisini de bir Ravenna'da oturdu ve burasını anıtlarla manastıra çekilmek zorunda bıraktı (858). süsledi. Ariusçu olmakta birlikte hoşgörüTH E O D O R A (995 ? - 1056), Bizans Giraudon imparatoriçesi (1028 ve 1042-1056), impa­ rator Konstantinos Vlll'in kızı. Babası ölün­ ce (1028) tahtı kız kardeşi Zoe ile paylaş­ tı, ama kız kardeşi tarafından tahttan uzak­ laştırıldı. Mikhael V'in Zoe'ye karşı düzen­ lediği hükümet darbesinin başarısızlığa uğraması üzerine yeniden iktidara çağrıldı (1042) ve Zoe tarafından imparatorluğa or­ tak edildi. Ama Zoe'nin üçüncü kocası Konstantinos IX Monomakhos'un saltanat dönemi süresince (1042 - ocak 1055) ger­ çekte hiçbir yetki kullanamadı. Buna kar­ şılık, Konstantinos'un ölümünden sonra imparatorluğu tek başına yönetti. Make­ donya hanedanı, Theodora ile son buldu. TH E O D O R E TO S K yrrh oslu, yunan­ lı tanrıbilimci (Antakya 393'e doğr. Kyrrhos, Antakya'nın kuzey-doğu‘sunda, 466’ya doğr). Kyrrhos piskoposu, tanrıbilimci ve kutsal metin yorumcusu. Öğre­ tisi, nesturlliğe oldukça yakın, Eutykhes' in düşüncesine karşıttı. Zamanının dinsel tartışmaları içinde yer alan birçok tanrıbilim ve yorum kitabı ile V. yy. hıristiyan ya­ şamının bilinmesi bakımından önemli bir kaynak oluşturan yazışmalar bıraktı. Tarih­ çi Kaisareialı Eusebios'un sürdürücüsüy-



Theodorich I Amale San Zeno (Verona) killsesi'nin cephesini süsleyen Theodorich efsanesi alçakkabartmalarından ayrıntı (Nlccolo ustanın yapıtı; 1140’a doğr.)



T heodorus II lüydü. Kendisini Romakllisesi'nln koruyu­ cusu gibi gösterdi ve papaların seçimin­ de rol oynadı. Doğu'da iustinos l'in tahta çıkmasından (518) yararlanarak Roma ve Doğu kiliseleri arasında uzlaşma Hbellus' unu kabul ettirdi (519). Batı başkentleri üzerinde etkili olan Theodorich, komşu krallıkları da egemenliği altına almak is­ tedi. Bu amaçla önce hanedanlar arasın­ da evlilik politikasını uyguladı. Sonra, Rhaetia'da Alamanlar’a sığınma olanağı sağ­ layarak ve torunu Almarich’I (511de VIzigotlar'ın kralı oldu) koruyarak Franklar'ın ilerlemesini durdurdu ve Provence’ı onla­ rın elinden aldı (508-509), sonra damadı burgund kralı Sigismond’un Durance ve Dröme arasındaki bölgeyi ele geçirdi. Fi­ ilen Batı’nın imparatoru olmak için tek ek­ siği Galya egemenliği olan Theodorich, saltanatının doruğuna ulaştı. Ariusçuluğu yasaklayan (523) İstanbul'un entrikaların­ dan çekindiği için, roma aristokrasisinin ileri gelenlerinden Boetius ile Symmachus'u idam ettirdi (524). Ölümünden son­ ra imparatorluğu fazla yaşamadı. T H E O D O R İC H I , I I , I I I ve IV , frank kralları -* ThİERRY I, II III ve IV. T H E O D O R O S , I.ö. IV. yy. başında ya­ şamış Fokis kökenli yunanlı mimar. Delphoi'deki Athena Pronaia tapınağı’nın tholosunu yaptı. T H E O D O R O S , İ.Ö. IV. yy.'da yaşamış yunanlı mimar. Epidauros'taki Asklepios tapınağı’nı yaptı (380-370’e doğr.). Aynı yapının oymalı dekoruna da katkıda bu­ lundu (doğu alınlığı). TH E O D O R O S C a n ta rb u ry ll (aziz), yunan kökenli İngiliz rahip (Tarsus Kilikia, 602 - Canterbury 690). Keşişken papa Vitalianus tarafından Canterbury metropolitliğine getirildi (668). Anglosakson pisko­ posluğunu yeniden kurdu, manastırları düzeltti, İngiliz kilisesi'ni kıta Avrupası'nın Kilise örgütüne ve ayin usullerine bağla­ yan Hartford konsili’ni (673) topladı. Ma­ nastır okullarını çoğaltmasıyla Batı'da kla­ sik kültürü korumuş oldu. T H E O D O R O S I L A S K A R İS (öl 1222), ilk İznik bizans imparatoru (1204, gerçekte 1208-1222). İstanbul İmparato­ ru seçilmesinden az sonra İstanbul alının­ ca (nisan 1204), iznik'e yerleşti, ancak Haçlılar Anadolu'nun kuzey-batı'sını onun elinden aldılar Trabzon imparatoru David Komnenos'u yenerek, onun Nikomedeia'yı (İzmit) işgal etmesini önledikten (1205) sonra, ivan II Kaloyan Asen ile ittifak kur­ du ve Kyzikos ile Nlkomedeia’yı alarak Doğu latin imparatoru Henri de Flandre et de Hainaut'nun buraları kendisine bı­ rakmasını sağladı (haziran 1207 mütare­ kesi). Bundan sonra İznik'te imparatorluk tacını giydi (nisan 1208). Theodoros l'in güçlenmesinden kaygılanan Konya sulta­ nı Gıyasettin Keyhüsrev I, ona karşı Latinler'le anlaştı. Bu durumda, Theodoros da Türkler tarafından tehdit edilen Kilikia Ermenileri ile ittifak yaptı. Alaşehir yakının­ da yapılan savaşta (1211) zafere ulaşan Keyhüsrev I, Theodoros'un ordusunu ko­ valarken öldürüldü. Theodoros yeni sul­ tan İzzettin Keykâvus I ile var olan sınırla­ ra sayen ilkesine dayalı bir barış antlaşması yaptı. Öte yandan, Mysia'da Latinler’e ye­ nilen (ekim 1211) Theodoros, 1214’te Ka­ radeniz kıyısı boyunca uzanan geniş bir arazi şeridini Trabzon kralı Komnenos' tan alarak kendi topraklarına kattı. İstan­ bul'u diplomasi yoluyla geri almaya çalış­ tıysa da başaramadı, imparator Robert de Courtenay ile barış yaptı (1222). Öte yan­ dan, Theodoros II Laskaris, İznik Imparatorluğu’nu Bizans imparatorluğu'nun tam bir benzeri durumuna getirdi; Sırp kilisesi’ne aziz Sava’nın yönetiminde bağımsız­ lık tanıdı (1219) ve Kiliselerin birliğini ye­ niden kurmaya çalıştı (1214-1220). TH E O D O R O S I I D U K A S LA S K A ­ R İS (1222-1258). İznik bizans imparato­ ru (1254-1258), loannes III Dukas Vatat-



zes'in oğlu. Bilgin Nikephoros Blemmides'in yetenekli öğrencisiydi, birçok bilgini ve kültürlü kişiyi İznik'e çağırdı. Otoriter bir hükümdardı, soylu ve rahip sınıflarına gü­ venmediği için halkla yakınlık kurmaya ça­ lışarak vergileri ancak bir ulusal ordunun oluşturulması için gerekli zorunlu masraf­ ları karşılayacak biçimde ılımlı miktarlar­ da artırdı. Bu politikasıyla hem Bulgarlar' la, hem Epeiras despotluğuyla, hem de Türklerle savaşabildi (1255-56). 1257’de, kızı Eirene'yi, Bulgaristan'ın yeni çarı Konstantin Asen Tih ile evlendirdi; öteki kı­ zı Maria'yı da Epeiras despotu Mikhael II' nin oğlu Nikephoros'a verdi; böylece Mik­ hael II, Draç, Sırbistan ve Arnavutluk'u Theodoros'a bırakmak zorunda kaldı. Theodoros II, kendisine ihanet ederek Türkler'e sığınan (1258) Mikhael Palaiologos'u bağışladı ve onu Avrupa'da Epei­ ras despotu Mikhael ll'ye karşı savaşan birliklerin başkomutanlığına getirdi; ama Palaiologos, Prilep ve Makedonya'yı (Se­ lanik dışında) geri almak için Sırp ve Ar­ navutlarla birleşti. Theodoros, Palaiologos'u tutuklattı, ancak genç yaşta öldü.



lerini alegorik bir biçimde anlayan Origenes ve İskenderiye okuluna karşı, bu me­ tinlerin sözcüğü sözcüğüne anlaşılması gerektiğini ileri süren Antakya tanrıbillm okulunun temsilcilerindendi. Dogmalar, din öğretisi ve Eski Ahit üzerine yazdıkla­ rı, ölümünden sonra, bir zamanlar izleyi­ cisi olan Nestorius'un öğretisine uygun sayıldı. Bu yorum hatası, daha çok Nes­ torius'un kullandığı terimlerin belirsizliğin­ den kaynaklanıyordu. Nitekim, daha son­ ra Khalkedon konsili'nden doğan (451) düşünceyle aydınlığa kavuşturuldu. TH E O D O R O S Ş tu d ttes (İstanbul 759 - Büyükada 826), İstanbul’da Studios ma­ nastırı hegumenos'u (başrahip) oldu. Senobitlikte reform yaptı, ikonakırıcılığa karşı direnen bir tanrıbilimci olarak üç kez sür­ güne gönderildi. Tasvirlere tapınma üze­ rine incelemeler, keşişleri için çok etkili din eğitimi kitapları yazdı; yaklaşık altı yüz mektupluk yazışmaları, tarih bakımından değerli bir kaynak oluşturur. TH E O D O R O S M a la ty a lI, XIV. yy.'ın ikinci yarısında yaşamış bizanslı yazar. Bir İncil yorumu, bir gökbilim incelemesi ve alegorik bir şiir bıraktı.



TH E O D O R O S (Sarge. Kuara, 1818 TH E O D O R O S A N G E L O S D U K A S - Magdala 1868), Etyopya imparatoru K O M H E H O S (öl. 1252'den sonr.), Epe­ (1855-1868). Amharalı küçük feodal bir ai­ iras despotu (1215'e doğr. - 1230), Sela­ leden gelen babasıyla amcası yavaş ya­ nik bizans imparatoru (1224-1230), Mikha­ vaş güçlerini artırdılar. Theodoros Kassa el I Angelos'un kardeşi. Selanik latin kralı adıyla, Amhara ras'ının vesayeti altından Monferratolu Demetrios'un yurtdışında çıkarak ülkeyi kendi egemenliği altında bulunmasından yararlanarak onun krallı­ birleştirmeye girişti. 1850 ile 1855 arasın­ ğını işgal etti, sonra Selanik’i ele geçire­ da, Gondar'dan yola çıkarak Amhara ve rek (1224 sonu) burada taç giydi (1230), Tigre raslarını yendi, Menelik ll'nin baba­ böylece İznik imparatoruna rakip oldu. sından Çoa'yı aldı ve kendisini Theodo­ Epeiras, Tesalya ve Makedonya'nın büyük ros adıyla negus ilan etti. Ülkenin, en baş­ bir bölümüne egemen olan Theodoros ta da ordusunun modernleştirilmesine gi­ rişti. Ne var ki, askeri seferleri, tasarıları­ Angelos, Vsnedikliler'den Korfu ve Duraznın gerçekleşmesini engelledi ve enerjizo'yu (Draç), Latinler'den Ksantheia ve .sini tüketti. İngilizlerle ilişkileri 1863'ten Didymoteikhon'u, İznik Bizanslıları'ndan sonra bozuldu. İngiliz konsolosunun hap­ da İstanbul İmparatorluğu'ndan yeni ele se atılması, sir Robert Napier'in komuta­ geçirdikleri Edirne'yi (Hadrianopolis) sında bir İngiliz askeri birliğinin gönderil­ [1225] aldı. İstanbul'u zaptetmek için iomesine yol açtı. Tigre'yi aşan bu birlik annes III Vatatzes'e yaklaştı ve Bulgarlarla Theodoros’u Magdala'daki kalesinde ku­ ittifak kurmaya çalıştı. Ancak Latin impa­ şattı. Theodoros yenilince kendini öldürdü. ratorluğu'nun mirasçısı olmak isteyen Bul­ garlar, Theodoros Angelos'u Klokotnitsa' ^ T h e o d o r o s (Theodhoros papadh Imit RİU — denir), yunanlı heykelci (Aghrinion da yenip tutsak aldılar (mart 1230). ivan 1931). iletişim sorunlarına duyarlılıkla eğil­ III Asen tarafından gözleri kör edildikten mesini sağlayan media sanatı, izlediği sü­ sonra serbest bırakıldı, kardeşi Manuel'i reç açısından olduğu kadar, içeriği bakı­ (1230-1238) tahttan uzaklaştırarak yerine mından da etkisiz buldukça, somut ve ku­ büyük oğlu ioannes III Dukas Komne­ ramsal çalışmalarını daha çok onun üze­ nos'u (1238-1244) getirdi, kendisi de iz­ rinde odaklaştırdı. 1967’de Paris'teki, bir nik'e yerleşti. Bunun üzerine, ioannes III lehimlenmiş çelik yığını olan Yasak takım­ Dukas Vatatzes, Theodoros Angelos'u lar özel merkezi sergisi ile, sanat yapıtının imparatorluk unvanından vazgeçerek temsil ettiği kültürel rahatlığa çattı. 1970’te despotluk unvanıyla yetinmesini istemek Atina'da Halkın katılması için heykelcilik için oğlu loannes'e aracı gönderdi (1242). Theodoros Selanik'e dönünce oğulları lo­ Bk. resim sayfa 11490 annes ve Demetrios adına ülkeyi yönet­ meye başladı, fakat ioannes III Dukas Va­ (Katılmak yasaktır) adlı sergisinde elleyen tatzes, kenti aldı. Vodhena'ya çekilen (ara­ -izleyicisine sanatın somut maddeselliği­ ni sorgulama fırsatını yaratan cop-fallus' lık 1246) Theodoros, yeğeni Epeiras des­ unun da bulunduğu, bir dizi nesne dü­ potu Mikhael ll'yi, ioannes III Dukas Vazenlemesi sergiledi. 1972'de halkı, çağ­ tatzes’e saldırmaya kışkırttı (1252). Bu saldaş medialarla karşılaştırdığı kendi sana­ darıyı püskürten loannes III, Theodoros tının bir eleştirisi olan Bir heykelcilik yapı­ Angelos'un kendisine teslim edilmesini tı yerine adlı metnin içerdiği düşüncelere sağladı, hapse atılan Theodoros, orada hazırlamak için, onu "koşullanmadan kuröldü. tarma"yı amaçlayan bir "parkur” gerçek­ TH EO D O R O S S laam lı, Rhoikos'la bir­ leştirdi. Daha sonra değişik "işlemeler"i likte bronz dökümünü keşfettiği sanılan (Aspen, Colorado 1973, plağa kaydedil­ yunan kuyumcu (İ.Ö. 560'a doğr.). Keymiş metinle, Bari, 1977 vb.). "Göz alıcılık hüsrev'in gümüş çanağı ve Polykrates'in karşıtı tiyatro"su (Atina, 1976), yazıları ve yüzüğü gibi birçok kuyumculuk eseri ona başka gösterilerle aynı temaları geliştirip, mal edilir. plastik yapıtı görsel yanından "yoksun kılma"ya çalışarak, insanlarla başka iletişim T H E O D O R O S K y ra n a ll, Tanrıtanı­ olanakları aradı. maz takma adıyla anılır, IV. yy. sonunda yaşamış yunan filozofu. Genç Aristippos1 un Öğrencisi ve ardılı. Kyrene okulunun savlarını geliştirdi. Peri Theon (Tanrılar üzerine) adlı yapıtında tanrıların varlığını yadsıdığı için, kendisine Tanrıtanımaz adı verildi. TH EO D O R O S M o p a u e s tla lı, yunanlı tanrıbilimci (Antakya 350'ye doğr, - Mopsuestia 428). Mopsuestia (Kilikia) piskopo­ su oldu (392 ya da 393). Eski Ahit metin­



11489



T H E O D O R U S I (Kudüs - öl. Roma 649), papa (642-649). Doğu asıllıdır. Johannes IV'ün yerine geçti. Monotelizmi savunan İstanbul patriği Paulus'la çatıştı, onu azletti, ancak bu karar uygulanmadı. T H E O D O R U S I I (öl. Roma 897), papa (897). Romanus'un yerine geçti, Stephanus Vl'nın emriyle Tevere'ye atılan papa Formosus'un cesedini dini törenle göm­ dürdü.



S. N., Paris



Thaodoros II DukM Lasksrit



İsa'yla birlikte bir altın skyphos parasının önyüzü Bibliothèque nationale, Paris



T h e o d o sio s y a s a s ı, vali Antiokhos'un önerişi üzerine Theodosios ll’nin emriyle 435-438 arasında yazılan yasa, (İmpara­ tor, Constantinus zamanından beri çıka­ rılmış olan imparatorluk temel yasalarını tek bir kitapta toplatıp sınıflandırdı, impa­ ratorluğun bütünlüğünü doğrulayan yasa Doğu'da Theodosios II, Batı’da da Valen­ tinianus III adına uygulandı.)



T h eo d o siu s ta b lo su , L O S U 'n u n



PEUTİNGER TAB-



öbür adı.



TH EOD OSİUS F lav iu s, romalı gene­



Theodoros



Theodores işlemeler XV tahta ve türlü gereçler, 1977



THEODOSİOPOLİS. Tar. coğ Erzu­ rum* kentine Theodosios II döneminde verilen ad.



THEODOSİOS II (401-450), Doğu Ro­



Chomon-Perino



8 ü .w »C e»* s ZhsSKir «W w ir.



)j £¡£iP



ma imparatoru (408-450), Arcadius'un oğlu ve ardılı. Bilgili bir hükümdardı, an­ cak önce kız kardeşi Pulkheria’nın, son­ ra da karısı Eudoksia’nın etkisinde kaldı. İstanbul’da büyük bir sur yaptırttı ve kül­ tür alanında önemli işler gerçekleştirdi: İs­ tanbul Üniversitesi’nin kurulması (425); Theodosios yasası’nın yazılması (435 -438); Efes konsili’nin toplanması (Theo­ dosios bu konsili Nestorius’u savunmak için topladı; ama toplantı sonunda Nestorius suçlandı ve görevden alındı [431]). Buna karşılık, “ Honorius’un ölümü (423), imparatorluğu kendi egemenliği al­ tında birleştirme fırsatını yaratmasına kar­ şın, Theodosios, Valentinianus lll’ün tah­ ta çıkmasına (425) yardım etmekle ve onu kızı Eudoksia (Liklnia Eudoksia) İle evlen­ dirmekle (437) yetindi. Dışta, pers tehlike­ sini başarılı bir seferle savuşturdu (421); bu zafer "Yüz Yıl barışı" (422) ile tamam­ landı, ancak barış 441’de bozuldu. Öte yandan, vandal korsanlarını ortadan kal­ dırmaya çalışan donanması Geiserlch’e yenildi (431). Hun istilalarına (441-449) kar­ şı koyamadı, Attila imparatorluk toprakla­ rından çekilmeyi kabul edinceye kadar hun şeflerine gittikçe artan miktarlarda ha­ raç ödemek zorunda kaldı.



THEODOSİOS III (öl. Efes 722). Doğu imparatoru (715-717). Opslkion themasının (merkezi İznik [Nikaia]) vergi tahslldarıyoı. Bu eyaletin askeri birlikleri tarafından Anastasios H’yi deviren bir ayaklanmanın başına geçmeye zorlandı, isaurialı Leon tarafından tahttan indirildi, Efes'te manas­ tıra çekildi.



THEODOSİOS B lth yn lalı, l.ö . II. yy.'da yaşamış yunanlı gökbilimci ve ma­ tematikçi. Üç yapıt bıraktı: Sphericae'de kürenin geometrisini ele aldı ve küre üs­ tüne çizilmiş çeşitli çemberlerin en basit özelliklerim açıkladı. De diebus et noctıous'ta ve De habıtationibus'ta da enlem değişikliklerine göre, gökyüzünün görü­ nürlüğündeki değişimleri inceledi. T h eo d o sio s surları, Bizans imparato­



« t» « ’ ® 1



Theodosius I latince elyazması bir kilise yasaları derlemesindeki parşömen üzerine desen IX. yy.’ın ilk yarısı



Kilise kütüphanesi. Vercelli



ru Theodosios ll’nln (408-450) emriyle, va­ li Anthemius tarafından yaptırılan İstanbul kara surları (413). Constantinus I dönemi surlarının 1,5 km kadar B.’sında yer alan ve yaklaşık 7 km uzunluğundaki bu çift duvarlı surlarla sağlam bir savunma dü­ zeni oluşturulmuştu. 7.50 m yüksekliğin­ deki ön surun ardında. 4.50 m genişliğin­ de. 15 m yüksekliğinde bir ana sur bulu­ nuyordu. ö n sur ise 15-18 m genişliğin­ de. 10-12 m derinliğinde bir hendekle korunuyorau. Ana sur belirli aralıklarla, ka­ re ya da çokgen planlı kulelerle güçlen­ dirilmişti. Tuğla ve taş örgülü duvar.ann içi moloz taş dolguludur. Sur kapıları Hititler’ de olduğu gibi çifte kuleler arasında yer alır (bunların en görkemlisi Yedıkule surları'ndaki Altın kapı [Khrysaı Pyle. Porta Aurea] idi).



ral (Galiçya'da - Kartaca376). Hıristiyan bir ailedendi. Valentinianus Tin emrinde imparatorluk'un sınırlarını koruyarak adı­ nı duyurdu. Akıncı kavimlere karşı Bretag­ ne (368-369) ve Ren'de (369-373) büyük bir zafer kazandı ve magister equitum un­ vanını aldı, Mauretania'da Firmus ayaklan­ masını kanlı bir biçimde bastırdı (373-375). Gözden düştü, Gratianus’un emriyle idam edildi.



OTHEODOSiUS I Flavius, Büyük - de­ nir (Cauca, Galicia'da, 347'ye doğr. - Mi­ lano 395), roma imparatoru (379-395), Yaşlı Theodosius'un oğlu. Sarmatlar’a karşı girişilen ve zaferle sonuçlanan bir sefer sırasında birinci Moesia düküydü (374). Babasının idamından (376) son­ ra, doğum yeri olan ispanya'ya çekildi ve orada Aelia Flacilla ile evlendi; ondan iki oğlu oldu: Arcadius ve Honorius. Edirne yenilgisinden (378) sonra, Gratianus, Theodosius'u magister militum olarak atadı, sonra da Sirmium'da augustus ilan ede­ rek (ocak 379) Doğu Rorna Imparatorluğu'nu kendisine verdi. Önce Selanık’e (haziran 379), sonra İstanbul'a (kasım 380) yerleşen yeni imparator, Tuna’nın güneyin­ deki eyaletleri kasıp kavuran Gotlar’a karşı savaşmaya pek hevesli görünmedi; 382 barışıyla Gotlar'ın federasyon üyesi olarak Aşağı Moesia'ya yerleştirilmeleri kötü bir örnek oluşturdu; üstelik, imparator ordu­ ya çok sayıda Barbar soktu, çoğu komu­ tanlıkları onlara vermekten de çekinme­ di; bu durum romalı generallerde hoşnut­ suzluk uyandırdı. Sasanl kralı Şapur III' ün Arsakes IV’ü tahttan indirmesine göz yumdu. Ordunun, bürokrasinin ve İstan­ bul'u güzelleştirme işlerinin yol açtığı mas­ rafları karşılamak için salınan aşırı vergi­ ler, büyük kentlerde ayaklanmalara yol aç­ tı. Ama, Theodosius'un uğraşacağı baş­ ka şeyler vardı. İznik konsili'nin koyduğu kuralları benimseyen (28 şubat 380 tarih­ li ferman) ve ariusçularla manicilere karşı önlemler alan imparator, İstanbul’da ikin­ ci kiliselerarası konsili topladı. Bu konsil, kilise hiyerarşisini sivil kadrolara da soktu (381). Theodosius, bir yandan din sapkın­ larına ve döneklere verilen cezaları ağır­ laştırırken (381-383), bir yandan da paganlığı yok etmeye uğraştı: kehanetler, kurbanların İç organlarıyla fal bakılması, kurban kesme törenleri ve tapınak ziya­ retleri yasaklandı. Theodosius elinde olmadan Batı'ya müdahale etmek zorunda kaldı. Gratia­ nus ile ilişkileri kötüydü; büyük oğlu Arcadius'u augustus ilan etti (ocak 383), sonra Gratianus’u öldürten zorba Maximus’u tanıdı (ağustos 383); fakat Maximus'un İtalya'dan kovduğu (387) Valenti­ nianus ll'nin kız kardeşi Galla ile evlenin­ ce, Maximus ile savaşmak zorunda kaldı; Maximus, Aquileia'da teslim oldu ve öldü­ rüldü (ağustos 388). Valentinianus ll'yi, Arbogast'ın vesayeti altında Galya’ya gön­ deren Theodosius, İtalya'yı kendi yöneti­ mine aldı, iki yılı aşkın bir süre Milano’da kaldı. Bu süre içinde, bir ayaklanma (390) nedeniyle Selanik halkının kılıçtan geçiril­ mesini emrettiği için, aziz Ambrösius ta­ rafından bunun kefaretini ödeyinceye ka­ dar aforoz edildi. Valentinianus ll'nin an­ laşılmaz bir biçimde ölmesi (mayıs 392) üzerine, Theodosius augustds unvanını ikinci oğlu Honorius'a verdi (ocak 393) ve Arbogast’ın kışkırtmasıyla ortaya çıkan ye­ ni zorba Eugenıus'a karşı savaş hazırlığı­



na girişti. Fluvius Frigidus savaşı (5-6 ey­ lül 394) Theodosius’un düşmanlarının ölü­ müyle sonuçlandı. Böylece, Theodosius, kendi kişiliği çevresinde Roma imparatorluğu’nun birliğini son bir kez daha kurmuş oldu (eylül 394 - ocak 395). Honorius'u Roma'ya yerleştirdikten sonra Milano'da hastalandı ve Doğu Roma'nın yönetimini Rufinus'un naipliğinde büyük oğlu Arcadius'a, Batı Roma’nın yönetimini de Stilicho’un naipliğinde küçük oğlu Honorius’a bıraktıktan sonra öldü. TH E O D O X U S a. Irmaklarda yaşayan öndensolungaçlı karındanbacaklı yumu­ şakça cinsi. (Theodoxus fluviatilis Avrupa’ nın büyük bölümünde yaygındır. Neritidae familyası.)



THÉODULF ya da THÉODULFE, Or­ léans piskoposu (Katalonya 750'ye doğr. - Angers ? 821). Charlemagne tarafından Orléans piskoposluğuna atandı (781 ?), aynı zamanda parlak bir dinsel merkez durumuna getirdiği Fleury (Saint-Benoît -sur-Loire) manastırı ile yeniden kalkındır­ dığı Saint-Mesmin (Orléans yakınında) manastırı baş rahipliğini yaptı. 816’da, pis­ koposluk atkısını (pallıum) papa Stephanus IV’ün elinden kuşandı. İtalya kralı Bernardo'nun ayaklanmasına katıldı, Angers' te hapse atıldı ve burada öldü (ya da ha­ pisten çıktığında zehirlenerek öldürüldü). Théodulf, Karolenj rönesansının parlak temsilcilerinden biridir.



THEOGAMİA a. (tanrıların evlenmesi anlamında yun. söze.). Antik. Tanrısal bir­ leşme; özellikle Mısır, Atına ve Sisam'da bu birleşmeyi kutlamak için yapılan bay­ ram. — A N S İK L . Eski Mısır'da, tanrı krallar ço­ ğunlukla tanrıların oğlu olurlardı. Kefren' den sonra kralların unvan sıralamasında beşinci ad Re'nin oğlu idi. Bir efsaneye (Westcar* papirüsü) göre, V, hanedanın (İ.Ö. 2500'e doğr.) ilk üç kralı, rahiplerin­ den birinin karısıyla birleşen tanrı Re'nin tensel oğullarıydı; tanrıların yardımcılığıy­ la, kolları ve bacakları altın kaplı olarak ve başlarında lacivert taşından bir taçla doğ­ muşlardı (altın ve lacivert taşı, güneşi S im ­ geliyor ve soylarını belirtiyordu) XVIII. ha­ nedan döneminde (İ.Ö. 152Ö'ye doğr.) theogamia resmiyet kazandı: kraliçe Hatşepsut*, Deyr ül-Bahri'de gömülü ol­ duğu tapınağın duvarlarına oyulmuş me­ tinlerde ve çokrenkli alçakkabartmalarda tanrı Amon’un annesiyle nasıl birleştiğini uzun uzun anlatır. Amenofis III de, Luksor tapınağı'na aynı türden metinler eşliğin­ de benzer sahneler resmettirmiş ve tanrı Amon’un kendisinin tensel babası oldu­ ğunu ileri sürmüştür.



TH EO GNİS M egaralı, yunanlı şair (İ.Ö. VI. yy.). Yaşamı konusunda hemen hiç bilgi yoktur. Adı altında 1 400 dolayın­ da dize günümüze ulaşmıştır, ancak bun­ ların en fazla dörtte birinin onun olduğu söylenebilir. Kyrnos'a elejileri'ı. genel ni­ telikte öğütleriyle, özdeyiş niteliğindeki şi­ ire iyi bir örnektir. T h e o g o n la ya da Tanrıların soykütüğü, Hesiodos'un (İ.Ö, VIII. yy.) mitolojik şiiri. Bin dizeyi aşkın olan şiir, başlangıçtaki kaos’tan yola çıkarak dünyanın yaratılışını, sonra Uranos, Khronos ve Zeus’ün iktida­ ra geçişini anlatır. Yapıtın temel bölümün­ de, tanrıların uzun soykütükleri yer alır. Bi­ çim açısından çok arkaik olan şiir, ilk tanrıbilimin kimi zaman dağınık öğelerini bir araya getirir.



TH EO KRİTO S, yunanlı şair (Siracusa İ.Ö. 300'e doğr. - 250'ye doğr.). Kuşkusuz Philetas'ın öğrencisi oldu, Istanköy'de (Kos) yaşadı, sonra Mısır'a, Ptolemaios Philadelphos'un İskenderiye'deki sarayı­ na gitti. Değişik konulu ve değişik biçim­ deki (dramatik ya da lirik mimler, bir öv­ gü, bir mektup, efsanevi anlatılar, bir epitalam, aşk şiirleri, epigramlar) şiirlerini idiller* (Fidyllia) genel adı altında topla­ dı. İskenderiye şiirinin bilgiçliğe, yapma-



çığa ya da yavanlığa kaçmayan en iyi tem silcilerinden biri, yerine göre sade ya d a coşkun, dram ve anlatıyı birleştirebi­ len, aşkı ve kırların büyüsünü anlatan bir şair, çağının gelenekleriyle alay eden bir gözlemci ve eski efsanelere yeni bir ya­ şam kazandırmayı bilen bir anlatıcıdır.



TH E O N İs k e n d e riy e li, IV. yy.'da yaşa­ mış yunanlı gökbilimci ve matematikçi. Kı­ zı ünlü Hypatıa ile birlikte, Ptolemaios'un Almageste'sının bir yorumunu ve Eukleides'ın Stoıkheia'sının eleştirel bir yeni ba­ sımını yaptı. Ayrıca Eukleides'in Optika adlı yapıtını elden geçirdi ve Arkhim edes ile H eron'un yapıtlarından yararlanarak Katoptrikos'u yazdı.



T H E O N S m yrnalı, I S. I. yy.'da yaşamış yunanlı matematikçi ve filozof. Ta Kata to Mathematikern khresıma eis ten Platonos Anagnosin (Platon'un okunması İçin ya­ rarlı bilgiler) adlı kitabı yenipythagosasçılığın izlerini taşır. Theon ayrıca Expositio rerum mathematicarum'u (Matematik in­ celemesi) yazdı ve burada sayıları “ birim­ den başlayarak katın sonlu bir dizisi ve bi­ rimde son bulan bir gerileme" olarak ta­ nımladı. TH E O P H A N E S , Midilli doğumlu yu­ nanlı tarihçi ve şair (İ.Ö. I. yy). Pompeius' un vakanüvıslığini yaptı. Pompeius onun hatırı için Midilli'yi özgürlüğüne kavuştur­ du. Pompeıus'un komutasında Romalılar'ın savaşlarını anlatan ve Strabon ile Plutarhos'un çalışmalarına kaynaklık eden tarih yapıtı kaybolmuştur. T H E O P H A N E S Günah çıkaran (azız), bizanslı kronikçi (758'e doğr - Semendirek 818 e doğr.). Georgıos Synkellos’un yapıtının devamı olan Khronographıa’sında 284'ten 813’e kadar uzanan dönemi ele aldı. TH E O P H A N E S Yunanlı, bizans asıllı rus ressam (1340 a doğr. - 1410'a doğr.) Novgorod'dakı Görüntü kilısesı’ndekı fresklerinden sadece, çok iyi belirlenmiş kabartılarıyla yoğun bir mistik yaşamı yan­ sıtan azizlerin figürleri kalmıştır. Moskova Kremlin’indeki Blagoveşçenskıy Sobor’da bulunan büyük ikonalarının bir bölümü­ nü, hocası olduğu sanılan A. Rublev ile birlikte yaptı. TH E O P H A N İA çoğl. a. Esk. Yun. Delphoi'de Apollon onuruna yapılan şenlik­ ler. (Şenlikler ilkbaharda yapılır ve kışın ka­ palı günlerinden sonra Güneş tanrısının dönüşünü simgelerdi. Bu tanrının Hyperboreoı halkının ülkesinden geldiği söyle­ nir ve heykeli halka gösterilirdi. TH E O P H A N O ya da TH E O P H A N İA , Bizans imparatoriçesi (X. yy.). Bir meyha­ necinin kızıydı, Konstantınos Vll'nın oğlu Romanos II ile evlenmeyi başardı (956) ve onunla birlikte tahta çıktı (959); sarayda büyük bir nüfuza sahip oldu. 963'te dul kaldı, ama iktidarı bırakmak istemediğin­ den Nıkephoros II Phokas (963'te impa­ rator oldu) ile evlendi. Daha sonra, ioannes Tzımıskes sevgilisi oldu ve onun Nikephoros II Phokas'ı öldürmesine (969) yardım etti. Ama yeni imparatorla evlen­ meyi başaramadı ve sürgüne gönderildi (970). Oğlu Basıleios II tahta çıkınca (976) yeniden İstanbul'a döndü. TH E O P H İLO S , bizanslı hukukçu (öl. İs­ tanbul 536'ya doğr). Digesta, Codex ve Institutiones'ın yazılmasında görev aldı. T H E O P H İL O S A d a n a lı (aziz) ya da Tövbekar, rahip (öl. 538'e doğr.). Ada­ na kilisesi mutemediyken, piskopos tara­ fından görevinden alındı. Buna çok kızan Theophilos, efsaneye göre, ruhunu şeyta­ na sattı, ama daha sonra pişmanlığa ka­ pılarak dualarıyla Meryem'den şeytanla yaptığı anlaşmanın feshini sağladı. —Ikonogr. Theophilos'un efsanesi, Mer­ yem'in mucizelerini konu alan hıristiyan ikonografisinde önemli bir yer tutar: rahip Conrad'ın sabah ayinleri kitabının (Münih) minyatürleri; kraliçe Mary'nin mezmur ki­



tabı (British Muséum); Andelys’deki kilise vitrayları; Notre-Dame de Paris ve Souillac'taki heykeller. T H E O P H İL O S (öl. 842), Bizans impa­ ratoru (829-842). Mikhael li nin oğlu, ikonakırıcı sert bir politika uyguladı (832 fer­ manı). Amorion’un düşüşünden (838) sonra Bağdat halifeleriyle anlaşarak çar­ pışmaya ara verdi ve onlarla savaşmak için Hazar Türkleri'ni Pontos'a yerleştir­ di. T H E O P H İL U S , XI. yy.'ın sonunda ve XIII. yy.'ın başında yaşamış alman keşiş (bazen kuyumcu Rogerus von Helmershausen ile özdeşleştirilir). Boyaların ya­ pımı, boyama türleri, cam, vitraylar ve ku­ yumculuk konularını işlediği Diversarum antium sehedula'yı yazdı, T h é o p h ra s te R en au d o t ödülü — R e n a u d o t ö d ü l ü (Théophraste). TH E O P H R A S T O S , yunan filozof (Eresos, Midilli adasında, İ.Ö. 372'ye doğr. - Atina 287). Atina'da Platon’un, ardından Aristoteles'in derslerini izledi; Aristoteles’in Atina’dan ayrılarak Khalkis'e gitmek zo­ runda kalması üzerine, 322'de Lykeion' un başına geçti. Demetrios I Poliorketes filozofları sürgün edince 318 de o da ken­ di isteğiyle sürgüne gitti. Aristoteles'in ya­ pıtlarını yorumladı, ancak yapıtlarının ço­ ğu, özellikle yasalar üzerine yazdığı yirmi dört kitaplık önemli incelemesi kayboldu. Günümüze dokuz kitaplık Peri phyton his­ torias (Bitkiler üzerine araştırmalar) ve al­ tı kitaplık Peri phyton aıtion (Bitkilerin ne­ denleri) adlı ıkı bilimsel yapıtı kaldı. Bu son yapıtta Theophrastos, türler arasındaki ay­ rımları Aristoteles felsefesiyle açıklamaya çalışır. Kharakteres ethıkoi (Halkların ka­ rakterleri) adlı yapıtı, en çok okunan ya­ pıtıdır. Ünlü kitabının adını ve yazma biçi­ mini fransız yazarı La Bruyère bu yapıt­ tan almıştır. TH E O P H Y L A K T O S Sim okates, VII yy.'da yaşamış bizanslı tarihçi, imparator Maurikios döneminin (582-602) tarihini yazdı. TH E O P H YLA K TO S , XI. yy.'ın ikinci ya­ rısında yaşamış bizanslı tanrıbilimci. Ohrid başpiskoposu ve Psellos*'un öğrenci­ siydi. Döneminin örnek tanrıbilimcilerinden biri olarak kabul edildi. Kutsal Kitap üzerine yaptığı açıklamaları büyük bir il­ gi gördü. Yunanlılarla Latinler'i uzlaştır­ maya çalıştı. TH E O P O M P O S , yunanlı tarihçi (Sakız adası İ.Ö. 378 - Mısır 323'ten sonr). Ha­ tiplik yaparak kent kent dolaştı ve Mausolos'u öven nutuklar söyledi (352). Tutucu ve saldırgan siyasal görüşlerinden ötürü sık sık yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Sakız'da ancak İskender zamanında ve onun korumasıyla oturabildi. Theopompos, Herodotos tarihinin bir özetini yazdı; Syntaksıs Hellenikon (Hellenler tarihi) ad­ lı yapıtında, Thukydides'in tarihini Knidos savaşı'na (409-394) kadar getirdi; PhUippika‘sında, Makedonya kralını yunan dra­ mının baş kişisi olarak gösterdi. Kişilerin ruh çözümlemesini derinleştirmeye çalış­ tı ve demokrat Atina'yı eleştirip Sparta emperyalizmini savundu. Bir tarihçiden çok bir hatip olan Theopompos, Trogus Pompeius'a örnek oldu. Söylevleri ve öv­ güleri kaybolmuştur. T H E O P U S a. firtılı Amerika'da kakao ağacı yaprağında yaşayan kelebek cin­ si. (Karıncalar, Theopus tırtıllarını koruya­ rak salgılarını emerler Riodinidae familya­ sı.) T H E O R İA a. (yun. söze). Esk. Yun. Di­ ni bir görevle yükümlü (bir bayramı ya da bir yarışı bildirmek, törenlerde hazır bu­ lunmak vb.) elçi. T h e o s k e p a s to s m a n a s tırı, Trab­



zon'da, Boztepe’nin G. yamacında ma­ nastır; Panagıa Theoskepastos ya da Kız­ lar manastırı olarak da bilinir. Bir kaya capellasının çevresine kurulan manastır, Aleksios III döneminde (1349-1390) yap­ tırılmıştır. Kaya capellasının narteks duvar­ larında yer alan fresklerde Aleksios III, an­ nesi Eirene ve karısı Theodora Kantakuzenos betimlenmiştir. 1843’e değin mağa­ ra capellası, rahip odası ve salondan olu­ şan manastıra, çan kulesi, misafirhane ve başpiskopos Konstantios'un yaptırdığı tek sahınlı, tek absidalı, tonoz örtülü bir kilise eklenmiştir Kesme taştan, kalın bir duvar­ la çevrili manastırın en yüksek yerinde başpiskopos Konstantios'un, dört sütuna oturan kubbeyle örtülü mezarı bulunur. Yapılar 1923'te terk edilmiştir. T h s o s o p h lc a l s o clsty, din ve sülük derneği, 1875'te New York'ta, Elena Petrovna Blavatskaya ve aralarında H. S. Olcott ile W. Q. Judge’un da bulundukları öteki on altı kişi .tarafından kuruldu. Baş­ kanlığına Olcott'tan sonra, A. Besant ge­ tirildi. 1909'da Blavatskaya'nın gözde öğ­ rencisi Robert Crosbie, bazılarının Theosophical society'de gördükleri sapmaları düzeltmek amacıyla, Birleşik teozoflar lo­ casını kurdu. 1886'dan başlayarak mer­ kezi Madras yakınındaki Adyar'a taşınan Theosophical society, evrensel kardeşlik, dinlerin karşılaştırılması, doğanın sırlarının incelenmesi ve insanın gizli güçlerinin kul­ lanılması gibi amaçlara yönelir. Tanrının evrenselliği, evrenin öncesiz sonrasızlığı ve her belirtinin çevrimsel doğası ya da yeniden cisimlenme öğretinin üç büyük il­ kesini oluşturur Theosophical society'ninher dalında büyük bir dernek ve gizli öğ­ retinin daha derin bir biçimde öğretildiği içrek bir bölüm bulunur. THEOYOKAS (Gheorghıos), yunanlı ya­ zar (İstanbul 1906 - Atina 1966). Esprit lib­ re (fr. çev.) [1929] adlı yapıtı, onu 1930 ku­ şağının sözcüsü durumuna getirdi. Çok yönlü, duyarlı bir kişiliği olan yazar, roman­ lar (Argo, 1936; To daimonio, 1938; Ma­ lades et voyageurs [fr. çev.] 1964), piyes­ ler yazdı. Yapıtları, Seferis'inkiler gibi, mo­ dern yunan kültürünün köklerini çözüm­ lemeye yöneliktir. TH EO YO K İS (Gheorghıos), yunan siya­ set adamı (Korfu 1844 - Atına 1916). Trikupis yanlısı grubun milletvekiliydi (1878), 1896'da bu grubun başkanı oldu. Dış­ işleri bakanlığı (1897), sonra da Başba­ kanlık (1899-1901; 1903-04; 1905-1909) yaptı, Türkiye ile yakınlık kurmak için ça­ lıştı. THEOTOKOPOULOS (Dhominıkos) GRECO (EL). TH E O TO K O S, Yunan kilisesi'nde Tanrı’nın annesi. TH E R A . Tar. coğ. Anadolu’nun Karıa bölgesinde kentçık; Muğla’nın merkez il­ çesine bağlı Yerkesık bucağının yerindeydi. Adına yörede bulunan yazıtlarda rast­ lanan yerleşme, Hekatomnoslar'ın ardılı Orontobates’ın elinde tuttuğu güçlü mev­ kilerden biriydi (İ.Ö. III. yy. ortaları). Adına Ptolemaios ve Bizanslı Stephanos’un pis­ koposluk listelerinde de rastlanır. T H E R A M E N E S , atinalı devlet adamı (Keos İ.Ö. 450'den önce - Atina 404). Ati­ na yurttaşlığına kabul edildi, Prodikos'tan, sonra da Sokrates'ten ders aldı. Etkili, ama siyasal bakımdan dönek bir hatipti. 411'de, demokrasiyi deviren komploda Peisandros ve Antiphon ile birleşti ve Dörtyüzler'den biri oldu. Daha sonra, Dörtyüzler'in yerini alan hükümetin belli başlı üyeleri arasına girdi. Arginuses’te galip gelen generaller olayında arkadaş­ larını şiddetle suçladı ve böylece mahkûm olmaktan kurtuldu. Aigos-Potamos'tan sonra düşmanla elbirliği içinde entrikalar çevirdi. Lysandros ile Atina'nın teslim ko­ şulları görüşmelerine katıldı. Daha sonra,



Theram enes 11492



Kritias ile birlikte "Otuzlar” ın şefleri ara­ sında yer aldı; idealindeki ılımlı oligarşi yö­ netimini gerçekleştirmeye çalıştı, ama Kri­ tias tarafından ihanetle suçlanarak baldı­ ran zehri içmeye mahkûm edildi. T H E R A P H O S A LEB LO ND İ a. Guya­ na'da yaşayan örümcek. (Örümcekler ta­ kımının en iri türü (9 cm'den uzun], Theraphosidae familyasının örnek tipi.) TH E R A P N E . Tar. coğ. Lakonia’da kent, Eurotas’ın sol kıyısında, Sparta buraya ya­ kın bir yerde kuruldu. Dor öncesi dönem­ den kalma bir kale olan kent, çok zengin­ leşti. Dorlar tarafından yakılan kent, tüm vadiyi etkileri altına alan, Amyklai'yi yağ­ malayan ve işgal eden, Sparta'yı kuran Dorlar'ın merkezi oldu. TH E R A PO N a. (sadık hizmetçi anlamın­ da yun. söze.). Hint okyanusu ve Büyük Okyanus’ta, acı sularda ve denize yakın tatlısularda yaşayan kemiklibalık cinsi. (Üyeleri çoğunlukla akvaryumda beslenir; Theraponidae familyası.) T H E R A P O N İD A E a. Zool. Genellikle Hint okyanusu'nun ve Büyük Okyanus’un sıcak kesimlerinde yaşayan kemiklibalık familyası. (Süveyş kanalının açılmasından sonra Pelâtes [ya da Theradori] quadrilineatus türü Akdeniz'e girdi. Etleri beyaz ve az çok lezzetliyse de Akdeniz'de sey­ rek bulunmaktadır.) T H E R A P S İD A a. (yun. therion, yabanıl hayvan ve apsis, -idos, düğüm, çember, tekerlek). Güney Afrika'da ve Urallar'da Perm-Trias çökel tabakalarında bulunan, Synapsida öbeğinden fosil sürüngenler takımı. (Takımda memelilere özgü yapı­ lar zamanla artar: şakak çukurunun ge­ nişlemesi, ikincil damak edinme, dişlerde büyüme, heteroontluk, iki artkafa lokma­ sının bulunması, bacakların ok doğrultu­ sunda yönelime geçişi, iki alttakıma ayrı­ lır: Anomodonta [Dinocephalia, Dicynodontes] ve Theriodonta.) THERAVADA, eskilerin düşüncesi anla­ mına gelen ve buddhacılığın, pali kanu­ nuna uygun başlıca öğretilerinden birini belirten sanskritçe sözcük.



Theonidor yıl H'nin ı. gününü 10. güne bağlayan gece (Konvansiyon kuvvederinin yasadışı ilan edince



TH E R B LİG a. (bulucusu olan amerikalı Gilbreth'in anagramı). iş örgüt. Bir işin ya­ pılışını incelemek için, hareketlerin parça­ lara bölünmesinde kullanılan davranış öğesi. (Bütün hareketler, on yedi “ therblig'TIk bir kombinezona indirgenebilir. Her öğe, ayrı bir ideogram ya da bir simge­ sel renkle çarçabuk belirtilip not edilir. Her blrtherblig'e, belirli bir zaman öğesi kar­ şılık gelir.)



Robespierre, Couthon, Lebas, SainKJust ve Robespierre’in kardeşini tutuklamaları) J. J. Fr. Tassaert’in, F. J. Harriefım bir desenine güre yaptığı gravür Cm avetet müzesi, Paris



T H É R È S E de l’Enfant Jésus (azize) [Thérèse MARTİN], fransız rahibe (Alençon 1873 - Lisieux 1897) Kısa yaşamının en önemli bölümü 1888'de katıldığı, Lisieux’deki karmelit manastınnda geçti. Başrahibenin isteği üzerine kaleme aldığı His­ toire d'une âme (Bir ruhun öyküsü) [1897] adlı yapıtında, ruhunun kurtuluşunu yalın, ama etkili bir üslupla dile getirdi Lisieux



onun sayesinde, katolikierin önemli hac yerlerinden biri oldu. 1925'te azize ilan edildi. T h é rè s e Requin, Emile Zola'nın roma­ nı (1867). Küçük bir tuhafiyeci dükkânın­ da Mme Raquin, hastalıklı ve silik oğlu Camille ve sıkıntıdan bunalan yeğeni Thé­ rèse kapalı bir yaşam sürmektedir Mme Raquin onları evlendirir. Sonuç tam bir fi­ yaskodur Camille'in bir arkadaşı, Laurent, Thérèse'in sevgilisi olur. Laurent ve Thé­ rèse, bir sandal gezisi sırasında Camille'i suda boğarlar. Pişmanlık peşlerini bırak­ maz. Felç geçiren Mme Raquin olayın bi­ lincinde olduğunu belirten delici bakışla­ rıyla onları ezer. Çift kendini zehirler Ku­ sursuz bir kurgusu olan roman natüralizmin en yetkin tohumlarını taşır. Zola roma­ nından bir piyes (1873) çıkardı, Feyder (1928) ve M. Carné (1953) de romanı fil­ me aldılar. T H E R İA a. Fosil Panthotheria'\ar, kese­ liler ve özmemeliler ya da eteneliler gibi evrim geçirmiş memeliler öbeği. (Bazı bi­ lim adamları Theria'yı altsınıf, özmemelileri enfrasınıf sayarlar.) TH E R İA C A -



TİRYAK.



T H E R İD İO N a. (küçük yabanıl hayvan anlamında yun. söze). Pek büyük olma­ yan, bedeni az çok küremsi, ince bacaklı örümcek cinsi. (Ağlarını bitkiler üzerinde ya da duvar kovuklarında örer Theridiidae familyasının örnek tipi.) TH E R İO D O N TA a. Güney Afrika'da ve Rusya'da Permi-Trias tabakalarında bulu­ nan ve ikincil damak, heterodontluk ve ka­ re kemikte körelme gibi memeli hayvan­ lara özgü bazı özellikler taşıyan, etçil bes­ lendiği sanılan, küçük bedenli Therapsı da fosil sürüngenler takımı. (Şu alttakımlara ayrılır: Titanosuchia, Gorgonopsia, Cynodonta, Tritylodonta, Therocophalia, Baurıamorphia ve ietidosauria.) TH ER İO P LE C TE S a. Çayırlarda ve ko­ rularda yaşayan sığırsineği cinsi. (Sığırsineğigiller familyası.)



"Thermidor" adı verilen bir tepki döne mi başladı. TH E R M O P Y LA İ ("Sıcak Kapılar"), Yu­ nanistan'da, Fthiotis'te, Lamia körfezinin güney kıyısında, yakınında mineral bakı­ mından zengin bir sıcak su kaynağı bu­ lunan geçit. Antikçağ’da Thermopylai, Te salya ile Lokris arasında çok dar bir ge­ çiş yolu oluşturuyordu. İ.O. 480’de bura­ da, Yunanlılar ile Persler ünlü bir çarpış­ mada karşı karşıya geldiler. Donanmayla İlişkisini kesmeden kıyı boyunca ilerleyen Kserkses’in ordusu, geçitten geçmek is­ tedi. Sparta kralı Leonidas spartalı 300 hoplites ve birkaç bin yunanlı ile birlikte geçidi kapattı. Persler iki gün boyunca g e çidi aşamadılar. Ancak, bir çoban Persler’e ikinci bir geçiş yolu olan Anopaia ye lunu gösterdi. Bir pers birliği bu yolu kul­ lanarak üçüncü gün YunanlılarY arkadan çevirdi. Yunan güçlerinin tümü geri çekil­ di, ancak krallarının yönetiminde Spartalılar en son asker ölünceye kadar geçidi savunmayı sürdürdüler. Bu kahramanca mücadelenin verildiği yere konulan bir ya­ zıta şu sözler kazınmıştı: "Yolcu! Git, Sparta'ya söyle, burada hepimiz onun yasala­ rına uymak için öldük." TH E R M O S . Tar coğ. Aitolia'da yunan si­ tesi. Sitedeki Apollon tapınağı Aıtolıa birliği’nin merkeziydi. İ.Ö. 207'de Makedon­ y a lI Phillippos V kenti yakıp yıktı. THERM OSBAENA a. Tunus'taki sıcak su kaynaklarında (45 °C) bulunmuş, bir­ kaç milimetre uzunluğunda, Malecostraca öbeğinden kabuklu cinsi. (Bilinen en­ der türleri yeraltı sularında, bazı türleriy­ se kumlar arasında yaşar.) TH ER O C EPH A LİA a. Güney Afrika'da­ ki Üst Permi dönemi katmanlarında fosil­ lerine rastlanan memeli sürüngenler alttak'-nı. (Üyeleri, yüksek gagamsı çıkıntılı, eks,k ikincil damaklı, hâlâ yalın şakak çu­ kurlu hayvanlardı. Theriodonta takımı.) T H E R O N , Agrigento tiranı (öl. İ.Ö, 472), Gela ve Siracusa tiranı Gelon'un kayınpe­ deri. 488'de Agrigento'da iktidarı ele ge­ çirdi. Kartaca’yla çatıştı ve Gelon’un yar­ dımıyla Hamilkar'a karşı Himera zaferim kazandı (İ.Ö. 480). Esirleri çalıştırarak Agrigento yu imar etti (Zeus tapınağı).



T H É R ÍV E (Roger PUTHOSTE, André — denir), fransız yazar (Limoges 1891 - Pa­ ris 1967). Temps gazetesinde edebiyat eleştirmenliği yaptı, anlatımın düzeltilme­ si üzerine denemeler (/e Français langue THEROPODA a. Trias devriyle ikinci Zamorte [Ölü dil fransızca], 1923; Querelles man'ın sonu arasında yaşamış, zayıf ön de langage [Dil tartışmaları], 1929) ve hal­ bacakları güçlü bir pençe taşıyan, arka ka yönelik romanlar (Noir et Or, 1930; bacakları iki ayak üstünde koşmaya elve­ Comme un voleur, 1948; les Voix du sang, 1955) yazdı. 1930'da Léon Lemonnier île rişli, fosil dinozor sürüngenler alttakımı (iki üstfamilyaya ayrılır: gagalı, küçük ve çe­ birlikte halk ödülünü kurdu. vik havyanlar olan Caelurosauria, Allosa T H E R M A İ P H A Z E M O N İT O N . Tar urus, kandökücü sürüngen gibi yırtıcı hay­ coğ. Anadolu'nun Pontos bölgesinde vanlar olan, ağır ve iri gövdeli Carnosaukaplıca; Samsun'a bağlı Havza ilçesinin ria; Saurischia takımı) bulunduğu kesimdeydi. Günümüzde de THER O PSİDA E a. Memeli sürüngenle­ yöre kaplıcalarıyla ünlüdür. Burada II ri (fosil) ve memelileri içeren omurgalı öbe­ yy.'daki onarıma ilişkin ve Asklepios ve ği. (SAUROPSİDAE ile karşıtlaşır.) nymphelere adanmış yazıtlar bulundu. TH E R M A İK O S kö rfezi körfezi.



*



S E L A N İK



T H E R M İD O R a. (fr thermidor; yun. therme, ısı ve doron, bağış'tan) Fransız dev­ rimi döneminde, Cumhuriyet takviminin on birinci ayı (19 ya da 20 temmuzdan. 17 ya da 18 ağustosa). T h e rm id o r yıl II (9. ve 10. günler) [27 -28 temmuz 1794], Fransız devrimi'nin, Robespierre'in iktidardan düşmesine yol açan ve Montagnard konvansiyonu ile Te rör'e son veren günleri. Bu durum, Terör’ ün aşırılıklarından duyulan yılgınlığın ve Robespierre'in hasımlarına yönelttiği teh­ didin sonucuydu. Robespierre'in hasımları olan teröristler ve ılımlılar işbirliği yap­ tılar. 9. gün Robespierre Saint-Just ve on­ ların dostları Konvansiyon'un oturumu sı­ rasında tutuklandılar. Paris komünü tara­ fından kurtarılarak Belediye binasına sığındılarsa da yeniden yakalandılar. 10. gün, Robespierre ve 21 yandaşının Ré­ volution meydanında giyotinle başları uçuruldu. Bundan sonra Konvansiyon'da,



TH E R S A N D R O S . Yun. mit. Thebaili kahraman, Polyneikes’in oğlu. Epigonlar' la birlikte Thebai’ye karşı savaştı Truva ku­ şatmasında kahramanlığıyla dikkati çekti ve Telephos tarafından öldürüldü. T H E R S İT E S . Yun. mit. Truva kuşatma­ sına katılan aitolialı kahraman. Çirkin, tem­ bel ve gevezeydi, herkese hakaret eder­ di. Akhilleus onu bir yumrukta öldürdü. Saygısızlığın ve tembelliğin simgesi ola­ rak efsanelerde kaldı. T H E S a. (yun. söze). Esk Yun. 1. Bir mülk sahibi tarafından geçici olarak ça­ lıştırılan ücretli işçi —2. Atina’da Solon za­ manında ortaya çıkan, özgür olmakla bir­ likte mülk sahibi olmayan ya da 200 ölçü üründen daha az gelir getiren bir toprağı bulunan dördüncü sınıf üyesi yurttaş. (Thesler, magistratos olamıyor, ama mec­ liste yer alabiliyorlardı. Devlet, gemilerin­ de onların kol gücünden yararlanıyordu Nitekim, Salamis zaferi, İ.Ö. V. yy. boyun ca, siyaset sahnesinde rol almalarını sağ­ ladı Thesler artık hiçbir hukuki yetersiz-



lik sıkıntısı çekmiyorlardı, çünkü mısthos kurumu, onlara kamu görevleri üstlenebil­ me hakkı tanımaktaydı. IV. yy.'in sonunda, Phaleronlu Demetrios thesleri tam yurttaş­ lıktan çıkardı.) T H E S A U R U S a. (lat. thésaurus, yun. thesauros). Belg. Belgeleri sıralamakta kullanılan standart sözcüklerin abecesel listesi. T h e s e io n ya da T h e s e u s ta p ın a ğ ı. Esk. Yun. Cesedinin kalan parçalarını koy­ mak için Theseus adına yaptırılan atina ta­ pınağı. Bu adı taşıyan, çok iyi korunmuş, İ.Ö. V. yy.'dan kalan bu tapınak asıl The­ seion değildir: genellikle Hephaistos ta­ pınağı olduğu sanılır. T H E S E U S . Yun. mit. Atina'nın efsanevi kralı, Aigeus ya da Poseidon'un oğlu. An­ nesi Aithra tarafından Pelops'un soyun­ dan geliyordu. Çocukluğunu Argolıs'te Troizen'de geçirdi ve Algeus'un, altına kı­ lıcını koyduğu kayayı kaldırabilecek duru­ ma gelmedikçe Atina’ya gitmedi. 16 ya­ şında yola çıktı ve eşkıyaların korku sal dığı ülkeleri (Epıdauros'ta Perıphetes, Korinthos yakınında Sınis, Skeıron, ardından Megara yakınında Prokrustes, Eleusis’te Krekyon) bunlardan temizledi. Atina'da Aigeus, karısı büyücü Medeıanıri etkisi al­ tında yaşıyordu. Theseus, kendisini taht­ tan uzaklaştırmak için Medeıa'nın çevirdi­ ği dolapları açığa çıkardı. Atina'yı Minos’a her yıl yedi kızla yedi erkeği kurban ver­ mekten kurtarmak için Girit 'e gitti. Labyrinthos’ta yolunu bulmak üzere kendisine bir iplik yumağı veren Minos'un kızı Ariadne'nin yardımıyla Mınotauros'u öldür­ dü ve Ariadne ile birlikte Girit'ten kaçma­ yı başardı. Onu Naksos'a bırakıp Atina' ya döndü. Zaferle dönerse gemisine ka­ ra yelken yerine beyez yelken çekeceği­ ne babasına söz vermişti. Ancak These­ us verdiği sözü unutunca kara yelkenleri gören Aigeus kendisini denize attı. Atina synoikismos'u ve spylular yasası Theseus'a mal edilir. Theseus ayrıca Panathenaia şenlikleri'ni başlattı ve çeşitli oyunlar düzenledi. Yolculuklarını sürdürdü, Argonautlar’a eşlik etti, Amazonlar'a-karşı sa­ vaştı (Antiope'nin öyküsü), bir süre Ölü­ ler ülkesinde kaldı. Yokluğunda AtinalIlar kendilerine başka bir kral seçtiler Bu yüz­ den Theseus Skyros'a sığınmak zorunda kaldı. Kral Lykomedes'in Theseus’u bura da öldürdüğü sanılır. Kemikjerinı Kimon buldu ve Atina’ya getirdi (İ.Ö. 475/474). —ikonogr. Arkaik yunan döneminden, Hellen ve Roma dönemlerine kadar The­ seus, özellikle de Mınotauros ile mücade­ lesi ya da Ölüler ülkesine inişi antikçağ sa­ natında sık sık yansıtıldı Resimli vazolar arasında, Niobe'nin çocukları ressamının Napoli'de Ulusal müze'deki krateri, yu­ nanlı ressam Onesimos'un Louvre'daki Penthesileia ressamı'nın da Ferrara'daki kupaları sayılabilir. Atina'daki Hephaisteion'un metopelerinde de Theseus canlandırılmıştır (bu yüzden tapınak uzun süre "Theseion'' olarak anıldı). Yazılı kaynak­ lara göre Polygnotos ve Mikon kahrama­ nın serüvenlerini canlandıran resimler gerçekleştirmişlerdir. Herculanum'da orta­ ya çıkarılan iki duvar resminde Minotauros'u alt eden Theseus görülür. —Ed. Herakles'ten birtakım çizgiler almış olan Theseus tipi, Minotauros ya da Phaidra gibi birçok efsanede ve başka pek çok yapıtta ortaya çıkar. Eurıpıdes Herak/esln de Theseus'u, Ölüler ülkesinden dö­ nüşünde (İ.Ö. 424'e doğr.) /kef/ctes'inde (İ.Ö. 422’ye doğr.) olduğu gibi bilge ve merhametli bir insan olarak gösterir, oy­ sa Hippolytos stephanephoros'unda da (İ.Ö. 428) ruhsal açıdan bu çapta bir in­ san değildir. Sophokles'in Oidipus Kolonos’ta (Oidipus epi Kolono, İ.Ö. 401) adlı yapıtında karşımıza son derece soylu bir kişi olarak çıkar. Boccaccio onu, savaşta­ ki başarılarını göz ardı etmeden (Teseida d e tte nozze di Emilia'sında. 1339-40) şıp­ sevdi bir koca ve vefasız bir sevgili (De ge-



nealogiis deorum gentilium, 1347-1359) olarak verir, Chaucer da Legend ot good women'da (1385) aynı şeyi yapar. Fransa' da, Robert Garnier Hippotyte (1573) adlı trajedisinde ona gerçek bir büyüklük ka­ zandırır. XVII. yy.'da Corneille, Theseus'u trajedisinde (CEdipe, 1659) canlandırır. Racine'in Phaidra (1677) adlı yapıtında Theseus'un efsaneden çok uzaklaştığı görülür. Theseus'u XX. yy.'da özellikle Gabriele D’Annunzio (Fedra, 1909) ve André Gide (Thésée. 1946) yeniden ele alır. T H E S İG E R (Frederic Augustus), 2. Chelm sford baronu, büyük britanyalı ge­ neral (1827 - Londra 1905). Sipahilere kar­ şı Kırım’da, sonra da Flindistan’da savaş­ tı; Cape sömürge kuvvetlerinin başkomu­ tanı oldu (1878),, Zulular'a karşı savaşı yö­ netti T H E S İG E R (Frederic), 1. C helm sford vikontu, İngiliz sömürge yöneticisi (Lond­ ra 1868 - Ardington House, Wantage ya­ kınında. Berkshire, 1935), Frederic Augus­ tus Thesiger'in oğlu. 1916-1921 arasında Hindistan genel valiliği yaptı; Montagu ile birlikte, Hindistan yönetimini belirli bir özerklik yönünde değiştirerek iki makamlı bir düzen (diyarşi) getiren 1919 yasası' nı hazırladı. Gandhi önderliğindeki milli­ yetçi muhalefetle karşılaştı ve bir afgan or­ dusundan destek gören bir müslüman ayaklanmasını bastırmak zorunda kaldı. T H E S IS a. (geç. lat. thesis; yun. thesis koymak eylemi'nden). Esk. öiçbil. Bir aya­ ğın güçlü zamanı. (Karşt. ARSİS.) T H E S İU M a. (yun. theseion, Theseus çi­ çeğinden). Eski Dünya'da yetişen, çiçek olarak önemsiz, biryıllık ya da çokyıllık ot­ su bitki. (Bazı türleri komşu bitkilerin kök­ lerinde yarıasalak olarak yaşar. 100 tür; santalgiller familyası.) TH E S M O TH E TES a. (yun. söze.). Esk. Yun 1. Site'de ciddi siyasal bunalım dö­ nemlerinde yeni bir düzenleme yapmak­ la görevli kişi (Drakon g ib i).—2. İ.Ö, VII. yy.'in ortasında yazılı yasaların yazarı, ko­ ruyucusu ve yorumcusu olarak göreve getirilen altı magistratüstan biri. (Klasik dö­ nemde sekreterleriyle birlikte arkhontar' ın kurutandaydılar; karar verme yetkileri yoktu, ama adli yaşamı düzenlemekle yü­ kümlüydüler: davaların ilk soruşturması­ nı yapar ve bunlan mahkemeye getirirler­ di



Epeiros'ta, Korfu'nun karşısında; 1 514 kmJ; 40 700 nüf Merkezi ighumenitsa. T H E S S A L O N İK İ



-> S E LA N İK



T H E TA a. Yunan abecesinin sekizinci harfi, Fenike göstergesi thet'ten türemiş­ tir; dişsil, titreşimsiz soluklu bir kapantılıyı belirtir. — B a ğ ış ık b il. Theta antijeni, fa r e le r d e T



Thetis,V utrnus 'u n demird ocağınla 6. Vasari'ttin san aştboyalı kâğıt üzerine deseni Louvre ırıûzesi, Paris



le n fo s itle rin in y ü z e y in d e b u lu n a n v e b u n ­ la rı B le n f o s it le r in d e n a y ır t e tm e y e y a ra ­ y a n a n tije n . (E ş a n l. T h y 1-2 A N TİJEN İ.)



- Nörobiyol Theta dalgası, metabolizma kökenli yaygın beyin hastalığında elektro­ ansefalografide gözlenen (3 üe 6 Hz’lik) anormal dalga. T H E T F O R D , Büyük Britanya'da (Nor­ folk) kent, Norvvich’in G.-B'sında. Küçük Ouse kıyısında; 13 700 nüf. East Anglia krallığının eski başkenti olan Thetford'da. XII. yy.'dan kalma iki manastır kilisesinin ve iki manastırın yıkıntıları vardır. XV. yy.'dan kalma güvercinlikli bir evde müza



T H E T F O R D M IN E S , Kanada'da (Qu­ ébec) kent, Québec'in G.'inde; 20 000 T H E S P İA İ ya da T H E S P İA . Tar. coğ. nüf. Amyant madenleri. Demir-çelik. Yunanistan'da kent, Boıotia’da. Dor istila­ sından sonra Helikon'un eteğinde kurul­ ■ T H E T İS . Yun. mit. Deniz tanrıçası, Nereus’un kızı. Themis, Thetis’in doğuraca­ du. Komşularına ve Atina'ya bağlı basit bir ğı çocuğun, babasından daha büyük ve kasaba olan Thespiai, Med savaşlarında daha güçlü olacağını haber vermişti. Tan­ asker verdi. rılar bundan çekinerek onu bir ölümlüyle, —Arkeol. Kentten günümüze yalnızca Peleus ile evlendirmeye karar verdiler PeMusalar ve Apollon tapınaklarının temel­ leus, kentauros Kherion'un yardımıyla as­ leri ulaşmıştır. Birkaç kilometre uzaklıkta, lan, yılan, ateş ve su biçimlerine bürün­ Helikon dağının eteğinde.Musalar vadisi mesine karşın Thetis’i yakalayıp gönlünü yer alır Dört yılda bir Museia yarışmaları­ kazanmayı başardı. Petion'da, Kheiron'un nın düzenlendiği kutsal bir koru olan bu mağarasında yapılan düğün şenliklerine tapınma alanında, Hellenistik dönemden bütün tanrılar katıldı. Thetis, Akhilleus'u anıtsal bir sunağın, ion düzeninde uzun doğurdu. bir revağın ve küçük bir tiyatronun kalın­ —ikongr. Thetis'in Peteus tarafından katıları bugün de görülebilir. Klasik dönem­ çınlışı, Ksanthos'ta Nereus kızları anıtının de bu Museion'a adak olarak yerleştiril­ alınlığında, Thetis’in düğünü ise villa Almiş olan çok sayıda heykel Konstantinos bani'deki (Roma) taş bir lahit üzerinde zamanında yağmalanmiştır, canlandırılmıştır. "Thetis" yazımı, örnekT H E S P İO S . Yun. mit. Thespios’a adını' seme yoluyla, sanatçılar tarafından Okeveren ve Erekhtheus'un oğlu olan kahra­ anos'un karısı tanrıça Tethys’i belirtmek man. Herakles'e peşkeş çektiği elli kızı ve için de kullanıldı. Denizler imparatorluğu­ birçoğu, iolaos tarafından götürüldükleri nu ziyaret eden güneş teması, 1664’te Sardinya'ya yerleşen elli oğlu vardı. Versailles'da yapılan ünlü Thetis mağaras/'nda işlendi; bu yapıttan günümüze yal­ T H E S P İS , yunan trajedi yazarı (Marat­ nızca Hubert Robert'in düzenlediği bir ko­ hon yakınında İ.Ö. VI. yy.). Geleneğe gö­ rulukta yer alan, Girardon, Regnaudin, re, dithyrambos'a Dionysos onuruna bir Marsy ve Guérin tarafından yapılmış hey­ koro tarafından söylenilen bir odu ve art kel grupları ulaştı. arda birçok kişiliği canlandıran maskeli bir oyuncuyu sokarak trajediyi yarattı. Oyun­ T h w t n w i i h a s t a l ı ğ ı , s a k a t la y ic i y a cu ile koro, Dionysos efsanesinden alın­ R A Ll AKR O P A Th’n in eşanlamlısı. mış oluntular üzerinde karşılıklı olarak söy­ T M v e n in te o r e m i (fransız fizikçi Léor leşirlerdi. Thévenin'in [Meaux 1857-1926] adından) TH E S P R O T İA , Yunanistan'da nomos, Elektrotekn. Sinüzoidal rejimde çalışan et



Hi n n i te mnetauros'un mücadelesi kumıa figûılü bit pelikeden aymb E trü â müzesi, Vatikan



Thévenin teoremi kin bir ikiuçlunun, gerilimi boştaki gerilimine eşit bir ideal kaynak ve buna seri bağlı, değeri, edilgin haldeki iç empedansına eşit bir empedansa eşdeğer olduğu­ nu ifade eden teorem.



11494



T H İA R A a. Sıcak bölgelerdeki tatlısularda yaşayan, koni ya da kule biçiminde yumurtamsı kavkılı öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi, (ikinci Za­ man sonu katmanlarından başlayarak fo­ sillerine rastlanır.) T H İA R D (Pontus



DE)



->



T y a RD.



TH İA S E a. (fr. thiase; lat. thiasus; yun. thiasos'tan). 1. Dinsel nitelikli halk derne­ ği. —2. Dionysos ayın düzenine bağlı din­ sel tarikat. (Thiaseler Hellenistik çağda ve Roma döneminde çok yüksek sayıdaydı; düzenledikleri bağdaştırmacı ayinlere bir­ çok gizemci ve coşkun inançlı kişi katılır­ dı.) B l OİS



T H İB A U D I (908'e doğr. - 976'ya doğr.), Blois, Chartres ve Tours kontu. Dalavere­ ciliği nedeniyle çekinilen bir kimseydi; ha­ yati komşularıyla (Fransa kralları, Normandiya dükleri ve Reims Kilisesi) savaşmak­ la geçti. T H İB A U D I I (öl. 1004), Blois ve Tours kontu (995-1004), Eudes I ile Berthe de Bourgogne'un oğlu, Thibaud l'in torunu. T H İB A U D I I I (1010 a doğr. - Epernay 1089’a doğr.), Blois, Tours ve Chartres kontu (1037-1089) ve Thibaud I adıyla Tro­ yes ve Meaux kontu (1063-1089'a doğr). Touraine'i ondan alması için Anjou kontu Geoffroi Martel'e yardım eden Fransa kralı Henri l'e karşı savaştı (1044); Troyes ve Meaux kontluklarını yeğeni Eudes lll'ün elinden aldı. Büyük bir manastır koruyucusuydu, manastır reformuna yardım et­ ti.



a . A».. Paris



T H İB A U D IV Büyük (1093 - Lagny 1152), Blois ve Chartres kontu (1102-1152); Thibaud II adıyla Meaux (1102-1152) ve Troyes (Champagne) [1125-1152] kontu. Gençliğinde Louis VI'ya karşı Île-de-France senyörlerini ve Henry I of England'ı des­ tekledi, onlarla 1111'de krallık-karşıtı geniş bir koalisyon kurdu. Bu koalisyonun temel direği oldu. Ama, Janville'de yenildi (1112); İngiltere tahtının vârisi William Aetheling'in boğularak öldüğü White Ship faciasından (1120) sonra, mistiklerin (Abélard, aziz Norbert, aziz Bernard) koruyucusu oldu. 1125'te amcası Hugues'ün mülkü (Troyes, Vitry, Bar-sur-Aube ve Meaux) ona miras kaldı. Kardeşi Stephen'in İngiltere kralı olmasına yardım etti (1135). Troyes ve Meaux'yu büyük oğlu Henry’ye miras bı­ raktı. Champagne ise ailenin başta gelen ve en iyi yönetilen toprağı durumuna gel­ di. T H İB A U D V İyi (öl. Aire 1191), Blois ve Chartres kontu (1152-1191), Thibaud IV' ün ikinci oğlu. Fransa'nın son seneşali. Troyes, M



eaux



T H İB A U D 1 -> T H İB A U D I I tu. Thibaud IV le Chansonnier bir şarkı kitabının süslemek ilk harfinden ayrıntı XIII. yy. Bibliothèque nationale, Paris



ve C h a m p a g n e



T h i b a u d III, B lo is k o n tu . T H İB A U D IV,



Blois kon­



T H İB A U D I I I (Troyes 1179 - ay. y. 1201), Troyes ve Meaux (Champagne) kontu (1197-1201), Henri l'in ikinci oğlu Ağabe­ yi Henri ll'nin yerine geçti (1197); Dördün­ cü haçlı seferinin başına geçmek üzerey­ ken öldü. ■ T H İB A U D IV le C hansonnier (Troyes 1201 - Pamplong 1253), Troyes ve Meaux (Champagne ve Brie) kontu (1201-1253), Navarra kralı (Teobaldo I) [1234-1253], Troyes kralı Thibaud lll'ün, ölümünden sonra doğan oğlu. Kontluklarını ancak 1222’de elde edebildi; o tarihe kadar bun­ lar, annesi Navarralı Blanca tarafından yö­ netildi. Efsaneye göre, Thibaud IV'ün dö­



nek politikasının nedeni, Castıllalı Blanca’ ya olan aşkıydı. Thibaud, Toulouse kon­ tuna beslediği sempatiden ötürü Louis Vlll'i Avignon önünde terk etti (1226) ve naibeye başkaldırdı (1226), ama daha sonra onu destekledi (1227-1230). [Ger­ çekte, XIII. yy. ince saray şiirinin en güzel örnekleri arasında yer alan ünlü şarkıları, daha çok onun çeşitp-aşklarına tanıklık eder] Amcası Sanctro Vl[ ölünce (1234) Navarra kralı olan Thibaud IV, Kutsal Topraklar’a-pir haçlı seferi düzenledi‘(1239 -40), ama Champagne'ı kralın himayesi­ ne bırakmak zorunda kaldı. Öte yandan, fiefinin yönetimini krallığı örnek alarak ıs­ lah etti (genel emirnameler ilanı, azledilebilir görevliler atanması vb.), ama bu yüzden soylular ve piskoposlar kendisine başkaldırdılar. T H İB A U D V (1235 - Trapani, Sicilya, 1270), Troyes ve Meaux kontu, Navar­ ra kralı (1253-1270), Thibaud IV'ün bü­ yük oğlu. Saint Louis'nin kızı jsabelle de France ile evlendi ve Champagne’ı kral­ lık topraklarına kattı. T H İB A U D (Jacques), fransız kemancı (Bordeaux 1880 - Barcelonnette yakının­ daki bir uçak kazasında 1953). Paris konservatuvarı’nda Marsick'in öğrencisiydi, Colonne konserlerine solo keman olarak katıldı. Birçok ülkede, bu arada birkaç kez de Türkiye’de resitaller verdi. Üslubu ve tekniği sayesinde dünya çapında ün ka­ zandı. 1905'te, Cortot ve Casals ile birlik­ te ünlü bir trio oluşturdu. Marguerite Long-Jacques Thibaud yarışmalarının ku­ rucularındandır. T H İB A U D (Jean), franşız frçikçı (Lyon 1901 - ay. y. 1960). -t^oö'da Atom fiziği enstitüsü’nü kurdu. Hoiweck ile aynı za­ manda, morötesi İşınımlardan X ışınları­ na sürekli geçişi' deneysel olarak ortaya koydu. Nükleer fizik alanında yaptığı ça­ lışmalardan en önemlileri, çeşitli bozunma ve başkalaşım tepkimeleridir; 1933’te bir platin levhasını pozıtonlarla bombar­ dıman ederek foton üreten yokolma tep­ kimeleri gerçekleştirdi. T H İB A U D E T (Albert), ffânsız edebiyat eleştirmeni (Tournus 1874 - Cenevre 1936). Bergsonculuğun etkisinde, her tür dogmacılıktan arınmış bir yorurp „eleştiri­ si getirdi (la Poésie de Stéphane Mallar­ mé, 1912; Flaubert, 1922; Physiologie de la critiqué, 1930; Stendhal, 1931; l'Histoire de la littérature française de 1789 à nos jours, 1936). Ayrıca aydınlarla ilgili toplum­ bilimsel bir deneme olan la République des professeurs (1928) adlı bir yapıt yazdı. T h ib a u ltla r (les Thibault), R. Martin du Gard'ın romanı (1922-1940). Yapıt, bütün dinsel ve toplumsal kurallara bağlı büyük burjuva Oscar Thibault'nun iki oğlunu (duygulu, başkaldırmış Jacques'la ener­ jik hekim Antoine’ı) karşı karşıya getiren bir roman dizgisi içinde, XX. yüzyılın ilk yir­ mi yılında bir fransız ailesinin yaşamını an­ lattı. T H İB A W ya da T H İB Ö (Mandalay 1858 - Ratnagiri kalesi, Hindistan 1916), Alompra hanedanından son Birmanya kralı (1878-1885). ingilizler'ce yenilgiye uğ­ ratılarak tahttan indirildi. Tutuklanıp Madras'a gönderildi. TH İE L A V İO P S İS a. (aim. botanikçi F. von Thielau'nun adından), ilkel mantar (Thielaviopsis basicola türü birçok bitkinin köklerinde siyah çürüklüğe neden olur; T. paradoxa [Ceratostomella paradoxa'nın konidi biçimi] hindistancevizinde "ananas hastalığı"nın etkenidir.) T H İE L E , aim. Z ih l, İsviçre’de ırmak, Aar'ın kolu (sol kıyıdan), Talent'la birleşen Orbe'dan oluşur. Neuchâtel gölünü aşar. Aar'ın kavuştuğu Biel gölüne dökülür. Çı­ ğırı, yüzyıl kadar önce Aşağı Jura göiçöküntüsünde gerçekleştirilen hldrografya düzenlemesi sırasında iyileştirilip kanal içi­ ne alınmıştır.



T H İE M E (Ulrich), alman sanat tarihçisi (Leipzig 1865 - ay. y. 1922). Felix Becker'la birlikte, daha sonra Hans Vollmer tarafın­ dan sürdürülen Allgemeines Lexikon der bildenden Künstleri (Plastik sanatlar ge­ nel sözlüğü, (37 cilt, 1907-1950) çıkarma­ ya başladı. Bu “ Thıeme-Becker" ürünü daha önce yayımlanan sanatçı sözlükle­ rinin. en önemlisiydi. T h ie m e & C ie , 1795'te Zutphen'de ku­ rulan hollanda yayınevi. Fen kitapları, ya­ bancı dil yöntemlerine ilişkin yapıtlar ve okul kitapları yayımlamaktadır. T H İE N E , İtalya'da kent, Veneto'da (Vicenzo ili), Venedik Alpleri nin eteğinde; 19 300 nüf. XV. yy.'dan kalma şato ve başka anıtlar. Ticaret merkezi. Tekstil sanayisi (yün ve ipek). Dövme demir ve bronz eş­ yalar. T H İE R R Y ya da T H İE R R İI (öl. 533 ya da 534), Reims kralı (511-534'e doğr.), Clovis'in evlilik dışı büyük oğlu. Wouillé'de ba­ basının yanında savaştı (507); daha son­ ra Albi, Rouergue’ ve Auvergne’i egemen­ liği altına alarak Ren kıyısı Frankları'nın (Ribuariı) ülkesini, Moselle vadisini ve ge­ lecekteki Champagne'ı kapsayan kendi miras payına kattı (511). Burgundlar'ın kra: lı Sigismond'un damadıydı, ona karşı yü­ rüttükleri amansız mücadelede kardeşle­ rine yardım etmeye yanaşmadı (523), an­ cak 524'teki sefere katıldı. Chlothar I ile birlikte Thüringen’! egemenlik altına aldı (530-531) ve Germanya Saksonları'nı ha­ raca bağladı. T H İE R R Y ya da T H İE R R İ I I (587 - Metz 613), Bourgogne (595 sonu ya da 596 başı - ,613) ve Austrasia kralı (612 -613), Childebert ll’nin oğlu"ve ardılı. Baş­ langıçta Austrasia kralı olan ağabeyi Thibèrt ile Metz'de bulunan büyük annesi Brunhilde'nin naipliği altında Orléans' da hüküm sürdü. Thibert'le birlikte Chlot­ har ll'ye karşı savaştı. Laffaux'da yenildi­ ler (596 ya da 597) ama Dormelleş-yâkınlarında galip geldiler (59§ ya da 600). 604'te Etampes'ta, Chlothar ll'nin saray nazırı Landry'yi kaçmak zorunda bıraktı; kuşatılmış olan Orléans'i kurtardı, Paris’i işgal etti, arna Austrasia aristokrasisinin karşı koyması nedeniyle Chlothar H’yi or­ tadan kaldıramadı (605). 610'da kardeşi Thibert'le savaşa girişti. 612'de onu Toul yakınında yendi, Zülpich'in güneyinde hapsetti ve Austrasia kralı oldu (612-613). T H İE R R Y ya da T H İE R R İ I I I (öl 690 ya da 691), Neustria ve Bourgogne kralı (673 ve 675-690 ya dg 691), Chlothar III' üri kardeşi ve ardılı. Ebroîn tarafından ik­ tidara getirildi, kısa bir süre sonra aristok­ ratların ayaklanmasıyla tahttan indirildi; Ebroîn Luxeuil'e sürülürkeruo da Saint -Denis manastırı'na kapatıldı. Childerich ll'nin ölümünden sonra (675) tahta çıktıy­ sa da iktidarı yeniden Clovis 11l'e, sonra da Dagobert'e devretmek zorunda kaldı. Dagobert’in öldürülmesi (679) saray na­ zırı Herstallı. Pépin’i, Austrasia'nın tek vârish Thierry lll'le savaşmaya sürükledi. 68C7d&BoiSıdu-Fays'da galip gelen Thier­ ry III, TeÜrV'de Herstallı Pépin'e yenildi (687), ancak onun tarafından, birliği ölü­ müne kadar son kez yemden kurulan regnum-Francorum'un tek hükümdarı olarak tanındı. T H İE R R Y ya da T H İE R R İ I V (öl. 737), Franklar'ın kralı (721-737), Dagobert İli' ün oğlu. Chelles'de manastıra kapatılmış­ tı, sonradan Charles Martel tarafından tahta çıkarıldı, ancak ülkeyi gerçekte Charles Martel yönetti. T H İE R R Y (Augustin), fransız tarihçi (Blois 1795 - Paris 1856). Saint-Simon'un sekre­ teriydi, kendini tarih çalışmalarına verdi; bir sahte belgeye dayanmakla birlikte banlı bir üslubu olan Histoire de la con­ quête de l ’A ngletterre par les Normands (İngiltere’nin Normanlar tarafından fethi­ nin tarihi) [4 cilt, 1825] adlı yapıtını yayım­ ladı. Kör olunca çalışmalarını sekreterle-



Thom as Aquinus rinin yardımıyla sürdürdü. Les Récits des temps mérovingiens (Merovenjler zama­ nından öyküler) [2 cilt, 1835-1840] adlı ya­ pıtı sayesinde Orléans dükünün kütüpha­ neciliğine getirildi. Burjuvazinin yükselişiy­ le ilgili araştırmalarına dayanarak Essai sur la formation et les progrès de l'histoire du tiers état'yi (Tiers état’nm tarihinin olu­ şumu ve gelişimi üzerine deneme) [1850] yazdı. Thierry modern tarihin yaratıcıların­ dan biridir. T H İE H S , Fransa'da arrondissement (Puy-de-Dôme) merkezi, Durolle’un yu­ karısında; 15 407 nüf. (1990). İlginç eski evler kenti çekici kılar. Önroman ve ro­ man kökenli St-Genès ve Moutier kilise­ leri. Fransa'nın başlıca bıçak imalatı merkezi. Makine sanayileri. Müze (bı­ çakçılık, folklor vb.). ■ T H İE R S (Adolphe), fransız siyaset ada­ mı (Marsilya 1797 - Saint-Germain-en- Laye 1877). Aix'de, sonra Paris'te avukatlık yap­ tı, kısa zamanda gazeteci ve tarihçi ola­ rak tanındı (Histoire de la Révolution [Dev­ rimin tarihi], 1823-1827). 1830 devrımi’nin başlamasında önemli bir rol oynadı ( Na­ tional gazetesinin kurulması, kararname­ lerin protesto edilmesi, Orléans düküne çağrı), içişleri bakanlığı yaptığı dönemde (ekim 1832 - kasım 1834) Berry düşesi­ nin meşrutiyetçi komplosunu ve Lyon ile Paris'teki cumhuriyetçi ayaklanmaları (ni­ san 1834) bastırdı. 1836-1840 arasında hükümet başkanı oldu, ancak dış siyaset konusunda kralla anlaşmazlığa düşünce, yerini Guizot'ya bırakmak zorunda kaldı. Histoire du Consulat et de l'Empire (Konsüllük ve imparatorluk dönemlerinin tari­ hi) [1845-1862] adlı yapıtını da bu dönem­ de yazdı. 1848 de yeniden hükümetin ba şına getirildi. II. Cumhuriyet döneminde muhafazakâr partiden temsilci seçildi ve bu partinin önderi durumuna geldi ö n ce Louis Napoléon’u desteklediyse de, imparatorluğun yeniden kurulmasına kar­ şı olduğu için 2 aralık plebisitinden sonra görevden uzaklaştırıldı ve sürgün edildi, ancak 1852'de Fransa'ya döndü. 1863'te Paris’ten temsilci seçilince İmparatorluk si­ yasetini kınadı. 1870'te askeri kredilere ve savaş ilanına boş yere karşı çıktı. Sedan yenilgisinden sonra bir arabuluculuk umuduyla iki ülkenin başkentleri arasın­ da. gidip geldiyse de başarılı olamadı. Ulusal meclls’çe, hükümet başkanlığına getirildi (şubat 1871); bunun üzerine ba­ rış çalışmalarını onayladı ve komün ayakmasını ezdi. Ağustos 1871'de Cumhurbaş­ kanı seçilince ülke topraklarının kurtarıl masına hız verdi (1873'te tamamlanacak­ tır), mali yasalarını meclisten geçirdi ve as­ kerlik hizmetinde reform sağladı. Ancak tutucu bir cumhuriyetçi siyasete yönelme­ si meclisteki monarşi yanlısı çoğunluğun tepkisine yol açınca istifa etmek zorunda kaldı (1873). Daha sonra Cumhuriyetçi parti'nin önderi oldu ve Mac-Mahon'un si­ yasetine karşı mücadele etti. (Fr. Akad., 1833).



T H İE R SE E , Avusturya'da sayfiye ve kış sporları merkezi (yüksl. 900-2 000 m). Ti­ roide, Kufstein'in B.’sında; 2 100 nüf. TKÉÈB, Senegalde kent, bölge merke­ zi, Dakar-Nıjer hattı üzerinde, Dakar'ın D.'sunda; 156 200 nüf. Ticaret merkezi Çelik ve alüminyum metalürjisi. Otomobil yapımı. Tekstil. —Yakınında fosfat ma­ denleri. — Thiès bölgesi. 6 601 km2; 948 100 nüf. (1988). TH É fiU (Nguyên Van) THiÊU.



NGUYÊN VAN



T H İO M O T R İC H A a. Tümklrpiklilerden Protozoa takımı. (Üyeleri geçici ya da ke­ sin biçimde tutunarak yaşar. Temel özel­ likleri, kirpiklerin körelip bir emici organın gelişmesiyle asalak yaşamına uyarlanma­ larıdır. Başlıca cinsleri: Rhynchodea, Hemispeira.)



T H İK A , Kenya’da kent, Yüksek Toprak­ larda, Nairobi'nin K.-D.'sunda; 18 400 nüf.



Kahve ve sisal işletmeleri bölgesinin mer­ kezi Otomobil yapımı. Kimya. Tütün işle­ me. Meyve konserveleri. Y H İM B U ya da T H İM P H U , Bhutan'ın başkenti, 60 000 nüf T H İM O N N İE R (Barthélémy), fransız mucit (L'Arbresle 1793 - Amplepuis 1857). 1830'da yalnız zincir dikişi yaptığı için yay­ gın bir sanayi kullanımı olmayan bir dikiş makinesi icat ederek bir berat aldı. T H İM P H U - THİMBU. T H İN O C O R U S a. (yun. this, thinos, kum ve korein, süpürerek temizlemek’ ten). Güney Amerika’da Ekvador’la Falk­ land adaları arasında yaşayan, sarımsı tüylü, kısa ve güçlü gagalı, zayıf bacaklı yağmurkuşu cinsi. (Kuzey yarıküredeki kartavuklarınınkine benzer bir yaşam sü­ rer. Thinocoridae familyasının örnek tipi; boyu 18 cm.) T H İO M V İL L K , Fransa’da arrondisse­ ment (Moselle) merkezi, Moselle kıyısın­ da; 40 835 nüf. (1992). Lorraine'in kuze­ yinde demiryolu ve karayolu kavşağı, aynı zamanda da ırmak limanı olan Thlonville, yaklaşık 140 000 nüfuslu yer­ leşme alanının başlıca kentidir. Buradaki en önemli sanayi olan ağır metalürji gü­ nümüzde bunalıma girmiştir T H İR A a. Antikçağ’da Thlra’da konuşu lan dor lehçesi. T H İR A , Yunanistan'da kent, Santorinl nin merkezi, adanın batı kıyısında; 1 500 nüf. Arkeoloji müzesi. T H İR A ta k ım a d a la r ı - SANTORİNİ. T H İR A S İA , Santorlni takımadalarında (Kyklades) yunan adası. Bu ada, Santorınlden. İ.Ö 236 da bir yanardağ patla masıyla ayrıldı. Tarihöncesi'nden kalma yı­ kıntılar. T H İR U V O T T İV U R , Hindistan'da kent, Maoras'ın büyük kuzey banliyösünde; 83 000 nüf. T H İR Y (Léonard), Fontainebleau'da 1536'dan 1550'ye kadar kayıtlarda adı ge­ çen hollandalı ressam (öl Anvers -1550’ ye doğr.). François I galerisinde ve porte Dorée'de çalıştı. Gravür (Boyvin tarafın­ dan gerçekleştirildi), minecllik ve vitray için desenler çizdi; bunlardan bazıları E.N.S.B.A.'da (Akhilleus'un eğitimi, Ros so’ııun yapıtı) ve Leıden üniversitesinin desenler bölümünde korunmaktadır, T H İS T E D , Danimarka'da liman kenti, Jylland'da, Limfjord kıyısında; 30 000 nüf. Yaklaşık 1500'den kalma gotik üslubun­ da kilise. Müze. Tekstil. Bira fabrikası. T H lS T L E W O O B (Arthur), İngiliz dev­ rimci (Tupholme, Lincolrıshlre, 1774 - Londra 1820). Thomas Spence tarafın­ dan kurulan Socieiy of Spencean Philanthropists (Spenceci insanseverler derne­ ği) adlı devrimci hareketin en etkin yöne­ ticilerinden biriydi. 1816 kasım-aralığında Londra'da Spa Fields halk toplantısını ve 1820'de Cato* Street komplosunu örgüt­ ledi; bu sonuncu eylemi nedeniyle tutuk fandı, yargılandı ve idama mahkûm edildi T h IU H T A . Tar. coğ. A nadolu'nun Phrygia bölgesinde Hierapolls (Pamukkale) yakınında yerleşme. Yeri saptanama­ makla birlikte, yörede bu kentin adını ta­ şıyan adak yazıtları ele geçti (İ.S. II. yy.'dan kalma yazıtlarda Zeus, Tykhe, Hermes gi­ bi tanrıların betimlemelerinin yanı sıra adağı sunan kişinin portresi de bulunu­ yordu). Lahit yapımında kullanılan mer­ merler bu kentin atölyelerinde işleniyordu. TtfJODOtJF ÖR H V İN İ ya da ö JÖ BOLFR H V İN V E R S K İ, X. yy.'da, Ha raid I Hârfager’in sarayında yaşamış norveçll skald. Kimi bölümleri Snorrl Sturluson'un İlk İsveç krallarını anlatan Ynghngasaga adlı yapıtına aktarılmış olan Ynglingafa/adlı şiir ona mal edilir. Thjodolf mitolojik içerikli bir şiir (Haustlong) de bırakmıştır.



T H M U İS , Eski Mısır'da kent, Nil delta­ sının doğu bölümünde, antik Mendes kentinin yakınında; günümüzde Tel Timey'dir. imparator Theodosius ve Valen­ tinianus dönemlerinde önemli bir kentti



11495



T H Ô a. Tayca ailesinden Vietnam’ın ku­ zeyinde konuşulan dil. T H O E N İ (Gustavo), İtalyan kayakçı (Trafol, Bolzano eyaleti, 1951). 1972 olimpiyat­ larında büyük slalomda birinci geldi, ge­ ne aynı yıl kombinede dünya şampiyon­ luğunu kazandı. 1974 te büyük ve özel sla­ lomda dünya şampiyonu oldu ve dört kez (1971, 1972, 1973 ve 1975) Alp disiplini dünya kupasını kazandı.



B.N., Paris



T H O I.İA a (tholos, kubbe’den yun. söze.). Antik yun. Kadınların güneşten ko­ runmak için taktıkları, örgülü hasırdan, te­ pesi koni biçiminde, geniş yuvarlak kenarlı şapka. TH O LO S a. (yun. söze.). 1. Yuvarlak planlı ve bindirmeli tonozlu tarihöncesi gömüt —2. Antikçağ’da Yunanistan'da, ta pınma, cenaze, kimi zaman da din dışı amaçlar için kullanılan monopteros yapı. (Bugüne ulaşan en güzel tholoslardan biri İ.Ö. IV. yy.'dan kalma Delphoi tholosu dur.) T H O M (René), fransız matematikçi (Montbéliard 1923) Diferansiyel topoloji yi İnceledi; “ eşsınırlılık" kuramıyla Fields madalyasını kazandı (1958): dlferanslyellenebilen n boyutlu İki katlı uzay, birleştik­ lerinde n+1 boyutlu bir katlı uzayın sınırı­ nı oluşturuyorlarsa "eşsınırll'dırlar. Thom, yıkımlar* kuramıyla bütün dünyada ün ka zandı.



Augustin Thierry Émile Lassalle'in yaptığı taşbaskıdan ayrıntı



T H O M Â (Hans), alman ressam (Berrıau Kara Orman, 1839 Karlsruhe 1924) Courbet'nin etkisinde kaldı, Böcklin, Leibl ve Marées'nin dostuydu. Portre dışında, kimi zaman simgeciliği gerçekçi bir esin le birleştiren sağlam kompozisyonlar ve manzaralar gerçekleştirdi 1899'da Karls ruhe Güzel sanatlar okulu’nda profesör oldu ve bu kentin müzesinin yöneticiliği­ ne getirildi, yapıtlarının önemli bir bölümü de bu kentte korunur,



Lauros-üıraudon



Bibliothèque nationale, Paris



T H O M A (Ludwig), alman yazar (Ober ammergau 1867 - Rottach, Tegern gölü kıyısında, 1921). Münih'te Simplicissimus adlı gazetenin genel yayın müdürlüğünü yaptı, bu gazetede PETER SCHLEMIHI. tak ma adıyla yazılar yazdı Güçlü bir hiciv duygusu olan Thoma, ilginç danemeier (ILausbubengeschichten, 1905), güldürü 1er (Moral, 1909) ve romanlar (Der Witti ber, 1911) da yazdı. T H O M A S (azız), takma adı Didym os, İsa'nın havarilerindendir (I. yy.). Halk ara­ sında ancak gördüğüne inanan kişi ola­ rak ün salmıştı (Yuhanna, XX, 24-29). Medler ı, Persler’i ve Parthlar'ı hıristiyanlığa bağladığı, hatta Hindistan'a kadar git tlği söylenir. Malabar hıristiyanlarının ön cüsü olduğu sanılır. T H O M A S Aquinus (aziz), Italyan tan rıbilimcl ve kilise bilgini (Röccasecca şa tosu, Aquino, Frosinone eyaleti, 1225 - Fossanova manastırı 1274). Ailesi tara­ fından önemli bir kültür merkezi olan Cas sıno Dağı'ndaki benedikten manastırına gönderildiyse de bu manastır çevresin­ den çıkarak öğrenimini Napoli Üniversi tesl'nde sürdürdü. Bu kentte domlnikenler tarikatıyla İlişki kurdu. Daha yeni kuru­ lan bu tarikat, manastırların tersine, incil'i yaymak amacıyla üyelerini dünyaya yönel­ tiyordu. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen 1245'te Paris'e gitti ve Albertus Magnus' tan ders aldı. O sırada yunanca dersleri­ nin öncülüğünü yapan Albertus Magnus, Aristoteles’i "Latinler için anlaşılabilir” bir duruma getirmeye çalışıyordu. Thomas Albertus Magnus'u Köln’de de izledi. İki kez Paris'te (1252-1259, 1269-1272) ve bu arada birçok İtalyan kentinde sürdürdüğü üniversite hocalığı, Napoli'de tamamlan­ dı (1272-1274). Dersleri, doğaya değer



Adolphe liners Bonnat'nın çizdiği portreden a p tiı



(Versailles şatosu)



Sanatlar ve meslekle ulusal konservatuvarı,



Barthélémy îhtmotmier



Thom as Aquinus 11496



aziz Thorna Aquinus dizleri üzerinde açık Summa theologiae'yı gösterirken bir XIV. yy. resminden (bazen F. Traini’ye atfedilen Thomas Aguinus'un Triumphus'u) ayrıntı S. Caterina kilisesi, Pisa



ıngıiız turizm bürosu



T h o m BecW in kau Canterbury katedraü'ndeki oir duvar resminden aynntı



vermeyen ve aklı kuşkuyla karşılayan bir augustinu9çuluktan esinlenen Öteki tanrıbilimcilerin şiddetli tartışmalarına yol aç­ tı. Hıristiyan bilgi ve dindışı bilgi olarak iki bilgi tipi arasında bir kopukluğu ne ka­ dar reddediyorsa, tanrıbilimin aşırı vesa­ yetine karşı aklın özerkliği ilkesine o kadar önem veriyordu. Bu sert tartışmanın, in­ san doğasının keşfi ve insanın aklına, gü­ cüne ve saygınlığına güven gibi, doğa ve aklın bu özerkliği içinde insanla Tanrı'nın ilişkisi sorununu ortaya koyan önemli bir amacı vardı. Böylece zaman ve tarih için­ de bir yaratılış tanrıbilimi ortaya çıkıyordu. Aziz Thomas Aguinus, uzman olarak çağ­ rıldığı II. Lyon konsili'ne (XIV. kiliseler konsili, 1274) katılmak üzere yolculuktayken öldü. 1277'de yayımlanan ve "zamanımızın yanılgılarına karşı" başlığını taşıyan 119 maddelik uzun bir syllabusla birçok gö­ rüşü eleştirilen Thomas Aquinus, ancak 1323‘te azizleştirilince saygınlığına kavuş­ tu. 1567’de kilise bilgini ve 1880’de papa Leo XIII tarafından katolık üniversite, aka­ demi, kolej ve okulların koruyucusu ilan edildi. Felsefe, kutsal kitaplar ve tanrıbılimle ilgili birçok yapıtı içinde, pagan felsefe­ lere karşı hıristiyan inancın genel bir ser­ gilenmesi olan Summa contra gerilileş (Paganlara karşı özetleme kitabı, 1258 -1264) ve özellikle Summa theologiae (Tanrıbilim özetleme kitabı, 1266'ya doğr. - 1273'e doğr.) adlı ikisi seçkin bir yer tu­ tar. Anıtsal ve ustaca yazılmış bir'inanç açıklaması olan ve değeri bölümlerdeki ayrıntıdan çok genel eklemlenmeden kay­ naklanan Summa theologiae katolık tanrıbilimin en önemli kitaplarından biridir. —ikonogr. Sassetta (Vatikan), Fra Carnevale (Poldi Pezzoli müzesi, Milano) ve Gentli Justus (Louvre), azizi betimleyen re­ simler yaptı. Andrea da Firenze'nin Floransa'daki S. Maria Novella kilisesi'ndeki bir freskinde, Pisa'daki S. Caterina'da bu­ lunan XIV. yy.'dan kalma bir büyük pano­ da ve XV. yy.'da Gozzoli'nin yaptığı bir başka panoda (Louvre), azizin Triumphus'u konu alındı. Fra Angelico, aziz Thomas'ı birçok kez canlandırdı: S. Marco manastırı'nda ve Vatikan'daki Nicolaus V capellası'nda (burada aziz Kilise bilginleri arasında görülür). Ayrıca aziz, Raffaello’ nun Disputa del Sacramento adlı freskin­ de de yer alır. TH O M A S B E C K E T ya da B E C K E TT (aziz), İngiliz din adamı (Londra 1118 - Canterbury 1170). Paris ve Bologna'da öğrenim gördü; Canterbury başpiskopo­ su Thibaud'nun yakın arkadaşıydı, başdiyakozoldu (1154). 1155'te krallık şansölyeliğine atandı. Kral Henry H'nin yakın dostu olan Thomas 1162'de Canterbury başpiskoposluğuna getirildi. Siyasetçilik­ le din adamlığını birlikte yürütmekten vaz­ geçerek Killse'nln çıkarlarını savunmaya karar verdi. 1164'te kralın istediği andı iç­ tikten sonra Kilise’nin yargı sistemini kral­ lık yargı sistemine bağlamayı amaçlayan Clarendon yasalarına tek başına da olsa, karşı çıktı. Bunun üzerine Fransa'ya sür­ güne gitmek zorunda kaldı ve oradan Henry ll'yi ve yandaşlarını aforoz etti. Bu tehdit karşısında kral Becket'e yeni­ den primat görevini önerdi. 1170'te Ingil­ tere'ye dönen ve yeniden başpiskopos olan Becket, Henry H'nin oğlunun taç giy­ me törenine katıldıkları için aforoz edilen piskoposların bağışlanmasına karşı çıka­ rak mücadeleye devam etti. 29 aralık 1170'te, kralın dört şövalyesi başpiskopo­ su katedralinde öldürdüler. Thomas Bec­ ket 1173'te aziz ilan edildi. Mezarı İngilte­ re'nin en önemli hac yerlerinden biri hali­ ne geldi; Henry II orada halk önünde gü­ nah çıkarmak zorunda kaldı (1174). —Ed. Latince ve fransızca olarak yazılmış birçok yapıta konu olmuştur. Pont-Sainte -Maxencelı Guernes'in la Vie de saint Thomas le martyr'i (1175), azizlerin yaşa­ mını anlatan yapıtlara model oluşturan çok güzel bir dinsel ve siyasal şiir niteliği



taşır; ve bu "Katedralde cinayet" (T. S. Eli­ ot) olayı Anouilh’a da Becket ya da Tanrı­ nın onuru (Becket ou l'Honneur de Dieu, 1959) adil yapıtını esinleyecektir. T H O M A S M O R E ya da M O R U S (aziz), Ingiltere şansölyesi (Londra 1478 - ay. y. 1535). Soylu bir ailedendi. Canter­ bury başpiskoposu John Morton'a bağ­ landı; Oxford'da, sonra Londra'da okudu, hukukçu oldu ve John Colet ve Erasmus' la dostluk kurarak hümanist harekete ka rıştı. Henri Vll'ye muhalif olduğundan bir köşeye çekildi. Henri Vlll'in tahta çıkma­ sıyla (1509) yıldızı parladı, olağanüstü el­ çi (1515-16), Lancaster düklüğü şansölyesi (1525), arkasından krallık şansölyesi (1529) oldu. Bu göreve getirilen ilk hukuk­ çuydu. Reform hareketinin başlangıcında, Kilise'nin ilk durumuna dönmesini arzula­ masına karşın, katolik olarak kaldı. Fakat, Henri Vlll'in boşanma işinde kralı kınadı. 1532'de görevinden çekildi, 1535'te hap­ se atıldı, ihanetle suçlanarak İdam edildi. Thomas More, düşsel bir öykü perdesi ar­ kasında, ideal bir yönetim sistemini cesa­ retle anlatan Ütopya (Utopia) ¡1516] adlı önemli bir yapıt bıraktı. Bu yapıtın çok bü­ yük etkileri oldu. Thomas More, 1935’te azizler arasına alındı. T H O M A S A K E M P İS (Thomas HEMERKEN. —denir), alman yazar (Kempen, Rheinland, 1379 ya da 1380 - Sint Agnietenberg manastırı, Zwolle yakınında, 1471). Kırk dolayında tinsel yazı bıraktı, bunlar genellikle esinini tanrıbilimsel so­ yutlamalardan ve soyut bir gizemcilikten kaçınan duygusal bir dindarlıktan alan gi­ zemli özdeyiş derlemeleridir. Thomas a Kempis, ayırtedioi özelliği İncildeki tinsel yaşamla ilgili kaynaklara yöneliş olan "Devotio moderna"nın (gizemli ve çileci akım) önemli temsilcilerinden biri sayılır. T H O M A S İn g ilte re li, XII. yy da yaşa mış anglonorman halk şairi. Fransızca olarak yazdığı Tristan adlı yapıtı, Strasbourglu Gottfried’in Tristan ile Iseut'ün aşk­ larının kaçınılmaz sonunu anlatan aynı ad­ lı yapıtına esin kaynağı olmuştur. T H O M A S BRA D W A R D lN E ya da B R ED W A R D YN , İngiliz tanrıbilimci (Chichester 1290'a doğr. - Londra 1349). Meslek yaşamı hemen tümüyle Merton College'de (Oxford) geçti. Saint Paul şan­ sölyesi oldu (1337), kral Edward lll'ün özel rahipliğini yaptı (1338), Canterbury kutsal başpiskoposu olduğu sırada vebadan öl­ dü. Matematikçi, şair ve tanrıbilimci olan Thomas Bradwardine, De causa Dei adlı kitabında, çetin bir sorun olan insanın ira­ de özgürlüğü ile Tanrı'nın mutlak kudreti­ ni uzlaştırma sorununu özgün bir biçim­ de ele aldı. Aşırı augustinusçuluğuyla Wycllffe ve Luther'e zemin hazırladı. T H O M A S (Ambroise), transız besteci (Metz 1811 - Paris 1896), Paris konservatuvarı'nda özellikle Le Sueur'ün öğrenci­ si oldu (1828-1832). Herman ve Ketty (1832) adlı kantatıyla Roma büyük ödülü'nü kazandı. İtalya'da, sonra da 1836'ya kadar Vlyana'da kaldı. Paris konservatuvarı'nda kompozisyon profesörü oldu (1856), daha sonra da bu kurumun mü­ dürlüğüne getirildi (1871). Opera ve opera-komik türlerinde yirmi üç yapıtı sah­ nelendi: en başarılı iki yapıtı Mignon (1866) ve Hamlet (opera, 1868) ile Fran­ çoise de Rimini (1882), la Tempête (fan­ tastik bale, 1889), vb. Ayrıca, missalar, bir Requiem, romanslar, motetler, piyano par­ çaları vb. besteledi. T H O M A S (Sidney Gilchrist). İngiliz mu­ cit (Londra 1850 - Paris 1885). Büro me­ murluğu yaptı. 1875 yılında, fosforlu ma­ denlerden elde edilen dökümü fosforsuzlaştırmak için bir yöntem buldu ve bu iş-' lemi % 99,9 oranında gerçekleştirdi. Ku­ zenlerinden birine, kimyacı Percy Cariyle Gllchrist'e buluşunun denemesini yaptırtıp tam bir başarıya ulaştıktan sonra, yön­ teminin, Bolckow, Vaughan ve Co. fabri­



kaları taralından kabul edilmesini sağla dı Bu yöntem için 1877 yılında berat al­ dı. T h o m a s yftntom l, fosforlu cevherler­ den elde edilen dökme demiri, bazik tuğ­ lalarla örülü bir konverterde kimi zaman alttan oksijen bakımından zengin hava üf­ leyerek dönüştürme yöntemi. (Bu yöntem başlangıçta lorraine ya da İsveç'te, fos­ forlu cevherlerin çıkarıldığı [bu cevherler yaklaşık eş değerdedir] bölgelerde, özel­ likle de Meuse, Moselle ve Ren havzala­ rında geniş ölçüde uygulandı; ancak Tho­ mas çeliği yüksek oranda azot ve fosfor içerdiğinden bu yöntem'yerini zamanla arı oksijenle yapıları dönüştürme yöntemlerlnë bıraktı. Çünkü Thomas çeliğinin dü­ zensiz olan yapısı, artık kabul edilebilir;bir ôzéllik değildir.) [ - ÇELİK'İN ELDE EDİLİ­ Şİ] TH O M A S (William Isaac), amerikalı toplumruhbillmci (Russell County, Virginia, 1863 - Berkeley 1947). Toplumsal tutum­ ların incelenmesinde en önemli yeri biyo­ lojik ve sosyokültürel nitelikteki etkenlerin ilişki ve etkileşimleriyle ilgili sorunlara ver­ di. F. Znaniecki'nin The Polish Peasant in Europe and America (Avrupa ve Amerika' da Polonya köylüsü) [1918-1921] adlı ya­ pıtına katkıda bulundu. Başlıca yapıtları: Sex and Society (Cinsellik ve toplum) [1907] ve Primitive Behavior: An introduc­ tion to the Social Sciences (İlkel davramm: Toplumsal bilimlere bir giriş) [1937], T H O M A S (Dylan Mariais), İngiliz şair (Swansea 1914 - New York 1953). Porjfpit o l the Artist as a Young D og'da (1940) edebiyat deneyimlerini ve gençlik yılların­ da hayranlık duyduğu düşünürlere (Fre­ ud, Hopkins, Joyce) ilişkin anılarını arılat­ tı. 18 Poems' in (1934) yayımlanmasından sonra birbirini izleyen 25 Poems (1936), ThdiMap o l Love (1939) ve Deaths and Entrances (1946) adlı yapıtlarında alışılmı­ şın dışındaki ritimleri tamamen şiirsel bir sözdzimine göre sıralanan dilinin yeniliğiyteiŞaşırtıcı bir etki yarattı. Bohem ve ba­ ğımsız bir yaşam sürmesine rağmen sâ natında ustalığını kabul ettiren Thomas, denemeler, uzun öyküler ve bir radyo oyu­ nu (Under Milk Wood, 1953) yazdı ve şurda burda dağınık halde bulunan şiirlerini Collected Poems (1952) adı altında top­ ladı. Yarım kalmış bir romanı (Adventures in the Skin-Trade, 1955) ve iki öykü kitabı (Quite Early One Morning, 1954; A Pro­ spect o l the Sea, 1955) ölümünden son­ ra yayımlandı. T H O M A S Ç IU K a. 1. Aziz Thomas Aqulnus'un felsefe ve tanrıbilim öğretisi. —2. Aziz Thomas Aquinus'tan esinlenen düşünce akımı. —A ns Ik l . Thomasçı tanrıbilim, bir edim olarak varlık metafiziğiyle temellendirilmiştir. Aristotelesçi eleştirel gerçekçilikten yola çıkan bu metafizik, yaratılan her öznede­ ki öz* ve varlık bileşimiyle (öz ve varoluş* ayrımı da denir) doruk noktasına ulaştı. Aziz Anselmus*'un görüşünün tersine, Tanrı'nın varlığı dolayımsız biçimde apa­ çık değildir. Thomas Aguinus'un geliştir­ diği Crnlü “ beş yol", yani beş kanıt öğreti­ si, dünyadaki hareket ya da değişmenin nedeni olan ilk devindirici Tanrı, yaratılan nedenlerin birini izlemesinin bağlı olduğu .İR*neden Tanrı, olumsal varlıkların nede­ ni olan mutlak varlık Tanrı, yaratılan var­ lıkların doğalarındaki değişik zenginlik ve eşitsizlikle kendisine katıldıkları yetkin var­ lık Tanrı ve dünyadaki ereklilik devindiricısi olan yönetici Zekâ Tanrıdan oluşuyor­ du. Bu beş yol apaçık olmamakla birlik­ te, zorunlu bir biçimde Tanrı'nın varlığına götürür. Tanrı'nın gerçek doğası, filozof­ lar için bilinmeyen bir şey olarak kalır. Yeniplatonculuk uzantısında yer alan aziz Thomas, Tanrı üzerine eleştirel bir söylem görüşü önerir. Olumsuzluk dile tannsal aşkınlığı örnekseme yoluyla, ama yetersiz bir biçimde dile getirmek olanağı sağlar.



thom senolit Tanrının erişilmez giz yanını ancak vahiy ortadan kaldırır. Buna göre bu düşünce doğrultusunda tanrıbilim, inancın ussal anlatımı ve vah yin katkısına etkin bir katılım olan bir bi lim olarak tasarlanır. Thomasçılık, yeniliği nedeniyle daha flzlz Thomas'ın sağlığın da birçok itiraza yol açtı. Gelenekselcik karşısında thomasçılık, kardinal Cajetanus (1468-1534), Francisco de Vitoıia (1486 ■1546), Melchioı Cano (1509-1560) ve Do mingo Bânez (1528-1604) döneminde al­ tın bir çağ yaşadı. Karşı Reform un tanrıbilinısel çabaları, portekizli dominlkerı J a Bo'nun (15891644), Salamanca" karmel lerinin ve Charles Billuart ın (1685 1/57) büyük akademik yorumlarına yol açlı. XIX. yy,‘da, Adam Moellıer bir yana, thomas çılığa karşı yeni bir ilgi uyanması ve din­ sel incelemelere yeniden girişilmesi için Aeterni Patıis encyclicasım (1879) bekle mek gerekti Almanya’da kardinal Merci er'nın etkisiyle louvain'de ve Fransa'da, aziz Thomas'ın yapıtının yeni bir okunma sı amacıyla tarihsel yöntemin uygulanma sına başlandı (yenithorrıasçılık'-). Thomas çı canlanmanın başlıca yazarları arasın da, Antoine Gardeil, Jacques Maritain, Etienne Gilson, Marie-Dominique Chenu, Karl Rahmer, E. Schillebeeckx, Henri do Lubac ve Yves Congar'in adları sayılabi lir. Bu yazarların yapıtları çağdaş tanrıbilimi derinden etkiledi ve tanı ıbilimin son zamanlaıdaki canlanmasına katkıda bulun­ du. T H O M A S İU S (Christian THOMAS, derıir), alman hukukçu (Leipzig 1655 Halle 1728). Leipzig'de ve kendi kurdu ğu Halle Üniveısitesi’ııde (1694) doğal hu kuk dersleri verdi. Okulun biçimciliğine karşı çok sert tepki gösterdi. Alman ga zeteciliğiııin kurucularındandır. T H O M İS İD A E a. Çiçekler, otlar ve çalı­ lar üzerinde yaşayan örümcekler familya sı. (Yana yönelik bacakları nedeniyle yen geç yürüyüşü denen özel bir yürüyüş bi çimi olan bu örümcekler hemen hemen bütün yeryüzüne yayılan kalabalık bir fa­ milya oluşturur.) T H O M İS U S a. (lat. thomisus; geç lat. thomix, yun. Ihomigks, ip, kablo, keten ipliği'nden). Eski Dünya'nın sıcak ve ılıman bölgelerine yayılan örümcek cinsi. (Boyu uzun değil bodurdur; canlı renklerde olur; alçak bitkilerde ya da çiçeklerde yaşar. Thomisidae familyasının örnek tipi.) T H O M O N (Thomas DE), fransız mimar (Nancy 1754 - Petersburg 1813). Paris’te yetişti ve İtalya yolculuğu sırasında Paes turn tapınaklarının görkemi ve Piranesi nin Antıkçağ a bakışı (Leningrad'da, Er mitaj'da korunan desen albümleri) karşı sında derinden etkilendi. Fransa’ya dö­ nünce Artois kontunun mimarı oldu, onunla birlikte Vıyana’ya göçtü. Sonunda, 1799'a doğru Petersburg’s yerleşti. 1800’de Akademi ye kabul edildi, 1802'de Saray mımarlığıne atandı. Başlıca yapıt­ ları. başkentte, dor üslubunda peripteros bir yapı oları Deniz borsası (1804-1816) ve Salm rıhtımı antrepoları, Pavlovsk.’ta Pavel I anısma küçük bir tapınak (1808), Ode sa da hastanedir (1805). T H O M O N D , gaelce T u s ld h -M u ln , Bri an Boru’nun soyundan gelen O'Brienler tarafından yönetilen Munster'in bölünme­ sinden doğan eski İrlanda krallığı. O'Brienler’den biri, Murrough O ’Brien (öl 1551), prensliğini 1543’te Henry Vlll'e bı­ raktı ve karşılığında Thomond earl'ü oldu. T H O M P S O N , Kenada'da (Ingiliz Kolombiyası) ırmak, Fraser’in koiu (sol kıyı­ dan); 280 km. T H O M P S O N , Kanada'da (Manitoba) kent, Winnipeg gölünün K.’lnde; 14 300 nüf, Nikel çıkarma ve arıtma. T H O M P S O N (William), İngiliz iktisatçı (Corcaigh yönetim bölümü, İrlanda, 1785 - Rosscarbery 1833). irlandall büyük bir



toprak sahibiydi. Düşünce bakımından, Berıtham'ın faydacılığı iie Ricardo'nun po­ litik iktisadının etkisinde kaldı. W. Thomp­ son, başlıca yapıtlarında servetlerin dağı lımı ile emek ve sermayenin haklarını in­ celedi; An inquiry into the Principles ot the Distribution ot Wealth Most Conducive to Human Happiness (Servetlerin insanlığın mutluluğuna en uygun bölüşümünün ilke­ leri üzerinde bir araştırma) [1824], Labo ur Rewarded, The Claims o l Labour and Capital Conciliated (Ödüllendirilmiş emek. Emekle sermayenin uzlaştırılması istekle rl) [1827). Thompson's göre, kârın kayna­ ğı. hammadde üzerinde harcanan eme ğin, ona kattığı değerde1' aranmalıdır, Thompson, böyleoe, daha sonra Marx’in geliştireceği artı-değer teorisini formülleş tlrmiş oluyordu. Thompson, sosyal eşitsiz­ liklerin giderilmesinin ancak kooperatitçi iikle mümkün olabileceğini ve bunun mi­ marlığının da işçi sendikalarınca yapılma­ sı gerektiğini düşünüyordu. Bunun yanı sı­ ra, An Appeal of One Halt ot the Human Race (İnsanlığın yarısından gelen bir çağ rı) [1825] adlı eserinde, kadın haklan ve ana ile babaların zulmüne terk edilmiş ço­ cukların durumu ile de ilgilendi ve do­ ğumların sınırlandırılmasını gereğini sa­ vundu, T H O M P S O N (Charles), 1. R itchle ba ronu. İngiliz siyaset adamı (Dundee 1838 - Biarritz 1906). Yönetim bölgesi konsey­ lerinin (Local Government Act, 1888) ku­ rucusudur T H O M P S O N (Francis), İngiliz şair (Pres ton 1859 ■ Londra 1907), Katolikti, Lond ra'da büyük bir yoksulluk içinde yaşadı, uyuşturucuya alıştı ve intihara kalkıştı. Ya­ yımcı Meynell elinden tuttu (1888); bun dan sonraki döneminde heyecan dolu biı gizemcilik içeren yapıtlar (The Hound ot Heaven, 1893), çocuk şiirleri (Sister Soııgs, 1895), Loyola'nin (1909) ve Vaftizci Yahya'nın (1911) yaşamöykülerini ve Shelley üstüne bir denerne (1909) ile bir ilahi (Health and Holiness, 1905) yayım ladı. T H O M P S O N (William Robin), kanadalı böcekbilirnci (London, Ontario, 1887 - Ot tawa 1972). Tirtılsıneğigiller uzmanı olarak 1919 dan 1928 e kadar Fransa’da Ameri­ ka Tarım bakanlığı'nın böcekbilim bürosu na bağlı Avrupa laboratuvarı’nı yönetti. 1943'te Catalogue of the Parasites and Predators of insects Pests’in (Zararlı bö­ cekleri öldüren asalakların ve avcı böcek terin kataloğu) yayımına başladı. Sınıflan dırma ve biyoloji çalışmalarının dışında, böcek yiyen asalak toplulukları ile konak ları arasındaki ilişkileri matematiksel for­ müllere bağladı T H O M P S O N (John Eric Sidney), İngi­ liz arkeolog (Londra 1898 - Cambridge 1975) Takvim üzerine gerçekleştirdiği çalışmalaıla, maya kronolojisinin ve maya di­ linin çözülmesinde ilk adımların atılması­ nı sağladı. T H O M P S O N (James Myers Thomp SON, Jirn —denir), amerikalı yazar (Anadarko, Oklahoma, 1906 - Los Angeles 1977). Üniversite öğrenimini tamamladık tan sonra çeşitli meslekleri denedi ve pulp magazine’ler için öyküler yazdı. 1942-1973 arasında, kötümser, içkarartıeı, acımasız ve dehşet verici 29 roman yazdı; B. Tavernier’nin Toplan temizlik (Coup de torchon, 1982) adıyla sinemaya uyarladığı Pop. 1280 (1964), A Hell of a woman (1954) bunlar arasındadır. T H O M P S O N (Robert G ), amerikalı ko­ münist lider (Coos Bay, Oregon, 1915 ■ New Yoık 1965). 1933’te Komünist partl'ye girdi ve ispanya iç savaşı'nda Ulus­ lararası tugaylar’a katıldı. Uiusai düzeyde bir lider olan Thompson 1949'da yıkıcı fa­ aliyetlerle ilgili bir yasa olan Smith Act'a aykırı davranmaktan üç yıl hapse mah­ kûm oldu ve yeraltı etkinliklerine başladı. 1953’te tutuklandı, yedi yıl hapiste kaldı.



TH O M P S O N (John G.), İngiliz materna tlkçi (doğm. 1932). 1963'îe Feit ile birlikte tanıtladığı ve abeici olmayan her basit sonlu grubun kesinlikle çift basamaktan olduğunu ortaya koyan teoremle grutalar kuramının başında belirtilen bir sanıyı çöz dü. En küçük sonlu basit grupları tam ola­ rak belirlediği için, 1970'te Fîelds madal­ yasını aldı.



11497



F. G. Mayor



TH O M P S O N (Daley), İngiliz del^atloncu (Londra 1958). 1980 ve 1984 olimpiyatla­ rında şampiyon oldu, T H O M S E N (Christian Jürgensen), da nimarkalı arkeolog (Kopenhag 1788 - ay: y. 1865), Kopenhag Kuzey ülkeleri eski eserleri ınüzesi’nl kurdu. Avrupa'nın Tarihöncesi'nl sistemli bir biçimde ele alan ilk yapıt olan ve Taş, Tunç ve Demir çağları­ nın birbirini izleyişini gözler önüne seren Ledetraad tıl nordısk Oldkyndıghed (Ku­ zey ülkeleri eski eserleri kılavuzu) [1836] adlı yapıtı yazdı. T H O M S E N (Julius), danimarkalı kimya­ cı (Kopenhag 1826 ■ay. y. 1909). Kopen­ hag Teknik kimya okulu'nun müdürü ol du (1883), kimyasal dönüşümlerde ener­ jinin korunumu ilkesini açıkladı; 3 500’den çok ısı ölçümü yaptı ve çeşitli asitlerin kuv­ vetini gösteıen bir tablo hazırladı. T H O M S E N (Wilhelm Ludvig Peter), da nimarkalı dilbilimci, türkolog (Kopenhag 1842 - ay. y. 1927). Kopenhag Üniversite­ si filoloji fakültesi ni bitirdi (1867). Germen dillerinin fin lap dilleri üzerindeki etkisiyle ilgili doktora tezi (1869) ona Berlin Akade­ m isinin Bopp ödülü'nü kazandırdı. Dille­ rin birbirinden sözcük alışının kurallarını saptayan tez, dilbilimin bu konuyla ilgili dalını kurmuş vş düzenlemişti Kopenhag Üniversitesi’nde doçent (1871), profesör (1875), ordinaryüs profesör (1887) oldu. Danimarka Bilimler akademisinin baş kanlığına seçildi (1909). Bildiği 16 dille il­ gili türlü konular üzerinde özgün araştır maları (Roman dillerinin sesbilgisi [1875], Ari dillerindeki a ve damak sesleri [1877], Hindistan'daki Munta-Santali dilleri [1892], Eski Anadolu'daki Lykia dilinin sözdizimi [1899], Etrüsk dilinih Kuzey Kafkas dille­ riyle akrabalığı [1899] vb.) vardır. Türkolojıye en önemli katkısı ise göktürk* yazı­ sını çözerek Orhon* yazıtlarını ilk kez oku­ muş olmasıdır (1893). Bu çalışmasında Fin-Ugur kurumu ve Rus akademisinin yayımladıkları tıpkıbasımlardan (1892) ya rarlandı. Tipkıbasımlarda Kül Tigin ve Bil­ ge Kağan yazıtlarının üzerindeki kısa çince metinler de yer alıyordu. Thomsen ön­ ce 38 harf kullanılmış olduğunu, yazının yukardan aşağı doğru yazıldığını, sözcük­ lerin üst üste iki noktayla ayrıldığını, sü­ tunların sağdan sola doğru dizildiğini sap­ tadı. Çok yinelenen bir harfin ı, i sesini ver­ diğini belirledi; türkçenin yapısına daya narak öteki seslileri ortay« çıkardı. Sık yi­ nelenen bir sözcüğün " /T/jt-tanrı" oldu­ ğunu anladı. Çince metindenyararlana­ rak " ng/î/Jfc-Kül Tlgln" ve " krüt-Türk" sözcüklerini söktü Bu ilk adımlardan son­ ra tüm yazıtları okumayı başardı Buluşu­ nu Danimarka Bilimler akademisine sun­ duğu Déchiffrement des inscriptions de TOrkhon et de i'Iénissei, notices prélimi­ naire (Orhon ve Yenisey yazıtlarının çözül­ mesi, giriş notları, 1893) adlı bildirisiyle bi­ lim dünyasına duyurdu. Daha sonra ya­ yımladığı Inscriptions de TOrkhon déchiff­ rées (Çözülmüş Orhon yazıtları, 1896) adlı yapıtı çağdaş türkolojinin en önemli adım­ larından birini oluşturdu. (~* Kayn.)



aziz Thomas More air portreden ayrıntı [Genç Holbein’ın yapıtı) Trick Collection, New York



National Portrait Gallery



Sidney Gilchrist Thomas National Portrait Gallery, Londra



İn g llii turizm bOrm u



T h o m s e n h a s ta lığ ı, danimarkalı he­ kim Asmus Julius Thomas Thomsen'in (1815-1896) hem kendisinde, hem ailesin­ den 64 kişide bulup 1876'da tanımladığı doğuştan miyotoni tipi, Başat otozomai yoldan geçer ve 4 ya da 5 değişik şekli olabilir. Kas hlpertrolislyle birlikte bir mi­ yotoni ile belirgindir.



Dylan Thomas



T H O M S E N O Ü T a. (fr, thomsenolite). Miner. Monoklinik sistemde yer alan, hid-



Augustus John'un bir portresinden Wales (Ihısal n tù m . Cardift



Roger Garwood



ratlı doğal alüminyum, kalsiyum ve sod­ yum flüorür. TH O M S O N (James), İskoç şair (Ednam, Borders, 1700 - Richmond 1748). Doğa­ ya övgü niteliği taşıyan ve Avrupa şiirin­ de bir yeniden doğuşa damgasını basan The Saisons"tan (Winter, 1726; Summer, 1727; Spring, 1728; Autumn, 1730) ve so­ ğuk ve tekdüze felsefi şiiri Liberty'den (1735-36) sonra, Spenser tarzı stanzalardan oluşan The Castle of indolence'ta (1748) tembelliği yüceltti. Trajediler (Sophonisbe, 1729; Edward and Eleonora, 1739; Coriolan, 1749) de yazan Thomson, David Mallet ile birlikte yazdığı Alfred, a Masque (1740) adlı yapıtta ünlü marş Ru­ le Britannia'yı verdi. “ Şiirsel’Tik cilası al­ tında resimsel bir görkemlilik, yapıtlarının ayırıcı özelliğini oluşturur.



sir William Thomson lord Kelvin Fleming



T H O M S O N (Thomas), İskoç kimyacı (Crieff 1773 - Kilmun, Strathclyde, 1852). Glasgowda, Büyük Britanya'nın ilk araş­ tırma laboratuvarını kurdu. Dalton'un atom kuramını yaygınlaştıran ilk bilim adamlarından biridir; platinin amonyaklı komplekslerini inceledi. T H O M S O N (James). İngiliz fizikçi ve mühendis (Belfast 1822 - Glasgow 1892), lord Kelvin'in büyük kardeşi. Belfast'ta in­ şaat mühendisliği dalında profesör oldu (1851), 1873'te, Glasgow'da Rankine'in ye­ rini aldı. Termodinamikte, basıncın erime noktası üzerindeki etkisini veren formülü geliştirdi ve buna dayanarak, sıkıştırılmış buzun görünür plastikliğini açıkladı; ayrı­ ca karbondioksidin suda çözünmesinin ya­ rattığı ısıl etkiyi inceledi.



sir Joseph John Thomson René de L'Hdpital'in yaptığı bir portreden ayrıntı



Thonburi Vat A/un kulesinden ayrıntı XVIII. yy. sonu.-XIX. yy. başı



dı. Jeofizik alanındaki incelemeleri de çok önemlidir: yerkabuğunun gelgitleri, yerkü­ renin sertliği, gelgitlerin Yer'in dönme de­ vinimi üstündeki yavaşlatma etkisi. Ayrıca Yer'in yaşı ve Güneş'in büzülmesi (1862) üzerine İncelemeler yayımladı. 1876'da, diferansiyel denklemlerin mekanik bir çö­ zümüne ulaşmayı sağlayan ilk integrasyon düzeneğini hazırladı. Thomson, benze­ şinin hesap makinelerinin yaratıcısı sayı­ labilir. T h o m so n e tk is i. Elekt. İçinden bir akım geçen ve bir sıcaklık gradyanının et­ kisindeki homojen bir iletkende, bir ısı ak­ tarımı oluşturan termoelektrik etki T h om so n fo rm ülü . Elekt. Bir sığa (C). bir öz indüktans (L) ve bir dirençten (R) oluşmuş bir salınım devresinin rezonans frekansını (f) hesaplamaya olanak veren formül: _ i İl R2 f ~~



2u ^ LC



4L2



R direnci küçükse -kı genellikle öyledir-, bunun yer aldığı terim gözardı edilebilir ve formül aşağıdaki biçimi alır: f = — i----2-ttV L C



T H O M S O N (James), ıskoç şair (Port Glasgow, Strathclyde, 1834 - Londra 1882). Shelley ve Novalis'in izleyicisi. Öğ­ retmenlik yaptığı askeri okuldan disipline uymadığı gerekçesiyle uzaklaştırıldıktan sonra, Ch. Bradlaugh ile birlikte National Reformer'da devrimci ve malthusçu bir tanrıtanımazlık yolunda savaşım verdi ve umutsuzluğunu şiirlerine (The City of Dre­ adful Night, 1880; insomnia, 1882) sak­ ladı.



TH O M S O N (sir George Paget). ıngiliz fi­ zikçi (Cambridge 1892 ay. y. 1975), sir J. J. Thomson'un oğlu. Birinci Dünya sa­ vaşı sırasında, Royal Air Force'ta çalıştı ve bazı aerodinamik problemlerini incelemek üzere çok sayıda deneme uçuşu yaptı. Aberdeen Üniversitesi'nde (1922), daha sonra Londra Üniversitesi'nde profesör ol­ du (1930), 1927'de hızlı elektronların kris­ tallerdeki kırınımını buldu, böylece de Broglie'nin dalga mekaniğinin temel ilke­ sini doğruladı; bu çalışmalar yeni bir çö­ zümleme yönteminin bulunmasını sağla­ dı. ikinci Dünya savaşı sırasında, atom bombasını incelemek üzere bir araya ge­ len İngiliz komitesinin başkanlığını yaptı. Ayrıca, 1945’ten başlayarak denetimli ter­ monükleer kaynaşmayla ilgilendi. 1937 Nobel fizik ödülü’nü amerikalı Davisson ile paylaştı. TH O M S O N (Roy Herbert), Thom son o f Fleet 1. baronu, 1963'te İngiliz vatan­ daşlığına geçen kanadalı gazete sahibi (Toronto 1894 - Londra 1976). Birçok ame­ rikan ve kanada yayınının yanı sıra 1981’e kadar Times ve Sunday Times'ı da içeren Thomson Organization'! kurdu ve yönet­ ti. —Oğlu K e n n e t h Roy, Thom son of Fleet 2. baronu (Toronto 1923), Thomson grubuna bağlı çeşitli basın kuruluşlarını yönetti. 1971'den 1981'e kadar da Times' ın ortak-başkanlığını yaptı. T H O M S O N (Virgil), amerikalı besteci (Kansas City 1896 - New York 1989). Nadia Boulanger'yle çalıştı, New York Herald Tribune'üe eleştiriler yazdı. Satie' nin etkisinde kaldı. Yeniklasik bir üslupla orkestra müziği (bu arada iki senfoni), org parçaları, operalar (Four Saints in Three Acts [Gertrude Stein'in librettosu üzerine], (1934) ve Lord Byron (1972) ve R. Flaherty'nin Louisiana Storysinin film müziğini besteledi.



TH O M S O N (sir William), lord Kelvin, In­ giliz fizikçi (Belfast 1824 - Netherhall, Strathclyde, 1907). 1846'da, Glasgow da TH O M S O N (Elihu), amerikalı mucit fizik öğretmenliğine başladı, bir matema­ (Manchester, İngiltere. 1853 - Swamptik dergisinin yönetimini üstlendi; 1890'da, scott, Massachusetts, 1937). Elektriğin sa­ Londra Krallık kurumu'nun başkanı oldu. T H O M S O N İT a. (fr. thomsonıte; İngi­ nayiye uygulanmasına ilişkin pek çok ica­ Özellikle ısı ve elektrik alanında çalıştı. Bu­ liz mineralog T. Thomson'un adından). dı ona borçluyuz: özellikle, arkların man­ zun erime noktasının basınçla değiştiğini Miner. Hidratlı doğal kalsiyum ve sodyum yetik üflemesi, direnç yöntemiyle elektrik belirledi ve 1852’de gazların genişleme­ alüminosilikat. (Ortorombik sistemde yer kaynağı, itlmli motorlar (1888), yüksek fre­ siyle elde edilen soğumayı buldu (Joute alan thomsonit zeolitler grubundandır.) kanslı alternatörler. elektrik enerjisi sayaç­ -Thomson" etkisi). Termodinamik üstüne T H O N - TON. ları vb. Thomson 1883’te, Thomson-Housçalışmalarıyla, yalnızca belirlenir olmakla ton Company'nin kurucuları arasında yer kalmayıp ölçülebilir bir büyüklükte olan ■ T H O N B U R İ, Tayland'da kent, Bangtermodinamik sıcaklığın (ya da mutlak sı­ aldı. kok’un karşısında; 695 200 nüf. Pirinç iş­ caklık) benimsenmesini sağladı. Elektro­ «T H O M S O N (sir Joseph John), İngiliz fizik­ leme. Tekstil. Üniversite. 1767-1782 arasın­ statiğin matematiksel kuramına katkıda da ülkenin başkentiydi. Çok sayıda ve il­ çi (Cheetham Hill, Manchester yakınında, bulundu; elektrik görüntüler yöntemini or­ gi çekici buddha tapınağı (XVII.-XIX yy.'ın 1856 - Cambridge 1940). Chambridge'te, taya attı, 1851'de devingen mıknatıslı gal­ İlk yarısı); ünlü Vat Arun tapınağı (1820' Maxwell'in öğrencisiydi, 1884'te bu üniver­ vanometreyi, kaydedici sifonu tasarladı, den sonra genişletilen Şafak tapınağı). sitede deneysel fizik profesörlüğüne atan­ 1853'te salınım devreleri kuramını açıkla­ Önemli duvar resmi okulu; bronz dökümdı, Cavendish laboratuvarı’na girdi; dünya­ nın en büyük deneysel fizik merkezlerinden evleri (heykel, çan). Ch Lènars biri olan bu laboratuvarda kırk iki yıl çalıştı T H O N E T (Michael), alman mobilya ta­ ve buraya müdür oldu. Ayrıca Londra'da sarımcısı ve sanayicisi (Boppard, Koblenz Royal institute'de profesörlük, 1916’da Ro­ yakınında, 1796 - Viyana 1871). 1821'de yal Society'ye başkanlık yaptı. Boppard'da bir atölye kurarak ağacı bu­ J. J. Thomson, fiziğin genel olarak bü­ harda bükme yöntemim inceledi ve dağ­ tün problemleriyle ilgilendi, ancak araş­ lık bölgelerde uygulanan bu eski tekniği, tırmalarının temel amacı, maddenin elek­ vidalı ya da yaoıştırma yoluyla birleştirilen triksel özelliklerini bulmaktı. 1881'de ya­ elemanlardan oluşan, sandalye, koltuk vb. yımlanan İlk incelemesinde elektriğin yapımına uyguladı. Koblenz'de, oğullarıy­ maddenin temel özelliklerini eylemsizliği la yerleştiği Viyana'da, Londra sergisi'nde ve kütleyi içerdiğini göstererek, elektronik (1851) ürünlerini tanıttı. 1860'lı yıllarda, seri kuramının temelini attı. 1894'te katot ışı­ üretime geçerek ucuza mal olan ürünler nımının hızını ölçtü; 1897’de yaptığı ünlü gerçekleştirdi, bunlar bol bol dışarıya sa­ bir deneyle, elektron yüküyle kütlesinin tıldı ve taklit edildi. Viyana'daki Ayrılık ha­ elm oranını belirledi, bir yıl sonra da bu reketi, sonra A. Loos ve Bauhaus okulu, yükün mutlak değerini buldu. Atomların ağacın yerine, uluslararası mobilyacılığın kütlesini ölçmeye yarayan kütle spektrovazgeçilmez bir malzemesi durumuna ge­ grafını İcat etti; bu aygıt yardımıyla izotop­ len çelik boru arı kullanarak, yarı bitmiş lar keşfedildi. Elektronları, pozitif bir çekir­ gereçlere dayanan bir sanayiye ağırlık dek içinde yer alan bir atom modeli tasar­ verdiler. Thonet firması da bu tür mobil­ ladı; bu model daha sonra Rutherford ta­ yalar üretti ve piyasaya çıkardı. rafından değiştirildi. (1906 Nobel fizik ödü­ TH O N G A L A R - TSONGALAR. lü.) TH O M S O N (Torn), kanadalı ressam (Claremont, Ontario, 1877 - Canoe gölü, Algonquin Provincial Park, 1917). Bir ka­ za sonucu ölen ve gelecekteki Yediler* grubu üyelerinin arkadaşı olan sanatçı, düz yüzeyler halinde kullandığı güçlü renklerle, kanada manzaralarını ustaca canlandırdı; taslaklarında bir tazelik göze çarpar (Kanada Ulusal galerisi, Ottawa).



T H O N O N - L E S - B A İN S , Fransa'da (Haute-Savoie) arrondissement merkezi, Leman gölünün güney kıyısının yukarı­ sında; 30 667 nüf. (1992). Chablais'in eski merkezi olan Thonon, bugün bir sayfiye ve boraltım sistemi ve metabo­ lizma hastalıklım İçin kaplıca merkezidir. TH O R ya da T O R , İskandinav tanrısı, Odin ile lord’u ı oğlu. Gökgürültüsü, Şim-



Thorndike şekler ve Bereketli Yağmurlar tanrısı. Hal­ kın çok benimsediği dev görünüşlü, yiyip içmeyi seven kalender bir tanrıdır. Tanrı­ ları ve insanları canavarlara karşı korur. Tüm tanrılar gibi Ragnarök'te yaşamı son bulur, ancak önce yılanı ezerek kahra­ manca ölür. Thor, danlmarka denlzbilim araştırma gemisi. (Bu gemide, 1908-1909'da, J. N. Nielsen yönetiminde, Akdeniz'de önemli hidroloji araştırmaları gerçekleştirildi.) Thor, 50'li yılların sonunda geliştirilen ve üst katların eklenmesiyle ABD'nin en önemli uzay fırlatıcılarından biri haline ge­ len, orta menzilli amerikan füzesi. Ana mo­ deli, ilk kez 1960'ta hizmete giren ve ya­ pılan önemli iyileştirmelerden sonra günü­ müzde de kullanılan Thor-Delta füzesidir. Thor-Delta 3920/PAM füzesi, yereksenll uyduların yörüngesi doğrultusundaki ak­ tarım yörüngesi üzerine 1 250 kg’lık bir yükü yerleştirebilir. T H O R A C A N T H A a. Göğsünün arka­ sında uzun dikenler bulunan, küçük be­ denli zarkanatlı cinsi. (Eucharidae famil yası.) TH O R A C İC A a. Sülükayaklı kabuklular takımı. (Anatifera'lan, Balanus1ları vb. kap­ sar.) TH O R A C O SA U R US a. Avrupa ve Günay Amerika Üst Kretase dönemi katmanlaılında fosillerine rastlanan, burnu gavıallerinki gibi uzun, sürüngen timsah cin­ si.; (Eusuchia alttakımı.) THORA C OSTR A C A a. Malacostraca altsınıfından, birçok göğüs bölütü bir ör­ tenekle kaplı başlıgöğüs biçiminde az çok kaynamış olan kabuklular öbeği. (Bu ka­ rışık öbeğin taksinomı açısından hiçbir de­ ğeri yoktur.) T H O R A K (Josef), avusturyalı heykelci (Salzburg 1889 - Hartmannsberg bei Ro­ senheim, Yukarı Bavyera, 1952). Berlin Güzel sanatlar akademisl'nde Mauzel'in öğrencisi oldu. 1930'dan sonra bir süre Türkiye'de çalıştı. Başlıca yapıtları: Dil ve tarih-coğrafya fakültesl’nln bahçesindeki granit Atatürk büstü ve Anton Hanak’la birlikte yaptığı Ankara'daki Güven anıtı. T H O R A K S . Tar. coğ. Anadolu'da, Ege bölgesindeki Gümüş* dağının Antlkçağ' daki adı. TH O R B E C K E (Johan Rudolf), hollandalı siyaset adamı (Zwolle 1798 - Lahey 1872). Liberal milletvekili (1840), anayasa­ nın başlıca hazırlayıcılarından biri (1848); 1849’dan 1853'e kadar hükümet başka­ nı oldu; özerklik yanlılarının istekleri ile merkezi iktidarın gereklerini dengeleme­ yi başardı, ancak yardım kurumlarını la­ ikleştiremedi, papa Pius IX’un beş katolik piskoposluk kurması üzerine görevden çekildi. Yeniden iktidara geldiğinde (1862 -1866) serbest mübadeleyi destekledi, ijmuiden limanında Amsterdam kanalının ve Nieuwe Waterweg'in yapımına girişti. 1871-1872'de son kez hükümet başkanlı­ ğı yaptı. T H O R B JÖ R N H O R N K L O F İ, Harald I Hârfager'in (IX.-X. yy.) sarayında yaşa­ mış İzlandalI skald. Hafrsfjord savaşı’nı ve krallık sarayındaki yaşamı anlatan Haraldskvaedi'yı ve Glymdrâpa'yı yazdı. T H Ö R 0 A R S O N (Thörbergur), İzlanda­ lI yazar (Sudursvelt, 1889 - Reykjavik 1974). Köy kökenliydi, kendi kendini yetiş­ tirdi, teozofiye ve isplritizmaya ilgi duydu. Daha sonra sosyalizme yöneldi, ama bu arada teozoflyi de yadsımadı. Önceleri dönemindeki halk şiirinin parodisi niteli­ ğinde yergısel şiirler (Hvitir Hrafnor, 1922) yazdı, ama ünlenmesi Bref Til Laro (1924) adında tuhaf bir yapıtla gerçekleşti. İzlan­ da kapitalizminin, alaycı bir Içebakışın renk kattığı iğneleyici bir eleştirisi niteliğin­ deki bu yapıtla faşizme savaş açtı ve sos­ yalizmi savundu. İskandinavya ve SSCB (bu ülkeye sonsuz bir yakınlık duymuştur)



gezilerinin ardından iztenzkur Adali (1938) ve Ofvitinn (1940) adlı iki ciltlik özyaşamöyküsü ile yaşlı bir papazın anılarını anlatan ve İzlanda'nın kültür değişimlerini yansı­ tan Aefisaga Ama Thorarinssonar'ı (6 cilt, 1945-1950) yayımladı. Son olarak da ken­ di gençlik anıları (1956-1958) yayımlan­ mıştır. TH O R E A U (Henry David), amerikalı ya­ zar (Concord, Massachusetts 1817 - ay. y. 1862). Önce ilkokul öğretmenliği yaptı, sonra ticareti denedi; desen ve resim ça­ lıştı, sonunda emekliye ayrıldı, yalın ve az­ la yetinen bir yaşam sürmeye başladı. A Week on the Concord and Merrimac Ri­ vers (1849), Walden (1854) adlı yapıtların­ da bir göl kıyısında geçirdiği insanlardan uzak yaşamını (1845-1847) anlatır; ölü­ münden sonra yayımlanan (Excursions. 1863; The Maine Woods. 1864; A Yankee in Canada. 1865) yapıtlarında ve günlük­ lerinde (1905) sürekli biçimde kalıplara karşı çıkar ve amerikan İdeolojisinin ayırtedici özelliği olan bireyciliği benimser. Dü­ şünce açısından, deneyüstücülükten ,ve Emerson'dan esinlenir, sık sık hlntli düşü­ nürlere, alman İdealizmine göndermeler­ de bulunur, bu arada, yaşamın küçük ay­ rıntılarını, halk dilinin tadını, günlük şey­ lere İlgiyi de unutmaz; bu tutumu "self -reliance'ln (özgüven) gücünü doğrula­ ma ve toplumun her türlü aşırı baskısına karşı bireyin haklarının güvence altına alınma yolu olarak görmek gerekir. T H O R E Z - TOREZ. T H O R E Z (Maurice), fransız siyaset ada­ mı (Noyelles-Godault, Pas-de-Calais, 1900 - Karadeniz’de 1964). 12 yaşında bir ma­ den şirketinin bürosunda çalışmaya baş­ ladı. 1914’te alman istilası yüzünden aile­ siyle birlikte göç etmek zorunda kaldı. 1920'de askere gidinceye kadar çeşitli mesleklerde çalıştı. 1919'da Sosyalist parti'ye (SFİO) girdi, Tours kongresi'nden sonra Komünist partisl'nl yeğledi, asker­ liği biter bitmez Pas-de-Calais, daha son­ ra Kuzey bölgesi komünist federasyonu daimi sekreteri oldu. 1924'te, FKP merkez komitesine, 1925'te polltbüroya girdi ve aynı yıl Fas savaşı'na karşı kurulan komi­ teyi yönetti. 1928'de Komünist enternâsyonal'in yürütme komitesi üyesi, nisan 1929’da FKP kolektif sekreterliği üyesi ol­ du. 1927 de askerleri itaatsizliğe kışkırt­ makla suçlanarak hapse atıldı (haziran 1929 - nisan 1930). Temmuz 1930'da or­ tak sekreterler Barbé ve Célor'u görevden uzaklaştıran Enternasyonalin desteğiyle FKP'nin genel sekreteri oldu. Nisan 1931‘de Enternasyonalin prezıdyunıuna girdikten sonra, Henri Barbusse ve Ro­ main Rolland’ın başlattıkları (1932) Amsterdam-Pleyel hareketini desteklédi ve Enternasyonalin Fransa temsilcisi Evgen Fried’ın yardımıyla SFİO ile bir zirve İttifakı (temmuz 1934), arkadan bir “ halk cephesi" (bu deyimi ekim 1934'te ortaya attı) kurmaya girişti. 1932'de milletvekili ol­ du, 1936'da yeniden seçildi, 3 eylül 1939'da silah altına alındı. 4 ekimde En­ ternasyonalin emriyle kıtasından ayrılarak SSCB'ye gitti 25 kasımda firar suçundan hüküm giydi ve şubat 1940'ta fransız va­ tandaşlığından çıkarıldı. Ekim 1944’te Ge­ çici hükümetçe affedildi, kasımda Fransa' ya döndü. Ekim 1945'te milletvekili seçil­ di, General de Gaulle'ün hükümetinde (kasım 1945 - ocak 1946) kamu yönetimiy­ le görevli Devlet bakanı oldu, kamu yöne­ timi statüsünün hazırlanmasında önemli rol oynadı. Daha sonra Félix Gouln, Ge­ orges Bidault ve Paul Ramadier hükümet­ lerinde Başbakan yardımcılığı (mayıs 1947’de komünist bakanların hükümetten atılmasına kadar) yaptı. Ekim 1950’de bir beyin kanarfıası geçirdi, tedavi için SSCB'ye gitti, dönüşünde FKP'nin yöne­ timini yeniden ele aldı. Partinin XVII. Kongresinde (mayıs 1964) genel sekreter­ lik görevinden ayrılarak parti başkanı ol­ du. Fils du peuple (Halk çocuğu) adıyla



özyaşamöyküsünü yayımladı (1. bas. 1937). TH O R İK O S . Tar coğ. Attlke'nln doğu kı­ yısında küçük kasaba, Atina synoikismos' unun öğelerinden biriydi. İ.Ö. 409’da Ati­ nalIlar, Laurion madenlerine giden yolu savunmak için burayı tahkim ettiler. Antik kalıntılar iki alana yayılmıştır: her iki lima­ nı koruyan, klasik dönemden uzun surla­ rın yer aldığı Aghios Nlkolaos yarımadası ve Velaturi. Bu tepenin eteğinde, İ.Ö. V. yy.’da yapılmış, sonra genişletilmiş olan basamaklı tiyatro ile bir Demeter ve Kore tapınağı vardır. Daha yukarıda, sokakla­ rı, evleri, metalürji kuruluşlarıyla bir sana­ yi semtinin kalıntıları ortaya çıkarıldı: ma­ den filizi yıkama havuzları, atölyeler ve maden dehlizleri, Tunç çağı’nın başlangı­ cında başlayan etkinliğin İ.Ö. IV. yy.'da en parlak dönemine ulaştığını ve Roma ça­ ğında ortadan kalktığını göstermektedir. Akropolls'e, Yenitaş dönemi başlarında in­ sanlar yerleşti. Biri İ.Ö. 1500'e doğru ya­ pılmış olan İki büyük kral tholosu, Mykenai dönemine tarihilenir.



11499



Van Dorp



T H O R İL D (Thomas THOREN. Thom as —denir), İsveçli yazar (Svarteborg 1759 - Greifswald 1808). Rousseau’ya ve Fran­ sız devrimi'ne hayrandı, şiirleri (Passionerna. 1781) ve polemik türündeki yeteneğiy­ le (En critık öfver critiker, 1791 ; De la nob­ lesse naturelle du sexe féminin [fr. çev.], 1795). İsveç romantizminin doğuşunda derin bir etkisi oldu. T H O R İS M O N D (öl. 453), Vizigotlar'ın kralı (451-453), Theodorich Un oğlu ve ar­ dılı. Attila'nın yenildiği campl Catalaunicı savaşı na katıldı. Aetius’un kışkırtması so­ nucu kardeşi Theodorich II tarafından öl­ dürüldüğü sanılır. T H O R N (Gaston), lüksemburglu siyaset adamı (Lüksemburg 1928). Avukatken 1959'da milletvekili seçildi; 1961’de Lük­ semburg Demokrat partisi başkanı, Avru­ pa parlamentosu ve Avrupa konseyi üye­ si, Gelişmekte olan ülkeler komisyonu başkanı oldu; 1969 da Dışişleri bakan­ lığına atandı. 1974 haziranında yeni hü­ kümeti kurmakla görevlendirildi ve sos­ yalistlerle merkez sol koalisyonu kurdu. 11 haziran 1979’da İstifa etti; Avrupa komis­ yonu başkanlığı yaptı (ocak 1981 - ocak 1985). T h o rn t o s t i (amerikalı hekim George Widmer Thorn’uh [doğm. 1906] adından), böbreküstü bezinin, hlpofız hormonların­ dan kortıkostimüline (A.C.T.H.) verdiği ya­ nıtı değerlendirmeye yarayan fizyolojik de­ ney. Test, belirli bir miktar A.C.T.H. şırınga etmeye dayanır; A.C.T.H normal bir kişi­ de hem 17-ketosteıöitlerin ve 11-oksikortikoltlerın artmasına, hem de kanda eozinofll sayısında büyük ölçüde çoğalmaya ne­ den olur.



Johan Rudolf Thorbecke



İPS



Henry D. Thoreau



THORNABY-ON-TEES, Büyük Britan­ ya’da (Cleveland) kent; 22 800 nüf. Demir -çelik. Makine sanayileri. T H O R N D İK E (Edward Lee), amerikalı ruhbilimci (Williamsburg, Massachusetts, 1874 - Montrose, New York, 1949). Dav­ ranış alanındaki çalışmaları (Animal intel­ ligence [Hayvan zekâsı], 1898-1901) ve öğrenme konusundaki araştırmaları, de­ neysel ruhbilimin gelişmesine büyük bir katkıda bulundu (An Introduction to the Theory of Mental and Social Measure­ ment [Zihinsel ve toplumsal ölçüm kura­ mına giriş], 1904). New York’taki Colum­ bia Ünlversitesi'nde öğretim ruhbilimi pro­ fesörlüğü yaptı, amerikan pedagojisi üze­ rinde belirgin bir etki gösterdi (Educatio­ nal Psychology [Eğitimsel ruhbilim], 1913 -14; Psychology of Wants, interests and At­ titudes [istek, İlgi ve davranış ruhbilimi], 1935). T H O R N D İK E (Sybil), Ingiliz kadın tiyat­ ro oyuncusu (Gainsborough, Lincolnshire 1882 - Londra 1976). Önce Manchester tiyatrosu'nda, daha sonra Old Vic'te ba-



Keystone



Maurice Thorez (1937'de)



Thorndike bankacı (Londra 1750 - öl. 1815). "Merchant-banker" ve parlamento üyesiydi. Fransa ile savaşan Ingiltere'nin uğradığı iktisadi güçlükleri gördü, enflasyonu ince­ ledi, paranın tedavül hızı kavramını orta­ ya koydu, banka kaimelerini ve mevduat­ ları yeni bir para biçimine indirgedi ve borçlanma ekonomisinin öncülüğünü yaptı. Bir monetarist olarak, her türlü def­ lasyon politikasına karşıydı.



11500



-7



- & ’ fr" ' ’



TH O R P E (James, Jim —denir), amerikalı atlet (Shawnee, Oklahoma, 1888 - Lormita, Kaliforniya, 1953). Amerikan fede­ rasyonu amatörlükle ilgili yönetmelikleri katı bir biçimde uygulayarak Thorpe’un 1912 Stockholm olimpiyatlarında pentat­ lon ve dekatlonda kazandığı iki madalya­ yı geri aldı. Sonradan amerikan futbo­ lunun en iyi profesyonellerinden biri ol­ du. T H O R P E (Jeremy), İngiliz siyaset ada­ mı (Londra 1929), Avam kamarası üyesi (1959’dan 1979'a kadar) oldu; 1967'de Li­ beral parti'nin yönetimini üstlendi ve Avam kamarası'ndaki öteki iki büyük partinin za­ yıf bir çoğunluk oluşturmasından yararla­ narak, partisinin önemli bir rol oynaması­ nı sağladı. 1976’da adı bir skandala ka­ rıştırılınca istifa etti ve siyasal yaşamdan çekilmek zorunda kaldı. Kröller-M üller müzesi



Johan Thom Prikker: Gelin (1893) Ktöllet-M ûller müzesi, Otterto şarı kazandı. Bernard Shaw’un oyunların­ da aldığı rollerle Candida, Saint Joan ken­ dini kabul ettirdi.



i.? .« :■‘¿ r''’ £ i *'



v i â ‘ uM İU î- '



-



Thot bir şauabd üe bezeti bir sandıktan ayrıntı yalar» mermerle kaplanmış ve boyaranış ağaç sars dönemi i o m müzesi Paris



T H O R S (Ölafur), ızlandalı siyaset adamı (Borgarnes 1892 - Reykjavik 1964). 1925’ te ılımlı bağımsızlık yanlısı partinin başı­ na geçti. Birçok kez Başbakan oldu (1942, 1944-1946, 1949-50, 1953-1956, 1959 -1963). TH O R S H A V H , Danimarka’ya bağlı Faerperne takımadalarının merkezi, Strcpmp adasının güney doğu kıyısında; 11 000 nüf. Balıkçılık limanı. XVII. ve XVIII. yy.’dan kalma evler. Ulusal müze (halk gelenek­ leri, arkeoloji, doğa tarihi, modern sa­ nat).



T H O R N H İL L (sir James), ingıiiz ressam (Melcombe Regis, Dorset, 1675 - Thorn­ T H O R S T E İN S S O N (indridi), ızlandalı hill, Dorset, 1734). Ünce Londra’da Hıghgazeteci ve yazar (Skagafjördur 1926). more’un öğrencisi oldu, sonra öğrenimi­ Romanlarında (Terre et fils [fr. çev.], 1963; ni Hollanda, Belçika ve Fransa'da tamam­ Au nord de la guerre [fr. çev], 1971) ve ladı (1717). Daha çok Verrıo ve Laguerre’ uzun öykülerinde (l ’A ssamblée [fr. çev], in geleneğine bağlı, mimarı perspektif et­ 1965) İzlanda kırsal kesimindeki çağdaş kilerinde büyük başarı gösteren bir süs­ yaşamı ve topraklarından kopmuş köylü­ leme ressamı oldu. Londra’daki Saint Paul lerin yazgısını anlattı. katedrali’nın kubbesini, aziz Paulus'un öyT H O R T V E İT İT a. (fr. thortveitite; öz. a. kü sü'nü (1715-1719) canlandıran bir freskle O. Thortvelt'den). Miner. Monoklimk sis­ süslemesi üzerine kraliçe Anne'ın, George temde yer alan doğal skandiyum silikat l'in ve kendisine şövalyelik unvanı veren (Sc2Sı20 7). George ll’nın birinci tarih ressamı olarak atandı. Birkaç sehpa tablosu ve çok sayı­ ■ THORVA LD SEN (Bertel), danımarkalı da desenleri de yaptı Greenwich hastaheykelci (Kopenhag 1770 - ay. y. 1844). nesı'ndeki resimleri (1708-1727) başyapı­ 1797-1819 arasında Roma’da yaşadı; tı olarak kabul edilir. Winckelmann’in kuramlarına ılgı duydu, Canova’nın yanı sıra yeniklasikçılığin ön­ T H O R N P R İK K E R (Johan), hollandade gelen sanatçılarından biri oldu, iason lı ressam ve dekoratör (Lahey 1868 - Köln (1803), ardından Aşk ile Psykhe, Hebe 1932). Belçikalı simgecilerle ilişkiye girdi, (1816), Ganymedes ile kartal (1817) adlı H. Van de Velde ile dostluk kurdu; bölmeyapıtlarıyla üne kavuştu. 1820’de Kopen­ cilığı (Laleli Madonna, 1892, Kröller-Müller hag’a döndü ve ulusal bir kahraman gibi müzesi, Otterlo), Art nouveau’ya yakın bir karşılandı. 1821 de yeniden gittiği Roma’ süsleme üsluplaştırmasıyla (Gelin, 1893, da 1838’e kadar kaldı. Thorvaldsen’ın, Av­ ay. y.) bağdaştırdı. 1904'ten sonra sanat rupa'nın çeşitli kentlerinde yapıtları vardır; yaşamını Almanya’da sürdürdü, çeşitli Varşova’da Jôzet Pomatovvskı. Maınz'de kentlerde dekoratörlük ve hocalık yaptı Gutenbeıg (1833), Stuttgart’ta Schiller (Köln'deki S. Georg kilisesi vitrayları, (1835), Cambrıdge'de Byron konulu yapıt­ 1930). ları, Roma’da Pius Vll'nin mezar anıtı T H C R n T H W A İT E (Charles Warren), (1824-1831). 1821-1840 arasında, en iddi amerikalı iklimbilimci (Bay City 1899 alı yapıtı olan Kopenhag katedrali süsle­ - Bridgeton, New Jersey, 1963). İklimleri melerini yaptı (İsa’nın [birçok kopyası var­ sınıflandırma uzmanı olarak, iklim ayrılık­ dır] ve havarilerin heykelleri). Yapıtlarının larını belirtmek için toprağa giren su mik­ önemli bir bölümü ve kişisel koleksiyonu tarı ile buharlaşma ve bitkilerin terleme­ Kopenhag’daki Thorvaldsen müzesı'nde siyle topraktan çıkan su miktarına (buharbir araya getirilmiştir. ter) ilişkin sorunlarla özellikle uğraştı. ■ T h o t , ibıs başlı insan ya da köpekbaşlı T H O R N T O N (John), coventryli İngiliz maymun olarak canlandırılan mısır tanrı­ cam ressamı. 1408’de yapımına 1405'te sı. Özellikle Hermopolıs (Hmunu) ve Delbaşlanan York katedrali nin doğu cephe­ ta’da tapınılan Ay tanrısı Thot, nesneleri sindeki büyük pencereyi yaptı. 23 x8 m yaratan ve yazıyı bulan bir demıurgos, boyutlar'; ıdakı bu pencere, üstteki taş şe­ ruhları tartan bir yargıç ve bir büyücüy­ bekelerin 161 küçük panosu dışında Es­ dü. Yunanlılar tarafından Hermes'le öz­ ki Ahıt'ten ve Vahiy'den sahneler canlan­ deşleştirildi (Hermes Trısmegıstos). dıran 117 kare pano içerir. T H O U (Jacques Auguste DE), fransız ta­ T H O R N T O N (Herıry), İngiliz iktisatçı ve rihçi ve yargıç (Paris 1553 - ay. y. 1617),



Christophe de Thou'nun oğlu, Paris Kral­ lık mahkemesi başkanı (1587). Devlet da­ nışmanı (1588). Henri III ve Navarra kralı arasında arabuluculuk (1589) yaptı. Hen­ ri IV'ün seferlerine katıldı (1589-1593). Sully ile Guise dükünün birleşmesini gö­ rüştü (1594) ve Nantes fermam'nın yazıl­ masına katkıda bulundu (1598). Kralın ki­ taplığının yöneticiliğini yaptı (1593). 1543 -1607 yılları üzerine bir Histoire universelle (Dünya tarihi) [1604-1608] yazdı. 1609’ da papa tarafından yasaklanan bu yapıt sonraki birçok çalışmaya kaynak oldu T H O U A R S , Fransa’da kanton (DeuxSèvres) merkezi, Thouet'in yukarısında; 11 338 nüf. (1992). XII.-XIV yy.'dan kal­ ma surlar. XII.-XV. yy.'a ait iki kilise. Louis XIII (XVI. yy.'ın ilk yarısından kalma capella) döneminde yapılmış şato. Müze Tarım pazarı. Besin ve makine sanayileri. TH O U E T, Fransa’nın batı kesiminde ır­ mak, Loire'ın kolu (sol kıyıdan); 140 km. Parthenay ve Thouars’dan geçer. Saumur'ün aşağısında son bulur. T H O U H E , Thun’un fransızca adı. T H O U R E T (Nicolaus Friedrich VON), al­ man mimar ve ressam (Ludwigsburg 1767 - Stuttgart 1845). Roma ve Paris'te öğre­ nim gördü. 1797’de tanıştığı Goethe’nin yardımlarıyla Weimar şatosu'nun restoras­ yonu kendisine verildi. 1801'den başlaya­ rak, Stuttgart'ta, önce dük, ardından kral olan ve kendisine soyluluk unvanı veren Württembergli Friedrich için önemli çalış­ malar yaptı. TH Ö K Ö LY (im re )- TÖKÖLİ. TH Ô R N ELL (Olof), isveçli general (Trönö 1877 - Uppsala 1977). İsveç kamuoyuna ta­ rafsızlığı savunmanın gerekliliğini kabul et­ tirdi Wehrmacht hayranı, ancak nazizm­ den hoşlanmayan biriydi. Daha 4 nisan 1940'ta Norveç’e yapılacak alman saldırısı konusunda hükümetini uyardı. Genelkur­ may başkanı (1936), sonra başkomutan ol­ du (1939-1944); ülkesindeki üç ordu ara­ sında sıkı bir eşgüdüm sağlayarak bugün­ kü İsveç savunmasının temelini attı. TH R A N E (Marcus Malier), norveçlı siya­ set adamı (Christiania 1817 - Eau Claire, Wisconsin, ABD, 1890). 1849’da, Chrıstiania’da ilk Norveç sendikası1™ kurdu ve bir bülten yayımladı. Bu sendikal hareket bir yılda 30 000 üyeyi birleştirdi ve ülkenin tüm güney-batı'sını kaplayan bir iletişim ağı kur­ du. Thrane bu sendikadan sonra, siyasal bir parti kurmak istedi, ancak 1851'de öte­ ki liderlerle birlikte tutuklandı ve 4 yıl hap­ se mahkûm edildi. Thrane hareketi kısa za­ manda ilgi çekmez oldu ve Thrane Ameri­ ka'ya göç etti.



Bertel Thorvaldsen



Ganymedes ile kartal mermer, 1817



Thorvaldsen müzesi, Kopenhag TH R A S A M U N D (öl 523) Vandallar’ın kralı (496-523). Bilgili bir prens ve şairdi. Roma dünyasına uyum sağlamayı başar­ dı, ama koyu bir arıusçu olarak kaldı Bü­ yük TheodorıchTn kız kardeşi Amalafride ile evlendi. TH R A SEA P A E T U S (Lucius ya da



Thum b Publius Claudius), romali senator (öl. 66) Stoacıydı Neron'a karşı çıktı ve Senato ta­ rafından ölüme mahkûm edildi Karısı Arrla’nın aynı yazgıyı paylaşmasına karşı çık­ tı ve damarlarını keserek İntihar etti. TH R A S Y B U L O S , atinalı general ve devlet adamı (445’e doğr, - Aspendos İ.Ö. 388). Sisam’da. Dörtyüzier konseyı'ne kar şı ayaklanan ordu tarafından komutan se­ çildi: Alkibıades'ın yardımcısı oldu (411) Denizde, Kyzıkos'ta ve Argınuses'te başa­ rılı savaşlar yaptı (406). Otuzlar tarafından sürgün edilince Thebaı'ye sığındı, oradan altmış sürgünle gen döndü: Phyle'yi (ara­ lık 403), Munıkhıa’yı (403) ve Pire yi (bu­ rada Kritıas öldürüldü) ele geçirdi. Otuzlar'ı Eleusls’e sığınmaya zorladı. Atına’ya, girdi ve demokrasiyi yemden kurdu. Spar­ ta’ya düşman, oligarşi yanlılarına karşı ılımlı bir insan olarak bir genel af ilan etti 395 te Atina'yı Sparta’ya karşı savaşa sok­ tu ve Atina konfederasyonu’nu yemden kurmak için bir donanmayla ionıa kıyıları boyunca zaferler kazanarak ilerledi. Atı na’ya savaş vergisi ödemek istemeyen Aspendoslular tarafından öldürüldü T H R A S Y M A K H O S Kadıköylü ya da Korinthoslu, İ.Ö. V. yy. sonlarında Atına’ d a e tk in lik gösteren yunan sofist. Yapıtla­ rı k a y b o lm u ş t u r



T H R A S Y M E D E S P arosiu , İ.Ö. IV y y.’d a y a ş a m ış yunanlı heykelci. Epıdauro s ’ta Asklepıos tapınağı’nda, özellikle İn­ ce marangoz olarak çalıştı (tavan, kapı, s ü tu n a ra s ı levhaları) ve tanrının, kaybolan a n c a k Epıdauros paralarından bilinen krlz e le fa n tin heykelini gerçekleştim; TH R A U PİD A E a. Zool. familyasının bilimsel adı



TANAGRAGILLER



T h re e M iles island , nükleer santra - HARRISBURG.



T H R E N O S a (geç lat. threnus; yun. threnos. ağıt). Antik Yun. Özellikle Homeros döneminde cenaze törenleri sırasın­ da okunan ağıt. (En ünlü threnoslar ilya da da Hektor’un ölümüne ilişkin threnos ile Simonides ve Pindaros’un bazı bölüm­ le riy le bilinen şiirleridir.) TH R E S K O İR N İTH İD A E a Zool KALIK­ LI BALIKÇILGİLLER familyasının bilimsel adı TH R İL LE R a. (ıng. söze.). Heyecan ya r a ta n gerilim filmi ya da romanı (polisiye y a d a korku). TH R İP İD A E a Kırpıkkanatl! familyası. — A N S İK L Thrıpıdae familyasının birçok türü sebzelere, çiçeklere ve meyve ağaç­ larına büyük zarar verir. Armut kirpikkanatlısı (Toenıothrıps inconsequens) ve T. meridionalis meyve ağaçlarının tehlikeli düş­ manıdır; glayöl kırpıkkanatlısı (T. simplex) ve tütün tnpsı (Thrips tabacı) birçok bo­ dur bitkide gelişir. Umothnps cereahum ve birçok başka tür tahıllara ve buğdaygille­ re büyük zarar verir. Tütün trıpsi ve bağ trıpsı (Thrips longicornıs) Türkiye’de büyük zararlara yol açan türlerdir.



lara oyulmuş yeraltı odaları, bir tapınak­ tan kalan taş heykel parçaları vb.) Hellenistik ve Roma dönemlerlndendir. T H U Â N H A İ, Vietnam'da il, Hö Chi Mlnh-Ville’in K.-D.'sunda; 11 450 km2; 1 170000nüf. (1989). Merkezi Phan Thiêt T H U D AU M Ô T, Vietnam’da kent, Song Be ilinin merkezi, Saigon ırmağı kı­ yısında, Hö Chı Minh-Ville'ln K.’inde T H U E (Axel), norveçiı matematikçi (T0nsberg 1863 - Oslo 1922). Daha çok soyut ve spekülatif araştırmaya yöneldi. Çalış­ malarında, özellikle sayılar kuramını ele al­ dı. Gerçek sayılarla ilgili yem bir yaklaştı­ rırın yönteminden yola çıkarak (Siegel ve Roth bu yöntemi belirginleştirdi) P(x. y) nin iki değişkenli, tam katsayılı ve 2 nci dere­ ceden büyük homojen bir polınom oldu­ ğu P(x, y)= m denkleminin, tamsayı olan (x, y) çözüm­ lerinin ancak sonlu sayıda olabileceğim tanıtladı. T H U E R İS , eski Mısır’ın İyilik tanrıçası Suaygırı bedenli, timsah başlı, aslan ayaklı ve insan kollu bir tanrı biçiminde canlan­ dırırdı. Kötü ruhları ve düşman güçleri uzaklaştırırdı; özellikle hamile kadınların koruyucusuydu. TH U G a. Hindistan’da insan öldürme tö­ renine yer veren bir tarikatın (XII.-XIX. yy.’lar) üyesi. — A n s ik l Thuglar. yaradılışın yok etme İl­ kesini temsil eden brahman tanrıçası Kalı’nın müritleriydi. Kan akıtmamaları gerek­ tiği için kurbanlarını bir atkıyla boğarlar­ dı. Görevleri kazanç sağlamak İçin öldür­ mek olduğundan, kurbanlarını daha çok zengin yolculardan seçerlerdi. Eski Hin­ distan’da meslekleri resmen tanınan ve kazançları karşılığında vergi ödemekle yükümlü olan thuglar yaptıklarının onur­ lu bir ış olduğuna inanırlardı (1835’te ingilizler bunlardan 1 500 kadarını tutukla­ dılar). TH U G C U L U K a. Tar. Hindistan thugları konfederasyonu ve bu mezhebin öğre­ tilerinin tümü. T H U G U T (Franz DE P a u l a . baron VON), avusturyalı siyaset adamı (Linz 1736 - Vi­ yana 1818). Osmanlı devletinde elçi oldu (1769), Bukovina’nın devrim sağladı (1775) Prusya'da, Bavyera veraset görüş­ melerim yürüttü (1778); Eflak-Boğdan va­ lisi oldu (1788), Sistova (Ziştovl) barış gö­ rüşmelerine katıldı (1790). Dışişleri baka nıyken (mart 1793) Prusya'ya düşmanca davranarak Fransa'ya karşı İttifak karşılı­ ğında ödünler istedi ve Rusya'yla yakın­ laştı. Campoformio antlaşmasıyla (1797) gözden düştü ve Hohenlinden’ln ardın­ dan, yerini Cobenzl'e bırakmak zorunda kaldı (1801). TH U K Y D İD E S , kayınbabası Kimon'un ölümünden sonra soylular partisinin etkin önderi olan Atmalı (İ.Ö. 449). Perikles’in malı politikasına karşı çıktı, ancak Atmalı­ lar kendisini 445'e doğru sürgüne gön­ derdiler.



T H R O M B İC U Ü D A E a. Actinotricha ta­ kımının Actinedıdea alttaki rnından akarlar familyası. —A n sİk l Erythreıdae, Trombıdıdae ve Hydrachnellıaae familyasındaki akarların Ü T H U K Y D İD E S , yunanlı tarihçi (Atına İ.Ö. 460 a doğr. - öl. 395'e doğr.). Büyük larvaları gibi bu familyadaki akarların da bir ailedendi: 424 te Trakya kıyılarını sa­ larvaları asalaktır. Bu familyadaki akarlar vunmakla görevli strategos oldu, ancak karada yaşar ve zehir çengelleri TrombıSpartalı Brasıdas'ın Amphipolls’l alması­ didae familyası üyelerinınkıne benzer, nı önleyemedi ve bu yüzden sürgün ce­ ama larvaları daha çok memelilere ve çok zasına çarptırıldı. Peloponisos savaşı ta­ ender olarak eklembacaklılara saldırır. Tro­ rihini anlatan yapıtı (bitmemiştir), İktidarın pikal ülkelerde bunlar ciddi hastalıklara niteliği üzerine derin bir siyası düşünce (çuçuganuşi) neden olan patojen etken­ ürünüdür. V. kitabın sonunda yer alan Ati­ lerin taşıyıcılarıdır. Batı Avrupa'da görülen nalIlarla Miloslular arasındaki görüşme, kırmızıkurt bir Thrombıculidae türüdür hırslarını ahlakı söylevlerle maskelemeye (Thrombıcula autumnalis), çok yaygın, gerek duymadıkları zaman İnsanla İnsan, ama tehlikesiz bir den hastalığı yapar devletle devlet arasındaki gerçek ilişkile­ T H R O N O İ. Tar coğ Kıbrıs adasında rin niteliğim bütün çıplaklığıyla gösterir. kentçık, kalıntıları Larnaka körfezinin D. kı­ Thukydıdes, İnsan doğası hakkında ha­ yısında Pila burnu üzerindedir. Strabon yale kapılmaz, gerçeğe saygı gösterir ve ve Ptolemaıos un sözünü ettiği kentten rastlantıların gerisinde olayların derin ne­ denlerim bulmaya çalışır. Anlatıyla konuş­ günümüze uiaşan kalıntılar (surlar, kaya­



maları uyum içinde kullanan yazarlık sa­ natı, sofistlerin öğretisine çok şey borçlu­ dur, ancak anlatımının yalınlığını yapıtının çarpıcılığını azaltmaz. T H U L E . Tar. coğ Atlas okyanusu’nda ada, Britanya adalarının K.'inde. Adanın varlığından ilk olarak söz eden marsilyalı denizci Pytheas, burasının Bretagne'ın Kunden altı günlük mesafede olduğunu söylüyordu O tarihlerde yeryüzünün son noktası (ultima Thule) olduğu sanılan Thu­ le, efsanevi bir toprak olarak görüldü. —Giz. bil. Gizli bilimler literatüründe, Rus­ ya’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan çok çeşitli coğrafi mevkilerde varlığı ileri sürülen yüce ruhsal merkezin simgesel adı (Bk ansikl böl.) — A n s ik l Özellikle iki Thule olduğu kabul edilir: Atlanta Thulesı (Atlantis miti) ve Hyperboreoı Thulesı. Hyperboreoi Thulesi. Gelenek’m asıl merkezim oluşturduğu ileri sürülür. Gelenek, yanı esasa ilişkin her şey. Thule'den (hiç değişmeyen beyaz ada) gelir ve herkes Thule'yi bir barış ta­ pınağı olarak görüp ona ulaşmaya çalış­ malıdır. Öğretileri nazı ideolojisinin oluş­ masına katkıda bulunan bazı gizli dernek­ ler çoğu kez uzakkuzey simgeciliğine sa­ hip çıktılar (1918'de kurulan ve 1923’te jeopolıtikçı Kari Haushofer’ın de katıldığı Thulegesellschatt bunlardan biridir.) T H U L E , 1910 da Grönland’da, Wolstenholme Fjord’un güney kıyısında, Baffin körfezinin kuzeyinde, Knud Rasmussen tarafından kurulan kutup üssü; yaklaşık 10 000 kadar insan yaşar Bir ticaret merke­ zi ve 1912-1924 yılları arasında Knud Ras­ mussen ve 1950-1951 yılları arasında J. Malaurie tarafından Grönland'ın içlerine düzenlenen seferlerin çıkış noktası oldu ABD 1945'ten sonra Danimarka’yla anla­ şarak burada önemli bir hava üssü kur du, 1951'de stratejik bir üs durumuna ge­ tirildi. 3 500 m'lık pistlerle 1952'de strate­ jik bombardıman uçaklarının inişine elve­ rişli duruma geldi. Thule 1960’tan başla­ yarak BMEWS* sisteminin üç füze saha­ sından biri oldu T H U L İN (Ingrid), isveçli kadın sinema ve tiyatro oyuncusu (Sollefteâ 1929). Ingmar Bergman’ın Yaban çilekleri (Smultronstallet) [1957] ve sonra çevirdiği iki filmle (Nâra livet ve Ansiklet. 1958) ün­ lendi. Tiyatroyu bırakmadan (1960'tan beri Stockholm Belediye tiyatrosu kadrosundadır) beyazperdede uluslararası ba­ şarı elde etti: Domaren (A. Sjöberg, 1960), Mahşerin dört atlısı (The Four Horsemen of the Apocalypse) [V. Minnelli, 1962]. Nattvardsgästerna (1962) ve Sessizlik (Tystnaden) [I. Bergman, 1963], La guerre est finie (A. Resnals, 1966), Vagtimmen (1967) ve Riten (I. Bergman, 1968), Lanetliler (The Damned) [L. Visconti, 1969], Viskningar och Fîop(l. Bergman, 1972), Kafes (la Cage) [P Granier-Deferre, 1975], En och en (1978). Brüsten himmsel (1982) ve After the Rehearsal (i Bergman, 1984) gibi filmler gerçekleştirdi. T H U L L E N (Peter), alman matematikçi (Trier 1907). Münster’de H. Behnke ve Pa­ ris’te G. Julia ve H. Cartan ile birlikte, çok sayıda karmaşık değişkenli analitik fonk­ siyonlar kuramı üzerine yoğun araştırma­ lar yaptı. Özellikle, bu fonksiyonların holomorfl belgelerini inceledi ve belirgin özelliklerinin holomorf dışbükeylik olduğu­ nu ortaya koydu Bu kurama dayanılarak analitik uzaylar geliştirildi Behnke -Thullen’ın Theorie der Funktionen meh­ rerer komplexer Veränderlichen (Çok sa­ yıda karmaşık değişkenli fonksiyonlar ku­ ramı) [1934] adlı kitabı bu kuramın ilk sis­ temli açıklamasıdır. T H U M B , XVII. ve XVIII yy.'larda etkinlik göstermiş mimarlarıyla ünlü germen aile.



11501



H a rtM ra U t k u



ThuKydides antik büst rtıusei Cztprtolini, Romı



T hum b 11502



— MİCHAEL (1640'a doğr. - Beznu, Er> genz yakınında, 1690) ve CHRİSÎİAN



(1645'e doğr. • Au, Vorarlberg, 1726) Württemberg'de birçok kilise gerçekleştirdiler ve 1682'de Schönenberg'de (Ellwangen yakınında hac Opınağı), Vorarlberg kilise­ lerinin, ilkörneğini tasarladılar. — PETER (Bezau 1681 - Konstanz 1766) MıchaeTin oğlu, Franz BeerTn damadı ve öğrencisi. Alsace’daki Ebersmunster manastırı (XVIII. yy.Tn ilk otuz yılı içinde) gibi denemelerden sonra, geç barok üslubun başta ge­ len temsilcilerinden biri oldu: Konstanz gölü yakınında Bırnau hac kilisesi (1746 -1750); Sankt Gallen'de (İsviçre) manas­ tır ve kitaplığın tamamlanması (1758 -1766). T H U M B (Albert), alman h.ellenistik çağ uzmanı (Freıburg im Breısgaü 1865 - ay. y 1915). Çağdaş yunanca ve yunan leh­ çeleri üzerine yaptığı çalışmalarla yunâncanın Antıkçağ'dan günümüze kadar ge­ len sistemli bir tarihini temellendirdi. Ya­ pıtları; Handbuch der r.eugriechischen Volkssprache (Yeniyuncn halk dili üzerine el kitabı) [1895], Die griechische Sprache im Zeıtalter des Hellenismus (Hellenızm çağında yunanca) [1901], Handbuch der griechischen Dialekte (Yunan lehçeleri el kitabı) [2 cilt, 1909]. T H U N , fr Thoune, İsviçre'de kent (Bern kantonu), Aar kıyısında, rmağın Thun gölünden çıktığı yerde; 38 124 nüf. (1990). Çeşitli anıtların bulunduğu turizm merkezi: ilgi çekici kiliseler, XVI.-XVII. yy.'a ait bir belediye konağı; içinde bir Tarih müzesi bulunan ve XV. yy.'da ya­ pılmış yeni bir şatoyla çevrili XII. yy.'dan kalma şato. Askeri okul. Besin Sanayileri. Saat. Makine sanayileri. Seramik. T H U N gölü, İsviçre'de göl. Önalpier'de, Aar tekne vadisini kaplayan buzulun aşırı ölçüde oyulmasıyla oluşmuştur; 48 km2; derinliği 217 m. Lütschıne ırmağıpın ağ­ zında deltamsı bir ovanın oluşması sonu­ cunda Brienz gölünden ayrılmıştır. ' T H U N D E R B A Y , Kanada'da liman kenti, Ontario’da, Superior gölü kıyısın­ da, Fort William ve Port Arthur'un (1970'te) birleşmesiyle oluştu; 112 272 nüf. Ulaşım yolları kavşağı. Tahıl ambar­ ları; tersaneler; otomobil ve hava taşıtla­ rı; kereste sanayisi; besin sanayileri. TH U N N İD A E



a.



Zool.



TO NBALIĞ IG İLLER



fa m ily a s ın ın b ilim s e l a d ı.



T H U R , İsviçre'de ırmak, sol kıyısından katıldığı Ren'ın kolu; 131 km (havzası 1 734 km2). Sântis’ln eteğinden doğar Toggenburg’u akaçlar ve Schaffhausen'in aşağısında Ren’e kavuşur. T H U R A (Laurıds), Law rids de Thurah denir, danımarkalı mimar (Arhus 1706 - Kopenhag 1759). Saray mimarı oldu (1733), özellikle Kopenhag yakınındaki kü­ çük Ermitaj şatosu'yla başarı kazandı (1734). Başkentte Jesu kilisesi1nin çan ku­ lesindeki garip spiralin ve Eigtved ile bir­ likte Frederiks Hospital'in (1752-1757, bu­ gün Dekoratif sanatlar müzesi) de mima­ rıdır. Danske Vitruvius adlı bir kitap yayım­ ladı (1746-1749). T H U R E A U -D A N G İN (François), tran­ sız asurbilimci (Pans 1872 - ay. y. 1.944) Pa­ ul Thureau-Dangin’in oğlu. Arslantaş (1927) ve Tıl Barsip (1929-1931) kazılarını yönetti. Çivi yazısının okunması Ve Sümer metinleri üzerine birçok yapıt yazdı: Re­ cherches sur l'origine de l'écriture cunéi­ forme (Çıvı yazısının kökeni üzerine araş­ tırmalar) [1899], Recueil de tablettes chaldéennes (Kaide tabletleri derlemesi) [1903], les Cylindres de Goudéa (Gudea sütunları) [1905], les inscriptions de Sumer et d'Akkad (Sümer ve akkad yazıtla­ rı) [1905], Rituels akkadiens (Akkad ayin­ leri) [1921],



T H U R E T (Gustavo Adoiphe), fransız bo­ tanikçi (Paris 1817 - Nice 1875). Fukuslarda (kahverengi suyosunu) hayvanlarınki ne benzeyen bir döllenme biçimini bul­ makla ün kazandı. Ayrıca kırmızı suyosunlarındaki döllenme biçimini de inceledi. Suyosunlarının zoosporların! ve anterıdıumlarını betimledi ve Antibes’dekı villasın­ da birçok egzotik bitki yetiştirdi.



araştırmalar], 1912), ardından Alman Ye­ ni Gınesı’ nde (1912-1915) birçok özel gö­ rev yaptı. 1930-31'de Doğu Afrika’ya, son­ ra 1933'te gene Solomon adalarına gitti, işlevselcilığın kuramcısıyöı, iktisadı antro­ polojinin öncülerinden bin oldu ( Econo­ mics in Primitive Communities [ilkel to p ­ luluklarda iktisat], 1932).



THURG AU, İsviçre konfederasyo­ numda kanton, Konstanz gölü kıyısında; 1 013 km2; 205 281 nüf. (1990) Merkezi Frauenfeld. İsviçre Mittellandı'nın doğu ucundadır. Yüzey şekilleri biraz vadiyi andırır: tepeler, hatta güneydeki molaslı Önalpler, pek yüksek olmayan (Hörnli: 1 135 m), geniş vadilerle kesilen topraklar­ dır ve yöre, çoğunlukla, buzul ya da ır­ mak buzul çökelleriyle kaplıdır. Konstanz gölünün etkisiyle iklimin yu­ muşaması çeşitli tarım üretimini (elma ve armut, sebze, tahıl, yakın bir tarihte de şe­ kerpancarı), sığır ve domuz yetiştiriciliği­ ni kolaylaştırmaktadır. Uzun süre bir tarım bölgesi olarak kalan kanton, yakın bir ta­ rihte, başta Sankt Gailen (Thur vadisinde tekstil), ardından Konstanz (Kreuzlıngeri de ayakkabı), daha sonra da göl bölgesi (Arbon’da kamyon) ve Frauenfeld (besin sanayisi) gibi komşularının etkisiyle sana­ yileşmiştir. —Tat Göl döneminden beri yerleşim yeri olan Thurgau bölgesi, başlangıçta kan­ tondan çok daha genişti. Alamanlar tara­ fından yakılıp yıkılan bölge daha sonra Frank imparatorluğuma katıldı ve VII. yy.’ da azız Columban tarafından hırıstıyanlaştırıldı. 1094-1264 yılları arasında Kyburg kontlarının, sonra 1460 a kadar Habsburglar'ın olan bölge o tarihte İsviçre kon­ federasyonu birlikleri tarafından fethedil­ di ve 1798'e kadar bir yönetim bölümü olarak yönetildi. 1803 te de Konfederas­ yon üyesi bağımsız bir kanton oldu.



sex) kent, Tham es,ırmağı halicinin kuzey kıyısında; 126 00Ö nüf Londra’nın doğu banliyösünün sanayi merkezi (sabun fab­ rikası, m argarin, çimento, kereste).



T H U R İU M ya da T H U R İİ. Tar coğ İtalya yarımadasında Lucania kenti. Bruttium sınırında, Sybarıs yıkıntıları yakının­ da. Kenti bir yunan birliği sitesi yapmak isteyen Perıkles'ın emriyle Lampon. Mılet'li Hippcdamos ve Flerodotos tarafından ku­ rulan (İ.Ö. 444) Thurium, başlangıçta çok zenginleşti, sonra geleneksel düşmanla­ rı Lucanialılar'ın egemenliğine girdi ve Ro­ ma tarafından 282'de kurtarıldı. T H U R L E S , İrlanda Cumhuriyetimde (Munster ili) kent, Suir kıyısında; 6 800 nüf Ticaret ve tarım merkezi Şeker rafinerisi. —Yakınlarında Holy Cross Abbey'ın güzel kalıntıları (XII. yy). T H U R N UNO T A X İS , alman prens ailesi; geleneğe göre, Bergamotu Taxısler’le Milanolu Della Torreler'den geliyordu 1624’te imparatorluk kontu, 1695’te prens oldular. Kutsal imparatorluk'ta posta hiz­ metlerinin tekelini alan aile, XIX. yy.’da Germen konfederasyonu sınırları içinde de aynı tekeli bir ölçüde korudu. T H U R N E Y S E N (Rudolf). İsviçre kökenli alman dilbim ci (Basel 1857 - Bonn 1940). Hint-avrupa dilleri karşılaştırmalı dilbilgisi uzmanı. Özellikle Keltler üstüne yaptığı dil­ bilim (Handbuch der Altirischen [Eski İr­ landa dilinde elkitabı], 2 cilt, 1909) filoloji (Dre irişche Helden-und Königssage bis zum XVII,en Jahrhundert [XVII. yy’a değm İrlanda kahraman ve kral masalları] 1921), kültür (Das keltische Recht [Kelt hukuku], 1935) çalışmalarıyla tanındı. T K U R N W A L D (Rıchard), avusturyalı antropolog ve toplumbilimci (Viyana 1869 - Berlin 1954). 1906-1909 arasında Bismarck takımadaları ve Solomon adaların­ da (Forschungen aut den Salomo-inseln und dem . Bismarck-Archipel [Solomon adaları ve Bismarck takımadaları üzerine



T H U R R O C K , Büyük Britanya'da (Es­



T H U R S O , Büyük Britanya'da kent, iskoçya’nm kuzey ucunda; 9 000 nüf. Do­ ğa tarihi müzesi ve halk gelenekleri m ü­ zesi. Turizm merkezi. -Orkney adalarına gidâcek yolcular Scrabsterden gemiye binerler.



TH U R S TO N E (Louis Leon), amerıkalı ruhbilim ci (Chicago 1887 - Chapel HıH, Kuzey Carolina, 1955). Yatkınlıkların yapı­ sını açıklamak için, görece birbirine yakın ve öteki sınama gruplarından görece ba­ ğımsız sınama grupları arasındaki bağın­ tıları göz önüne alan bir etkenler dizisine yöneldi. Ona göre sınırlı bir sayıda bırincıi zihinsel yetenek vardır, bunlar sonun­ da basit bir yapıya ulaşan dönüş teknik­ leriyle ortaya konulabilir. Başlıca yapıtları: The Vectors ot the Mind (Aklın taşıyıcıları), 1935: Primary Mental Abilities (Başlıca zi­ hinsel yetenekler), 1938; Factorial Studi­ es of intelligence (Zekânın etkensel çalış­ maları), 1941; A Factorial Study ot Percep­ tion (Algılamanın etkensel bir incelemesi). 1944 ve Multiple Factor Analysis (Çok yönlü etken çözümlemesi), 1947



T H U R Y (Jözsef), m acar türkolog (Makad köyü, Csepel adası, 1861 - Szabadka, Halas, 1906). Budapeşte Üniversitesi felsefe fakültesi’™ bitirdi (1884) İstanbul’a giderek incelemeler yaptı; dönerken g e ­ tirdiği yazmayı değerlendirerek Anadolu ağızlarıyla ilgili bir inceleme yayımladı: A Kasztamunı-i török nyelvjaras (Kastamo­ nu ağzı 1885) Buaapeşte Ticaret akadem ısfnd e türk dili okuttu (1884-1887) Halas'ta m acarca ve latınce öğretmenliği yaptı (1887-1900). Yaşamının son yılları hastalıklarla geçti; Budapeşte Üniversite­ s in d e boşalan Doğu filolojisi kürsüsü’ne profesör olarak çağrıldı, ancak göreve başlayam adan öldü. G ençliğinde Maca-, rıstan’da türkolojınin kurucusu A Vâmbery ile birlikte çalışarak macarcanın türkçeyle akrabalığı üzerinde geniş biçim de durm uştu. Daha sonraki yıllarda osmanlı vakanüvislerının yapıtlarında Macaristan' la ilgili olayları inceledi. Macaristan'ın es­ ki tarihi üzerinde durdu: XIV. asır sonları­



na kadar türk dili yadigârları. Milli tetebbular mecmuası, II, 81-133. 1913 (Török nyelvemlekek a XIV szazaoad vegeig, 1913) adlı incelemesi Dolayısıyla M acar akademisi ne haberleşm e üyesi (1903), aynı yıl akademi üyesi seçildi. Türk dili ve (A XIV. szazadbeli oszman-török nyelv [XIV. yy. osmanlı türk dılı, 1906], Orta As­



ya türkçesi üzerine tetkikler, Milli tetebbularmecmuası, II, 207-232, 1913 [A közep azsiaı török nyelev ısmertesei, 1906], türk tiyatrosu (A török dramaırodalom [Türk sahne edebiyatı, 1908]) konularında ince­ lemeleri vardır. ( — Kayn.)



TH U S N E L D A , Cheruscı halkının baş­ k a la rın d a n Segestes’ın kızı, Arminıus'un karısı Bu evlilik iki başkanın rekabetini kı­ zıştırdı. Thusnelda kocasının acı yazgısı­ nı paylaştı Roma sanatında, silahlı olarak, çocuklarını savunurken gösterilir.



T H Ü N E N (Johann H einrich



vo n ), al­ man iktisatçı (Wangerland, bugün Hohenkirchen, Aşağı Saksonya, 1783 - Teterow, N eubrandenburg yönetim bölümü, 1850).



Klasik iktisat akımına mensup olmakla bir­ likte, marjlnalizme öncülük etti. Der iso­ lierte Staat in Beziehung auf Landwirt­ schaft und Nationalökonomie (Tarım ve ulusal ekonomi bakımından infiratçı dev­ let) [1826 ve 1863] adlı bir yapıt yazdı. Thünen, ekonometrinin kurucularından ve iktisadi alan incelemesinin yaratıcılarından biridir. T H Ü R IN G E N , Almanya nın orta kesi­ minde eyalet (Land); 16 251 km2; 2 683 877 nüf. (1990). Merkezi Erfurt. Thürin­ ger Wald (“Thüringen ormanı") ve Thü­ ringen havzasını kapsar. —Tar. Hermunduri halkı ile akraba ya da onların soyundan gelme güçlü bir ger­ men halkı olan Thüringenliler, ancak I.Û. V. yy.'dan bu yana tanınırlar. Attila’nın ar­ dından Galya'ya kadar gittiler (451), Noricum'a saldırdılar (V. yy.'ın sonu), Passau' yu işgal ettiler, doğuda Muide ve Elbe, ku­ zeyde Aller, batıda ve güneyde Werra ve Thüringer Wald arasında kalan bölgeye yerleştiler. Unstrut kıyılarında Thierry I ve Chlothar l'in kuvvetlerine yenilen (531) hü­ kümdarları Hermanfrled, tutsak edilip öl­ dürüldü (531) ve Thüringen Frank krallığı'na bağlandı. VI. yy.’ın sonunda Austra sia'ya katılan ve Avarlar'ın yağmasına uğ­ rayan Thüringen, Brunhllde tarafından kurtarıldı. İkili slav ve sakson tehdidi kar­ şısında Dagobert I, Thüringen'in savun­ masını dük Radulf'a verdi (634). Charles Martel bölgede frank otoritesini güçlendi­ rirken, aziz Bonifadus da burayı hırlstiyanlaştırma görevini üstlendi (719). Birçok pis­ koposluk (Würzburg, Erfurt) ve manastır (Fulda, çok yakındaki Hessen’de) kurul­ du. Carloman'a verilen Thüringen’i (741 -747) sakson akınlarına karşı Kısa Pepin savundu (735 ve 758), ama bu akınlara son veren Charlemagne oldu. 804 te Slavlar'a karşı markalık haline getirilen Thüringens Lothar, Germen Ludwig e ver­ di (833). Dindar Louis tarafından geri alın­ dı (838), onun ölümüne kadar (840) Germanya krallığı sınırlan İçinde kaldıktan sonra IX. yy.'ın ortasında yeniden düklük durumuna getirildi. 908'de Macarlar tara­ fından yakılıp yıkıldı, Saksonya Otto dük­ lerine, sonra da Kuşçu Heinrich l’e (912 -936) verildi. XI. yy.'da, Bârtlngenli Ludwig'in (öl. 1056) kurmuş olduğu Ludowlnger altesine geçti; bu aileden gelen Lud­ wig I, imparator Lothar von Supplinburg’ dan Thüringen landgraflığı unvanını aldı (1130) ve evlilik yoluyla Hessen'ln bir kıs­ mını ele geçirdi (1137); torunu Ludwig III, Aslan Helnrich’i yenerek Saksonya pfalzını elde etti (1180). Ailenin son üyesi olan ve Konrad von Hohenstaufen'e karşı impara­ tor seçilmiş (1246) bulunan Heinrich Raspe'nin (1227-1247) ölmesi üzerine patlak veren veraset kavgası sonunda varılan an­ laşmaya göre Thüringen, Melssenli Hein­ rich lll’ün payına düştü. Bundan sonra Thüringen'in (1392’de Erfurt’ta bir üniver­ site kuruldu) tarihi, Meissen’ln tarihiyle bü­ tünleşti ve buranın markgrafları 1423'te Saksonya Seçicisi unvanını aldılar. 1485 paylaşımında, Thüringen, Seçici Ernst'e geçti, daha sonra da küçük prensliklere bölündü. (-* Saksonya.) 1918'de birer cumhuriyet olan bu prenslikler, 1920’de tek bir Thüringen devleti halinde birleşti. Bu devlet, 19331934'te Almanya’nın Thüringen landı ol­ du, 1945'te Amerikalılar tarafından İşgal edildi, sonra rus İşgal bölgesine, aralık 1946’da da Alman Demokratik Cumhuri­ yeti topraklarına katıldı. 1952’de land kal­ dırıldı. 1990'da İki Almanya blrleşince, Thüringen eyaleti tekrar oluşturuldu. T H Ü R IN G E N K A T I a. Yerbil. Perm d e v r in in katı. (Eşanl. t ü r e n j İy e n .) T H Ü R IN G E N h a v z a s ı, Almanya’nın Thüringen eyaleti sınırları İçinde jeolojik bölge, Erzgebirge dağları, Harz ve Thü­ ringer Wald ("Thüringen Ormanı") arasın­



da yer alır Thüringen havzası, Perm devrinden başlayarak oluştu. İkinci Za­ man tortulaşması, kıyıların ve platoların oluşmasında belirleyici oldu (kumtaşı, ki­ reçtaşı, marn ve kil) ö ne m li tuz ve potas yatakları Zechstein'da (Perm) [Thüringer Wald'm yükselmesine katkıda bulunan yerinden oynama hareketleri tuz ve po­ tas katmanlarının yüzeye yaklaşmasını kolaylaştırmıştır (diyapir)] toplanmıştır. Burası zengin bir tarım bölgesidir (tahıl, çapaiam ayla elde edilen ürünler [şeker­ pancarı], m eyvecilik, üzüm bağları, hay­ vancılık). Sanayi daha çok Gotha, Erfurt, Weimar gibi büyük kentlerde gelişmiştir. Thüringen havzasının kuzeyinde linyit ve potas çıkarılır.



T H Ü R İN G E R W A L D (“Thüringen Or­ manı"), Alm anya’nın Thüringen eyaletin­ de yaşlı kütle, Thüringen ve SchwabenFranken havzaları arasında yer alan, Ü çüncü Zaman aşınma yüzeyinin yonttu­ ğu bir Birinci Zaman şistleri dolgusudur. Tarım ekonomisi ormancılığa dayalı bir turizm bölgesidir Porselen fabrikaları, cam fabrikası,.oyuncak ve silah yapımı başlıca sanayi etkinlikleridir. Ünlü Wart­ b urg “ şatosu, bu kütlede, çam ormanları­ nın ortasında yer alır



Th y Bağışıkbll. Thy 1-2 antijeni. A N T İJ E N l'n in



THETA“



eşanlamlısı.



T H Y A M İS ya da K A LA M A S , Batı Yu­ nanistan'da (Epeiros) kıyı ırmağı, ¡on denizl’ne dökülür, 120 km.



TH YA TEİR A , bugün Akhisar. Tar. coğ. Batı A nadolu'da kent. Adından bir Lydia yerleşmesi olduğu anlaşılmaktadır. Ö nce­ leri Pelopıa olarak anılan kent, İ.Ö, lll.-ll. yy.'larda Bergama krallığı'nın egemenliği altına girdi. Roma döneminde, özellikle Caracalla’nın buraya gelm esiyle en par­ lak günlerini yaşadı (İ.S. 215). Apollon ve Artemis betlmli para basan Thyateira'dan günüm üze ancak kimi yazıtlar ve yapı öğeleri (sütun başlıkları, sütun parçalan ve kaideleri) ulaştı (Manisa müzesi).



T H Y B A R N A . Tar. coğ. A nadolu'nun Lydia bölgesinde, Sardeis yakınında kent, yeri saptanamadı.



T H Y E S T E S . Yun. mit. Pelops İle Hippodam ela'nın oğlu, Atreus’un ikiz kardeşi. Atreus'un karısı Aerope'yi baştan çıkardı. Atreus öç alm ak İçin Thyestes'in oğulları­ nı öldürtüp bir şölende babalarına yedir­ di. Thyestes de oğlu Aiglsthos’u, Atreus’u öldürmesi için kışkırttı. Thyestes'in şöleni efsaneleşti ve Seneca bunu Thyestes tra­ jedisine konu olarak aldı.



T H Y İA S . Yun. mit. Apollon’un sevdiği peri. D elphoi'ye adını veren yiğit Delphos'u doğurdu. Dionysos törenlerini ilk kez o kutladı. Dionysos rahibelerinin (mainas) şenliklerini (orgla) başlattı. TS-' /L O G A LE a. (yun. thylas. çanta, ke­ se, ve -gale ya da gaieos, gelincik, kokar­ ca). Avustralya, Tasmanya ve Yeni Gine’de çalılıklarda ve orm an altlarında yaşayan, kolonların kıtaya soktukları ada tavşanla­ rıyla rekabet eden, otçul beslenen, küçük bedenli kanguru cinsi. (Kangurugiller fa­ milyası; boy 1,20 m 75 cm'sl kuyruk.)



T H Y M B R A ya da T H Y M B R E . Tar coğ. A n a do lu ’ nun K.-B.’sında, Troas böl­ gesinde kent, aynı adı taşıyan derenin (Kemerdere olduğu sanılıyor) kıyısındaydı (Aşkıdil Akarca Çanakkale-izmir ana yo­ lunun B.'sında, Araplar boğazının K. -D.'sunda, Küçük Fığlı tepesi ya da Dedetepe denilen yerde oiduğunu bildirir). Truva yakınlarında yer alan kent, Apollon Thym bralos tap.nımı ile ünlüydü. (Efsane­ ye göre Paris A xhJeus'u buraoaki A p o l­ lon ta p ıra ğ ı'n d a öldürdü.) . /It& R A A A . '.a: coğ. A na do lu ’ nun Lydia bölgesinde, Sardeis yakınında kent, Paktolos (Sar; çayının kıyısındaydı. Key-



hüsrev II, Lydla kralı Karun'u yendikten sonra (İ.Ö. 547), bu kenti de ele geçirdi ve kent bundan sonra pers ordularının toplanma merkezi oldu. T H Y M B R E - THYMBRA. T H Y M B R İA . Tar. coğ. Anadolu'nun Ka­ rla bölgesinde kent. Strabon Myus* ken­ tinden 4 stadia uzaklıkta olduğunu bildi­ rir ve yakınında zehirli gazlar çıkaran Kharlon (kutsal Aornos) mağarası olduğunu belirtir. T H Y M B R Ü İA S S O S - TYMBRİANASSOS. T H Y IY t Tar. coğ. Anadolu'nun Phrygir .de kent; Akşehir gölünün G.-B. t ..... >. Saray köyünün (Akşehir) kapladığı yerdeydi. D.'sunda Tyriaeion (Ilgın) kenti bulunuyordu. Genç Keyhüsrev Artakserkses ll’ye karşı düzenlediği seferde burada konakladı (İ.Ö. 401). T H Y M E L E a. (geç lat. thymele; yun. thymele, thyein, kurban etmek'ten). Antik Yun. 1. Kurban yeri; sunak. —2. Yunan tiyatrolarında, orkestranın ortasında, üze­ rinde koro başının yer aldığı Dionysos su­ nağı. T H Y N İA ya da T H Y N İA S . Tar coğ. Trakya'nın Karadeniz kıyısında burun; gü­ nümüzde İğneada burnu ve yöresi. Apollonia (Sozopol) ile Salmydessos (Kıyıköy) arasındaydı. Burada Thynoi halkı oturu­ yordu. T H Y N N E (Thomas), 1. Bath markisi, İn­ giliz siyaset adamı (Londra 1734 - ay. y. 1796). 1765'te 2 ay süreyle İrlanda genel valiliği ve içişleri bakanlığı yaptı (1768 -1770, 1775-1779), John Wilkes’a karşı sert tutumu nedeniyle halkın gözünden düş­ tü. T H Y R S O S a. (yun. söze.). Antik Yun. Dionysos’un ve hizmetindeki kişilerin simge­ si. (Ucunda bir çam kozalağı bulunan es­ nek bir saptan ve asma yapraklarından bir demet ya da sarmaşık demetinden oluşurdu. Bacchus'un bir niteliği olması yanında, bir yaşam ve bereket simgesiy­ di.) T H Y S ya da TY S S E N S (Pieter), flaman ressam (Anvers 1624 - ay. y. 1677). Kili­ seler için Rubens ve Van Dyck üslubun­ da birçok tablo portre gerçekleştirdi. T H Y S A N İA A G R İP PİN A a. Bilinen en büyük (kanat açıklığı 30 cm) kelebek. (Gu­ yana’ya özgü bu cins kukumavpervanegiller familyasına girer. Bazı bilim adam­ larıysa Thysania cinsini erebus cinsine so­ karlar.) TH Y S A N O P T E R A ya da T H Y S A N O P TE R O İD E A a. Böcbil. KİRPİKKANATLILAR takımının bilimsel adı. TH Y S A N U R A a. Böcbil. PÜSKÜLKUYR U K LU LAR takımının bilimsel adı. T H Y S D R U S , Byzacium’da (Tunus), el -Cem* köyünün bugün bulunduğu yerde eski kent. Önceleri burada, pönleşmiş LibyalIlar yaşıyordu. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından hemen önce bunlara romalı İş adamları da katıldı. Sezar döneminde Thysdrus, daha geçimini tahıl üretiminden sağlayan önemsiz bir kasabaydı. Zeytin­ ciliğin gelişmesi sonucu, ll.-lli. yy.'larda Af­ rika'nın en önemli kentlerinden biri duru­ muna geldi. Kentin gelişim süreci art ar­ da yapılan üç amfitiyatro ile izlenebilir: bunlardan ilki I. yy.'ın sonunda kumtaşından yontulmuştur; İkincisi, ilkine, taştan örülmüş duvarlar eklenerek oluşturulmuş­ tur; 64 kemerli gerçek bir Colosseum gö­ rünüm ünde olan üçüncüsü ise bugün hâiâ m odern kasabanın merkezinde yükse­ lir. III. yy.'dan kalma bu anıtın yanı sıra, Thysdrus’ta çok güzel zemin mozaikleriyle



ünemli bir bölüntünü denetlemektedir Demir yelık sanayisinin o u ijn kollarında çim ento sanayisinde, kömür ve pehol ürünleri ticaretinde faaliyet gösteı inekte­ dir



rh yso en -B o cn em fsza



k o le k siy «



n ıı, Lugerro yakınında, Caslagnoia’daki villa Favorita’da korunan ve baron Hein rich Thyssen-Bornemisza (1875 1947, Au gust fhyssen'ln oğlu) ile oğlu Hans Hein rich tarafından oluşturulan sanat koleksi yonü. Koleksiyonda Batı resim sanatının XIV, yy.'dan bu yana genel bir görünümü­ nü sunan (Italyan, (laman, İspanyol, tran­ sız okulları) ve XX. yy‘in önemli akımları­ nı (fovizm anlatımcılık, kübizm, soyutlama, gerçeküstücülük vb,) temeli eden yapıtlar yer alır. T H Y S V İU .I -



MSANZA-NöÜNGU,



■ Y İ a. (ar (ı). OsmanlI abecesinin on do kuzuncu, arap abecesinin on beşinci har fi, e b c e t hesabında 9 sayısının karşılığı dır.



T l (-Tİ, -TU, -TÖJ. Yapım eki 1. Yan sıma nitelikli sözcüklerden ad türün­ de sözcükleı türetir: Gıcırtı (gıcır-tı), tı kırtı (tıkırtı), gürültü (gürül tü), cıvıltı (cıvıl-tı), çatırtı (çatıı tı), —2. Renk ad­ larından türemiş fiillere getirilerek renk kavramı içeren adlar yapar: Ka­ rartı (karaı-tı). morartı (morartı), ağartı Thysdfus "Kostümlü şölen" diye adlandırılan mozaik roma sanatı, İ.S. III. yy. Bardo m ünşi, Tunus



süslü birçok ev ortaya çıkarılmıştır Bun larıri en ilginci, barbarların arrıfitiyatroda leoparlara atılmasını canlandıran bir mo zaiğin yer aldığı domus Sollertiana'dır Bu evin 238'de, zeytinyağına vergi konulma Sı üzerine girişilen bir darbenin bastırılma sı sırasında yıkıldığı sanılır. Ancak bu olay kentin önemini azaltmamış, vahşi lıayvarı avcıları ve amatörleri bir araya getiren so dalitiumlar amfitiyatroda çeşitli gösteriler düzenlemeyi sürdürmüşlerdir, imparator luk kültüne ayrılmış olduğu sanılan bir ya pının yanında bulunan dev boyutlu bir sû tun başlığı forumun bulunduğu yeri gös­ terir. IV. yy.’da kent, iyi belirlenemeyen ne­ denlerle gerilemeye başlamıştır (yerini Sbeitla'ya bırakmıştır), çünkü zeytincilik ve El-Evce denen baskı bezekli seramiğin (si gillatum) üretimi hep sürmüştür.



T H Y SSA N U S. Tar. coğ. Anadolu’nun Karia bölgesinde kent, Bozburun yarıma­ dasının G.-B. kesiminde. Kaygıseki köyü nün yakınındaydı. Rodos Peraiası'na bağ­ lı olan yerleşmeden günümüze çokköşeli taş örgülü akropolis duvarları ile çeşitli ya­ zıtlar ulaştı T H Y S tR N (August), alman sanayici (Eschweiler 184? ı.andsberg şatosu, Kettwig yakınında, Westfalen, 1926), Duisburg’da bir metalürji fabrikası (186?) ya Müliıeim'da (Ruhr) Thyssen & Co, KG'yı kurdu (1871); bu şirket, daha sonra AugiM Thyssen-Hütte AG’ye dönüştü ve 1926'da Birleşik çellkhaneler grubu'na (Vereinig te Stahlwerke AQ) katıldı.



ih y a * « « ACI, kökeni, 1867'de August Thyssen tarafından kurulan ve Mülheim an der Ruhr'da Thyssen grubu'nun doğ­ masını sağlayacak hadde fabrikasına da­ yanan alman sanayi topluluğu Topluluk 1914’te önemli bir çelik üreticisi durumu­ na geldi, birçok alman demir çelik ve ma­ den şirketinin çıkarlarının çakışması sonu cu 1926'da oluşturulan güçlü sanayi gru bu Vereinigte Stahlwerke AG'nln kurucu­ ları arasında yer aldı. Günümüzdeki -şir­ ket bu konzernlnİkinci Dünya savaşı’ndan sonra dağılması üzerine etkinliğinin bir bölümünü sürdürmek amacıyla 1953‘te yeniden kuruldu. Pek çok şirketin kendi­ sine katılması sonucu sanayi sektörünün



(ağartı).



Tl T IB



-» TIR



T I B A A ya da T I B A A T a (ar. tıbffa, fibs'



at). Esk. 1. Kitap vb. şeyleri basma işi, matbaacılık. —2. Kılıç yapma sanatı. T I R A H A T --»TABAHAT. İT B A K , - k ı a. (at (ibis' tan tjbak). Esk. 1 , Uyma, birbirine uygunluk. 2. Tabaka, kat. -Esk Ed. Aralarında aykırılık ve uygun­ luk bulunan öğeleri anlamca biı birini güç lendirecek biçimde yan yana kullanma sanatı. ("Dildesafa-yı aşkın, dide gamın­ la pürnem / Biı evde lyş ü şadi, bir evde ye's ü -matem [Gönülde aşkının satası var, göz ise gamınla yaşlı Bir evde eğlen­ ce ve şenlik biı evde yas ve kedeı var] Bu rada "lyş" ile "şadi" “ ye’s" ile "matem" arasında uygunluk vardır, iki grup arasın­ da ise aykırılık görülmektedir,)



Y IB B B M be. (ar. fıöb dan f/fiberi). Tipi« İlgili olarak, tıp bakımından: Hasta için tıb­ ben her şey denendi Tıbben mümkün değil. T IB B İ sıf t Tpla, tıbbın uygulanmasıy­ la ilgili olan şey için kullanıl» Tıbbı eğitim fibbl slstlm .îıbbı çalışına. 2, Cerrahi nin ve pslkoterapinln dışında kalan genel muayene ve genel tedaviye ilişkin: Tibb' muayene. Tıbbi tedavi --E cza Tlbbl reçeteler (materla medlca), tedavide ilaç olarak kullanılan maddele­ rin tümü; ilaçların kökenlerini, bileşimle­ rini, hazırlanışlarını ve tedavide nasıl kul­ lanılacaklarını gösteren derleme (Bazı he­ kimler Dioskurides geleneğini sürdürerek tıbbi reçeteler terimini yalnız bitkisel kö­ kenli ilaçlar için vs ondan sonra ancak ek lentı olarak hayvansal kökenli ilaçlar için kullandılar;) —Homeopat, Tıbbı reçeteler, Hahnemann tipi ilaçlarla yapılan deneylerde sağlam ve duyarh kişilerin çoğunluğunda görülen belirtilerle, duyuların kaydedildiği deney raporlarının toplandığı yapıt. (Bk. anslkl. böl.) ' —ANSİKL Homeopat. Tıbbi reçeteler. Hah-



ııemann tipi İlaçlarla yapılan deneyler, ho meopatik patojenezileri zefıirlenmeferderv yani zehirli ilaçlar yüksek hatta öldürücü dozda alındığında ortaya çıkan belirtiler den kesin biçimde, ayını: Örneğin, arse­ nikle zehirlenmede görülen belirtilerle A r senicum elbum'Uh (beyaz arsenik) yarat tığı patojerıezı arasında elbette benzerlik ler vardır, ama pak çok aykırılık da vardıı (sinirsel ruhsal belirtiler genel belirtiler özel belirtiler vb.). İkincisinde patojenezin belirti zenginliği çok daha yüksektir ve be tirhlemeleri daha bir incelik gerektirir. S Hahnemann, öğrencilerinin yardımıyla bu konuda 114 ilaç denemiştir. Ölümünden sonra da deneyler kendisinin dikkatle kod ladığı çerçeve İçinde gerçekleştirilmiş ye sürdürülmüştür. Büyük hekimlerin birçoğu deneyimle ılnin ve denemelerinin sonuçlarım biı ’.tıb­ bi reçeteler“ kitabında toplamışlardır. Bu gibi kitap yazarları atasında şunları saya biliriz: C. Hering, T. E Ailen, J. T, Kent, W Boericke, J. A. Lathoud, H. Duprat, Lâon Vannler ve Jean Poiı ier. T IB B İY A a, (aı (ıbb ve -lyye’den |ıbbıyye). Hekim yetiştiren yüksekokul, tıp fakül­ tesi, T IB B İY E L İ sıf. ve a. Tip fakültesi öğren cisi. T IB K a, (ar tıbk). Esk. Benzer, aynı, eş. Y IB K A M be. (ar ftbi'tarı tıbkan) Esk. Ay­ nen, eşi olarak. T IF IL , .fil a. (ar (ıfl). 1. Tkz. Çocuk. —2Yaşça, bedence ya da ruhça çocuksu olan kimse. -F.sk. 1, Küçük çocuk: "Sor tıtl iken o şü hu dahi namın almadan" (Nedim, XVIII yy.). “ 2. Hayvan yavrusu —3. Tık-ı bidar, uyurfıayan çocuk. || Tıtl-ı bihaber, hiçbir şeyden haberi olmayan çocuk. \\Tıfl-ı can rüba, gönül kapan çocuk. || Tıfl-ı çihilruze, Âdern peygamber || 7îfl-i hindi, göz bebeği || Tıfl-ı mahrum, yoksul çocuk || Wı masum, saf, günahsız çocuk. || Tıfl-ı melek çehre, melek yüzlü çocuk. | Tik i meşime, şarap tulumu. 1 7ifl-ı muhabbet, sevgi çocuğu. || 7ifl-ı natüvan, zayıf çocuk, || Tıfl-ı nevzad, yeni çoğmuş cocuk. || W-t şirhare, süt emen çocuk, süt çocuğu | Tıfi ■ı üryan, çıplak çocuk. i| Tıfl-ı zâr, ağlayan çocuk || Tıfl-ı zebândarı, konuşan, akıllı ço­ cuk. T IF Ü , asıl adı Ahm et, türk şair ve med dah (Trabzon ? - İstanbul 1660). Tıfli mah lasını çocuk denecek yaşta şiire başladı ğı için aldı; boyunun uzunluğundan ötürü Leylek lifli de denirdi Melami şeyhi Idrisi Muhtefl'nin mürltlerindendl. Gümrükte ve vakıflarda çalıştı. Muraf IV'ün nedimleri arasına girdi. Padişahın huzurunda Şah rtamşokur, bazıları kendi başından geç­ miş bayları süsleyerek anlatırdı lifli kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen, konulan Murat IWdöneminde İstanbul'da geçen yer yet gerçekçi bazı meddah hikâyeleri nln (Sansar Mustafa. Hançerll Hanım, Tlf II İle Kanlı Bektaş vd.) kahramanlarından biridir, Bu hikâyelerde lifli nin yardımı ve padişahın buyruğuyla sorunlar çözülür, haksızlıklar ortadan kaldırılır. Tıfli'nin Divart’ı bir.saklname, 22 kaside, 191 gazel­ den oluşur (Atıf Efendi ktp. no, 2065), T i n i O r tM u , türk halk şairi (Ordu 1849 ? 1905) Yaşamıyla ilgili bilgi yoktur Sev­ giliyi öven, ona yer yet şilem eden, gü­ zelliğin geçici olduğunu belirten koşma­ ları günümüze ulaştı. T I F I İ Y İ T a. (ar (ıfl ve -iyyet'ten (ıftlyyef). Esk. ruhbll. Çocuklara cinsel İlgi duyma şeklinde görülen sapıklık. T IG A L A a. SIĞLA ya da SIĞAlA'nın eşanlamlısı.



T IĞ a (fars. f/g, kılıç'tan), 1, Yûn ya da iplik örm eye yarayan, bir ucu kıvrık, kısa şiş, (Bk. ansikl. böl.) — 2, Tığ gibi, inee uzun ve çevik bir kimse için kullanılır; Tığ



gibi bir genç sofradakılere hizmet ediyor. || Tığ işi. tığla yapılmış olan oya, dantel, ör­ gü vb. ■ —Al, tak. Tesviyeci el tığı, tesviyecilerin, özel biçimlerdeki delikleri bitirmek İçin kul­ landıkları el aleti. —Ayakta, BİZ'in eşanlamlısı. —El sant. Tığ danteli -> D A N T E L || Tunus tığı, bildiğim iz tığa benzeyen, ancak ucu bir topla biten alet. (Tunus tığıyla örgü örerken alınan ilmikler tığ üzerinde bek­ letilir, bir sonraki sırada serbest bırakılır.) — Mak. san Silindirsel bir deliği mastarlamaya ya da içine kanallar açmaya ya rayan takım. (Eşanl. BROŞ) (Bk. ansikl. böl.) || Mastar olarak kullanılan çelik çu■ b u k || Tığ çekme, özel biçim li delikleri ya da dış profilleri, tığ adı verilen doğrusal bir freze bıçağıyla işlemek ya da mastarlaınak için kullanılan metal işleme yönte­ mi. (Eşanl. BROŞLAMA.) [Bk. ansikl. böl,]. — Birleştirilecek parçalara açılmış d elik­ leri, bir tığ yardımıyla karşı karşıya getir­ meye dayanan işlem. || Tığ çekm e tezgâ­ hı ya da makinesi, tığ çekm e işlemlerin­ de kullanılan tezgâh ya da m akine (Eşanl. BRO ŞLAMA TEZGÂHI ya da MAKİNESİ.) [Bk. ansikl böl ] || Tığ çekmek, silindirsel bir de­ likten yola çıkarak, bir tığ yardımıyla, bir iç ya d a kimi kez dış işleme gerçekleştir mek. ■ —M arangl. Bir rendenin kesici bölümünü oluşturan çelil; lama. - Saraçl. Saraçların kullandığı kalın iğne, biz. ü G ergi tığı, dikilecek maddeyi ger­ m ek ve dikişin patlamasını önlem ek için tellem ekte kullanılan, birbirine enlemesi­ ne bir sapla bağlı biri kertikli, öteki d üz iki uçtan oluşan alet. (Düz uçta kanat biçi m inde bir somun bulunur, ikişer ikişer kul­ lanılır.) —Süslem. sant. Tezhipte, motiflerin dışa doğru uzanan sivri uçlarına verilen ad. —Teknol. Tığ kapağı, ağaç gövdeli kimi ta­ kımlarda (rende v b ) ağacın liflere ayrılma­ sını önlemek, iyi bir yontm a ve talaş b o ­ şaltımı sağlamak. İçin kesici dem ir bölü m ün üzerine sıkıştırılan ya da takılan rne tal parça. Tekst. Kimi tezgâhlarda m ekik yerine kullanılan ve atkı ipliğim tezgâhın bir ke­ narından d iğer kenarına taşıyan, bir ucu pensli çubuk. (Genellikle, çözgünün her iki yanında, kumaş eninin ortasında pens­ ler arası iplik değişimini sağlayan birer tığ vardır Tığlar teleskopik olabilir, bu da m a­ kinenin genişliğini azaltır.) || Tığ tablası, iğ ne ya da tığların yerleştirildiği oluklu tab la || tığa alma, düz dokum a tezgâhları ve trikotaj makinesinde, daha önce örülmüş sırayı elle iğne çengellerine geçirme AN S İK L. El sant. Tığlar yapılacak işe g ö re çeşitli incelikte, uzun ya da kısa olur. Tığ işinde işin niteliğine göıe ibrişim, pam uk ipliği, yün, naylon iplik, rafya, sim vb. kul lanılır Başlıca işleme birimi zincirdir Tırab­ zan, dolgu, sık iğne m otif yapım ında kul­ lanılan öğelerdir, fiğ işlerinin Anadolu el sanatları içinde önemli bir yeri vardır. M ak san. Tığ, silindirsel bir gövde bo yunca, ardışık olarak çalışacak b iç im d e sıralanmış birçok kesici ağız taşıyan bir ta kim dir Boyuna kesiti hafif konik olan bu takım, dik kesiti her noktada çemberael as ancak bir deliğe bitirm e işlemi u yg u ­ lam ada kullanılabilir, a m a b u dik k esit gı dorak çokgen bir biçim alıyorsa, deliğe, başka yöntemlerle elde edilmesi olanak sız bir biçim verilebilir Bir tığ, itilerek (bu aııoak kısa bir takım için sözkonusuriur, çünkü tersi durum da sözkonusu takım eğilebilir ve çalışma sırasında merkezden çıkabilir) ya da çekilerek kullanılabilir ve bu son durum da tığ çekme makinesi adı verilen özel bir çekm e makinesi kullanılır. 8 u işleme tığ çekme adı verilir. Bir tığ genellikle hızlı takım çeliğinden yapılır ve yürütülecek işe göre kalıplanır. Pahalı ve titiz bir bakım gerektiren bir ta



kim olan tığ, hızlı ve duyarlı bir işlemeye olanak verir ve özellikle seri üretimlerde (otomobil yapımı) kullanılır, » Tığ çekme. Tığ çekme, bu deliğin çeper terini, çok sayıda diş taşıyan ve doğrusal bu ötelenme hareketi yapan, tığ adı veri­ len bir takımla planyalamaya dayanır. Bu İşlem, uzunluğu takımın diş sayısına ve bunların adımına bağlı olarak değişen tek bir pasoda gerçekleştirilir. Bunun İçin bir tığ çekme tezgâhı kullanılır. Kaldırılacak metal derinliği çok büyükse, kesitleri ka demeli olarak artan ve ardışık olarak kul­ lanılan bir tığ takımından yararlanılır. Ço­ ğu kez planyalamanın ve hatta kimi kez delik işlemenin yerine geçen tığ çekme tüm kanallı iç işlemeleri, kama kanallarını vb.'yi gerçekleştirmeye olanak verir. Özel olarak tasarlanmış makineler ve tığlar kul­ lanarak, helisel kanallara bile tığ çekilebi­ lir Öte yandan tığ çekme tekniği dış pro­ filleri işlemede de kullanılır. • Tığ çekme tezgâhı ya da makinesi. Tiğ çekme tezgâhı, yatay ya da düşey, döküm ya da kalıplanmış çelikten uzun bir gövde ve buna bağlı mekanik ya da hidrolik bir tığ çekme mekanizmasından oluşur. Tığ çe­ kilecek parça, lezgâh gövdesinin sabit bir bölümüne yerleştirilir. Takımın ucu, kabası alınmış delikten geçirilir; tığın bağlama ba­ şına tutturularak tezgâh çalıştırılır. Çekme kuvvetiyle, takım parçanın içinden geçer; daha sonra parça sökülerek çıkarılır. Hızlı bir geridönüş, bu aradaki ölü zamanı azaltır. Bu ölü zamanı ortadan kaldırmak için, dış tığ çekmede, zincirli tığ çekme makineleri kullanılır; bu makinelerde tığ sabittir ve par­ çalar üzerine dizildikleri zincir aracılığıyla tığların önünden geçerek sırayla işlenir.



l U 1



L 2



3



JL _ _ 4



O tığlar (profiller) 1. Çift T biçiminde, 2. U biçiminde; 3. Eşit kenarlı lı 4. Eşil kenarlı, köşeleri yuvarlak ters fe; 5. Düz; 8. Yarıyuvarlak; 7. Yuvarlak; 8. Kare; 9, Altıgen.



la. Rende tığı ve kapağı (profilden görünüş); 1b. Rende tığı (önden görünüş); 2. Düztaban tığı; . 3. Silme fiği,



Y IĞ LA M A K gçz. f. Yörs. Yara sözkonusuysa, çok ağrı vermek, çok ağrımak. Y IĞ U K a. Esk. içme tığ konulan çubuk biçiminde ağaçtan kutu. T IĞ M A K gçz. f. Yörs. Bir yerden, gizli­ ce ve çabucak uzaklaşmak. T IH A L a. (ar. fıhst). Esk. Dalak. T IK a. (yansıma söze.). 1. in ~ e ve k ü ç ü k bir şeyle sert bir yere vurulduğunda çıkan ses: Cama tık diye bir taş çarptı. —2. Tık tık. tık sesi çıkararak.



üst b a ğ la n tı başlığı



sag



hidrolik krik o n u n lenmesi



tığ gövd e si



; talaş kırıt' kanallar



tığ çekmeyle işlenen parçalar a, iç; b, dış



W



tesviyeci el tığı (bir kare deliğin bitirilmesi)



dış



TIĞ ÇEKME



tığ çekme



—Balıkç. Tik etmek, balık için kullanıldığın­ da, oltaya vurmak. -TIK - -DİK. T IK A Ç a Bir şeyin ağzını ya d a deliğini tıkamakta kullanılan nesne. — Hematol. H em ostatik tıkaç ya da tromb osit tıkacı, ilkel kan durması sırasında oluşan trom bosit topluluğu. Ç ok önemli olmayan bir dam ar yarığını kapatır. — Hidr. pnöm. Bir boru şebekesindeki borulari tıkamaya yarayan, çeşitli biçimlerde parça. — inş. Bir lavabonun, bir küvetin deliğini tıkamaya yarayan tapa. —Jeomorfol. Volkan tıkacı, bir volkan ya­ pısındaki dirençsiz malzemenin farklı açı­ nımla uzaklaştırılması sonucunda volkan bacasını dolduran sert lavların ve ö bü r di­ rençli m alzemenin ortaya çıkm asıyla olu­ şan dik yamaçlı tepe. (Örneğin, Afyonkarahlsar kalesinin bulunduğu tepe ile çev­ resindeki bazı tepeler tam am en aşınmış eski volkanların tıkacıdır.) — Karş. anat. Beyincik tıkacı, kemiklibalıkların beyinciğinde, görsel kubbenin derin­ liğine gömülen ve yan çizgiden getirici si­ nirler alan bölüm. || Sarm al tıkaç, balıkla­ rın bağırsak mukozasında, sarmal b içim ­ de yer alan ve kllüsün ilerlemesini yavaş­ latan uzunlamasına kıvrım. (Sarmal tıkaç köpekbalıklarında çok gelişmiştir, kıkırdaklıbalıklarda [mersinbalığı], çok gelişm e­ miştir ve ilkel olanlar dışında, kemıklıbalıklarda yoktur.) — Kuyuc. Çapı, kuyunun çapından daha küçük olan ve kuyunun içinde, birbirinden ayrılmak istenen iki kuşak arasında sızdır­ maklığı sağlayan kauçuktan silindir b içi­ m inde conta. || Açılmakta olan bir kuyu­ nun içine püskürtülen çimento sütü ya da bir kuyuyu tıkamak, kimi takımlara destek noktası oluşturmak ya da çimentolam a sı­ rasında kuyu açm a çam urunu çim ento­ dan ayırmak için kullanılan sert parça. — Petr. san. Güvenlik tıkacı, BOP'un eşan­ lamlısı. —Sil. Bir fişeğin imla hakkını yerinde tu ­ tan eylemsiz parça. || Isıtılan bir gülleyi dol­ durm adan önce, alev almasını önlem ek İçin barut hartucunu kapatm ada kullanı­ lan kil ya da ottan tapa. —Şarapç. Tıkaç delicisi, bir fıçının tıkacı­ nı burgu gibi delmeye yarayan saplı ve oluklu aygıt. (Bunun çeşitli biçim de olan­ ları vardır.) —Tıp. Drenleri ya da sondaları tıkamaya yarayan ve tahtadan, cam dan ya da kau­ çuktan yapılan koni biçim inde kapak. || Kulak tıkacı, gürültüyü hafifletmek için ku­ laklara konan nesne. (Yapay pamuktan, plastik köpükten atılabilir türleri ve yeni­ den kullanılabilen plastik ve kauçuk çe ­ şitleri vardır.) —Zool. Vitellus tıkacı, am fibyum larda em briyonun blastoporunu tıkayan, vitellus bakımından zengin hücrelerin tümü.



TIK A Ç L A M A a. Tıkaçlamak eylemi. T IK A Ç L A M A K g. f. Bir şeyi tıkaçlamak, onun ağzını, deliğini v h tıkaçla kapamak.







tıkaçlanmak edilg. f. Ağzı, deliği vb.



tıkaçla kapatılmak.



T IK A Ç L A N M A a. Tkaçlanmak eylemi. T IK A Ç L A N M A K -> TIKAÇLAMAK T IK A Ç L I sıf. Tkacı olan ya da tıkaçla ka­ patılmış olan.



T IK A L I sıf. Tıkandığı, kapandığı için her­ hangi bir şeyin geçişini, akışını vb. olanak­ sız kılan bir şey için kullanılır; kapalı: Tra­ fik b u saatte tıkalıdır, sakın yola çıkma. B urnu sürekli tıkalı. — Elektron. Anahtarlam a rejiminde çalı­ şan bir tranzistor ya d a bir etkin öğe için kullanılır. (Tranzistor, içinden hiçbir akım geçm ediğinde tıkalı, ö bü r duru m d a ise doymuştur.)



T IK A M A a. Tıkamak eylemi.



—Elektron. Bir ya da birçok elektron tü­ pü ya da tranzıstordan oluşan ve kuman­ da elektrodu uygun biçimde kutuolandığında, içinden geçen akım ya da işaret sıfırlanan bir devrenin durumu. —Elektrotekn. Tıkama kondansatörü, bir devreye bağlandığında, doğru akımların geçişini engelleyen ve yalnızca alternatif akımları ileten kond an satör. — Hidrol. v e Denizbil. Buz tıkaması, y ü zen buzların a n o rm a l b iç im d e birikerek bir a k a rsu y a tağ ın ı, bir b o ğ a z ; d o ld u rm a sı. (Bk, ansikl. böl.)



—Jeomorfol. Akarsuların malzemeyi birik­ tirmesi. (Bu terim, büyük çoğunluğu arıt­ mayla çöken ince malzeme için kullanılır, oysa alüvyonlanm a daha genel b r terim­ dir.) —Kuyuc. Bir kuyuyu çimento tıkacıyla dol­ durarak kapatma. —Radyotekn. likam a devresi, ayarlı oldu­ ğu belirli bir frekanstaki akımların geçişi­ ni engellemeye yarayan paralel rezonans devresi. — ANSİKL. Hidrol. ve Denızbıl. Tıkız buz şeddeleri oluşturan buz tıkamalarına sert geçen kış mevsimlerinde rastlanır. Taşınan küçük buz parçaları önce yüzeysel bir buz katmanı oluşturur: b a ş k a buz parçaları bunlarla birleşir v e d e rin le re doğru y a y ı­ larak bir duvar m e y d a n a ce rir. Yeterince güçlü bir ta şk ın bu b ü tü n le şm iş b u z örtü ­ sünü yerinden oy n a tırsa buz kütleş yavaş yavaş ilerler, bir engelle karşılaş nca du­ rur ve kimi z a m a n köorülere. mahsur kal­ mış gemilere ve a k a rsu yap arın a b ü y ü k zararlar verebilir. T IK A M A K g . f. 1. Bk deliği, bir geçidi (bir şeyle) tıkamak, ü zerin e kon an bir n e s ­



neyle ya da ü stü n e sürü len , yapıştırılan bir maddeyle vb. on u k a p a m a v B r şişenin ağzını mantarla tıkamak. Duvardaki delik­ leri alçıyla tıkamak. —2. B ir şeye bir şey tıkamak, on u o ş e y le kapatmak: Kulakla­ rına p am u k tıkamak. —3. Bir de iği. bir oluğu, b ir geçişi tıkamak, bu s e r d e n sö z ederken, akışa e n g e l olmak, g e ç :ş' k a ç a t­ mak: Kaza yapan arabalar yolu tıkadığı için trafik durdu. Damarı tıkayan b ir kan pıhtısı. —4. B ir şeyi (soyut) tıkamak, on u n



olağan akışına, gelişimine vb. engel ol­ mak: Bu tutum, anlaşma um udunun önü­ nü tıkıyor. —5. Bir kim seyi tıkamak, bir yi­ yecekten söz ederken, çabucak doyur­ mak ve mideyi doldurmak, iştahı kesmek: Bu pasta b en i tıkadı, daha fazla yiyem e­ yeceğim.



♦ tıkanmak edilg. f. 1. Kapanmak, sü­ rekli olarak kapalı olmak: Lavabo sık sık tıkanıyor. Tıkanan oluğu açmak. Trafik ak­ şam saatlerinde her zam an tıkanır. —2.



İştahı kesilmek, artık bir şey yiyemez du­ ruma gelmek: Bu akşam nedense tıkan­ dım, canım h içb ir şey yem ek istemiyor.



—3. Soluk almakta güçlük çekmek, so­ luk alamamak: Lütfen pencereleri açın, in­ san burada tıkanıyor. —4. Olağan gelişi­ minde, önüne engel çıkmak: Bu kararla barış görüşm elerinin önü tıkandı. —5. Hiçbir şey üretemez, yaratamaz vb. du­ ruma gelmek: O yönetm en artık tıkandı, yıllardır yeni b ir şey yapmıyor. —6. Kulak­ ları, burn u tıkanmak, duymakta, nefes al­ makta güçlük çekmek: Nezleden kulak­ ları, burn u tıkanmak.



—Marangl. Bir rendeden ve bütün ağaç biçme makinelerinden söz ederken, kötü çıkış yüzünden talaşları birikü-mek ve top­ lamak. ♦ tıkatmak ettirg. f. B ir şeyi tkatm ak. tıkamak, kapamak eylemin yaptırmak. TIK A M A L! sıf. Eiektron. 7¡kamalı salınım üreteci, tıkama rejiminde çalışan, tüplü ya datranzistorlu salınım üreteci. (Bk. ansikl. böl.) — A n s İk l . Elektron. Tıkamalı salın ım ü re ­ tecinde, giriş devresiyle çıkış d e v re s i a r a ­ sında çok sıkı bir eşleme kullan:!;?, c ,. d a toplaç (tranzistor durumunda) akım ının hızla değişmesine yol açar. Ç ık ış d e v re s i bir kondansatörle a y a rla n ıy o rs a , b u kon­



dansatör şiddetle boşalır ve uçlarında gevşeme salınımları ortaya çıkar. Eşleme, geniş bantlı bir transform atörle sağlanır. Tkamalı salınım üreteci, televizyon alıcıla­ rında ve radar tekniğinde çoğu kez tara­ m a gerilimi üreteci olarak kullanılır.



T IK A N IK sıf. Tıkanmış, kapanmış olan şey için kullanılır: Tikanık boruları açmak. Tıkanık b ir damar.



T IK A N IK L IK a. 1. Tıkanmış, kapanmış bir şeyin durumu: B ir boru d a ki tıkanıklığı açmak. Borunun b u bölü m ü nd e bir tıka­ nıklık var. Kurallara uyulmaması trafikte tı­ kanıklığa yol açıyor. Kadrolardaki tıkanık­ lık. —2. Soluğun kesilir gibi olması: Mer­ divenleri çıkarken herhangi b ir tıkanıklık hissediyor musunuz? —Cerr. Tıkanıklık açma, BOŞALTMA'nın



eşanlamlısı. — Patol. Solukborusu-bronş tıkanıklığı, akut bronş-akciğer hastalıkları, özellikle süreğen bronşit yüzünden solunum yol­ larının sümüksü m addelerle ve kan sızın­ tılarıyla tıkanması. (Hastanın öksüremediği durum larda tıkanıklık daha fazladır [sü­ reğen solunum yetmezliği ve nedeni ne olursa olsun, koma].)



T IK A N M A a. Tıkanmak eylemi. — Hidr. pnöm. içinden geçen sıvıların bı­ raktığı çökeltilerin etkisiyle, boruların, filt­ relerin vb. gittikçe geçirimsiz durum a gel­ mesi. — Kim. müh. Evrelerin m ekanik sürüklen­ mesine denk düşen hidrodinam ik koşul­ ların tümü. || Tıkanma sınırı, kimya m ühen­ disliğinde bir birim in (ünite) çalışma sını­ rı; evreler arasındaki dengelerin kurulm a­ sında gerekli olan koşulların sağlanması, bu sınırın ötesinde m üm kün değildir. — Kuyuc. Geçirimll bir oluşum un tam a­ men kapanması. — Nörobiyol. Sinirsel bir mesaj iletiminin sinapsöncesi bir öğenin tutukluk göster­ mesi yüzünden sinapssonrası düzeyinde



duraklaması. — Patol. Doğal kanallarda, dam arlarda oluşan ve sıvıların geçişini durduran dol­ gunluk (bronş, safra, burun, gözyaşı ka­ nalı vb. tıkanması). || Bağırsak tıkanması, m addelerin ve gazların bağırsağın her­ hangi bir bölüm ünde ilerlem esinin dur­ ması. (Bk. ansikl. böl. Patol. ve Vet.) — Sterkim. Sterik tıkanma, işlevsel oylum ­ lu grupların bir tepkim e m erkezinin çev­ resinde toplanarak başka grupların bu merkeze girmesini zorlaştırması. (Örneğin dimetil -2 , 6 benzoik asidin durum u, ste­ rik tıkanmaya iyi bir örnektir: —C 0 2H gru­ bunun çevresindeki boşluk, iki metil g ru ­ buyla [—■ C H J dold u ruld uğ u n da n C 0 2H grubunun etkimesi güçleşir ve dolayısıy­ la yavaşlar.) — ANSİKL. Patol. Bağırsak tıkanması. Ba­ ğırsaktaki iletimin ani ya da yavaş yavaş durm asına göre, akut ya da yarı akut tı­ kanma sözkonusudur. Tipik akut olgularda, klinik tabloda dört ana belirti ortaya çıkar: ağrı (yeri ve şid­ deti değişik olabilir); kusma (basit bulan­ tıyla başlayıp önce besinler, sonra safra ve dışkısal m addeler çıkar, bol ya da az olabilir); er ya da geç m adde ve gaz ge­ çişinin duraklaması; karnın şişmesi (şişkin­ lik) yerel ya da yaygın, hareketsiz ya da sığamsal hareketli olabilir. Genel durum az ya da ço k önemli ölçüde bozulur. Tkanma yerinin belirlenmesi tedavi açısın­ dan çok önem lidir: yukarıda tıkanma (incebağırsak) ya da aşağıda tıkanma (ka­ lınbağırsak). Tıkanmalar nedenlerine g ö ­ re ikiye ayrılır: mekanik tıkanma ve işlev­ sel tıkanma. Mekanik tıkanma bir engel­ den (bağırsak urları, yabancı cisim, safra ileusu, kıvrımların kümelenmesi) ya da ba­ ğ ırs a k dolanmasından ileri gelir (yapışık­ lık, bağırsağın kendi etrafında dönmesi, boğulmuş fıtık, bağırsak kıvrımlarının bir­ biri için e g irm esi) ve her zaman cerrahi m ü d a h a le y e gerek gösterir, işlevsel tıkan­ m a la r çeşitli s-tkenlerle bağırsağın hareke­ tiyle İlgili sinir sistem inin düzeninin bozul­



masına bağlıdır ve bağırsak telci ya da ka­ sılması şeklinde ortaya çıkabilir. Bağırsak felcine bağlı tıkanmalar karın ameliyatla­ rından sonraki 2 ila 5 gün içinde sık g ö ­ rülür ve tehlikesizdir ve bazı patolojik d u ­ rum lara (böbrek kolikleri) ya da m etabo­ lizma bozukluklarına (hipokaliemi) bağlı olabilir ve özellikle yaşlı kimselerde g örü ­ lür. ♦ Tedavi. Tedavinin ilk evresini yeniden canlandırm a (reanimasyon) oluşturur; elektrolit bozukluklarının düzeltilmesi işlev­ sel tıkanmalarda tedaviyi de sağlar ve me­ kanik tıkanmalarda iyi koşullarda bir ame­ liyata gidilebilm esine olanak verir. C erra­ hi girişimde, tıkanmanın nedenini ya da nedenlerini bulmak için karın boşluğu tam olarak araştırılır. Cerrahi girişimin hedefi lezyonun yapısına bağlıdır: bir yapışıklığın yalnızca kesilmesi, ölmüş bir incebağırsak bölüm ünün kesilmesi. Kalınbağırsakta ise, genellikle önce lezyonun berisinde bağır­ sak akımının yönü değiştirilir (kolostomi); daha sonra, lezyonun çıkartılması ve nor­ mal bağırsak iletiminin yeniden sağlan­ ması m üm kün olacaktır. —Vet. Bağırsak tıkanması. Hayvanlarda bağırsak tıkanmasının başlıca nedenleri bağırsak boğulması, bağırsak düğüm len­ mesi ve bağırsakların iç içe girmesidir. Ka­ rın ağrısı çok şiddetlidir ve hayvan şok du­ rum una girer. Dışkı çıkaramaz, dışkı yeri­ ne kan ya da mukus çıkar. Acil cerrahi mü­ dahale gereklidir



TIKANMAK - TIKAMAK. TIKATMAK - TIKAMAK. TIKAYICI a. Hidr. pnöm Bir açıp kapa­ ma aygıtının (valf, klape), bir akışkanın ak­ masını sağlamaya ya da önlemeye yara­ yan organı. (Eşanl. O0TURATÖR.) ♦ sıf. Patol. Vücuttaki doğal kanallarda (bronş, dam ar vb.) tıkanmaya neden olan hastalığa dşnir — Ruhbil. Tikayan, durduran, ruhbilimsel bir tıkanmaya yol açan şey için kullanılır. —Yerbıl Kayaç boşluklarını doldurabile­ cek canlılar ya da m addeler için kullanı­ lır.



TIKILM AK



• TIKMAK.



TİK İM a Yörs. Ağzın alabileceği büyük­ lükte yiyecek parçası; lokma.



TIK IN M A a. Tıkınmak eylemi. TIK IN M A K gçz. t. Tkz. 1. Eline geçen her yiyeceği büyük bir iştahla oburca ye­ mek: Sürekli tıkınır. — 2. Yemek yenmek.



TIK IR sıf. (yansıma söze.). 1. Birbirine vuran, çarpan şeylerin çıkardığı tıkırtı sesi. — 2. Arg. Para. — 3. Tıkır tıkır, çok düzgün olarak, düzenli biçimde, kesintisiz olarak:



Soruları duraksamadan tıkır tıkır yanıtla­ dı. || Tıkırı yolunda, ekonom ik durum u iyi, geçim i yerinde (tkz ). || Tıkırı yolunda git­ mek, geçim koşulları iyi olm ak (arg.). || İşini tıkırına koymak, işini yoluna koymak (tkz.). || Tıkırında, iyi durum da (tkz.). || işi tıkırın­ da gitmek, iyi, yolunda olm ak (tkz.). || Tı­ kırını yoluna koymak, geçim koşullarını iyi bir biçim de düzeltmek (arg ).



TIKIRDAMAK gçz. f. (yansıma söze). Tıkırtı çıkarmak:



Dolabın üstünde tıkırda­



Ki­ tapları, şu küçücük sandığa tıkıştırmış. —2. Bir yemeği tıkıştırmak, bir yiyeceği de, düzensiz olarak koymak, sokm ak:



aceleyle, çiğnem eden yem ek ya da aynı biçim de bir kimseye yedirmeye çalışmak:



Birkaç lokma tıkıştırıp randevuma yetişmeliyim. Muhallebiyi kaşık kaşık çocuğun ağzına tıkıştırıyordu. T IK IZ sıf. (tıkmak'tan). 1. Ç ok sıkı dol­ durulmuş, iyice sıkışmış bir şey için kulla­ nılır; sıkı: Tıkız bir yatak. — 2 Yoğunluğu çok, katı: Tıkız hamur. — 3. Dolgun ve kı­ sa boylu; tıknaz. —Astrofiz. Yüzeysel parlaklığı çok yüksek olan bir gökada için kullanılır (Eşanl. KOM­ PAKT.) — Elektrotekn. Tıkız bobin, yassı bobinlerle uzun bobinler arasında yer alan ve bütün boyutlarda kalın bir bobinaj oluşturm ak için sıkıştırılmış ço k sayıda sarım taşıyan sargı. — Mant. K tıkız modeller sınıfı, E formüllü her sınıfın, Enin sonlu her altkümesinin K içinde tam tamına bir modeli bulunduğun­ da, K içinde bir model: olan sınıf. —Topol. Hem tıkız heır; de ayrık olan bir topolojik uzay için kullanılır. (Eşanl. KOM­ PAKT) [Bk. ansikl. böl ] || Bir E topolojik uzayının, E nin topolojisinin A üzerinde yaptırdığı topoloji için tıkız olan bir A par­ çası için kullanılır. || Bağıl tıkız küme, bir E topolojik uzayının, E nin bir B tıkız par­ çasında bulunan A parçası. || Yerel tıkız uzay, her elemanın bir tıkız dolayının b u ­ lunduğu ayrık topolojik uzay. ♦ a. Topol. Tıkız küme ya d a altküme. —ANSİKL Topol. Bir noktaya indirgenmiş bir küme tıkızdır. Tkız kümelerin sonlu bir­ leşimi yine tıkızdır, bunun gibi tıkızların ke­ sişimi, anaküm enin yine de ayrık o lm a:: koşuluyla tıkızdır. Önemli birkaç öze!!:!; söyleyelim: tıkız bi: küm enin bir parçası anca!; ve ancak ta ­ palı ise tıkızdır; bir metrik uzayın tıkız bi; parçası sınırlı kapalı bir küm edir; İR ya da Kayn ]



TIMARCI a. 1, Bir binek hayvanını tımar eden kimse — 2. Esk. Pansumancı.



TIMARHANE a (fars tımar ve hâne' den timar-hane) 1 . Akıl hastanesi. (Bu eski sözcük, bug ü n d aha ço k küçültücü b ir anla m d a kullanılır.) — 2. K im in ne yaptığı belli olmayan, bir kargaşanın egem en o lduğu yer: Ev değil tımarhane. —3. Tımarhane kaçkını, delice ve d e n ­ gesizce işler yapan. |] Tımarhane kaçkını gibi , üstü başı perişan, ço k kılıksız g e ­ zen —A n s ik l Tar İslam ülkelerinde, bimaris­



tan. manstan. bımarhane, darüşşifa, darussıhha vb. adlar alan sağlık kuruluşla­ rında, akıl hastalıkları da tedavi ediliyor­ du. Selçuklular döneminde, büyük kent­ lerde yem tedavi metotları uygulayan akıl hastaneleri kuruldu. Gıyasettin Keyhüsrev l tarafından Kayseri'de, kardeşi Gevher Nesibe H atun'un vasiyetiyle kurulan (1206) Şıfaiye'de akıl hastalıkları tedavi edildi ve müzikle tedavi uygulandı. Melik ül Mansuri tarafından Kahıre'de kurulan (1283) Bimarıstan ül-Mansuri'de öteki has­ talıkların yanı sıra Anadolu ve O rtadoğu' dan gelen akıl hastaları da tedavi ediliyor­ du. OsmanlIlar dönem inde bimaristan ve darüşşifaları, Bimaristan 01Mansuri'den gelen, özellikle burada eğitim gören türk hekim leri yönetiyordu. Bayezit l'in Bursa' nin Yıldırım sem tinde yaptırdığı (1399 -1400) darüşşifa, bunların en eskilerindendi. Burada da m üzikle tedavi yöntemi uy­ gulanıyordu. Edirne'de kurulan (1484) Ba­ yezit II darüşşıfası'nın vakfiyesinde, akıl hastalıklarında müzikle tedavinin uygulan­ dığı yazılıdır İstanbul'da büyük selatin külliyelerının yanına da birer darüşşifa yapıl­ mıştır. Bunların ılkı M ehm et II (Fatih) tara­ fından Fatih küllıyesı yanında yaptırılandır (1470). Burada, akıl hastaları bir hocanın nezaretinde eğitim ve öğrenim yoluyla iyi­ leştiriliyordu. İstanbul'da yaptırılan en eski tım arha­ ne, Kanuni dönem inde Aksaray semtinde açılan (1539) Haseki Hürrem Sultan külliyesi'ne bağlı Bimarhanei Haseki Sultan, ıkıncısı Süleymaniye küllıyesi'ne bağlı Bim arhaneı Sultan Süleym an’dır (1556). 1583'te Ü sküdar’da açılan Bimarhanei Valide Atık, Murat lll'ü n annesi N urbanu Sultan tarafından yaptırıldı. Toptaşı tım ar­ hanesi adıyla da tanınan bu hastane, Se­ lim III dönem inde süvari kışlası oldu. Cum huriyet dönem inden sonra Prof. Mazhar Osman Uzm an’ın çalışmalarıyla tım arhaneler ıslah edildi ve Bakırköy'de batılı anlayışa uygun bir akıl hastanesi ku­ ruldu. (- * BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HASTA­ LIKLARI HASTANESİ.) Elazığ ve Manisa'da da birer akıl hastanesi vardır.



Tım arh a n e, bir karagöz oyunu. O yu­ nun konusunu, Karagöz’ün delilerle kar şılaşıp onları yakalamak istemesi oluştu­ rur. H acivat’la birlikte delileri yakalamak için kendisi de deliymiş gibi davranan Ka­ ragöz, tımarhaneye düşer. Başından g e ­ çen çeşitli güldürücü olaylardan sonra Hacivat onu tım arhaneden çıkartır. Kârı kadim karagöz oyunlarından olan Tımarhane'nin Karagöz’ün divaneliği. Ka­



ragöz deli. Karagöz'ün tımarhane oyunu vb. çeşitlemeleri vardır



TIMARHANELİK sıf. Akıl hastanesine yatırılmayı gerektirecek kadar hasta olan ya da öyle olduğu düşünülen kimse için kullanılır: Bu adam tımarhanelik, zavallı



çocuklara çok kötü davranıyor.



TIMARLAMAK g. f. Bir binek hayvanı­ nı tımarlamak, onu tımar etmek.



TIMARLI sıf. 1. Derisi, kılları tem izlen­ miş, tımar edilm iş binek hayvanı için kul­ lanılır. — 2 . Esk. Bakımı yapılmış yara için kullanılır. —3. Esk. Gerekil bakımı yapıl­ mış ağaç, işlenmiş toprak için kullanılır.



TIMARLI a. Kur. tar. Osmanlılar'da yeterli sayıda sipahi besleyerek tımar sahibi olan bey.



TIM IŞKI a 1. Şapkac. Şapkacıların şap­ kanın tepesini tutturm ak için kullandıkları ince sicim. — 2 . Şapkanın tepesi.



TlMIŞVAR



• TİMİŞOARA.



T I N a. (yansıma söze). 1 . Metal ve ıçı boş bir şeye vurulduğunda çıkan tınlam a se­ si —2. Tın tın, tınlama sesi; bir kimsenin bilgisizliğini, kafasının boşluğunu belirt­ m ek için kullanılır: Tın tın bir adam. Kafa­



5.30’da türk hatlarından açılan bir dizi d ü ­ zenli ve etkili to p atışını 15. Tüm en’e bağlı piyade alaylarının taarruzu izledi. Yunan kuvvetleri kısa bir direnişin ardından te­ penin Büyüksincanlı ovasına bakan ya­ maçlarına çekilirken, 56. Alay tepenin sağ yüzündeki Kepli istinadını, 38. Alay da Tınaztepe'nın en yüksek noktasındaki sa­ vunm a mevzilerini ele geçirdi. Yunan bir­ liklerinin, yitirdikleri savunma noktalarını geri alm ak için öğleden sonra 4 piyade taburuyla takviye edilmiş kuvvetlerle giriş­ tikleri şiddetli karşı saldırı, türk alayların­ ca püskürtüldü. 56. Alay komutanı yarbay Fehmi Bey, gece yarısından sonra aske­ rini süngü hücum una kaldırdı, yunan kuv­ vetleri daha gerideki hatlara çekilm ek zo­ runda kaldılar Ertesi sabah (27 ağustos) erkenden her iki alayın birlikte yeniden gi­ riştiği şiddetli taarruz sonucunda Tnaztepe'nın tüm ünü ele geçiren türk kuvvetle­ ri, direniş gücü kırılan yunan birliklerini Büyüksincanlı ovasına doğru sürdüler.



sı tın tın. Tın tın ötmek.



TINGADAK be. (yansıma söze.). Metal



TIN A Z a. 1. Yığın — 2 . Taneleri sam an­



bir nesnenin ansızın düşmesiyle birlikte çı­ kan sesi belirtir



dan ayırmak için rüzgârda savrulmak üze­ re hazırlanan dövülmüş tahıl yığını. (Tınaz­ lar üçgen kesitli uzun bir prizm a b içim in­ de ve bölgedeki olağan rüzgârın d oğ ru l­ tusuna dikey olarak yığılır. Bir uçtan baş­ layıp öbür uca doğru ilerleyen kişi ve/ya d a kişilerce çatal tahta küreklerle rüzgâr­ da savrulur.)



T IN A Z (Naci), tü rk asker, siyaset adamı



TINGILDAMAK gçz. f. (yansıma söze.). Tıngırdamak. ♦ tıngıldatm ak ettirg. t. Bir şeyi tıngıldatmak, onun tıngıldamasına yol açmak.



TINGILDATMAK



• TINGILDAMAK.



TINGIUTI a. (yansıma söze.) Tngıldam a sesi.



(Serfice 1882 - Ankara 1964). Harbiye’yi (1904), H arp akadem isi'ni (1907) bitirdi. Çeşitli kıta ve karargâh görevlerinde bu­ lundu. Kurtuluş savaşı yıllarında A nado­ lu'ya geçerek yarbay rütbesiyle Batı cep­ hesi kurmay başkanlığı, 1922'de albaylı­ ğa yükseltilerek tümen komutanlığı, savaş sonrasında VI. Kolordu komutanlığı (1925 -1927) yaptı. 1926'da mirliva, 1930'da fe­ rik oldu. Jandarm a genel komutanlığın­ dan (1935-1938) emekliye ayrıldıktan son­ ra 1950’ye değin Bursa ve Ankara millet­ vekili olarak TBM M 'de yer aldı; Celal Bayar ve Refik Saydam hüküm etlerinde Milli savunma bakanlığı görevini üstlendi (1938 -1940).



♦ sıf. 1. Arg. Parasız, züğürt — 2 . Bü­ tünüyle boş olan bir şey için kullanılır. — 3. Tıngır elek, tıngır tas. bom boş, h içbir eş­ ya yok anlam ında kullanılır.



T IN A Z (Alı Rıza Avni), türk besteci (İzmir



TINGIRDAMA a. Tıngırdamak eylemi,



1931). Küçük yaşta m üziğe ilgi duydu Hayrı Yenıgün. Fehmi Tokay, Nuri Halil Poyraz'dan m üzik dersleri aldı. 1950'de bes­ teciliğe başladı. Bestelerinin çoğunun sözlerini kendi yazdı. Uzun yıllar İzmir radyosu'nda yönetici olarak çalıştı. 150’ye ya­ kın bestesi vardır. Başlıca yapıtları: Neva



tıngırtı.



mevievi ayini, Deldi bağrım bülbül-i bîçâ­ re nâlânın senin (neva ilahi, düyek).



TIN AZTEPE, esk Senlr, Afyonkarahısar'ın Sincanlı ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 423 nûf. (1990).



TIN AZTEPE (Asım). türk asker (Üsküp 1892 - İstanbul 1951). Harbıye’yı (1911), Harp akademisi'™ (1924) bitirdi. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarına katıldı. Kurtuluş savaşı yıllarında A na do lu ’nun çeşitli yer­ lerinde birlik komutanlığı yaptı. Büyük ta­ a rru zd a Tınaztepe’de yaralandı. 1933'te albay, 1939’da tuğgeneral, 1949'da orge­ neral oldu 1945-1948 arasında İstanbul sıkıyönetim komutanlığı, daha sonra Yük­ sek askeri şûra üyeliği, 1. O rdu komutan­ lığı yaptı.



U n a z ta p e sa vaşı, Kurtuluş* savaşı'nda Büyük taarruz sırasında Tinaztepe'yi ele geçirm ek için tü rk kuvvetlerince yapılan askeri harekât (26-27 ağustos 1922). Bü­ yük taarruz öncesinde tü rk I. Kolordusu' nun 15. Tümeni, Büyüksincanlı ovasına egem en konum da bulunan ve Yunanlılar' ca iki kat halinde dikenli teller ve lağım­ larla berkitilmiş olan Tnaztepe'nin alınma­ sıyla görevlendirildi. Böylece tüm enin pi­ yade alayları gece karanlığında Savran suyu yönünden yürüyüşe geçerek Yunan­ lıların tel engellerine kadar yanaşıp taar­ ruz düzenine girdiler (25 ağustos). Büyük taarruz günü (26 ağustos) sabah saat



TINGIR a. (yansıma söze ). 1. Metal bir nesnenin sert bir yüzeye çarpm ası ya da düşm esi sonucunda çıkan ses. -—2. Arg Para — 3. tingır mıngır, yavaş ve düzenli b ir biçim de: Araba bozuk yolda tıngır mıngır ilerliyordu. || Tıngır tıngır, birbirine çarpan m adeni eşyaların çıkardığı sesin sürekliliğim betimler; bir yerde hiçbir şey bulunm adığını bom boş olduğunu belirt­ m ek için kullanılır. || Tıngırı yolunda, gelir durum u iyi anlam ında söylenir, (arg.)



TINGIRDAMAK g çz t. 1. Metal, cam yb. nesnelerden söz ederken, çarpm a ya da düşm e sonucu kuru ve çınlamalı, m a­ deni bir ses çıkarm ak —2. Arg. Ölm ek ♦ tıngırdatm ak ettirg. f 1 . Bir şeyi tın­ gırdatmak, onun tıngırdam asına yol a ç­ m ak ya da bunu sağlamak. —2. (Bir çal gıyt) tıngırdatmak, telli bir çalgıyı, genel likle büyük bir ustalık göstermeksizin ça l­ mak.



TINGIRDATMAK -» TINGIRDAMAK. TINGIRTI a. Tngırdayan bir şeyin çıkar­ dığı ses; tıngırdam a sesi.



T IN I a Bir sesin, yüksekliği ya d a yeğin­ liğinden bağımsız olarak, o sesi çıkaran insan hançeresine ya da çalgıya özgü ni­ teliği: Çeşitli çalgıların tınısını ayırt edebil­



mek. — Elektroakust. Bir ses işaretine dönüşe­ cek bir elektrik işareti alan aygıtlar üzerin­ de, uygun ayarlamalarla güçlendirilebilen ya d a zayıflanabilen, pes ya d a tiz fre­ kanslar bölgesi. — ANSİKL. Akust. ve Müz, Bütün müzikal ^sesler (yani, N frekanslı dönem li bir titre­ şim hareketinin doğurduğu sesler). N, 2N, 3N, 4N frekanslı temel arm onik seslerin üst üste gelmesi olarak değerlendirilebi­ lir. Müzikai sesin tınısı, kendisini oluşturan farklı temel arm onik seslerin göreli yeğin­ liklerine bağlıdır. Tam olarak dönem li ol­ mayan titreşim hareketinin oluşum u sıra­ sında (bazen sözdedönem li denir) arm o­ nik bileşenlere, ses yayımı süresince tını­ nın değişm esine yol ayan, arm onik olm a­ yan bileşenler d e eklenir.



TINLAMA a. Tnlam ak eylemi



tınlam a 11510



— Patol. Ses tınlaması, gırtlağı, boynu ya d a göğsü dinlerken duyulan ses. —Tıp. Geçiş tınlaması, muayene sırasında parm akla vururken ötûmlû bir bölgeden* ötümsuz bir bölgeye geçildiği a nda kula­ ğa ulaşan ses değişikliği. Çoğu zaman bir organın sınırlarını belirlemeyi sağlar. T IN L A M A K gçz. f. (tın'dan). Süreğen bir tın sesi çıkarmak; yankılanmak, çınlamak.



♦ tınlatmak ettirg. f. Bir şeyi tınlatmak, onun tınlamasını sağlam ak ya da buna yol açmak. —Ger. day. Bir parçaya tınlatma uygula­ mak. T IN L A T IC I a. Sesbıl. Ses oluğunda, bi­ çim i ve hacmi gırtlaküstü eklemleyicilerin konumuyla belirlenen ve konuşmadaki değişik ses kaynaklarına (ses kaynağı ve çeşitli gürültü kaynakları) özgü kimi fre­ kansları büyütm e ya da süzme işlevi g ö ­ ren boşluk. (Ağız, gırtlak ve geniz boşluk­ ları birlikte, konuşmadaki seslerin d o ğ u ­ şunda bu işlevi üstlenen gırtlaküstü boş­ luklarını oluşturur.) T IN L A T M A a. Tınlatmak eylemi. — Ger. day. Bir parça içindeki çatlağı ya d a iki parça arasındaki kohezyon hatası­ nı ortaya çıkarmak için bir çekiç yardımıyla gerçekleştirilen ses deneyi. T IN L A T M A K -



TINLAMAK.



T I N M A K g. f Tkz. 1. Bir şeye, bir kim ­ seye önem vermek, tepki vermek, aldır­ m ak (olumsuz cüm lelerde): Ne söylesen



tınmıyor. O kadar konuştum, hiç tınmadı, kitabını okumayı sürdürdü. — 2. Tınmaz melaike, kendi halinde, sessiz sedasız kimseler için şaka yollu söylenir. T IN N E T , -ti a. (ar. — Esk. fiz. Tını.



(ınnet). Esk. Çınlama.



T IN N E T L İ sıf. (ar. yan, çınlayan.



tınnet'ten). Esk. Tınla­



T IP a. 1. Hastalıkları, yaraları ve sakat­ lıkları önlemek, iyileştirmek ve yatıştırmak için başvurulan her türlü teknik bilgi ve yöntemin tümü. (Eşanl. H E K İM LİK . TABA­ BET.) [Bk. ansikl. böl.) —2. Hekimin m es­ leği. — 3. Tip fakültesi. — 4. Tıp öğrenimi, tıp m esleğine girecek olanlara tıp fakül­ telerinde verilen öğrenim. (Bk. ansikl. böl.) — isi. Tıbb-ı nebevi, Hz. M uham m et'in sağlık konularına ilişkin söz ve uygulama­ ları. (Bk. ansikl. böl.) —A n s ik l Mezopotamya'da tıp, görgüye bağlı, geniş farm akolojik bilg iye dayanı­ yordu, am a hastalığı, işlenm iş b ir g ü n a ­ hın cezası sayıyordu. Mısır tıbbı (özellik­ le Ebers Smith p ap irü sün d e n elde e d i­ len b ilgilere göre) m um yalam adaki ileri tekniğine karşın, anatom i konusunda ço k basit b ilgilere sahip görünm ektedir. Bunların ikisi de aşırı derecede büyücü­ lüğe ve dine dayalı idi. İbrani tıbbı, Tevrat ve Talmud'ta ilk yasal sağlık kurallarını (dezenfeksiyon-koruma) ortaya atmıştır. Çin tıbbı, biri olumlu (yang) biri olumsuz (yin) iki tem el kavrama dayalıydı; aku­ punktur ve fitoterapi gibi doğal yöntem­ lerle doğal ve koruyucu bir tedavi salık ve­ riyordu. H indistan'da da, Vedalar’ın tü ­ m ünde oldukça belirgin tıp bilgilerine rast­ lanır (Ayurveda, ya d a “ uzun yaşam bil­ gisi"). Eski Yunan'da tıp, b üyük bir adın ege­ menliği altındadır: Hippokrates. Onun öğ­ retisi altmışa yakın ders kitabında toplan­ mıştır (Hippokrates koleksiyonu). H ippok­ rates zamanında istanköy tıp okulu, soruş­ turmaya, klinik bilgilere, insan deontoloji­ sine ve insancıl deontolojiye dayalı bir araştırma protokolü oluşturmuştur Roma­ lıla rd a H ippokrates'ten kalma gelenekler sürdürülm üş ve Galenos klinik düşünce­ yi ve teşhisin bilimsel yöntemle konması gereğini ekleyerek bu öğretiyi geliştirmiş­ tir. O rtaçağ Avrupa tıbbı, Eski Yunan ö ğ ­ retilerini, arap dilinde yazılı tıbbın aracılı­ ğıyla kendisine mal etmiştir Am a bu tıp



gözetim altında tutulmuştur, ilk tıp okulla­ rı (Córdoba, Montpellier) bu devrede üne kavuşmuşlardır. Rönesans, anatom inin ve deneysel bil­ ginin geliştiği dönemdir. Vesalius, diseksıyon ile yaptığı incelemelerle anıtsal bir ya­ pıt ortaya koydu. Paracelsus, Frascator, koreyi, cüzamı, çiçeği en ince noktaları­ na kadar tanımladılar. Am broise Paré mo­ dern cerrahinin ilk kilom etre taşlarını yer­ leştirdi. Harvey tarafından dolaşımın keş­ fi, ardından M alpighi, Pecquet, Winslow ve H unter’in çalışmaları, anatom ide yapı­ lan keşiflerin cerrahi sonuçlarını belirledi. Bununla beraber, XVII. yy.'da genel tıp, cerrahinin gerisinde kaldığı için M olière’ in alaylarına konu olacaktır Ote yandan A. van Leeuwenhoek mikroskopla incele­ meyi başlatarak gelecek yıllarda yapıla­ cak büyük keşiflere zemin hazırladı. XVIII. yy.’d a Bichat doku ve organların yapısını tanımlayarak dokubilim in temelini atmış oldu. Jenner çiçek aşısını buidu. Pinel de­ lileri zincirden kurtardı ve ondan sonra bü­ tün deliler hasta sayıldı. XIX. yy.'ın ilk yarısını Laennec, Trousse­ au ve Bretonneau'nun çalışmaları belirle­ di; cerrahlık Corvisart, Dupuytren, Lisfranc, Velpeau'nun gayretleriyle ilerledi; Hqrace Wells, Morton ve Sim pson’un anşsteziyi keşfinden sonra tıp ve cerrahi büyük olanaklara kavuştu. XIX. yy.’ın ikinci yarısında, birçok hastalıkların m ikroplar­ la bulaştığını bulan, kuduz aşısını gelişti­ ren, antisepsi ile yaraların ve ameliyatla­ rın septik ihtilaflarını önleyen Pasteur'ün çalışmalarıyla tıp ve cerrahi bugünkü ça ğ ­ daş evreye ulaştı. Ueffler, Roux, Yersin, NicoUe ve öğrencileri Pasteur'ün buluşları­ nı sürdürüp geliştirirken, Koch verem ba­ silini buldu. Aynı tarihlerde Charcot çok iyi bir klinik izlenimle ortaya çıkardığı be­ lirtileri sinir sisteminde uygun lezyonlara bağlayarak nörolojiyi tüm üyle değiştirdi. Öte yandan Saint-Louis hastanesi deri hastalıklarının tedavisi konusunda uzman­ laştı. XX. yy.’ın birinci yarısı, fizik, kimya ve bi­ yoloji teknik ve yöntemlerinin gittikçe d a ­ ha ço k kullanılmasına ve bu yolla teşhis, argştırma ve tedavi yöntem lerinin önemli ölçüde genişleyip yayılmasına tanık oldu. Öte yandan tıpta “ uzm anlık dalları" orta­ ya çıktı. Nöroloji ve deri hastalıklarından, psikiyatri, oftalmoloji, kulak-burun-boğaz hastalıkları, daha sonra radyoloji, pnömoloji, ftizyoloji, kardiyoloji, içsalgı, romatoloji vb. ayrı ayrı uzmanlık dalları haline gel­ diler. • Hastalıkların tanınması. Enfeksiyon ve asalak hastalıkları. Pasteur ve Koch'un ça­ lışmalarından sonra sırasıyla veba m ikro­ bunu Yersin, tifo m ikrobunu Eberth, belsoğukluğu diplokokunu Neisser, boğm a­ ca kokobasilini Bordet ve Gengou vb. bul­ dular. Virüslerin neden olduğu hastalıklar­ da etkenlerin saptanması, ileri süzme tek­ nikleriyle yalıtılmaları ve yapısal olarak in­ celenmeleri elektronik mikroskop sayesin­ de gerçekleşti. Asalak hastalıklarında, hastalık nedeni asşlağın biyolojisi, yaşam tarzı, taşıyıcıla­ rı (böcekler, kem irgenler vb.), arakonaklart ve etkileyici tedavi yöntemleri araştır­ ma konusu oldu. M eçnikov tarafından ilk kez keşfedilen bağışıklık mekanizmaları daha sonra Ch. Richet ve P ortier'nin anafilaksiyı bulm ası­ na ve C. von Pirquet’nin alerjiyi inceleme­ sine yol açtı. • Çrgan ve sistem hastalıkları. Claude Bernard'ın fizyoloji alanındaki çalışm ala­ rı, tçorgan işlevlerinin incelenm esine ne­ den oldu. Sindirim, dolaşım, solunum, sal­ gılar üstüne sayısız çalışm alar yapıldı ve bunların fiziksel mekanizmaları ortaya çı­ karıldığı gibi organizm ada olup biten bi­ yokimyasal tepkim elerin mekanizmaları da belirlendi. Bu bilgilet; Pavlov ve onu iz­ leyen araştırmacıların büyük bir ustalıkla ortaya çıkardıkları, sinir sisteminin organ­ lar ve işlevleri üzerindeki etkisine ilişkin bil-



nımlanmış olan (Basedow, A ddison has­ talıkları) içsalgı bezi hastalıklarının hemen hem en hepsi incelendi ve m ekanizm ala­ rı hormonların bulunmasıyla anlaşılabiidi. Kan hastalıkları tanımlandı ve birçoğunun nedeni ortaya çıkarıldı. Kan gruplarının Landsteiner tarafından keşfi ve bunların kalıtımla geçiş yollarının belirlenmesi, sa­ yısız patolojik durum u açıklığa kavuştur­ du, özellikle kan nakillerinin büyük çapta artmasını kolaylaştırdı. Boşluklu organlar, endoskop aracılığıyla doğrudan doğruya doğal yoldan gözle görülerek incelenir ol­ du. Bazı organların yaydığı elektrik akım­ larının incelenmesi, elektrokardiyografi, elektroansefalografi, elektromiyelografi gi­ bi dikkate değer teşhis araçlarının gelişme­ sine yol açtı. Radyoloji, X ışınlarına karşı saydamsızlığı komşu dokularınkinden de­ ğişik olan organların biçimlerini inceleme olanağı sağladı. Ondan sonra, kontrast m addelerin kullanımı, hemen hemen bü­ tün organların radyoskopi ya d a radyo­ grafi ile araştırılması olanağını verdi. Skaner (tomodansitometre) radyolojik teşhis­ te büyük bir ilerlem e sağladı. • Hastalıkların tedavisi. XIX. yy.'ın sonu ve XX. yy., anestezinin keşfiyle ve Pasteur' ün keşiflerinin ürünü olan asepsi kuralla­ rının uygulanmasıyla cerrahide büyük iler­ lem elere tanık oldu. Açık kalp ameliyatla­ rı günlük girişim ler haline geldi. Pasteur' ün buluşu, m ikroplara karşı ço k etkili ve organizm aca daha kolay dayanılır ilaçla­ rın bulunm asıyla başarının doruğuna ulaştı. Birinci Dünya savaşı'ndan önce frengiye karşı arsenobenzenler kullanılır­ ken, savaştan sonra bizm ut tuzları devre­ ye girdi, iki dünya savaşı arasında sülfamitler ortaya çıktı, ikinci Dünya savaşı so­ nunda d a m antarlardan elde edilen anti­ biyotikler (penisilin) uygulam a alanına gir­ di. O tarihten sonra antibiyotiklerin sayısı hızla arttı ve hem en hem en tüm m ikrop­ ları kapsar hale geldi. Ensülinli, sonra hipoglisemiyan m adde­ lerle diyabet tedavisi yüz binlerce diyabet­ liye normal bir yaşam sürme olanağı sağ­ ladı; salgı bezi yetersizliklerinin doğal ya da sentetik horm onlarla tedavisiyle bu tip ikame ilaçlarının pek ço k örneği ortaya çıktı. Bu hormonlar, bazı niteliklerinden ötürü, kendilerinden beklenen ilk rolün dı­ şında başka amaçlı tedavilerde de kulla­ nılır oldu. Örneğin, kortizon türevleri iltihap giderici etkileri için romatizmalarda, astım­ da ve bazı kan hastalıklarında vb. kulla­ nılmaktadır. Urlara karşı kem oterapinin ilerlemesi, radyoterapinin gelişmesi, rad­ yoaktif izotopların değer kazanması birçok kanserlerin iyileştirilebilmesine olanak sağ­ ladı. ikinci Dünya savaşı’ ndan sonra, psiki­ yatri ve tüm tıp, birçok akut ve süreğen durum a karşı koyacak psikotrop m a dd e ­ lerle donatıldı. Zam anla deliliğe dönüşe­ bilen ve sıkıntılı durum ların, belirtileri or­ tadan kaldırılarak kişilerin etkin, normal sosyal yaşantıya dönüşü sağlanabildi. • Tıp öğrenimi. Birçok ülkede olduğu gi­ bi Türkiye'de d e 6 yıllık tıp öğrenim inin 1. yılı genel temel bilim lerin biyoloji, fizik, hücre kimyası gibi dallarına, istatistik, tıbbi psikoloji, tıp tarihi ve deontoloji derslerine ayrılmıştır. 2, ve 3. yıllarda teorik ve pratik olarak temel tıp bilimleri (2 . yıl anatomi, fizyoloji, biyofizik, biyokimya, histoloji -embriyoloji) okutulur. 3. yıl m ikrobiyoloji, parazitoloji ve patolojinin yanı sıra klinik derslerine başlanır, kliniklerde hasta ba­ şında uygulam alı dersler yapılır. 4, ve 5. sınıflar, kllnikli anabilim dallarında ders ve uygulamaların, seminerlerin yoğun olarak yapıldığı dönemdir, tüm anabilim dalların­ da belli bir süre bulunularak uygulanır (kü­ çü k gruplar halinde). 6 . sınıf tüm ders de­ vam larını ve sınavlarını vermiş olan ö ğ ­ rencilerin kliniklerde sorumlu olarak çalış­ tığı sta jye rlik dönem idir Bu dönem de ar­ tık sınav yoktur, öğrencinin başarı d uru ­ m u s o ru m lu öğretim üyesi tarafından dekanlıöa bildirilir Rı ı d ö n e m d e 4 ene klinik-



zorunlu staj ve küçük branşlarda da seç­ meli olarak staj yapılır. Diplomasını alan öğrenci 2 yıllık m ecburi hizmet görevine adaydır. Sağlık bakanlığı kura çekim i ile adayın gideceği bölgeyi belirler, iki yıllık çalışm a sonrasında doktor pratisyen ola­ rak serbest ya da bir kurum da çalışabile­ ceği gib i SSYB’nın açtığı merkezi uzm an­ lık sınavına (TUS: tıpta uzmanlık sınavı) ka­ tılarak uzmanlık öğrenimi için aday da ola­ bilir. U zm anlık öğrenim inin sonunda ye­ niden 2 yıl uzm an olarak m ecburi hizm e­ ti vardır. — isi. Hz. Muhammet, din konularının dı­ şında öteki tüm toplumsal konular gibi üm m etinin sağlık sorunlarıyla da yakın­ dan ilgilendi. İslam dünyasında başta en güvenilir hadis kaynaklan olan Buhari ve Müslim’in yapıtları olmak üzere, bütün ha­ dis yapıtlarında "kita b üt-tıbb" ya da "et -Tibbün-nebevı" başlıklarıyla Hz. Muham­ m et'in sağlık sorunlarına ilişkin söz ve uy­ gulamalarını içeren özel bölüm ler ayrıldı; daha sonraları da genellikle et-Tibb ün ■nebevi adını taşıyan çok sayıda kitap ya­ zıldı. Hz. M uham m et'in tıp konusundaki ha­ disleri genellikle "koruyucu h ekim lik" ve "tedavi yöntem leri"ne ilişkindir. Hz. M u­ hammet, ilke olarak beden ve ruh sağlı­ ğını insanlar için en büyük nimet sayar. Bir hadisinde "Allah dünyada insanlara d o ğ ­ ru bilgi (yakin) ve sağlıktan daha değerli bir şey verm em iştir" der; başka bir hadi­ sinde de İnsanların çoğunlukla iki nim e­ tin, sağlık ve boş zamanın değerini yete­ rince bilem ediklerinden yakınır. Hz. M u­ ham m et, koruyucu hekim lik alanında en b üyük ağırlığı tem izliğe verir ve bu konu­ da çevresindekileri sabırla eğitirdi. "Te­ mizlik imanın yarısıdır", aptes ve gusül sü­ rekli yerine getirilmesi gereken ve ibadet sayılan temizlik uygulamalarıdır şeklindeki görü şle rde Hz. Muhammet'indir. Bundan başka Hz. Peygam berin dış fırçalama, tır­ nak kesme, el ve ayakları sık sık yıkama: cinsel organlar, koltuk altlan, saç. sakal g i­ bi ça bu k kirlenen yerler temizlem enin önem ine ilişkin hadisleri t.bb-ı nebevide önemli bir yer tutar. Aynca dengesiz bes­ lenm e ve uyuma, şişmanlık ve zayıflık, ak­ raba evliliği, tem bellik ve hareketsizlik, iç­ ki, kumar, üzüntü, hırs, öfke gibi beden ve ruh sağlığı açısından sakıncalı olan konu­ lara ilişkin birçok hadis vardır. Hz. M uham m et tedavi konusuna da b üyük önem verirdi. Bütün güvenilir kay­ naklarda yer alan bir hadisinde “ Allah, ila­ cını verm ediği hiçbir hastalık yaratmamış­ tır’ 1 denilir ve mutlaka tedavi olunması g e ­ rektiği belirtilir. Hz. Peygamber, dönem in koşullan ve kendi deneyimleri ölçüsünde bazı hastalıklar için tedavi yöntemleri de önerir. Çeşitli hadislerde bal şerbeti, çöreotu, kan aldırma, mikroplu yarayı d a ğ ­ lama, perhiz gibi ilaç ve uygulamaların şi­ falı olduğu açıklanır; ayrıca yanlış ilaç ya da tedavi konusunda uyarılara da yer ve­ rilir. Hz. M uhammet, bazı sure ya da ayet­ leri okuyarak Tanrıdan şifa dilemenin psi­ kolojik bakım dan tedavi için yararlı olaca­ ğını kabul etm ekle birlikte muska, büyü, efsun gibi batıl uygulamaları kesinlikle ya­ saklar İslam peygam berinin tıp sorunlarıyla böylesine yakından ilgilenmesi, İslam dünyasında tıp biliminin en erken başla­ yan deneysel bilimler arasında yer alm a­ sında etkili olmuş; bundan başka tıbb-ı nebevi adıyla özel bir yazım alanının d o ğ ­ masını sağlamıştır. Bu adla kitap yazmış bilginlerden bazıları şunlardır: Ali bin M u­ sa Kâzım (öl. 818), A bdülm elik bin Habip el-Endülusi (öl. 853), Ebubekir bin es-Sünni (öl. 974), Ebu Nuaym el-lsfahanı (öl 1039), Ebu Cafer el-Müstağfiri (öl. 1041), el-Hamidı (öl. 1095), Ebdullah el-işbili (öl. 1185), el -B ağdadi (öl. 1227), Ziyaettin el-Makdisi (öl. 1245), Şemsettin el-Bali (öi. 1309), ibni Tarhan (öl. 1320), ibni Cem aa (öl. 1333), ez-Zehebi (öl.1347), es-Süyuti (öl. 1505)



Ik p d e m e ğ i (Türk), İstanbul’da 1856'da kurulan tıp derneği. Derneğin kuruluş ça­ lışmaları 1854’te başladı, ilkin adı Dersaadet cemiyeti tıbbiyesi olarak düşünüldü. Derneğin kuruluş çalışmalarının başlama­ sından iki yıl sonra, transız elçiliği hâkimi Dr. Fauvel, tıbbiye hocalarından Karatodori Efendi ve Serviçen Efendi kurucu üyeler arasında yer aldı; bu g ru p Abdülm ecit’e başvurarak kuruluş izni ve padi­ şahtan himaye istedi, istekleri kabul edil­ di, derneğe padişah himayesinde o ld u ­ ğundan Cemiyeti tıbbiyei şahane adı ve ayda 50 osmanlı lirası verildi. Yazışma dili fransızca olan dernek, G azette Medicale d'O rient adlı bir gazete çıkardı. 1918’de yazışma dili türkçe oldu, 1968'de Nişan­ taşı'ndaki kendi binasına taşındı. 1973'te "cem iye t" adının kaldırılmasıyla Türk tıp derneği adını aldı.



Itp fa k ü lte si, tıp öğretimi yapan üniver­ site birim lerine verilen ad. Türkiye’de tıp fakültelerinin başlangıcı­ nı Osmanlı imparatorluğu dönem inde açı­ lan Cerrahhanei amire ve Tiphanei amire oluşturur (14 mart 1827). Daha sonra bu iki kuruluş birleştirilerek Mektebi tıbbiyei şahane (Askeri tıbbiye) adını aldı (1839). 1892'de Haydarpaşa'da yapımına başla­ nan bina, 1903'te Askeri tıbbiye olarak açıldı. 1908'de binanın üst katı klinik hali­ ne getirildi. 1909'da Darülfünun tıp mek­ tebi de H aydarpaşa’ya taşındı. Askeri ve sivil tıbbiyeler birleştirilerek okula Tip fa­ kültesi adı verildi. Müderrisler meclisi (Pro­ fesörler kurulu) fakültenin son iki sınıfının öğretimini İstanbul yakasındaki üç büyük hastanede sürdürm esini kararlaştırdı (1924). Bu karar üzerine öğrenciler Hase­ ki, C errahpaşa ve G ureba hastanelerine dağıtıldılar. Bir sömestr sonunda öğrenim yeniden H aydarpaşa'da sürdürülmeye başlandı 1933'teki üniversite reformunda Darülfünun kaldırılıp İstanbul Üniversite­ si oluşturulunca İstanbul Tıp fakültesi ye­ niden kuruldu. Bazı enstitü ve kürsüler Beyazıt 'takı merkez binasına, klinikler çe­ şitli hastanelere yerleştirildi. 1945’te Ankara'da ikinci bir tıp fakülte­ si kuruldu. Fakülte Ankara Gülhane as­ keri doktor tatbikat okulu'nüa etkinliğe geçti. Ankara T p fa kü lte si’nin yapısı içine Gülhane’den 1. ve 2. iç hastalıkları, 1. cer­ rahi, intaniye, kadın-doğum, nöropsikiyatri, ortopedi, üroloji, göz, fizik tedavi, nö­ roloji, anatomi; N um une hastanesi'nden de 2 . cerrahi, ço cuk ve daha sonra da kulak-burun-boğaz, nöroloji, adli tıp klinik ve enstitüleri alındı. FKB (fizik-kimya-biyoloji) eğitim inde Fen fakültesi. Gazi eği­ tim enstitüsü ve Ziraat enstitüsü (sonradan Ziraat fakültesi) olanaklarından yararlanıl­ dı. Ankara Üniversitesi kurulduğunda (1946) fakülte, bu üniversite bünyesinde yer aldı. İstanbul ve Ankara tıp fakültelerini İzmir Tıp fakültesi (1955), Hacettepe Tıp fakül­ tesi (1963), Erzurum Atatürk üniversitesi tıp fakültesi (1966), C errahpaşa tıp fakül­ tesi (1967) ve Diyarbakır Tıp fakültesi'nin (1967) kuruluşları izledi. Türkiye'deki tıp fa­ kültelerinin sayısı 1968'de 7 iken 1970’ten sonra, özellikle C um h u riye tin 50. yıldö­ nüm ü dolayısıyla açılan yeni tıp fakültele­ rinin etkinliğe geçm esiyle 1974'te 16’yı buldu. Yükseköğretim kurumlarının örgütlenm esine ilişkin 28 m art 1983 tarih ve 2809 sayılı yasayla yapılan düzenleme sonunda tıp fakültelerinin sayısı 2 2 'ye çıktı. 1993'te bu sayı 23'e ulaştı. Türkiye'nin yeni hekim gereksinimi, bu alanda deneyimli uzman kişilerin belirttik­ lerine göre yıllık 2 000 - 2 500 dolayın­ dadır. Tıp fakülterinden ise her yıl 5 000 - 6 0 0 0 hekim mezun olmaktadır. Türkiye'deki tıp fakültelerinde klasik tıp öğretim inin yanı sıra, ilk kez 1963’te H a­ cettepe üniversitesi tıp fakültesi'nde de­ ğişik bir öğretim sistemi uygulanmaya başladı. “ İntegre sistem" adı verilen bu öğretim sisteminin başlıca özelliği, I. d ö ­ nem, II. dönem ve III. dönem de dersle­



rin anabilim dallarına göre değil, konula­ ra göre verilmesidir. Bu eğitim düzeyinde belirli bir konu, örneğin “ dolaşım sistemi” ele alınm akta ve bu konuya ait anatomi, fizyoloji, biyokimya gibi temel tıp bilimle­ ri, birbirleriyle ilgili ve belirli bir düzen içe­ risinde verilmektedir. Bütün dersler ve laboratuvar çalışmaları konular açısından birbirleriyle ilgili ve bağlantılıdır. Türkiye'deki tıp fakültelerinde öğrenim sûresi 6 yıldır. Ö ğretim dili İngilizce olan tıp fakültelerinde öğrenciler bir yıl sureli hazırlık sınıfına alınırlar (hazırlık sınıfı 6 yıl­ lık öğretim süresine dahil değildir). Tıp fakültelerinde verilen diplom alar şunlardır: 1 . temel tıp bilimleri önlisans diploması; 2 . temel tıp bilimleri lisans dip ­ loması; 3. klinik bilimleri yüksek lisans dip­ loması; 4. tıp doktorluğu diploması.



1tp ta rih i k u ru m u (Türk), İstanbul'da o cak 1940 tarihinde, tıp tarihinin esasları­ nı tanıtmak, tıp tarihi ile ilgili araştırmalar, geziler ve bilimsel toplantılar yapm ak ve yayın etkinliklerinde bulunm ak üzere ku­ ruldu. Akil Muhtar Özden, B. Ö m er Aka­ lın, Fuat Kâmil Beksan, H. Hakkı Uzel, Fe­ ridun Nafl Uzluk ve M etine Hanım (ilger), kurucu üyeleri arasındaydı. Bugün (1989) Ekrem K adri Unat başkanlığında etkinlik­ lerini sürdürmektedir. 1988’deki ilk Türk tıp tarihi kongresi, kurum ca düzenlenmiştir. Yayın etkinlikleri arasında D ünyada ve



Türkiye'de 1850 yılından sonra tıp dalla­ rındaki ilerlemelerin tarihi (1988) adlı kitap, konusunda tek ve en güvenili kaynak ol­ ması bakım ından önemlidir.



T p ta rih i m ü zas l (İstanbul), İstanbul Üniversitesi İstanbul T p fakültesi deonto­ loji ana bilim dalı ve tıp tarihi bilim dalı bünyesinde kurulan müze (1933); g ün ü ­ müzde Ord. Prof. A. Süheyl Ünver ve Prof. Dr. Bedii N. Şehsuvaroğlu tıp tarihi m ü­ zesi adını aldı. Ayrıca C errahpaşa tıp fakültesi’nde de bir tıp tarihi müzesi açılmış­ tır (1985). Bu m üzelerde Yıldız porselen fabrikası’nda, H am idiye Etfal hastanesi için yaptırılmış ilaç kapları, geçm iş d ö ­ nem lerde kullanılmış cerrah aletleri, tıpla ilgili fermanlar, nizamlar, diplomalar ve he­ kim madalyaları vb. sergilenmektedir. T IP A -



TAPA.



T I P A L A M A a. Tapalama. T I P A L A M A K g. t. Tapalamak. ♦



tıpalanm ak edilg. t. Tapalanmak.



T I P A L A N M A a. Tapalanma. T I P A L A N M A K -* TIPALAMAK. T l P A U sıt. Tapalı. T I P A S I Z sıt. Tapasız. T I P A T I P be. Şeyler, kim seler arasında tam bir benzerlik, bir uygunluk olduğunu vurgular; bütünüyle, her bakımdan: Yanıt­



ları tıpatıp aynıydı. B u giysi size tıpatıp uy­ d u. Tıpatıp annesine benziyor. R p h a n p l Allya -



C e r r a h h a n e i AMİ­



RE.



T I P I R D A M A K gçz. t. (yansıma söze.). 1. Tıpırtı sesi çıkarmak. — 2. Yüreği hafif hafif çarpm ak. ♦ tıpırdatm ak ettirg. t. Bir şeyi tıpırdat­ m ak, ondan bir tıpırtı sesi çıkm asına yol açmak. T I P I R D A T M A K -> TIPIRDAMAK. T I P I R T I a. (yansıma söze.). Hafif ve d ü ­ zenli aralıklarla çıkan ses dizisi. T I P I R T I P I R be. (yansıma söze.). Hafif ve düzenli aralıklarla çıkan b ir sesi betim ­ ler. T I P I Ş L A M A K g. t. Küçük b ir çocuğu, özellikle d e b ir bebeği rahatlatmak, uyut­ m ak ya d a susturm ak için arkasına yavaş yavaş vurm ak; tapıklamak. T I P I T I P I N A be. Aynen, tıpatıp: Tıpı tı­



pına ablasına benziyor. T I P I Ş T I P I Ş be. (yansıma söze.), t . Kı­



tıpış tıpış 11512



sa adımlarla yapılan hızlı, ça bu k yürüyü­ şü betim ler — 2 . Tıpış tıpış yürümek, ço ­ cukları andırır biçimde, kısa adımlarla yü­ rümek, I Tıpış tıpış gitmek (gelmek), bir ye­ re istemediği hâlde zorunluluk duyarak gitm ek (gelmek), T I P & 8 be, (ar. |/bjt, bir şeyin benzeri, aynı'sından). Tam bir benzerlik, eşitlik, öz­ deşlik belirtir: Kardeşim tıpkı sen. Tıpkı ba­



diren konularda raporlar hazırlamak, İRU'dan tır karneleri sağlam ak ve dağıtım İşlemlerini izlemektir Türkiye ile İRU ara­ sında yapılan tır sözleşmesine göre Avru­ pa'dan Türkiye'ye gelen tır araçları için g i­ rişler Kapıkule, Dereköy gümrüklerinden; Türkiye'den çıkışlar ise Yayla dağı, Cllvegözü, Gürbulak, H abur güm rüklerinden yapılmaktadır,



bası gibi davranıyor.



TIR A B Z A N a. 1. Merdiven kolu boyun­



♦ a, 1. Bir şeyin, aynısı, onun tam bir benzeri, eşi: Bu takımın tıpkısını çok da­



ca yerleştirilen ve üzerinde küpeşte bulu nan korkuluk: inerken tırabzanı bırakmak. (Bk, ansikl. böl.) —-2. Tırabzan babası, ba­ balık görevlerini gereğince yerine getir meyenler için kullanılır -El sant. Bazı oya ve dantellerin altına ya pılan, m erdiven tırabzanı görünüm lü zin­ cir işi (Daha ço k geom etrik desenli işle re uygulanır.) -İnş. Tırabzan ayağı, küpeşteyi taşıyan ve çeşitli form larda gerçekleştirilm iş dikm e­ lerin her biri. || Tırabzan babası, tırabza­ nın ilk basam ağında ya da bitim inde yer alan, kalın ve çeşitli biçim lerde yapılmış dikme. -ANSİKL. inş. Kovalı bir m erdivende kor­ kuluk yapılması zorunludur. Rönesans'tan önce yapılmış hiçbir m erdivende korku­ luk yoktur. Tornadan geçirilmiş ya da yon­ tulmuş, ahşap ya da taş, ardından dem ir tırabzanlar Rönesans'la birlikte ortaya çık­ mıştır. XVII. yy.'da, dövülm üş dem irle çe ­ şitli biçim ler yaratılmış ve XVIII. yy.'ın or­ talarına kadar birçok başyapıt üretilmiştir Bu dönem de en yaygın uygulam a yalın kemerlerdir. Bunlara koşut olarak, oymalı ahşap tırabzanlar da yapılmış, bunlar, XIX. yy.'ın dökm e dem ir tırabzanlarına örnek olmuştur. Osmanlı saray, köşk ve konaklarında da dönemin üslubunu ve beğenisini yansıtan ahşap, merm er ya da taş oymalı tırabzan lar kullanılmıştır (Dolmabahçe sarayı, Bey lerbeyi sarayı vd.)



ha ucuza başka bir mağazada gördüm. — 2. Tıpkısı tıpkısına, tüm üyle birbirine benzer durum da, aynen, hiç farksız. T I P K IB A S IM a. Kopya, yeniden basım, bir tablonun, bir resmin, bir yazının tam taklidi. (Eşanl. faksİM İle ) [Bk. ansikl. böl.] —Dllbll. Eski metinleri açıklamasız, yo­ rumsuz olarak veren kitap. - Kitapçılık. Elyazması bir kitabın basım tek niklerinden yararlanılarak çoğaltılması, bu yoldan elde edilen basım. (Bk. ansikl böl.) —ANSİKL. Bazı tıpkıbasımlar günüm üze ulaşmamış yapıtların tek kanıtıdır. Bazıla­ rı İse Codex Sarravianus Colbertinus (Ye­ ni Ahit'in yunancası) gibi aşıtları dağılmış, özgünleri Leiden, Leningrad ve Bibliotheque natio n a le re (Paris) bulunan metinleri bir araya getirir. XI. yy.’dan başlayarak Je­ an Mabillon ilk gerçek tıpkıbasımları taram agravür tekniğiyle yaptırdı. Günüm üz­ de tekniğin ilerlemesi (ofset) bu yöntemin yeniden ilgi görm esini sağlamış ve bazı yayınevleri bu alanda uzmanlaşmıştır. —Kitapçılık. Türk dili ve edebiyatının eski ve önemli pek çok ürününün tıpkıbasım ­ ları yapıldı. Bu yayınlar bazen eleştirili me­ tin yayımı ve dilbilgisi ya da edebiyat tari hi incelem elerine gereç oluşturur Bazen tıpkıbasım bu yolda yapılmış bilimsel in­ celemeyle aynı cilt içinde yer alır. Türk dil kurumu, Türk tarih kurum u, üniversiteler ya da yabancı türkologların yayımladığı önemli tıpkıbasımlardan bazıları şunlardır Kutadgu bilig (3 yazması. 3 c. 1942 -1943), Atabet ül-hakayık (R. R Arat, 1951), Nehc ül-teradis (J Eckmann, 1956), Behçet ul hadaikfi mevizet il-halaik(\. H Ertaylan, 1960), Mantık ut-tayr çevirisi (1957), Kadı Burhanettin divanı (1944), Şeyhi divanı (1942), Kitab-ı Dede Korkut (M. Ergin, 1958), Meşair üş -şua/a (M -Owens, 1971), Kitab-ı bahriye (1935). T IP TSİ» be. (yansıma söze ). Küçük ve ha­ fif vuruşları betimler: Yüreği tıp tıp atmak.



Tavandan tıp tıp yağmur suyu damlıyor. T İ M (fr. Transit International par la Route'



un kısalt.) 1. 1959'da Cenevre'de imzala­ nan, 1975’te yenilenen, 11 ülke (Avustur ya, Portekiz, İsveç, Bulgaristan, Finlandiya, Fransa, Macaristan, Malta, İsviçre Tunus ve Yugoslavya) tarafından onaylanan birleşik taşımacılığına (karayolu, denizyolu, demir yolu, havayolu, su yolları) ve konteyrıer kul­ lanımına izin veren sözleşme — 2. Genellik le uluslararasrkarayolu taşımacılığında kul lamları uzun araç, büyük kamyon (lir kam yonu da denir.) || Tir karnesi, tır sözleşme ¡eriyle yapılan taşımacılık İçin gerekli be! ge. || lir plakası, tır sistemi içinde taşımacı iık yapan karayolu taşıtlarının ön ve arka ta raflarına konan mavi zemin üzerine beyaz harflerle "TIR " sözcüğü yazılı olan plaka || 77r sözleşmesi, Birleşmiş milletler tır kar neleri himayesinde milletlerarası mal ve eş ya nakliyatına dair güm rük sözleşmesi ve ekleri adıyla 15 nisan 1959'da yürürlüğe gı ren güm rük sözleşmesi (Bk. ansikl. b ö l) •ANSİKL Tır sözleşmelerinin uygulam a işleriyle, Birleşmiş milletler genel sekreterliği'noe, Milletlerarası karayolu nakliyeci ler birliği (International routıer transport union [IRU]) görevlendirilmiştir, 1966'da, Türkiye Ticaret odaları, sanayi odaları ve ticaret borsaları birliği İRU'ya uye olmuş ve birliğe bağlı olarak bir Tır m üdürlüğü kurulmuştur. Tır m üdürlüğünün başlıca görevleri tır sözleşmesinin uygulanm ası­ na ilişkin konular üzerinde çalışmalar yap­ mak, İRLJ'nun çeşitli komisyonlarını ilgilen



T IR A D a. (ar. f ırâd) Esk. 1. ileri atılma, saldırma. —2. Vahşi hayvan kovalama, avlama — 3. Kısa av mızrağı, harbe. T I R A K a. (yansıma söze.). Sert, kuru bir şeyin çarpm a ya da kırılma anında çıkar­ dığı sesi betimler: Kapı tırak diye kapan­



dı Ayağının altındaki dallar tırak diye kı­ rıldı. TIR A K A a. Arg. 1. Korku: Yaman adam dır, tıraka nedir bilmez. —2, Gösteriş, ka­ badayılık — Denize. Tıraka tutmak, kaldırılan ya da indirilen bir yükü, sallanmasını, halatla bir İlkte dönm esini önlem ek ya da istenilen durum a getirm ek için bir kenarına b a ğ ­ lanan ince bir halatla kontrol altında tut m ak Düz olarak çalışmayan bir İp ya d a halata, çaprazlam a bir hareket yaptı rıp yön değiştirerek çalışmasını sağlamak T İ R A K A L İ sıt.



Arg.



Korkak.



TİR A M O LA , TİR A M O LA ya da TRAM O LA a (ital tiramolla). Denize. 1 Yel­ kenli bir teknede, rüzgârı bir bordadan di ğer bordaya geçirme. —2, Tiramola et mek, tiramola işlemini gerçekleştirmek Minde’ olm uş bir palanganın halatlarını elle sağarak makaraları açmak j| Tiramola ile yükselmek, rüzgâr yönü nedeniyle doğ ru d an ulaşılamayan bir yere, rüzgârı bir sancaktan hır iskeleden alarak var mak. -Yol boyunca arada bir yön değiş rirerek ya da zikzaklar yaparak ilerlemek |] Boca tiramola etmek yelkenli bir tekney­ le rüzgâr altından dönerek tiram ola et mek, |j Orsa tiramola etmek, yelkenli bir tekneyle rüzgâr üstünden dönerek tiramo­ la etm ek ♦ ünl. Tiramola mayistra, tiram ola m a­ nevrası yaparken, grandi direğindeki yel­ kenlerin pırasya edilip rüzgâra uydurulma sı için verilen komut. IT R A N D İL



* TIRHANDİL



ieraşıden, kıl yolmak tan, Bedenin herhangi bit ye­ rindeki kılları dibinden kesme, kazıma.



T IR A Ş a. (fars



taraş, tiraş) 1.



Saç tıraşı. Sakal tıraşı. — 2. Bir erkeğin sa­ çını, belli bir biçim vererek kısaltma, kes me; Tıraşın iyi olmamış. Asker tıraşı — 3. Kesilme zamanı gelm iş saç ve sakal: Üç günlük tıraşıyla hasta gibi görünüyor. —4. Bir şeyin üstündeki pürüzleri alma, belli bir biçim vermek için yontm a •—8 . Arg, Sözü bıktıracak kadar döndürüp dolaştır ma, yalan ve asılsız sözler: Bırak tıraşı da ne istiyorsan onu söyle. — 6 . Bir kimseyi, saçını, sakalını vb. tıraş etmek, bir kimse­ nin saçını sakalını kesmek ya da keserek biçim vermek. — 7. Bedenin bir bölümü­ nü tıraş etmek, uzayan kılları kesmek, ka­ zımak. -— 8 . Tıraş olmak, kendi sakalını kesmek ya da saçını, sakalını kestirmek: Tıraş olup giyinmek. Üç gündür tıraş ol­ muyor. Kaç aydır tıraş olmuyorsun? — 9. Tıraş etmek, usandıracak kadar uzun ko nuşmak: palavra atmak (arg ) || Tıraş geç­ mek, boş ve gereksiz sözlerle karşısında kinin kafasını şişirmek. || Bir kimseyi tıra­ şa tutmak, onu bıktıracak, onun canını sı­ kacak kadar uzun konuşarak iş yapması­ nı engellem ek, oyalamak, ona bıkkınlık verm ek (arg.). || Tıraşı gelmek, saçı sakalı uzamak, tıraş olmasını gerektirecek bir durum almak. —Ayakta. Ayakkabıyı oluşturan parçalar daki fazlalıkları düzeltm e işlemi. || Tıraş bı­ çağı, ökçe ve taban bitirme işleminde kul­ lanılan iki saplı özel bıçak. — Berber. Tıraş bıçağı, JİLET’ın e ş a n la m ­ lısı. || Tıraş fırçası, sakalı s a b u n la m a k ta kul­ la nılan in c e kıllı fırça. || Traş kremi, krem k ıv a m ın d a h a z ırla n m ış tıra ş s a b u n u . || Tı­ raş pudrası, sakal tıra ş ın d a n s o n ra yüze sürülen kokulu in ce toz. || Tiraş sabunu, sa­ kal tıraşı o lu rk e n fırç a y la k ö p ü rtü lü p yüze s ü rü le n sa b u n . || Tıraş takımı, tıraş olurke n k u lla n ıla n (tıraş m a k in e s i, tıraş fırçası vb.) araçlar. || Tiraş tası, sakalı s a b u n la m a k için iç e ris in e su k o n u la n kap. || Saç tıraş ma­ kinesi, iki b ıç a ğ ın y a n la m a s ın a g id iş g e ­ liş hareketiyle, saçları kökten kesm eyi s a ğ ­ layan m e k a n ik ya d a e le k trik li el aleti



Derle. Deriyi yum uşatmak ve inceltmek amacıyla yapılan İşlem. || Tiraş bıçağı, de­ rileri, et tarafından temizlemeye yarayan iki saplı bıçak. (Bitirme işlemi sırasında kullanılır.) || Tıraş makinesi, derileri tıraşla­ maya yarayan makine. (M akinenin baş kısmı bir tabla üzerine tespit edilmiş ve ek­ seni çevresinde dönen silindir biçim li bir bıçakla donatılmıştır. Deri zımparalı bir te­ kerlekle bıçağın önüne sürülür, basınç pe­ dalı ayarlanarak istenen kalınlık elde e d i­ lir ve derinin tüm ü ya da kenarı tıraş edi lir.) -Elekt. eşy liraş makinesi, sakalı tıraş e t­ meyi sağlayan, elektrikli (elektrikli tıraş ma kinesi) ya da oynar bıçaklı m ekanik (,me­ kanik ya da jiletli tıraş makinesi) alet (Bk. ansikl. böl.) -Kozrnet. Tiraş losyonu, tıraştan önce kul lanılan, sakalı ve yüzün derisini elektrikli tıraş makinesiyle tıraş etmeye hazır duru ma getirm eye yarayan ürün - Tiraş son ¡asında ciltte oluşan gerilm e ve rahatsız­ lık duyumlarını azaltan, hafif tahrişleri din­ direrek cilde belli bir rahatlık ve tazelik ve­ ren, tıraştan sonra kullanılan büzücü (açı­ tındık) ve yara kapatıcı kozmetik preparat (Krem, pelte, losyon ya da stlck biçim in­ de hazırlanabilir.) -Marokene, Tiraş bıçağı, metal bir kılıf içi ne oturtulm uş ince bir ağzı olan küçük marokenci falçetesı. Matbaac, Basılmış bir kitabı ya da bir ¡idi kesin boyutlarına getirilm ek için g i­ yotinle kesme. M üc Mücevher taşlarına verilen biçim. I; Elmas tıraşı sanatı, elmasları, değerli taş­ lan yontma, façetaiarını oluşturm a sana­ tı. || Eski tıraş, değerli taşların, özellikle de pırlantaların, XX yy.'ın başlarına kadar ya pıldığı gibi tıraşlanması, (Eski tıraşın özel­ liği, taşın façeialarının düzensiz oluşudur.) |! Modern tıraş, ışığın olabildiğince çok yansımasını sağlam ak için façetaları du zenli tutulan tıraş. (M odern tıraşta genel likle 58 façeta vardır.)



— Saraç. Tıraş makinesi, deri şeridini in­ celtm ekte kullanılan saraç aleti. — Seram. Kütahya seramikçiliğinde, dipleme (ayak bölümünün biçimlendirilmesi) sırasında çıkan ham ur parçalarına verilen ad. —Şapkac. Tıraş makinesi, fötr üzerindeki havları düzelten makine. —A n s İk l . Elekt. eşy. 1895’te Am erikan King C. Gillette, ‘m ekanik" denilen jiletli tıraş makinesini keşfetti. Ucuna, yerinden çıkartılabilir standart bir bıçağın takıldığı bir saptan oluşan bu makine ço k kısa sü­ rede çelik bıçaklı tıraş makinesinin yerini aldı ve sürekli olarak geliştirildi (çift bıçaklı, “ oynar başlıklı" kullanılıp atılan modeller). 1931 yılında amerıkalı Schick tarafından keşfedilen elektrikli tıraş makinesi, özellikle ikinci Dünya savaşı'ndan sonra yaygınlaş­ tı. Bu aletin tutamak yerine geçen bir m o­ toru, bir kesme sistemi ve deriyi bıçaklar­ la tem as etmekten koruyarak, kesimi ko­ laylaştırmak için kılları yönlendiren bir ka­ fesi vardır. Motor, m odellere bağlı olarak, ya “ oynar başlı" denilen hareketli bir ka­ fes altındaki rotatif bıçakları, ya sabit bir kafes içinde önden arkaya doğ ru g idip gelen bıçakları ya da bom beli bir kafes içindeki paralel bıçak takımlarını hareke­ te geçirir.



T IR A Ş Ç I sıt. ve a. Arg. Sözü, karşısın­ dakini bıktırıncaya kadar uzatan, yalan ve asılsız sözlerle karşısındakini rahatsız eden kimse için kullanılır. — Kürkç. Deri tıraşlama m akinesinde ça ­ lışan işçi. — Müc. Elmas tıraşçı, değerli taşları yon­ tu p cilalamayı m eslek edinm iş kişi.



■ T IR A Ş L A M A a Deric. Derinin etli yü ­ zünden ince yongalar alınarak deri kalın­ lığının eşitlenmesi ve küçültülmesi işlemi. Eskiden bu işlem elde ve tıraş bıçağıyla gerçekleştirilirdi; günüm üzde tıraş maki­ neleriyle yapılmaktadır —Camc. Hızla döndürülen bileğitaşı ile cam kütlesinin yüzeyinde çeşitli motifler oluşturma. (Bu yöntem, daha çok, kristal gibi tıraşa uygun cam larda uygulanır.) — Deric. Derinin tüylerini kireçleme yoluy­ la dökm ek yerine keskin bir bıçakla alma işlemi. — inş. C ephe onarımı sırasında bir duva­ rın kalınlığını azaltma ya da üzerindeki taş­ kın bölüm leri, çapakları temizleme. — Kürkç. Bir kürkün tüylerini belli bir uzun­ lukta kesme işlemi. • — Mak. san. Makine parçalarına, özellik­ le dişlilere uygulanan ve çok büyük bir alıştırma duyarlığı gerektiren bitirme işle­ mi. (Bk. ansikl. böl.) —Ormanc. Tıraşlama kesimi, bir ağaç to p ­ luluğunu toptan kesimiyle belirgin işletme biçimi. (Aşamalı kesimlerle ormanı genç­ leştirme yönteminin tersi olan ve ancak sa­ hil çamı gibi ışık ağacı türlerinde uygula­ nabilen bir yöntemdir). —Tekst. Kumaşların görünüm lerini boza­ bilecek hav ve eşitsizlikleri temizlemeyi amaçlayan işlem. || Tıraşlama atölyesi, ke­ çe üretim inde kullanılan tüylerin kesildiği atölye —Tıraşlama işleminin yapıldığı yer. — A N S İK L . Mak.. san. Tıraşlama, ısıl işlem­ den önce uygulanan bir bitirm e yöntem i­ dir. Diş açm a sırasında, dişleri üzerine, profile koşut ve bütün uzunluğu boyunca küçük çıkıntılar yapılmış dik ya da helisel diş düzenli silindirsel bir çarkla hafif bir bi­ tirm e payı almaya dayanır. Ç ok büyük bir hızla dönen takım, tıraşlanacak çarkı, hiç­ bir kinem atik bağlantı olm adan tahrik eder. Küçük çıkıntılar, bitirilecek çarktan, çok ince talaşlar halinde metal kaldırır. Bu yöntem son derece hızlı ve duyarlıdır.



TIR A Ş LA M A K g t 1. Bir şeyi tıraşla­



mak,



onun üzerindeki pürüzleri almak, yontmak. — 2. Saçı, sakalı kısaltmak, kes­ mek, kazımak; tıraş etmek. — 3. Arg. Bir kimseyi tıraşlamak, bıktıracak kadar uzun konuşmak; asılsız sözlerle karşısındakini rahatsız etmek. — Bayınd. Tıkız bir toprak ya da kar kat­



manını (örneğin onarılacak karayolu yü ­ zeyini) frezeyle aşındırmak. — Cerr. Bir yaranın sağlıklı olmayan kısım­ larını makas ya da bisturi ile kesmek. — Ciltç. Kapakları tıraşlamak, kitabın ka­ pak mukavvalarını, uygun görüldüğü öl­ çüde, iç taraftan yeniden kesmek. — Deric. Derilere tıraşlama işlemini uygu­ lamak. — inş. Bir taş blokunun, taş bir heykelin silmeli ya da oymalı bölümlerini çekiçle kırmak; bir taş ya da tuğla yüzeyinden in­ ce bir katman soymak. — Mak. san. Traşlama uygulam ak. — Şapkac. Fötr şapka yapımında, fötr üze­ rinde görüntüyü bozacak değişik yüksek­ likteki havları keserek düzgün bir yüzey elde etmek. —Şapkayı oluşturacak par­ çalar üzerindeki fazlalıkları keskin bir bı­ çakla düzeltmek.



taşıyıcı



bileme makinesi



TIR A Ş LI sıt. 1 . Traş olmuş bir kimse için kullanılır. — 2. Traş edilm iş saç, sakal, bı­ yık ya da bedenin tıraş edilm iş bölüm ü için kullanılır. — 3 . Saçı, sakalı iyice uza­ mış, tıraş zamanı gelmiş kimse için kulla­ nılır. —4 . Yontulup üzerindeki pürüzler gi­ derilm iş bir şey için kullanılır.



T IR A Ş S IZ sıt. 1. Saçı, sakalı uzamış, tı­ raşı gelm iş kimse için kullanılır. — 2. Pü­ rüzler giderilmemiş, yontulm amış sert bir nesne (taş, m erm er vb.) için kullanılır.



T IR A Z a. (fars. (ıraz). Esk. 1. Giysilerin yaka, kol, etek ucu ya da ön kenarlarına ipek, sırma vb. ile yapılan işleme. (Bk. an­ sikl. böl.) — 2. Tutulan yol. — 3. Döviz. (XIX. yy.'da fr. devise karşılığı olarak kul­ lanılmıştır.)



dı. Aynı yıl Yanya ve Trhala ordusu komu­ tanlığına getirilen Keçecizade Fuat Paşa’ nin rum çetelerinden tem izlediği kent, eyaletten vilayet örgütlenm esine geçildi­ ği sırada (1867) bir mutasarrıflık olarak Tesalya vilayetine bağlandı. Berlin* antlaş­ m a sın ın (1878) 24. m addesi gereğince yapılan bir antlaşmayla (1881) Tesalya ile birlikte Yunanistan’a bırakıldı. 1897 Türk -Yunan savaşı'nda tü rk kuvvetlerince ele geçirilmesine karşın, İstanbul barış antlaş­ m asıyla (1897) Yunanistan'a geri verildi ve osmanlı yönetim inden çıktı. Bugün Trha­ la (Trikala), Yunanistan'da Batı Tesalya yö­ netim birim inin (nomos) merkezidir.



♦ sıf. Esk. "D onatan, süsleyen" anlam ­ larıyla bileşikler yapar: bezm-tıraz (mecli­ si süsleyen), şükûfe-tıraz (çiçek süsleyen), yave-tıraz (sözünü yalanla süsleyen) vb. — A N S İK L . Eski Türkler'de ve öteki İslam ülkelerinde, hüküm darların ya da önde gelen kişilerin giysilerinin yakalan, kollan vb., sırma ve işleme ile süslenirdi. Emeviler’den başlayarak, A bbasiler’de ve öteki tü rk ve İslam devletlerinde kullanılan bu tür işaretleri yapm ak için dar üt-tıraz d e ­ nilen imalathaneler kurulmuştu. Emeviler’ de ve A bbasiler’de tırazlı dokum aların üretimi ve buna bağlı hakların korunm a­ sına önem verilmiş, gösterişe düşkün Fatımilerdeyse bu tür kumaşların üretimi da­ ha da değer kazanmıştı. Selçukluların sa­ raylarında da bu tür imalathaneler vardı.



mak.



TIR A ZEN D E sıt. (fars tırazenden'den (ı-



T IR IL sıf. Tkz. 1. Çıplak ve zayıf. — 2. Pa­



razende). Esk. 1. Donatan, süsleyen. — 2. Tırazende-i arusan, gelinleri süsleyen.



rasız, züğürt. — 3. Tırıl tırıl, bir kimsenin parasızlığını vurgulam ak için söylenir.



T IR C I a. T r şoförü, tır kamyonuyla taşı­



T IR IL L A M A K gçz. t. Tkz. Çıplak ya da



T IR H A N D İL ya da T IR A N O İL a. (yun Denize. Ege denizi'nde ve D oğu Akdeniz’de kullanılan, iki direkli ve cıvadralı, latin ya da randa yelkenli, ba­ şı kıçı bir gezi teknesi.



T IR H A L A , yun Trikala ya d a Trikkala, Yunanistan'da kent, Tesalya’da nomos merkezi, Lithaios kıyısında; 45 000 nüf. Antikçağ’da bir Asklepios tapınağının bu­ lunduğu Trikka'ydı. Ticaret merkezi. —Tırhala nomosu, 3 367 km 2; 132 500 nüf. —Tar. Eski adı "Trikala” olan kent, Yıldırım Bayezit’in N iğ b o lu ' savaşı’ndan (1396) sonra çıktığı Yunan seferi sırasında fethe­ dilerek osmanlı topraklarına katıldı ve Ru­ meli eyaletine bağlı bir sancak merkezi ol­ du. XIX. yy. başlarına kadar sakin bir kent olarak gelişimini sürdüren Tırhala, mahmut II dönem inde osmanlı yönetimine kar­ şı ayaklanan Tepedelenlı* Ali Paşa'nın (1820-1822), Kırım* savaşı sırasında da bir süre Yunan krallığı'nın kışkırtıp destekledi­ ği rum çetelerinin (1854) denetim inde kal­



serbest dönen parça



şli düzeni



tıraşlama



T IR IK a. (yansıma söze.). 1. Bir şeyin bir şeye iki kez çarpm asından çıkan kuru ve hafif ses. — 2. Tırık tırak, bir şeyin bir şe­ ye çarpm asıyla çıkan kuru ve hafif sesle­ rin sürekliliğini betimler.



T IR IK L A M A K g. t. Arg. Çalmak, aşır­



parasız kalmak.



Bulgaristan'da kent, yönetim bölümü merkezi, Önbalkan pla­ tosunda; 46 512 nüf. (1986). Eski pana­ yırlar. Tarıma dayalı besin sanayileri. — Tırgovlşte yönetim bölümü, 2 718 km2" 170 207 nüf. (1987).



kesişen dönme



trekhantiri'den).



T IR IL L IK a Tkz. 1. Çıplaklık. — 2. Pa­



T IR O O V İŞ T E ,



tıraşlama



kentinin adından). Tırhallı hep bir halli, ay­ nı koşulları paylaşan kimselerin, aynı d u ­ rum da olduklarını anlatm ak için söylenir.



T IR C IU K a. Trla yapılan taşımacılık. H ançerenin üst kısmında bulunan iki kı­ kırdaktan biri.



tıraşlama ilkesinin şeması



T IR H A L U sıt. (Yunanistan'daki Trhala



macılık yapan kimse.



T IR C İH A L E a (ar. tırdljale). Esk. anat.



emniyet düzeneği



bıçaklı silindir



rasızlık, züğürtlük.



T IR IN K ya da T İR İN K a. (yansıma söze ). 1. Sert bir yüzeye çarpan metal pa­ ra vb. bir m adeni nesnenin çıkardığı ses. — 2 . 7irınk (diye) saymak, bir şeyi almak için parayı peşin vermek. || Tirınk tırınk pa­ rasını almak, bir şeyin parasını peşin ola­ rak almak.



T IR IS a. 1. Bine.



SÜRATLİ nin eşanlamlı­ sı. — 2 . 7iris gitmek, hızlı hızlı, koşarcası­ na yürüm ek. | Tırıs tırıs, hızlıca; utanmış, m ahcup bir biçimde: Bu sözler üzerine tı­ rıs hrıs köşesine çekildi. || Tırısa kalkmak, at sözkonusuysa, tırıs gitmeye başlamak. — Nalbantl. 7iris nalı, tırıs koşu hayvanla­ rına çakılan hafif nal; ön nal oluklu, ince ve geniş kolludur; art naia hayvanın öne kaymasını önlem ek için mahm uz takılmış­ tır. Tırnağın sünbüğe denk gelen bölümü uzun Bırakılarak adımın uzaması sağlanır.



T IR K A Z a. Yörs. Kapı sürgüsü, kapı m andalı. — inş. iki kanatlı bir kapıyı kapalı konum ­ da tutmaya yarayan oynak ahşap parça.



T IR K A Z L A M A K g. f. Yörs. Kapıyı tır­



kazlamak,



kapının tırkazını sürmek; sürgü­ lemek, mandallam ak.



tıraşlama bıçağı dişlerinin ayrıntısı



T IR L A M A K g. f. Arg. 1. Bir yerden giz­ lice kaçmak, sıvışmak. — 2 , Ölmek. — 3. Sınıfta kalmak.



TIR M A L A M A K g. t. A. Bir kimseyi, be­



deninin bir bölümünü, bir şeyi tırmala­ mak, tırnaklarıyla çizmek, yırtmak, hırpa­ lamak; tırnaklamak, tırmıklamak: Tırnakla­ rıyla kardeşinin yüzünü tırmaladı. Kedi sü­ rekli mutfağın kapısını tırmalıyordu. — 2 . Bir şeyi, bir yeri tırmalamak, acıdan kıv­ ranmak: Böbreklerinin ağrısından yatağı, yorganı tırmalıyordu. Nöbet anında duvar­ ları tırmalamak. — 3 . Bir kimsenin kulağı­ nı tırmalamak, kötü bir ses sözkonusuysa, kulağına hoş gelmemek, rahatsız edici olmak, tedirgin etmek: Cırtlak sesi kula­



ğımı tırmalıyor. desteğe sapın satılmasıyla tutunan tırmanıcı bitki örneği: çit sarmaşığı



♦ tırmalanmak edilg. f. Tirnakla çizil­ mek, oyulmak, yırtılmak, tırnaklanmak, tır­ mıklanmak.



♦ na



tırmalatmak



e ttir g . t. T ırn a k la n m a s ı­



yol a ç m a k , tırn a k la tm a k , tırm ık la tm a k .



T IR M A L A N M A K T IR M A LA TM A K -> T IR M A N A N LA R



TIR M A LA M A K . T IR M A LA M A K .



a. Z o o l. TIRMANICILAR



t a k ım ın ın e ş a n la m lıs ı.



T IR M A N IC I sıt. Tırmanma özelliği olan:



Tırmanıcı bitkiler. — Bot. Sapı, kendi kendine d ik durm ak için yeteri kadar sert olmayan, yükselmek için yanındaki bir yüzeyi (duvar, kaya, baş­ ka bitki vb.) destek alan bitkiye denir. (Bk. ansikl. böl.) — Dağc. Dik kayalara tırmanan dağcı. — Nörobiyol. Tırmanıcı lifler, soğanilik olivasında bulunan ve beyincik kodeksinin Purkinje hücrelerinde son bulan ve bun­ lar üzerinde çok güçlü bir uyarıcı etki ya­ pan sinir lifleri.



desteğe ek kökçüklerin sanlmasıyla tutunan tırmanıcı bitki örneği: orman sarmaşığı



— S p o r. Ö z e llik le y a m a ç la rı v e g e ç itle ri a ş ­ m a d a u s ta la ş m ış b is ik le t y a rış ç ıs ı. — A N S İK L . B o t. T ırm a n ıc ı b it k ile r in y a d a tırm a n ıc ı s a p ın k o m ş u y ü z e y le r e d o la n ­ m a s ı, y a ş e r b e t ç io t u v e s a r m a ş ık ta (s a rıl­ g a n b itk ile r) o ld u ğ u g ib i d e s t e ğ in e tr a fı­ n a s a rıla ra k , y a a k a s m a d a o ld u ğ u g ib i y a p r a ğ ı n ı n s a p ıy la tu tu n a r a k , y a s a r m a ­ ş ığ ın ç e n g e lle r in d e o ld u ğ u g ib i e k k ö k ­ ç ü k le r y a rd ım ıy la , y a h u t d a lla r ın (a s m a ) y a d a y a p r a k la r ı n (k e le b e k ç iç e k lig ille r ) b u g ö r e v e u y m a k ü z e r e b iç im d e ğ iş t ir m e s iy ­ le o lu ş a n ö z e l s a rılm a o r g a n la r ıy la (s ü lü k ) g e r ç e k le ş ir.



T IR M A N IC IL A R a. Zool. Eski sınıflan­ dırmalarda, iki parm ağı öne, iki parmağı arkaya yönelik olduğundan tırmanabilen gugukkuşları, papağanlar vb. gibi kuşla­ rı kapsayan takım. (Eşanl. TIRM ANANLAR.)



T IR M A N IŞ a Tırmanmak eylemi ya da



desteğe sülüklerin asılmasıyla tutunan tırmanıcı bitki örneği: şeytanşalgamı



¿1JHJ



bahçe tırmaşıkkuşu (Certhia brachydactyla)



biçimi. — Dağc. Serbest tırmanış, d ağa çıkm a edim inin tüm ü ya da bir bölüm ü. Bu et­ kinlik sırasında dağcı az ya d a çok dik olan kaya duvarı boyunca ellerini ve ayak­ larını kullanarak ilerler. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Dağcı, tutamak ve destekleri kullanarak kendi olanaklarıyla İlerlediği za­ man serbest tırmanış sözkonusudur. Tu­ tam ak yokluğunda, ilerlemeyi ve güvenli­ ği sağlayan destek noktaları çakılmasına dayanan yapay tırmanışa başvurulur. Tır­ manış sırasında baş tarafta bulunan dağcı kendinden m üm kün olduğu kadar yükse­ ğ e bir sikke ya d a bir çatlağın içine bir ta­ koz çakar ve buraya bir karabina halkası aracılığıyla bağlantı ipini ve üstünde yük­ selebileceği ip merdiveni bağlar; bu işlem tırmanış boyunca tekrarlanır. Böylelikle tu­ tamakları bulunm ayan, ancak yüzeyinde çatlaklar bulunan kaya duvarlarına (ku­ ramsal olarak) tırmanılanabilinir. Düz ve kaygan kayaları aşm ak için bir tür keskiy­ le açılan deliklere yerleştirilen genleşmeli sikkeler kullanılır. Yapay tırm anm a gereçlerinin sistema­ tik bir biçim de kullanımına (özellikle de genleşmeli sikkelere) spor ahlakı açısın­ dan ve aşırı sikke kullanımının kayalarda­ ki çatlakları bozabileceği endişesiyle kar­



şı çıkılmaktadır. Bununla birlikte yapay tır­ m anm a sayesinde dağcıların karşısına çı­ kan birçok “ sorun" çözülebilm iştir: Dru' nun güney yüzü ve batı ayağı, Yosemite vadisinde el Caphan, Patagonya And sı­ radağlarında Fitz Roy ve Cerro Torre. Bir destek noktası olarak değil de, bir güvenlik aracı olarak kullanıldıklarında sik­ ke ve karabina halkalarının yapay tırm a­ nışın değil, serbest tırmanışın araçları sa­ yılmalıdır. Aynı yöntem ve aynı yapay tır­ manış teknikleri uygun malzemeyle (buz sikkesi) buzlu zem inde de kullanılır.



T IR M A N M A a. 1. Tırmanmak, el ve ayaklarla tutunarak ve ça ba harcayarak yüksek bir yere çıkm ak eylemi: Bir duva­ ra, bir çite tırmanma. — 2. Dağcının, kol ve bacaklarını kullanarak ve dik kayalar boyunca ilerleyerek dağa çıkması. — 3, G üç bir durum un, sorun yaratan bir olgu­ nun hızla büyüm esi, güç kazanması, c id ­ di boyutlara ulaşması: Şiddet olaylarında



bir tırmanma gözleniyor Faiz oranlarının, fiyatların tırmanması. — 4. Bir karşıtlık d u ­



rum unda, her iki yanın birbirlerine karşı önlem almak amacıyla ve hüküm et dene­ tim inde askeri güçlerini nitelik ve nicelik açısından güçlendirm eleri; nükleer silah­ lanm anın kaçınılmaz yükselişi. —Ask. Silahlanmada tırmanma, bir çatış­ mada, tarafların birbirine karşı kullandığı askeri gücün, ister iktidarın insiyatifiyle, is­ ter karşı tarafın gücünü artırmasına bir ya­ nıt olarak, siyasal iktidarca nicel ve nitel bakım dan kontrollü bir biçim de artırılma­ sı (günüm üzde bu artış, nükleer silahla­ rın kullanımına kadar varabilecek bir teh­ likeyi de beraberinde getirmektedir); en güçsüz bir nükleer silahın taraflardan biri tarafından kullanıldığı andan itibaren, kul­ lanılabilecek durum daki nükleer silah gü­ cünün, kaçınılmaz bir biçim de artması. — Dağc. Bir dağcının dağa tırmanmak ve dağdan inmek için gerçekleştirdiği eylem­ lerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) ■ —Yerbil. Volkanik kayaçların püskürerek sivri bir d oruk ya da bir koni oluşturması || Tortul kayaçlarda sert katmanların esnek katmanların içine girm esinden kaynakla­ nan yapısal uyumsuzluk. —ANSİKL. Dağc. Tirmanmalar, sürelerine (birkaç saatten bir güne, hatta iki güne ka dar), güçlüklerine (altı derece olarak sıra­ lanmışlardır: kolay, az zor, oldukça zor, çok zor, son derece zor), türlerine (kayada, karda, buzda ve karışık tırmanmalar) g ö ­ re ayırt edilir. Dağcının başlıca üç tür ana yolu var­ dır: en kolay yol normal yo/’dur; daha zor. am a daha güzel ve daha ilginç olduğu için daha çok kullanılan yol klasik yoTdur; son yol da çıkışın bir yoldan, inişin başka bir yoldan gerçekleştirildiği geçiş'tir. Bir tırmanmanın güçlüğü, geçitleri geç­ menin teknik zorluklarına, geçitlerin sürek­ liliğine, çıkışın uzunluğuna, yüksekliğine, aynı zamanda, atmosfer koşulları, yerde­ ki kar vb. gibi değişken etkenlere bağlı­ dır. Böylece normal koşullarda az güç (AG) olarak saptanmış bir kaya tırm anm a­ sı, kayalığın ıslak ya da buzlu olması ko­ şulunda çok güç (ÇG) kategorisine gire­ bilir.



T IR M A N M A K gçz. f. 1. Bir şeye, bir ye­



re tırmanmak,



el ve ayaklarla tutunarak, asılarak ya da tırnaklarını takarak dik bir yere çıkmak: Dik kayalara tırmanmak. Ke­ di ürküp ağaca tırmandı. — 2. Bir bitkiden söz ederken, yakınındaki dik bir yüzey bo­ yunca yükselmek: Duvara tırmanan sar­ maşıklar. — 3. Bir yoldan söz ederken, yu­ karı doğ ru oldukça dik bir eğim i olmak; bir taşıttan söz ederken, böyle bir yolu iz­ lemek: Dağa tırmanan bir patika. Tepede­ ki köye güçlükle tırmanan bir araba. — 4. Hızla yükselmek, daha yüksek bir düze­ ye erişmek, güç kazanmak: Fiyatlar hızla



tırmanıyor. Anarşi tırmanıyor. — Biyol. Katı bir destekle ara vermeksizin tem as ederek, am a yürüm ek ve sürün­ mekten farklı olarak dikine yer değiştir­ mek. (Bk. ansikl. böl.)



♦ g. f. Yokuş, merdiven vb. tırmanmak, güçlükle çıkm ak: Yokuşu tırmanırken so­



luk soluğa kalmak. —ANSİKL. Gövdeyi geçici olarak taşıyan desteğin (dal, kaya, duvar) sivri cırnaklar­ la, pençeyle batırma, yakalama, sarma ya da çekm enlerle bastırma ile kavranması­ na göre üç tırm anm a biçim i görülür. 1 . sarılarak tırmanmak, bir parm ak diğer­ leriyle karşı karşıya getirilince sağlanabi­ lir: insan eli, maymunların ayağı, tüneyen kuşların pençeleri, bukalem unun ayakla­ rı. Bazen yakalayıcı bir organın sarılma­ sıyla d a gerçekleşir: amerika maym unla­ rının ve bukalem unun kuyruğu, ağaç yı­ lanlarının uzun gövdesi. Sarılma bazı ya­ rasalarda (uçartilki) ve sallanarak kolları­ nın ucuyla tırm anan m aym unlarda basit bir asılmaya indirgenir. 2. Sivri pençelerle tutunarak tırmanmak, etçil m em elilerin (kedi, pars), tırmanıcı kuşların (ağaçkakan), kertenkelelerin, tır­ manıcı böceklerin çoğunun vb. tırmanma biçim idir ve çoğunda inmekten çok tır­ manmaya daha iyi uyarlanmıştır 3. Çekmenlerle tırmanmak, gekolar, ağaç kurbağaları, sinekler gibi çok değişik hay­ vanlarda ya da sürünm enin özel bir d u ­ rumu olarak denizaltı dünyasında ahta­ potlar, denizyıldızları, denizkestaneleri ve karındanbacaklılar gibi hayvanlarda g ö ­ rülür. Fakat, tırm anm ak için hiçbir özel ter­ tibatı bulunm ayan hayvanlar bile pekâlâ tırmanabilir; örneğin keçiler, hatta şaşırtı­ cı olarak G üney Asya'da yaşayan bir ba­ lık (anabas) bunlar arasında sayılabilir. Bu balık solungaç kapaklarındaki dikencikler yardımıyla çalılara tırmanır.



TIR M A Ş IK K U Ş U a. Esmer benekli, in­ ce ve eğri gagalı, çok sert kuyruk telekli, küçük bedenli, Certhia ve Climacteris cin­ sinden ötücükuşların ortak adı. (Kuyruk teleklerinin sertliği sayesinde ağaçkakan­ lar gibi ağaçların gövdesine dayanarak böcek arayabilirler. Kuzey yarıküre’nin ılı­ m an bölgelerinde yaygın, birbirine çok benzeyen iki yerleşik türü yaşar: orman tırmaşıkkuşu [Certhia familiaris] ve bahçe tırmaşıkkuşu ya da kısa pençeli tırmaşıkkuşu [C. brachydactyla]-, tırmaşıkkuşugiller familyası; boy 1 2 cm.)



TIR M A Ş IK K U Ş U G İL L E R a Ağaçka­ kanlar gibi (duvar tırmaşıkkuşu) ağaççıl kuşları (Certhia cinsi) ve Avustralya’nın ba­ zı yeril kuşlarını (Climacteris cinsi) kapsa­ yan ötücükuşlar familyası. (Bil. a. Certhii-



dae.) T IR M A Ş M A K g. f. Esk. Tirmanmak. T IR M IK a. 1. Tirnakla yapılan yüzeysel yırtık: Kedi ellerimi tırmık içinde bıraktı, Çayırda biçilen otları, tarlada biçilen ekinleri, harm anda ekin saplarını topla­ m ak için kullanılan ve uzun bir sapın ucunda ona dikey bir çubuğa bağlı on ka­ dar diş taşıyan ağaç ya da metal tarım ale­ ti. — 3. Hayvanla ya da traktörle çekilen ve biçilmiş otları, ekinleri toplam aya ve / ya da aktarmaya yarayan eğri dişli ay­ gıt. (Bk. ansikl. böl.) —4 . Bellenmiş ya da kazılmış tarla ve bahçeyi düzlem ek ve te­ mizlemek İçin kullanılan kısa saplı ve sey­ rek tarak dişli el aleti. — 5. Hayvanla ya da traktörle çekilen ve sürülm üş tarlayı düzlemeye, gübreyi ya da tohum u topra­ ğ a göm m eye yarayan dem irden bir çatı­ ya bağlı oynamaz ya da esnek dem ir diş­ lerinden oluşan tarım aleti. (Bk. ansikl. böl.) — Balıkç. Balıkçıların balıkları y a d a kabuk­ lu hayvanları toplam ak için kumu tara­ makta kullandıkları alet. — Denize. Denize düşen bir zinciri tarama­ da, çifte dem ir atm ada, dolaşan dem ir zincirlerini düzeltmede kullanılan tırnaksız, ço k kollu bir tür küçük çapa.



i— 2.



— D er. h a s t. Kedi tırmığı, D O KUNCASIZ Ç İ­ ZİK L E N F O R E T İK Ü L O Z 'U 'n u n e ş a n la m lıs ı. —Zool. Y u v a y a p a n b a z ı y e r ö r ü m c e k le ­ rin d e z e h ir ç e n g e lle r in in u c u n d a b u lu n a n v e ö r ü m c e ğ in



y u v a e ş m e s in e y a ra y a n



g ü ç lü d iş k ü m e s i.



—A n s İk l. Tarım. Buluş olarak çok basit olmasına rağmen el tırmığı gene de nis­ peten karmaşık tarımlarda kullanılır. Avru­ pa'da Romalılar’dan beri bilinmektedir. Demir dişli el tırmığı, eskiden kesekleri parçalam ak ya d a tarlayı otlardan temiz­ lem ek İçin kullanılırdı. XIX. yy.'dan beri sa­ dece bahçe işlerinde kullanılmaktadır. Tahta dişli tırmak ise, kuru otun, semanın, başakların vb. toplanmasına yarar. Ot ve ekin toplamakta kullanılan el tırmığının ye­ rini önce koşulu tırmıklar (atla çekilen ya­ rım çem ber dişli tırmık), sonra çekme ya da asma özdevlmli makineler aldı. Tamburlu-taraklı kurutma tırmığı, esnek dişil dört tarak İçerir; taraklar, dişler dai­ m a birbirine paralel kalacak şekilde iki dö­ ner tam burla eklem lidir Dönüş yönü ter­ sine çevrilebilir: taşıyıcı tekerleklerin ters yönünde ve orta hızda (80 dev./dak.) tır­ m ıklam a yapar; taşıyıcı tekerleklerle aynı yönde ve daha yüksek hızda da (150 dev./dak.) otları aktararak kurutma yapar Kollu kurutma tırmığı, zincir ya da ka­ yışla yana açılabllen esnek metal dişil ta­ raklar İçerir; otu yana savurur. Yıldız çarklı kurutma tırmığı (akrobat tır­ mık), esnek uzun metal dişleri, ekseni et­ rafında serbestçe dönen ve eğik bir düz­ lem de çalışan bir çeşit disk oluşturur. Döner taraklı kurutma tırmığı, uçların­ da esnek metal parmaklar bulunan ve he­ men hemen düşey bir eksene monte edil­ miş radyal kollardan oluşan taraklar İçe­ rir. Taraklar İkişer ikişer ters yönde döner ve parm aklar havalandırmak ya da nam ­ lu yapm ak üzere otları toplayıp yığar. • Toprak ve tarla İşlemede kullanılan tır­ mıklar, eskiden ağaçtan, günüm üzde de­ m irden yapılan ve üzerine clvata İle ma­ deni sivri dişler tutturulan bir şasiden olu­ şur. Tirmık, kültlvatörün tersine yerde sü­ rüklenir ve toprak tekerleği bulunmaz. Ağır tırmıklar dışında, az derinliklerde (4 -5 cm) çalışır. Dişleri bükülmez, düz, dilsi, dirsekli ya da dikdörtgen kesitli ve bükülgen olabilir ve toprağa girm e derinliği tır­ mığa bağlanm a yerinden ayarlanabilir. Birçok tırmık modeli vardır: dişleri dikdört­ gen ya da üçgen kesitli olan oynamaz şasili tırmık'm yerini toprağın engebelerine uyabilen hareketli parçalardan oluşmuş eklemli tırmık ya da zikzak tırmık almıştır. Ağ tırmık, aralarında bağlantılı 3 ya da 4 dişil çok m iktarda parçadan oluşur. Da­ ha geniş anlamda, sonraları ortaya çıkan değişik yapıdaki birtakım aletlere de tır­ m ık denmiştir. Ö rneğin kafesli döner tır­ mık, üzerindeki sarmal çubuklara dizili dişler bulunan, gerçek ya da hayali yatay eksenli bir kasnaktan oluşur. Norveç tırmı­ ğı, merdaneye benzer ve her birinin üze­ rinde çelikten ya dökm e dem irden 5 ya da 6 kollu yıldızlar bulunan 2 ya da 3 mil İçerir. Bazı tırmıklar, traktör gücüyle çalı­ şır: almaşık hareketli tırmıklar, gidiş d o ğ ­ rultusuna dikey 2 tarak taşır ve her tarak dikey almaşık hir hareket yapar (genlik 8 - 1 0 cm ; frekans saniyede 9 gidlş-gellş); dö­ ner tırmıklar, ikişer ikişer birbirine ters yön­ de dönen, eğik dişli, dikey eksenli to p a ç­ lardan oluşur. Çekme tırmıklar dişleri sü­ rüklenen tırmıklardan daha derin çalışır ve genellikle arkadan, toprağa girişi sınırla­ m ak İçin, sincap kafesine benzeyen çu ­ buklu m erdanelerle donatılmıştır. T I R M I K L A M A a. Tırmıklamak eylemi. —Tarım. Sürülmüş bir tarlada toprağın yü­ zey tabakasının tırmıkla İşlenmesi. (Bk. ansikl. böl.) — A n s İ k l . Tirmıklama, birçok am açla ya­ pılır: toprak keseklerini parçalamak, eki­ m e hazırlanmış tarlanın yüzeyini düzle­ mek, tohum ların üstünü toprakla örtmek, gübreleri toprağın yüzey tabakasına ka­ rıştırmak, bazı tarlalarda zararlı otları yok etmek, çayırlardaki yosunları yolmak ve buğdaylarda kardeşlenmeyi kolaylaştır­ mak. Tırmıklama, sürme çizgilerine, eğik, paralel ya da dikey olarak yapılır.



t. Bir kimseyi, be­ denin bir bölümünü tırmıklamak, tırnakla



T I R M I K L A M A K g f.



Giret



derisini hafifçe yırtmak; tırmalam ak, tır­ naklamak: Kedi çocuğun yüzünü tırmık­ ladı. — 2. Bir yeri (bahçe, tarla vb.) tırmık­ lamak, tırmıkla üzerinden geçm ek, temiz­ lemek: Bahçeyi tırmıklamak.



tırmıklanmak edllg. f. 1. Tırnakla de ­ risi hafifçe yırtılmak; tırmanlanmak, tırnak­ lanmak. — 2. Tırmıkla üzerinden geçil­ mek, temizlenmek. T IR M IK L A N M A K -



— Bine. Tırnak lastiği, atların, öbür ayak­ larının çarpm ası sonucu yaralanmaması İçin ön tırnakları üstüne takılan kauçuk ko­ ruma lastiği. || Tırnak ucunda yürümek, bir atın ayaklarını doğru olarak tamamiyle ye­ re basacağı yerde ayaklarını kaldırarak tır-



Kerguelen takımadasında bulunan en büyük ada üstünde trakıtik lav tımıanması



TIR M IK LA M A K .



T lR M IL T E P E . Arkeol. İçel’de, Mersin' İn 2 km kadar K.-D.'sunda höyük. Yörede yapılan yüzey araştırmalarında (1951), Bakırtaş dönem inden O rtaçağ’a değin uza­ nan çeşitli küçük buluntular ele geçti. Hö­ yüğün tepesinde bir blzans kalesine alt ol­ duğu sanılan yapı kalıntıları vardır. T IR N A K a. 1. insanda ve omurgalı hay­ vanların birçoğunda el ve ayak parm ak­ larının ucunda ve genellikle üst yüzde bu­ lunan boynuzsu tabaka. (Bk. ansikl. böl.) — 2. Kimi araçların kıvrık bölümü. — 3. Tır­ nak atmak, oyunda, hile amacıyla kâğıt­ larından bazılarına tırnakla işaret koymak (arg.). || Tırnak sürtüştürmek, İki kişi ara­ sındaki anlaşmazlığı körüklemek. || Tırnak takmak, tırnak iliştirmek, bir kimseye m u­ sallat olmak, ondan ayrılmamak. || Tırnak yeri, çakı gibi şeylerin ağzını kolayca aça­ bilm ek için tırnağı sokup çekm eye yara­ yacak kertik. || (Birinin) tırnağı (bile) olma­ mak, bir kimseden değerce çok aşağı ol­ mak: Sen onun tırnağı bile olamazsın. |



(Bir kimsenin) tırnağına, attığı tırnağa değ­ memek, bir kimseyle değ e r yönünden



karşılaştırılamayacak ölçüde düşük d ü ­ zeyde olmak. || Tırnağın varsa başını kaşı, kendi İşini kendin yap, kimseden yardım beklem e anlam ında söylenir. || (Birine) tır­ naklarını göstermek, bir kimseye gözda­ ğı vermek, onu korkutmak. || Tırnaklarını sökmek, bir kimseyi her türlü güçten yok­ sun bırakmak, olanaklarını elinden almak. —Anat. Tırnak derisi, tırnakların etrafındaki ince deri. | Tırnak kemiği, tırnağı taşıyan parmak kemiği. || Tırnak kökü, tırnağın gö­ mülü olduğu ve büyümeye başladığı oluk. || Tırnak tablası, tırnak. || İlkel tırnak tomur­ cuğu, embriyon yaşamının üçüncü ayına d oğru beliren tırnak taslağı. Bir üstderi kıvrımı olarak belirir ve ilerde tırnağın kö­ künü m eydana getirir. —Ask. Ateşli bir silahta, atım dan sonra fi­ şeğin boş kovanını dışarı atmaya yarayan kurm a kolu parçası. —-Atç. Atgillerin toynaklarının alt yüzünde, destek kemerleri arasında kalan yumuşak ve esnek bölüm. (Toynak çatalı da denir.) [Bk. ansikl. böl.] || Tırnak sandalı, çakıl taş­ lı, çam urlu ağır saha ve alanlarda atların ayaklarını korum ak İçin tırnakları da kap­ sayan ve özel kayışlarla takılan hasır ya da m adeni koruma sandalı. || Tırnak zırhı bü­ yümesi, at toynağının normal büyümesi (Bk. ansikl. böl.)



nak ucunda yürümesi. — Böcbil. Böceklerin ayağında bulunan çengel biçimindeki sivri uzantıların her bi­ ri. || O nikoforlarda ve bazı eklem bacaklı­ larda eklentilerin ucunda bulunan kltinli oluşum. —Cerr. Eklem hareketlerini kısıtlama ya da çıkıkları önlem e am acıyla cerrahi girişim sırasında kemikten alınan bir grefle oluş­ turulan çıkıntı. FAHR



eklemli tırmık



döner taraklı tırmık



tırnak — Denize. Gem i demirinin d ib e tutunm a­ sını sağlayan kollarının ucundata yassı ve sivri uçlu bölüm. (DEMİR TIRNAK âa denir.) — Dilbil. Bir sözce içinde yer alan bir söz­ cüğü ya da sözcük öbeğini ayırmak için kullanılan ikili gösterge (" "): Tırnak açın, kapatın. (Bk. ansikl. böl.)



11516



— D okm c. D Ü Ğ Ü M 'Ü . — El s a n t.



Tırnak düğümü



Tırnak iğnesi







S İm k e ş



- * FİSTO' İLMEĞİ.



|| Tırnak makası -* D İŞ ' MAKASI. — Hayvc. Tırnak bezi, koyunda ve çok sey­ rek olarak keçide, parm akların arasında bulunan, kendi üzerine katlanmış bir ke­ se biçim indeki yağ bezi. —Inş. Bir duvar yüzünde çıkıntı yapan taş. || Tonoz taşlarının oluşturduğu çıkıntı. || Bir derzdeki harç çapağı. || Kiremit tırnağı, yassı kiremitleri lataya asm ak İçin üzerle­ rinde bırakılan küçük çıkıntı. — Kuyumc. M ücevherin üzerindeki yuva­ lara yerleştirilmiş değerli taşların düşm e­ sini önleyen, metalden yapılmış ince, kü­ çü k dişlere verilen ad. (Tırnaklar, değerli taşın üzerine doğru kıvrılarak onu sabit­ leştirir.) || Yüzük kaşının, taşı çevreleyen ve tutan bölümü. — Mak. san. Masif bir parçada, büte, ka­ m a ya da fırdöndü görevi yapacak bir çı­ kıntı oluşturan, genellikle silindirsel, küçük parça. || Mandallı bir çarkın dişleri arası­ na giren ve bunun istenmeyen yönde dönm esini engelleyen, yay itmeli küçük levye. || M ekanik bir organ üzerine, bir başka organı itmek, durdurm ak, belli bir konuma getirm ek vb. amacıyla tespit edi­ len küçük parça. || Bir eksen çevresinde dönen ve her dönüşte bir mekanizmayı çalıştıran diş. || Tirnaktan kurtarmak, bir sa­ atte, bir sarkaçta, bir vinçte vb. tırnağı, mandallı bir çarkın dişlerinden kurtarmak. || Kılavuz tırnak, çoğu kez bir kanal içinde kılavuz görevi yapan, kesiti uzunluğuna göre düşük, uçları yuvarlak prizmasal par­ ça. — U çlarından birinden, genellikle göm m eyle tespit edilen küçük yassı par­ ça. — Mim. Bir sütun tabanında genellikle yaprak biçim indeki bezeme öğelerinden her biri. (Özellikle O rtaçağda, kaval silme­ yi etekliğin köşelerine bağlam ak için tır­ naklar yapılırdı.) — Nalbantl. Tırnak yüzü, nalın tırnağa de­ ğen y ü z ü . (Eşanl. ÜST YÜZ.) —Oy. Tırnak atmak, İskambil oyunlarında, hile yapm ak amacıyla kâğıtlardan biri ya da birkaçı üzerine tırnakla işaret koymak (Oyuncuya kâğıdı kapalıyken tanıma şan­ sı sağlar.) — P a to l.



Tırnak düşmesi,



ö z e llik le b a z ı y e ­



re l y a d a g e n e l a ğ ır e n fe k s iy o n la r d a n v e b a z ı z e h ir le n m e le r d e n s o n r a tırn a k la rın



bir otomobil el freni kolunun tırnaklı tespit mekanizması



k o p u p a y rılm a s ı. (E ş a n l. ONİKO PTO Z) || Tır­ nak mikozu, O N lK O M lK O Z 'u n e ş a n la m lıs ı. || Tırnak yeme, t ı r n a k k e m ir m e a lış k a n lığ ı. (E ş a n l. O N İK O F A JI)



—Saatç. Tulumba göbeğinin ya da tulum ­ banın, tulum ba yayının bir ucuna takılma­ sını sağlayan, ekli ya da eksiz, çıkıntılı öğe­ si. — S a ra ç . Tırnak koruyucu, a tın tırn a ğ ın ın ü s tü n e g e ç ir ile n k e s ik k o n i b iç im in d e d e ­ ri p a r ç a s ı.



—Sil. Tirtıl tırnağı, tırtıllı araçların palet ta­ banındaki çıkıntı.



bir bisiklet serbest tekerleğinin tırnaklı tespit mekanizması



— S ü s le m . s a n t. Tırnak muhresı — DA M A R ' MÜHRESI. —T a v u k ç . Tırnak kesme, b ir b ir le r in i t ı r m a ­ la m a s ın la r d iy e to p lu y e tiş tirile n t a v u k ve p iliç le r in tırn a k la rın ı k e s m e iş le m i. —T e kst, ip lik m a k in e s in in ç e k im s ilin d ir i­ n e b a s ın ç a k ta r a n k a n c a . —T ü t. Tırnak vurma, ip e d iz ile r e k k u r u tu ­ la n t ü tü n le r i d e n k le r k e n d iz ile r d e g ö z e ç a r p a n d ü ş ü k k a lite li v e ç o k a rız a lı y a p ­ r a k la rın k a b a c a a y ık la n m a s ı. — 'Yet. Tırnak düşmesi, b ir to y n a k y a d a tır­ n a ğ ın k o p u p a y rılm a s ı. ( A tla r d a v e s ığ ır­ la rd a . a rp a la m a , s ığ ırla r d a , k ü ç ü k g e v ış g e t ir e n le r d e v e d o m u z la r d a ş a p h a s ta lı­ ğ ın ın s o n u c u o la b ilir.) — Z o o l. G e v ış g e tıre n h a y v a n la r ın v e d o ­ m u z g ille r in p a r m a k la r ın ın u c u n u ö r te n ve



genellikle toynak adı verilen boynuzlu ta­ baka. (Sönümleme ve bağ dokularından başka, İkinci parm ak kemiğinin alt ucunu, üçüncü parm ak kemiğini ve kirişlerin kay­ masını sağlayan küçük bir kemiği [küçük susamsı kemik] içerir; hayvanların hare­ keti sırasında koruyucu ve sönümleyici bir rol oynar.) [Bk. ansikl. böl.] || Am niyonlu om urgalılarda parm akların ucunu örten boynuzsu ve sivri kılıf. (Bk. ansikl. böl.) || Primatlarda son parm ak kemiğini koruyan ve eğri olmayan ya d a ço k az eğri olan, boynuzsu, yapraksı oluşum. || Köpek, kurt, tilki, porsuk ve tavşan gibi hayvanların tır­ nağı. || Tırnak tabanı, amniyonlu om urga­ lılarda, tırnağın keratlnleşmiş olan, ama yum uşak kalan alt bölüm ü. (Tirnak taba­ nının kalınlığı kökten uca doğru düzenli olarak artar ve kalın derili bir bölgeyle [parm ak yastığı] arkaya doğru ilerler. Pri­ m atlarda [maymunlar] tırnak tabanı körel­ miş ya da büsbütün yok olm uştur [insan]; toynaklıların [at] toynağında tırnak tabanı yere basan kısımdır; tırnak yastığıysa tır­ nak çatalına dönüşmüştür; çiftparmaklılarda [inek] tırnak tabanı körelmiş, tırnağın dibi bütün çatala yayılmıştır.) — A N S İK L. Tirnak bir fanerdir ve üstderinin keratinleşmesiyle oluşur ilk taslağı, dölyatağı içi yaşamın üçüncü ayına yakın bir epiderm kıvrımı biçim inde belirir (ilkel tır­ nak tomurcuğu). Bu tom urcuktan tırnağı doğuracak olan tırnak kökü oluşur Zama­ nında doğm uş çocukta tırnağın ucu par­ m ak ucunu bulur, hatta geçer. Günde on­ da bir milimetre büyür ve yenilenmesi için altı ay gerekir. Tirnak ya da tırnak tablası, yarı saydam, esnek, dayanıklı bir tabakadır Tirnağın gö­ rünen parçası, ayça (kökün ön bölüm ü­ dür, aradan görünür), pem bem si kısmını ve beyazımtırak olan kenarını içerir Tirnak, tırnak altı ve yan kıvrımlarla çevrelenm iş­ tir. Parmağın sırt kısmında tırnak yatağı üzerine oturur. Tırnak keratinine onikin de­ nir. —Atç. At, eşek, katır toynağının alt yüzü­ nün bir parçası olan toynak çatalı olduk­ ça çıkıntılı üçgen bir kama biçim indedir Bunun bir ucu, bir gövdesi ve iki dalı var­ dır. Ucu ya da tepesi, toynak tabanının or­ tasına denk düşer; geniş parçası toynak yum aklarıyla sona erip topukla birleşen dalları oluşturur. Daima yerle temas halin­ de olan toynak çatalı, toynağa bir dere­ ceye kadar esneklik sağladığından nal­ bant tarafından olduğu gibi serbest bıra­ kılmalıdır. Boşlukların, yanı dalların iki ta­ rafındaki çukurların içinden grimsi bir akıntı sızarsa toynak çatalı kızışmıştır d e ­ nir. Bu durum bir bıcılgan başlangıcı oluş­ turabilir. Basit bir kızışma temizlemeyle ve katran pansum anıyla iyileşir. Toynak çatalı çıbanı, ezilme, çivi ya da başka bir şeyin batması, derin bir yara­ lanm adan ileri gelen kısmı bir nekrozla belirgindir. • Tırnak zırhı. Tirnak zırhı yukarıdan aşa­ ğıya doğru büyür; kendi kendine aşınmasa ya da nallama sırasında yontulmasa ayağın sürekli uzaması gerekirdi. Büyüme çeperin her yerinde aynıdır, ama ırklara ve hayvanın sağlığına bağlı olarak az ya d a çok hızlı olabilir. Daha önce oluşan tır­ nağın uzunluğuna da bağlıdır; tırnağın uzaması, tıpkı kıllarda olduğu gibi uzadık­ ça yavaşlar. Tirnağın normal büyümesi zor fark edilir. Hastalık (ökçe darlığı, arpala­ ma) halindeyse, tersine, tırnağın üzerinde kabarık çizgiler hem en fark edilir. — Dilbil. Tırnak imi. bir alıntıyı, dolaysız bir söylemi ya da altı çizilmek istenen bir söz­ cü k dizisini metin içme sokmaya yarar Bu biçim de ayrılmış sözcük ya da sözcük di­ zisinin kullanmaktan kaçınıldığını, sorum ­ luluğunun üstlenılmedığıni de belirtebilir (yeni sözcükler, argo deyişler). Konuşma sırasında, genellikle tırnağın açıldığı yer­ de başlayan ve kapandığı yerde biten bir ton değişikliği de gözlemlenebilir. — Patol. Tırnakta, m ikropların ya da m an­ tarların neden olduğu iltihaplı lezyonlara (onıksis) ve beslenm e bozukluklarına



(onikoz*) rastlanır, iyi ya da kötücül urlar görülebilir. Urlar tırnak çevresinde (siğil, botriyomikom vb.) kökünde ya da yatağın­ da (glom lu urlar, sarkomlar vb.) yerleşe­ bilir. Tirnakaltı kötücül melanom tehlikeli bir m elanik dolam aya neden olur. —Zool. Sığırlarda, tırnak uzaması devamlı ve ayda 1 cm dolayındadır. Otlaklarda, yü­ rümenin neden olduğu aşınma bu düzenli büyüm eyi dengeler. Uzun zaman ahırda tutulm a halinde tırnaklardaki aşırı büyü­ me, hayvanı ağırlığını arka kısma, yani to­ puk üzerine vermeye zorlar. Bu da den­ ge bozukluklarına ve hanepte yorgunlu­ ğ a neden olur. Bu sakıncayı önlem ek için tırnak, törpülerle ya da özel taşlarla yon­ tulur. ♦ Am niyonlu om urgalılarda sivri ve kıvrık tırnakları, parm akların ucunu örten diğer tırnaklardan (normal tırnak ya da toynak) ayırmak gerekir; sivri ve kıvrık tırnaklar bir nesneye tutunm aya ya da bir avı yakala­ maya yarar ve kuşlarla sürüngenlerde bu­ lunur; uçtaki parm ak kemiğini tam am iyle sarar, üst yüzü sert ve dışbükey, alt yüzü yum uşak ve içbükeydir. M em elilerde tır­ nağın yalnız d ip kısmı büyüm eyi sağlar. Sivri tırnaklar, kedigillerde ve miskkedisinde pençenin içine çekilebilir.



T IR N A K A a. Arg O yunda, kâğıtlara tır­ nak atarak yapılan hile.



T İR N A K A LT I FIR Ç A LA R I a Ö rüm ­ ceklerde tırnağın hemen altında bulunan kıl demeti.



TIR N A K Ç I sıt. ve a. Arg. 1. Para alıp ve­ rirken, içinden bir ya da birkaçını aşırmayı beceri haline getirm iş yankesici. — 2 . Oyunda, kâğıtlara tırnak atarak hile yapan kimse. ♦ a. Kur tar. O sm anlılar'da haftanın her perşem be günü padişahların tırnaklarını kesen hasodalılardan saray görevlisi. (Bu görev A bdülham it I dönem inde [1774 -1789] kaldırıldı.)



T IR N A K Ç IK a. Anat. Göz çukurunun iç yüzünde bulunan dört köşe ince kemik. (Gözyaşı-burun kanalının bir çeperini oluş­ turur.)



TIR N A K L A M A K g. t. Bir kimseyi, bir yerini tırnaklamak, tırnağını batırarak çiz­ mek, yırtmak; tırmalamak, tırmıklamak.



♦ tırnaklanmak edilg. t. Tırnaklamak eylemine konu olmak, tırmalanmak. TIR N A K L A N M A K -



TIR N A K LA M A K



T IR N A K L I sıt. Tırnağı olan ya da tırnak­ ları belirtilen bir nitelikte olan. * —Mak. san. Tırnaklı tespit mekanizması, hareketli bir organı bir yönde tahrik etme­ ye ve ö bü r yöne hareketini engellemeye yarayan mekanizma. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL Tırnaklı tespit mekanizması. Tır­ naklı tespit mekanizmaları, ya alternatif bir hareketi çembersel bir harekete dönüştür­ m ek için (planya tezgâhlarının ilerlemesi, kimi el takımlarının döndürülm esi vb.), ya çeşitli sıkıştırma (otom obillerin el freni) ya da kaldırma aygıtlarında (vinçler, krikolar vb.) yükün hareket ettirici hale gelmesini önlem ek için, güvenlik organı olarak ya da tersine, depolanm ış bir potansiyel enerjiyi geri kazandırmak (zemberekli sa­ atler, ağırlıklı saatler vb.) için bir mil üzeri­ ne monte edilir. Tırnaklı tespit mekanizma­ sı, mandallı bir çark ve bir tırnak ya da bel­ li bir yönde döndürülmesi, zorlanmayla ki­ litlenme oluşturan bakışımsız hareketli parçalarla elde edilir.



T IR N A K L IK a. 1. Kimi kutuların kapa­ ğında bulunan ve tırnakla çekerek kapa­ ğı açmaya yarayan yanlamasına çentik. — 2. Bir bıçağın ya da çakının ağzında bulunan ve tırnağı geçirerek bıçağı açma­ ya yarayan küçük kertik.



T IR N A K L IL A R a. Zool Bazen toynak­ lılar takımına verilen ad.



TIR N A K S I sıf. Tırnağa benzeyen. —Anat. Tırnaksı kemik. gözyaşı kemiğinin başka adı.



tırtıl T IR N O V A , V E L İK O T lR N O V O ya da T lR N O V O , Bulgaristan'da kent, yönetim bölümü merkezi, Önbalkan pla­ tosunda; 70 610 nüf. (1987). Carevec te­ pesinde krallık sarayı kalıntıları (XIII. yy ). Ortaçağ'dan (Kırk-Mıçenitsi kilisesi, Aziz Petır ve Aziz Pavel kilisesi vb.) ve XIX. yy.'dan kalma kiliseler. Üniversite. Bir ti­ caret ve sanayi merkezidir (bulgar elektronik sanayisinin merkezi, tekstil). Yantra vadisinde amfitiyatro biçim inde ¡basamaklar halinde kurulmuş kent, tu­ rizm açısından son derece zengindir. — Tırnova yönetim bölümü, 4 681 km2; 338 073 nüf. (1987). —Tar. Tırnova, Asenler ve Şişmanlar hane­ danları dönem inde ikinci bulgar im para­ torluğunun başkenti oldu; 1393'te Türkler tarafından fethedildi. 1879’da Ulusal mec­ lis burada toplandı ve "Tırnova Anayasa­ sı"™ onayladı (16-25 nisan). Bulgaristan'ın tam bağımsızlığı 1908’de bu kentte ilan edildi.



TIR N O V A C IK , bulgarca Malko Tirnovo, G.-D. Bulgaristan'da, Yıldız dağları kesi­ m inde küçük kent, Türkiye-Bulgaristan sı­ nırındaki Dereköy kapısı'ndan 5 km kadar uzakta. Balkan savaşı’ndan önce, Edirne vilayetinin Kırkkilise (Kırklareli) sancağına bağlı kaza merkeziydi.



TlR N O V O -



TIRNOVA.



TIR P A N a. 1. iki elle tutulan uzun bir so­



tırpanı, tahıl tırpanı, çalı tırpanı), kullana­ ca k kişinin büyüklüğüne, yöresel alışkan­ lıklara göre değişir. Tirpan dem iri ya döv­ me çelikten (Batı Avrupa) ya dökm e çe­ liktendir (ABD, İngiltere). Dövme tırpanla­ rın ağzı örs üzerinde dövülerek, dökm e olanlarınki zım para çarkına tutularak bi­ lenir. H er ikisi ondan sonra sık sık m asat­ la kılağılanır. Bazı durumlarda, tırpanın üs­ tüne tahtadan ya da söğütten bir tarak ta­ kılır; bu parça kesilen sapların düzenli bir şekilde tırpancının tarafında yığılmasını -E d . Tırpanın ölüm e işaret etmesi Azra­ il'in onunla yaşam tarlasından ö m ür eki­ nini biçmesi biçim indeki hayale dayanır. Bu evrensel im ge türk şiirinde de canlandırılmıştır: " Bu dünyada bir nesneye ya­ nar içim göynur özüm / Yiğit iken ölenle­ re gök ekini biçmiş gibi" (Yunus Emre).



TIR P A N A B A U Ğ I a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin en sığ kesimlerinden 1 0 0 m de­ rinliğe kadar inen bölüm lerine yayılan kıkırdaklıbalık. (Bedenleri sırttan ve karın­ dan iyice yassıdır. Gövdesi hafif oval bir disk biçimindedir. Sırtı küçük dikensi pul­ larla örtülüdür. Kuyruk hem en hemen gövde uzunluğundadır. Kuyruğunun he­ men hemen orta kesiminde zehirli, kalın bir diken bulunur. Etçildir. Bil. a. Taeniura grabata; dikenliuyuşturanbalığıgiller famil­ yası.)



T IR M N A C İL U E R a. Zool. Özkedibalıkpaya bağlı hafifçe eğri çelik bir lamdan larını, yani vatozları kapsayan familya. (Bil. oluşan ve ot, tahıl vb. biçmeye yarayan ke­ a. Rajidae.) [Eşanl. Ö Z K E D İB A U Ğ IG İLLE R ] sici alet. (Eşanl. KOSA.) [Bk. ansikl. böl.] TIR P A N A Ğ A C I a. Bot. Çin ve Ja po n ­ — 2. Tırpan atmak, istemediği kişilerin gö­ ya’nın sıcak bölgelerinde yetişen kozalaklı revine son vererek onları temizlemek; ağaç (Cunninghamia sinensis). [Güney düşm anları tüm üyle yok etmek. || Tırpan­ Ç in'de orm anlar oluşturur. Ilıman bölge­ dan geçirmek, tırpanlamak. — Ed. Ölümün simgelerinden biri. (Bk. an­ lerde süs ağacı olarak yetiştirilir. İstanbul' da D olm abahçe sarayının bahçesinde sikt. böl.) birkaç örneği vardır.] — Esk. sil. Delici, dürtücü ve kesici bir tür eski silah. (Arka ucunda bir, kabzaya ya­ TIR P A N C I a. Tırpanla ekin biçen işçi. kın yerinde de iki mahm uzu vardır ve ay­ T IR P A N L A M A K g. f. 1. Otu, ekini vb. rıca u cunda ay biçim inde kesici bir par­ tırpanlamak, tırpanla biçm ek. — 2. Tkz. ça bulunur.) Bir şeyi tırpanlamak, onu yok etmeye, or­ —Spor. Güreşte rakibin dengesini boz­ tadan kaldırmaya girişmek. m ak için uygulanan oyun. (Sağ ve sol —Su ür. Su ürünleri üretimi yapılan bir gö­ ayak içi ile rakibin bileğine ya da baldırı­ lette, akarsuda, gelişmesi üretim de veri­ na, iç ya da yan taraftan vurarak den g e ­ mi düşürm esin diye su bitkilerini su için­ sini bozma esasına dayanır.) de biçmek. —ANSİKL. Bilinen ilk tırpan ikinci demir çağından kalmadır (La Töne, İ.Û. V.-VI. yy.). ♦ tırpanlanmak edilg. f. 1. Ot, ekin vb. Bu alet uzun süre yalnız Alp bölgesiyle (İs­ sözkonusuysa, tırpanla biçilm ek. — 2 . viçre, Avusturya v b ) sınırlı kalmıştır dene­ Tkz. Yok edilm ek, ortadan kaldırılmak. bilir. Roma im paratorluğu'nun başlangıç TIR P A N LA N M A a. Tırpanlanmak eyle­ dönem inde, belki de süvari sınıfının ot ih­ mi. . tiyacını karşılamak amacıyla diğer bölge —Yerbil. Eğimi büyük topografik bir yüzey lere (Kuzey:d oğu Galya, Büyük Britanya) yakınında, kaya parçalanması altyatay yayılmıştır, ilkel tırpanlar, m odern tırpan­ doğrultuda gerçekleşen bir arazi dilim in­ lardan çok farklıdır. M odern tırpanlar Orde yerçekim inden ileri gelen biçim d eğ i­ taçağ'ın sonlarına doğru (X.-XI. yy.) or­ şikliği. taya çıkmış, görüldüğü kadarıyla ondan sonra da çok az değişikliğe uğraşmıştır. TIR P A N LA N M A K -> TIRP AN LA M A K . Tırpan, uzun süre, yalnız ot biçm ek için T IR P A N TO a. Denize. Tel halatlar üzeri­ kullanılmıştır; tahıl hasadındaki kullanımı ne vurulacak palanga sapanlarının ya da bir hayli sonradır (yulaf: XV. y.; öteki tahıl­ barbarışkaların sıyrılmaması için, halatla­ lar: Flandres’da XVI. yy., İngiltere ve Hol­ rın sapan vurulacak bölüm lerine sarılan landa'nın bazı yörelerinde XVII. yy., Ak­ mürnel. deniz'e uzak Avrupa ülkelerinde XIX. yy.). Doğu ve Kuzey Avrupa tırpanlarının ev­ T IR T IK a. 1. Çentik. — 2. Tırtık tırtık, p ü ­ rimi Batı Avrupa tırpanlarınınkinden farklı rüzlü, çentikli, tırtıklı. olm uştur Doğu tırpanlarının en önemli ti­ T IR T IK Ç I a. Arg. Tırnakçı, yankesici. pi gorbuşa denen ve Finlandiya'dan Si­ birya’ya kadar kullanılan tiptir. Gorbuşa T IR T IK L A M A K g. f. Arg. Yavaş yavaş, kullanım düzlem inde sırayla bir sola, bir azar azar aşırmak, çalmak. sağa doğru vurulmak üzere, bakışımlı kul­ T IR T IK L I sıf. Tırtıkları olan; çentikli. lanılır. Gerçek tırpan, d iğer kesici hasat alet­ T IR T IK Z IP K IN a. Balıkları zıpkınlamak lerinden, iki elle kullanılması ve vurarak için kullanılan üç dişli çatal zıpkın. kesmesiyle ayrılır. Tek elle kullanılan tır­ ü T IR T IL a. Pulkanatlı böceklerin, genel­ panlar da vardır, iki elle kullanılan tırpan likle bitkiyle beslenen ve çoğunlukla tarım tam anlamıyla bir Avrupa aletidir. Benzeri bitkilerine zarar veren larvası. (Bk. ansikl. aletlere, Malezya ve Çin’d e bir iki eyalette böl.) rastlanmıştır, am a bunların işlevi old u kça ' —Zool. Kirpi tırtıl, bedenlerini kaplayan kısıtlıdır. kalkık ve sık kıllarından ötürü çeşitli per­ Bugünkü Avrupa tırpanı, ucunda 40 İla vanelerin tırtılına verilen ad. 1 2 0 cm uzunluğunda kesici bir lam ve — A n s i k l . Tırtıllar İnce uzun gövdeli larva­ üzerinde bir ya da iki tutak bulunan 160 lardır; bunlarda baş yuvarlak ve ağız par­ -190 cm uzunluğunda bir saptan oluşur. çaları çiğneyıci tiptedir; uçları birer tırnakla Aletin kesin biçimi ve boyutları işlevine (ot sona eren üç çift toraks (göğüs) bacağı ve



zarsı beş çift karın bacağı ("yalancı ba­ caklar” ) vardır (bunların bir çifti anus böl­ gesindedir). Tırtılların yer değiştirmesi hızlıcadır. Bazı türler bitkisel dokuları delik deşik eder; çoğu üzerine yum urta bırak­ tıkları bitki türünü kemirir. Kim isinde par­ lak renklerle donanm ış olan gövdenin üzerinde kıllar, değişik boy ve biçim de ka­ bartılar, hatta ısırgan kıllar bulunur. Bazı tırtıllar nemf evresi için koza örer (örneğin ipekböceği).



11517



T IR T IL a. Al. tak. Tırtıl çekm e İşlemi için ikili olarak kullanılan, su verilmiş çelikten çem bersel takım; bu takımın kesici ağzın­ da bulunan yivler, üzerinde yuvarlandığı işlenecek parça üzerine, dönüşü sırasın­ da iz bırakır. — El sant. işleme ve giyim süslemede kul­ lanılan, ince sırma tellerin helezon biçimin­ de bükülm esiyle yapılmış süs öğesi. (Kö­ şeli ya da yuvarlak biçimli, sarı veya g ü ­ m üş renkli olur. Daha ço k geee elbisele­ rinde pul, boncuk vb. malzemeyle kulla­ nılır.) — Mak. san. Tırtıl çekme çoğu kez elle ha­ reket ettirilecek bir parçanın (vida başı, sap vb.), bu hareket sırasında parm akla­ rın kaymasını önlem ek amacıyla, dönel bir yüzeyi üzerinde ya d a sert bir parça içine yerleştirilecek görece daha yumuşak bir parça üzerinde tırtıllar oluşturmaya da­ yanan işlem. (Tırtıl çekm e genellikle torna tezgâhında, su verilmiş çelikten yapılmış ve elde edilmek istenenin tersi biçim de gi­ rinti ya da çıkıntılar taşıyan bir çift tırtıl, tır­ tıl çekilecek parçanın üzerinde, basınç al­ tında yuvarlanarak gerçekleştirilir.) || Tırtıl çekmek, bir tırtıl çekm e gerçekleştirmek. — Polim. Çekme tırtılı, plastik boru ve profil üretiminde, bu ürünlerin m akine çıkışın-



tırpan



ve genel bedensel yapıları



U ,« » -



J çatalkuyruk



kurtbağrı füze bedenli kelebeği



ağaçkurdu



Brahmaea (Hindistan'daki türlerinden biri)



arşınlayıcı



kayın kelebeği



böğürtlen ipekböceği



büyük tavuskelebeği



A pat ura



O rgyia



beyin gangliyonları baş



aort



çam keseli tırtılı ve yuvası



karın bölütleri kalp



sinir zinciri



üreme organı taslağı t bağırsak



i— Malpighi borusu



---------------1 anus çekmen ayakları



eklemli ayaklar



da çekilmesini sağlayan düzenek. (Bk. anböl.) — Pulc. Bir pulun çevresindeki kertiklere verilen ad. (Bunlar tırtılölçer yardımıyla öl­ çülür.) —Sil. ve Oto. Aderans katsayısı zayıf a ra -' zilerde çekm eyi sağlam ak için, bir taşıtın tekerlekleri ile zemin arasına yerleştirilen ve her iki ucundaki millerle birleştirilen ve eklemlenen metal ya da kauçuk baklalar­ dan oluşmuş esnek sonsuz bant. (Bk. ansiki, böl.) || Hrtıl pabucu, zırhlı bir araçta, tırtılın eklemli, bükülm ez öğesi. (Bk. ansikl. böl.) || Tırtıl pabucu mili, iki tırtıl p abu­ cunu eklem oluşturarak birbirine bağla­ mayı sağlayan mil. (Yağlanmış ya da yağ­ lanmamış millerin yanı sıra esnek bloklu miller d e vardır.) — Şeritç. Bazı saçakların eteklerinde kul­ lanılan, spiral şeklinde bükülerek sıkı bir yay oluşturan tel. || Tırtıl saçak, etekleri tır­ tıldan yapılmış saçak. —Teknol. Tırtıl başlığı, üzerine, metallere tırtıl çekm eye ya da bunları kesmeye ya­ rayan tırtılların takıldığı yarısert çelik göv­ de. || Tırtıl izi, girintili çıkıntılı birtakım ın, bir malzeme oluşturduğu çiziklerin tümü. — A N S İK L . Polim. Ç ekm e tırtılı, üst üste bindirilmiş taşıyıcı iki banttan oluşur; bant­ ların aralığı, çekilecek profillerin boyutla­ rına göre ayarlanır ve üzerlerine köpük kauçuk yastıklar yerleştirilir; bantların hızı, fışkırtm a kalıbının hızına g öre ayar­ lanır. Aygıtta ayrıca uzunluk ölçm eye ya­ rayan b ir sayaç ile bir takim etre b ulu ­ nur. — Sil. ve Oto. Bant, tekerlekler, tekercikler ya da hidropnöm atik sistemle çalışan bojiler, lamalı yaylar, burulm a çubuklarına takılı silindirler üzerine yerleştirilmiş bir makarayla gerilen dişli bir çark ya da "barbotin"le döndürülür. Tırtıl ilkesi, ilk kez XIX. yy.’ın sonunda tarım traktörlerinde uygulanmıştır, ilk fransız ve İngiliz tankları (1916), hendekler ve top m ermileriyle de­ lik deşik olm uş arazileri ya d a tekerlekli taşıtların geçem ediği dikenli tel ağlarıyla kaplı arazileri daha kolay olarak aşmak için rulman takımlarından ve tarım traktör­ lerinin (özellikle amerikan Holt traktörü) tır­ tıllarından esinlenerek yapıldı. Bu ilkel tankların tırtılları, yuvarlak metal pabuçlar ya da daha geniş metal levhalardan olu­ şuyordu; İngiliz zırhlı araçlarının çoğunda, çam urluk taşımayan bu metal pabuç ya da levhalar taşıt kasasını tam am en örter­ ken, fransız tanklarında kasa yüksekliği­ nin yarısını aşmıyordu ve çam urluğu var­ dı. iki tırtılın genişliği ne kadar fazla olur­ sa, zırhlı aracın zemine yaptığı basınç (kg/cm2) o oranda az olur. Kara, çam ura ya da kum a saplanma tehlikesi, bu geniş­ liğe, kullanılan rulman takımına ve askı do­ nanımı sistemine göre azalır. Bununla bir­ likte, sovyet T 34, K V 1 ve 2 (1942) tankla­ rı ortaya çıkıncaya dek, dünyada kullanı­ lan bütün tank ve zırhlı araçların dar, çok dayanıksız ve kolayca bozulabilen tırtılları vardı. Taşıtın zemine aderansı, genellikle tırtıl bandını oluşturan, sökülebilir bakla­ ların ve pabuçların desenine bağlıdır. Gü­ nümüzde tırtıl pabuçlan, genellikle eklemli metal bir bant üzerine az ya d a ço k ara­ lıklarla tespit edilmiş, içi dolu ancak bükülgen kauçuktan yapılır. Bu da, yol kap­ lamasına zarar vermeden tırtılların daha sessiz ve daha esnek olarak yolu kavra­ masını sağlar. Zırhlı araç kötü arazide iler­ lem ek zorunda kaldığında, pabuçlar bir­ kaç dakika içinde çıkarılır ve aracın zemin­ le teması, çam uru, karı, kuru toprağı ya da suyu boşaltm ak için çukur profilli ve desteklem ek için kabartma profilli metal baklalarla sağlanır. Ayrıca aracın kayma­ sını önlem ek için kauçuk tırtıl pabuçları­ nın yerine geçici olarak kar kramponları ya da buz tırnakları takılabilir. Baklaların iç yüzünde, tırtıllann rulman yataklarından çıkmasını önlemek için genellikle bir ya da İki sıra halinde kertikler bulunur. Yanlamasına bükülgen tırtıllar çok az



siki.



kullanılmıştır. Tamamen kauçuktan yapıl­ mış bant, daha sessiz ve daha esnek ol­ masına karşın çok dayanıksızdır. Bükül­ genlikleri ve kırılganlıkları ço k önemli çe ­ kiş kayıplarına yol açtığı için, ağırlığı 1 0 t ’dan fazla zırhlı araçlara uygun değildir. Bunlar genellikle yarı-tırtıllı araçlara m on­ te edilir. Fransız m ühendis Kögresse'in yaptığı esnek kauçuk bant sistemi en ço k kulla­ nılanlardan biridir. Rulman takımının en orijinal öğesi, barbotin üzerine monte edil­ miş, kendi ekseni çevresinde dönen bir askı donanımına bağlı taşıyıcı tekercikler­ den oluşmuştur. Bu düzenek, hafif Citro­ en arabalarına Sahra'yı (1923), Afrika'yı (1925) baştan başa geçm e ve b üyük Sa­ rı yolculuk (1931-32) gibi uzun aşamalı ya­ rışları gerçekleştirme olanağı verdi. Birçok rus ve fransız zırhlı aracı, tanınmış Citro­ en ve Berliet m arka tırtıllı araçlar, 1914 ve 1939 arasında, günüm üzde hemen he­ men hiç kullanılmayan Kögresse sistemiy­ le donatılmıştı. Tırtıllar, zırhlı taşıtlar dışında, çeşitli d ö ­ nem lerde (özellikle 1941-1945 arasında Rusya’da), kamyonlar (alman yapısı Opel “ M a u ltie r"), yarıtırtıllı (alm an yapısı Krauss-Maffei Sdkfz 8 ) ya da tırtıllı (avusturya yapısı Steyr-Pusch) top çekicileri gibi diğer araçlarda da kullanılmıştır; 1942'de ortaya çıkan amerikan yapısı LVT gibi zırhlı amfibi taşıtlarda, gövdenin tüm çevresi­ ni saran kepçe biçim indeki tırtıl baklaları suda ilerlemeyi sağlar, ikinci Dünya savaşı'nda kullanılan 1 2 2 m m 'lik ağır sovyet toplan d a tırtıllar üzerine m onte edilm iş­ tir. Taşıtı d öndürm ek için iki tırtıldan birini yavaşlatırken diğerini hızlandırmak gerek­ tiğinden, tırtıllı bir aracı kullanmak olduk­ ça zordur. Yeni düzenekler, her tırtılın hı­ zını aynı anda, iki yönde değiştirmeyi sağ­ lar. • Tırtıl pabucu. Bir tırtıl pabucu, onu d i­ ğer iki pabuca bağlayan bir bağlam a öğesinden, tekerciklerin yuvarlanma yo­ lunu oluşturan bir cisimden ve toprağa ya­ pışmasını sağlayan bir tabandan m eyda­ na gelir. Bu değişik parçalar, birleştirilebilir ya da tek parça halinde üretilebilir. Tırtıl pa­ buçları, tırtıl baklaları üzerine takılır ve g ü ­ nüm üzde kullanılan tank ve d iğer zırhlı araçlara kısa zam anda hızla takılıp çıka­ rılır. Plastik tırtıl pabuçları, kimi hafif keşif araçlarında denenmiştir. Pabuçlar, gürül­ tüyü ve yolların yıpranmasını önler, ancak engebeli arazilerde tırtılların toprağa ya­ pışma gücünü azaltır.



TIR T IL C IL a . Eski D ünya'nıntropikal or­ manlarında, ağaçların üzerinde yaşayan, böceklerle beslenen, donuk renkli Campephaga cinsinden ötücükuşların ortak adı. (Tırtılyiyengiller familyasının örnek tipi.)



T IR T IL L A N M A K gçz. f. Ağaçtan söz ederken, üzerine tırtıllar üşüşmek.



T IR T IL L I sıf, 1. Kenarında kertikleri olan:



Tırtıllı para.



— 2. Tırtıllı bıçak, sebzeleri süs­ lü ve kolay kesmek için kullanılan ağzı ker­ tikli m utfak bıçağı. — Nümism. Tlrtıllı paralar, kenarları teste­ re dişleri gibi kesilmiş paralar. (Antıkçağ 1 da kullanılan metalin kaliteli olduğunu saptam ak için Suriye'de, Makedonya'da ve Kartaca'da bu yönteme başvurulurdu. Rom a'da tırtıllama yalnızca güm üş para­ lara [nummi serratı] uygulandı ve bu yön­ tem I.Ö, III. yy.'dan C um h u riye tin sonuna kadar sürdürüldü ) —Oto. Tırtıllı araç, hareket etm ek için, tırtıl pabuçlarından oluşan ve özel arka teker­ lekler ile zemin yüzeyi arasına yerleştiri­ len, geniş sürekli bir bant ya da tırtıldan yararlanan motorlu taşıt.



TIR TILÖ LÇ ER a Post. Bir posta pulun­ daki tırtılların sayısını ve cinsini belirleme­ ye yarayan taksimatlı küçük cetvel. (Eşanl. O DO NTO M ETRE.)



T IR T IL S I sıf. Tirtıla benzeyen.



— Bot. Dişi ya da erkek organları basit pulcuklarla korunan bireşeyli çiçeklerden olu­ şan genellikle sarkık başak ya d a tırtıl bi­ çim inde çiçek durum u. (Fındık ve ceviz ağaçlarının çiçek kurulları tırtılsıdır.) [Bk. ansikl. böl.] —Zool. G öğüs bölgesinde eklemli bacak­ lar ve karın bölgesinde zarsı yalancı ba­ caklar bulunan böcek larvası için kullanı­ lır. —ANSİKL. Bot. Erkek tırtılsı, çiçeklenm e­ den sonra bütün halinde düşecek biçim ­ de d ip kısmından eklemlidir. Bu çiçek du­ rumu eskiden tırtılsılılar takımı adı altında toplanan ağaçların belirgin özelliğidir. Kimi bitkilerde hem dişi, hem erkek çi­ çekler tırtılsıdır (söğüt, kavak, gürgen), ki­ misindeyse sadece erkek çiçekler bu du­ rum dadır (meşe, ceviz, fındık).



T IR T IL S IL IL A R a. Ç içekleri tırtılsı bi­ çim de olan bitkiler takımı. (Eskiden kavak, huş, kestane gibi ağaçlar bu takım da top­ lanırdı. Günümüzde bu bitkiler değişik bir­ ç o k takım da yer alır ki, başlıcaları söğüt­ ler ve kayınlardır.)



T IR T IL S İN E Ö İG İL L E R a Ç ok sayıda ve sağlam makroketusları olan, slkloraf si­ nekler familyası. (Bil. a. Tachinidae.) —ANSİKL. Büyük bir familya olan tırtılsineğigillerin larvaları, hemen hem en bütün öteki böcek takımlarının larvalarında iç asalak olarak yaşar. Üreme ovovivipar ya d a vivipardır (larvipar). O vovivipar türler em biyonlu m lkrotip yum urtalar yaparlar (iCarcelia, Gonia, Zenillia, Ernestia vb.); Dexia cinsi üyeleri gezici larvalar doğurur; Planidia cinsi üyeleriyse, larvalarını, asa­ lak yaşadıkları yaprakduyargalıgiller larva­ larının yanı başına bırakırlar; diğerleri m akrotip yumurtalarını ya da larvalarını doğrudan doğruya konaklarının üzerine yum urtlarlar (Compsllura, Phryxe, Phorocera vb.).



TIR T ILY İY E N G İLL E R a Eski Dünya nın ve Avustralya'nın tropikal bölgelerin­ de ağaçlar üzerinde yaşayan, tırtıl yiyerek beslenen, kimisi donuk, kimisi gözalıcı renkte ötücükuşlar familyası. (Bil. a. Cam-



pephagidae.) T IR T IR a. Böcbil. Uzun gövdeli, uzun duyargalı asalak arı. (Tarım bitkilerine za­ rar veren böceklerin asalağıdır. Bil. a. ich­ neumon piserius; ichneumonidae fam il­ yası.)



T IS a. (yansıma söze). 1. Kedinin, kazın, yılanın vb. düşmanını ürkütm ek istediğin­ de çıkardığı ıslıklı ses. — 2 . 7is yok, orta­ lıkta hiçbir sesin duyulmadığı, tam bir ses­ sizlik durum unu anlatm ak için söylenir.



T IS L A M A a. Tıslamak eylemi; bu eylem sırasında çıkan ses.



T IS L A M A K gçz. f. Kaz, yılan, kedi vb. sözkonusuysa, ıslığa benzer bir ses çıkar­ mak.



T lY Ç İN A (Pavlo Grigoryeviç), ukraynalı şair (Peski, Ç ernigov bölgesi, 1891 - Kiev 1967). Yeni yeni ölçüler ve ritimler icat etti ( les Clarinettes solaires [fr. çe v ], 1918), sosyalizmin kuruluşunu yüceltm ek için halk şiirinden yararlandı (Pluh, 1920; Le parti nous guide [fr. çev.], 1934; Acier et douceur [fr. çev.], 1941). Heyecan verici bir savaş şairi olan Tiyçina, tümtanrıcı bir duyarlılıkla yurttaşlık temalarının ağırlığı­ nı yumuşatmayı bildi (/es Obsèques d'un ami [fr. çev.], 1943; i Rasti i Deyrtvovat, 1949; Nous sommes la conscience de l'humanité [fr. çev.], 1957; les Horizons du communisme [fr. çev.], 1961).



T IY N a. (ar. tiyn). Esk. 1. Balçık, çamur.



— 2 .7 iyn-ı ahmer, kırmızı aşıboyası. || Tiyn-ı sarı aşıboyası. || Tıyn-ı ebyaz, tebe­ şir. I 7iyn-ı hadidi, aşıboyası. — Hat. Tıyn-ı hikmet, hattatlarca tebeşire verilen ad. (Aharlanmış ve tıla sürülmüş kâğıdın aşırı kayganlığı, tebeşir tozu sü­ rülmüş bir çuhanın kâğıt üzerinde gezdi­ rilmesiyle giderilirdi.)



aster,



Tiberiopolis tıynet). Yaradılış, Onun tıyneti budur. Tıyneti bozuk.



T IY N E T , -ti a. (ar.



huy:



T I Y N E T S İZ sıf. Kötü yaradılışlı. T I Y N İ sıf. (ar. Çam urla ilgili.



tıyn ve



-/'den



tıyni). Esk.



T lY N Y A N O V (Yuriy Nikolayeviç), rus yazar (Rejitsa, bugün Rezekne, Letonya, 1894 - Moskova 1943). Biçim ci okula (Opoyaz) bağlı olan Tıynyanov pastiş tü­ rünün (Gogol et Dostoïevski [fr. çev.], 1921), şiire uyguladığı anlambillmin (Problema stihotvornogo yazıyka, 1924) ve edebiyatta yenilikçiliğin (Arhaystıy i novatorıy, 1929) usta bir kuramcısı ve Puşkin dönemi üzerinde uzmanlaşmış, derin bilgili bir tarihçiydi (Pouchkine et ses contemporains [fr. çev ], 1969). Ma­ kalelerinde, daha sonra dilbilim veya antropolojide yapısal metodu oluştura­ cak tem ellerin taslağını çizdi. Dekabrlst hareketiyle olan bağlarını açığa çıkarma­ ya çalıştığı rus romantizminin önemli ya­ zarlarını konu alan tarihsel romanlar yaz­ dı : Kyuhelbeker (Dekabrist Kjuhlja, 1925), Griboyedov (Smertvazira Muhta­ ra, 1927-1928), Puşkin (tamamlanmadı, 1935-1943). T IY Ş L E R (Aleksandr Grigoryevlç), rus ressam ve tiyatro dekoratörü (Melitopol 1898 - Mqskova 1980). Kiev'de 1917’den 1919'a kadar A. Exter’in, sonra 1921'de Moskova Vhutemalar’ında gravürcü V. A. Favotskiy’in öğrencisi oldu. Resimlerinde gerçeküstücü şiirsel öğelerle vurgulanmış anlatımcı bir üslup geliştirdi. T İ a. (yansıma söze ). 1. Askerlikte, bir tö­ renin başladığını, bildirmek için boruyla tiz perdeden verilen işaret. — 2. Ti borusu, ti işareti verilen boru. || Ti işareti, borazanla verilen işaret. || (Bir şeyi ya da birini) tiye al­ mak, alaya almak, eğlenmek (arg.). T i Anorg. kim.



TitanTn simgesi.



T İ , V. hanedan (İ.Ö. 2400) döneminde ya­ şamış mısırlı yüksek görevli. Kral Neferlrkare ve Neuserre'nin piramitlerinin ve g ü ­ neş tapınağı Sahure’nin denetimini üstlen­ di. Mastabası Sakkare'de iyi korunmuş durum da bulundu; mezar odasının duvar­ larını süsleyen alçakkabartm alar tümüyle Eski im paratorluk üslubuna bağlanır. -Tİ -



-Dl.



- T İ - -Tl. T İA B E N D A Z O L a. (fr. tiabendazole). Eczc. Yuvarlak kurtlara (nematodlar) kar­ şı kullanılan solucan ilacı. T İA O L O a. (rusça söze). 1. Rusya’da XV. yy. dan XVIII. yy.'ın başına kadar devletin köy ve kasabalarda oturan kişilerden para ya da mal olarak aldığı vergi. — 2. XVIII. ve XIX. yy.’da derebeylik vergileri ve adam başına kesilen vergilerin saptanmasında te­ mel birim olarak alınan insan sayısı (2-4 arası). T İA H U A N A C O , Bolivya’da, Titlcaca gölü'nün G.’inde 3 900 m yüksekliğinde arkeolojik yer. Kentin kurulmasına birinci ara dö­ nemde (İ.Ö. 200-İ.S 600) başlandı, orta dö­ nem de (600-1000) devam edildi. Bu tören merkezinde büyük taş bloklarla (bunlar ba­ zen bronz kenetlerle birbirine bağlanmış­ tır) yapılmış birçok yapı topluluğu bulunu­ yordu. Kalasasaya kompleksinde birçok mondıt yükselir: bunların en ünlüsü Güneş kapısı'dır. Bir külte bağlı olarak geliştiği sa­ nılan ve kuyumculuk, seramik, dokumacılık alanlarını da kapsayan Tiahuanaco sanatı Güney And sıradağları'na (Arjantin’in K. -B.’sı ve Şili'nin K.'i) doğru yayılmıştır Bu etki Huarl'de de belirgin bir biçim de sezilir Ti­ ahuanaco kültürü bu merkezden, Peru top­ raklarının nerdeyse tümüne yayılmıştır. T l» J u a n a , Maracaibo gölündeki (Vene­ zuela) petrol yatağı. T İ A L , ing. total immediate ancestral lon­ gevity deyim inin kısaltması. (Tial kişinin ana ve babası ile iki dedesinin ve iki ni­



nesinin ömürlerinin toplamına eşittir ve bu toplam ne kadar yüksekse kişi o kadar uzun ömürlüdür.)



karşılaşılmaktadır. Phrygialılar frigium de­ nilen tiara benzeri, koni biçim inde başlık­ lar kullanıyorlardı.



T İ A M A a. Tropikal Afrika'da yetişen ve esmer-kırmızı renkte, yarı kaba dokulu, yum uşak ve hafif bir odun veren ağaç. (Odunu marangozlukta, merdiven, kapla­ ma ve kontrplak yapımında kullanılır. Bil. a. Entandrophragma angolense.)



T İA R E C H İN U S a (yun tiara, taç, ve ekhinos, denizkestanesi’nden). A lpler’deki Trias devri topraklarında fosillerine rast­ lanan denizkestanesi cinsi, (ilkel özellikleri nedeniyle küçük bir tomurcukışınlıya ben­ zerler. Tiarechinidae familyasının örnek ti-



T İA M A T , Mezopotamyalılar'ın Deniz tan­ rıçası. Babil mitolojisine göre, Apsu ile birleşerek b üyük tanrıları doğurdu; A psu' nun ölüm ünden sonra ise canavarlar d o ­ ğurup büyük tanrılara saldırttı. M arduk ta­ rafından öldürüldü. T İA M F E N İK O L a. (fr. thıamphânıcof) Eczc. Sentetik antibiyotik. (Kloramfenikol türevi olup onun kullanıldığı yerlerde kul­ lanılır.) T İA N , gökyüzü anlamına gelen, herkesin ve her şeyin boyun eğm ek zorunda kaldı­ ğı en yüce gücü belirten çince sözcük. T la n ’a n m a n — TİEN' ANMIN. T İA N H A N T İA N J İN -



TİEN



han



TİENCİN.



T İA N L O N G Ş A N , Çin'de Şanşi eyaletin­ de buddha mağaraları. Burada, 560 -570'ten başlayarak Orta Asya'dan gelen yunan buddha heykelcilik anlaşyışının yu­ muşadığı ve insancıl yönünün vurgulan­ dığı görülür. Buradaki üç boyutluk arayı­ şı, Tanglar dönem inde, hacm in ve devi­ nimin ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır. T İA N S H A N T İA N S H U İ -



TİEN ŞAN. TİENŞUEİ.



T İA R A a. (lat. söze.; yun. Haradan). I . Eski D oğu'da ve Bizans'ta hüküm dar­ lık simgesi olan tören başlığı. (Bk. ansikl. böl. Arkeol.) — 2. Papaların eskiden giy­ dikleri başlık; tören başlığı. (Papa Paulus V l'dan sonra kullanılmaz oldu.) —ANSİKL. Arkeol. Tiara, Mezopotamya tanrılarının simgesiydi. Üst üste konmuş 1-4 sıra b oğa boynuzuyla süslü olan tia­ ra, tanrı ya da tanrıçanın ululuk derecesi­ ni gösterirdi. Heykelciler ve ressamlar, İ.Û. II. binyıl'ın başına kadar tiarayı profilden başın üzerinde önden gösterdiler. Tanrı­ laştırılmış kimi krallar da boynuzlu tiara ile gösterilmiştir (örneğin bugün Louvre'da bulunan bir stelin üzerindeki Naram-Sin* tasviri, III. binyıl'ın 2. yarısı). Asur kralları­ nın başında, koni biçim inde sivri uçla bi­ ten bir tiara vardır. H ititler'de de tanrıların başlarında boynuzlu, konik başlıklar g ö ­ rülür. Yazılıkaya'daki on iki tanrı kabartma­ sındaki tanrılarla, Şarruma ile kral Tuthalya IV'ü birlikte betimleyen kabartmalarda, tanrıların başlarında birkaç sıra boynuz­ lu, konik başlıklar vardır. Altından bir gerdançe biçimindeki tann heykelciğinin ba­ şında d a bu türden bir başlık bulunur. Urartu kabartmalarında ve m aden işlerin­ de de boynuzlarla süslü konik başlıklarla



11519



P i) T İA R E T -



TİHERT.



T İ A R İ N İ (Alessandro), Italyan ressam (Bologna 1577 - ay. y. 1668). C arracciler' in izleyicisi, büyük boyutlu sanat resimle­ rinde başarılı oldu (Yatırma, Bologna pinakoteki); dram atik üslubu ve hitabeti iç­ tenlikten yoksun değildi. T İ A Z İN A M İU M a. (fr. thiazinamium). Antihistam inik ve antikolinerjik etkili fenotiazin türevi sentetik ilaç. T İB A a. Arm ut biçim inde, ipek telli Viet­ nam lavtası. T İB A L O İ (Pellegrino), P e lle g rin o d e ' P e lle g rin i denir, Italyan mimar, ressam ve heykelci (Puria in Valsolda 1527 - Millano 1596). Bologna’da, sonra Roma’d a manierism ocu çevresi içinde yetişti. Bologna üniversitesi sarayı'nı Storie di Ulisse (Odysseus'un öyküsü) konulu fresklerle süsle­ di (1554-1556). Bu etkileyici fresklerde, fi­ gürler uçar gibi betimlenmiş ve şiddetli rakursilere başvurulmuştur. Milano duomosu ’nun baş m ühendisi ve mimarı olan Tlbaldi, Padova’da Borromeo koleji'ni (1564 -1568), Milano'da S. Fedele (1569-1579) ve S. Sebastlano kiliselerini yaptı. M a drid ’e çağrıldı ve Krallık sarayı’nın yapımında ça­ lıştı, El Escorial kitaplığı'nı ve manastır av­ lusunu dekore etti. — Kardeşi DOMENİCO (Boiogna 1541 - ay. y. 1583) Bologna'da katedral capellalarından birini ve birkaç saray yaptı. T İB A L O İ (Paolo), İtalyan suikastçı (Pia­ cenza 1825 - Roma 1901). Roma'da Garlbaldi'yle birlikte savaştı (1849), sonra Fransa'ya geçti. Napolöon lll’e karşı bir suikast hazırladığı duyulunca Cayenne'e sürüldü (1857). Ö zgürlüğüne kavuşunca (1870) Paris kom ünü’ ne katıldı. T İ B B E T T (Lawrence), amerikalı şarkıcı (Bakersfield, Kaliforniya, 1896 - New York 1960). 1925-1950 arasında New York Met­ ropolitan O pera’ nın başbaritonuydu, Deems Taylor'ın, Peter ibbetson (1930) ve Howard H anson’un The Emperor Jones (1932) ve Merry Mount (1933) adlı opera­ larında rol aldı. T İB E R İN U S , efsanevi Alba Longa kra­ lı. Albula'da boğulm asından sonra ırmak Tiberis (Tevere) adını aldı. 1 İB E R İO P O L İS . Tar. coğ. Anadolu'nun Phrygia bölgesinde kent; adını Roma imparatoru Tiberius'tan alır Coğrafyacı Hierokles'in Aizanoi, Appia, Kadoi, Ankyra,



Tiahuanaco bir bölümü yeraltında bulunan (ön planda tapınağın "baş biçiminde" çıkıntılarla süslüıçluvarlan) [arka planda,' Kalasasaya



Tiberiopolis Sidera, Synaos gibi kentlerle birlikte söz ettiği yerleşmenin iç-batı A nadolu’da, Eğrigöz çayı havzasında olduğu sanılmak­ tadır.



11520



T İB E R İO S I I (öl. İstanbul 582), Bizans



Lauros-Giraudon



imparatoru (578-582). Excubitores_kontu; iustinos II delirince iktidarı üstlenmesi için im paratoriçe Sophia tarafından seçildi; 574'de Sezar ilan edildi, 578'de im para­ torluğun başına geçti. Taşra yönetim inde ço k büyük yetkiler verdiği adam larına iyi davrandı; vergileri düşürdü, alacak kalın­ tılarını erteledi. Am a çok savurgan dav­ randı: bayramları çoğalttı; kendi politika­ sına çekm ek için lom bard düklerine (577 ve 579), İtalya'ya m üdahale etmeleri için Franklar'a para yardımları yaptı. Melitene'de iustinianos tarafından (575) ve Constantina’da Maurikios tarafından (581) yenilgiye uğratılan Persler’le savaştı. Han avar Bayan ve Slavlar Balkanlar'ı yakıp yıkm ak için ondan yaradandılar, Tiberios II ölm eden önce kızını, M aurikios ile (son­ radan im parator oldu) evlendirdi.



T İB E R İO S I I I (öl İstanbul 705), drungarios Apsimar, bizans imparatoru olarak (698-705) bu ad altında hüküm sürdü. İm parator Leontios’u saf dışı bıraktı ve A raplar’a karşı savaşa girişti, iustinianos II kendisini devirip idam ettirdi.



Tiberius Bezıers (Fransa) kazılarında bulunan mermer baş roma sanatı



Saınt-Raymond müzesi. Toulouse



Tibesti’de tuz çiçeklenmeleri (natron)



TİB E R İU S (Julius Caesar) (Roma İ.Û. 42' ye doğr. - Misena İ.S. 37], Roma imparato­ ru (İ.S. 14-37). T Claudius Nero ile Livia’nın oğlu. Annesinin Octavius'la evlenmesiyle (İ.Ö. 38) Octavius ailesine girdi. Augustus' un verdiği görevleri büyük bir ustalıkla ba­ şardı; diplomatik misyonlarla Ermenistan'a gitti (İ.Û. 20 ve 6 ) ve Roma'nın adayı olan Tigranes lll’ü tahta çıkardı; Galya’yı yönet­ ti; Rhaetia (İ.Û. 15), Pannonia (İ.Û. 12-9) ve Germaoya'ya (İ.Û 8-7) seferler yaptı. İ.Û. 19'da praetor, İ.Û. 13’te konsül olan Ti­ berius, İ.Ö. 9 ’da prokonsül imperium 'u, İ.Û. 6 ve İ.S. 4'te de ilk iki tribunusluk yet­ kisini aldı. Ûte yandan, Augustus, onu ev­ lat edinm eden önce, karısı Vlpsania Agrippina'yı boşayarak kendi kızı Julia ile ev­ lenmeye (İ.Ö. 11) zorladı. Yeni karısından hoşnut olmayan ve imparatorun vârisi sa­ yılan torunları Caius ile Lucius Caesar’ı kıskanan Tiberius, İ.Û 6 'da Rodos'a çe­ kildi. Fakat, bu iki genç prensin ölm esin­ den sonra, Tiberius'un Roma'ya dönm e­ sine (İ.S. 2) izin veren Augustus, onu ve Agrippa Postumus’u evlat edindi (4) ve Tiberius’u bir oğlu (Genç Drusus) olması­ na karşın, yeğeni Germ anicus'u evlat edinmeye zorladı. Artık babalığının adını taşıyan geleceğin imparatoru, Germanya (4-5) ve Pannonia-Dalmaçya (6-9) sefer­ lerini yönetti. Varus bozgunundan sonra Ren ordusu başkomutanı olarak, Germanicus’la birlikte (9-10) Germ anya seferle­ rini (1 1 ve 1 2 ) hazırladı, im paratorunkine eşit bir imperium majus'\a ve üçüncü kez



tribunusluk yetkisiyle (13) donatılan Tibe­ zükmektedir. Gerçekte, im paratorluğu ka­ rius, Augustus ölünce (14) kolayca onun rarlı bir biçim de yönetmeyi sürdürdü ve yerine geçti ve A g rippa Postumus ile Jutahtının vârisi olarak G erm anicus'un o ğ ­ lia'yı öldürttü. Senato’dan, Augustus'a ve­ lu olan küçük yeğeni Gaius'u (Caligula) rilen yetkileri ve cognom en'i aldı ve kayın­ hazırladı. Avrupa'da yaptığı bir yolculuk sı­ pederinin olağanüstü m agistratusluğunu rasında öldü. sürekli bir kurum haline getirdi. Augus■ T İ B E S T İ, Sahra’da (Çad) dağlık kütle; tus'un siyasetini sürdürm ek isteyen Tibe­ Emi Koussi'de 3 415 m. Basamak basa­ rius, Senato'yu kendi iktidarına ortak et­ m ak yükselen kumtaşlı plato dizilerinden mekle yetinmedi: ona magistratusları seç­ oluşur; bunların üstünde bazaltlı ve riyom e hakkı (14) ve daha yüksek bir yasa­ litli başka platolar bulunur. Yanardağ ko­ m a ve yargı rolü de tanıdı. Çok ihtiyatlı ol­ nileri ve dağ sivrileri en yüksek doruklar­ duğundan, Augustus'a verilen bazı onur­ dır. Platoları (enneriler) yaran vadiler ço ­ ları geri çevirdi. Devlet giderlerini kıstı ğunlukla dar ve derin boğazlardır. Tibes(imparator, Roma'da Domus Tiberjana'yı, ti, güney-batı yam acındaki oldukça cılız tanrılaştırılan Augustus’un tapınağını, praotlaklarda hayvancılık yapan Tedalar’ın etorianus kampı'nı ve Tiberius takını yap­ yurdudur. Vahalar (başlıcası Bardaî’dir) tırtm akla yetindi); eyalet valileri denetlen­ kütlenin kuzey ve orta kesimindedir. di ve yolsuzlukları cezalandırıldı; yalnızca Galya (Florus’le Sacrovir’in isyanı, 21), Nu- ■ T İB E T , çince Ş lzang, Çin'deki beş özerk bölgeden biri; 1 2 2 1 0 0 0 km2; 2 m idia (Tacfarinas savaşı, 17-24) ve yahu196 000 nüf. (1990). Başkenti Lasa. di topluluğu bazı kaygılar uyandırıyordu. Dış siyasette ihtiyatlı bir tutum sergiledi: COĞRAFYA Germanicus'un skerleriyle (14-16) öcü alı­ nan Varus yenilgisinden sonra rom a or­ Çin'in nüfus yoğunluğu en düşük bölge­ dusu yeniden Ren’e ulaştı (17). D oğuda sidir Topraklarının dörtte üçü 3 500 m yük­ Germ anicus, Erm enistan’a m üdahale et­ seltinin üstünde bulunan ve daha da bü­ ti (18), Kappadokia'yı aldı ve Kommageyük yüksekliklerle çevrili bir yöredir: K’de nos’u Suriye’ye bağladı; 34-37 arasında, Kunlun, G.’de Himalayalar, B.’da Pamir ve roma diplomasisi Parthlar'ın içişlerine ka­ Karakurum, D.’da Sıçuan Alpleri. Bu geniş rıştı ve Ermenistan üstündeki kontrolünü bütünde üç bölge yer alır Yukan Tibet (800 sürdürdü. Fakat, Tiberius'un kibiri ve sin­ 0 0 0 km2), çok sayıda gölün yer aldığı va­ siliği senatörleri öfkelendirdi. Senatörler, dilerle (4 500 m'de) ayrılmış 5 000 - 6 000 G erm anicus'u Tiberius'a karşı çıkarmaya m arasındaki tortul sıradağlardan oluşmuş­ çalıştılar; kamuoyu im paratoru yeğenini tur; yıllık sıcaklık ortalaması ( - 4 °C), uzun zehirlemekle suçladı (19), Tiberius'sa, Calkışlar ve kuraklık (yılda 1 0 0 mm) burasını purnius Pison’u hiç kanıtsız ölüm e m ah­ yaşamaya elverişsiz bir bölge haline g e ­ kûm ettirdi (20). Kimseye güvenmeyen ve tirir. Doğu Tibet (esk. Çam do), Saluen, insanlardan kaçan imparator, bir m em u­ M ekong ve Yangzi C iang platoları ve 5 ru Roma'ya vali yaparak (26), bir daha 0 0 0 - 6 0 0 0 m arasındaki sıradağları bir­ dönm em ek üzere kentten ayrılıp (26) birinden ayırarak K.'den G.'e uzanan va­ Capri adasına çekildi (27); aynı zamanda, dilerden oluşur; iklim biraz daha yum u­ işlerin bir bölüm ünü biricik praetorium şaktır, daha yağışlıdır, gür orm anların ye­ praefectus’ü Seianus*'a bıraktı. ¡.S. 23'te, tişmesine olanak verir. Güney Tibet, 3 500 Tiberius'un oğlu D rusus’ü zehirleten Sei- 4 000 m yükseltide bulunan ve iklimi fev­ anus, imparatoru Germ anicus'un ailesine kalade yum uşak (Lasa'da o cak ayı - 1 karşı kışkırttı (Agrippina ile Neron'un [Nero °C, tem m uz 17 °C) olan Zangbo vadisini Julius Caesar] sürgüne gönderilmesi, Ag(Yukarı Brahm aputra) kapsar; yağışlar rlppina'nın oğlu D rusus'ün hapsedilm esi 500 - 1 500 mm arasında değişir. [29]). Fakat, Seianus tam im paratoru de­ Nüfusun dörtte üçü, arpa ve sebze ta­ vireceği sırada, Tiberius’un baldızı Anto­ rımının yapıldığı bu çöküntü alanında ya­ nia tarafından maskesi düşürüldü ve öl­ şar. Daha ılık olan d oğu kesim inde bu dürüldü (31). O ğlunun Seianus tarafından ürünlere mısır, pirinç ve meyve de ekle­ zehirlendiğini öğrenen Tiberius, büyük bir nir. Yayla hayvancılığı, yaz boyunca yük­ sarsıntı geçirdi (saltanatının son yıllarında­ seklerdeki otlaklarda yapılır ve göçebe ki acımasızlığı bu sarsıntıyla açıklanabilir). hayvancılık Yukarı Tib et’in tek geçim kay­ Eski majeste yasasından (lex de majesnağıdır: koyun ve yak (koşum hayvanı ola­ tate) yararlanan, curnalcılığı destekleyen rak kullanılmasının yanı sıra, derisi ile kı­ yaşlı imparator, sürgün cezalarını artırdı lından, eti ve sütünden de yararlanılır). Ya­ ve birçok senatörü idam ettirdi; Germağı çaya ve kavrulmuş arpa ununa karıştı­ nicus’un oğullarından ikisi (Neron [31] ve rılan süt, Tibetliler'in ulusal yemeğidir Çin­ Drusus [33]) ve dul karısı A grippina (33) liler bölgeyi işgal ettikleri sırada (1951), bu­ öldürüldü. Fakat, senatörlerin kinini dile rada bir derebeylik rejimiyle yönetilen Ti­ getiren Tacitus'la Suetonius'un betimledik­ betliler yaşıyordu: topraklar dalai-lamanın, leri gibi, Tiberius'un bir sefahat ve zulüm manastırların ya da laik ve dini aristokra­ canavarına dönüşm üş olduğu doğ ru g ö ­ sinin malıydı; köylü aileleri ya kiracı ya da Berner-Atlas-Photo serttiler. C iddi bir karşı koymaya rağmen (1959 ayaklanması) sertlik kaldırıldı, kira­ cılık sınırlandı ve 1961-1964’te tüm toprak­ lar yeniden dağıtıldı; köylüler yardımlaş­ m a öbeklerinde, daha sonra kooperatif­ lerde, nihayet Çin'in geri kalan bölüm ün­ de olduğu gibi halk komünlerinde bir ara­ ya getirildi. Çevreyle kopukluğu bakımın­ dan belki de dünyada bir başka örneği bulunmayan bu bölgeyi, ülkenin öbür ke­ simlerine bağlam ak için büyük karayolla­ rı açıldı (1959-1974 arasında 10 000 km); bunların başlıcaları Lasa ya da Çigatse' yi Sıçuan’a, Çinghai'ye ve Şınciang’a bağ­ lamaktadır. Sulama sayesinde 90 000 ha’ lık alan daha tarıma elverişli hale getiril­ miş ve ürünlerin çeşitlenmesi sağlanm ış­ tır (buğday, şekerpancarı, tütün vb.). Hay­ vancılık m odernleştirilm iş ve hayvan var­ lığı 1957’den beri iki katına çıkarılmıştır. Enerji, küçük bir kömür havzasıyla çok sa­ yıda hidrolik santraldan sağlanmaktadır. Lasa’da yerel kaynakları kullanan (iplik ve dokum a fabrikaları, sepicilik, süt sanayisi) ya da bunlara tamamlayan (tarım gereçle­ ri, gübre) bir sanayi çekirdeği kurulmuştur



TARİH Tibet tarihinin başlangıcı pek bilinmez, eldeki bilgiler de Çin kaynaklarından g e ­ lir. Ç inlilerde Çiang adı verilen Tibetliler, sık sık onlarla çatışıyor ve sınırlarından fazla uzakta olmayan çln yerleşim merkez­ lerini sürekli yağmalıyorlardı. • Krallar dönemi (III.-VII. yy.'lar). ilk hüküm ­ dar Gnya-khrl, sanıldığına göre kosalalı bir hlntliydi. Yedi efsanevi kraldan oluşan bir hanedanı başlattı (yedi Nam-la-khrller). ikinci hanedanın ilk hüküm darı Dri Gum, belki de Tibet'in yerli dini bon-po’nun (-♦ B U D D H A C IL IK ) öğretilerini destekledi ve yaydı. Legler hanedanı (altı kral), ülkeye demir, bakır ve güm üş metalürjisini getir­ miş olabilir. Bu hanedandan sonra yedi kral, bunların ardından da beş hükümdar gelmiş, ancak bunlar iktidarı, bir tür sa­ ray yöneticisi olan bakanlara bırakmışlar­ dır. VI. yy.'ın sonunda, ülke henüz bug ü n ­ kü Lasa’dan pek uzak olmayan Yar-klungs prensliği çevresinde toplanan 17 fleften oluşan bir topluluktu. Kral Nam-ri (VII. yy.'ın başı) tibet fieflerlnl kendi otoritesi altında bir federas­ yonda birleştirm eye-başladı; danışmanı Thon-mı Sambhota’yı, bir yazı sistemi g e ­ tirmesi için Hindistan'a yolladı. Nam-ri ze­ hirlenerek öldü ve yerine oğlu Srong -btsan Sgam-po geçti. Bu kral, 641 'de, her İkisi de buddhacı olan biri çinli, öteki nepalll iki prensesle evlendi ve Lasa kentini kurarak burada, yüz yıl önce yapılmış başka bir sarayın yerinde, büyük bir sa­ ray (Potala sarayı) yaptırmaya başladı. Ti­ b e tlile rin , Çln ve Hindistan’la olan ilişki­ leri, Tibet'te yaşamın maddi yanının İyileş­ mesine olanak sağladı: bira, damıtık içki, çöm lekçilik, sulama düzeni (arpa yetiştir­ m ek için), kâğıt, m ürekkep hep bu b ü ­ yük kralın zamanında Tibet'e girdi. Srong -btsan, buddhacılığı benimsedi, Nepal den geçerek dosdoğru Hindistan a uzanan ve iki ülke arasındaki alışverişleri kolaylaştı­ ran bir yol açtı. Srong-btsan’dan sonra, onun torunu Khri-m ang Song-m ang kral oldu. Khrı -mang, büyük babasının başbakanı Gar (mGar) yerinde bıraktı. 659-663 arasında Kuku N or'u (Çlnghai) fetheden mGar, 667'de öldü. Tibetliler 670’te Doğu Tür­ kistan’ı İstila ederek Çinliler’! Orta Asya'da kİ ileri karakollarını terk etmek zorunda bı­ raktılar; sonra da Yünnan ve Sıçuan’ı iş­ gal ederek buralara garnizonlar yerleştir­ diler. Kimi zaman Nepal'de, kimi zaman Ti­ bet vadilerinde oturan kral Khri-hdus -song (öl. 704), Ç inlileri gene yendi ve so­ nunda onlarla bir anlaşma yaptı (699). Ti­ betlile rin sınırdaki çln eyaletlerine düzen­ ledikleri (714) akınlara Çinliler onları kılıç­ tan geçirerek karşılık verdiler. Tibetliler, Çinliler tarafından iki kez daha bozguna uğratıldı (725 ve 727). 730'da, Çin'le Ti­ bet arasında bir antlaşma ımzalandıysa da bu antlaşma Tibetlileri Çin’e karşı ara­ lıksız bir savaş (özellikle yağm a savaşı) sürdürm ekten alıkoymadı. Tibet monarşisi, Khri-srong-ide-btsan’la (755-797) en yüksek düzeyine ulaştı. Ti­ betliler, çin hanedanı Tanglar’ ın başkenti Ç ang-ngan’ı ele geçirerek (763) im para­ toru kaçm ak zorunda bıraktılar, ama ken­ ti yağm aladıktan sonra gen çekildiler. Ti­ b e tlile rin , kısa bir yay kullanan hareketli süvarileri, Ç in lile rin ağır teçhizatlı ve m a­ nevra yeteneği daha az olan ordularına karşı onlara büyük bir üstünlük sağlıyor­ du. Bütün VIII. yy. boyunca, Tibetliler ufak ufak çarpışm alarla İmparatorluklarını g e ­ nişlettiler; 787'de bir çin barış heyetini kı­ lıçtan geçirdiler. Aydın bir buddhacı olan Khri-srong-ide-btsan’ın Hindistan’dan ge­ tirttiği buddhacı din bilgini Padma Sambhava, mahayana öğretileriyle bon-po inançlarını birleştirerek Rnying-ma-pa (“ Kırmızı takkeliler") tarıkatlnı kurdu. G e­ ne de buddhacılık henüz yalnızca bir sa­ ray diniydi; halk eski inanışlarına bağlılı­



ğını koruyordu. Buna karşın, VIII. yy.'ın so­ nunda buddhacılık resmi din ilan edildi. 816'da, “ savaşçı krallar’ ln sonuncusu olan Ralpa-çan tahta çıktı. 821 ve 822'de Çin'le görüşm elerde bulundu ve Madhyamlka ("O rta yol” ) buddhacılığının yayıl­ masını sağladı. 842 ’de, bir keşiş buddhacılığın yayılmasına karşı çıkan kral gLang -dar-ma’yı öldürdü. • Tibet imparatorluğu nun çöküşü. Son­ raki iki yüzyıl içinde buddhacılarla bon -p ocu la r arasındaki m ücadeleler yüzün­ den zayıf düşen monarşi, ortadan silindi; ülke, dini tarikatların rahip ve liderlerinin eline düştü. Taht gaspları, merkezi İktida­ rın parçalanması, dini ve siyasi çekişm e­ lerle uğraşan Tibetliler, artık fetihle ilgilen­ mez oldular ve kendi iç çatışmalarıyla u ğ ­ raştılar. Fakat, bu politik istikrarsızlık d ö ­ nemi buddhacılığın yavaş yavaş gelişip serpilmesine olanak sağladı; buddhacılık giderek halk arasında yayıldı ve bon-po dini uygulamalarıyla karışıp bütünleşti. Birçok sanskritçe metin tibetçeye çevrildi, büyük bir edebiyat etkinliği d oğ d u (Gesar efsaneleri, tiyatro, dilbilgisi kitapları, teknik yapıtlar vb.). 1027'de, yeni b u d d ­ ha vaazcıları, yeni bir çağı, Kalacakra ("Zam an ça rkı") çağını başlattılar. Bir çln örneğinden esinlenen tlbet takvim i böylece başlamış oldu. • Tibet teokrasisi. 1042'de hintli buddhacı din bilgini Atişa, Lasa'ya geldi. Tibet'in "la m a ” cı büyük buddha tarikatlarının d o ­ ğuşu Atişa'nın öğretisinden hız alacaktı. Buddha manastırları benzersiz bir geliş­ m e göstererek büyük toprak aristokrasi­ siyle rekabet eden merkezler durum una geldi. Ülke kendi içine kapandı. 1207’de, Tibet Cengiz Han'la bir bağlılık antlaşması yaptı; Kubilay Han 1260'ta, Tib et’in d in­ sel ve dünyasal yönetimini Sa-skya m a­ nastırı başrahibi Phags-pa’ya bıraktı. T ibet’in yönetimi 1345'te, "b e ya z” tari­ kat lamalarına geçti. Aynı yıl, Phag-mo -gru kral hanedanı iktidara geldi ve gele­ neksel üç eyalet (Çamdo, Ü ve Tsang) üzerinde egem enlik sürdü. Tsong-kha-pa, tibet buddhacılığında re­ form yaptı; 1409 da D ga-idan manastırı' nı ve "Sarı takkeliler” (Dge-lugs-pa) tari­ katını kurdu. O nun ardılları, Mıng hane­ danı dönem inde Çinliler tarafından Tibet’ in "başrahip'Terl olarak tanındı. Böylece, iktidar Dge-lugs-pa tarikatının eline geç­ ti. 1447'de, Tsarig'da Taşilhunpo m anas­ tırı kuruldu ve başları pançen-lam a adını aldı. O rd o ia r’ın m oğol hüküm darı Altan Han. 1580’e doğru lamacılığı benimsedi ve Lasa'daki sarı takkeliler topluluğunun tinsel önderine dalai-lama unvanını verdi. 1630'a doğru, Tsang'la Lasa hükümeti arasında bir ıç savaş çıktı. M oğollar d u ­ ruma elkoyarak dalai-lama'yı yeniden tah­ ta oturttular (1642). 1643’te, Taşilhunpo-



dakı "kırm ızı" keşişler kovuldu, b ö y le c e ^ Yukarı Tibet'ten bir görünüm Lasa'daki dalai-lama Tibet'in tek yöneticisi" . olarak kaldı: böylece başlayan tibet teok­ rasisi, 1959’a kadar sürdü. Artık sarı tak­ keliler tarikatından olan pançen-lamalar, dalai-lam a'nın otoritesi altındaydı. Koşot m oğolları, dalai-lam a’nın koruyucusu ro­ lünü oynadılar. 1717’de, m oğol hizipleri arasındaki İç çatışm alar sonucunda Ç ungar moğolları Tibet'e saldırarak Lasa’yı aldılar. 1720’de Çinliler dalai-lama'yı yeniden tahtına oturttularsa d a iki am ban’ın ya da çin yüksek komiserinin yönetimi denetlem e hakkını da kabul ettirdiler. 1792'de Çinliler, Nepalliler’i yenerek Kuku N o r’u (Çinghal) işgal ettiler ve Tibet üzerindeki süzerenliklerini pekiştirdiler. O tarihe kadar hintli hacılar ve keşişler tarafından ziyaret edıien, Keşmir ve Bengal'den Pekin’e giden kervanların geçit yeri olan, hatta portekızlı cizvlt Andrade' nin yolculuğundan (1626) beri AvrupalIlar' ca da bilinen Tlbet, Pekinin em riyle-ya­ bancılara kapandı ve 1904'e kadar tecrit edilm iş olarak kaldı. 1707’de Lasa’ya yer­ leşmiş olan capp u ccino misyonerleri, 1745'te kentten ayrıldılar. H indistan’daki İngiliz genel valisi Warren Hastlngs’ln Ti­ b e t’i açm ak için 1774 ve 1783'te yaptığı girişimler bir sonuç vermedi, ama H indis­ tan üzerindeki egem enliğini sağlamlaştı­ ran Büyük Britanya, Tibet'in transhımalaya eklentilerine (Nepal, Birmanya, Sıkkım, Ladakh) protektorasını kabul ettirdi. 1903'te, lord Curzon, Tibet'e bir silahlı birlik gönderdi. 1904'te Lasa'ya giren bu birlik (Younghusband görev kolu), M oğo­ listan'a sığınarak 1909'a kadar orada ka­ lan dalal-lam a'nın yokluğunda, dinsel li­ derlere üç pazar-kent'ln açılmasını zorla kabul ettirerek Çum bl vadisini (Sıkkım'la Bhutan arasında) rehine olarak elinde tut­ tu. İng ilizle rle yapılan antlaşma (1906), Çin ve Rusya tarafından da tanındı (1907). 1908'de İngilizler Tib et’i boşalttılar. Bun­ dan sonra, Çinliler Lasa’yı işgal ederek on üçüncü dalai-lama'yı tahttan İndirdiler. Dalai-lama Hindistan'a sığındı (1910). Pançen-lama, Ç inlileri tuttu; ama 1912’de, çin ¿evrim inden yararlanan Tibetliler, ingilizler'ln de yardımıyla, Ç in lile ri kovup dalai-lama'yı geri çağırdılar. D oğu Tlbet üzerinde egem enliğini ko­ ruyan pançen-lama, 1924'te Nankln’e sı­ ğındı. Çın, Tibet'te "özel çıkar” elde eden dalai-lama'yı yeniden tanıdı (1929). ikinci Dünya savaşı sırasında on dördüncü dalai-lama, G uom ındang'ın çin birlikleri­ ni ülkeden attı. 1950'de, Tibet'i "çln to p ­ raklarının ayrılmaz bir parçası" sayan Çın Halk Cumhuriyeti, birliklerini Tlbet toprak­ larına soktu (ekim) ve Pekin antlaşm asıy­ la (23 mayıs 1951) Cum huriyet sınırları içinde yerel hüküm etleri tanıdı ve kendi-



Tibet 11522



Réunion des musées nationaux



dakini (ikincil tanrıça "boşlukta yürüyen tanrıça"); yaldızlı ve çokrenkli bakır XVIII. yy. sonu • XIX. yy. başı (Guimet müzesi, Paris)



TİBET’TE SANAT



Taşilhunpo manastırı'nın 1447'de ilk dalai-lama tarafından kurulan esas tapınağı



lerine özerklik verdi; Dalaı-lama, Çin'in her zamanki bağlaşığı olan pançen-lam a ile uzlaşm ak zorunda kaldı; Çin, Tsang’ı ge­ ri aldı. Hindistan sınırına yerleşmiş (ara­ lık 1950) bulunan önder yeniden başken­ tine döndü (ağustos 1951) ve hemen ar­ kasından da halk ordusu birlikleri geldi (ekim 1951). Çinliler, Tibet'in m odernleş­ tirilmesine b üyü k önem verdiler; çin hü­ kümeti ve Tib et’in ileri gelenleri, ülkenin bölgesel özerkliğini hazırlamak üzere bir komite kurdular (nisan 1956); bu komite, sosyal reform lar (köleliğin kaldırılması) ve Tibet'in birleştirilmesi (Çamdo, D oğu Ti­ bet de ülkeye katılıyordu) üzerinde çalış­ malar yaptı. Pekin'in önayak olmasıyla 1951’de baş­ latılan sosyal ve ekonomik reformlar, ke­ sin iktisadi ilerlemeler sağlayarak ülkenin sosyalizasyonuna yol açtı: ekili alanlar (+ % 20) ve tarımsal verim (+ % 25) arttı, bir sanayileşme hareketi başladı ve yol ya­ pımlarına girişildi. Bunun yanı sıra bir top­ rak reformu yapıldı ve büyük toprak sa­ hipleri mülksüzleştirilerek, lamalar rejimin­ de hâlâ kalabalık bir kitle oluşturan to p ­ rak kölelerine özgürlük verildi. Ne var ki, siyasi egem enlik ve askeri işgal, çin ve­ sayetini giderek ağır bir yüke dönüştürdü; vaat edilen özerklik gerçekte hâlâ veril­ miş değildi. Hoşnutsuzluk ağır bir krizin doğm asına yol açtı (Doğu Tibet kabilele­ rinin ayaklanması) ve dalai-lama, hüküme­ tinin önde gelen üyeleriyle birlikte, ülke­ sinden kaçarak (17 mart 1959) Hindistan'a sığınmak zorunda kaldı. Bu durum da, te­ okratik hüküm etin başı dalai-lama ile Pe­ kin in tezlerinden yana olan pançen-lama arasındaki uzlaşmazlıktan yararlanan Çin, pançen-lam a’ nın başkanlığında (o da 31 aralık 1964'te görevinden uzaklaştırılacak­ tı) bir “ özerklik için hazırlık kom itesi" kur­ du. Komitenin çalışmaları sonucunda, Ti­ bet kendi Halk meclisi bulunan özerk bir bölge oldu (eylül 1965). Fakat, sürgünde (Hindistan, Sıkkım, Nepal ve Bhutan'da) bulunan tibet çevreleri, bağımsızlık sim­ gesini canlı tuttular ve Çin'in yürüttüğü bağımlılaştırma girişimini açığa vurarak onu, T ib e tlile ri kitle halinde göçe zorlayıp yer­ lerine çin kolonları yerleştirmekle suçladı­ lar. Eylül 1968'de, çin kültür devrimi lider leri, Çin Komünist partisi Merkez komitesi yedek üyelerinden birinin yönetiminde bir Devrim komitesi kurdular. Ayrılıkçı azınlı­ ğa ve m aoculuk karşıtı öğelerle savaşıma girişen bu komite, aynı zam anda çin yer­ leşimini ve Birleşik cephe'nın çalışma bö­ lükleri kurmasını destekledi. 1969 yılı bo­ yunca Halk kurtuluş ordusu üretim ve in­ şaat bölüklerinin gelişi, T ibetlilerin yerine çinli kadroların konulması yoluyla merke­ zi iktidarın ele geçirilmesi sürecini hızlan­ M. Mathelin



dırdı. Bununla birlikte, tibet direnişi canlı­ lığını korudu ve toprak reformu bir köylü ayaklanmasına yol açtı (aralık 1970). Kültür devrim i'nin aşırılıkları geçtikten sonra, çin hükümeti tibet yerelciliğini göz önünde tutacağını ilan etti. 1982'de pançen-lam a Tibet'e döndü. 1959'dan 1985'e kadar meydana gelen çatışm alarda dalal-lam a'ya göre 1 2 0 0 000 kişi, Çin hükümetine göre 87 000 ki­ şi hayatını kaybetti. 1987'de tibetçe yeni­ den resmi dil oldu. Çin halk meclisi pançen-lama'yı tekrar Tibet yönetiminin başı­ na getirdi; Pançen-lama Dalai-lama'nın, çin egem enliğini kabul etmek şartıyla ül­ keye dönebileceğini ilan etti. Sürgündeki Dalai-lama Çin'e, Tibet'e yarı bağımsız bir statü tanınmasını önerdiyse de, so­ nuç alamadı. 1989 ocağında pançenlama öldü (onun yerini ancak aynı anda doğm uş ve ölen lama'nın ruhu vücuduna girm iş bir bebek alabilir). Başkent Lasa'da ayaklanmaların başlaması üzerine mart 1989'da sıkıyönetim ilan edildi. Da­ lai-lama Çin'e Tibet'e özerklik verilmesini önerdi. Mayıs 1990'da sıkıyönetim kaldı­ rıldı. Bu arada meydana gelen ayaklan­ m alarda gene yüzlerce kişi öldü. EDEBİYAT Bilinen ilk belgeler (Dunhuang elyazmaları) yaklaşık olarak yazının icadına ta­ rihilenir (VII. yy.). Bunlarda, daha sonra or­ taya çıkacak olan iki akım a rastlanır: b i­ çim açısından olduğu kadar içerik açısın­ dan da, daha yazıldıkları dönem den baş­ layarak tibetçeye çevrilen hint incelem e­ lerinin model olarak kullanıldığı bir buddhacı skolastik akım ve başlangıçta sözlü olan bir edebiyatın mirasçısı yerli esinli akım. Zamanla türler çeşitlilik gösterirse de bu edebiyatın en belirgin özelliği dinden esin­ lenmesi ya da dinsel tem alardan izler ta­ şımasıdır: yaşamöyküleri din adam larına aittir; masallar, tiyatro dinsel temalıdır; ta­ rihsel yapıtlar tahta çıkm a ve buddhacılığın (ya da bon-po okulu için bon'un) g e ­ lişimini betimler. Tibet edebiyatının, ikinci bir özelliği de masallar ve destanlar gibi halka özgü biçim lerde bile bir bilgin ede ­ biyatı oluşudur: halk şairleri ve anlatıcılar tarafından kulaktan kulağa aktarılan bu iki tür, sözlü edebiyatta da yer alır. Teknik edebiyatı da içine alan dinsel ve skolastik edebiyat, çoğu kez edebi nite­ liklerden yoksun olm akla birlikte en yay­ gın edebiyat türünü oluşturur. Edebi nite­ likler tarihsel yapıtlarda, özellikle yaşamöykülerinde ve tiyatroda, destanda, m asal­ larda ve ezgilerde bulunur Yaşamöyküsü (rnam-thar) insanı Kurtuluş'a götüren gelişmeleri gösterm ek zo­ rundadır; bu tür, üslup bakım ından çok çeşitlilik gösterir: yöntemlerini hint kavyalarından alan, keskin diyalogların yer al­ dığı, halka daha yakın ve daha canlı bir dille kaleme alınmış sade ve bilge düzya­ zı ya da manzum yaşamöyküleri. Bazı yaşamöykülerinin ya da özyaşamöykülerinin arasına kahramanı yaşamının değişik ko­ n u m la rın d a anlatan gizem li şarkılar (mgur) serpiştirilmiştir: XV.yy.’d a yeniden kaleme alınan Miiarepa'mn yaşamöyküsü (Xl.yy.) bu türe model oluşturur. Gizli kal­ mış ve sonradan keşfedilmiş son derece değerli m etinler olan gfer-m a’lar (büyük bir bölümü tantralar ve ayin metinlerinden bir araya gelmiştir) ayrı bir türe girer. Bu yaşamöyküleri buddhacılığı Tibet'e sokan eski krallara ve Padma Sambhava gibi bu krallar tarafından davet edilm iş hintli us­ talara aittir ve Tibet’in Legenaa aurea'sı niteliğini taşırlar.



Rgal-po Ge-sar dgrakJui gyi rtogs-pa brcod-pa, çeşitli yönlerden saldıran düş­ manları bastıran evrensel hüküm dar Gesar’ın başarılarını anlatır. Ro-sgrung (Vampirin masalları) da, hem yazılı, hem sözlü edebiyata girer. Tam olarak özgün Tibet metinleri olan bu m a­ ra lla r hint m odelinden yalnızca “ zincirle­



m e m asallar’ ln yapısını korumuştur. Bir de kısa masallardan, aşk, iş ve evlilik şar­ kılarından oluşan yalnızca sözlü edebiyat vardır. SANAT Coğrafi açıdan Çin, Nepal, Hindistan ve Keşmir’in arasında bulunması Tibet’i, ¡.S. I. yy, başlarından rtibaren, komşuların kül­ tür geleneklerini (çoğunlukla buddhacı et­ kileri) almaya, korumaya ve kendine özgü dehasıyla değiştirmeye elverişli kıldı. Buddhacılık, çeşitli biçim leriyle -özellikle de m ahayana ve tantracılık biçimiyle- bü­ yük ölçüde yaygınlık kazandı ve egem en­ liğim sanatın tüm alanlarında duyurdu. Bu alanda, VII. yy.'dan önceye tarihilenen ka­ lıntılar oldukça enderdir. Buna karşılık, VIII. yy.'dan itibaren, mimarlık, resim ve heykel alanlarında, olaylara ve dinsel duy­ gulara bağlı olarak değişiklik gösteren eğilimler çerçevesinde çeşitli yapıtlar ger­ çekleştirilmeye başlandı. • Mimarlık. Yamuk biçiminde bir plana gö­ re taştan ya da güneşte kurutulm uş tu ğ ­ lalardan inşa edilmiş, bir ya da iki katlı, kütlesel görünüm lü, ahşap çerçeveli dik­ dörtgen pencereli ve düz çatılı transhımalaya evinden başlayarak, tibet mimarlığı özgünlüğüyle dikkati çeker Bu ev tipi te­ mel m odül olarak kullanıldı. Bunun en parlak örneği, 13 katlı ve 1 000 pencereli gerçek anlamda müstahkem bir kent olan Lasa’daki Potala’dır (XVII. yy.), ilk tapınak­ lar VII. yy.'da yapıldı: Lasa'nın büyük ta­ pınağı ve tibet buddhacılığının kutsal ye­ ri olan Cokhang. Samye* (bSam-yas) ve Toling (M thoglin) gibi m andala (bir tantra tanrısının sarayını temsil eden plan) biçimli tapınaklar, özgün görünüm leriyle dikkati çeker. Büyük manastırlar ise, önemli tarikatlerin gelişim sürecine göre inşa edildş sözgelimi, 1056'da Bha-gdams-pa'lar için yapılan Radeng, 1073 tarihli Sa-skya m a­ nastırı, 1409-1419 arasında kurulan üç bü­ yük D ge-lugs-pa manastırı (kültür devri­ mi sırasında yıkılan G andan ya da Dga -idan, Bras-Spungs ve Sera), ilk dalai-la­ ma D ge-dun-dub tarafından 1447'de ku­ rulan Taşilhunpo (Bkraşislhunpo). Tibet dinsel mimarlığının en özgün öğesi, kare bir altlığın taşıdığı yarıküresel ya da çan biçim inde bir anıt olan çörten"dir (stupa); kutsal emanetleri korumaya yarayan bu anıtların tepesinde huni biçim inde 9 ya da 13 katlı bir ok yükselir. Bu tür anıtların en eski örnekleri, Tibet’in doğusunda Ç am ­ do m anastırı'ndaki taştan beş çörten (VII. yy.) ile Samye'deki çörtendir (VIII. yy. so­ nu). En kutsalları ise, XIV.-XV. yy.'lara tarihi­ lenen Gyangza Nar thang ve Conang çörtenleridir. Lasa yakınındaki Bras-Spungs manastırı çörteni, üçüncü dalai-lamanın küllerini içerir. • Resim. Beyaz badanalı yalın bir cephe­ ye sahip dinsel yapıların içi, tapınakların, toplantı salonlarının ve kitaplıkların duvar­ ları canlı renklerle süslenm iştir Tibet sa­ natında resim önemli bir yere sahiptir. Ta­ şınamayan ve zor ulaşılan duvar resimle­ ri az tanınıyorsa da, üslup ve içerik bakı­ mından, bez, bazen de ipek üzerine m i­ neral ya da bitkisel canlı renklerle boyan­ mış, taşınabilir bayrakları (tanka’) andırır. Ender olarak XVI. yy.'dan önceye tarihile­ nen, çoğunlukla XVIII. yy.'a ait olan tankalar d aha eski örneklere göre yapılmış­ lardır. B unlarda görülen tem a çeşitliliğine ancak mahayana ve tantra panteonların­ da ulaşılır. G erçekten de hint ikonografi­ si, animist ve büyüsel bon-po'nun köke­ ninde yer aldığı sanılan yerel inanışlarla, büyük lamalar ve şair Milarepa (XI. yy.) gi­ bi dinsel kişilerin tasvirlerinin iç içe geçti­ ği yeni biçim lerle zenginleştirilm iştir Tankanın yapımı çok katı kurallara bağlanmış­ tır. Yapıldıktan sonra tanka, kutsama tören­ leriyle gerçek değerini kazanır. Tankaların çoğu, ortada yer alan ve yapıtın "tinsel ç e kirdek” ini oluşturan b üyü k boy bir in­ san figürünün çevresinde, bakışımlı biçim­ de düzenlenmiştir. Tankaya bakan kişinin



dikkati bu merkez fig ür üzerinde toplanır. Düşünceye dalan kişi tankanın kılavuzlu­ ğunda, m andalalarda olduğu gibi resim­ den resme geçer ve Buddha idealine, ya­ ni "U ya n ış"a ulaşmayı amaçlayan bir tin ­ sel yol izler. Çoğunlukla ortadaki figürle­ rin çevresine, belli bir sıraya göre ikincil nitelikli küçük sahneler yerleştirilmiştir. • Heykel. Dış esinlı kutsal bir sanat olan heykelcilikte genellikle panteona bağlı tanrılar ya da çoğunlukla kullanılan gereç­ le ayırt edilen tarihsel kişiler canlandırıldı. En sık kullanılan gereç bronzdur; çoğu kez altın, güm üş ya d a bakırla alaşımlandığından çeşitli renk tonlarına sahiptir. Ka­ yıp balm um u yöntemiyle dökülen bronz heykeller, altın varakla kaplanıyor, boyanı­ yor ya da değerli taş kakmalarla süsleni­ yordu: Tsur Lhalung ya da C okhang Buddha'sı ve 5 katlı Taşilhunpo Maitreya' sı. Özellikle XI. yy.'dan başlayarak çeşitli buddhacı tarikatların ortaya çıkması ve ta­ pınak ve manastırların yapım çalışm ala­ rının hız kazanmasıyla birlikte, kil heykel­ ler yaygınlaştı. Nar-thang, Saskya, Radeng, Zhalu gibi bazı manastırlar, özgün bir yöntemle biçim lendirilm iş kil heykelle­ riyle ünlüdür, ilk ağaç heykeller ise VII. yy.'a, Srong-btsan Sgam-po dönem ine tarihlenir. Bu dönem de, Çin ve Nepal'den B uddha heykelleri getirilmiştir. Tibet ağaç heykel sanatının kökeni günüm üze kadar ulaşan bu örnekler sayesinde saptanabilmiştir. Yakın bir tarihe kadar G andan manastırı'nda korunan Tsong-kha-pa'nın Bü­ tün eserleri'nden de anlaşıldığı gibi ağaç üzerine gravürlerde ve oym a levhalarda d a büyük bir ustalık görülür. Taş oym acı­ lığı, dağ yamaçlarına, kayalara oyulmuş alçakkabartmalarla ve yarlara kazınmış re­ simlerle temsil edilir. Bu sanat, Tarihöncesi dönem in kabaca işlenmiş tekparça taşla­ rından başlayarak çok yaygındır. Buddhacı metinlerden ya da tibet operasından esinlenen geçici heykeller yapmakta kul­ lanılan "renkli modlaı yağı" ya da gTor -ma’yı da anm ak gerekir. Çeşitli boyutlar­ da olabilen bu heykeller, her dönem de birçok m anastırda öğretilen Tibet'e özgü bir yönteme göre üretilmişlerdir.



T İB E T (Kartal), tü rk sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmeni (Ankara 1938). A n ­ kara Devlet konservatuvarı tiyatro bölüm ü 'nd e n mezun oldu. 1949'da Ankara Radyosu çocuk kulübü'nde, 1950'de Ç o­ cu k tiyatrosu’nda çalıştı. Bir süre Devlet tlyatrosu'nda sahneye çıktı. 1961’de Mey­ dan sahnesi'nin kurucuları arasında yer aldı. 1965'te Karaoğlan film inde oynaya­ rak sinema oyunculuğuna, 1976’da Tosun paşa filmiyle yönetmenliğe başladı. Sine­ m ada çoğunlukla çizgi-roman kahraman­ larını canlandırdı ve Kemal Sunal'ın oyna­ dığı komedi filmlerini yönetti. Oyuncu ola­ rak başlıca filmleri: Sefiller (1967), Tarkan (1969), Senede bir gün (1971), Tarkan al­ tın madalyon (1972). Yönetmen olarak başlıca filmleri: Cennetin çocukları (1977), Hababam sınıfı dokuz doğuruyor (1978), Zubük (1980), Şalvar davası (1983), Mil­ yarder (1986), Arkadaşım ve ben (1987).



T ib e t dogu ->



DOG



T İB E T sığ ırı a. Zool.



Y A K 'ın



eşanlamlı­



sı.



TİB E T -B İR M A K D İL İ a Çin-Tibet aile­ sinin güney dalı (tibetçe ve birm an dilin­ den oluşur).



TİB E TÇ E a. Tibet'te, Bhutan'da, Sıkkım' da, N epal’de ve H indistan'ın kuzeyinde Tibetliler tarafından konuşulan tibet-birm an dili. — A n s İK L . Tibetçe, Birman diliyle birlikte, çok eski dönem de büyük ayrılıklar gös­ termeye başladığı Çin-Tibet bütününün bir alt-öbeğini oluşturur. Tibetçe ilk kez, buddhacılığı "K arlar ülkesine” sokan kral Srong-btsan Sgam -po (620 ? - 649 yılla­ rında tahtta kalmıştır) dönem inde yazılmış­ tır. Yardımcılarından Thon-mi Sambhota,



Keşm ir’den sanskritçenin devanagari ya­ zısından esinlenmiş bir abece getirmiştir. Tibetçe, ünsüz harfin üstüne ve altına ko­ nan göstergelere yer verir: biçimbirimi içe­ ren hece, bu yolla sayısı birle yedi arasın­ da değişen öğeden oluşur; bir önek, iki sonek, bir alta konan, bir üste konan gös­ tergeler, bir ünlü gösterge. Bu bütün, kök­ teki ünsüzde büyük değişikliğe yol açar. Her ünsüz, hiçbir ünlü gösterge bulunma­ dığı ve tını değiştirebilecek bir soneke yer verilmediği zaman a ünlüsüyle söylenir. Ö rneğin na ya da nga (bir harf) "b e n ” ve bsgrubs (altı harf ve bir ünlü gösterge) "bitm iş" öğelerinde g köktür. Baskıda kul­ lanılan ve "d b u -ce n " denen (başlı) harf­ ler dışında birçok işlek yazı dizgesi, özel­ likle de "d b u -m e d " denen (başsız) dizge vardır. Yazılı dil başlangıçta yalnızca sanskritçe Buddha metinlerinin çevirisine yarıyor­ du. Bilinen en eski m etinler VIII. yy.’dan kalmadır: bSam-yas yazıtı, Dunhuang ma­ ğaralarındaki yazıtlar. Dikilitaşlardaki bir­ çok yazıt, özellikle de 822 Çin-Tibet anlaşması'nın metni, IX. ve X. yy.'lardan kalma­ dır. Edebiyat dili aşamalı bir biçim de dü­ zene kavuşmuştur: kesin çeviri kuralları IX. yy.’da saptanmıştır, Böylece yazılı dil, yak­ laşık on yüzyıl boyunca düzenini koru­ muştur: Orta Tibet'e özgü dil yazıda da­ ha yaygın biçim de kullanılmıştır. Birçok lehçeye ayrılan sözlü dil, aydın­ ların dilinden çok uzaklaşmıştır. Kalkış noktası tekheceli bir dizge olan m odern dil giderek çokhecelıleşmektedir. Tibet’in Çin Halk C um huriyetı'ne katılmasından sonra, çince sözcüklerin dildeki oranı da artmıştır. Tibetçenin dilbilgisel yapısı gö­ rece bir yalınlık gösterir. Söylemdeki öğe­ lerin çoğu dilbilgisel özelliklerini, cüm le­ deki yerlerinden ve sözcenin çeşitli öğe ­ lerim birbirlerine bağlayan ilgeçlere göre alır. F I dizgesi de çok yalındır: konuşma­ nın zamanı ful kökü yerine genellikle be­ lirteçle anlatılır Fiil köküyse, yalnızca be­ lirli durum larda, zamana göre değişir. Dil­ de eş söyleyışlı ünsüzleri anlamsal açıdan ayırmaya yarayan tonlar vardır. Çın Halk Cum huriyeti nde tibetçe yal­ nız özerk Tibet bölgesinde değil, Çinghai ve Sıçuan’da da konuşulur. Ladakh, Ne­ pal (Şerpalar, Bhotialar) Sıkkım ve Bhutan gibi T ibetlilerin uzun zaman önce yerleş­ tikleri komşu ülkelerde de tibetçe kullanı­ lır. Dalai-lamanın Hindistan'a gitmesinden sonra (1959) başlayan b üyük göç, bu di­ lin Hindistan'daki varlığını daha d a g ü ç ­ lendirmiştir.



yer aldığı üçüncü kitap ve Messala’ya bir övgüyle bir araya getirilmişti, iskenderiyeci şairlerden etkilenen Tibullus, doğaya ve kır yaşamına geniş yer vererek eleji türün­ deki şiirlerine kendi damgasını vurdu. Ti­ bullus Propertius ya da Ovidius gibi g e ­ niş bir m itolojik dağarcıktan yararlanma­ yan, geçm iş özlemini ya da tensel duygu­ ları dile getiren elejileri, şairin hüzünlü düşlerinin akışını izler. Dizelerindeki ses uyum u, üslubunun kimi zaman tekdüze­ liğe varan yalınlığı, inceliklerden ve izle­ nim lerden oluşan bu şiirin özgünlüğünü artırır. Ç ok eskiden kurulan Tibur'u İ.Ö, 338'de Romalılar ele geçirdi. Manzarasının güzel­ liği nedeniyle çağlayanlar çok rağbet edi­ len bir sayfiye yeri oldu: Maecenas, Varus, Horatius burada konaklar yaptırdı; Hadrianus'un konağı bir kent boyutlarındaydı (Villa Hadriana*). Tibur, Gotlar tara­ fından yıkıldı. G ünüm üzde Tivoli‘



TİBYA -



TİBİA.



T İC çoğl. a. (ar fac’ın çoğl. f/c). Esk. Taç­ lar.



(la t. tibia). K A V A L K E M İû i'n in e ş a n la m lıs ı.



T İC A N çoğl. a. (ar. fâc'ın çoğl. f/c'den



Anat.



fars. çoğl.



ticân). Esk.



Taçlar.



—Zool. Eklembacaklılarda, bacağın orta kısmına yakın bulunan, uzun bacak par­ çası. (Tibia, dipten başlanırsa, böcekler­ de dördüncü, örüm ceklerde beşinci par­ çadır [örüm ceklerde bir de diz (patella) parçası vardır]; kabuklulardaysa değişik sayıda parçalardan sonra gelir.)



T İC A N O C A V İ -



T İB İA a. M ekik biçim inde uzun kavkılı,



larından biri. (Eşanl. TİCANİYE.) — A n s İK L . Kurucusu Ahm et et-Ticani'nin (Öİ.1812) adından dolayı ticanilik diye anı­ lan tarikat, ayrıca ahmediye. muhammediye, ibrahimiye-i hanefiye gibi adlarla da bilinir Tarikatta büyük önem verilen zikir sabah namazından kuşluk vaktine, ikindi namazından yatsı namazına kadar geçen süre içinde yapılır. Zikir sırasında 100 ke­ re "estağfirullah" denilir; 1 0 0 kez "salavat", 1 0 0 kez de "kelim e-i tevhit" getirilir. Ticanilik tarikatına bağlı olanlara ahbap denir. Bunların başka tarikatlara girm ele­ rine izin verilmez. Ticanilik daha çok Kuzey Afrika ve Batı Sudan'da yayılmış, bu tarikatın halifeleri ayrıca Arabistan ve Asya'nın çeşitli yöre­ lerinde kendilerine yandaş bulmuşlardır. Ticaniler hac öncesi tarikat pirinin Fas'ta­ ki türbesini ziyaret ederler Ticanilik akide­ leri hemen her yerde kadiriye geleneği­ nin yerini almıştır.



dar bir kanalla devam eden oval ağızlı, az ya da ço k yarık labnum lu ve oval küçük kapakçıklı, öndensolungaçlı karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Kızıldeniz’de, Hint okyanusu'nda ve Çin denizlerinde yaşar. Fosil türleri Üçüncü Zaman tabakalarında bazen pek bol bulunur. Strombidae famil­ yası.)



T İB R a. (ar. tibr). Esk. 1. Altın tozu. — 2. Altın külçesi.



T İB U L L U S (Albius), latin şairi (I.Ö.50’ye doğr. - İ.Ö. 19 ya da 18). Praeneste yakı­ nında pedum lu varlıklı ve atlı bir aileden­ di. M. Valerius Messala'nın doğuya yap­ tığı seferlere katıldı ve onun tarafından ko­ rundu. Sevdiği üç kadın Delia, Glykera ve Nemesis, Elegiarum //ön adındaki iki ele|i kitabındaki çoğu şiirlere, esin kaynağı ol­ du. Bu iki kitap, Corpus Tibullianum'da. Lygdam us ve Sulpicia’nın yapıtlarının da



nın esas tapınağını (XV. yy.) süsleyen bir duvar resminden aynntı



T İB U R . Tar. coğ. İtalya'da (Lazlo) kent.



T İB E T L İ sıf. ve a. Tibet halkından olan. T İB İA ya d a TİBYA a.



Lasa yakınındaki



C a v a l i.



T İC A N İ a (ar ticani). Kuzey Afrika'da ku­ rulm uş bir tarikat; bu tarikattan olan kim­ se. ♦



sıf. ve a. Yobaz, gerici.



T İC A N İL İK a. Halvetilik tarikatının kol­



Kartal Tibet



ticaret 11524



T İC A R E T a. (ar ticaret). 1. Türlü hizmet, değer, mal, yiyecek vb. değiştokuşu, alım satım etkinliği; türlü nesneler alıp satan kimsenin mesleği; tecim: Şarap ticareti. Ti­ carete atılmak. — 2 . Tüccarların, ticari m esleklerin tümü: Ticaret dünyası. — 3. (Tamlayan olarak) ticaret etkinliğine ilişkin olanı belirtir: Ticaret filosu. Ticaret gemi­ si. — 4. Ticaretle uğraşmak, tüccarlık yap­ mak. || Bir kimseyle, bir ülkeyle ticaret yap­ mak, onunla ticari alışverişi olmak. —Cez. huk. ve Uluslarar. huk. Beyaz kadın ticareti, fuhuş yaptırmak için kadın ya da çocuk ayartma ve satm a (Bk. ansikl. böl.) —Coğ. ve ikt. Ticaret filosu, yük ve yolcu taşımaya ayrılmış ticaret gemileri ile özel­ likle iktisadi konjonktüre bağlı olarak bir süre için trafikten çekilmiş ve donanım la­ rı sökülm üş gem ilerden oluşan filo. (Bu­ nunla birlikte, Lloyd's Register of Shipp in g ’in istatistiklerinde, asıl ticaret gem i­ leri dışında, - 1 0 0 gros tonu aşkın balıkçı gemileri ve ulaşımdan başka am açlarla kullanılan gem iler de [ikmal gemileri, rö­ morkörler, tarak gemileri, buzkıranlar, araştırma gemileri, kablo gem ileri] ticaret filosuna katılmış, yalnızca askeri donan­ maya bağlı gemiler ticaret filosunun dışın­ da tutulmuştur.) [Bk. ansikl. böl.] — Denize. Ticaret gemisi, yalnız ticari am açla kullanılan ve özel kişilere ait olan gemi. || Ticaret limanı, ticaret yapan ge­ milere ayrılmış liman. — ikt. Ticaret benzeri, alışılmış ticari etkin­ liklere rekabet eden ve özel bazı işletme koşulları, ayrıcalıklar ya da çıkarlar biçi­ minde kendini gösteren etkinliklerin tüm ü (kantinler, işletme kooperatifleri, işletme çalışanlarınca kurulan satın alm a komite­ leri vb.). || Ticaret kesimi, malların yalnız­ ca alış ve satışlarına dayanarak kâr am a­ cıyla yapılan etkinliklerin tüm ünü içeren ekonom ik kesim. (Ticaret kesimi, uluslar­ arası standart ekonom ik etkinlik kolları sı­ nıflandırmasında ana kesimler içinde al­ tıncı sırada yer alır.) || Entegre ticaret, çe ­ şitli satış yerlerinin tek bir yönetim e bağlı bulunduğu dağıtım biçimi. (Ç ok şubeli mağazalar, satış yerleri olan tüketim koo­ peratifleri bu kavrama girer.) || iştirak ha­ linde ticaret, bağımsızlıklarını korumakla birlikte kendi istekleriyle aralarında zincir kuran ya da satın alma grupları oluşturan perakendeciler ve toptancılar topluluğu. || Pasif ticaret, bir ülkenin dışsatım m alla­ rının başka ülkelerin gem ileriyle taşınma­ sı suretiyle yapılan ticaret. — isi. Ticaret mallarının zekâtı -> ZEKÂT. —Oy. Çeşitli biçimlerde oynanan ve oyun­ culardan birinin bilinmeyen bir kartının açık artırmaya konmasına dayanan iskam­ bil oyunu. (Oyunun en basit biçiminde, her oyuncu kapalı olarak üç kâğıt alır, yal­ nız iki kapalı kâğıt alan dağıtıcı üçüncü kâ­ ğıdını [ticaret budur] açık artırmaya çıka­ rır ya d a alıcının olmaması durum unda kâğıdını saklar; bu kart kozu belirler: en b üyük kozu çıkaran oyuncu ortadaki pa­ rayı kazanır.) —Tar Zenci ticareti, zenci köle ticareti. (Bk. ansikl. böl.) —Tic. Ticaret payı, satış fiyatının yüzdesi üzerinden belirtilen etiket oranı. — Tic. huk. Ticaret borsası — BORSA. || Ticaret hukuku, tacirlerin statüsünü, tica­ ret ortaklıklarını ve ticari işletmelerle ilgili işlemleri inceleyen hukuk dalı. || Ticaret ka­ nunu, ticari ilişkileri düzenleyen tem el ya­ sa. (29 Haziran 1956 tarih ve 6762 sayılı Türk ticaret kanunu'nun düzenlediği baş­ lıca konular şunlardır: ticari işletme, tica­ ret ortaklıkları, kıymetli evrak, deniz tica­ reti, sigortacılık.)! Ticaret mahkemesi, ti­ cari davalara bakan mahkeme. (İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin'de ayrı asliye ti­ caret mahkemeleri vardır. Bu m ahkem e­ lerde, bir başkan ve iki üye olm ak üzere üç yargıç bulunur Öteki yerlerde ticaret m ahkemelerinin görevini asliye hukuk mahkemeleri yerine getirir.) || Ticaret ortak­ lığı, Türk ticaret kanunu hüküm lerine g ö ­ re kurulan, ortaklarının dışında bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip olan ortaklık. (“ Ti­



caret şirketleri” de denen bu ortaklıklar şunlardır: kolektif, kom andit, limited ve anonim ortaklıklar. 24 nisan 1969 tarih ve 1163 sayılı Kooperatifler k., Türk tic. k.'nun kooperatif ortaklıklarla ilgili m addelerini yürürlükten kaldırm ıştır)! Ticaret sicili, ta­ cirlerle ilgili bilgilerin yazıldığı resmi kütük. (Bk. ansikl. böl.) || Ticaret unvanı, tacirin ticari işletmesiyle ilgili işlemleri yaparken ve bu işlemlerle ilgili senet ve öteki bel­ geleri imzalarken kullandığı ad. (Bk. an­ sikl. böl.) — Uluslarar. tic. Dış ticaret, bir ülkede otu­ ranların, dünyanın öteki ülkeleriyle emtia üzerine yaptıkları işlemlerin tümü. (Bk. an­ sikl. böl.) || Dış ticaret hadleri indeksi, bir ülkenin ticari ilişki içinde olduğu başka ül­ keler karşısındaki dış ticaret durum unu değerlendirm eye yarayan indeks. || Genel dış ticaret, ister iç tüketim e (özel ticaret) yönelik olsun, ister transit geçişli olsun, güm rü ğ e gelm iş malların tüm ü. || Ulus­ lararası ticaret - * u l u s l a r a r a s i d e ğ İŞ İm LER* || Uluslararası ticaretle ilgili standart tasnif, mal değişimlerinde uluslararası kar­ şılaştırmaları kolaylaştırmak için, uluslara­ rası kuruluşlarca kullanılan ad listesi. —ANSİKL. Cez. huk. ve Uluslarar. huk. Beyaz kadın ticaretiyle m ücadele amacıy­ la, XX. yy.'ın başından beri birçok uluslar­ arası sözleşme yapıldı. Bunların başlıcaları 1904, 1910, 1921 ve 1933 tarihli söz­ leşmelerdir. Bu sözleşmelerle her imzacı devlet, yurtdışına fuhuş am acıyla kadın gönderm eyle ilgili bilgileri tek m erkezde toplam ak için b ir büro kurmayı kararlaş­ tırdı. Ayrıca ülkeler bilgi alışverişi için ulus­ lararası haberleşm e sağlama; dış ülkele­ re ve daha çok dış ülkelerden kendi ülke­ lerine olan göçü denetlem e; garları, li­ manları, seyahat yollarını güvenlik altına alma; fuhuş yapan yabancıların yurda dö­ nüşlerini sağlam a konusunda kararlar al­ dılar. Birleşmiş milletler genel kurulu, 1949 yı­ lında, daha önce imzalanmış sözleşme­ lerin yerini almak üzere beyaz kadın tica­ reti ve fahişeliği yasaklayan bir anlaşm a­ yı kabul etti. Türkiye 11 mart 1950 tarih ve 5570 sayılı yasa uyarınca, beyaz kadın ti­ caretinin önlenm esiyle ilgili uluslararası sözleşmeleri ve bunları değiştiren proto­ kol ve e k j o n a y la d ı. _ _ — Coğ. 1939'da 68,5 grostondan 1960' ta 129,8 grostona yükselen ve 1991de 402,7 milyon grostona ulaşan dünya ti­ caret filosu önemli ölçüde gelişmiş, bu gelişm eyi 1974'e dek, dünya ekonom i­ sindeki eşine rastlanmamış bir büyüme desteklemiştir. Özellikle teknik düzeyde köklü değişiklikle birlikte görülen bu g e ­ lişme, deniz ulaşımında ikinci bir sanayi devriminin (birincisi, yelkenle ulaşımdan buharlı ulaşıma geçişti) ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu teknik değişiklikler, dünya ticaret fi­ losunu oluşturan çeşitli gemi tiplerini, eşit olmayan bir biçim de etkilemiştir. G e­ miler, ticari olmayan gem iler dışında, üç büyük kategoriye ayrılabilir; bu kategori­ ler, başlıca üç taşımacılık tipini içerir: dökm e yük taşımacılığı, işlenmiş ürün ta­ şımacılığı ve yolcu taşımacılığı 1974'ten bu yana gelişen bunalım (deniz taşıma­ cılığında arzın talebe uyarlanmasındaki görece yavaşlık nedeniyle), yavaş bir bi­ çim de de olsa, donanımı sökülmüş gemi tonajının sürekli olarak artması ve filonun yıllık ortalama büyüm esinin önemli ölçü­ de azalması nedeniyle, dünya ticaret filo­ suna yansımıştır. dünya ticaret filosu



Dökme yük taşımacılığı, gerek gem iler­ de, gerek limanların yükleme-boşaltma ve depolam a tesislerinde az ya da çok g e ­ lişmiş bir uzmanlaşmayı yansıtır. Bu taşı­ m a türünü gerçekleştiren ilk gemiler, ge­ rek sanayi devrimi, gerek ulaşım devrimi dönem inde, kömürle çalışan buhar m a­ kinesine dayanarak geliştirilen kömür ge­ mileriydi (sözgelimi 1852’deki Bowes). ilk



özel petrol tankeri (Glückauf) 1880’de de­ nize indirildi, ilk cevher gem ileri (Cambria) 1910'da ortaya çıktı. İkinci Dünya savaşı’ndan sonra dökm e yük taşıyan ge­ milerin, hızlarında önemli bir artış sağla­ namadığı için, özellikle boyutlarının aşırı derecede büyütülm esi yoluna gidildi. Boyutlarında görülen bu artış, özellikle petrol tankerlerini etkiledi: önce 1956'daki Süveyş kanalı bunalımı, 100 000-125 000 ded\rayt tonluk petrol tankerlerinin yapımı­ nı gerektirdi. Sonra 1966’da, Süveyş ka­ nalını yüksüz olarak geçebilen ve 1982'de dünya petrol tankerleri filosunun altıda bi­ rini oluşturan 200 000-250 000 dedveyt tonluk petrol tankerleri sınıfına geçildi. Son olarak Süveyş kanalının 1967-1975 arasın­ d a kapalı kalması Afrika'nın çevresini do­ laşmayı gerektirdiğinden, büyük çapta ekonomi sağlayan gem iler hizmete sokul­ du. 250 000 dedveyt tonu aşan bu gem i­ ler 1982'de dünya petrol tankerleri filosu­ nun % 4 0 ’ını, bu petrol tankerleri de dün­ ya ticaret filosunun yarısına yakınını oluş­ turuyorlardı. Bununla birlikte, 1977’de Pierre-Guillaumat'nın (274 650 ve 554 0 0 0 gros tonaj) denize indirilm esiyle so­ nuçlanan bu boyut büyüm esi, günüm üz­ de durm uş gibidir. Dünya petrol tankerle­ ri filosunun aşırı kapasitesi, çok büyük ge­ milere özgü buhar türbinlerinin Diesel m o­ toru karşısında gerilem esine yol açan ya­ kıt tasarrufu gerekleri ve deniz sigorta üc­ retlerinin çevre kirlenmesi tehlikesiyle bağ­ lantılı olarak artması, günüm üzde bu dev boyutluluk yarışını, önlem ektedir. Petrol tankerleri ve petrol-cevher gem i­ leri (1991 rakamlarıyla dünya ticaret filo­ sunun % 35'i) dışında dökm e yük taşı­ macılığı, cevher gemilerini ve dökm e yük gemilerini (dünya filosunun % 29'unu oluşturan çok amaçlı dökm e 'ku ru' yük gemilerini [tahıl, çimento, şeker vb.]), karma yük gemilerini (% 5; petrol-dökm e yük gemileri), sıvılaştırılmış gaz gemileri-, ni (% 3; sıvılaştırılmış petrol gazı ve eti­ len gemileri, metan tankerleri) ve sıvı yağ, şarap, melas vb. taşımacılığında kullanılan çeşitli sarnıç gemilerini (% 1 ) içine alır. 1944'te yapılm aya başlanan, gerek petrol, gerek dem ir cevheri ya da herhangi bir başka dökm e yük taşıyabi­ len karma yük gemileri, bir yandan yük­ süz sefer sayılarını azaltırken, bir yandan da taşıma arzı konjonktürüne ilgi çekici bir esneklik getirmiştir. -1 6 0 °C 'ta sıvılaş­ tırılmış doğal gaz taşıyan metan tankerle­ ri, uzun bir hazırlık dönemi gerektirmiş ve ticaret evresine ancak 1964'te girebil­ miş, bu da, kullanımı o günden bu yana hızla gelişm ekte olan doğal gazın dünya çapında alışverişinin yapılmasını sağla­ mıştır. Dünyadaki metan tankerlerin top­ lam kapasitesi, 1991 yılı ortalarında 11,5 milyon groston sıvılaştırılmış doğal gazı aşmaktaydı. Genel olarak iktisadi bunalım, petrol alışverişinin yavaşlaması ve dem ir-çelik sanayisinin bunalıma girmesi nedeniyle dökm e yük gem ileri filosunda bir taşıma kapasitesi fazlalığı oluştu; bu da, son yıl­ larda, gemilerin donanımlarının sökülme­ sine, kimilerinin hurdaya çıkarılmasına, kimilerininse yüzer depolar olarak kulla­ nılmasına (sarnıç gemileri) neden oldu. • Dökme yük taşımacılığına oranla, çeşit­ li biçim lerde işlenmiş ürünlere yönelik çokamaçlı yük taşımacılığı (genei yük ta­ şımacılığı denir) tamamen farklı bir evrim geçirm iştir. Başlangıçta bu taşımacılık, 1991'de dünya filosunun % 13'ünü oluş­ turacak olan klasik yük gem ilerince (% 1,5'i yolcu da taşıyan karma yük gem ile­ ri) gerçekleştiriliyordu. Bu taşımacılıkta amaçlanan hedef, hızın artırılması (gem i­ nin hızını arttırma olanağı veren balb omurganın geliştirilm esi) ve yeni yükle­ m e-boşaltm a teknikleri sayesinde liman­ da geçirilen sürenin azaltılmasıyla, sefer sayısını artırmaktır. Klasik rıhtım vinçleriy­ le yapılan yükleme-boşaltmanın yerini, roro taşımacılığı (araçların yükleriyle doğrudan gem iye binmeleri) ya da kon-



ticaret teyner taşımacılığı aldı. Bu gelişme, konteyner taşım acılığında en uç noktaya va­ ran standartlaşmayla bağlantılı olarak ger­ çekleşti. Böylece, çok sayıda konteyner ta­ şıyacak biçim de tasarlanmış gem iler ya­ pıldı ve konteyner gemileri ortaya çıktı. Bununla birlikte, roro gem ileri ve kısmi konteyner gem ileri dahil klasik yük gem i­ leri, ço k d aha ucuz ve geniş alanlı liman tesislerinden yararlanma açısından önem ­ lerini korudular: bu durum d a sözkonusu filonun büyümesini, hatta tam konteyner gem ileri karşısında roro gem ilerinin yeni­ den önem kazanma nedenini açıklar Tam konteyner gemileri (1991 rakam­ larıyla dünya filosunun % 6,4'ü) ikiye ay­ rılır: kısa mesafede taşımacılık yapan kü­ çük gem iler; klasik yük gem ilerinden çok daha büyük ve hızlı olan okyanusaşırı konteyner gemileri. Yaklaşık 50 000 gros tonaj (ve 30 000 dedveyt ton) ağırlığında olan bu gem iler, 25-30 millik bir hızla 2 0 0 0 ‘den çok konteyner taşıyabilir. Dünya ticaret filosu ayrıca, son derece uzmanlaşmış araç taşıyan gemileri (% 4) ve barç taşıyıcı gem ileri (% 0 ,2 ) de kap­ sar. Barç taşıyıcı gem iler, 1969'da, konteynerlerin yerine, ırmak taşımacılığında kullanılabilen (itilen ya d a çekilen kon­ voylar halinde) barçları koymak düşün­ cesinden (gemi, harçların yüklenip indi­ rilmesini kendi olanaklarıyla gerçekleşti­ rir) doğm uştur. Bu taşımacılığın, özellikle M ississippi ve Ren ırmaklarında, deniz taşımacılığı ile ırmak taşımacılığı arasın­ daki bağlantıyı geliştireceği öngörülüyor­ du. Ancak, bu gem iler sınırlı bir gelişme göstermiştir. • Deniz yoluyla yolcu taşımacılığı’na ge­ lince, havayolu rekabeti karşısında, okyanusaşırı büyük yolcu gemileri, hatta d a ­ ha genel olarak klasik yolcu gemileri or­ tadan kalktı. Bunların yerini sanayileşmiş ülkelerde yaşama düzeyindeki genel yük­ selm enin ve turizm in önemli ölçüde ge­ lişmesinin bir sonucu olarak, farklı b içim ­ lerde tasarlanmış ve işletilmesi daha ucuz olan gezi gemileri aldı. Özel taşıtların yay­ gınlaşmasıyla birlikte görülen bu gelişm e araçları içine alabilen gem ilerin (feribot­ lar vb.) büyük ölçüde önem kazanmasını sağladı (sözkonusu gem iler boğazlarda ve denizlerde hem yolcuları, hem de oto­ m obilleri aynı anda taşır). Bu bağlam da, daha hızlı gidiş-geliş yollarının araştırılma­ sı (hız artışı, teknenin suya sürtünme yü­ zeyinin azaltılmasıyla sağlandı), ayaklı tek­ ne ya.da taşıyıcı kanatlı gem ilerin, sonra d a hava yaslıklı gem ilerin (hovercraft) or­ taya çıkmasına yol açtı. Bunlar, saatte 70 m illik bir hızla, 400'e yakın yolcu ve 4 5 ’e yakın araç taşıyabilirler; ancak kullanım­ ları, dalganın etkisiyle sınırlıdır. ticaret filolarının işletilmesi



işletmeler çerçevesinde. Filoların işletil­ mesi b ir gem inin işletilmesi biçim ine sıkı­ ca bağlıdır; bu da, deniz taşımacılığında önem li b ir yere sahip olan kullanılmış g e ­ mi piyasasının varlığına rağmen, her şey­ den önce büyük bir yatırım gerektirir. Or­ talam a olarak, bir gem inin 20-30 yılda kendini am orti etmesi gerektiği söylene­ bilir Donanımı sökülmüş gemileri de kap­ sayan genel giderlerin dışında, işletme gi­ derleri, özellikle, yüklem e ve boşaltma gi­ derlerinin yanı sıra gem i giderlerini de (özellikle ücretler ve deniz sigortası) kap­ sar. Bir Uluslararası taşıma işçileri federas­ yonu ve bir Deniz emekçileri örgütü b u ­ lunm asına karşın, işletme giderlerindeki ücret yüklerinin önem i, dünya yaşam d ü ­ zeylerindeki aşırı farklılıklar göz önünde tutulursa, armalara ve bandıralara göre önemli uyuşmazlıklara ve uluslararası m ü­ rettebat sorununa yol açabilir; bu m üret­ tebat çeşitli ülkelerin deniz ticaret filosu personelinin son derece önemli (Yunanis­ tan) ya d a tam tersine çok sınırlı (Fransa) olan ayrı b ir bölüm ünü (gösterm elik ban­ dıra) oluşturabilir. Deniz taşımacılığında arzın talebe az ya



da ço k uygun bir biçim de uyarlanması, Süveyş kanalı bunalımı gibi bunalımlarda ço k büyük bir hızla yükselebilen navlun ücretlerinde değişikliklere yol açar. Bu de­ ğişiklikler özellikle, gerek tam tram ping çerçevesi içinde (gemi ve armatörü sürekli yü k arar), gerek zam ana (belirli bir rota üzerinde ve sınırlı bir süre içinde) ya da sefere (bir ya d a birkaç sefer) göre tram ­ ping taşımacılığı denen (genellikle dökm e yük taşımacılığının büyük bir bölüm ünde gözlenir) taşımacılığı ilgilendirir. Am a tram ­ ping taşımacılığının karşısında belirli bir güzergâh üzerinde belli bir süre içinde ça­ lışan düzenli hat taşımacılığı vardır. Bu ikinci taşımacılık tipi, yani düzenli hat ta­ şımacılığı ilgili armatörleri, acımasız bir re­ kabetten kaçınarak, yetkilerini istikrara ka­ vuşturm ak amacıyla, uluslararası konfe­ ranslarda (ilki 1875'te toplandı) bir araya gelip, aynı deniz yolu için taşıma fiyatları­ nı belirlemeye yöneltmiştir. Düzenli hatlarda çalışan armatörler, g ü ­ nüm üzden ço k önce pool'lar ya d a kon­ sorsiyum lar biçim inde birleşm e sistemle­ ri uygulamışlardır. Bu durum özellikle, XIX. yy. sonundan itibaren yolcu gemisi şirket­ lerinde (1893 Pool C ontinental!) görül­ müştür. G ünüm üzdeyse bu alanda, kon­ teyner gem i armatörleri etkinlik göster­ mektedir. Sözkonusu denizcilik kuruluşları ya çok çeşitli müşterilere hizmet sunan deniz ta­ şımacılığı şirketleri ya da kendi filoları olan sanayi kuruluşlarıdır. Birincilerin çoğu, ki­ şi ya da aile şirketi durumundadır. Bu ba­ ğımsız arm atörlerin (özellikle yunan, İs­ kandinavyalI ya da çınli [hongkonglu]) fi­ loları ço k b üyü k boyutlara erişebilir. Ama küçük boyutlu birçok denizcilik şirketi de vardır: birçok kişinin bir gemi satın almak için bir araya gelmesi, bu am açla bir şir­ ket kurması ve geminin işletmesini daha büyük bir denizcilik şirketine bırakması gi­ bi. Ancak, sanayileşmiş ülkelerin ço ğ u n ­ da, deniz ticaret filoları, genellikle buhar­ lı gemilerin gelişmesiyle ortaya çıkmış de­ nizcilik şirketlerinin malıdır. Bu şirketler sa­ nayi işletmeleri gibi bir m erkezileşme d ö ­ nemi geçirmişlerdir. Avrupa dışında bü­ yük denizcilik şirketleri özellikle ABD ve Japonya'da kurulmuştur. Özel ya da karma arm atörlük şirketleri­ nin yanı sıra, devletler de deniz ticaret fi­ losu işletm eciliğinde az ya da ço k rol oy­ namışlardır. Gelişmekte olan ülkelerde, başlıca sermaye kaynağı olan devlet, de­ nizcilik şirketlerindeki yabancı hisseleri ya­ vaş yavaş ya da bir anda ele geçirm ekte ya da kendi deniz ticaret filosunu kurmak­ tadır: sözgelimi bu durum , Brezilya'da (1937). E kvador'da ve Kolom biya'da (1946), Şili'de (1953), Arjantin’de (1960) görülmüştür. Son olarak sanayi kuruluşları da bü­ yük filoları doğrudan ya da dolaylı yol­ dan denetimleri altında tutabilirler. Özel­ likle etkinliklerinde düşey bir birleşmeyi bir hayli önceden gerçekleştirm iş olan çokuluslu büyük petrol şirketleri böyledir. Daha küçük bir ölçekte, çelik şirket­ leri için de aynı şey sözkonusudur. • Devletler çerçevesinde. Deniz taşıma­ cılığı, bir yandan ulusal ekonomilerin ay­ rılmaz bir parçasını oluşturan bir iktisadi etkinlik meydana getirir, öte yandan da limanlara kayıtlı gem ilere bir bandıra ve­ rebilen her ülkeye özgü bir mevzuata göre yürütülür. Filoları kendi gereksinimlerinin çok üs­ tünde olan göstermelik bandıra ülkeleri­ nin dışında, çeşitli ülkelerin ticaret filoları her şeyden önce, bu ülkelerin deniz yo­ luyla yaptığı ticaretin hizmetindedir. Ka­ botaj hakkının hemen her zaman ulusal bandıralara ayrılmış olmasına karşılık, uluslararası değişimlerde, ulusal filoların payı çok değişken, genellikle de dışa­ lımlarda dışsatımlardan yüksektir. Yunan ve İngiliz filoları g ib i başka ülkelerin yük­ lerini taşıyan kimi filolar, ülkelerinin deniz yoluyla yaptıkları ticaretin sağladığı kıs­ mi hoşnutluğa, ödem e bilançolarında ol­



dukça önemli rol oynayan büyük gelirler elde etmenin sağladığı hoştautluğu da eklemektedir. Günüm üzde gemilerin taşıdığı 160'a yakın bandıra, gerçekte beş büyük filo ti­ pi oluşturur: 1. Göstermelik bandıra diye nitelenen ve 1989'da dünya filosunun % 38,4'ünü kar­ şılayan serbest kayıt haklı bandıraların fi­ loları, önem sırasına göre başlıca Liber­ ya (51,7 milyon groston), Panama (44,2 milyon groston), Kıbrıs (20 milyon gros­ ton), Bermuda, Bahama adaları (17,8 milyon groston) filolarından oluşuyordu. 1990 yılında Liberya bandıralı ticaret g e ­ milerinin % 31 'i ABD'ye, % 22'si Hong Kong’a, % 15'i Yunanistan'a, % 8,5'i Ja­ ponya'ya, % 5 ‘i Norveç'e; Panama ban­ dıralı gemilerin % 21 i Japonya'ya, % 16'sı Hong Kong'a, % 16’sı Yunanis­ tan'a, % 12'si ABD'ye, % 5'i Almanya'ya; Kıbrıs bandıralı gem ilerin % 11’i Yunanis­ tan'a aitti. Bu ülkeler armatörlere, idari formalitelerin, denetimlerin, vergi ve li­ man resimlerinin en alt düzeye indirilm e­ si, yabancı tayfa bulma olanağı, deniz ulaşımının ulusal gereklerine karşı aşağı yukarı eksiksiz bir bağımsızlık gibi çeşitli kolaylıklar sunarlar. Kendileri de, vergi ve resimlerin azlığına karşın, çok az g i­ der karşılığında önemli bir gelir kaynağı sağlamış olurlar. Sözkonusu göstermelik bandıralar 1922'de ilk kez Panama’da ortaya çıkmıştır. Bu bandıralar uzun süre. gemilerin eksikliğinden ve tayfalarının kalitesizliğinden ötürü güvenilm ez sayıl­ mıştır. Ancak günüm üzde, büyük bandıralar için, özellikle de bandırası altındaki filonun denetimini geliştiren ve 1976'da Uluslararası denizcilik örgütü'ne üye olan Liberya için böyle birşey sözkonusu değildir. 2. Piyasa ekonomisi gelişm iş ülkelerin özel filoları. Bunlar, kendi ülkelerinin tica ­ retine deniz yoluyla yaptıkları katkıların yanı sıra, Üçüncü dünya ülkeleri hesabı­ na da önemli bir trafik gerçekleştiren Yu­ nanistan, Ingiltere, Norveç ve İsveç gibi ülkelerin filolarıdır. Yunan filosu son yıl­ larda, göstermelik bandıra altında çalı­ şan gemilerin bir bölüm ünün kendi ban­ dırasına dönmesiyle, ilgi çekici bir geliş­ me göstermiştir. Aslında her İki bandıra altındaki filoları göz önünde tutulduğun­ d a yunan filosu, Japonya'nınklnden son­ ra dünyada İkincidir. Buna karşılık, ulu­ sal bandıra altında çalışan İskandinav fi­ loları, özellikle navlun ücretlerinin artma­ sı nedeniyle bir bunalıma girmiştir. 3. Piyasa ekonomisi gelişm iş ülkelerin ulusal filoları. Bu grup, OECD ülkelerinin filoları dışındaki bütün filoları kapsar; bunların başlıcaları, önem sırasına göre, Japonya (% 6 ), ABD (% 3,7), İtalya (%2), Alm anya (% 1,3), Fransa (% 1) ve Ispanya (% 0,7) filolarıdır. Bunlara, Gü­ ney Afrika Cumhuriyeti ve İsrail filolarını da eklemek gerekir. 4. Planlı ekonom iyle gelişm iş eski Doğu bloku ülkelerinin filoları. Bu ülkelerden eski SSCB (dünya ticaret filosunun % 4,6'sı), Romanya (% 0,8) ve Polonya'nın (% 0,7) filoları, İkinci Dünya savaşından itibaren oldukça önemli bir gelişme g ös­ termiştir. 5. Gelişmekte olan ülkelerin filoları. Pay­ ları ikinci Dünya savaşı öncesinden bu yana hızla artmıştır. Gelişmeye başlamış olan ilk filolar Latin Am erika ülkelerinin fi­ loları, en yenileriyse Ortadoğu ve Uzak­ doğu'daki petrol dışsatımcısı ülkelerin fi­ lolarıdır. Filosunu, özellikle son dönem ­ lerde çok iyi koşullarda satın aldığı kulla­ nılmış gemilerle 1991 yılında 13,5 milyon grostona (deniz ticaret filosunun % 3,3‘ü) çıkarmış olan Çin'e ayrı bir yer ayırmak gerekir. Türkiye'nin 1991'de 4,1 groston olan deniz ticaret filosunun hac­ minin dünya ticaret filosunun hacmi için­ deki payı % 1 dolayındadır. Aynı yıl Tür­ kiye, 18 ve daha yukarı grostonilatoluk, 2 996 yük gemisi (2,6 milyon groston), 1 207 yolcu gem isi (0,2 milyon groston) ve



11525



ticaret' 11526



211 tankere (0,9 milyon groston) sahipti. Bunların 3 961 tanesi (2,7 milyon gros­ ton) özel sektöre, 853 tanesi ise (1,05 milyon groston) devlete ait gemilerdi. —Tar. Zenci ticareti tropikal bölgelerdeki plantasyon kolonilerine zenci işgücü sağ­ lam ak am acıyla yapılırdı. Gine körfezi zencileri, Antiller'de, Bre­ zilya'nın kuzey-doğu'sunda daha sonra da Am erika Birleşik Devletleri'nin g üne­ yinde yer alan amerikan plantasyonların­ da; kâfiriyyeli ve mozambikli zenciler de Mascareignes adalarında (Bourbon ada­ sı, île de France) [MadagaskarlIlar ve baş­ ta Pondiçerililer olm ak üzere Hintliler’le takviyeli olarak] kullanılıyorlardı. Bu tür ticaretle ilk ilgilenenler, Portekizli­ ler ve özellikle ispanyollar oldu. Fakat, ispanyollar, Afrika'nın batı kıyısında herhan­ gi bir bağlantı noktasına sahip olmadıkla­ rından, bu ticaretin tekelini (asiento) bazı şirketlere kiralamak zorunda kalıyorlardı. Bu şirketler, her yıl, İspanyol sömürgelerine 3 000-4 000 köle teslim etmekle yükümlüy­ düler. Ö nce portekiz, sonra hollanda şir­ ketlerine tanınan bu ticaret tekeli, daha sonra Gine Fransız şirketi'ne (1701) ve İn­ giliz South See C om pany'ye (1713) veril­ di. Köle ticareti 1759’da serbest bırakıldı. XVII. yy.'da, Hint okyanusu’nda renkli halklardan köle ticareti tekelini ele geçir­ miş olan D oğu Hindistan Fransız şirketi, M ascareignes adaları kolonlarını, bazı vergiler ödem ek şartıyla, asyalı ve afrikalı köleler satın almakta serbest bıraktı. Avrupa lim anlarından kalkan değersiz eşya yüklü köleci gemileri, Gorée ve A n ­ gola arasında uzanan (3 500 km) Gine kı­ yılarına doğru yol alıyorlardı. Birçok ke­ simlere ayrılmış ve üzerinde köle ticaret­ haneleri kurulmuş bulunan bu kıyılara var­ dıklarında gemiler, getirdikleri mallar kar­ şılığında, iç savaşlar sırasında tutsak e d i­ lip köleleştirilmiş 300-400 zenciyi güver­ telerine yüklüyorlardı; gemilerin ıkı köprü­ sü arasına yığılan bu insanlar, doğruca Am erika'ya götürülüyordu. Gemilerde sağlık koşullan çok kötü olduğundan bu yolculardan % 10-15'i yolda ölüyordu. Amerika'ya varıldığında zenciler pazarlar­ da teşhir edilerek latifundia sahiplerine sa­ tılıyordu. Satışlar genellikle mal ya da kambiyo m ektubu karşılığında yapıldığın­ dan, para ancak Avrupa'ya d ö n ü ldü ğ ü n ­ de tahsil edilmekteydi. Bu ticaret üçgeni, modern çağda sermaye birikiminin ve Pe­ ru ve Meksika’dan gelen paraların Avru­ pa'da dağılımının başlıca araçlarından biri oldu. XVIII. yy.'ın sonuna kadar, bu tica­ ret, milyonlarca zencinin Yeni Dünya'ya nakline olanak sağladı; aynı zamanda, tropikal ülkeler ekonomisinin Batı'nın ihti­ yaçlarına bağlı bir biçim de gelişmesine ve bazı büyük zenci ticareti limanlarının (özel­ likle Nantes) XVIII. yy.'da refaha kavuşma­ sına yol açtı. Zenci ticareti, XIX. yy.'da mahkûm edildi ve yasaklandı ( — k ö l e ­ l i k ) Bununla birlikte, Fransa'da (1848 e kadar) ve Portekiz Afrikası kıyılarında (1875'e doğru Sào Tomé’ye gönderilm ek üzere Lopez burnunda her yıl 3 000 -4 000 zenci satılıyordu) daha bir süre var­ lığını sürdürdü. —■Tic. huk. Ticaret sicili. Ticaret davaları­ na bakan her asliye hukuk mahkemesi nezdinde bir ticaret sicili kurulur (Türk tic. k. md 26). Ticaret sicilinin yönetimi, bağlı olduğu m ahkem enin denetimi altında ol­ m ak üzere. Adalet bakanlığı tarafından atanan sicil m em uruna aittir. Ticaret sicili herkese açıktır. Ticaret sicilinin başlıca iş­ levi. ticari işletmelerle ilgili bilgileri açıklı­ ğa kavuşturmaktır. Ticaret siciline yapıla­ cak kayıt, ya ilgilinin isteği üzerine ya da doğ ru d an doğruya ve ilgili makamın bil­ dirmesi üzerine yapılır (Türk tic. k. md. 29). Sicile kayıt konusunda ana kural, ilgilinin istekte bulunmasıdır Kayıt isteği dilekçeyle yapılır. Ticaret sicili memuru, kaydı istenen konunun yasal koşullarının b ulunup b u ­ lunmadığını, gerçeğe ve kamu düzenine uygun olup olmadığını araştırır. Kayıtla il­ gili bir istemi kabul edilmeyen ilgili, sicilin



bağlı olduğu mahkemeye, dilekçeyle iti­ razda bulunabilir. • Ticaret unvanı. Her tacir, ticari işletme­ nin açıldığı günden başlayarak on beş gün içinde ticari işletmesini ve seçtiği ti­ caret unvanını, işletme merkezinin bulun­ d uğu yerdeki ticaret siciline kayıt ve ilan ettirm ek zorundadır. G erçek kişi tacirin ti­ caret unvanı onun ad ve soyadından mey­ dana gelir. Kolektif ortaklığın ticaret unva­ nı, tüm ortakların ya da en azından ortak­ lardan birinin adı ve soyadıyla ortaklığı ve türünü gösteren bir açıklamayı içerir Ano­ nim ve limited ortaklıklarda ticaret unvanı "an o n im " ya da “ lim ite d " sözcüğünün geçmesi kaydıyla, serbestçe seçilebilir Ti­ cari işletmeye sahip olan dernek ve öteki tüzel kişilerin ticaret unvanları adlarının ay­ nıdır. D onatm a iştirakinin ticaret unvanı, ortak donatanlardan en az birinin ad ve soyadını veya deniz ticaretinde kullanılan gem inin adını içerir. Ticaret unvanında, ayrıca, donatm a iştirakini gösteren bir açıklama da bulunur (Türk tic. k. md. 46) Ticaret unvanı, işletm eden ayrı olarak, başkasına devredilemez. Bir işletmenin devri, aksi açıkça kabul edilm iş olm adık­ ça, unvanın da devrini kapsar (Türk tic. k. md. 51). Ticaret unvanı yasaya aykırı ola­ rak başkası tarafından kullanılan kişi bu­ nun önlenmesini, zarar görm üşse gideril­ mesini isteyebilir (Türk tic. k. md. 54). — Uluslarar. ikt. Dış ticaret. Mal satışları dışsatımı oluşturur ve karşılık olarak yapıl­ mış ödem elerin yabancı para (döviz) ha­ linde yurda girm esini sağlar. Mal atımları ise dışalımdır ve bedeli de, genellikle, sa­ tıcı ülkenin para birimiyle ödenir Dışsatım tutarı ile dışalım tutarı arasındaki fark (bu­ na ticaret bilançosu bakiyesi denir) sıfır ol­ d uğu ya da dışsatım değerleri ile dışalım değerleri arasındaki oran (ya da karşıla­ ma oranı) 1 0 0 'e eşit bulunduğu (emtia gi­ riş ve çıkışlarının aynı esaslara göre he­ saplandığı kabul edilm ek koşuluyla) tak­ dirde, dış ticaret dengesi gerçekleşm iş demektir. • Olguların kaydedilmesi Malların dışalı­ mı, sınırdan geçiş sırasında yapılan be­ yanlara dayanılarak Gümrükler genel müd ürlüğü'nce kaydedilir. Dışalımda güm rük bir ayrım yapar: dış menşeli malların tü ­ münü içine alan "genel" dış ticaret ile yal­ nızca iç tüketim e özgü malları kapsayan (yani transit mallarını ya da geçici olarak ülkeye kabul edilen malları içine almayan) "ö z e l" ticareti birbirinden ayırır. Aynı ay­ rım, dışsatım için de geçerlidir. istatistikler, ağırlık ve değer üzerinden yapılır. Değerler, dışalımcılar ve dışsatımcılarca beyan edilen değerlerdir: dışalım için, genellikle. CİF (mal bedeli [alış fiya­ tı], sigorta, navlun), dışsatım içinse, FOB (malın çıkış noktasındaki değeri). Bu yüz­ den, güm rük istatistikleri son derece yak­ laşık bir değer taşır (kaçakçılık, CİF ya da FOB değerlendirm e, göz yum m a vb ne­ denlerle) ve dışarda fiilen ödenen ya da dışardan fiilen gelen tutarları kaydeden kambiyo servislerinin verilerinden belirgin bir biçim de farklıdır. • Dış ticaretin çözümlemesi istatistikler dı­ şalım ve dışsatımı, ürünler ve çıkış ve va­ rış ülkeleri itibariyle çok ayrıntılı bir b içim ­ de gösterirler. Dışalım ve dışsatım miktar­ larına sabit fiyatlar uygulanarak saptanan hacim göstergeleri de hesaplanır (böyle ce, fiyat hareketlerinden etkilenmeyen so­ nuçlar elde edilir). Ayrıca, dışsatım fiyat­ larıyla dışalım fiyatlarının birbirlerine olan oranını temsil eden değişim oranları ç ö ­ züm lenir: bir ülke tarafından satılan ürün­ lerin fiyatları, satın aldığı ürünlerin fiyatla­ rından daha hızlı yükseliyorsa (ya da d a ­ ha yavaş düşüyorsa) değişim oranları iyi­ leşiyor dem ektir; aksı durum , değişim oranlarının kötüleştiğini gösterir (ülke, ay­ nı bir dışalım hacm ine ulaşmak için git­ tikçe daha çok dışsatım yapm ak zorun­ da kalır) Nihayet, bir ülkenin dış ticareti­ nin önem i hakkında bir fikir edinebilm ek için, dışsatım (ya da dışalım) ile gayrı safı milli hâsıla arasındaki orana bakılır Bu



oran, aynı zamanda, sözkonusu ülkenin yabancı ülkelere bağımlılık derecesini de gösterir. • Dış ticaret politikası. Dış ticaretin geliş­ mesi, 1850 ile 1870 arasında ve özellikle 1958'den sonra ortaya çıkan serbest de­ ğişim öğretisinin doğrudan bir sonucudur Bu açıdan bakıldığında, dışsatımının, bir ülkenin büyüm esinde önemli bir etkisi ol­ duğu düşünülür: dışsatım, her şeyden ön­ ce, işletmelere pazarlarını genişletmek ve salt iç pazarla yetindikleri zam ana göre, belli bir verimlilik eşiğine daha kolayca erişm ek olanağını sağlar; sonra, ülkenin dışalımını düzene koymak için gerekli d ö ­ vizleri elde etmesini, yani kaynaklarının en yüksek miktarını, rekabete elverişli fiyatlar elde edebileceği etkinlik kesimlerine ayır­ masını ve buna karşılık, ancak ucuz fiya­ ta üretemediği malları dışardan almasına olanak verir; nihayet, dışsatım, gerçek bir milli gelir çarpanı (yatırım çarpanının ben­ zeri) gibi etki yapar; ancak, bu sınırlı bir etkidir, çünkü dışsatımın bir bölüm ü dışa­ lıma dönüşür. Bununla birlikte, serbest değişim "bıra ­ kınız geçsinler” e yol açmaz. Mal hareket­ leri, bir ülkenin iç konjonktürüne çok bağlı olduğu gibi (büyüme temposuna karşı duyarlıdır), uluslararası konjonktüre de çok bağlıdır (her ülkenin iktisadi konjonktürü, öteki ülkelerdeki dalgalanmalardan kolay­ ca etkilenir); onun için, bu hareketler, res­ mi makamların iktisadi politikaları tarafın­ dan sıkı bir düzene sokulur; çünkü bun­ lar, dış ticaret dengesini (ve kambiyonun bir ülkenin dış ticareti ve ekonomisi üze­ rindeki etkisi dolayısıyla, paranın değeri­ ni) politikalarının asıl amacı olarak göre­ cek yerde, daha çok, zora dayanan bir şey olarak görürler. Ü nlem ler bazen konjonktürel niteliktedir: örneğin, dış ticareti açık veren bir ülke, dışalımı frenleyerek fi­ ili talebi kısmaya çalışacak (güm rük ver­ gileri, resimler, kontenjanlar, idari form ali­ te ve düzenler, parasal önlemler) ve dış­ satımı özendirecektir (sübvansiyonlar, ver­ gi avantajları ve bağışıklıkları, dam ping, parasal önlemler); dış ticareti fazlalık gös­ teren bir ülke ise, örneğin, sermaye ihra­ cı politikası güdecek ve istenmeyen liki­ diteleri kısırlaştırma önlemleri alacaktır. Bazen de yapısal nitelikte önlem ler uy­ gulanır: yabancı sanayinin rekabeti sonu­ cu bazı işletmelerin yok olm asından d o ­ ğan kötü sonuçların giderilm esi, mali ve teknik yardımlarla işletmelerin güçlendiril­ mesi ve rekabet olanaklarının artırılması ve böylece sanayiye uluslararası rekabet koşullarına uyma kolaylığı sağlanması; sa­ nayinin yeni iktisadi koşullara ve gereksi­ nimlere uydurulması (“ sanayinin yemden örgütlendirilm esi"). B ü tü n b u d u r u m la r d a , d ış t ic a re tin , u lu s la r a ra s ı ik tis a d i ( — DEĞ İŞİM ) v e m a lı ( -» ULUSLARARASI PARA' s is te m i) iliş k ile r k a v ra m ı iç in d e -b u d a h a g e n iş k a v ra m iç in d e - y e r a lm a s ı g e r e k ir : g e r ç e k t e n d e, b ir ü lk e n in , y a b a n c ı ü lk e le r le d ış tic a re ti h a k k ı n d a b ir h ü k m e v a r a b ilm e k iç in , yal n ız c a d ış tic a re t b ila n ç o s u g ib i d a r b ir ka v­ ra m a b a ğ lı k a lm a m a k , d a h a ç o k t ü m ü y ­ le ö d e m e le r b ila n ç o s u n u e le a lıp in c e le ­ m e k y e r in d e o lur.



T i c a r e t b a n k a s ı a ş (Türk). Türkiye'de özel kesimin kurduğu ilk bankalardan bi­ ri. 1913'te Adapazarı İslam ticaret banka­ sı adıyla kuruldu. 1924'te, Adapazarı İs­ lam ticaret bankası tü rk aş; 1928'de, A dapazarı Türk ticaret bankası aş ve 1937'de, Türk ticaret bankası aş adlarını aldı. Kuruluşta Adapazarı'nda olan m er­ kezi 1934’te Ankara’ya, 1952’de İstanbul'a taşındı. Türk ticaret bankası'nın kuruluş sermayesi 13 629 osmanlı lirasıydı. Bu miktar 1924'te 200 000 TL'ye, 1972'de 125 milyon TL'ye, 1989'da 100 milyar TL'ye yükseldi. 1990 sonu itibariyle özkaynaklar toplamı 338 milyar 800 milyon TL, toplam mevduat 3 trilyon 490 milyar 900 milyon TL, bir kısmı kısa vadeli olmak üzere dağıttığı krediler toplamı 1 trilyon



Ticino kantonu 667 milyar 100 milyon TL olan bankanın 412 şubesinde 8 298 kişi çalışmaktaydı.



T ic a r e t m a s la k lis e s i, öğrencileri genel eğitim ve meslek eğitimiyle iş ya­ şamına ya d a bir yükseköğretim kurumuna hazırlayan, ortaokula dayalı meslek okulu. 1983-84 ders yılında bazı illerde (Ankara, İstanbul, İzmir, Konya) bir kısım derslerin öğretimini yabancı dille yapan Anadolu Ticaret meslek liseleri de açıl­ mıştır. Bu okulların öğretim süresi ortao­ kul üzerine, birinci yılı hazırlık sınıfı olmak üzere 4 yıldır. 3308 sayılı yasa gereğin­ ce. 1986-87 öğretim yılından başlanarak ticaret meslek liselerinde meslek eğitimi uygulamasına geçilm iş ve bu uygulama ertesi yıl bütün illere yaygınlaştırılmıştır.



T ic a r e t o d a la rı -»



T ic a r e t , s a n a y i . DENİZ TİCARET ODALARI VE TİCARET BOR-



SALARI BİRLİĞİ (T ü rk iy e ).



T ic a r e t, s a n a y i, d o n iz tic a r e t o d a la rı vo tic a r e t b o rs a la n b irli­ ği (Türkiye), odalar ve borsalar arasında birlik ve dayanışmayı sağlamak, oda ve borsa üyelerinin mesleki etkinliklerini ko­ laylaştırmak. çıkarlarını korumak, meslek disiplinim ve ahlakım yerleştirmek am a­ cıyla kurulmuş, tüzel kişiliği olan kamu kurumu n.teuğmde mesleki bir üst kuru^ş B.rığın bağlı kuruluşları şunlardır: Ti­ caret ve sanayi odaları, Ticaret odaları, Sanayi odaları. Deniz ticaret odaları, Ticare; Dorsaları, O da ve borsaların organa - Birlik, Türkiye ticaret sicili gazetesini ve Türkiye iktisat gazetesini yayımlar.



T ic a r e t v e sa n ay i o d a la rı, meslek hizmetleri görmek, meslek ahlakını ve da­ yanışmasını korumak, ticaret ve sanayinin genel yararlarına uygun biçimde gelişme­ sine çalışmak üzere kurulmuş, tüzel kişili­ ğe sahip meslek kuruluşu niteliğinde ka­ m u kurumu. 8 Mart 1950 tarih ve 5590 sayılı yasa'yla kurulmuş olan Ticaret ve sanayi odaları'nın organları meslek komiteleri, oda meclisi ve yönetim kuruludur Ticaret ve sanayi odaları, oda kurulması istenen yerde yüz tacirden az olmam ak üzere kayıtlı tacirlerin yüzde elli birinin ya­ zılı isteği üzerine Sanayi ve ticaret bakanlığı'nın izniyle kurulur.



TİC A R E TG Â H a. (ar. ticaret ve fars. -gâh'tan yeri.



ticaretgâh). Esk.



Ticarethane, iş­



TİC A R E TH A N E a (ar, ticaret ve fars.



-hâne'den ticaret-hâne). Ticaret yapılan



iş­



yeri; tecimevı. —TİC. huk. - TİCARİ’ İŞLETME.



T İC A R İ sıf. (ar. fcâ re f'te n ticari). 1. Ti­ carete ilişkin, ticarete değgin, ticaretle il­ gilenen, tecimsel: Hükümetin ticari politi­



kası. Ticari bir anlaşma. Ticari etkinlik. — 2. Kazanç sağlamak, daha geniş an­ lam da büyük bir halk kitlesinin beğenisi­ ni kazanmak amacıyla yapılmış şey (ürün, yapıt vb.) için kullanılır; tecimsel: Ticari bir



film.



— Bank. Ticari krediler -* KREDİ. || Ticari mevduat, gerçek ve tüzel kişilere ait ticari işletmelerin, kamu iktisadi teşebbüsleri ile bunların işletme ve kuruluşlarının, koope­ ratiflerin, genel ve katma bütçeli daire ve kuruluşlarla yerel yönetim lere ait ticari iş­ letm elerin mevduatı. — B a n k , v e Tic. h u k . Ticari evrak -> EV­ RAK.



— Mil. muhs. Ticari olmayan, Kâr ve reka­ bet yasası'na bağlı olmayan kamusal g e ­ reksinimlerin tatminini amaçlayan ve bu nedenle üreticilerin emrine, ilke gereği kollektif nitelikte olan bazı mal ve hizmetleri bedelsiz ya da yarı bedelle sunan iktisa­ di kesime denir. (Bk. ansikl. böl.) — Muhs. Ticari bilanço, TTK hüküm lerine göre düzenlenen bilanço. (Ticari bilanço, vergi yasalarına uygun olarak, vergi m at­ rahına temel olacak kârı saptamayı am aç­ layan mali bilançolardan farklı olarak iş­ letme yönetimine bilgi verm ek amacıyla düzenlenir.) || Ticari defterler -» DEFTER



—Tic. Ticari ehliyet, kişilerin ticaret yapa­ bilmeleri, bir ticari işlemi yürütebilm eleri için yasalarca belirtilen nitelikler. (18 yaşı­ nı bitirmemiş olanlar; akıl hastası, hüküm ­ lü ve sabıkalı olanlar; memur, subay, hâ­ kim gibi meslekleri ticari işlerle uğraşm a­ ya elverişli olm ayanlar ticari ehliyet sahibi sayılmazlar.) —Tic. huk. Ticari dava, ticari ilişkilerden doğan ve ticaret m ahkem elerinin görev alanına giren dava. || Ticari defter, ticari iş­ letmeyle ilgili kayıtların yazıldığı defterler. (Bk. ansikl. böl.) || Ticari işletme, kazanç sağlam ak am acıyla kurulan ticarethane, fabrika ya da ticari şekilde işletilen kurum. (Bk. ansikl. böl.) || Ticari mümessil, bir ti­ cari işletme sahibi tarafından, işleri yönet­ me ve işletmeyi temsil etmesi için kendi­ sine temsil yetkisi verilmiş kişi. || Ticari örf ve âdet, ticaret alanında sürekli olarak uy­ gulanm ayla kendiliğinden oluşan, yazılı olmayan kurallar bütünü. || Ticari senet, kambiyo senetlerine (bono, çek, poliçe) verilen ad. (-* SENET.) || Ticari vekil, ticari mümessil sıfatını taşımaksızın, işletme sa­ hibi tarafından kurum un tüm ya da kimi işlemleri için temsille görevlendirilm iş ki­ şi ■ — A N S İK L . Mil. muhs. Genişletilmiş milli muhasebe sisteminde, ticari olmayan üre­ tim, kamusal ya da özel kuruluşların be­ delsiz ya da yarı bedelle sundukları hiz­ metlerle, aileler (ev hizmetçilerinin işveren­ leri) çerçevesinde üretilen hizmetleri içe­ rir. Üretim kavramının bu genişletilm iş bi­ çimi özellikle kamu kesiminin sürekli yay­ gınlaşması sonucudur; ama, kuramsal bir görüş açısına göre, aynı zam anda yeniliberal bir anlayışı belirtir. Nitekim, somut milli m uhasebe sistemlerinin, örtük ya da açık bir biçim de başvurdukları üretimle il­ gili iki aşırı görüş vardır: 1 . üretim kavra­ mının kapsamını daraltan marxçı görüş (bu görüşe göre, üretici emek, m addi ürünlerin yaratılmasını, değişikliğe uğratılmasını ve taşınmasını sağlayan emek­ tir); 2 . üretim kavramının kapsamını geniş­ leten yeniklasik görüş (bu görüşe göre, üretim her türlü yararlı yaratışı kapsar). Genişletilmiş milli m uhasebe sistemin­ de üretim, mal ve hizmetlerin tümünü kap­ sar ve bu mal ve hizmetlerin üretim et­ menlerinin piyasadan elde edilmesi, ticari üretim ile ticari olmayan üretim arasında sistemli bir ayrıma göre olur. Bir iktisadı birim in kaynaklarının yarıdan fazlası hiz­ m et satışından sağlanıyorsa o iktisadi bi­ rim ticari hizmetler sunuyor demektir. Bu­ nun tersi, sözkonusu iktisadi birimin tica­ ri olmayan hizmetler sunduğu anlamına gelir. Bu ikinci durum da, iktisadi birimin başlıca gelir kaynağı vergilerden, sosyal aidatlardan, başka kamu kuruluşlarından yapılan transferlerden ve ailelerin gönül­ lü katkılarından oluşur. Ticari olmayan hizmetler ya özel ya da kamusal niteliklidir: kaynaklarının ana bö­ lümü gönüllü katkılardan geliyorsa özel ni­ telikli; bütün öteki durum larda (hukuksal statüsü ne olursa olsun) kamusal nitelikli sayılırlar: örneğin, ticari olmayan hizmet­ ler sunan, ama kaynaklarının ana bölümü sübvansiyonlardan oluşan bir özel şirket, "kam usal nitelikte ticari olmayan hizmet­ ler” sınıfına girer (kamu kuruluşu). Ticari olmayan üretimin d eğ erlendirilm esine gelince, bu, sunulan hizm etlerin d e ğ e r­ le n d irilm e sin e ilişkin itibari b ir sistem in kabulüne b ağlıdır; bu a la n d a e ld e bir g öste rge (piyasa alım satımları) b u lu n ­ m adığı için, ticari olm ayan hizm etlerin değ e ri, onların üretim b edellerine indir­ genir. —Tic. huk'. • Ticari defter. Ticari defterle­ re işletmenin hesaplarıyla yasada göste­ rilen öteki işlemler kaydedilir. Bu defterle­ rin tutulm asındaki am aç ticari işletmenin işlemlerinin denetlenmesi ve devletin ver­ gi hakkının güvenceye bağlanmasıdır. Bu­ nun yanında ticari defterler, işletmenin ti­ cari durum u konusunda bilgi vereceği için, işletme sahibinin kendi durum unu öğrenm esi açısından da bir işleve sahip­



tir. Ticari defterlerin tutulması tacir olm a­ nın bir sonucudur. Gerçek kişi tacirlerin tutm ak zorunda oldukları defterler şunlar­ dır: işletme defteri, yevmiye defteri, envan­ ter defteri ve defteri kebir. Tüzel kişi tacir­ ler bu defterlerin yanında bir de karar def­ teri tutm ak zorundadırlar. Ticari defterler, noter tarafından onaylanır ve tacirin kayıtlı olduğu ticaret siciline bildirilir. Bu defter­ lerin on yıl boyunca saklanması zorunlu­ dur. Ticari defterlerin gereği gibi tutulmam asından doğacak sorum luluk işletme sahibi ya da yönetici organlara aittir. Ticari defterler, ticari davalarda kanıt olarak da kullanılabilir. • Ticari işletme. Türk tic. k. ticari işletme esasına dayanır. Bununla birlikte yasada bu kavramın açık bir tanımı yoktur. Yasa yalnızca ticarethane, fabrika ya da ticari şekilde işletilen öteki kurum ların ticari iş­ letme sayılacağını belirtir (md. 11). Tica­ ret siciliyle ilgili tüzükte de ticari işletme­ ye ilişkin kimi ilkeler vardır. Tüzüğe göre, gelir sağlamayı amaçlamayan, sürekli ol­ mayan ve esnaf faaliyeti sınırlarını aşm a­ yan faaliyetler ticari işletme sayılamaz. Ya­ sa ve tüzükte yer alan bu düzenlem eler karşısında bir ticari işletm eden söz ede ­ bilm ek için ticarethane, fabrika ya da ti­ cari şekilde işletilen bir kurum un bulun­ ması gerekir. Bu kurum un ticari işletme sayılabilmesi İçin gelir sağlamayı am aç­ laması, sürekli olması ve esnaf faaliyetleri sınırlarını aşması koşulları da aranır.



TİC H A TSC H E K (Josef), bohemyalı çin­ gene şarkıcı (Ober VVeckelsdorf, bugün Teplice nad Metuji, 1807 - Blasewitz, Dresden, 1886). M esleğine Rossini ve Meyerbeer’in operalarında tenor rolleriyle baş­ ladı. Dresden'de VVagner'in gözde yorum­ cusu oldu. Ftienzi ve Tannhâuser'ı Wagner onun için bestelemişti. T İC İK C A , Moritanya'da vaha, Tagant bölgesinin merkezi;



6



000



nüf.



T İC İN O , fr. T e s s in , İsviçre ve İtalya'da ırmak, Po'nun kolu (sol kıyıdan); 248 km. U zunluğu bakım ından Po’nun üçüncü, debi (410 m 3 /sn, en çok 4 500 m 3/sn) açısındansa en büyük koludur. İsviçre’de 2 000 m 'yi aşkın yükseltide Novena b oğ a ­ zından (Nufenenpass) doğar, Leventina vadisi buzul yalağına (Biasca'da 305 m, M aggiore gölünde 193 m) selsuyu halin­ de iner. Sesto C alende’de gölden çıktık­ tan sonra, alüvyonlu taraçalar arasından Pavia'nın aşağısında Po'yla birleşme nok­ tasına doğru bir ova ırmağı biçim inde ya­ vaş yavaş akar. Kar rejimli bir ırmak olan Ticino'nun suları, özellikle aşağı kesimde, ilkbahar (karların erimesi) ve sonbahar (akdenız yağmurları) sonunda en yüksek düzeye ulaşır. Dağda, Ticino ve kolları (M aggia, Brenno) birçok hidroelektrik santralı besler; ovada Ticino’nun sularıy­ la tarım alanları ve çayırlar sulanır. —Tar. Ticino savaşı, İ.Ö. 218'de Annibal' in, nehri geçmesini önlemeye çalışan kon­ sül P Scipio’ya karşı verdiği savaş. Annibal'in süvari birlikleri, Romalılar'ın birlik­ lerini hızla kuşatarak kolayca bozguna uğ­ rattılar.



T İC İN O k a n to n u , fr. T e ssin, İsviçre konfederasyonu'nda kanton, Alpler'in g ü ­ ney yamacında; 2 811 km2; 289 766 nüf. (1990) (hemen hemen tümü İtalyanca konuşur). Merkezi Bellinzona. Monteceneri boğazı, kantonu Yukarı ve Aşağı Ticino olm ak üzere ikiye ayırır. Bil­ lurlu kütlenin (Ticino Alpleri) eteklerinde uzanan Yukarı Ticino, sarp ve derin tek­ ne vadilerle (Leventina ve Riviera [Ticino] vadisi, Blenio vadisi, M aggia vadisi) he­ men hemen K.-G. doğrultusunda uzanan paralel sırtlarla yarılmıştır. D ördüncü Za­ man buzul aşındırmasının sonucu olan bu vadiler eski bir fiyord olan M aggiore g ö ­ lüne açılır. Aşağı Ticino, Lugano çevresin­ de bir ovalar, göller ve yükseklikler karma­ şasıdır. Günyönüne bakması ve yükselti farklılıkları hem önemli ve şiddetli (1,5-2 m) yağışlara, hem de göllere yaklaşıldıkça,



11527



dram larına (Leben und Tod der heiiigen Genoveva, 1799; Kaiser Octavianus, 1804; Fortunat, 1815-16) rom antizm in ti­ yatro sanatına getirdiği tüm yenilikleri kattı. Tieck, 1812’de Ulrich von Lichtenstein'ın Frauendienst’i gibi O rtaçağ yapıtlarının çağdaş almancaya uyarlamalarını yayım­ ladı, XVI. ile XVII. yy.'lara özgü “ Alman tiyatrosu" ile ilgili bir kitap yazdı (1817). Av­ rupa'ya yaptığı birçok yolculuktan sonra D resden'e yerleşti (1819) ve “ şiirsel gerçekçilik” tarzında öyküler yazdı (Der Aufruhrin den Cevennen, 1826; Der Junge Tischlermeister, 1836). Son yapıtların­ da W. Scott ve Manzoni'den etkilendi (Vittoria Accorombona, 1840). Prusya kralınının çağrısı üzerine 1842’de Berlin'e dön­ dü.



Viard-Explorer



Ticino kantonu Lugano gölü kıyısındaki Morcote yerleşmesi



yum uşak kışlara ve sıcak yazlara yol açar. Yarı akdeniz yarı karasal özellikler taşıyan '^lim, vadilerde mısır, sebze, tütün, bağlar, meyve ağaçları (cottura promiscua) yetiştirme olanağı verir ve her mev­ simde Maggiore ve Lugano göllerine çok sayıda turistin (turistlerin çoğu Sankt Gotthard'dan geçen karayolu ve demiryolu aracılığıyla Alpler'in ötesinden gelirler) ak­ masını sağlar. Bu önem li turizm etkinliği karşısında, küçük işletmelerin ağır bastı­ ğı bir sanayi (yün, hazırgiyim, tütün, sa­ atçilik, kimya) yerel hidroelektrik donanım­ ları sayesinde yavaş yavaş çeşitlenmekte­ dir. Bununla birlikte, insanların yüksek ke­ simlerden göçm esi, uzun süre güçlü bir yakın ve uzak g öçe yol açmış, bu göçün d oğ urduğu boşluk daha büyük boyutlar­ da gerçekleşen dışardan gelen göçle (ço­ ğu İtalyan) giderilm iştir —Tar. Ticino kantonu, 1803'te Bellinzona ve Lugano kantonlarının birleşmesiyle oluştu. T İ C İ N U M . Tar. coğ. Gallia Cisalpina'da kent, insuberler ülkesinde. Büyük bir ro­ ma municipium'u, sonra Lom bardlar’ın bir merkezi oldu. G ünüm üzde Pavia. T İC K E T a. (amerikanca söze.). Siyas. bil. A B D ’de, her iki partiden gösterilen Baş­ kan ve Başkan yardımcısı adaylarından oluşan ikili.



Tiencin’den bir görünüm



T İ C L İO b o ğ a z ı, Peru'da boğaz, Lima' nın 100 km. kadar K.-D.’sunda, 4 781 m yükseltide. Lima-Huancayo demiryolu bu­ radan geçer. Dünyanın en yüksekteki de­ miryollarından biridir ve 1870’te Henry M eiggs tarafından yapılmıştır. Fiorepress



T İD A L sıf. (ing. tide, gelgit’ten). Denizbil. G elgite ilişkin. (Terim daha çok bileşik hal­ de kullanılır; örneğin, kotidal, gelgitin ay­ nı zam anda m eydana geldiği yerleri bir­ leştiren eğri; enfratidal, denizin en çok çe­ kildiği sırada sulardan çıkan kıyı kesimi; entertidal, gelgitarası" kıyı kesimi; supratidal, denizin en çok kabardığı sırada su­ larla örtülen kıyı kesimi. Bazı latin ülkele­ rinde bu terimin yerine mareal [gelgitsel] terimi kullanılması önerilmektedir.) T İD A N U , Mezopotamyalılar'ın Am urrular'a ve ülkelerine verdikleri ad. İ.Ö. I. binyıl'da Arabistan'ın kuzey-batı'sına verilen D e d a n ' adı bu kökten gelir. T İD İK E L T , Cezayir Sahrası’nda (Tamengest vilayeti) bölge, Tademayt platosunun G.’inde; 25 000 nüf. Başlıca merkezi in Salah. Tidikelt az gelişm iş bir dizi vahayı bir araya getirir. T İD İR H İN (Cebel), Kuzey Fas'ta dağ, Rif sıradağlarının en yüksek noktası; 2 456 m. T İD O R E , M olük adalarında (Endonez­ ya) volkanik ada, ekvatorun K.'inde; 116 km 2; 27 700 nüf. Konisi ço k düzenli sön­ m üş bir yanardağın (1 730 m) yükseldiği adanın iç kesimleri orm anlarla kaplıdır. XVI. yy.'dan beri Güney-Doğu Asya takım­ adalarının en ünlü baharat adalarından biridir. Adada pirinç, mısır, kahve, kopra üretilir. T İE -B R E A K a. (amerikanca söze.). Spor. Teniste, bir sette, iki oyuncunun (ya da iki çiftin) daha önce altışar oyun kazanması durum unda, seti kazananı belirleyecek oyuna verilen ad. — A N S İK L . Seti kazanacak oyuncu (ya da çift) en az 2 puan üstünlükle 7 puana ilk ulaşan taraftır (bu puan farkı elde edile­ ne kadar oyun sürdürülür); taraflardan biri ilk puanı alır, daha sonra servis iki puan­ d a bir el değiştirir; oyuncular 6 puanda bir alan değiştirirler. T İ E C K (Ludwig), alm an yazar (Berlin 1773 - ay. y. 1853). Franz Stembalds Wan­ derungen (1798) gibi bazı ilk yapıtlarında, arkadaşı Wackenroder’in romantizminden etkilendi. 1799'da Jena'ya yerleşti ve Schlegel kardeşler, Novalis gibi birçok genç şairle birlikte “Jena rom antikleri” topluluğunu kurdu. Alm an romantizmini, yabancı yazarlardan da esinlenerek, fan­ tastik edebiyata, Ortaçağ Almanyası’nın eski efsanelerine doğru yönlendirdi. Fran­ sız Ortaçağı'nı inceledi, Don Ouijote'y'ı almancaya çevirdi (1799-1801) ve A. W. von Schlegel'in Shakespeare’i çevirm esine yardım etti. Esininin bu yönü,-Phantasus (1812-1816) adlı kitapta topladığı Der blon­ de Eckbert (1796), Der gestiefelte Kater (1797), Der getreue Eckart und die Tann­ häuser (1799) gibi dram atik m asallarda belirir. H içbir zam an oynanm am ış olan



T İE D E M A N N (Dietrich), alm an filozof (Brem ervörde 1748 - M arburg 1803). Kant'a karşı çıktı, W olffun ilkelerini savun­ du ve Locke’un öğretisine yakın bir tavır aldı. R uhbilim in gelişm esine katkıda bu­ lundu. Başlıca yapıtı: Untersuchungen Cıber den Menschen (insan üstüne araş­ tırmalar) [1777-78], T İ E İO N . Tar. coğ. A n a do lu ’nun Batı Ka­ radeniz kıyısında, Bithynia İle Paphlagonla bölgelerinin sınırında kent; Zonguld ak'ın 23 km kadar K.-D.'sunda, Filyos (antik Billalos) çayının ağzındaydı. Kimi kaynaklarda Tios, Tion, Teion olarak da geçen kent, İ.Ö. IV. yy.'da komşusu Herakleia Pontika'ya bağımlıydı. Daha sonra kraliçe Amastrls Sesamos, Kyotoros, Tieion ve Kromna'yı birleştirerek kendi adıyla anılan kenti kurdu (İ.Ö. IV. yy. sonu). İ.Ö. 280'de Bithynia kralı N ikom edes'in, İ.Ö. 189'da Bergam a kralı Eumenes'in, daha sonra da Pontos kralı M ithridates Vl'nın eline geçti. Pompeius kente bir ölçüde özerklik tanıdı. İ.Ö. IV- İ.S. III. yy.’lar ara­ sında para bastı. Yörede çeşitli dönem ­ lerden yapı kalıntıları bulunm aktadır (or­ taçağ surları, iki hellenistik kule, tiyatronun bir bölümü, sukemerleri, absidalı, çokkapılı, peristylonlu bir yapı, lahitler). T İ E L , H ollanda'da (Gelderland) kent, Waal'ın sâğ kıyısında; 28 300 nüf. Besin sanayileri (reçel). Konserve kutuları. Kim­ ya. Cam fabrikası. Kereste sanayisi. T İE L K E (Joachim), alman lütiye (Königsberg 1641 - H am burg 17)9). 1662'de Brescia’daydı. 1665'te H am burg'a yerle­ şerek öm rünün sonuna kadar burada ça­ lıştı. Ç ok çeşitli çalgılar yaptı: lavtalar, ke­ manlar, cepkem anları, viollar, baritonlar; ama günüm üzde daha ço k gitarlar ve özellikle de viola di gam ba yapımında çok verimli olduğu anlaşılmaktadır (yaklaşık 140 çalgısı günüm üze kalmıştır). Üslubu çok ince, çalgıları ustalıkla işlenmiştir Burguluklarda kadın ve hayvan başları, per­ deliklerde, kuyruklarda, hatta fonlarda ne­ fis marketriler kullanır. Tielke barok döne­ m inin belki de en b üyük çalgı yapımcıla­ rından biridir. T İE L T , Belçika'da kent, Batı Flandre'da arrondissement merkezi, Gent'in G.-B.'sında; 19 100 nüf. Tekstil. Metalürji. Besin sa­ nayileri. T İE M A N N İT a (öz a Tiemann'dan). Miner. Kübik sistemde yer alan, HgSe for­ m ülündeki doğal cıva selenür. T ia n ’a n m ı n ya da T ta n ’a n m a n , Pe­ kin d e büyük meydanın adı. T İ E N C İN ya da T İ A N J İ N , Çin'de kent, Kuzey Çin'in başlıca limanı, Hai Hı'nın ağzında; 5 700 000 nüf. (1990). Pekin t Şanghay gibi, 4 000 km2'lik bir alanı ‘piayan, 8 785 000 nüfuslu, d oğ ­ rudan me rkezi hükümete bağlı bir 'b ele ­ diye b ölgesi' oluşturur (onun yerine Şiciacuang, Hıbei ilinin merkezi oldu). Eski çin kenti 1858'de yabancılara açık m odern bir kentin eklenmesiyle ge­ nişledi; 8 ulusal imtiyaz bölgesine ayrı­ lan yeni kent, kısa sürede büyük bir tica­ ret ve sanayi merkezi oldu. Korkunç taş-



kınlara yol açan kumların doldurduğu Hai Hı elverişli olm adığı için Japonlar'ın yap­ tığı Tanggu önlimanını Çinliler 1952-53'te genişlettiler. Tiencin böylece Çin'in ikinci limanı (Şanghay'dan sonra) ve üçüncü imalat merkezi (Şanghay ve Şınyang’dan sonra) oldu. Var olan etkinliklere (tekstil, besin, kimya [deniz tuzu sayesinde]), trak­ tör, ağır araç, Diesel m otorlar araç-gereç fabrikalarını besleyen b ir dem ir-çelik kompleksi eklendi. —Tar. Tiencin antlaşmalarımla (26 ve 27 haziran 1858) ingilizler, Fransızlar, Am eri­ kalılar ve Ruslar, on bir yeni çin limanı aç­ m a (Tiencin, Nankin vb.), Yangzi Ciang ır­ m ağında H ankou’ya kadar gem icilik yap­ ma, yargı ayrıcalıkları vb. haklar kazandı­ lar. Bu antlaşmalara uyulm ayınca mütte- • fikler 23 ağustos 1860'ta Tiencin'i işgal et­ tiler. Çin'in Annam ve Tonkin* üstündeki haklarından Fransa yararına vazgeçtiği antlaşm alar da Tlencin'de imzalandı (11 mayıs 1884 ve 9 haziran 1885). Bokserler ayaklanm asından sonra kent uluslar­ arası bir komisyon tarafından yönetildi (1900-1907). Yabancılara verilmiş olan ay­ rıcalıklar, 1941'de Japonlar tarafından uy­ gulam adan kaldırıldı. Bu ayrıcalıklar ABD ve Büyük Britanya için 1943'te, Fransa için 1946'da, İtalya için de 1947’de yasal ola­ rak sona erdi. T İE N Ç İ -



ŞİZONG.



T İE N E N , Belçika'da (Brabant) kent, Grote Gete (Büyük Gete) kıyısında, Louvain' in D.’sunda; 32 500 nüf. Özellikle gotik dö­ nem den (heykeller, mobilya) kalma kilise­ ler. Ticaret, turizm ve sanayi (şeker rafine­ risi, kimya sanayisi, makine yapımı, teks­ til) merkezi.



T IÉ N G İA N G , Vietnam 'da il, Nam Phân'da; 2 364 km2; 1 .4 8 4 000 nüf. (1989). Merkezi My Tho. T İ E N " H Â İ T y a d a T İ A N H A N , çinli oyun yazarı (Çangşa 1898 - 1968). Nanguo (Güney) dergisinin, sonra 1928’de ay­ nı adlı derneğin yöneticiliğini yaptı. Ülke­ nin batı kesiminde konuşulan dilde yazı­ lan tiyatronun öncüsüdür. 1920-1940 ara­ sında ço k sayıda piyes yazdı (La Tragé­ die au bord du lac [fr. çev.]), 1949'dan sonra tarihsel konulara yöneldi.



T İE N Ş A N ya da TİA N SH A N , Or­ ta Asya'da yüksek dağlar, D.'dan B.'ya doğru, Şinciang'ın K.'inde yaklaşık 3 0 0 0 km boyunca uzanır (önemli bölümü Kırgızistan topraklarında kalır). Sıradağ­ ların Kırgızistan topraklarında uzanan bölümü Han-Tengrl dağoluş odağında (Pobyedıy doruğunda 7 439 m) başlar. Kaz ayağı biçim inde Aral-Hazar çökün­ tüsü yönünde uzanır; Isık-Kul'un K.'lnde Zanlıy Alatavı ve Kungey Alatavı, Kırgız sıradağları ve Karatav İle devam eder. Isık-Kul'un K.'lnde hâlâ 5 000 m'ye yak­ laşan yükselti (Alma-Ata'nın G.'inde 4 951 m) B.'ya doğru yavaş yavaş alçalır. G .’de başka yükseklikler havzayı kaplar. — Dağc. Keşif çalışmalarına 1857'de rus Semenov, 1902'de alman Merzbach g i­ rişti. Dağcılık seferleri Yınıylçek buzulu bölgesinin tanınmasıyla ancak 1929’da başladı. Han-Tengri'ye 1931 'de, Pobyedıy doruğuna 1956'da tırmanıldı T İ E N Ş U E İ ya da T İ A N S H U İ, Ç in'de (Gansu) kent, Vei Hı kıyısında; 234 700 nüf. (1990). Irmak sayesinde sulanan havzanın tarım merkezi. Tekstil ve keres­ te sanayisi. T İE N T A a. (isp. söze.). Boğa güreşinde üreme için ayrılmış dişi ve aygır boğala­ rın savaşma niteliklerini ölçen sınama. T İE N T O a. İtalyan r/cercare’sinin karşılı­ ğı olan ve kanon taklidine dayanan, XVI. ve XVII. yy.'lara özgü, İspanyol enstrüman­ tal m üzik biçimi. T İE P O L O , XI. yy.’dan beri tanınan Vene­ dikli aile. Başlıca temsilcileri şunlardır: GiACOMO (öl. Venedik 1249’a doğr), Kandiye dükü (1208-1216), İstanbul podestası



(1219) ve d oge (1229-1249). Yurttaşlık sta­ tülerinin yazımını yapan kurula başkan­ lık etti (1242). Kandiye isyanını bastırdı (1230), Ferrara’yı kuşattı ve Friedrich II’ nin kışkırtmasıyla ayaklanan Zara’yı geri aldı (1242). 1249’da yurttaşları tarafından görevinden ayrılmak zorunda bırakıldı. — LORENZO (öl. 1275), öncekinin oğlu, Pa­ dova (1264), Fermo (1266), Fano (1268) podestalığı yaptı, doge oldu (1268-1275). — GİACOMO Di LORENZO (öl. Venedik 1290’dan sonr), öncekinin oğlu. Zara kon­ tuyken 1289’da d oge seçildi, am a bu gö­ reve Pietro Gradenigo'yu getirmek isteyen Büyük m eclis'in muhalefeti karşısında kaçmak zorunda kaldı. — BAİAMONTE (öl. Venedik 1328'e doğr.), öncekinin oğlu. Queriniler'le birlikte komplo kurdu, kom p­ lo başarısızlığa uğrayınca kaçtı. Kom plo­ cuların girişimi Onlar* m eclisi’nin kurul­ masına yol açtı. ■ T İE P O L O (Giovanni Battista ya d a Gi­ ambattista), İtalyan ressam ve gravürcü (Venedik 1696 - M adrid 1770). Gregorio Lazzarini ve Piazzetta'nın öğrencisiydi; il Veronese ve S. R icci'nin etkisinde kaldı. Saydam ve açık renkleri dikkate değer bir biçim de kullanarak, hiç zorlamasız yapıt­ lar ortaya koyan sanatçı, İtalyan okulları­ nın son büyük temsilcisi olarak kabul edi­ lir. Gençlik dönem inin (1720’ye doğr. - 1728) en önemli yapıtı Udine başpisko­ posluk binasını süsleyen fresklerdir (1727 -28); sanatçı, daha o zaman, seyircinin beğenisini kazanan, dolambaçsız ve yalın, çok yeni kompozisyon biçimlerinden yarar­ lanmıştır Olgunluk döneminde (1729-1760) Tiepolo'ya birçok sipariş verildi. Milano'da üç saray, Venedik'te S. Maria dei Gesuati’ nin tavanı (Aziz Dominicus’un zaferi, 1737 -1739), Labia sarayı (1747-1750), Würzburg’ da Residenz’in salonu ve büyük şeref mer­ diveni (Friedrich Barbarossa'nın yaşamın­ dan sahneler; Olympos, 1750-1753) ya da Vicenza yakınında villa Valmarana (1757). Madrid Krallık sarayı’nın süslemeleri (1762 -1766) sanat yaşamının doruk noktasını oluşturur, il Veronese geleneğinde büyük boy dinsel ve dindışı sahnelerden oluşan bu dekorasyon çalışmaları, sanatçının, meslek yaşamı boyunca, dinsel tablolar, düşsel figürler ve mitolojik diziler de yap­ masını engellememiştir Tüm bu yapıtlar, bir önceki yüzyılda Rubens’in çalışma yönte­ mini anımsatan olağanüstü güzellikte tas­ laklarla hazırlanmıştır. Tlepolo'nun üslubu desen ve tasarım açısından görkemli, renk ve ışık etkileri bakımından da zariftir. Biçim­ lerin mekân İçinde eklemlenmesinin yarat­ tığı hassas sorunları çözmekte görülen us­ talık ve çoğu kez konunun alegorik özünün ötesine geçen biçim güzelliği arayışı büyük hayranlık uyandırır Ustanın grafik yapıtları da bol ve değerlidir (aralarında 10 Scherzi ve 24 Caprici dizilerinin de yer aldığı ofortlar ve desenler).



T İE P O L O (Glovan D om enlco ya da Giandom enico), İtalyan ressam ve gravür­ cü (Venedik 1727 - ay. y. 1804), Giovanni Battista Tiepolo'nun oğlu. Genç yaşta onun öğrenci ve yardımcısı oldu. Yapıtı, birçok deseninin konusu olan çağdaş ya­ şam dan sahneler ile im gelem ürünü ko­ nuları işlerken gösterdiği önrom antik fan­ tezisiyle babasınınkinden ayrılır (Menuet, Felçliyi sağıltan İsa vb., Louvre). — Kardeşi LORENZO (Venedik 1736 - M adrid 1776) ressam ve pastelciydl. T İe r r



a de



C



am po s



-



Giovanni E Apollon'un Bourgognelu Beatrix7 Friedrich Barbarossa'ye tanıştırması (1750-1753) Residenz’deki (Wurzburg) Kaisersaal’in tavanını süsleyen fresk



campos



.^ T İE R R A D E N T R O , Kolombiya'da, San* Agustín bölgesinin K. ve B.'sında, M ag­ dalena ırmağının kaynağı yakınında, İ.S. 5 0 0 ’e doğru ortaya çıkan bir kültüre adı­ nı vermiş olan arkeolojik alan. Yumuşak kayanın içine, tavanı kubbe biçiminde, yu­ varlak ya da oval planlı büyük mezar oda­ ları oyulmuştur; duvarlara geom etrik m o­ tifler ya da insan yüzü resimleri yapılmış­ tır. Burada ayrıca, çeşitli seramikler ve San Agustfn'dekilerden daha gerçekçi özellik­ ler taşıyan taş heykeller de vardır. T ie r s ó t a t , Fransa’da Ancien Régime dönem inde, din adamları ve soylular sı­ nıfına m ensup olmayan ve krallığın üçün­ cü sınıfını oluşturan kişilerin tüm ü. Krallı­ ğın ayrıcalık sahibi ilk iki sınıfı olan din adamları ve soylulardan farklı olarak, tiers état’nm hiçbir ayrıcalığı yoktur. Tiers état hukuki bakım dan bir bütün oluşturduğu halde, uygulanan görevin saygınlığına bağlı olan bir heyararşiye sahiptir. Böyle­ ce, adliye ve maliye memurları, üniversi­ te m ezunlan, doktorlar, avukatlar, maliye­ ciler ve iş adamları, tüccarlardan, eczacı­ lardan, işçilerden ve zanaatkârlardan ön­ ce gelirler; şehir ve kırlardaki kol işçileri (ya da vasıfsız işçiler), işsizler ve dilenci­ ler sıralamanın en sonunda kalır. Ancien J.-P. Tihay



Tierradentro duvarları geometrik motiflerle süslü mezar odası



eski abece



bugünkü abece



değer



arapça karşılığı







â



!



b



w »



g



d



I o I



1 A



n u



t



©



□ V



m ©b X



X



»



n vu



a



d







:



h



s



II



!



V



i



UJ



XX



z



j



> -



-t-3



t



i



N



Z



5



î.y



ıı



•:







II



1







m



ir



n



o



^



$



III



=



a



»



o







d LT



s



i d°



ş



O



W M







C3 S3 +



+



Ö



k



...







X



r



9



:



X



o



J



n



1







X



k



r Ş



L



t



_



][ » 1 1—1



ş H



f



V



c



-r



"1"



.i.



imi



m



#



I



z



XX • :



TİFİNAGH ABECESİ



Tlflıs Narikala kalesinin eteğindeki (V.-VI. yy.) eski kent



O



z



3 H



r



c h







TL i J3 TL t



Régime’in sonuna kadar, tiers état m en­ supları birçok çelişkiyle karşı karşıya kal­ dılar. Devrim, halk sınıflarının kırlardaki ve şehirlerdeki dayanışmasını, eşraf arasındaki bağları ortaya çıkardı. Tiers état yalnızca "tem sil e d ild iğ i" kabul edilen taşra yönetim lerinde ve états généraux'da siyasal bir güce sahipti. Köy-



lû kesimin ve şehirlerin yoksul halkının taş­ ra yönetimlerinde (Pyrénée bölgesi hariç) temsilcileri yoktu; anayasası açıkça aris­ to kra tik olan bu m eclislerde (Languedoc hariç) genellikle kullanılan, kişi sayısına göre oylam a ya d a Bretagne'da uygula­ nan toplum sal tabakalara göre oylam a yöntemi, tiers état'yi ayrıcalıklı kesimlerin ia d e s i karşısında çaresiz bırakıyordu. Etats généraux'da tiers état tem silcilerin­ d en çoğu, krallık görevlileri ya da hukuk­ çulardı: 1614-15 états généraux’sunda, ti­ ers état, aynı zam anda soylu ya d a senyörlük sahibi olan 187 temsilcinin yanı sı­ ra (187 tem silciden 31'i soylu, 72’si senyörlük sahibi), 114 subay, 18 belediye m e­ muru, 30 avukat, 2 tü cca r ve 1 işçi tem ­ silciye sahipti; şu halde bir kısmı soylulaşan ya d a soylulaşma yolunda olan " b ü ­ rokrasi burjuvazisi” tiers état'yi “ temsil ediyordu". XVI. yy.’ın états généraux’sun­ da bakış açısının ve siyasal anlayışının üs­ tünlüğüyle dikkati çeken bu burjuvazi, ya­ sama sistemi üstünde etkili oldu: sonuç olarak, Orléans (1561), Moulins (1566) ve Blois'da (1579) çıkarılan önemli kararna­ melerle, Orléans (1560-61) ve Blois (1576 -77) états généraux’sunda tiers état’nin şi­ kâyetleri kısmen de olsa dikkate alındı. Ay­ rıca yerel yönetim ve taşra düzeyinde XV. ve XVI. yy.'larda tiers état temsilcileri g e ­ leneklerin düzenlenm esinde ve yeniden gözden geçirilm esinde oldukça etkin bir rol oynadılar. Yüzyıllar boyunca tiers état monarşik sistemi savundu ve özellikle 1614-15 états généraux'sunda din adamları ve soylular sınıfının direnişlerini ve isteklerini bastır­ m ak için krallık yönetim ine destek oldu. Fakat 1789 états généraux'sunda tiers état, aralarında yaklaşık 2 0 0 avukat, 1 0 0 kadar tüccar, sanayici ve bankacı, 3 kili­ se adamı (Sieyes başpapazı) ve 11 soy­ lunun (M irabeau gibi) da bulunduğu 578 temsilcisiyle, yeniliklere öncülük etti: "ana­ yasal devrim", ona hâkim olan kanun adam larının eseri olacaktı.



T İE T A R , ispanya'nın orta kesim inde ır­ mak, Tajo'nun kolu (sağ kıyıdan); 165 km. Sierra de Gredos’un kuzey rüzgârlarından koruduğu vadisi sulanır ve burada çeşitli ürünler yetiştirilir (meyve ağaçları, bağ, pamuk, tütün).



T iE T Ê , Brezilya'da ırmak, Sâo Paulo eyaletinde; 1 120 km (havzası 70 990 km2). Eyalet merkezinden geçer Serra do M ar'dan doğar, B.’ya doğru yönelir ve Paranâ'ya katılır. Söm ürge dönem inde Bre­ zilya’nın içlerine ulaşma yolu oluşturan Tietê, çağlayanlar arasında yer yer seyire elverişlidir. Elektrik üretimi için kısmen do­ natılmıştır.



T İE T Z E (Andreas), avusturyah türkolog (Viyana 1914). Viyana Üniversitesi'nde ta­ rih ve d oğu dilleri okudu. Doğu Avrupa Tarihi enstitüsü’ nde asistan oldu. Türkiye' de araştırmalar yaptı (1935-1936). Viyana Üniversitesi'nde doktorasını verdi (1937). İstanbul Üniversitesi yabancı diller oku­ lu'nda alm anca ve İngilizce okutmanı ola­ rak çalıştı. Illinois Üniversitesi'nde türk dili doçenti, Kaliforniya Berkeley üniversitesi’nde profesör oldu. Viyana Üniversite­ si'nde, konuk profesör olarak Boğaziçi üniversitesi'nde ders verdi. Başlıca yapıt­ ları: The Lingua Franca in the Levant (Ya­ kındoğu'da konuşulan frenk dilleri, Henry ve Renée Kahane ile birlikte, 1958), Tur­ kish Literary Reader (Türk edebiyatı oku­ ma kitabı, 1964), The Koman Riddles and Turkish Folklore (Kuman bilm eceleri ve tü rk folkloru, 1966) vd.



T le tz e sendrom u (alman cerrah Alex­ ander Tietze'nın [1864-1927] adından). Göğüskem iğini sağ ya da sol kaburgaya (çoğunlukla ikinci kaburga) bağlayan kı­ kırdak düzeyinde duyulan ağrılı kaburga kıkırdağı şişmesi. Genel durum da bozuk­ luk yaratmaz. O ldukça sık görülen ve g e ­ nellikle birkaç ayda iyileşen tehlikesiz bir hastalıktır. Ağrıları azaltmak için bazen ye­



rel olarak iltihap önleyici ilaçlar şırınga et­ mek yararlı olur.



T İF D R U K a. (aim. Tiefdruck). ÇUKURBASKI’nın eşanlamlısı.



T İF F A N Y (Charles Lewis), amerikalı ku­ yum cu (Killingly, C onnecticut, 1812-New York 1902). 1837'de New York'ta kurdu­ ğ u firma, güm üş ve fantezi eşya yapımıy­ la dünyaca tanındı. Mokameya'yı ilk kul­ lananlardan biridir.



TİF F A N Y (Louis Comfort), amerikalı de­ koratör ve cam sanatçısı (New York 1848 - ay.y. 1933), Charles Lewis Tiffany’nin oğ­ lu. Önceleri ressamlık yaptı. 1878'de süs­ leme sanatları ve cam sanatları alanında etkinlik gösteren bir firm a kurdu. Yaklaşık 1890’dan başlayarak, Bing ile birlikte, vit­ rayları, vitraylı abajurları, sedef etkisi ya­ ratan birkaç katm andan oluşan, üfleme yöntemiyle yapılmış bitkisel esinli, filigranlı, cam vazolarıyla A vrupa’daki A rt* nouve­ au üzerinde büyük etkisi oldu. Bu ürün­ ler sanayi üretim ine de elverişliydi.



TIFFE N E A U (Marc), fransız kimyacı, he­ kim ve eczacı (Mouy, Oise, 1873 - Paris 1945). M oleküler yer değiştirmeler, stereokimya, asimetrik sentez üzerindeki çalış­ maları sayesinde neofedrin, analeptik aminler, mevzii anestezikler gibi önemli te davi gücüne sahip m addeler keşfetti. Ab­ régé de pharmacologie (Özet farmakoloji) adlı bir yapıt yayımladı. Paris Tip fakültesi dekanlığı yaptı (1937), Bilimler akademisi üyeliğine seçildi (1939).



(T İF İN A G H



a. Tuaregler’in kullandığı abece (genellikle, arapçaya öykünülerek sağdan sola yazılır). Tifinagh, İ.S. II. yy.'dan beri Kuzey Afrika’da çeşitli berber lehçelerinde kullanılan bir yazının kalıntı­ sıdır.



TİFLE K TA Z İ a. (fr. typhlectasie). Patol. Körbağırsağın genişlemesi.



-T İF L İS , Gürcistan'ın başkenti; 1 260 tXX) nüf. (1989). İ.S. IV. yy.'da kurulan kentin adı sıcak kükürtlü sulardan (tbili, gürcü dilinde "sıcak" dem ektir) gelir. Yu­ karı Kura'nın iki kıyısında yer alan kent, vadiye egem en tepelerle yüksekliklerde uzanır. Kalenin eteğinde kurulmuş eski kentin yanında, daha işlevsel bir kent merkezi düzenlenm iş ve m odern kentçi­ lik ilkelerine göre birçok semt kurulmuş­ tur. Kent içi ulaşımını düzenlem ek İçin bir metro yapılmıştır. Tiflis, başkent ola­ rak yüklendiği siyasal yönetimsel işlevle­ ri dışında, aynı zamanda, bir kültür ve bilim m erkezidir. Gürcistan'ın başlıca sa­ nayi merkezi olan kentte çeşitli sanayi kolları gelişm iştir (takım tezgâhları, teks­ til ve besin fabrikaları). —far. Kentin kökeni ¡.S. IV. yy.'a uzanır. VI. yy.'dan başlayarak Kartli’nin merkezi olan kent, Bizans ile Sasaniler arasında birkaç kez el değiştirdikten sonra, VII. yy. ortala­ rında m üslüm an A raplar tarafından ele geçirildi. Kurucu David dönem inde 1122’ den sonra birliği yeniden sağlanan Gür­ cistan krallığı'nın başkenti oldu, XII.-XIII. yy.'larda iktisadi (ticaret ve el sanatları) ve kültürel gelişm e dönem ine girdi. 1234'te M oğollar'ın 1396'da Tim ur'un tahrip etti­ ği kent, daha sonra Akkoyunlular'ın, 1522/23'te İran'a egemen olan Safeviler'in eline geçti. Osmanlı imparatorluğu ile İran arasında çekişm e konusu oldu, 1578 -1603 ve 1723-1734 tarihleri arasında osmanlı egem enliğinde kaldı. 1795'te Ağa M uham m et Şah tarafından yakılıp yıkılan Tiflis, Gürcistan'ın 1801'de Rusya'ya b ağ ­ lanm asından sonra Gürcistan'ın yönetim merkezi, 1845’te Kafkasya genel valiliği­ nin merkezi ve rus garnizonlarının bölge­ de yerleştiği başlıca kent oldu. Dem iryo­ lunun bölgeye ulaşmasıyla kentte sanayi gelişti ve nüfusu 1897'de 160 000'e ulaş­ tı. 1890 yıllarından sonra B akü'nün yanı sıra, Kafkasardı'nda devrim ci hareketin başlıca merkezlerinden biri durum una geldi. Bir süre (mayıs 1918 - şubat 1921) bağımsız Gürcistan'ın başkenti olan kent.



1936'ya kadar neredeyse hiç aralıksız bir biçim de Kafkasardı'nın yönetim merkezi olarak kaldı. —Arkeol. 490'a doğru eski Merkez Mtsheta'nın yerini alan kent, Vahtang Gorgaslani (452-502) ve ardılı Daçi dönem lerin­ de birçok anıtla süslendi. Narikala kalesl’nin (Şuri Tsihe) kalıntıları, keşiş aziz Da­ vid kilisesi, aziz Şuşani’nin (458'de martyr edildi) mezarının üzerine kurulan ve moğol tahribatından sonra XIII. yy.'da onarı­ lan Metehi kilisesi bu dönemdendir. VI. -VII. yy.'larda haçvari bir plana göre yapı­ lan Sion katedrali, b irçok kez elden geçi­ rildi. Aşağı kentte ise, Ançishati bazilikası yükselir; bu yapının yalnızca dışı VI. yy.'dan kalma özgün görünüm ünü koru­ muş, içi XVII. yy.’da yeniden düzenlenmiş­ tir. Müzeler arasında, Gürcistan sanatları müzesi ile (dinsel sanat koleksiyonları) Gürcistan Djanaşya devlet müzesi (zengin arkeolojik buluntular) sayılabilir.



TİFLO G R A F a. (fr. typhlographe). Kör­ lerin yazı yazmasına yarayan araç.



T İF L O K O L İT a. (tr. typhlocolite). Patol. Körbağırsak koliti.



TİFLO M E G A L İ a. (fr. typhlomégalie). Patol. Körbağırsak hipertrofisi.



T İF L O P E K S İ a. (fr. typhlopexie). Cerr. Körbağırsağı sabitleştirme ameliyatı.



TİFLO S O L İS a. (fr. typhlosolis; yun.



lyphlos,



kör, ve soten, boru, kanal'dan). Yersolucanlarının bağırsağının sırt ortasın­ da boydan boya uzanan ve epitelyum yü­ zeyini artırmaya yarayan klorogojen hüc­ relerle dolu girinti.



TİFLO S T O M İ a. (fr. typhlostomie). Cerr. Körbağırsağı deriye ağızlaştırma ameliyatı.



TİFO a. Patol. 1. Salmonella typhi (Eberih



basili) ya da S. paratyphi'nm (paratifo ba­ sili) neden olduğu bulaşıcı hastalık. (Eşanl. KARAHUMMA.) [Bk. ansikl. böl ] — 2. Tifo basili, EBERîh BASİLİ'nin eşanlamlısı. —ANSİKL. Bulaşma, ya kirli suların içilme­ siyle ya da daha sık görüldüğü gibi m ik­ roplu besinlerin (çiğ meyve ve sebzeler, süt ve kremalar, kabuklu deniz hayvanlan) yenilmesiyle olur. Bağırsak çeperi en­ gelini aşan mikroplar, önce bağırsaklarda­ ki lenf oluşum larına yerleşir, sonra da d o ­ laşan kana karışıp septisemiye yol açar­ lar. Hastalıkta asıl önemli rolü oynayan et­ ken, m ikropların parçalanm asıyla açığa çıkan endotoksinlerdir. 10 ila 15 günlük bir kuluçka süresini izleyen yayılma dönemi sinsidir: baş ağrıları, uykusuzluk, baş dön­ meleri, burun kanamaları, sindirim bozuk­ lukları, gitgide yükselen ateş. Bu evrede, teşhis her şeyden önce salmonella cinsi m ikrobu belirlemeye ve neden olan türü (Salmonella typhi ya da S. paratyphi) sap­ tayacak olan kan kültürüne dayanır. Has­ talık tam olarak yerleştiğinde, 8 . günden itibaren, klinik muayene genellikle teşhisi doğrurlar: 40°'lik ateş, dalgınlık, dalak bü­ yümesi, karında pem be lekeler, ishal. Hastalık ancak lenf sistemine sızabilen antibiyotiklerle (ampisilin ve türevleri, kloramfenikol, sulfatrimetoprim) tedavi edile­ bilir. Tedavi altında dahi ihtilatlar (bağırsak kanama ve delinmeleri, safra kesesi ilti­ hapları, miyokardit ve perikarditler, ansefalitler) görülebilir. Teşhis, 2. haftadan itibaren, m ikrobun kan ya da dışkı kültüründe belirlenmesiyle konabilir. Orta derecede etkili olan bir aşısı var­ dır (tifo aşısı). Ayrıca sağlık koşullarının iyi­ leştirilmesiyle tifonun önlenmesi birinci de­ recede önem taşır.



TİFO B A S İLO Z a. (fr. typhobacillose). Genel belirtileri ve klinik görünüm ü tifoya benzeyen akut verem türü.



T İF O Z a. (fr. typhose). Vet. Kuş tifozu, Salmonella pullorum'a oldukça benzeyen Salmonella gallinarum türü bir bakterinin neden olduğu bulaşıcı ve salgın tavuk hastalığı.



T İF T İK a. (ar. teftik, yün, pam uk atmak, d itm e k ’ten). 1. Ankarakeçisinin ince, uzun, yum uşak ve parlak kılları. (Batılı ül­



kelerde moher denir.) [Bk. ansikl. böl.] — 2 . Kılkeçilerin kaba kıllarının arasında altta bulunan ço k ince ve yum uşak kıllar. (Bunların canlı hayvandan tarakla tarana­ rak çıkarılması hayvan için çok eziyetli bir işlemdir, ender uygulanır Daha ço k kesi­ len keçilerin taze derisinden taranarak el­ d e edilir, kışı şiddetli olan yerlerde başlık, eldiven ve boyun atkısı yapım ında (örgü) kullanılır.) — 3. Tiftik keçisi, ankarakeçisi, tiftikkeçi. || Tiftik tiftik, telleri birbirinden ay­ rılmış. || Tiftik tiftik olmak, tiftiklenmek. —Tekst. Aletalı çengelli tiftik, çengelli tiftik­ ten daha açık ya da daha koyu tiftiklerin harm an edilm esinden elde edilen elyaf. || Çengelli tiftik, bej ya da buna yakın renk­ teki tiftiklerin harm anlanm asıyla elde edi­ len devetüyü renkli elyaf. ♦ sıf. Tiftikten yapılmış: Tiftik hırka. Tiftik, elyaf olarak kıl ile yün arası nitelikler gösterir. Ne kadar ince, uzun ve parlak olursa o kadar m akbul sa­ yılır. Kılların inceliği 25-55 m ikron arasın­ da değişir (bir yaşında oğlak tiftiği 25 fi, 4 yaşında anaç keçi tiftiği 55 y). Renk ge­ nellikle gümüşi beyazdır. Türkiye'de deği­ şik iklim ve flora bölgelerine göre renkte de değişiklik vardır: Siirt yöresinde siyah ve kahverengi, Konya’nın dağlık yerlerin­ de sarı, Ankara ve Yozgat yöresinde krem. Tiftikkeçinin anayurdu ve en eski tiftik üretim yeri Anadolu olduğundan, bu ke­ çinin üstün ekonomik değer kazandığı ül­ kelerin başında Türkiye gelir. Dünyadaki 1 2 milyon kadar tiftikkeçinin yaklaşık ola­ rak dörtte biri Türkiye'dedir. Ondan sonra Amerika Birleşik Devletleri ve Güney Afri­ ka Cumhuriyeti gelir. Türkiye’nin tiftik üretimi, dünya tiftik üretiminin artması ve sentetik elyafın rekabeti yüzünden, hay­ van sayısına bağlı olarak yıldan yıla azal­ maktadır. 1960 yılında 10 000 tona yak­ laşan yıllık üretim, 1982 yılında 5 000 to ­ na düşmüş, 1991 yılından sonra 1 370 tonun altına inmiştir. Türkiye’de üretilen tiftiğin yarıya yakını ihraç edilir. — A N S İK L .



T İF T İK K E Ç İ a.



A N K A R A K E Ç İS İ'n in



eş­



anlamlısı.



T İF T İK L E N M E K gçz. f. Bir kumaştan söz ederken, iplikleri tel tel ayrılmak, ka­ barmak; tiftik tiftik olmak.



T İF Ü S a. (lat. typhus; yun. typhos, dal­ gınlık, uyuşukluk’tan). Riketsiyozlar çerçe­ vesine giren bulaşıcı hastalık: iki türü var­ dır, Rickettsia prowazecki nin yaptığı döküntülü tifüs ve R. mooseri'nin neden ol­ d uğu fare tifüsü. (Eşanl. LE K E LİH U M M A .) [Bk. ansikl. böl.] —Vet. Kedi tifüsü, kedinin enfeksiyona bağlı mide-bağırsak iltihabına ve akyuvar azalmasına verilen ad. || Köpek tifüsü, köpeğin hem orajik m ide bağırsak iltihabı. — A N S İK L. Savaş alanlarındaki orduların korkulu rüyası olan döküntülü tifüs, uzun zaman öldürücü olmuştur. Son salgınlar İkinci Dünya savaşı sonlarına rastlar. Hastalık hâlâ dünyanın bazı bölgelerinde etkisini gösterir (Etyopya, Burundi, G ü­ ney ve Orta Amerika gibi yerlerde). Has­ talığı yapan mikrop, bitin dışkılarından geçer ve organizm aya derideki ve muko­ zalardaki sıyrıklardan girer. Mikrobun he­ men hemen tek deposu insandır. Hasta­ lık genellikle birdenbire, titreme, 40° ateş, şiddetli baş ağrısı, bel ağrıları, konjonktivitle başlar. 2 ila 3 gün içinde dalgınlığın başlıca belirti olduğu ağır enfeksiyon tab­ losu ortaya çıkar. 4. ila 5. gün genel bir dö­ küntü görülür. Hastalık kendi haline bıra­ kılırsa olguların aşağı yukarı °/o 3 0 ’u ölüm­ le sonuçlanır. Bugün tetrasiklin türü anti­ biyotikler döküntülü tifüsün gidişini tümüy­ le değiştirmiştir. Öte yandan, haşere ilaç­ larının yaygın biçim inde kullanımı, hasta­ lık taşıyıcı bitleri öldürdüğünden, tam ko­ ruyucu olmaktadır. Fare tifüsü daha ço k yarı tropikal böl­ gelerde olm ak üzere her yerde görülen bir tifüstür. Virüsün deposu sıçanlardır, ta­ şıyıcı ajan pire, bulaştırıcı olan d a bunla­ rın dışkılarıdır. Klinik tablo döküntülü tifüs­



ten pek farklı değildir. Tedavi bun d a da tetrasiklin familyasından olan antibiyotik­ lere dayanır. Döküntülü tifüs olsun, fare ti­ füsü olsun, bugün Türkiye de dahil, g e ­ lişmiş ülkelerde görülmemektedir, şayet görülürse bildirilmesi gereken hastalıklar arasında sayılır.



T İG a. (fars. i/ğ). Esk. 1. Kılıç. — 2. Dağ



zirvesi. — 3. Işın. — 4. Tig-bend, kılıç ku­ şanan. || Tig-dar, kılıçlı. || Tig-zeban, etkili konuşan. || Tig-zen, iyi kılıç kullanan. || Tig-i abdar, keskin, sivri kılıç. || Tig-i aftab, ışık huzmesi, ışın. || Tig-i âteş-bar, ateş yağdı­ ran, keskin kılıç. || Tig-i dudesti, kuvvetli ışık. || Tig-i Efrasyab. Efrasyab’ın kılıcı, şa­ rap bardağının pırıltısı. || Tig-i güştin, et­ ten kılıç, dil. || Tig-i kûh, dağ zirvesi, d o ­ ruk. || Tig-i sitem, zulüm kılıcı. || Tig-i ze­ ban, yaralayıcı söz. — Ed. Divan şiirinde sevgilinin kaşı, kirpi­ ği, bakışı, sevgilinin cefası, âşığın sevgili­ den ayrı kalma acısı için kullanılan ben ­ zetme öğesi: ‘ 'Leşker-i fitne sana hayl-i hat u hâl yeter / Tiğ lazım değil ol gamze-i kat­ taI sana" (Yüzündeki tüyler ve benler ayaklanan bir o rdu n u nye rini tutuyor. Sa­ na kılıç gerekmez, cari alıcı yan bakışın bu işi görür) [Baki], Kılıcın parlaklığı ve çe­ liğine su verilmesi dolayısıyla tiğ ile su ara­ sında d a ilişki kurulur: "Bir âbdır ki aktığı yer lâlezar olur / Tiğin ki gülistan-ı safa cûylândır" (Öyle bir sudur ki aktığı yer lale bahçesi olur; kılıcın sanki safa gülbahçesinin ırmağıdır) [Baki], — Esk. sil. Tig-i bürran ya da Tig-i tiz, kes­ kin kılıç. || Tig-i hindi, Hindistan’da dem ir­ den yapılan bir tür kılıç. — Esk. süslem. sant. Kitap süslem elerin­ de, başlıkların üzerine, kitap kenarlarına çekilen ince çizgi ve motif.



T İG , ing. Tungsten ineri Gaz'tan (tungs­ ten eylemsiz gaz) kısaltma; ateşe dayanıklı elektrotla, koruyucu gaz altında yapılan bir ark kaynağı yöntemini belirtir.



TİG A Y T ya da TİG A YD a. (ing. to guid e ’dan). Denize. Yelkenli yatlarda yelkenin direğe ya da açıldığı serene bağlanan ya­ kasına yakın aralıklarla takılan ve direk ya d a serendeki oluk içinde kayarak yelke­ nin kolayca açılıp toplanmasını sağlayan " T ” biçim indeki küçük kilitleme düzene­ ği—Ask. denize. Kovandan çıkan to rp id o ­ nun dönm em esi ve doğrultusunu koru­ ması için, torpido üzerine yerleştirilen “ T ” biçim inde küçük parça. || Tigayt yuvası, to rp id o kovanı boyunca devam e ıjen ve içinden tigayt geçen ray biçim inde yuva.



T İG E L L İN U S (Ofonlus ya da Sofonius), Neron’un gözde danışmanı (Agrigento - Sinuessa I.S. 69). Ailesi iyi bilinm e­ mektedir. A grippina’yla ilişkisinden dola­ yı Caligula tarafından sürüldü (39). İtalya' nın güneyinde toprak satın aldı ve 6 2 ’de Neron tarafından praetorium praefectus’u yapıldı. Neron’un yıldızı sönünce ondan uzaklaştı ve praetorianus birliklerini baş­ kaldırmaya kışkırttı. Otho'nun emriyle ken­ dini öldürdü. T İG E M ,



TA R IM İŞLETMELERİ G E N E L MÜ-



D Û R L Ü Ğ Ü 'n ü n



kısa adı.



T İG E N N İF , esk. Pallkao, Cezayir'de (Muaskar vilayeti) kent, Egrisler ovasında, Beni Şugran dağlarının eteğinde; 37 000 nüf. Ticaret merkezi. Yakınında Ternifin kum ocağında, 1954'te en eski iki yüzlü baltalar sanayisine bağlanan fosil kemik­ ler (Atlanthropus") bulundu.



T lg lllu m S o ro rlu m , Roma'da iunon'a adanm ış yer (genç Horatius’un cezasını çekm ek için altından geçm ek zorunda bı­ rakıldığı kalas buraya, yerleştirilmişti).



T İG İN , T E Ğ İN ya d a T E K İN a. (türkç.



tig-in,



kılıç-lı'dan). Tar. Eski Türkler'de un­ van. ilk kez O rhon yazıtlarında rastlanan "tig in ” unvanı, Uygurlar, özellikle Karahanlılar dönem inde oldukça yaygın bir bi­ çim de kullanıldı. A bbasiler'de hassa or­ dularında görev yapan tü rk kom utanları­



nın ad ya da lakapları arasında da sıkça rastlanan bu unvan, büyük olasılıkla, Karahanlılar'ın etkisiyle Gazneliler, Selçuklu­ lar ve H arizm şahlar'a da geçti. Kaşgarlı M ahm ut'a göre, "tig in " aslın­ da "kö le " demektir. Buradan alınarak, rengi güm üş gibi ak pak köleye gümüştigın ya da gümüştekin, yiğit köleye alplı­ ğın, uğurlu köleye de kutluğtigin denirdi. Sonradan bu terim, hakan ailesinin ço ­ cuklarının unvanı oldu. Gerçekten de Gazneli devletinin kurucuları olarak bili­ nen Alptigin (Alptekin), Bilgetigin, Sevüktigin gibi hükümdarlar, gulam lıktan (köle­ likten) yetişme kişilerdi. Öte yandan, Kaşgarlı'nın, Karahanlılar ve U ygurlar’da ha­ nedan üyelerini tanımlamak için kullanı­ lan bir terim olarak da belirttiği tigin, ha­ kanın küçük oğluna verilen unvandı. Bu­ na göre, eski Türkler'de hüküm darların büyük oğluna "a ğ a ” , ortancaya "ad sız" ve küçüğe de “ tigin" denirdi. Baba öldü­ ğ ü n d e topraklar, mülkler, saltanat gibi ta­ şınmaz şeyler "ağ a " denen büyük karde­ şe; koyun ve at sürüleri, ordu gibi taşına­ bilir şeyler de "tig in ” denen küçük oğula kalırken, "adsız" denen ortancaya bir şey kalmazdı. Böylece mirastan yoksun bıra­ kılan ve adı bile olmayan "a d s ız 'a sade­ ce bir kılıçla bir at verilir, kısmetini aram a­ sı söylenirdi. Bu nedenle adsızlar, kendi yazgılarını kendileri çizm ek zorunda kalır­ lardı.



TİGLAT a. (fr. tıglate). Org.



kim. Tiglik asi­



din tuzu ya d a esteri.



TİGLATPİLESER, TEGLATFALASAR ya da TUKULTİAPİLEŞARRA, üç Asur kralının adı: Tiglatplleser I, İ O 1116-1077 arasında krallık etti. Birinci Asur im paratorluğu nun son fatihidir Muşkiler ile Kaskalar'ı Yukarı Dicle'ye sürdü (1115), Nairi krallarını yendi ve Milid'i haraca bağ­ ladı (1113). 1111'de Fırat’ı aştı, Fenike ve geç Hitit devletlerinden vergi aldı. Fırat va­ disindeki Aramiler'e karşı birçok sefer d ü ­ zenledi. Fakat bu yağmacılar, sonunda Yukarı Mezopotamya'ya yerleştiler ve XI. .yy. başında Babil’i yağmalayan fatihin sal­ tanatı, bir felaketle sonuçlandı; Tiglatpileser II, İ.Û. 967-934 arasında krallık etti; Tiglatplleser III, İ.Ö. 745-727 arasında krallık yaptı. Bir ayaklanma sonucu tahta geçti, güttüğü ilhak politikası sayesinde oluşturduğu İm paratorluğun inşasına, asur halkının bütün kategorilerini katılma­ ya zorlayarak krallık otoritesini yeniden kurdu. Asur ülkesini Zagros boyunca g e ­ nişletti. Tiglatplleser III, Urartu hüküm da­ rı Sarduri ll ’nin yönettiği m üttefik kuvvet­ lerini Kuzey Suriye’de yendi (743), Sardu­ ri ll'y i başkenti Tuşpa'da kuşattı (735). A rpad (740) ve Şam (732) arami krallıkla­ rının yıkılması ve Gazze’ye kadar asur egem enliğinin kurulmasıyla Suriye devle­ tinin direnişi kırıldı. Nihayet, Babylonia'yı sarsan anarşiye m üdahale eden Tiglatpileser III, kendisini Pulu adıyla Babil kralı ilan etti (728).



TİGLİK sıf. (fr. tiglique). aslti, formülü



Org. kim.



Tiglik



c h 3— c — h II HOCO— C —CH 3 olan ve croton tiglium (-» KROTON) esan­ sında bulunan asit. (Metil-2 buten-2 oik asidin Z izomeridir; stereoizomerine angelik ya d a anjelik asit denir; buna denk düşen aldehiti, gayak ağacı reçinesinin damıtılması sonunda elde edilir.) a. (fr. Ihigmonastie). Biyol. Brtkisel bir organın katı bir cismin değ­ mesine ya d a çarpm asına karşı gösterdi­ ği tepki. (Yağmur damlalarının ya da baş­ ka herhangi bir sıvının darbesi, şiddetli bi­ le olsa hiçbir zaman tigmonasti yaratmaz. Tigm onastinin iki çeşidi vardır: selsmonasti [sarsıntı, geçici temas] ve haplonastl [darbe, sürekli temas].)



TİGMONASTİ



TİGMOTROPİZM a (fr thigmotropisme). HAPTOTROPİZM in e ş a n la m lıs ı. TİGOGENİN ya da TİGOJENİN a (fr



tigogénine'den). Org. kim. Spırostandan türeyen 0 2 7 5 )4 , 0 3 formüllü aglükon; sisalden özütlenir, steroit hormonların hazırlan­ m asında kullanılır. TİGRANESII Büyük



(İ.Ö. 121 e doğr. - 54 e doğr.), arsaki kralı (İ.Ö. 95-54). Aturpatakan (Azerbaycan) [8 6 ’ya doğr.] ve Ku­ zey ve Batı Mezopotamya'yı, sonra Killkla çukuru ile Kuzey Suriye'yi (83) fethetti. Kendisine Tigranocerta adıyla bir başkent yaptırttı. Güçlenmesi Romalılar'ı kaygılan­ dırdı ve Licinuis Lucullus onu yendi ( 6 8 ve 69). Oğlu Romalılar ın safına geçti ve Pompeius'u ülkesinin içlerine kadar götür­ dü (6 6 ); Romalılar, Tigranes’i ancak bir va­ sal kral olarak tanıdılar.



TİGRANOCERTA. Tar. coğ. Ermenis­ tan'da kent, İ.Û. 78'e doğ ru Büyük Tigranes ll’nin kurduğu kenti Lucullus İ.Ö. 69' d a ele geçirdi. Yeri belirsizdir TİGRE



a. Etyopya öbeğinden, tigrigna'ya yakın sami dili (Erltreanın kuzey­ doğusundaki ovalarda yaklaşık 2,3 mil­ yon kişi tarafından konuşulur).



TİGRE (EL-),



Venezuela'da (Anzoâtegul eyaleti) kent, petrol üretim bölgesi yakınında; 50 000 nüf.



TİGRE,



Etyopya'nın ve Etyopya kütlesi­ nin kuzeyinde il; 65 900 km2; 2 861 640 nüf,_(1990). Merkezi Makale.___________ —Árkeol. II, birbirinden ayrı küçük ev­ lerde (günüm üze 300 kadarı ulaşmıştır) 1 0 0 0 dolayında keşişi barındıran gerçek bir manastır-kerit olan Debra Dam o yer­ leşmesiyle tanınır. Burası, kral Gabra Maskual ile birlikte hıristiyanlığı yayan dokuz azizden biri olan Za Mikael tarafından 5 0 0 ’e doğru kuruldu. Debra Damo’daki kült yapıları arasında, kurucu azize adan­ mış görkem li bazilika (2 0 x 9 m) sayılabi­ lir; aksum tekniğine (taşkın ahşap hatıllar arasındaki taş sıralarından oluşan duvar­ lar) göre yapılmış bu bazilikanın, efsane­ vi ya da gerçek hayvan figürleriyle süs­ lenmiş tekneli bir tavanı vardır. Bölgede, aralarında Korkor'da kayaya oyulmuş yüz dolayında kilisenin de (keşiş Danyal kili­ sesi, özellikle de Meryem kilisesi [Enda Meryem Vekro, VII.-XII. yy.]) yer aldığı baş­ ka anıtlar da ortaya çıkarıldı. Debra Seyon’da keşiş İbrahim 'in Meryem onuruna yaptırdığı kilise (Enda Kidana Mehrat) dikkati çeker; üç sahınlı bir bazilika ( 1 0 0 x 2 2 m) olan bu yapı, İslam sanatının etkilerini taşıyan resimlerle (XIV. yy.) süs­ lenmiştir.



TİGREL



(Zülfü), türk siyaset adamı (Di­ yarbakır 1877 - ay. y. 1942). Zülfüzade Ali Bey’in oğlu. D iyarbakır'da idadiyi bitirdi. Çiftçilik yaptı, ikinci m eşrutiyet’ten (1908) sonra Osmanlı meclisi m ebusanı'nda Di­ yarbakır m ebusu olarak bulundu. Birinci Dünya savaşı yıllarında Erm eniler'in teh­ ciri ile ilgili görülerek, inglllzler tarafından tutuklandı; Mısır’a götürülerek Polverista kalesi’ ne hapsedildi (1917). Malta’d a sür­ günde kaldı (1918-1920). Serbest bırakıl­ dıktan sonra Diyarbakır milletvekili olarak T B M M ’de yer aldı (1920-1927 ve 1931 -1942). Bu süre içinde Lozan görüşm ele­ rinde ismet Paşa’nın (İnönü) maiyetinde uzm anlık yaptı.



TİGREL (İhsan



Hamlt), türk siyaset ada­ mı (Diyarbakır 1890 - İstanbul ?). M ülkiye m ektebi’ni bitirdi (1912). 1923'te Ergani milletvekili seçildi, 1925'te kurulan Terak­ kiperver cum huriyet fırkası'na katıldı. Bu partinin kapatılması dolayısıyla, milletve­ killiği sona erdikten (1927) sonra bir süre siyasetten uzaklaşmak zorunda kaldı. Çok partili dönem de CHP (1946-1950), HP (1954-1957) Diyarbakır milletvekilliği yap­ tı. YTP’den Cum huriyet senatosu üyeliği­ ne seçildi (1961-1966), AP 'ye geçti (1966).



TİGRİNA a.



Etyopya öbeğinden sami di­ li. (Etyopya’nın kuzeyinde ve Eritrea'nın dağlarında yaklaşık 1 m ilyon kişi tarafın­ dan konuşulur. D oğrudan eski gezceden gelir, tigreye yakındır.)



(lat. söze.; yun. tigrıs, beden'den). Balabânkuşuna yakın, keskin çiğlikli, enlemesine koyu çizgili tüylü balıkçıl cinsi. (Balıkçılgil­ ler familyası; Afrika'da, Yeni Gine'de, tro­ pikal Am erika'da 6 tür.)



TİGRİSOMA a. kaplan, ve soma,



TİGUİDİT yalıyarları,



Ayr dağlarının güney kenarı, Nijer'in orta kesiminde.



TİGURİNİ.



Esk. coğ. Helvetla'da halk. İ.Ö. 5 8 ’de Trévoux yakınında Sezar karşı­ sında yenilgiye uğradı.



TİGZİRT,



Cezayir'de (Tizi Uzu vilayeti) sayfiye yeri, Kabiliye kıyısında; 11 500 nuf Antikçağ'dan kalma yıkıntılar: tapınak ve kaplıcalar; hıristiyan bazilikası.



TİH a. (ar. tlh). Esk. Çöl TİH çölü, Sina yarımadasının



ortasında. D.’da Akabe körfezi ve Vadi A raba çuku­ ru, B.'da Süveyş körfezi arasında yer alan taşlık ve kum luk çöl. Yüzeyi, G.’de bir yay şeklinde yükselerek 2 0 0 0 metreyi aşan Cebel et-Tih'ten K.'e doğru eğimlidir. Yer yer bazı vahalara rastlanır. M usa’nın ön­ derliğinde M ısır'dan ayrılan Yahudller'in burada yıllarca dolaştığı efsanesi nede­ niyle arap coğrafyacıları Tih çölüne Beni İsrail çölü adını vermişlerdi.



TİHAME a (ar. öz. a. Tihame) Esk Mek­ ke şehri: Ar-ı Tihame (Hicaz toprağı). TİHAME, A rap yarımadasının G.-B. ke­ siminde, Kızıldeniz'in D. kıyısı boyunca, birkaç bin metreye ulaşan dağların dik ya­ maçları önünde yer yer genişleyip dara­ larak uzanan alçak kıyı şeridine verilen ad. Gerideki dağlara doğru faylar boyun­ ca basam ak basam ak yükselen bir ova olan Tihame, genellikle yeni tortullardan oluşur; am a yer yer genç volkanik kütle­ lere de rastlanır. İklim sıcak ve kurak, d o ­ ğal bitki örtüsü çöl ve çölümsü bozkır gö­ rünümündedir. Halkın başlıca geçim kay­ nağı balıkçılık, inci ve sünger avcılığıyla sınırlı ölçüde tarımdır (darı, susam, şeker­ kamışı ve hurma üretimi). Kıyı önünde yer alan sayısız mercan kayalıkları gemiler için tehlikelidir. Tiham e kıyılarının iç kesimle­ re iyi yollarla bağlı en önemli limanları K.'de Cidde, G.'de H udeyde’dir. Bölgenin daha büyük K. kesimi Suudi Arabistan, daha az yer tutan G. kesimi ise Yemen De­ mokratik Halk Cumhuriyeti sınırları içinde­ dir.



TİHANY,



Macaristan'da turizm merkezi, Balaton gölünün kuzey kıyısında, gölün ortasına doğru ilerleyen yüksek bir bur­ nun eteğinde. Eski benedikten manastı­ rı. Biyoloji ve jeofizik araştırmaları enstitü­ leri.



TİHERT, esk. Tiaret, Cezayir.'de kent, vi­ layet merkezi, Uarsenis kütlesinin güney eteğinde; 62 900 nüf. M ina ve Yukarı Şelif (Nehr Vasıl), vadileri arasında, Yüksek Ovalar'ın kenarında yer alan Tihert'in, önemli bir stratejik konumu vardır; kent, eski bir rom a karakolunun (Tingartia) yeri üzerindedir. VII.-X. yy. arasında önemli bir harici krallığının (Tahert) başkenti oldu. 1863’te kurulan m odern kent, Sersu böl­ gesinin ticaret m erkezidir (tahıl ve at ye­ tiştiriciliği). Yün kompleksi. Tarım teknolo­ ji enstitüsü. —Tihert vilayeti, 23 456 km2; 620 0 0 0 nüf.



TİHOMİROV



(Vasiliy), rus dansçı, koregraf ve pedagog (M oskova 1876 - ay. y. 1956). Sen-Petersburg İmparatorluk ti­ yatrosu dans okulu'nda yetişti, Moskova Bolşoy tlyatrosu'na girdi ve burada Natalya Roslavleva'ya eşlik etti. Baymonda, Korsan ve Esmeralda'd a olduğu kadar Uyuyan güzel ve Kırmızı haşhaş'ta da (Lev Aleksandroviç Laşçllin ve V. Tihomirov'un koregrafisiyle, 1927) büyük bir us­ talık ve incelikle dans etti.



TİHOMİROV



(Mlhail Nikolayeviç), rus tarihçi (M oskova 1893 - ay. y. 1965). 1953 yılında Bilimler akadem isi üyesi ol­ du, A ka d em in in tarih bölüm ünü yönetti, 1956'da Arkeoloji komisyonu başkanlığı-



na getirildi. Bazı yapıtları: les Sources de (jusqu'à la fin du XVIII0 s.) [fr. çev.) (SSCB tarihinin kaynak­ ları, XVIII. yy.’ın şonuna kadar) 1940; ye­ ni baskı 1962, Etude sur la "Rousskaia Pravda" (fr. çev.) ["Ruskarya Pravda" üze­ rine inceleme] 1941, les Villes de l'anci­ enne Russie (fr. çev.) [Eski Rusya'nın kent­ leri] 1946; yem baskı 1956, les Révoltes



l'histoire de TU.R.S.S.



rurales et urbaines dans la Russie des Xle-Xllle s. (fr. çev.) [XI-XIII. yy.’lar Rusyası’nda köy ve kent ayaklanmaları] 1955, (fr. çev.) [XVI. yy. Rusyasi] 1962.



la Russie au XVIe s. T IH O N O V



(Nikolay Semenoviç), rus şair (Sen-Petersburg 1896 - Moskova 1979). iç savaşa katıldı, Serapion kar­ d e şle rin edebiyat grubunun etkisinden uzaklaştı ve biçim ci eğilim lerini aşarak devrim yıllarının coşkusunu dile getirdi, Lenin'in kişiliğini yüceltti (Orda, 1922; iv­ resse [fr. çev ], 1922; Face à face [fr. ç e v ], 1924; la Quôte d'un,héros [fr. çev ], 1927). Dizelerinin ve düzyazı öy­ külerinin temalarını A sya'da ve Kafkas­ ya'da geçirdiği günlerden aldı. Yurtdışı gezileri ve barışçı etkinlikleri, hümanist bir düşünce geliştirm esinde önemli rol oynadı ( Printemps géorgien [fr. çev.], 1948; Deux Torrents [fr. çev ], 1951; les Six Colonnes [fr. çev ], 1968).



T İH O N O V



(Nikolay Aleksandroviç), ukraynalı siyaset adamı (Harkov 1905). 1966'ta Komünist partisi merkez komite­ si üyesi oldu, 1979'da politbüroya girdi. Gosplan başkan yardımcılığı (19631965), Bakanlar kurulu başkan yardımcı­ lığı (1965'ten başlayarak) yaptı, 1980'de Bakanlar kurulu başkan yardımcısı oldu. Eylül 1985'te istifa etti.________________



Tihon ov te o re m i. Topol. Boş olmayan topolojik uzayların boş olmayan sonsuz bir çarpımının, ancak ve ancak, bu uzay­ ların her biri tıkız ise tıkız olduğunu ifade eden teorem.



tanımlanan tık hastalığı, tiklerle birlikte yansılama (ekolali) ve küfürbazlığı da kap­ sar. Ağır ruhsal bozukluklarla birlikte ya­ vaş yavaş ilerleyen bu hastalığın organik bir kökeni olabilirse de mekanizması he­ nüz iyi bilinmemektedir. —Vet. Tikler, ya kendiliklerinden ya da ay­ laklık yahut da öykünme sonucu ortaya çı­ kar. En sık rastlanan tik, atın hava yutarak ya da yutm adan, baş ve boyun kısmını amaçsızca hareket ettirmesidir. Bu sırada, çenelerini sıkıca kenetleyip oynatması diş­ lerin anormal derecede aşınmasına ne­ den olabilir. Tiki olan hayvanın hareketle­ rini mekanik olarak engellemek için birçok alet geliştirilmiştir; bunlar, göğüskem iği -çene kaslarını baskı altına alan ve b oğ a ­ zı sıkıştıran boyunduruklardır.



-TİK -



-DİK.



T İK A Ğ A C I -



TEKAĞACI.



T İK A L , Guatemala'da (Peten) eski m a­ ya kenti. Daha İ.Ö. 600'de yerleşilen bu kent, en parlak dönem ini klasik dön e m ­ de (İ S. 250-950) yaşadı; 480 ile 830 ara­ sında, en büyük maya yerleşmesiydi (50 000 - 80 000 nüf ). Geniş caddelerle öbür yapı gruplarına bağlanan kent merkezin­ de, çeşitli dönem lerde yapılmış anıtsal ya­ pılarla çevrili geniş bir meydan bulunuyor­ du. Bu yapıların bazıları art arda birkaç kez büyütülm üş (K. akropolisindeki kimi tapınaklar), dev boyutlu piramit tapınak I ve II (bunlar yapıldıklarında 40-50 m yükseklığindeydi) gibi bazılarıysa tek seferde yapılmıştır. Kentte ayrıca to p oyunu alan­ ları, sarnıçlar ve konutlara ayrılmış birçok platform vardı. Taş heykelciliği daha çok stellerden oluşur. Bunların en eskisi I.S. 292, en yenisi de İ S. 879 tarihini taşır. Kentte ayrıca alçakkabartm a tekniğiyle dikkate değer biçim de işlenmiş ağaç lentolar bulunmuştur.



T İH O R E T S K , Rusya'da kent, Krasno-



T İK E a. (esk. türkç. söze.). 1. Bir bütünü oluşturan parçalardan her biri. — 2. Et, ekmek, peynir vb. lokması, dilimi. — 3. Ti­ ke tike, dilim dilim, lokm a lokma.



dar'ın kuzey-doğusunda; 62 000 nüf. De­ miryolu kavşağı. Metalürji ve makine ya­ pımı. Kimya sanayileri.



T İK E L sıf. Bir tüm ün bir tek parçasına



Tihon ov to p o lo jis i, ÇARPIM* ji s i



to p o lo ­



nın e ş a n la m lıs ı.



T İH U a. (fars. tihu). Esk. zool. Çil kuşu. T İH V İN , Rusya da kent, Ladoga gölü­ nün güneyinde, Tihvinka kıyısında; 34 000 nüf. Metalürji. Otom obil yapımı. Ke­ reste sanayisi.



T İJ U A N A , Meksika'da (Kuzey Aşağı Kaliforniya eyaleti) kent, ABD yakınında; 742 6 8 6 nüf. (1990). Turizm ve sanayi (elektronik, televizyon montajı, montaj fabrikaları, deri işleme) merkezi.



T İK a. (fr. tic). 1. Yüzde, boyunda, kol ve bacakta, solunum da ya da yutkunm ada ansızın beliren, hızlı, yinelemeli, zorunlu anorm al hareket. (Bk. ansikl. böl. Nörol. ve Psik.) — 2. Ayrımına varmadan alışkan­ lıkla yapılan el, kol, yüz hareketi: Konuş­



macıda dudaklarını yalama tiki vardı. — Nörol. Ağrılı yüz tiki, nedeni bilinmeyen



üçüz sınır nevraljisi. (Özellikle ço k ağrılı krizlerde kaslarda titreşimlere neden olur) —Vet. Atta görülen birtakım kötü alışkan­ lıklara verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Nörol. ve Psik. Tiklerin ortaya çıkm asında çoğu zaman ruhsal sorunlar önemli rol oynar. Gerçekten de dinlenm e sırasında azalır, ruhsal gerilim anlarında sıklaşır ve artar, zihni hesap yaparken kay­ bolur, istençle denetim altına alınabilir, bu nitelikleriyle kore hareketleri gibi organik anorm al hareketlerden ayırt edilir. Tikler hiçbir zaman 6 ya d a 7 yaşından önce gö­ rülmez ve genellikle sosyal iletişimde ro­ lü olan kasları ya da kas gruplarını ilgilen­ dirir. Genellikle saplantılı bir düşünceye karşı zorlayıcı ve sapkın karakterleri nede­ niyle tikler çoğunlukla saplantı belirtileri arasında sayılır. Gilles de la Tourette (1885) tarafından







sıf. Az, azıcık:



Bir tike pirinç aldık.



d eğgin olan. — Mant. Tikel önerme, " b ir 'le başlayan önerme. (Bir hayvan ölümlüdür önerm e­ si tikel bir önermedir. Tikel önerm elerin, "h e r"le başlayan tümel önerm elerden ol­ d uğu gibi, öznenin tekil bir terim olduğu tekil önerm elerden de [örneğin Sokrates ölümlüdür önermesi] ayrılmaları gerekir.) || Benmerkezci tikel, Russell’a göre " b u ” , "b e n ” , "burası", “ şim di” gibi, özanlamı içinde bu sözcüklerin yer aldıkları cüm le­ yi söyleyen kişiye bağlı olan söz. (Benmer­ kezci bir tikel içeren bir cüm lenin doğ ru ­ luk değeri, değişmeye elverişlidir. Örne­ ğin, "B u g ü n İstanbul'a yağm ur yağıyor" cümlesi, 13 haziran 1989'da doğru, an­ cak ertesi gün yanlış olabilir.)



T İK E L L İK a. Tikel olm a durum u. — Fels. Hegel'de, kavramın, evrensellik ile tekillik arasında yer alan ikinci belirlenimi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Fels. H egel’e göre, kavramın üç belirlenimi, yani evrensellik, tekillik, ti­ kellik (alm. Besonderheit) kesinlikle birbir­ lerini dışlamazlar: dolayısıyla “ tikel, tözü­ nü oluşturan evrenselliği kapsar [...]. Ti­ kel, ilişkili olduğu öbür tikellerle birlikte tek bir ve aynı evrenselliğe sahiptir. Onların çeşitliliği de, evrenselle özdeş olduğu için, aynı zamanda evrenseldir; tikellerin çeşit­ liliği bütünselliği meydana getirir” (Wissensehaft der Logik [Mantık bilimi], “ Kav­ ram", 1, 1). Asıl tekillik, evrenselliğin tikel­ lik içine ve tikellik olarak yayılmasıdır.



B TİKİ a. Tanrıça Tiki’yi canlandıran heykel. — A N S İK L . Taştan yontulan tikiler kimi za­ man büyük boyutlarda olabilir. Biçimleri hep aynıdır: şem atik kalın ve kısa bir göv­ de, omuzlar üzerine yerleştirilmiş iri bir



baş, yuvarlak ve kocam an gözler, dili görünen yarı açık ağız. Oltalar, davullar, gürzler, ayaklıklar, tabaklar gibi gündelik eşyalarda, bunların etkisini artırmak amacıyla küçük ağaç tikiler bulunur. Tikiyi canlandıran en güzel pandantifler (hei tiki) Markiz adalarından gelen ve yeşimtaşından yapılmış olanlardır. Bu yörede tiki ata­ ları simgeler ve süsleme repertuvarının te­ mel tem alarından biridir. Bu temaya döv­ m elerde de rastlanır.



Tikal piramit tapınak II maya döneminin son evresi 7(v). j J . ™



T İK İ, insan şeklinde betim lenen okyanusyalı Yiğitlik ve Bereket tanrısı.



T İK K A N E N (Henrik), İsveççe yazan finlandiyalı yazar (Helsinki 1924). Ünlü d e ­ senci ve gazeteci Tikkanen, fin ve İsveç gazetelerinde gülünç portrelerle süslü, re­ simli, iğneleyici aforizmalar yayımladı. Yer­ gi romanlarında (11, ehemin des Castors, Herttoniemi, tel. 78 035 [fr. çev.], 1976) kendi ailesinin kimi zaman skandallara yol açan serüvenleri aracılığıyla d oğ d u ğu kenti anlatır. Ayrıca savaş yergileri (le Hé­ ros oublié [fr. çev.], 1974; la Guerre de 30 ans [fr. çev.], 1977) d e yazdı.



Ch. Lenars



T İK K A N E N (Marta), İsveççe yazan finlandiyalı kadın yazar (Helsinki 1935), Hen­ rik Tikkanen'in karısı. Kocasının acımasız bir portresini çizdiği l’Histoire d'amour du siècle (fr. çev.) [1978] adlı şiir kitabıyla b ü ­ yük bir başarı sağladı. İskandinavya'daki fem inist hareketin öncülerinden olan Tik­ kanen, kadınlık koşulu üzerine birkaç ro­ man (Maintenant demain [fr. çev.], 1970; Les hommes ne peuvent être violés ffr. çev.], 1975) yazdı, le Propre Livre de Sophie'de (fr. çev.) [1982] sıkıntılar içerisinde geçen çocukluğunu anlattı.



T İK R İT ya da TE K R İT, K. Irak'ın orta kesiminde, Dicle'nin sağ kıyısında, kuru­ luşu A ntikçağ’a inen kasaba; Bağdat'ın yaklaşık 150 km K.'inde. Osmanlı im paratorluğu’nun son dönem inde Bağdat vi­ layetinin Samarra kazasına bağlı bir na­ hiyenin merkezi oldu.



T İK S İ, Rusya'da, Kuzey Buz denizi kı­ yısında liman kenti, Lena ırmağı deltası­ nın doğusunda. Kuzey deniz yolu üstün­ de önemli iskele.



T İK S İN D İR İC İ sıf. Tiksinti, m ide bulan­ tısı veren bir şey için kullanılır:



bir görünüm.



Tiksindirici



—Zool. Bazı hayvanlarca salgılanan ve saldırganda tiksinti uyandırmaya yarayan maddelere denir; bu maddeleri salgılayan bezler için de kullanılır. (Anus yakınında­ ki tiksindirici bezler sansargillerden kokar­ ca gibi hayvanlarda bulunur; bazı böcek­ ler de [kalkanlıyarımkanatlıgillerden yaprakbitleri, brachynus cinsinden kınkanat­ lılar ...] tiksindirici yakıcı salgılar fışkırtırlar;



hei tiki



jadeit-nefrit pandantif Yeni-Zelanda maori sanatı özel kol.



tiksindirici etkisine bakılırsa, bu düzenekler, taşıyıcı­ larına çok.etkili bir korum a sağlam akta­ dır.)



11534



T İK S İN D İR M E a. Tiksindirmek eylemi. — Psik. Tiksindirme tedavisi, alkolik bir öz­ nenin zehirden arınm a tedavisi çerçeve­ sinde, koşullama yöntemlerine göre, alkol alınmasına karşı olum suz bir tepki (tiksin­ me) uyandırmayı amaçlayan tedavi. (Tik­ sinme tepkisi uyandırm ak için, apomorfın ya da disülfiram kullanılır.)



.T İK S İN D İR M E K T İK S İN İL M E K -



TİK SİN M EK TİKSİNM EK



T İK S İN M E a Tiksinmek eylemi; ikrah. T İK S İN M E K gçz. t. 1. (Bir şeyden) tik­



sinmek, ondan iğrenm ek, midesi bulan­ mak: Bu yemekten tiksindim, çok kötü ko­ kuyor. Böcekten, fareden tiksinmek. — 2. Bir kimseden, bir tutumdan, bir davranış­ tan, bir şeyden tiksinmek, onları iğrenç, aşağılık bulm ak, onlara karşı yoğun bir nefret duym ak: Bu ikiyüzlü, dedikoducu



insanlardan tiksiniyorum. Yalandan, şak­ şakçılıktan tiksinmek. ♦ tik s in d ir m e k ettirg. f. 1. Bir kimseyi tiksindirmek, onun iğrenmesine, tiksinti duymasına yol açmak: Bencilce davranış­ lar beni tiksindiriyor — 2. Bir kimseyi bir şeyden, bir kimseden tiksindirmek, onun, William Tilden (1930'da)



o şeyden, o kimseden nefret etmesine yol açm ak: Çocukken başına gelen bu olay,



onu oütun hayvanlardan tiksindirdi. ♦ tik s in ilm e k edilg. f. Tiksintiyle, nefret­ le karşılanmak.



T İK S İN T İ a 1. Tiksindiren bir şeyin yol



Tereyağlı kremayı görünce bir tiksinti duydu. — 2 .



açtığı m ide bulantısı; iğrenme:



İğrenç sayılan, nefretle karşılanan, hor gö­ rülen bir kimsenin, bir şeyin uyandırdığı duygu: Yaşama ve insanlara karşı duydu­



dinin adından). İki tekerlekli, askı d ona­ nımlı, körüksüz ve bagajsız hafif at araba­ sı.



TİL A K A , susam tanesi anlam ına gelen



kent, Londra’nın D.'sunda, Tham es kıyı­ sında. Kentte, 1886'da düzenlenen, Lond­ ra limanının en derin, en büyük dokları vardır. Bu nedenle birçok denizcilik şirke­ tinin hatbaşı oldu. Konteyner ve roro tra­ fiği için tesis. Tham es ırmağı altında kazı­ lan Dartford-Purfleet tüneli, karayolu ula­ şımını iyileştirdi.



sanskritçe söze.; H in tlile rin, bağlı olduk­ ları tarikatı belirtm ek için kül ya da renkli tozla alınlarına çizdikleri işaretlere verilen ad. Bu İşaretlerin koruyucu bir gücü bu­ lunduğu varsayılır Kadınlarda kırmızı nok­ ta, onların evli olduklarını gösterir; kırmızı ve beyaz dışındaki renkler, yalnızca süs amaçlıdır.



T İL A K O İT a (fr. thylakoide'deh). Kloroplastlardaki grana elemanı. Klorofil mole­ külleri bunun içinde bulunur ve dolayısıyla başlıca fotosentez tepkim eleri de burada olur.



T İK TAK a. (yansıma söze.). Saatin ya d a saate benzer biçim de çalışan şeylerin çıkardığı ses.



T İK V E Ş ya da TE K V E Ş , Balkan savaşı'ndan önce Osmanlı imparatorluğu'nun Selanik vilayeti merkez sancağına bağlı ve



L a u ro s-G ıra u d o rı



TİLD E a. (isp. tilde; lat. titulus, yazıt).. 1. Ispanyolcada, damaksıllaştırmayı belirt­ m ek için n harfinin üstüne konan ayırtedici gösterge (örn. aho, "y ıl"). — 2. Bir sesçil sim genin üstüne genizsil bir söyleyişi be­ lirtm ek İçin konulan ayırtedici gösterge.



T İL A M İZ ya da TİL A M İZ E çoğl. a. (ar.



oyuncusu (Philadelphia 1893 - Hollywood 1953). 1920'lerin dünya çapında bir nu­ maralı tenisçisiydi. W im bledon (1920, 1921, 1930) ve ABD uluslararası turnuva­ larında (1920, 1925, 1929) üçer şampiyon­ luk kazandı ve 1920’den 1926’ya kadar yapılan Davis kupalarında Amerika'nın başarısında pay sahibi oldu.



tilmizin çoğl.



T İL D Y (Zoltán), m acar siyaset adamı



Tllall höyüğü, Diyarbakır’da, iç kale ke­ sim inde höyük; 1946’da, Kılıç Köktenin Diyarbakır ve yöresinde yaptığı araştırma­ larda, burada ilk Tunç ça ğa tarihlendirilen taş silahlar bulundu. Mam/iz, renciler, çıraklar.



tilâmize). Esk.



Ö ğ­



T İL A P İA a Afrika’nın tropikal bölgelerin­ de ve A nadolu'daki tatlısularda yaşayan kemlkllbalık cinsi. (Bütünüyle bitkicil oldu­ ğun d a n gölcüklerde yetiştirilir. Birçok tü ­ rün üyeleri döllenm iş yumurtaları ağızda olgunlaştırır. Sihlidgiller familyası.)



TİLAVET, -ti a. (ar. tilâvet). 1. Kuran'ı ku­



— Pedol. Bazik volkanik küller üzerinde gelişmiş toprakların (andosollar) ayırtedici özelliği olan, nemliyken dokunulduğun­ da sabunsu, kuruyken tozsu bir izlenim veren bir toprağın özelliği. —Yerbil. Gevşek ve suya doym uş bir çökelin parçacıkların asıltı halde suya g e ç­ mesine yol açan mekanik bir sarsıntının etkisiyle aniden sıvı hale gelm e özelliği. (Hareketli kum da batmaya neden olan olay tiksotropidir.)



TİLB U R Y , Büyük Britanya'da (Essex)



TİL A L çoğl. a. (ar. tellin çoğl. tilâl). Esk. İT İL D E N (William Tatem), amerıkalı tenis Tepeler.



k im . CIV IY A N'ın e ş a n la m lıs ı.



k im . C M M A ’ n ın e ş a n la m lıs ı.



Brabant), Wilhelmina kanalı kıyısında, Belçika sınırı yakınında; 158 846 nüf. (1991). Sanayi merkezi: tekstil, radyolar, makine yapımı, kâğıt-karton, taşıt lastiği. — Yakınında, Beekse Bergen fauna rezer­ vi ve De Efteling eğlence parkı.



den). Bot. Damarların çeperi üzerinde oluşan ve geliştikçe dam ar kanalını az ya da ço k tıkayan kesecik. (Ağaç üzerinde kalmış ölü yaprak saplarında görülür.)



T İL A S İT a. (fr. tilasite). Miner. Monckli-



T İK S O T R O P İ a. (fr. thixotropie). Fizs.



T İL B U R G , Hollanda'da kent (Kuzey



T İL a. (fr. thylle, yun. thylas, torba, kese’ fVTİLBURY a. (ing. tilbury, Tilbury, muci-



ğu tiksinti onu intihara sürükledi. Tiksinti uyandıran bir adam. Bu tür uygulamalar, hesaplar bana tiksinti veriyor. Korkaklığı­ nı tiksintiyle izliyorum. TİK S O T R O P sıf. (fr. thixotrope). Fizs. — Pedol. Tiksotropl gösteren topraklar için kullanılır. —Yerbll. Tiksotropiye yatkın çökeller için kullanılır.



Paul Tillich



merkezi Kavadar (günüm üzde Kavadarcı) olan kazanın adı. — Bugün M akedon­ ya Cumhuriyeti sınırları İçinde kalan ve Vardar nehri vadisi boyunca uzanan yö­ reye verilen ad. Ülke çapında önemli bir tarım alanı (tahıl, tütün, çeşitli hayvan ürünleri). _



nik sistem de yer alan, fluorlu doğal kalsi­ yum ve m agnezyum arsenat. ralına göre güzel sesle ve müzikle okuma. — 2 . Tilavet etmek, tilavet eylemek, Ku­ ran’ ı kuralına göre güzel sesle okumak, — isi. Tilavet secdesi, Kuran'daki secde ayetleri okunduğunda yapılması gereken secde. (Bk. ansikl. böl.) —Tasav. Tilavet odası, tekkelerde derviş­ lerin Kuran okumaları için ayrılmış olan odaya verilen ad. — ANSİKL. Kuran'daki on dört secde aye­ ti şu surelerde geçer: Araf 7, 206; Rad 13, 15; Nahl 16, 49; Isra 17, 107; Meryem 19, 58; Hac 22, 18; Furkan 25, 60; Nemi 25, 27; Secde 15, 32; Şad 24, 38; Fussılet 37, 41; Necm 53, 62; inşikak 21, 84; Alak 19, 96. Bu ayetlerden biri o kunduğunda he­ men ayağa kalkarak kıbleye dönülür; tila­ vet secdesine niyet edilerek eller kaldırıl­ m adan “ Allahü e kbe r” denir ve secdeye gidilir Üç kez “ Sübhane rabbiye’l-alâ" de­ nildikten sonra ayağa kalkılır; bu arada "S em i’nâ ve eta n â gufraneke rabbenâ ve ileyke’l-m asir" ayeti okunur.



T İL BARSİP, bir Aram devletinin, Yukarı



(M osonm agyaróvár 1889 - Budapeşte 1961). Protestan kilisesi rahibiydi, Küçük m ülk sahipleri partisi'ne girdi ve bu parti­ yi M acar parlam entosu'nda temsil etti. Kasım 1945'te, partisinin Parlam entoda­ ki 409 sandalyeden 245'ini kazanması üzerine, bir koalisyon hükümetinin başına geçti. Cum huriyet ilan edilince, (şubat 1946), Devlet başkanı oldu. Fakat komü­ nistlerin baskısı karşısında 30 haziran 1948'de istifa etm ek zorunda kaldı. Ekim 1956 olayları sırasında im re N agy hükü­ m etinde Devlet bakanı olarak yer aldı. Tu­ tuklandı, altı yıl hapse m ahkûm oldu; 1960'ta şartlı olarak serbest bırakıldı.



T İL G A R İM M U . Tar. coğ. Hititler ve Geç Hititler dönem inde G ü rü n "e (Sivas) veri­ len ad. Antikçağ'da Gaurania olarak anıl­ maya başlandı. Gürün ve çevresindeki bölge de, Tegarama ya da Tegaramma olarak adlandırılıyordu.



T İL G H E R (Adriano), İtalyan yazar (Re­ sina, Napoli, 1887 - Roma 1941). Filozof ve eleştirmendi, özellikle Pirandello'nun oyunlarının ve pirandelloculuk kavramının yayılmasına katkıda bulundu (Studisul te­ atro contemporáneo [Çağdaş tiyatro üze­ rine incelemeler], 1923).



TİLLİACEAE a. Bot.



IHLAM URG İLLER



fa­



milyasının bilimsel adı.



T İL İÇ O ya da T İL İT S O P E A K , Nepal Himalayaları’nda doruk, A nnapurna yakı­ nında; 7 132 m. ilk kez, 1978'de, daha ön­ ce C ham onix’e çıkmış olan bir yüksek dağcılık ekibi (R. Emin, B. Ravier, E. Schmutz, M. Testut) doruğa tırmandı.



Suriye'de, Fırat'ın sol yakasında, Kargamış'ın G.'indeki tel Ahm ar sitinde bulunan TÍLÍQ U A a. Avustralya’da yaşayan, hepeski başkenti. Asur kralı Salmanasar III İ.Ö. IX. yy.'da burayı ele geçirdi ve ancak İ.Û. çll, iri hantal bedenli, güçlü çeneli kerten­ kele cinsi. (Vivipardır. Kobalt mavisi renVII, yy.'da tam am lanabilen bir sarayın ya­ gindeki dilini göstererek düşmanlarını kor­ pımını başlattı. Asur saraylarındaki kabart­ kutur; skingiller familyası.) maların yerini duvar resimleri alır. Kral, av ve savaş sahnelerinde betimlenmiştir. Piş­ T İL İT S O P E A K - TİLİÇO. miş topraktan kaplar, silahlar ve tunç eş­ yalar kapsayan zengin bir hypogeum jun ■ T İL K İ a. 1. Vulpes cinsinden etçil meme­ lilerin ortak adı. (Köpekgiller familyası.) da tanıklık ettiği gibi Til Barsip henüz LÛ. — 2. Bu hayvanın kürkü. (Bk. ansikl. böl. XXX. yy.’da bir yerleşim merkeziydi. Kürkç.) — 3. Tilki gibi, çok kurnaz kimse TİL B E Ş A R ovası, G.-D. Anadolu böl­ için söylenir. || Tilki uykusuna yatmak, uyu­ gesinin B. kesiminde, Gaziantep’ in G.'inyorm uş gibi yaparak fırsat kollamak. de ortalam a 500-600 m yükseklikte, ama — Kürkç. Gümüş tilki, türlerin karıştırılma­ üzerinde yer yer 800-1 0 0 0 metreye eri­ sıyla elde edilen, koyu kestane renkli şen tepelerin de bulunduğu, vadilerle ha­ uzun, ipeksi, beyaz noktalı tüyleri olan fifçe yarılmış düzlüklere verilen yerel ad. kürk. II Beyaz tilki, hayvanın kışlık tüyün­



den eide edilen kürk. || Mavi tilki, gri-bej renkte olan fakat karda mavi gibi görünen kürk. İl Gri tilki ya da Virginia tilkisi, kızıl fon üzerinde gümüşi renkte kürk. || Kızıl tilki, hayvanın geldiği ülkeye göre, kızılın bütün tonlarını taşıyan kürk. (En güzel kür­ ke sahip olanlar Kamçatka'dan sonra Ka­ nada ve Avrupa kızıl tilkisidir.) —Sey oy. Tilki oyunu, A nadolu'nun bir­ ço k yöresinde (Kayseri, Çorum , Adana, Eskişehir, Konya vb.) oynanan bir köy se­ yirlik oyunu. (Bk. ansikl böl.) — Spor. Tilki kuyruğu, güreşte bir oyun. (Sarma yapan güreşçi kündelem ek için yüklendiğinde, rakibin eli hangi yanday­ sa ters yöne doğru uzatılır, omuzundan ya da çenesinden tutarak yere doğru çekilir.) —Zool. Orman tilkisi — ORMAN TİLKİSİ. ♦



sıf. ve a. Çok kurnaz kimse için kulla­



nılır: O senden daha tilkiymiş, kuşkulan­ dı ve parasını o işe yatırmadı. ♦ sıf. Tilkinin postundan yapılan manto, kaban vb. için kullanılır. — A n s i k l . Ülkemizde de görülen tilki ya da kızıl tilki (Vulpes vulpes) kızıl sarı post­ lu, uzun kaba kuyruklu, iri üçgen kulaklı b ir hayvandır. Bütün Avrupa’da, H indis­ tan’a kadar Batı Asya'da ve Kuzey Afrika' da bulunur. Kuyruk dibi bezleri pis koku­ lu bir m adde salgılar. Tilki gece avlanan bir hayvandır; çok sayıda kem irgen yok ederse de böcek ve kuş yemekten de geri kalmaz, kümeslerde bazen yaptığı kıyım yüzünden amansızca avlanmış ve tarım için yararlı olan bu hayvanın sayısı hayli azalmıştır. Kuzey Amerika’da da buna çok yakın bir tür yaşar: V. fulva. Kuzey yarıkü­ redeki tilkilerle pek az yakınlığı olmasına karşın, G üney Amerika'daki bazı köpekglllere de "tilk i" adı verilmektedir. — Kürkç. Yetiştirme tilkiler özellikle İskan­ dinav kökenlidir. Tilki kürkleri süs olarak kullanılır: parçaların birbirine eklenmesiyle yapılan bu kürkler giysiler yapmaya yarar. Güm üş tilki, beyaz tilki ve mavi tilki en pa­ halı olanlarıdır. — Sey. oy. Üzerine çul atılmış, başına kü­ lah g eçirilip kulak yapılmış ve bacakları arasına değnek bağlanm ış bir kişi tilki olur. Kasketlerini ters giymiş iki kişi köpek, bir kişi de köpeklerin sahibi rolündedir. iz­ leyicilerin oluşturduğu halkanın ortasında birkaç ayakkabı teki bulunur, köpekler bunları korur. Halkaya ansızın tilki sızar, kö­ pekler korkup kaçınca ayakkabıları alır. Köpeklerin sahibi kızıp tilkiye bir oyun ha­ zırlar ve ayakkabıları aldığında kuyruğu­ nu ucundan tutuşturur; t'lk i izleyicileri kor­ kutup halkayı yararak kaçar. Anadolu'da yaygın olan hayvan taklidi oyunlarındandır.



TİLKİBAL1Ğ I a. Zool. Bazı yerlerde sap an b a lığı'na verilen ad.



■ T İL K İK U Y R U Ğ U a Nemli çayırlarda yetişen ve çok kaliteli bir hayvan yemi olan çokyıllık otsu bitki. (30 tür; bil. a. Alopecurus. buğdaygiller familyası.)



zopotamya ile olan kültürel ve ticari ilişki­ lerini aydınlatmaktadır. Tilkitepe’nin, Ana­ dolu ile Kuzey Mezopotamya arasındaki ticaret yolları üzerine kurulmuş bir yerleş­ me olduğu ve tel Halef kültürü insanların­ ca bir ticaret merkezi olarak kullanıldığı sanılmaktadır. Daha üstteki iki katman da bunu doğrulamaktadır.



TİLL a. (ing. titt). Yerbıl. Sertleşmemiş moren birikintisi.



T İL L A N D S İA a. (isveçli botanikçi Elias



Tillandz'ın [1640-1693] adından). Tropikal Amerika'da yetişen, geniş, bütün ve rozet biçim inde yaygın yapraklı, genellikle e p i­ fit. çokyıllık otsu bitki. (Beyaz, sarı, m or ya da bal rengindekı çiçeklen tepede başak­ lar halinde topludur. Güm üşümsü tüyler­ le kaplı olan Tillandsia usneoides, nemli orm anlarda ağaçların dallarında sarkık benzeyen hayvanlardı.) dem etler halinde oluşur ve bu haliyle sa■ T İL L Y (Jean T SERCLAES —kontu), Kut­ kalllkenını [ Usnea barbata] andırır 400 sal İmparatorluk hizmetinde wallon gene­ tür. Ananasgiller familyası.) ral (Tılly şatosu, Brabant. 1559'- Ingol­ T llle h ö yü k. Arkeol. Adıyaman'ın Kâh­ stadt 1632). Macaristan'da Türkler ile sa­ vaştıktan sonra, Bavyera ordusunu yeni­ ta ilçesi G eldibüldu (esk. Tille) köyü yakı­ den örgütledi (1610), daha sonra Katolik nında höyük; Fırat nehrinin B.’sında, De­ ğirm en deresinin kıyısındadır. Hellenistik birliği ordularına kum anda etti. Ak D a ğ ’ (Kom magene) ve Roma dönem lerine ait da zafer kazandı (1620), H eıdelberg’ı, ar­ mezarlar derenin K.’indeki kayalara oyulkadan da M annheim 'i (1621) aldı, Baden muştur. Bu dönemlerin yerleşmelerinin kö­ markgrafı W im pfen’i yendi ve Kilise’nln yün G.'indekı bahçe ve tarlaların altında mallarını geri verdi. Lutter'de Danimarkalılar’ı alt etti (1626), Schleswig, Holstein ve bulunmasına karşılık, Son Bakırtaş döne­ m ine değin inen yerleşme höyüğün ana sınırları içindedir. Aşağı Fırat kurtarma pro­ Bk. resim sayfa 11536 jesi kapsamında Mehmet Özdoğan (1977) ve Ümit Serdaroğlu (1977) tarafından ger­ Jylland’ı aldı. Vt/allenştein'dan sonra impa­ çekleştirilen ilk topografya ve arkeoloji ça ­ ratorluk kuvvetlerinin başına geçti, Maglışmalarında Son Bakırtaş dönem ine de­ d eb u rg 'u zapt ederek yağmaladı (mayıs ğin uzanan buluntulara rastlandı. 1978'de 1631). Breltenfeld'de Gustaf-Adolfa yenildi David French yönetim inde kazılara baş­ (17 eylül 1631), Lech geçidim savunurken landı. Bu kazılarda çeşitli dönem lerden yaralandı ve öldü (nisan 1631). çanak çömlekler, küçük buluntular ele TİLLYARD (Robin John), avustralyalı bögeçti. Dem ir çağı ya da Yeniasur d öne­ cekbillmci (Norwich, İngiltere, 1881 - Can­ m inden bir çakıltaşı mpzaik döşem e özel­ berra 1937). Fosil böcekleri ve böcekle­ likle ilgi çekti. Roma dönem inden de m ü­ rin soyoluşunu inceledi. Bu çalışmalarıy­ hür baskılı çok sayıda tuğla ele geçti, g ö ­ la m odern sınıflandırmaya öncülük etti. zetleme kulesi olduğu sanılan küçük ya­ pılar belirlendi (bu dönem de Tille'nın bir ■ T llm e n höyük. Arkeol. Gaziantep'te, İs­ lahiye'nin 10 km kadar D.'sunda, Karasu rom a sınır kasabası olduğu sanılmakta­ ırmağının kıyısında höyük; yörenin en bü­ dır). [ — Kayn.] yük buluntu yerlerindendir. Höyükte Prof. T İL L E T İA a. (fransız botanikçi M. Tillet' U. Bahadır Alkım yönetim inde gerçekleş­ in adından). Buğday sürm esine neden tirilen araştırma ve kazılarda (1958-1972) olan bazitli mantar. (Tilletiaceae familya­ Son Bakırtaş dönemine değin inen önemli sı, Ustilaginales takımı.) bir yerleşme ortaya çıkarıldı. Tepenin en T lll E u U n s p le g e i - UİLENSPİEGEL üstünde İslam, Bizans, Roma ve Hellenis­ tik dönem lerden çeşitli küçük buluntular T lll E u la n a p le g e l'ln n e ş e li m a c e ­ ele geçti ve Demir çağına ilişkin bir yapı r a l ı n (Ti// Eulenspiegels lustige Streikatı (I A) belirlendi. Bunun altında Son ehe), Richard Strauss'un senfonik şiiri Tunç çağ (I B), Orta Tunç çağ (II), İlk Tunç (1895) Çeşitlemelerle rondo biçim inde çağ (III) ve Son Bakırlaş (l\ğ katmanları yer yazılmış, halk temalarından ve göz kamaş­ tırıcı bir orkestrasyondan yararlanan, soy­ tarılık ve mizaha geniş yer veren bu ya­ pıtta flandrelı efsane kahramanının serü­ venleri anlatılır.



g T İL L İC H (Paul), alman asıllı amerikalı



TİL K İL E Ş M E K gçz. f. Kurnazlaşmak



Protestan tanrıbilimcı (Starzeddel, Prusya, 1886 - C hicago 1965). Çeşitli alman üni­ versitelerinde tanrıbılim profesörlüğü yap­ tı, 1933'te nazilerce işine son verilince AB D 'ye göç etti. Hıristiyan inancının akla uygunluğunu savunan birtanrıbilim ci olan Tlllich, bir yandan Tanrı'nın m utlak aşkınlığını korurken, bir yandan da imanla kül­ tür arasında diyalog kurmaya çalıştı. Tanrıbilımsel yapıtlarının en önemlisi olan üç ciltlik Systematic Theology'de (Sistematik tanrjbillm) [1951-1966], geleneksel d o g ­ matik formüllerinden ve çağdaş insan için anlaşılmaz hale gelmiş olan sim gelerin­ d en arındırılmış bir din önerdi.



T İL K İL İK a. Kurnazlık.



T İL L İT a. (fr. tillite). Yerbil. Killi-kumlu bir



T ilk ite p e ya da Ş a m ra m a itı höyü­ ğü. Arkeol. Van'ın Gevaş ilçesinde, Van



ana kayaca bağlanmış, iyi sınıflanmamış öğelerden oluşan ve bir buzullaşm a d ö ­ neminin varlığını gösteren buzul kökenli konglomera. (Tillitlerin C am briaöncesi’nden beri oluştuğu bilinmektedir.)



■ T İL K İL E R D Ü D E N m a ğ a ra s ı, Antal­ ya nın Manavgat ilçesinin O ym apınar kö­ yünün yaklaşık 4 km K.-B.'sında, kireçli Mi­ yosen konglomeraları içinde oluşmuş ma­ ğara. Manavgat çayının sağdan aldığı Düden deresi vadisindeki ağzı Oymapınar barajının yapımı sırasında beton şırın­ ga edilerek kapatılmıştır. Konglomeralar içinde açılmış ve içindeki derenin 35 km K.'dekı Akpınar m ağarasındaki dere ile bağlantılı olması, başlıca özelliğidir.



gölü kıyısında höyük. Burada gerçekleş­ tirilen sondaj niteliğinde ufak çaplı kazı­ larda Î1899 Belek, 1937 Edward Rilley), Bakırtaş dönem inden (I.Ö. 5000-3000) üç katman saptandı. En alttaki katmanda ele geçen buluntular (tel Halef seramikleri) Van yöresinin Kuzey Suriye ve Kuzey M e­



TİLLO D O N TA a. Kuzey Amerika'daki Eosen topraklarında fosilleri bulunan m e­ meliler takımı. (Beşparmaklı, tırnaklı, ka­ fatası biraz günüm üzdeki kemiricilere



Tilkiler Düden mağarası Manavgat, Antalya



T İL S İT esk. S c v y e ts k , Rusya Fede­ rasyonumda kent, Kaliningrad bölgesin­ de, U tvanya sınırı yakınında yer alır; 38 000 nüf. Selüloz-kağıt-karton kompleksi. Hazırgiyim. Gemi yapımı. Çeşitli besin sanayileri.



T lls K a n tla ş m a la r ı, Fransa ile Rus­



Tilmen höyük sarayın batı kesimi ? III. blnyıl isla h ı/'.S vıa n te p



Blauel



alıyordu. En alttaki dört evreli Son Bakırtaş dönemi bir köy yerleşmesi niteliğinde­ dir, evler taş temelli, kerpiç duvarlıdır. Bu katm anda aynca el-Ubeyd türü seramik­ ler e TY M B R İAD A.



T im e , Henry R. Luce ve Briton Hadden tarafından 1923'te kurulan ve benimsedi ği ilkeyle (kısa, ancak dünya olaylarjnı kapsayan yazı ve fotoğraflar) tüm news magazines'i etkileyen haftalık amerikan dergisi.



T İM E K T O M İ a. (fr. thymectomie). Cerr. Tim üsün kesilerek çıkarılması. T İM E O U T a. (ing. söze.). Spor.



HAKEM



MOLA'Srnın eşanlamlısı.



T im e s (The), 1785 te John Walter tara fından Daily Universal Register adıyla ku­ rulan İngiliz günlük gazetesi. Bugünkü adını 1788'de alan ve mali açıdan Pitt ta rafından desteklenen gazete siyasal tar tışmalara yöneldi. Bu da onun güçlükler le karşılaşmasına neden oldu. 1965’e ka dar sahipleri arasında her zaman kurucu sunun ailesinden biri vardı. 1966'da R. H. Thom son, Times'ı satın aldı. 1967’de ga zete Sunday Times ile birlikte Times Newspapers Limited'm eline geçti, 1981' de de bu şirketi R. M urdock satın aldı Ilımlı m uhafazakâr bir çizgi izleyen gaze­ te düzenli olarak ekler verir.



T im e s L ite ra ry S u p p le m e n t (The)



[“ Times"ın edebiyat eki],



1902'de Lond­ ra’da kurulan ve İngiliz edebiyat eleştirisi­ ni yönlendiren imzasız m akaleler yayım­ layan haftalık dergi. Dergide katolik etkisi ve avrupa edebiyatına açılm a her geçen g ün biraz daha ağır basmaktadır. Times ın eğitim eki olarak verdiği Times Educa­ tional Supplement ise 1910’da kuruldu.



T İM E S İT H E U S



(C. Furius Sabinus Aqulla), praetorium praefectusu ve impa rator Gordianus lll'ü n kayınpederi. Dama dı adına yönetimi kararlı ve etkin bir biçim de yürüttü. Gotlar'ı ve Sarmatlar'ı püskürt tü, Persler’ı yendi. Ekim 2 4 3 ’te öldü.



T İM G A D , Cezayir'de (Batna vilayeti) ko­ mün, cebel Avras’ın kuzey yamacında. 1 072 m yükseltide: 9 800 nüf. —Arkeol. Lambese’yl (Tazult) Mascula'ya (Henşla) ve Theveste'ye (Tbessa) bağla­ yan bir rom a yolu üstünde yer alan Tim gad (Thamugadi), K.’de cebel Avras'taki geçitlerden birine egem endi. Başlangıç­ ta basit bir roma karakolu, sonra Traianus dönem inde bir roma kolonisi olan (İ S. 100) Tham ugadı, IV. yy.'da donatusçulu ğun merkezlerinden biri durum una geldi VI. yy.'da M ağribliler tarafından yıkılan kenti BizanslIlar yemden kurdular. Ö nce­ leri bir surla çevrili olan yerleşim dik açıy la kesişen cardo ve decumanus' larla eşil karelerle bölüm lenen kusursuz bir roma kenti örneğidir. Cardo maximus, decuma nus maximus ile kesiştiği noktada son bu larak, sivil kamu yapıları, küçük bir tapı­ nak ve bir tiyatroyla çevrili forum un oluş masına olanak verir. Sade görünüm lü ev ler, büyük ölçüde onarılmıştır. II. yy. sonun­ da ve III yy da yaşanan barış ve refah dö­ nem inde kentin çevresine büyük anıtların (capıtolıum, hamamlar, daha sonra da şid­ detli bir çatışma içinde olan katolik ve donatusçu hırıstiyan toplulukların kiliseleri) yer aldığı dış mahalleler kuruldu. Kentin 400 m G.'ınde yer alan bir kaynak, Severuslar dönem inde buraya büyült bir tapı­ nak yapılmasına yol açtı; bu tapınak, Bi zanslılar tarafından görkemli bir kaleye d ö ­ nüştürüldü. Severuslar dönem inde geli­ şen bir mozaik okuluna bağlı olarak, ç i­ çek motifleriyle süslü özgün zemin moza ikleri üretildi.



T İM İD İL İK sıf. (fr. thymidylique). Org.



kim. Timidilik asit, form ülü C , 0 H 15 N 2 O8P olan nükleotıt; tim inin fosforik asit e k e ri­ dir ve dezoksıribonükleik asidin (DNA) zin­ cir halkalarından birini oluşturur



T İM İD İN a. (fr. thymidine). Örg. kim. For­ mülü C i 0 H 14 N 2 O 5 olan dezoksinükleozlt; dezoksirlbonükleik asidin (DNA) bileşen terinden biridir; hidrolizlendiğinçie timin ile dezoksiribozu verir.



T İM İM U N , Cezayir Sahrası nda (Adrar vilayeti) vaha, Gurara'da; 20 500 nüf. Su­



dan örneğine göre inşa edilen yerleşme. Turizm merkezi. Duvar kaplamaları, halı, maşlah imalatı.



■ T İM İN a (fr. thymine). Org. kim. Form ü­ lü C 6 H 6 N 2 0 2 olan pirimldinsel baz; dezokslribonüklelk asitlerin bileşenlerinden biridir.



TİM İR Y A Z E V (Kliment Arkadyeviç), rus biyolog ve fizyolog (Petersburg 1843 Moskova 1920). 1878’den 1911 e kadar Moskova Ûniversitesi’nde profesör olarak çalıştı; m addeci ve devrimci görüşlerin­ den dolayı görevinden uzaklaştırıldı, an­ cak 1917'de kürsüsüne kavuştu. Biyoloji­ de Darwin'in yandaşlarından oldu. Kloro­ filin ışığı soğurmasını tayf dağılımıyla sap­ tadı.



T İM İS İ (Mustafa), türk siyaset adamı (Divriği 1936). Ankara iktisadi ve ticari ilim­ ler akadem isi’ni bitirdikten sonra çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu. Bayındırlık bakanlığı müfettişiyken siyasal yaşama atı­ larak Birlik* partisi'ne girdi ve Sivas’tan milletvekili oldu (1969). Aynı yıl Birlik par­ tisi (BP) genel başkanlığına seçildi. 1973 -1977 arası BP'nin tek milletvekili olarak Parlam entoda yer aldı. 1977 seçim lerin­ de TBM M 'ye girem edi. 12 Eylül 1980'de öteki partilerle birlikte genel başkanı olduğu BP de kapatıldı. SHP’ye katıjdı (1985) ve bir süre partinin genel sekreterliğini yaptı (1986), İstanbul milletvekili seçildi (1987-1991).



T İM İS K A M İN G g ölü, Kanada’da (Qu­ ébec ve Ontario) göl; 310 km 2, Ottawa' nın genişlem esiyle oluşmuştur; göle Q u­ inze ırmağının çakanlarıyla gelen ırm ak,' gölden Long-Sault ivintileriyle



T İM İŞ y a d a T E M İŞ , Romanya ve Sır­ bistan'da (Voyvodina özerk bölgesi) ır­ mak, Tuna'nın kolu (sağ kıyıdan), Banat dağlarından doğar, Caransebeş'ten g e ­ çer ve büyük bir yay çizerek ovayı a kaç­ lar; 340 km. Irmağın adı, Romanya'daki bir yönetim bölgesine ( 8 678 km2; 700 300 nüf. (1992). Merkezi Timişoara) verilir.



T İM İŞ O A R A , m acarca Temesvâr, türkç Temeşvar, Tamışvar ya da Tımışvar, Batı Romanya'da kent, Timlş yö­ netim bölgesinin merkezi, Banat ovasın­ da; 338 920 nüf. ( 1991 ). XIV. yy. 'a alt şa­ to (Banat müzesi). Barok üslubunda ya­ pılmış kiliseler ve konutlar. Üniversite. Ti­ mişoara, makine yapımıyla (motor, meta­ lürji ve elektroteknik sanayileri için araç gereçler) kimyasal ürünlerin (deterjanlar ve plastik m addeler) ağır bastığı eski ve önemli bir sanayi merkezidir; ayrıca be­ sin, tekstil, deri sanayileri de vardır. Bega kanalı kenti Tuna'ya bağlar. —Tar. Kuruluşu 1242 olarak tarihlenen ve XV. yy.’da Macaristan krallığı nın türk akınlarına karşı en önemli savunm a merkez­ lerinden biri konum una gelen kent, Mohaç* m eydan savaşı'ndan (1526) sonra



L . L.



bağımsızlığı sona eren M acaristan’ın Os­ manlI devletiyle Avusturya arasında bölü­ şülen topraklarının Avusturya'nın payına düşen kesiminde kaldı. 1551-1562 Türk -Avusturya savaşı sırasında, Macaristan serdarı ikinci vezir Ahm et Paşa tarafından 28 günlük bir kuşatma sonunda fethedi­ lerek osmanlı topraklarına katıldı (1552) ve 6 sancaklı Banat eyaletinin merkezi oldu. 1716-1718 Türk-Avusturya savaşı’nda prens Eugen komutasındaki avusturya ordusun­ ca 44 gün süren bir kuşatm adan sonra alınan kent (1716), Pasarofça* antlaşm a­ s ıy la (1718) Avusturya’ya bırakıldı. Osmanlılar'ca "Tamışvar” adıyla anılan kent, bugün Romanya'da, Banat bölgesindeki Timiş yönetim bölüm ünün merkezidir.



timbal cifti



H



N



'



P



ROCH-



i



T İM İU . Esk. M arm arica’da ve Doğu Sahra’da g öçebe halk. İ.Ö. III. binyıl’dan başlayarak mısır m etinlerinde sözü edilir. Beyaz tenli, mavi gözlü ve sarı saçlı olan Tim iular esmer tenli Tehenular'dan belir­ gin biçim de farklıydılar.



limidln R = H timidilik asıl R = P08H2



T IM M E R M A N S (Félix), flamanca yazan belçikalı yazar (Lier 1886 - ay. y. 1947). Ro­ manı Pallieter (1916) dolayısıyla "flam an öykücülerin prensi" olarak tanımlandı. Öykülerinde Ortaçağ fabliolarının esini ye­ niden buldu: Het Kindeken Jezus in Vlaanderen (1817), De zeer schoone wen



van Juffrouw Symphorosa, Begijntjen Boerengsalm (1935).



(1918),



HO



N



T İM M İN S , Kanada'da (Ontario) kent, M atagam l'nin kıyısında; 44 700 nüf. Bir maden bölgesinin (demir, bakır nikel, çinko, altın) merkezi. Biracılık. Kereste sanayisi.



timin



T İM N A , İsrail'de kent, N ecefte, Eilat'ın K. inde. Bakır yatağı.



T İM N E L E R -



TE M N E LER .



TİM O D E PA N D A N sıf. (fr. thymodépen-



dant).



Bağışıkbil. Tim usa ya da ondan üreyen T lenfositlerine bağımlı olana denir. (Bu terim, T lenfositlerinin katılımını gerekti­ ren bağışıklık tepkimeleri, antijenler ve an-



Timgad, Traianus'un kurdurduğu (İ.S. 100’e doğr.) kentin kalıntılarından bir görünüm



tim odepandan — Biyokim. Timol tepkimesi, tlm ol çözelti­ sine karıştırılan kan serum unun topaklaşması. (Tepkimenin şiddeti hepatit sarılık­ larında artar, oysa tıkanma sarılıklarında normaldir.) — A N S İK L. E czc. Timol, başta ankilostomlar olmak üzere bağırsak asalaklarına kar­ şı baş ilaç ve m lde-bağırsak antiseptiği olarak uzun süre kullanılmıştır. Günüm üz­ de ağız ve solunum yolları hastalıkların­ da harici antiseptik olarak kullanılmasın­ dan başka rolü yoktur. Diş suyu ve m a­ cunlarının bileşim inde de bulunur.



11538



timolftalein



tikorlar için kullanılır. T lenfositlerini içeren lenf organları bölgelerine de timodepan­ dan alanlar denir.) T İM O D E P A N D A N S a. (fr. thymodépenTim odepandan olanın durumu.



dance). Stanford University



T İM O E N D E P A N D A N sıf. (fr. thymo -indépendant). Bağışıkbil. T lenfositlerine bağlı olmayan, onların işe karışmasını ge­ rektirmeyen bağışıklık olaylarına denir. T İM O E N D E P A N D A N S a. (fr. thymo -indépendance). Tlm oendepandan ola­ nın durumu.



Stephan Timoshenko



T İM O F E Y E V A (Nina Vladimirovna), rus kadın dansçı (Sen-Petersburg 1935). Sen-Petersburg Koregrafi enstltüsü'nden mezun oldu (1953), Kirov Bale topluluğu'na girdi (1953), daha sonra Bolşoy topluluğu'na geçti (1956) ve burada ge­ rek klasik repertuvarda, gerekse karakter rollerinde kendini kısa sürede kabul ettir­ di (Taş çiçeği, Spartacus, Gayaneh). Ge­ cenin y urdu'no (Harika mandaren' İn Leonld Lavrovskly versiyonu [mü. B. Bartök], 1961], AseTüe (Oleg Vlnogradov, 1964) Asel'I, Spartacus'u (Yurl Grlgorovlç, 1968), Phaidra1yı (Natalla Ryjenko ve Viktor Smlrnov, 1973), Aşk, aşk içindin (Vera Boccadoro, 1976) yorumladı. T İ M O K , Sırbistan’da ırmak, Tuna’nın kolu (sağ kıyıdan); 167 kilometresi Sır­ bistan'da olmak üzere 183 km. Çığırının bir bölümü Bulgaristan-Sırbistan sınırını çizer ve Tuna’ya kavuşur. T İM O K H A R İS , yunanlı gökbilim ci (İ.Ö. IV.-III. yy.). Pek çok yıldızın konumunu be­ lirlemeye çalıştı; yıldızların konum unu tu­ tulum çem berine bağlamaya, dolayısıyla da enlemlerini ve boylamlarını belirlem e­ ye çalışan öncülerden biri oldu. Gözlem ­ lerinden Ptolemaios da yararlandı. T İM O K R A S İ a . (fr.



timocratie) — PLU-



TOKRASİ.



Timor adanın kuzey-doğu'sundaki pirinç tarlalarından bir görünüm



T İM O L a. (fr. thymol). Kim. Kapalı formülü C 10 H ,„O olan monofenol; karvakrolün bir izom eridir ve ballıbabagillerden pek çok bitkide bulunur. (Doverl'nin kekik ve yaban kekiği esanslarından elde ettiği tlmol, ayrıca bireşim yoluyla da hazırlana­ bilir. Suda az çözünm esine karşın [% 1] organik sıvılarda ve alkali çözeltilerde çok çözünür.) [Yapısı bakımından para-izopropil-metakrezol olarak okunur.]



T İM O L E O N , yunanlı devlet adamı (Korinthos İ.Ö. 410’a doğr. - Siracusa 336). Kardeşi Korlnthos tiranı Tlm ophanes'i öl­ dürttü ya da öldürülm esine göz yum du (365). Slracusa’ya yardım için Sicilya'ya gönderildi. Bir avuç adam la karaya çıktı ve Genç Dionysics'u tahttan çekilm ek zo­ runda bıraktı (344). Sonra Kartaca’ya karşı savaştı (Krimisos m uharebesi, 341 ya da 339), Kartaca topraklarını yunan yerleşi­ m ine açtı. Bu sırada, Sicilya'da cum huri­ yetçi bir hareket, Timoleon'a düşman olan bütün tiranlan devirdi. Tlmoleon, Siracusa’da ılımlı bir dem okrasi ve altı yüz üyeli bir meclis kurdu. Kısa süren bir federas­ yon çerçevesi içinde, toprak dağıtma yo­ luyla yeni yunan kolonlarının gelmesini sağladı ve bunları Gela ve Akragas (Agrıgento) gibi yeniden kurulan kentlerin yakı­ nına yerleştirdi. Görevinin tamamlandığını düşünerek İktidardan çekildi (337-336). T İM O L F T A L E İN a. (fr thymolphtaléine). Org. kim. Formülü C 2 8 H 3 0 O 4 olan ve renkli belirteç (alkali ortam da mavi) olarak kullanılan ftaleln, T İM O L O L a. (fr. timolol). Beta engelleyi­ ciler sınıfından sentetik ilaç. Maleat tuzu halinde, nedeni belli olmayan yüksek tan­ siyonlara karşı ve göz tansiyonunun yük­ seldiği durum larda kullanılır. T İM O M a. (fr. thymome). Patol. Timüs hücrelerinden oluşan ur. T İM O N , İ.Ö. V. yy.'da yaşamış yunanlı fi­ lozof. Yurdunun uğradığı felaketlerden do­ layı, insanlardan tam anlamıyla yüz çevir­ miş ve bundan ötürü yergici yazarların di­ line düştüğü gibi, ahlakçı yazarların da bu tür davranışa örnek gösterdikleri bir kim ­ se haline gelmişti. T İM O N , yunanlı şair ve filozof (Phleius İ.Ö. 3 2 0 ’ye doğr. öl. 230). Önce dansçılık yaptı, M egara’da Stilpon’un, Elis’te Pyrrhon'un derslerini izledi, sonra Atina' ya yerleşti. En önemli yapıtları iki felsefi manzum edir: Indalmoi (imgeler), özellik­ le de kitaptan oluşan Silloi (Hicivler). Bu İkinci yapıtında, filozoflar arasındaki bir sa­ vaşı ve Öehennem'e yapılan bir geziyi an­ latır; felsefe sistemlerini gözden geçirir, fi­ lozofları sahneye çıkarır ve üstadı Pyrrhon dışında hepsiyle alay eder. Timon, ayrıca, komediler, trajediler, hicivler ve felsefe ya­ pıtları da yazdı: Python, Peri aistheseos (D uyular üstüne), Arkesılau prodeipnon Equipe A. de la Porte-Attas-Photo



(Arkesilaos'un ölüm şöleni) vb. Yapıtların­ dan günüm üze hemen hiçbir şey kalma­ mıştır.



T İ M O M E D A (Juan DE), Ispanyol hüm a­ nist ve yazar (Valencia 1520'ye doğr. -1583). On beş kadar oyun yazdı, bunla­ rın ç o ğu J U A N D Ia m on te takm a adıyla yayımladığı Turiana'da yer aldı. Romancı olarak, bir masal kitabı (Sobremesa y alivio de caminantes, 1563), yirmi iki öykü­ den oluşan bir dizi (Patrahuelo, 1567), ay­ rıca lirik şiirler ve bir rom ans derlemesi (Rosa de romances, 1573) yayımladı.



TÎMONİON.



Tar. coğ. A nadolu'da, Paphlagonıa ile Bithynıa bölgeleri sınırın­ da kent; Kastamonu ilinin G.-B.’sında Araç suyunun yukarı havzasındaydı.



TİMOR,



Endonezya'da ada, Sunda ta­ kımadalarında, Flores ile Sum ba’nın D.' sunda; 30 000 km2; 1 600 000 nüf. Mer­ kezi Kupang. • Coğrafya. Ada çok dağlıktır (en yüksek doruğu 2 920 m). Aşınmayla yarılmış yu­ muşak biçimli tepelerin üstünde kireçtaşlı dağ sivrileri yükselir. Ada, Suda'nın “ dış yayı” üstünde bulunur. Yer şekilleri Miyo­ se nd e oluşmuştur. Birinci Zaman’da oluş­ muş billurlu ve kireçtaşlı şist örtüleri daha kuzeydeki, daha yumuşak flysch’lı toprak­ ların üstüne sürüklenmiştir: kırıklı bir tek­ tonik (doğu-batı doğrultusunda çok sayı­ da fosil), arazi yapısını karmaşıklaştırmıştır; yükselme hareketinin bugün de sürdü­ ğü sanılmaktadır. Sıtmanın kol gezdiği ovalar güney kıyısında daha geniş yer kaplar. 8-10° G. enlemleri arasında yer alan Tim or’da kurak tropikal İklim görülür: Kupang, yağm ur mevsiminde (aralık-mart) 1 450 mm yağış alır. Tayfunlar, düzenli ola­ rak adada büyük yıkıma yol açar. Sel sularının, tarla açma eylemlerinin ve yangınların etkisiyle cılız (seyrek) orman ortadan kalkarak yerini savana bırakmış­ tır. Timor halkı hem M elanezyalılar’a hem Malaylar’a haş özellikler taşır Nüfus olduk­ ça yoğundur: km 2'de ortalam a 53 kişi (ama güney kıyısında 140 kişiyi aşar). [Bu da kaynakları sınırlı ve toprakları verimsiz bir bölgede gezici bir tarım için çok yük­ sek bir yoğunluktur] Yakılarak açılan tar­ lalarda özellikle mısır, kuru pirinç, kocadan yetiştirilir. XX, yy. başında uygulamaya ko­ nan sığır yetiştiriciliği, yaygın yöntemlerle gerçekleştirilen tarımla birlikte yürütülmek­ tedir ve h içbir ilerleme kaydedllememiştir. Tlm or’un tanınmasını sağlayan santal ağacı kerestesi üretimi ortadan kalkmış­ tır. • Tarih. 1520’de Portekizliler tarafından keşfedilen adanın bir bölüm ü (batı ucu) HollandalIlar tarafından işgal edildi (1613 -1618). Portekizliler le büyük ölçüde karı­ şıp melezleşmiş bir nüfusun varlığı (zenci Portekizliler) adanın geri kalan bölüm ü­ nün Portekiz'de kalmasını sağladı. XVIII. yy.'da Portekizlilerle HollandalIlar ve yer­ liler arasındaki uzun m ücadelelerden son­ ra, sınır 1859, 1893 ve 1904 antlaşm ala­ rıyla saptandı. Timor, 1942’de Japonlar ta­ rafından İşgal edildi. Endonezya Cum hu­ riyeti, adanın hollanda bölüm ünü toprak­ larına kattı. 1975’te Portekiz'de rejim d e ­ ğişikliğinden yararlanan endonezya birlik­ leri, bu kez de d oğu kesimini (Portekiz'e ait) İşgal ettiler, am a Fretilin’in (Doğu Tim or'un bağımsızlığı İçin devrim ci cephe) direnişiyle karşılaştılar. Uzun ve kanlı bir savaştan sonra Doğu Timor, aralık 1979' da Endonezya topraklarına katıldı, ama Fretilin’in direnişi sona ermedi.



TİMOR denizi, Hint okyanusu’ nun



ek­ vator kesiminde, Tim or adası ile Avustral­ ya kıyısı arasında kalan deniz, 125° ve 130° D. boylamları arasında. Yüzölçümü­ nün % 80'l, geniş bir kıta sahanlığıyla ve Avustralya levhasının Endonezya yayının d oğu ucu altına girmesi sonucu oluşan okyanus çukuruyla (3 108 m) kaplıdır. Sı­ cak sular (yazın 29 °C; kışın 26 °C) m u­ son rüzgârlarının yön değiştirm esi nede­ niyle almaşık olarak B.'ya (güney kışı) ve



tim sahlar D.'ya (yaz) doğru yönelen Cava akıntısı­ nın etkisiyle çalkalanır ve yer değiştirir.



T im o r m id illis i, Endonezya’da Timor adasında yetiştirilen küçük midilli ırkı.



T İM O R L A U T -



TA N IM B A R



T IM O S H E N K O (Stephen), rusça Ste­ pan P ro k o fiy e v iç T lm o şe n ko , rus kö­ kenli amerikalı mühendis (Kiev yakının­ da 1878 - Wuppertal 1972). Kiev'de (1907-1911), Sen-Petersburg'da (19121918) Zagreb'e göçünce, Pollteknlk oku-, lu'nda (1920-1922) ders verdi. 1922'de ABD'ye yerleşti, Westinghouse şirketi'nln danışmanı oldu (1923-1927), 1927' de amerikan vatandaşlığına geçti. Michi­ gan (1927-1936), daha sonra da Kalifor­ niya Stanford üniversitesi'nde (19361944) mekanik kürsüsünün başkanlığını yaptı. Gereç dayanımı alanında üretken bir m ucit ve seçkin bir kuramcı olan Ti­ moshenko, esneklik konusunun en ünlü uzmanıdır.



T İM O S İT a (fr. thymocyte). Dokubil T lenfosıtının öncüsü olan timüs lenfosıti. Ba­ ğışıklık sisteminin gelişmesiyle ve korun­ masıyla bağıntılıdır.



T İM O Ş E N K O (Stepan Prokofiyeviç) — Tİm o s h e n k o (Stephen). T İM O Ş E N K O



(Semen Konstantinoviç), rus mareşal (Furmanka, Besarabya, 1895 - Moskova 1970) Ukrayna asıllıydı. 1915'te İmparatorluk ordusunda astsu­ bay oldu. Devrime katıldı ve 1918-1920 arası Budenniy'in komutasındaki 1. ordu­ da bir süvari tüm enine komuta etti, Tsaritsin (bugün Volgograd) bölgesinde Stalin'le Voroşilov'un yanında Vrangel kıtala­ rına karşı savaştı. Komünist partisl'ne g ir­ di (1919), Stalin’le dostluk kurdu ve parti­ nin Merkez komitesl'ne alındı. Bir süvari kolordusuna, Kafkasya bölgesi kuvvetle­ rine komuta etti, sonra U zakdoğu’ya gön­ derildi. 1939'da Doğu Polonya'nın İşgalini yönetti, Savunma komiserliğine atandı ve m areşalliğe yükseldi (1940). Temmuz 1941’de, cephenin orta kesimine komuta etti ve Alm anlar’ı Smolensk önünde yenil­ giye uğrattı. Sonra güney cephesi kom u­ tanlığına getirildi, Rostov’da başarıyla sa­ vaştı ve kasımda kenti Alm anlar'dan geri aldı, am a mayıs 1942'de H arkov’da ağır bir yenilgiye uğrayınca yerine Jukov geti­ rildi. 1943 ve 1944'te, Kırım’ı ve Ukrayna’yı kurtardıktan sonra Romanya ve M acaris­ tan’ı ele geçiren Malinovskiy ve Tolbuhin kuvvetleri arasında eşgüdüm sağlam ak­ la görevlendirildi. 1945-1947 arasında Ç in’e gönderildi ve orada Mao Z ıdo n g ’ un birliklerinin yeniden örgütlenm esiyle uğraştı. 1955-1960 arasında Minsk bölge­ si komutanlığını yaptı.



T İM O T H E O S M lle tli, yunanlı şair (İ.Ö.



T İM O T H E O S H e ra kle ia lı, herakleialı bir tiranın oğlu. İ.Ö. 346/345’ten başlaya­ rak kentte hüküm sürdü, isokrates ona bir mektup yazmıştır.



T İM O T H E O S (azız), aziz Paulus’un izleyicisiydl (I. yy.). Onun, hıristlyanlığı yay­ mak İçin çıktığı İkinci ve üçüncü yolculu­ ğ a katıldı. Hajıyografik geleneğe göre, 97'de (?) Efes kilisesi n in ilk piskoposu ol­ du ve burada d in yolunda öldü. Timotheos’un kutsal kalıntıları, 3 5 6 ’da İstanbul'a taşındı.



T İM P A N



a (fr.



tympari).



KULAK D A V U LU '



pun eşanlamlısı.



T İM P A N İ



a



(¡tal.



tímpano'dan).



Müz.



T İM B A L ’ in e ş a n la m lıs ı.



T İM P A N İS T a (ing. çalgıları çalan kişi. T İM P A N İT



a.



(fr.



timpanist). Vurmalı tympanite).



LA K D A V U LU ' İLTİHABI 'nın



KU­



eşanlamlısı.



T İM P A N İZ M a. (fr. tympanisme). Patol. 1. G öğüs ya da karın ötüm lülüğünün art­ ması. Bu bölgelere vurulduğunda fark edilir. — 2. Bağırsaklarda aşırı gaz birik­ mesi yüzünden karnın aldığı gergin d u ­ rum.



T İM P A N O M E T R İ a. (fr. tympanomét-



rie). Tip.



Kulaktaki zar-kemikçikler sistemi­ nin sağlamlığını ölçm e muayenesi. (So­ nuç em pedans biçim inde ifade edilir) — ANSİKL. Bir yandan kulakdavulunda ha­ va basıncı değiştirilerek ortaya çıkan em pedans değişiklikleri kaydedilir, öte yandan ağrılı işitme eşiğine yakın bir ses uyarısı ile sistemin em pedansında d eğ i­ şiklik yapılır (üzengikemiği reflekslerinin araştırılması). Tim panom etrl orta ve içkulak patolojisi konusunda esaslı bilgi sağ­ lar.



TİM P A N O P L A S T İ a. (fr. tympanop/as-



tie). Cerr.



Sesleri kulakzarından üzenglkem iğinin tabanına, yani içkulağa ileten zar -kemikçikler sisteminin bir ya da birkaç elemanını onarm ak am acıyla yapılan ameliyat. — A N S İK L . Tim panoplasti yöntem lerinde greflere başvurulur. Kulakzarını onarm ak İçin, ya kas aponevrozundan (çoğunluk­ la şakak kasından) ya perikondrlum dan ya da deriden alınan grefler kullanılabilir. Kemikçikler zincirini onarm ak içinse has­ tanın kendi kemikleri kullanılabildiği gibi (kendinden nakil) protezlere de (teflon, se­ ramik vb.) başvurulabilir. Böylelikle kulakzarı ile üzenglkem iğinin tabanı arasında bir devamlılık sağlanmış olur.



TİM P A N O S K LE R O Z a (fr. tympano-



sclérose).



Patol. Süreğen kulak iltihabı komplikasyonu. (Kulakzarında ya da orta­ kulaktaki kemikçikler üzerinde kireç görü­ nümünde camsı bir dokunun birikmesi bi­ çiminde ortaya çıkar. Kemikçiklerin esnek­ liğini azaltarak iletim sağırlığına neden olur)



447 e doğr. - 360 a doğr). ilahilerini, o d ­ larını ve dithyramboslarını söylem ek için yunan kentlerini dolaşarak oldukça büyük bir ün kazandı. Salamıs zaferi üzerine yaz­ g T İM R A Ş ob ru ğ u , Konya-Kâzımkaradığı, lirik nom oslarından biri olan Persai' bekir arasındaki karayolunun yakınında, den günüm üze yalnızca birtakım bölüm ­ Çum ra'nın 15 km kadar G.-D.’sunda, çok ler kalmıştır. az eğimli Neojen göl kireçtaşları içinde eri­ me ve çökm e ile oluşmuş, dik yamaçlı, TİM O TH E O S , atmalı strategos (öl. Khalkıs İ.Ö. 354). Konon’un oğlu, isokrates’ın dairesel karst kuyusu. Çapı yaklaşık 200 m; içinde, derinliği 25 m kadar olan birtaten iyi öğrencisiydi, yaklaşık yirmi yıl sü­ lısu gölü vardır. reyle Atina’nın politik yaşamında önemli bir rol oynadı. Strategosluğu sırasında Ati­ T İM S A H a Yarı sucul iri sürüngen. (Tim­ na filosunun Sakız adası açıklarında boz­ sahlar takımının örnek tipi.) guna uğraması (356) üzerine, meslektaş­ — A n s I k l . Timsahlar takımındaki bütün larından biri tarafından mahkemeye veril­ sürüngenlere "tim sah" adını verenler var­ di ve 1 0 0 talantonluk çok ağır bir para ce ­ sa da bu adı yalnız tim sahglller familya­ zasına mahkûm oldu. Atina'dan ayrılıp sından olanlara vermek ve onları hem gaKhalkis’e gitti (354) ve orada öldü. viyallerden (uzun ve dar burunlu), hem ali­ gátor ve kaym anlardan ayırmak daha TİM O TH E O S , İ.Ö. IV. yy.'da yaşamış yu­ doğru olur (kaymanlarda 4'üncü alt diş nanlı heykelci. İ.Ö. 375’e doğru Epidauros’ üstçenedeki bir diş yuvasına girdiği için ta Asklepios tapınağı'nda çalıştı; iç saçakdıştan görülm ez; tim sahlarda bu diş yulığın oymalı metopelerıni, batı alınlığı üzerin­ kardakl bir kertiğe denk gelir ve hayvan deki akroterleri yaptı. Kopyalarından bilinen ağzını kapadığı zaman bile görülür). Nemesis-Leda ve Troizen’deki Hippolytos heykelleri ona mal edilir. 350’ye doğru HaTimsahın bedeni iri ve yassı, kuyruğu likarnassos mausoleionu’nun süslemeleri­ güçlü ve yassı, bacakları kısa ve “ yatay" ni gerçekleştiren heykelcilerdendi. ' dır (uyluk ve kol kemikleri yere paralel ve



bedenin bakışım düzlem ine dikeydir); hayvan, bedenini topraktan yukarı kaldı­ rabilm ek için büyük bir çaba harcam ak zorundadır; su ortam ına düşkünlüğü, ya da büyük ırmakların kıyısındaki kum sal­ larda yatıp dinlenm e alışkanlığı bedensel özelliğiyle açıklanabilir. Tim sahlar genel­ likle hem ço k iri gövdelidir, hem de göv­ deleri boynuzsu pullarla, dışderi kökenli levhalardan oluşan kalın bir zırhla kaplı­ dır; bu nedenle insandan başka pek düş­ manı yoktur. Am a timsahların boyu sanıl­ dığı kadar d a b üyük değildir: çoğunlukla 2-4 m boyunda olurlar (7-8 m olanlar çok enderdir). Timsahlar leşle ve değişik av­ larla beslenir: balıklar, böcekler ya da su içmeye gelen kara hayvanları. Timsah ani bir ham le ile avını yakalar, suda b oğduk­ tan sonra parçalayıp yer. Timsahlar ovipardır: kum da eşilmiş bir çukura yirmi ka­ dar yumurta yumurtlar ve orada öylece bı­ rakır. Yumurtalarının düşmanları çoktur: kuşlar, varanlar, mangustlar. Timsah sayı­ sının genellikle az olması kısmen bunun­ la, bir de derileri için avlanm alarıyla açık­ lanabilir; timsah derisi lüks deri eşya ya­ pım ında kullanılır ve günüm üzde "tim sah çiftlikle ri"n d e yapılan üretim bu pazarı beslemeye yetmektedir. 13 timsah türü vardır, bunların 11 'I Crocodylus cinsindendir, d iğer 2 'si cüce tim ­ sahtır. Batı Afrika cüce timsahı (Osteotaemus tetraspis) tropikal Afrika'da ve Schle­ gel gaviyali (Tomistoma schlegeli) Malez­ ya’da bulunur. Timsah genellikle bir Afri­ ka hayvanı sayılır: oysa 11 türün sadece 2'si orada yaşar: Nil timsahı (C. niloticus) ve bataklık timsahı (C. cataphractus). Bu sonuncu salt balıkla beslenirken, Nil tim ­ sahı her ortama uyarlanmıştır, memeli bü­ yük hayvanlara ve insana saldırmaktan bi­ le çekinmez. Timsahların dört türü Am e­ rika'da (en yaygını Am erika timsahıdır [C. acutus]), diğer beş türü de Asya'da ya da Avustralya'da yaşar. Hepsi denize de açı­ lır, özellikle deniz timsahı (C. porosus) Avustralya'yı ve Okyanusya adalarını isti­ la etmiştir. Nil timsahı M adagaskar’a, Kom orlar'a ve Seychelles’lere Am erika tim ­ sahıysa Antiller'e yayılmıştır.



11539



Tass



(1943’te)



T İM S A H , Mısır’da göl, Aşağı Mısır'da, Süveyş kıstağında, Süveyş ile Port-Said'e eşit uzaklıkta. Süveyş kanalının aştığı g ö ­ lün kuzey kıyısında İsmailiye kenti vardır. Yüzölçümü 15 km 2.



Nırnahbekçisi



TİM S A H B E K Ç İS İ a. Zool. Tropikal Af­ rika'da ırmakların ve göllerin kıyısında ya­ şayan böcekçil kuş. (Timsahların sırtındaki asalakları yediği için bu adla anılır. Bil. a. Pluvianus aegyptius; Glareolidae familya­ sı.)



TİM S AH G İLLER a. Timsah türlerini içe­ ren familya. (Avrupa ve Am erika'da Ust Kretase tabakalarında pek çok fosili bu­ lunur. Bil. a. Crocodilidae.)



T İM S A H İY E a. (ar. timsah ve -iyye’den timsâhıyye). Esk Timsahlar familyası.



Timraş obruğu



TİM S A H L A R a. Geniş anlam da, bütün



Çumra, Konya



,i?V. _ gavial



■ « P



Ii - ‘ VH? « ? V . ı ? -4.-2.



v ,jd *E -i• •



:



> î



^V



timsah



___„, .« --yliîî'Îi® “ îî3 ~f alligator



başlıca timsahlar ve karşılaştırmalı anatomileri



kafatası tülleri



gavral



alligator



timsah türlerini kapsayan takım. (Üç famil­ yaya ayrılır: timsahgiller, alligatorgiller ve gavialgiller. Bil. a. Crocodilia.) —A n s T k l. Timsahlar tam gırtlak hizasın­ daki burun iç deliklerine kadar uzayan çok yaygın ikincil damaklı, diyapsit sürün­ genlerdir. Dişler çenelerdeki diş yuvaları­ na gömülür; dışkulak yanğı uzunlamasınadır ve tek sayıda penis ya da klitoris içe­ rir (kertenkelelerle yılanlarda 2 hemipenis ve 2 hemiklitoris bulunur). Kalp dört göz­ lüdür; 2 kulakçık ve tam ayrılmış 2 karın­ cık; ama 2 aort yayı bunlarda da vardır ve kanın ayrılması bu yüzden zayıf ve oksijenlenme tam değildir. Bir yalancı diyaf­ ram göğsü karın boşluğundan ayırır. Ka­ rın boşluğunun alt çeperi karın kaburga­ larıyla (gastralia) desteklidir. Bugünkü tim­ sahlardan önce yaşamış karakteristik fo­ sil türler vardır; bunların en eskileri olan Protosuçhia öbeği Alt Jura dönemine ka­ dar uzanır. Denizlerde yaşamış olan Mesosuchia öbeği üyeleriyse çok iri (boyları 15 m’ye varıyordu) hayvanlardı ve bütün Jura devri boyunca var olduktan sonra bir yandan Güney Amerika'daki Sebecosuchia öbeğinin, öte yandan timsahların or­ taya çıkmasına yol açtı. T İM S A H O T U a. Kısa yapraklı, ince saplı biryıllık otsu bitki. (Bil. a. Aira ya da Deschampsia; buğdaygiller familyası.) [Ondan fazla timsahotu türü vardır. Bir kısmı pek de kaliteli sayılmayan yembitkileridir. Çayır timsahotu (Aira [Deschampsia] caespitosa) Arktika ve Antark­ tika tundralarında, orman timsahotu (A. [Deschampsia] fiexuosa) meşe ormanla­ rında yaygındır.] T İM S A L , -II a. (ar. misi'den timşSI). Simge: Ahlak, iyilik timsali bir kadın. —Esk. 1. Resim, suret, tasvir. —2. Timsalger, ressam. || Timsal-i cehalet, cahillik sembolü. || Timsal-i mücessem, heykel, ör­ nek. T İ M U Ç İN -



CENGİZ HAN.



T İ M U Ç İN (Afşar), türk şair, yazar (Akhi­ sar 1939). İÜ Edebiyat fakültesi transız di­ li ve edebiyatı bölüm ü'nde başlayan yük­ seköğrenimini Kanada'da, felsefe dalın­ da tamamladı (1964-1967). Döndükten sonra felsefe doktoru (1972) ve doçenti (1982) oldu. Atatürk üniversitesinde ve Marmara Üniversitesi devlet konservatuvarı’nda öğretim üyesi olarak çalıştı. Şiir (Çöl [ 1968], Böyle söylenmeli bizim türkü­ müz [1974], Savaşçı türküler [1980]), ro­ man ( Yarına başlamak [1975], Gece ge­ len eski dost [1980], Kıyılar durunca [1983]), öykü ( Denizli pencere [1980], Neden bazı akşamlar [1985]), deneme ( Yaşamak ne güzel şeydir [1991]) dalla­ rında ürünler verdi; A. Kadir'le birlikte şiir çevirileri yaptı: Vietnam şiiri(1973), Filistin şiiri (1974). Nâzım Hikmet'in şiiri (1978) yapıtıyla TDK eleştiri ödülü'nü aldı. Felse­ fe tarihi ve akımlarıyla ilgili araştırmaları vardır: Niçin yapısalcılık değil (1983), Gerçekçi düşüncenin kaynakları (1984).



T İM U R ya da T E M Ü R OLCAYTU, Yuan hanedanı im paratoru (1294-1307), Kubilay Han'ın torunu ve ardılı.



T İM U R (Keş, Sem erkand yakınında, 1336 - Otrar, Sir Derya üzerinde, 1405) Maveraünnehir emiri, Tim urlular haneda­ nının kurucusu ve ilk hüküm darı (1370 -1405). Barlas oym ağının Gürkan obası başbuğlarından Emir Taragay ile çağatay em irlerinden Cenkçi Noyan'ın kızı Tekine H atun’un oğlu. Gürkan ailesinin Cengiz Han soyundan geldiği ileri sürülürse de, Tim ur aslında İslamlığı bir savaş aracı ola­ rak kabul etmiş ve m oğol boylarının des­ teğini sağlam ak için de kendisine Cengiz Han'dan indiğini gösterir bir soyağacı uy­ d urm uş olan bir türk emiridir. Ancak, Ti­ m u r'u tü rk olarak kabul eden tüm yabannçi kaynaklar, Timur soyundan inen Babur' un Hindistan’da kurduğu im paratorluğu "M o ğ o l” diye nitelendirm ekle çelişkiye düşerler. Tim ur'un çocukluk çağı Semerkand ot­ laklarında yaşayan Barlas oymağındaki iç kavgalar ve Çağatay H anlığı'nda çıkan karışıklıklar arasında geçti. Gençlik yılla­ rında başıboş bir yaşam süren Timur, bir baskın sırasında yaralanan ayağı yaşam boyu sakat kaldığından türk, İran ve batı kaynaklarında “ Aksak Tim ur” , "Tim urlenk” , "Tamerlane" gibi lakaplarla anıldı. Barlas oymağının başı olan amcası Ha­ cı Barlas tarafından Çağataylar’ın Semer­ kand emiri Kazgan Han’ın buyruğuna ve­ rilen Timur, burada em irin gözüne girerek ordusunda subaylığa yükseldi (1356); Kazgan Han’ın torunu Olcay Türkân'la ev­ lendi (1358). Çağatay hanı Bayan Kuli Han ölünce (1358) em irler arasında çıkan taht kavgaları sırasında Kazgan Han öldü­ rüldü (1359). Timur, onun yerini alan oğlu ve kendisinin de kayınpederi olan yeni hanla anlaşmazlığa düştü ve Herat emiri olan kayınbiraderi Hüseyin’in yanına git­ ti. Bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen D oğu Türkistan hüküm darı Tuğluk Timur' un ansızın M averaünnehir’e girm esi üze­ rine (1360), Tuğluk'un hizm etine girdi ve M averaünnehir’in yönetim i kendisine ve­ rildi. Amcasının Horasan’da eşkıyalarca öldürülm esinden (1361) sonra Barlas oy­ mağının da başına geçen Timur, Tuğluk Tim ur’un M averaünnehir'in yönetimini kendisinden alıp oğlu ilyas Hoca’ya ver­ mesi üzerine Sem erkand’dan ayrılarak Kuzey Afganistan’da Belh kentine çekilmiş olan kayınbiraderi Emir Hüseyin’e katıldı. Hüseyin’le birlikte Afganistan’da, Harizm’ de, Buhara'da, Hindistan’d a çeşitli savaş­ lara katılan Timur, 1 000 atlıdan oluşan gözü pek bir vurucu birliğin komutanı ola­ rak ün kazandı. Tuğluk Tim ur öldükten (1364) sonra ye­ rine geçen oğlu ilyas Hoca’nın üzerine yü­ rüyen Hüseyin’le Timur, onu savaş alanın­ d an kaçırdılar ve S em erkand’a girdiler Ancak, ertesi yıl d aha güçlü bir orduyla M averaünnehir’e dönen İlyas Hoca ile yaptıkları Lay savaşı'nı yitirince, Emir Hü­



seyin Hindistan'a, Tim ur d a Belh yöresi­ ne çekildi (1365). Savaş dönüşü, ilyas H o­ ca’nın Duglat emiri Kamerettin tarafından öldürülmesi üzerine Semerkand’a geri d ö ­ nen Hüseyin'le Timur, yeni kurduktan dev­ leti düzene sokma çabası sırasında anlaş­ m azlığa düştüler. Hüseyin’in karşısında zayıf kalan Timur, kaçıp önce Buhara’ya, sonra da Horasan’a sığındı (1366). Eşinin arabuluculuğuyİEK( ÎRIPITAKA 11548



T İP L E M E a. Bir tiyatro oyunu, bir film,



Mike Evans



sir Michael Tippett



b ir radyo ya d a televizyon yayını için en uygun oyuncu ya da figüranların seçimi. — Bağışıkbil. Antijen özelliklerine göre bakterileri sınıflandırma yöntemi. — Dilbil. Dillerin, eşzamanlı incelemeyle ortaya çıkarılan iç özelliklerini karşılaştıra­ rak yapılan sınıflandırması. (Tipleme, tür­ sel sınıflandırmanın dil aileleri ya d a c o ğ ­ rafi yakınlık gibi Am erindler’in dilleri, toplumların evrim derecesi gibi dildışı ölçüt­ ler kullanılarak yapılan sınıflandırmaların karşıtıdır.) [Bk. ansikl. böl.] — Ruhbil. Bireyleri bedensel ve / ya da ruhbilimsel tipler olarak sınıflama sistemi. Bedensel tiplerin ruhbilimsel tipleri önce­ den belirledikleri varsayılan bu sistemde, genellikle bedensel tipler ve ruhbilimsel tipler arasında uygunluk kurulur. (Bk. an­ sikl. böl.) —Siyas. bil. Siyasal tipleme, siyasal kurum ya da olayların bir ya da birkaç ölçüte gö­ re sınıflandırılması. (Çağdaş liberal de­ mokrasilerde parlam enter rejim, başkan­ lık rejimi ve meclis rejimi arasındaki ayrım en çok kullanılan tiplem elerden biri ola­ rak kalır.) —Topbil. Toplumsal bir olaya ilişkin ve fark­ lı tipler biçim indeki bir deneysel veriler topluluğunu sınıflama sistemi. (Tipleme­ den genellikle toplumsal yaşamın çeşitli örgütlenme biçimleri arasında ayrım yap­ m ak için yararlanılmış, bunun için de bir tipten ötekine doğrusal bir evrim varsayı­ mına dayanılmıştır.) —ANSİKL. Dilbil. Coğrafi alan dilbilimi, tip­ lemenin dillere uygulanan özel bir d uru ­ mudur. Bu açıdan en iyi biçim de incelen­ miş bölge olan Balkanlar ele alınırsa, rumencede (roman dili) ve bulgarcada (slav dili) tanımlığın sözcük sonunda olduğu görülür. Gene Balkanlar'da gelecek za­ man, genellikle istemek yardımcı fiiliyle yapılır, ancak İngilizce ve çincede de d u ­ rum aynıdır. Bu son gözlem, balkancılık kavramının darlığını gösterir. Avrupa sınır­ larında kalarak, dancada d a bir tanımlığın, adın belirliliğini anlatmak için, sözcük sonuna geldiği bilinir: balkancılık genel tiplem ede kolayca iflas eder. Gerçekten de genel tipleme, XX. yy.’daki araştırma­ lar çok sayıda olm adığından yeni sayıla­ bilecek bir daldır. Ancak son yıllarda önem kazanan tipleme, istatistik yaklaşım­ lardan başka bir şey olmayan tümellere ilişkin sözde araştırmaların yerini almıştır. Tiplem ede yüzde oranları kullanmak teh­ likelidir, çünkü yeryüzünde konuşulan 5 000 dil göz önünde tutulunca bir araş­ tırmacının tek başına denetleyemeyeceği inceleme örnek çok sınırlıdır. Tipleme araştırmaları, özellikleri gereği tüm ü kapsayıcılıktan uzaktır; am a genel dilbilimin, dillerin işlevleri ve yapısını en iyi biçim de öğrenm e am acına ulaşması için sürdürülmesi zorunlu çalışmalardır Dil tip­ lemesi, diller arasındaki yakınlık ya da ay­ rılık özelliklerini belirlemekle yetinmez, da­ ha da g üç bir iş olan bu özellikler arasın­ d a bağıntılar kurm a çabasını d a gösterir. Kimi zaman rastlantının payı da kaçınıl­ m azdır ve usçullaştırma neredeyse ola­ naksızdır. Ö rneğin sayı dizgeleri: ço k yay­ gın olan onlu dizge, yirmili dizge (kısmen fransızcadaki gibi 8 0 = 4 x 2 0 ya da kimi Yeni Kaledonya dillerin d e "in s a n "ın eller+ayaklar yirmi anlamına geldiği gibi), beşe eklemeli dizge (khmercede. altı "beş-bir", yedi "b e ş -ik i" vb. biçim inde söylenir), ondan çıkartmalı dizge (sümerce de ya d a aynuda olduğu gibi altı "on -dört", yedi "o n -ü ç" v b b içim inde söyle­ nir), tibetçenin (tümüyle açıklanmamış) ya da bir ünlü almaşmasının ikiyle çarpımı gösterdiği (Hu ve ola hilhu çiftlerinde "1/2” i, milmu "3 /6 ” yolya "4 /8 " japoncanın dizgelerine geçerli bir açıklama bul­ m ak güçtür. Burada, dillerin gelişim inde rastlantısal etkenlerin sanıldığından daha da sık o lduğunu düşündüren hiç bir tipe uymayan bir durum sözkonusudur. Dil göstergesinin nedensizliğine olan inanç (doğrusunu söylemek gerekirse yanlış bir inanç) bu durum dan kaynaklanır. Filojenez (soyoluş) [ve biyolojideki türselleşme],



nan tipografi tekniği tercih edilir yeni bir türün ortaya çıkm a nedeni genel­ likle bir yanlışlık sonucu d a olsa, belli ku­ TİP O M E T R E a. Dizgicilerin kullandığı rallara uyar. Ayrıca, araştırma varsayımı taksimatlı cetvel. (Üzerinde iki ayrı taksi­ olarak, dillerin gelişimi, eşzamanlı ya da matı bulunan düz bir cetveldir, bunlann bi­ artzamanlı tiplem enin kanıtlayacağı kimi rinde m etre sisteminin ondalık bölümleri yasalara göre gerçekleşir denebilir. . [santimetre ve milimetre], ötekindeyse on — Ruhbil. G ünüm üzde en çok kullanılan iki eşit parçaya bölünen ve birimi tipo pun­ tiplemeler, E. Kretschm er'in tiplem esiyle tosu olan tipografi sistemi yer alır.) G. Fleymans ve E. Wlersma'mn tiplem e­ T İP P E R A R Y - T İO B R A İD Â R A N N . sidir (1909). Kretschm er tiplem esinde (1921) şu bedensel tipler sıralanır: atletik* S T İP P E T T (sir Michael), Ingiliz besteci piknik*, leptozom* ve displastik* Lepto(Londra 1905). 1951'e kadar M orley Colzom tip ve şizotimik mizaçlı tip arasında lege’in m üdürlüğünü yaptı, iki yaylı saz­ olduğu gibi, piknik tip ve siklotim ik* mi­ lar orkestrası için konçertosu (1939) ve nazaçlı tip arasında da bir bağıntı olduğu İle­ zi aleyhtarı oratoryosuyla (A Child ol our ri sürülür. G. Heym ans ve E. Wiersma tip ­ Time, 1941) kendini tanıttı. Birinci piyano lemesi daha ço k bir karakteroloji* niteliği sonatı (1937), birinci senfonisi (1945) ve taşır; çünkü özellikle ruhbilimsel tiplerin yaylı çalgılar için dikkate değer üç kuar­ belirlenmesine dayanır. Üç karakter* özel­ teti (1935, gözden geçirilm iş biçim iyle liğinden (heyecanlılık, etkinlik ve yankılan­ 1942, 1943, 1946) ve nihayet yalnız yaylı ma) yola çıkılarak, sırasıyla şu sekiz ka­ çalgılar için Corelli'nin bir teması üzerine rakter tipi tanım lanır: heyecanlı-etkin fantezi konçertante' ı(1953) hep bu ilk ya­ -birincil (öfkeli); heyecanlı-etkin-ikindl (ih­ ratıcılık dönem ine ait yapıtlardır. 1952’de tiraslı); heyecanlı-etkinliksiz-birincil (sinirli); ilk operası The Midsummer Marriage'ı ta­ heyecanlı-etkinliksiz-ikincll (duygusal); hemamladı; 1955’te bestelediği piyano kon­ yecansız-etkin-birlndl (canlı); heyecansız-etçertosu d a bu yapıtın yörüngesinde yer kin-ikincil (ağırkanlı); heyecansız-etkinllkalır. Daha sonra, İkinci senfonisi (1957), siz-birincil (amorf); heyecansız-etklnliksiz King Priam adlı operası (1962), ikinci pi­ -ikincil (duygusuz). yano sonatı (1962), Orkestra için konçerTiplem elerle ortaya konan biçim ruhbito ’su (1963) ve The Vision of St Augustilimsel araştırma sistemlerine ço k az g ü ­ ne (1965) adlı kantatıyla yine ço k karma­ venilebilir. Bunun nedeni, hem bu tiplem e­ şık ritimli, ama eskisine oranla daha dina­ lere temel olan belirleyicilerin, hem de kur­ m ik bir üslup geliştirdi. Üçüncü operası dukları bedensel-ruhsal bağıntıların son The Knot Garden'üan (1965-1969) sonra derece saymaca ve sistemli niteliğidir. Öte bir üçüncü senfoni (1972) ve bir üçüncü yandan bu tiplemeler, kesin olarak organpiyano sonatı (1973), d ördüncü operası cı bir kişilik belirlenim ciliğini varsayarlar. The ice Break'tan (1973-1976) sonra da bir Oysa bunu hiçbir gözlem ya da deneyim dördüncü senfoni (1977), yaylı çalgılar için olgusu, hatta E. Kretschm er tiplem esin­ bir dördüncü kuartet (1978) ve keman, alto de kurulan bazı bağıntıların düşündürteve viyolonsel için bir üçlü konçerto (1983) bilecekleri gibi psikopatolojik etioloji ala­ besteledi, Tippett; Milton ve Shelley’in me­ nında bile, doğrulam aya gerçekten yete­ tinleri üzerinden 4 solist, koro ve orkestra nekli değildir. (-« S İKLOTİM İK.) için bestelediği The Mask ol Time (1983) adlı yapıtını mesleğinin doruk noktası ola­ T İP L E Ş T İR M E a. Roman, öykü, oyun rak görür, insancıl görüşleri olan barışçı g ibi yazınsal türlerde bir tipe özgü belir­ leyici özellikleri en iyi temsil edecek biçim­ Britten (savaş sırasında savaşmayı reddet­ tiği için hapse atıldı) tarafından uzun sü­ de bir kişide toplayarak canlandırm a. re g ölgede bırakılan Tippett A vrupada T İP O a. Tipografinin kısa yazımı. kendi kuşağının en büyük bestecilerinden T İP O C U a. Basımevlerinde tipo baskıy­ biridir. la uğraşan usta. T İP P U S A H İB , Bahadır denir. Maysor sultanı (Devanhalli 1749'a doğr. - SeringaT İP O O R A F İ a. (fr. typographie). 1. Ka­ bartma kalıplar (tek tek karakterler, gravür­ patam 1799). Karnatlk'e (1767), Marathaler, klişeler) üzerinde dizgi ve baskı yön­ lar'a (1775-1779) ve ingilizler’e (1782) kar­ temi. — 2. Bir m atbaada, dizgi ve sayfa şı savaşlarda kendisini gösterdi. Babası Flaydar Ali'nin yerine geçince, Fransızlar' düzenlem esi işleminin yapıldığı bölüm. ın yardımıyla ingilizler'i Maysor’dan çıkar­ (Kısalt. TİPO.) dı (1783). Sultan unvanını aldı (1784), Lou— A N S İK L . Tipografi tekniğinde baskı ka­ lıpları metin ve resimlerden oluşur. Metin­ is XVI ile ittifak yapmayı başaramadı ler çoğu kez elle ya da mekanik olarak di­ (1788), am a inglllzler'in desteklediği Trazilir, resimlerse fotogravür yöntemiyle el­ vankor racasına saldırdı (1789). ingilizler' de edilir. Sayfa düzeni, metin satırlarının, in Nizam'ın ve M arathalar'ın Cornvvallis komutasındaki birleşik kuvvetleri tarafın­ gerektiğinde klişe ve başlıkların bir araya getirilmesi, gerekli boşlukların yerleştiril­ dan yenilgiye uğratılıp Seringapatam ’da mesi, sayfaların numaralanması vb. işlem­ kuşatılınca, devletlerinin yarısını elden çı­ lerini kapsar; daha sonra sayfalar, sayfa karm ak zorunda kaldı (mart 1792). île de sıralaması kurallarına uygun olarak bir şa­ France (M auritius adası) valisi general si üzerinde bir araya getirilir. Baskı işlemi Malartic’in yardımını sağladı ve Bonapardoğ ru d an dizgi (el dizgisi) ve fotogravür te’tan yardım um arak savaşa yeniden klişeler üzerinden gerçekleştirilebilir. Ka­ başladı (1798). Seringapatam yakınında lıp çıkarma yöntemlerime elde edilmiş ka­ yenildi (mart 1799), bu kenti savunurken lıplar (stereotipi, galvanotipi, plastotipl) öldürüldü (mayıs). yardımıyla da baskı yapılabilir. Bu arada T İP P U T İP (Ahm et bin M uham m et, — düzeltmeler için provalar çekilir: ilk prova, denir), afrikalı lider (Zanzibar 1830'adoğr. basıla provası, son prova. Sayfa sıralama­ - ay. y. 1905). Melezdi, deniz kıyısıyla Kası yapılan kalıp, baskı tezgâhı üzerinde tatanga arasında kervan ticareti yapıyordu, kozlanır. Daha sonra da baskıya hazırlık daha sonra Utetera sultanı olarak Lualaişi başlar. Bu iş tüm baskı elemanlarının ba vadisindeki Kasongo'ya yerleşti (1870' aynı düzeyde olmasını sağlam ak İçin ya­ ten az önce). Yirmi yıl süreyle şim diki Zai­ pılır. Kalıbın m akine üzerine takozlanmare'nin doğu bölgesinin en güçlü kişisi ol­ sı işleminden önce de gerçekleştirilebilen du. 1877'de, Stanley'e Stanley Falls yolcu­ bu işlemden sonra m ürekkep ayarı ile bir­ luğunda eşlik etti. 1883-1886 arasında, kaç sayfalık bir denem e baskısının ardın­ Orta Afrika Arapları'nı Zanzibar sultanının dan b ask’ işlemine geçilir. Kâğıt, basınç yönetimi altında birleştirmeye çalıştı; bu altında, merdaneyle, mürekkeplenmiş ka­ birleşmenin Avrupalılar'ca da tanınacağını lıp arasından geçerken m ürekkep alır. (-* um uyordu, am a um udu boşa çıktı. 1877 PRES.) -1892 arasında, Löopold H'nin Stanley Ofset ve helyogravür tekniklerinin reka­ Falls temsilciliği gibi paradoksal bir rol oy­ betine rağmen, kalitesinin eşsizliği nede­ nadıktan sonra, kesin olarak Zanzibar'a niyle, afiş, el ilanı ve m eraklılar için özel çekildi. olarak hazırlanan kitapların basımında, baskısı doğrudan kâğıt üzerine uygula­ TİP-TEDAVİ a Psikanaliz öğretisinin ki­



Tiran mi standartlarına uygun düştüğü varsayı­ lan psikanaliz tedavisi. (En çok benimsen­ miş olanı değiştirimi çözümleme zorunlu­ luğudur.)



gal edildi. Haçlılar, 1124-1291 arasında Tir’i eski zenginliğine kavuşturdular. Mem­ luklar döneminde bir kasaba düzeyine in­ di.



TİP T E R U E R ya da T E P TE R LE R , Başkırtlar’a bağlı bir türk boyu. Bugün bü­ yük çoğunluğu Başkırdistan Özerk Cum­ huriyeti'nde yaşar. Dilleri başkırtçanın tipter ağzıdır.



T İR A B O S C H İ (Girolamo), İtalyan yazar (Bergamo 1731 - Modena 1794). Bilim ve sanatın gelişimiyle bağıntılı olarak, başlan­ gıcından XVIII. yy.’ın başına kadar uzanan geniş bir İtalyan edebiyat tarihi (Storia dél­ ia letteratura italiana [Italyan edebiyatı ta­ rihi], 9 cilt, 1772-1781 ve 1787-1793) kale­ me aldı.



T İP T O L O J İ a. (fr. lyptologie). Ruhbil. Ruhların ispritizma masaları, nesneler ya da duvarlardan gelen vuruş sesleri ara­ cılığıyla kurduklan görünür İletişim. T İP T O N , Büyük Britanya'da (West Mid­ lands) kent, Birmingham yerleşmesinin batısında; 38 100 nüf. Metalürji. Makine yapımı. Elektrik donanımı. Kimya. T İP U A N İ, Bolivya'da kent, La Paz'ın K.'inde, rio Beni'nin kolu Kaka'nın kıyısın­ da. Altın madeni. T İP U L A a. (lat. tippula, su örümceği'nden). Üyelerinin ince ve narin bacakları­ nın olağanüstü uzun olmasıyla dikkati çe­ ken sivrisinek cinsi. (Avrupa'nın en iri ikikanatlılarıdır: Tipula brodigiana türünde kanat açıklığı 10 cm'yi bulabilir. Bazı tür­ lerin larvaları ilkbaharda bitkilerin dipleri­ ne saldırdığından çayırlara ya da sebze­ lere zarar verir, ikikanatlılar takımı; uzunduyargalılar [Nematocera] alttakımı, bostansineğigiller familyası.) T İO U İM T E , Guatemala'da kent, Mazatenango'nun G.-G.-D.'sunda; 71 700 nüf. Bir muz üretim bölgesinin merkezi. T İR a. (fars. f/r). Esk. 1. Ok. — 2. Sevgili­ nin kirpiği. — 3. Tir ü keman, ok ve yay; sevgilinin kirpiği ve kaşı. || Tir-i kaza, kaza oku; kaza ve kader. || Tir-i mah, haziran. —Spor. Tir geçimi, atış sırasında okun da­ yandığı üst kabza boğazına verilen ad. T İR a. (fas arapçası tir). Pedol. Fas'ta al­ çak ovalarda ve çanaklarda bulunan si­ yah renkte killi toprak. (Tirler sulu ve yo­ ğun tarımla değerlendirilen verimli toprak­ lardır.) T İR ya da T Y R U S , bugün S u r (Lüb­ nan). Tar. coğ. Bir kenan, sonra Fenike krallığı'nın merkeziydi. Önemi, limanın canlılığından ve bir adacıkta (karaya 600 m uzaklıkta) bulunmasından kaynaklanı­ yordu. İö . XV.-XIII. yy. arasında Mısır’a bağlı olan Tir, Deniz halklarının geçişinden sonra bağımsızlığını kazandı. Daha Hiram I döneminde (İÖ. 969-935'e doğr.) tirli za­ naatçıların ve denizcilerin ünü, Süley­ man'ı, gemi yapımı ve deniz seferleri İçin onlardan yararlanmaya yöneltti, ithobaal I (İÖ. 887’ye doğr. - 855), İsrail'le ittifak kurmaya çalıştı (kızı Yezavel*, Ahab ile ev­ lendi), ama Tirliler denize yönelmeyi da­ ha yararlı buldular. Geleneğe göre en çok fenike kolonisini, özellikle de Kartaca’yı (İ.Ö. 814’e doğr.) onların kurduğu söylenir. Kara tarafında yabancı egemenlikler bir­ birini izledi. Tir, Asurlular'a, özellikle İ.Ö. 738'den başlayarak haraç verdi; buna karşılık, Mısır ile ilişkilerini korudu ve asur krallarına karşı dönem dönem ayaklandı: Salmanasar V (İ.Ö. 727-722/721), Asarhaddon (İ.Ö. 680-669) ve Asurbanipal’ın (İ.Ö. 669-629'a doğr.) yanı sıra, İ.Ö. 585-572 arasında Tir'i abluka altına aldığı sanılan Babil kralı Nabukodonosor da Tir kralla­ rıyla görüşmek zorunda kaldılar. Pers ege­ menliği dönemini oldukça sorunsuz ge­ çiren Tir, kente gelen İskender’in adaya geçmek istemesi üzerine ayaklandı. Yedi aylık bir kuşatmadan sonra alınan (İ.Ö. 332) ve şiddetle cezalandırılan kent, bir makedonya garnizonuna bırakıldı, ama yerli bir kral tarafından yönetildi ve kısa sü­ rede eski canlılığına ve önemine kavuş­ tu. Adayı hellenleştirme süreci ilerledi ye krallığın yerini bir yargıçlar kurulu aldı (İ.Ö. 275). Lagoslar'a (İ.Ö. 287'de), sonra Selefkiler'e (İ.Ö. 200'den sonra) bağlanan Tir, sonunda İ.Ö. 64'te Suriye’de kurulan bir roma eyaletinin parçası oldu. İ S. 638'de Araplar, 1089'da Selçuklular tarafından iş­



T İR A D a. (fr. tirade). Tiyatroda, bir oyun­ cunun sözü kesilmeden bir çırpıda söy­ lediği sözler. T İR A D E N T E S (José Joaquim DA SİLVA XAVIER, — denir), brezilyalı yurtsever



(Pombal, Minas Gérais, 1746 - Rio de Ja­ neiro 1792). Minas Gérais maden bölge­ sinde hekimlik, tüccarlık ve dişçilik (adı buradan gelir) yaptı, çok genç yaşta Ay­ dınlanma çağı fikirlerini benimsedi ve Bre­ zilya'nın bağımsızlığını ve köleliğin kaldı­ rılmasını savunmaya başladı. Portekizliler'e karşı inconfidência mineira adıyla tânınan ve nedeni daha çok vergilere da­ yanan en büyük ayaklanmayı düzenledi. 1789'da yakalanarak ölüm cezasına çarp­ tırıldı ve idam edildi. Brezilya'nın ulusal kahramanı sayılır. TİR A J a. (fr. tirage). Bir kitabın, derginin, gazetenin bir kerede çıkan baskı sayısı. —Elektroakust. Kaydedilmiş bir plağın, aynı orijinalden elde edilen kopyalarının tümü. —Patol. Soluk alma bronşlardaki bir tıka­ nıklık yüzünden engellendiği zaman (özel­ likle difteride) göğüs kafesinin yumuşak kısımlarının (göğüskemiğinin üst ve alt bölgeleri, kaburgalararası kısımlar) içe doğru çökmesi. —Poste. Pul ve değerli kâğıtların basıldı­ ğı sayı. TİR A J E a. (fars. tiraje). Gökkuşağı. T İR A J E -



DİKMEN (Tiraje).



T İR A L İ (Naim), türk öykücü, gazeteci (Giresun 1925). İstanbul Üniversitesi hu­ kuk fakültesi’ni bitirdi (1950). Yenilik basımevi'ni kurarak Yenilik dergisini çıkar­ dı (1952-1957); çağdaş türk yazarlarının (Ataç, S. K. Yetkin, S. F Abasıyanık vd.) kitaplarını yayımladı. Ortak olduğu Vatan gazetesini, bütün hisselerini satın alarak Ankara'da çıkardı (1962-1975); daha son­ ra iktisat ve ticaret gazetesini yayımladı (1977-1982). DP yönetiminin son döne­ minde amerikalı gazeteci Pulliam'ın Türki­ ye ile ilgili bir yazısı yüzünden 16 ay hap­ se mahkûm oldu; 27 Mayıs devrimi'yle öz­ gürlüğüne kavuştu. 1961-1965 dönemin­ de Giresun milletvekiliydi. Öykülerinde büyük kentte yaşanan sıradan olayları iç­ tenlikli, yalın bir anlatımla konu edindi. Ya­ pıtları: Park (1947), Yirmi beş kuruşa Ame­ rika (1949), Aşka kitakse (1953; Aşk dedi­ ğin adıyla ve eklerle 1989), Piraziz nere Berlin nere ( 1982), Yirmibeş kuruşa Ame­ rika ( 1989), İki Şalom arasından ( 1992). T İR A M a. Birçok bitki hastalığıyla savaş­ mak için kullanılan, ditiyokarbam at gru­ bundan, orta derecede zehirli fungisit.



T İR A M A N A a. Hindistan'ın kutsal dan­ sında yer alan bir figür.



T İR A M İN a. Org. kim. ve Eczc. HO— C6H4—CH2—CH2—NH2 formüllü para hidroksi-2 etilaminin yaygın adı. (Bazı bit­ kilerde yer alır ve oralarda tirozinin karboksil kaybetmesiyle oluşur; iskeletine pek çok alkaloitte rastlanır. Bazı böbreküs­ tü bezi urlarının teşhisi için bir farmakodinamik testte kullanılır.) TİR A M O LA -> TİRAMOLA. T İR A N a. (fr. tyran; lat. tyrannus; yun. tyrannos). 1. Esk. Yun. Zora başvurarak ele geçirdiği iktidarı mutlak bir biçimde kullanan kişi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Adil olmayan acımasız hükümdar, despot. —3. Gücünü kötüye kullanan, gaddar



olan kimse, diktatör: O pısırık görünümlü



adam evinde bir tiran oluverdi. —ANSİKL. Yunanistan’ın arkaik dönemin­ de, tiran, silahlı bir hizbin ya da yabancı paralı askerlerin yardımıyla yasal olmayan yoldan iktidan ele geçiren bir kimseydi (ik­ tidarı ender olarak çocuklarına bırakabi­ lirdi). Tiran, sitenin kurumsal yapısını ya baştan başa değiştirir (Korinthoslu Kypseloslar, Sikyonlu Kleisthenes), ya da pnun işleyişini sıkıca kontrol etmekle yetinirdi. Öyle ya da böyle, bir tiranın iktidara geli­ şi genellikle önemli bir toplumsal evrim karşılığı olurdu (örneğin Peisistratos, ken­ dilerine sürekli bir refah sağladığı küçük köylülere dayanıyordu). Klasik Yunan dö­ neminde ve Hellenistik dönemde tiranlar, fiili otoritelerini yerleştirmek için siyasi ger­ ginliklerden yararlanan otokratlardı (özel­ likle Sicilya’da, Dionysios ve oğullarının hüküm sürdüğü Siracusa’da). Bazı tiran­ larsa sapık hükümdarlar gözüyle bakılan kişilerdi (Spartalı Nabis gibi). —Fels. Aristoteles'e göre tiran kötü bir kraldır: "Tiran kendi çıkarından başka bir şey düşünmediği için krallığa ters düşer”. Platon, tiranı, gözü kendinden başka kim­ seyi görmeyen, mizacı ya da çevresinde­ ki kurumlar ya da her ikisi yüzünden kişi­ liği abartılan, sevgiden yoksun ve zorba bir insan olarak betimler (Devlet [he Politeia e peri tes dikes], 9). XVI. yy.’da Fran­ sa’da Bodin gibi yazarlar, çeşitli tiran tür­ lerinin sınıflamasını yaparak, bunları de­ ğişik hükümdar tiplerine uyguladılar. Söz­ gelimi La Boétie, Machiavelli'yi izleyerek, diğer siyaset kuramcılarının tersine, tiranlığı monarşiden farklı bir yönetim türü say­ maz. La Boétie şöyle der: “ Üç tür tiran vardır. Acımasız hükümdarlardan söz edi­ yorum. Bunlardan bazıları halk tarafından seçilerek, bazıları silah zoruyla, bazıları da veraset yoluyla kral olmuşlardır. Savaş yo­ luyla başa geçenler öyle davranırlar ki, in­ san onların fethettikleri bir ülkeyi yönet­ mekte olduklarını kolayca anlar. Kral ola­ rak doğanlar da genellikle daha iyi değil­ dir; böyle doğdukları ve tiranlığın kanıyla beslendikleri için, daha emdikleri sütle bir­ likte tiranlık içlerine işler ve egemenlikleri altındaki halklara karşı, miras aldıkları seri­ lermiş gibi davranırlar; ve mizaçlarına uy­ gun olarak, yani cimri ya da müsrif oluş­ larına göre krallığı kendi mallarıymış gibi yönetirler. Devleti kendisine halkın teslim ettiği tiransa en katlanılır olandır, ya da ba­ na kalırsa öyledir; yeter ki bu kişi başka­ larını aşarak bu yere yükseldiğini görün­ ce, büyüklük denilen ne olduğu belirsiz şeyle pohpohlanınca, bulunduğu yerden kıpırdamamaya karar vermesin” (Gönül­ lü kulluk üzerine söylev [Discours sur la servitude volontaire]). XVIII. yy.’dan itibaren, tiranın meşrulu­ ğu sorunu artık hükümranlık hakkı kuram­ larına başvurarak değil, doğal hukuk so­ runsalına bağlı olarak ele alındı: Rousseau’nun “ kamunun çıkarı için bir tiran da başa geçebilir” demesi bundandır. Bu durumda sorun, halkın hukuken ya da fi­ ilen bir hükümdarı azledip edemeyeceğini bilmek sorununa dönüşür. Tocqueville de bu düşünce çizgisini be­ Naim Tirali nimser: "Her şeyi yapabilme hakkının ve gücünün 'halk', 'kral', 'demokrasi' ya da 'aristokrasi' denilen herhangi bir güce devredildiğini gördüğümde, bu ister bir monarşide ister bir cumhuriyet yönetimin­ de olsun, tiranlığın tohumu işte burada diyorum” (De la démocratie en Amérique [Amerika'da demokrasi üzerine], 6, 4). T İR A N a. Amerika'da Alaska ile Ateş Ül­ kesi arasında yaşayan 400 kadar kuş tü­ rünün ortak adı. (Tirangiller familyası.) —ANSİKL. Kuşç. Örta irilikte ya da küçük bedeni/kuşlardır. Sinekkapanlar gibi uçan ken yakaladıkları böceklerle beslenir. Böl­ gelerine giren başka kuşlan hırpaladıkla­ rı için bu adla anılırlar. -T İR A N ya da T İR A N A , Arnavutluk'un başkenti;. 239 400 nüf. (1989). Arkeoloji ve etnografya müzesi. Güzel sanatlar g a ­ lerisi. Kentin büyümesi, başkentin 1920' de Draç'dan Tiran'a taşınmasıyla başladı.



11549



T İR AS a. (fr. tirasse). Müz. Bir orgun kon­ solunda ayakla dokunulan her tür m eka­ nizma. (Eski aletlerde, elle çalınan esas klavyenin pes tuşlarını çeken tahta burgu­ ya "tlra s ” denirdi; d aha sonra tiras, pe­ dalın perdelikleri aracılığıyla el klavyele­ rini çalmayı sağlayan bir dem ir pedala dö­ nüştü. Ç ağdaş yapım larda, dem ir p eda­ lın yerini b ir düğm e-pedal alabilir)



T İR A S P O L , M oldova'da kent, Aşağı Dniestr kıyısında; 182 000 nüf. (1989). Bir tarım merkezinin ticaret merkezi (seb­ ze, meyve). Kimyasal gübre. Camcılık. Elektrikli gereçler yapımı. Takım tezgâh­ ları. Kereste sanayisi. Kâğıt. Tekstil.



T IR A Ş a (fars. tiraş). Esk. 1. Tıraş. — 2. Üstten, yüzeysel olarak yontma. ♦ sıf. Yontma işi yapan: büt-tiraş (put yontan), kalem-tiraş (kalem yontan), seng -tiraş (taş yontan), ser-tiraş (başı tıraş eden, berber).



T İR A T R O N a. (fr. thyratron; yun. thyra, kapı ve [Ğiec]lron, elektrondan). Elektron.



Tiran, İskender Bey meydanı



Geniş bir tarım havzasında (Tiran'ın g e ­ reksinimlerini karşılamasına yardımcı olur) yer alan merkezi bir konumdadır ve ülkenin başlıca kentleriyle bağlantısı var­ dır. Dolambaçlı dar sokaklarıyla eski semtler hemen hemen bütünüyle yeni­ den düzenlenmiştir. Üniversitenin bulun­ duğu ticari ve idari kesimlerin çevresin­ de sanayi semtleri (tekstil, besin, makine yapımı, termik santral) uzanır. Kent, da­ ha çok sanayi işlevlerinin artmasıyla hız­ lanan kırsal g öç sayesinde genişlem ek­ tedir. Bununla birlikte, başkentin nüfusu ülke toplam nüfusunun % 8 'den daha azını oluşturur ve nüfus yoğunluğu da, diğer Balkan devletlerine göre oldukça düşüktür. Kaldı kİ, kentleşme hızı, elden g eldiğince sınırlanmıştır.



TİR B U Ş O N a. (fr tire-bouchon; tirer, çek­ m ek ve bouchon, tıpadan). Şişelerin a ğ ­ zındaki mantar tıpaları çekip çıkarmaya yarayan ve kulplu İnce, metal bir burg u ­ dan oluşan araç.



T İR D A N a. (fars. tir ve -dan'd an tirdan). Esk. sil. içine o k konan ve om uzda taşı­ nan özel torba, kutu, tirkeş. (Tahtadan kutu biçimindeki tirdanların en değerlileri İstan­ bul ve Edirne'de yapılırdı. Bunların bir bö­ lümü fildişi, bağa, sedef kakmalı ya da iş­ lemeliydi. Değerli taşlarla süslü olanları da vardı.)



T İR A N b o ğ a s ı, Kızıldeniz'den başlaya­



T İR E a. Dikişte kullanılan pam uk ipliği.



rak, Akabe körfezinin güney girişini kont­ rol eden adaların ve boğazın adı. Şarm eş-Şeyh üssünün (mayıs 1967), Birleşmiş milletler'in birlikleri tarafından boşaltılma­ sından hem en sonra mısır kuvvetlerinin bu boğazı İsrail gem ilerine kapatması, Ü çüncü İsrail-Arap savaşı'nın (haziran 1967) nedeni oldu.



♦ sıf. Esk. Pamuk ipliğinden yapılmış: Ti­ re çorap.



T İR A N A - TİRAN. T İR A N L IK a. (tiran'dan). 1. Eski Yunan' da tiranın sahip olduğu siyasal erk. — 2 . Zorbalıkla ele geçirilm iş siyasal erk, dik­ tatörlük, despotluk. — 3. Bir topluluğun, b ir kimsenin baskı ve şiddet dolu yetkesi:



Bir babanın çocuklarına uyguladığı tiran­ lık. Tire yöresi miman örneklerinden Harbi Hotan'ın bir suluboya resmi



Sıcak katotlu gazlı tüp. Tiratronlarda, g ö ­ revleri bir boşalm a akımının başlatılması olan bir ya da birkaç kum anda elektrodu bulunur; bu elektrotlar, belirli çalışma ko­ şulları dışında, sözkonusu boşalmanın hı­ zına etkiyemez. (Fransız P Toulon’un ge­ liştirdiği tiratron, doğrultucu, ayarlayıcı ya da gevşeme salınımları üreteci olarak kul­ lanılır.)



T İR A N O , İtalya'da kent, Lom bardia'da (Sondrlo ili), Valtelina’da Poschiavina va­ disi kavşağında; 8 800 nüf. Karayolu ve dem iryolu kavşağı. Ticaret merkezi.



mm



JS m



T İR E a. (fr. tiret'deıi). Dilbil. ÇİZGİ'nin eşanlamlısı. T İR E sıf. (fars. tire). Esk. 1. Karanlık, ka­ ra. — 2. Bulanık. —3. Tire-baht, bahtı ka­ ra, kötü talihli. || Tire-batn, içi kara, üzün­ tülü. || Tire-dit, kötü yürekli. || Tire-gûn, ren­ gi bulanık. || Tire-hal, ümitsiz. || Tire-mağz, aptal. || Tire-rey, düşüncesiz. || Tire-şeb, ka­ ranlık gece. || Tire-zamir, ruhu karanlık. — Foto. H içbir yum uşak tonu olmayan ve yalnızca iki uç yoğunluğu bulunan fotoğ­ raf. — Matbaac. Tire klişesi ya d a filmi, yalnız­ ca düz beyazları ve siyahları olan bir bel­ geden hareketle elde edilm iş baskı kalıbı parçası. (TRAMLAMA'nın karşıtı olarak.)



a T İR E , Ege bölgesinde İzmir iline bağlı ilçe; 77 314 nüf. (1990); 802 km2; merkez bucağı dışında 2 bucak, 64 köy. M erke­ zi, İzmir'in yaklaşık 84 km G.-D.‘sunda, Aydın dağlarının K. eteklerinde Tire (an­ tik. Tyrha)-, 37 855 nüf. (1990). Tahıl, tü­ tün, pamuk, incir üretimi. —Far. Tarih açısından kültür çağlarını sine­ sinde toplayan kent, Hititler'den sonra Phrygialılar, Lydialılar, Kimmerler, Persler ve Persler'i yenilgiye uğratan Büyük İs­ kender'in yönetim inde kaldı. İskender'in ö lüm ünden (İ.Ö. 323) sonra, onun kom u­ tanlarından Lysimakhos'a bırakıldı ve ar­ d ından d a Bergam a krallığı'nın toprakla­ rına katıldı. Son B ergam a kralının ölüm ü üzerine, rom a yönetim ine bağlanan Tire (İ.Ö. 133), bu im paratorluk ikiye bölünün­ ce (İ.S. 395), payına düştüğü Bizans dev­ letinin (Doğu Roma İm paratorluğu) ege­ m enlik sınırı içinde kaldı. Kenti BizanslIlar' ın elinden alan Aydınoğulları (1308), bu­ rasını kısa sürede büyü k bir bilim ve tica­ ret merkezi durum una getirdiler. Aydın-



oğulları beyliğini ortadan kaldıran Yıldırım Bayezlt’in Isa Bey’e bıraktığı Tire (1390), onun aynı yıl ölümü üzerine doğrudan osmanlı topraklarına katıldı. Ankara savaşı'ndan (1402) sonra Aydınoğulları beyliğini yeniden canlandıran Tim ur tarafından Isa Bey'ln oğullan M usa ile U m ur'a bırakıldı. Fetret* devri’ nde (1402-1413) İzmiroğlu C üneyt Bey'in eline geçen kent, M urat II dönem inde Halil Yahşi Bey komutasındaki kuvvetlerce geri alınarak yeniden osmanlı yönetimine geçti ve İzmir sancağına bağlı bir kaza merkezi oldu (1426). Fatih döne­ m inde (1451-1481) yeniden bayındırılarak cam i, han, ham am , kervansaray g ib i bir­ ç o k yapıtla süslenen Tire, Batı A na do lu ’ nun önem li kentlerinden biri durum una geldi. Birinci Dünya savaşı'na son veren M ondros ateşkesi sırasında yunan istila­ sına uğradı (1919) ve Yunanlılar'ı İzm ir'de denize döken tü rk birliklerince kurtarıldı (1922). Bugün İzmir iline bağlı bir ilçe mer­ kezidir. — Mim. Tire’d e Beylikler ve Osmanlı d ö ­ nemlerinden camiler, medrese, bedesten, han, ham am gibi anıtlar bulunmaktadır. Eğimli bir alan üzerinde yer alan Tire ca­ milerinin çoğu yoldan yüksektedir ve alt­ larında d ükkânlar vardır. Aydınoğlu M eh­ met Bey'in yaptırdığı Aydınoğlumehmetbey camisi (1333/1334) küçük, kübik bir örnektir. Kare planlı ana mekânı tek kub­ beli, son cem aat yeri iki kubbelidir. B.'daki m inare renkli tuğla örgülü, kilim desenli m otifleriyle dikkati çeker. Aydınoğlu Cü­ neyt Bey dönem inden olduğu sanılan Ulu cami, Tire cam ilerinin en geniş mekânlısıdır. 1667 ve 1932’de onarılan yapının son cem aat yerine altı basam akla çıkılır. Minaresinin gövdesi zencirek motiflidir Aydınoğlu M ehm et Bey'in oğullarına öğret­ menlik yapan Abdüllatlf bin M e lekln adıy­ la anılan m edresenin yanındaki ibnimelek türbesi 1956'da onarılmıştır. M edrese­ nin bahçesindeki Süleymanşah türbesi 1349 tarihlidir. Merm er ve taş karışımı, ka­ re planlı yapı sekiz köşeli kasnağa oturan kubbeyle örtülüdür. 1442 tarihli Kazganoğlu cam isi'nin duvarları tuğla hatıllı, taş örgülüdür. Kare planlı ana m ekân kurşun kaplı kubbeyle örtülüdür. Son cem aat ye­ ri beş kubbelidir. M erm er m inberi ince iş­ çiliğiyle dikkati çeker. Sadrazam Lütfi Pa­ şa' nın XVI. yy. başlarında, Aydın sancak­ beyi olduğu sırada yaptırdığı Paşa cam i­ si hanları, medresesi, imarethanesi, şadır­ vanı ve çeşmesi ile büyük bir külliye idi. Ortası şadırvanlı avludan üç basam akla çıkılan son cem aat yeri beş bölümlüdür. Kare planlı ana mekânı örten kubbeye ge­ çiş tonoz bingiler ve m ukarnaslarla sağ­ lanmıştır. M inber ahşap oymalıdır. Betıram Paşa'nın yaptırdığı (1589) Yeni cami aslın­ d a medresesi, darüşşifası, şadırvanı ve dükkânlarıyla bir külliye oluşturuyordu (medrese ve darüşşifa 1914'te yandı). 1665, 1887 ve 1961’de onarılan cami, Ulu cam i’den sonra Tire’nin en büyük mekânlı dinsel yapısıdır. Kare planlı ana mekân kurşun kaplı kubbeyle örtülüdür; önünde üç kubbeli son cem aat yeri vardır. Mihrap ve m inber m ermerdendir. Geleneksel Tire evleri, tü rk sivil mimarlığınm ilginç örneklerindendir.



T i r * m in e s i, İzmir’in Tire ilçesinde m ü­ ze; 1935’te Yeşilimaret (Yahşibey) camisi'nde açıldı, 1971'de yeni yapısına taşın­ dı. Dört salondan oluşan m üzede arkeo­ lojik (Roma dönem inden heykeller, lahit, m erm er herm aphrodite, Kybele kabart­ ması, aslan heykelleri, gözyaşı şişelen, cam ve seram ik eşyalar vb.), etnografik (çeşitli tekke eşyaları, elyazmaları, yerel giysiler, çini, seramik, m adeni ve ahşap eserler, yazıtlı mezar ve çeşm e taşları vd.) yapıtların yanı sıra roma, blzans ve İslam sikkelerinden m eydana gelen bir koleksi­ yon sergilenmektedir.



T İR E B A H T İa. Esk. denize. Her çeşit tek­ nenin, özellikle de bir yelkenlinin baştan de­ mirleyerek ya da şamandıraya bağlanarak, kıçtan da palamarlanarak yatması.



TİR E B A Z a. Denize. Römorkörlerin ye­ deklem e işlem inde kullanılan halatların, güverte üzerindeki m alzemelere takılm a­ m a » için kıç tarafta alabandadan alaban­ daya uzatılan ve üzerinde yedek halatı ka­ yan kavisli kemere. T İR E B O L U , Doğu Karadeniz bölüm ün­ de Giresun İline bağlı ilçe; 33 458 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 1 bucak, 40 köy. Merkezi, Giresun'un 40 km do­ ğusunda Tirebolu, 13 144 nüf. (1990). Fındık ve mısır üretimi.



T İR E O İ a. (fars. lire ve -/den tiregi). Esk. 1.



Karanlık. — 2 . Bulanıklık.



T İR E K a. (fars. lir ve -k küçültm e ekin­ den tirek). 1. Küçük ok. —2. Tüfeğin, kı­ lıcın vb. açtığı yaranın verdiği sızı.



T ira li, bir ortaoyunu faslı. Oyunun konu­ su, kayıp kızını arayan Tireli Aslan Bey, As­ lan Bey'in uşağı Kavuklu ve Pişekâr'ın yardımıyla mahalleye yerleşen Aslan Bey' in kızı çevresinde gelişir Kızı olduğunu bil­ m eden Kavuklu'nun aracılığıyla zennenin borçlarını ödeyen Aslan Bey, yanlış an­ lamlara ve suçlamalara hedef olur. Sonun­ da zennenin onun kızı olduğu anlaşılır ve Kavuklu'yla kız evlendirilir.



T İR E N D A Z sıf. (fars. tir ve endaz’dan tirendaz). Esk. 1. Hamarat, elinden iş ge­



kullanılan, biri sabit ve kamçılı, diğeri ha­ reketli ve kancalı iki tornadan oluşan orta boy palanga. — inş. Sıva perdahlam ada kullanılan d u ­ varcı aleti. — Süslem. sant. Hat sanatında, harflerin üzerine yapılan, uçları kıvrık " V " biçimin­ d e motif.



T İR F İL L E N M E K gçz. f. Bir kumaştan, bir giysiden söz ederken, havı dökülmek.



TİR F O N a. (fr. tiretond). Dy. Rayı traver­ se doğ ru d an ya d a bir yatak yardımıyla tespit etm ek için kullanılan, kare başlı bir tür kalın cıvata. — inş. Büyük ahşap vidası.



Bir palanga sistem inde yükü kaldırmak için üzerine kuvvet uygulanan halatın ucu. — 2 . Bir yere sürekli bağlı olmayan, çeki­ lip uzatılabilen ve yeri değiştirilebilen yel­ ken ve arm a ipi.



T İR E O P R İV sıf. (fr. thyreoprıve). Tiroit bezinin doğuştan yokluğuyla ya da işle­ vinin ortadan kalkmasıyla ilgili olan.



T İR E O P TO Z a. (fr. thyrğoptose). Endokrinol. Tiroit bezinin aşağıya, göğüs kafe­ sinin üst bölgesine doğru yer değiştirme­ si; tiroit düşüklüğü.



TİREO STİM Ü LİN a. (fr thyrĞostimuline). Endokrinol. Tiroit bezinde tiroksin oluşu­ m unu düzenleyen hipofiz hormonu. (Mik­ tarının saptanması miksödemin erken teş­ hisim sağlar.) [Kısalt. TSH, ing. thyroid stimulating hormone'dan.]



TİR E O T O K S İK sıf. (fr. thyrâotoxique) Tireotoksikozla ilgili olan.



TİR E O T O K S İK O Z a. (fr. thyrâotoxicose). Endokrinol. Basedovv hastalığının ağır biçim lerinde tiroit hormonlarının aşı­ rı m iktarda salgılanmasından ileri gelen bozuklukların tümü. (Aşırı derecede zayıf­ lam a ve taşikardinin neden olduğu kalp yetmezliği başlıca belirtileridir.)



TİR E O T R O P sıf. (r. thyrâotrope). Endo­ krinol. Tiroit salgısı üzerinde uyarıcı etki yapan m addeye denir. (Hipofiz ön lob u ­ nun salgıladığı tireotrop horm on tiroit be­ zinin çalışmasını düzenler.)



T İR E S İA S . Yun. mit. Thebai çevrimi ef­ sanelerinde adı geçen thebaili kâhin. Kör olduğu ve çok uzun yaşadığı için kâhin tipinin kusursuz örneği sayıldı. Sfenksi ye­ necek kişiye Thebai tahtının sunulacağı­ nı ve onun iokaste ile evleneceğini bildir­ di ve Oidipus'a, doğum undaki gizi öğren­ mesi için yardımcı oldu. Mezarı, sık ziya­ ret edilen bir kehanet merkeziydi.



T İR F İL a. (lat. trilolium; yun. triphyllon, yonca, üçgül, triphyllos üç yapraklıdan). Bazı yörelerde üçgül, yabani yonca ya da korunga gibi yem bitkilerine verilen ad. — Denize. Filika ve küçük tekneleri kara­ ya çekmeyi, ağır yükleri bir yerden bir ye­ re taşımayı kolaylaştırmak için altlarına sü­ rülen yuvarlak ağaç kütüklerden her biri. || Tirfil palangası, hafif yükleri kaldırmada



♦ sıf. Ç ok ince kumaştan ve yeni oldu­ ğu için dalgalanan giysi için kullanılır: Ti­



ril tiril bir gömlek.



T İR İM a. (ing. frim 'den). Denize. 1. Bir



TİRO ER a. (ar. tir ve geriden tir-geı). Esk. Ok yapan usta.



TİR O ER A N çoğl. a. (fars tir-ger’ in çoğl. tir-gerân). Güz. sant. Saray için süslü ok yapan ustalara verilen ad. (Saraydaki iş­ liklerde çalışan tirgeran, padişahların, sa­ ray önde gelenlerinin kullanacakları, ay­ rıca yabancı hükümdarlara arm ağan edi­ lecek okları yaparlardı. Yeniçerilerin okları saray dışındaki işliklerde hazırlanırdı.)



T İR G O V İŞ T E , Romanya'da kent, Mun-



T İR E N T İ a. (ital. tirante'üen). Denize. 1.



T İR İL T İR İL be. 1 . Tir tir: Tiril tiril titre­ mek. — 2 . Tertemiz, özenli: Tiril tiril giyin­ mek.



döşem e işçilerinin tirfoıiları takm ak ya da sökm ek için kullandığı makine.



T ire n d a z la r ta k k e s i -



T İR E N D A Z I a (fars tir-endaz ve -/’den tir-endazı). Esk. Okçuluk.



TİR İL D E M E K gçz. f. Titremek.



TİR İL Y E -



TİR G E R İ a. (fars. tir-ger ve -/"den tir -geri). Esk. Ok yapm a işi, okçuluk.



TEKKESİ



Arsakiler ateşindendi. Roma'nın deste­ ğiyle 32'de kral ilan edildi. Phraates IV' ü n kovulmasından sonra tahtını kaybetti, sonra yeniden ele geçirdi, kovuldu ve Augustus'un yanına sığındı.



T İR F O N Ö Z a. (fr. tirefonneuse). Dy. Yol



len. — 2 . Güzel görünüşlü, iyi giyinmiş. — 3 . O k atan. O kç u lar



başardı (1965)



TİR İD A T E S , Parthlar'ın kralı (İ.Ö. I. yy.),



tenıa'da, Dîmbovi(a yönetim bölüm ünün merkezi, Transilvanya A lpleri’ nin kenarın­ da, ialomi(p kıyısında; 75 500 nüf. Eski ro­ m a kolonisi, sonra XV.-XVII. yy.'lar arasın­ da Eflak prensliği'nin merkezi olan kent­ te, geçm işte yapılmış ço k sayıda anıt var­ dır. XVI .-XVII. yy.'dan kalma, bizans üslu­ bunda prenslik kilisesi (duvar resimleri, ikonalı kutsama bölmeleri, mezar taşları). Arkeoloji müzesi. Basımevi ve eski romen kitapları müzesi. Sanayi (makine ve elek­ trikli gereçler yapımı, petrol refinerisi) mer­ kezi. —Yakınlarında Dealu manastırı (XV. -XVI. yy).



T İR G U -J İU , Romanya'da kent, Eflak'ta (Oltenia), Gorj yönetim bölüm ü merkezi, Craiova'nın K.-B.'sında; 72 700 nüf. Deri ve kereste işleme. Tütün imalatı. Brancusi'nin anıtsal yapıtları. Tarih ve etnograf­ ya müzesi.



T lR G U -M U R E Ş , mac M arosvâsârhely, Rom anya'da kent, Transilvanya'da (ya da Erdel'de), Mureş yönetim bölü­ münün merkezi, Mureş kıyısında; 164 781 nüf. (1989). Kültür merkezi (enstitü, kütüphaneler, tiyatrolar, müzeler). XVIII. yy.'dan kalm a barok üslubunda yapılar. Sanayi merkezi (makine yapımı, kimya­ sal gübre, yapı gereçleri, tekstil, besin sanayileri, deri işleme).



TİRO ÜVER TE a Denize. 1. Üç ambarlı bir tekne tipi. — 2. Denize indirilecek bir gem inin geçici tayfası. — 3 . Eskiden yel­ kenli gem ilerin ağır donanım işlerini ya­ pan armador. T İR H U T İA a. Dilbil.



M A İT H İL İ'n in



eşan­



lamlısı.



T İR İÇ M İR , Hindu Kuş dağlarında küt- _ le, Pakistan'ın (Çitral) kuzey kesiminde, a f- ' gan sınırı yakınında. Tiriç M ir'de birkaç doruk öbeği vardır. Ortadaki esas Tiriç M ir’e (7 708 m), norveçli P Kvernberg tır­ m andı (1950); D oğu Tiriç M ir'e (7 692 m) ilk'defa A. Naess yönetim indeki norveçli bir dağcılık ekibi ulaştı (1964). Batı öbe ­ ği, l’den IV'e doğru sıralanan ve hepsi de tırmanılması güç dört doruk içerir: Batı Ti­ riç l'i (7 487 m) V. Sedivy yönetim indeki çek dağcılık ekibi (1967’de); Batı Tiriç İT yi (7 500 m) G. Machetto yönetim indeki Italyan ekibi J1974'te); Batı Tiriç IV’ü (7 338 m) K. D iem berger yönetimindeki avusturya ekibi (1967’de) fethetti. Nihayet, orta­ daki doruktan Aşağı Tiriç buzuluyla ayrı­ lan Kuzey Tiriç M ir’e K. D iem berger yö­ netimindeki avusturyalı ekip tırmanmayı



ZEYTİN BAĞ I.



gem inin baş ve kıç taraflarında çektiği su­ lar arasındaki fark. (Kıçtan çektiği su faz­ la ise gem iye kıçlı; baştan çektiği su fazla ise başlı d e n ir; çektiği sular arasında fark yoksa gem i tirimsiz’dir. Tirim, gemilerin, özellikle de yelkenli gemilerin iyi yol alm a­ sında önemli bir rol oynar.) —2. Tirim tut­ turmak, yük yerleştirme planına uygun olarak bir gem iyi istenilen tirim de yükle­ mek. || Tirim yapmak, dökm e katı yükleri (tahıl, m aden cevheri vb.) am bar içinde yayarak gem inin baş ve kıç tirimleri ara­ sındaki farkı düzeltmek.



T İR İM L İ sıf. Denize. Tirimli gemi, baş ve kıç taraftan çektiği sular arasında fark olan gem i. || Başa tirimli, baştan çektiği su kıç­ tan çektiği sudan fazla olan bir gem i için kullanılır. || Kıça tirimli, kıçtan çektiği su baştan çektiği sudan fazla olan bir gemi için kullanılır. (Gemiler genellikle kıça tirimli ya d a tirim siz olarak yüklenir.)



T İR İM S İZ sıf. Denize. Tirimsiz gemi, başta ve kıçta çektiği sular eşit olan g e ­ mi.



T İR İM Ü J G Â N K A D IN , A bdülm ecit' in ikinci kadını, A bdülham it ll'n in annesi (öl. İstanbul 1852). Şapsih çerkez kabilesindendi; çocukluğunda getirilip saraya yerleştirildi. Kalfa iken A b d ülm e cit’in ka­ dınları arasına girdi, ikinci kadın efendi pa­ yesine kadar yükseldi. A bdülham it İl den başka, ikisi de ço k küçükken ölen Naim e Sultan ve şehzade M ehm et Abit Efendi' yi dünyaya getirdi.



T İR İN G A ya da T R İN G A a. (ital. trinca'dan). Denize. 1. Yelkenli gem ilerde cı­ vadra cundasını alttan talimara bağlayan halat ya da zincir. — 2. Tiringa kamçısı, tiringa zincirini bir ucundan zincir sargıla­ rına, öteki ucundan palangaya ya d a ır­ gata bağlayarak çekip germ ede kullanı­ lan halat. || Tiringa payı, cıvadranın, tirin­ ga sarılan bölümü.



T İR İN G O - TRİNGO. T İR İN K -



TIRINK.



T İR İN K E T a (fr trinquet; ital. trinehetto, üçgen yelkenden). 1. Yelkenli gem iler­ de, pruva direğinin en alt sereni. — 2. La­ tin donanımlı yelkenlilerde, genellikle ha­ fifçe öne doğru eğik olan pruva direği. — 3. Kabasorta donanımlı yelkenlilerde üzerine tirinket yelkeni açılan seren. — 4. Tirinket bastonu, tirinket sereninin cu nd a ­ sından sürülen baston. (Hafif havalarda bu baston üzerine yelken açılarak, tirinket yelkeninin yüzeyi büyütülür.) || Tirinket yel­ keni, tirinket sereni üzerine açılan yelken.



tirinket



tirinketine T İR İN K E T İN E a (ita!. trinchettina, kü­ 11552



çü k flok'tan). Denize. Tirinketine flok, pru­ va direğinip gabya istralyası üzerine açı­ lan flok.



TİR İS T O R a. (ing. thyristor; thyr[atron], tiratron ve [frans]/sto/; tranzistor'dan). Elek­ tron. içinde üç yarıiletken eklem ve akım geçişini başlatmayı sağlayan bir kum an­ d a elektrodu bulunan tekyönlü iletim öğe­ si. — A n s İ k l . Tiristorlar, art arda ü ç eklem oluşturacak şekilde bir araya gelm iş dört N ve P katmanından oluşan yapılarıyla ayırt edilir, iletim yönü, anottan katoda



T i r l ş ln y a y la s ı k a y a r e s im l e r i, Van -Hakkâri sınırı yakınlarında, Tirişin-Çatak yaylasında bulunan kaya resimleri. 1967 -1969’da, Muzaffer Uyanık'ın yörede yap­ tığı araştırm alarda saptanan bu resimler (av sahneleri; dağ keçisi, boğa, ceylan, bi­ zon, at, köpek gibi hayvan resimleri) tel Halef seramikleri üzerindeki hayvan be­ tim lerini andırır. Kesin olarak tarihlendirilemeyen bu resimlerin, Üst Yontmataş dö­ nemi ile ilk Tunç çağ arasında çeşitli za­ m anlarda yapıldığı sanılmaktadır. Bu tür kaya resimlerine Yedisalkım köyündeki K ız la rın m a ğ a ra s ı’ n d a , H a k k â ri'd e Gevaruk* vadisinde de rastlanmıştır.



T İR İT a (ar terit, terlerden). 1. Kızartıl­ - | M



M



h



I ız g a r a y a d a k ap ı



doğrudur. Kum anda elektrodu ızgara ya d a kapı olarak adlandırılır. • Çalışma ilkesi. Anot katoda göre pozitif olduğu zaman, PN eklemleri d üz yönde, m erkezdeki NP eklemi ise ters yönde ku­ tuplanır. Bu durum da PN eklemleri iletken hale gelirken NP eklemi akımı iletmez. Böylece ızgaraya, katoda göre pozitif bir d arb e uygulayarak NP eklemi iletken ha­ le getirilebilir. Akım geçişi, kum anda d a r­ besinin uygulanm a anıyla belirlenir. Anot katoda göre negatif olduğu zaman PN ek­ lemleri ters yönde, NP merkez eklemi düz yönde kutuplanır. Bu durum da NP ekle­ mi iletken hale gelir. Anottaki PN eklemi, katottaki PN eklem inin tersine, delinm e gerilim i yüksek olacak şekilde yapılmıştır. Tiristorun ters yöndeki gerilim lere dayan­ m a gücünü bu eklem in delinm e geriliminin yüksekliği belirler. Tiristor, yalnızca bir kum anda uygulandığında d üz yönde akım ileten, ters yöndeki akımları ise ilet­ meyen bir doğrultucu öğe görevi yapar.



tiristorun karakteristikleri 1. Yüksek empedanslt bölge ve tıkanma koşulu; 2. Düz gerilim artırılarak merkezi fonksiyonun çığ gerilimine ulaşılır; 3. Negatif karakteristikli bölge; 4. Düşük empedanslı bölge (doğrudan kumanda bölgesi); 5. Izgaraya bir kumanda akımı uygulandığında kesme gerilimi W sola doğru kayar.



ül-meknun fîes'ile mâ-kâne ve mâ-yekûn, Kitabü hatm il-eviyâ [bas. 1960] vd.) ko­ nularında yapıtlar yazdı. Yaşamöyküsü kitabındadır.



Budüvvü şa'n



T İR M İZ İ (Ebu İsa M uham m et ET-), arap hadis derleyicisi (Tirmiz, Belh ? - ay. ya da 892). Yaşamıyla ilgili bilgi az­ dır. Doğuştan ya d a sonradan olm a kör­ dü. Horasan, Irak, H icaz'da yolculuklar yaparak derlediği, doğruluğuna güvenilir hadisler Cami üs-sahih (bas. 1866, 1875) kitabındadır. Hz. M uham m et'in kişisel özelliklerini konu edinen bir Şemail (bas. 1888) kitabı vardır.



mış ekm eği et suyuyla haşlayarak yapı­ lan yemek. (Bk. ansikl. böl.) — 2. Tkz. Çok yaşlı ve zayıf kimse. — 3. Tirit gibi, aşırı öl­ çüde yaşlanmış, yerinden kımıldayamayacak durum a düşm üş kimse için kullanılır. || Tiridi çıkmak, çok yaşlanmak, zayıfla­ mak, mecalsiz kalmak. — Muti. Kızarmış ekm eğe meyve suyu ya da şurup dökü p üzerine haşlanmış mey­ ve konularak yapılan bir tür tatlı. (Vişne, kayısı, kızılcık, erik, ayva vb.'den yapılabi­ lir.) — A N S İK L . Mutf. Tirit, et suyu yerine paça, balık ya da tavuk suyundan biri kullanıla­ rak da yapılır. Ekm ekler yum uşadıktan sonra üzerine didilm iş et ya da tavuk, kıy­ m a vb. konur ya da sarımsaklı yoğurt d ö ­ külür. Soğanlı, peynirli, ciğerli, kıymalı, yo­ ğurtlu vb. türleri vardır. Terbiyelisi de ya­ pılabilir.



T İR N E LE a Denize. Tente ve vardasilo yakalarını vardavela zincirine ya d a nalatına bağlam ada kullanılan, birer çımaları yakalar üzerindeki matafyonlara dikilmiş, tel ve m ürnelden örülm üş kısa kamçı.



T İR İT L E N M E K gçz. f. Tiritleşmek.



TİR N E R F a. (fr. tire-nerf). Dışç. Cerr. Kök



T İR İT L E Ş M E K gçz. f. iyice yaşlanıp



kanalından dişözünü çekip çıkarmaya ya­ rayan çeşitli kalınlıkta tırtıklı iğne.



güçten düşmek.



T İR İZ a. (fars. tiriz). 1. Esk. Biçim verme, kalıba koyma. — 2 . ince tahta parçası, çı­ ta. — Denize. Ç arpm a ve sürtünmelerden ko­ rum ak için güvertesiz teknelerin, direkle­ rin ve dubaların dış kenarlarına takılan ya­ rım yuvarlak ya da dikdörtgen kesitli ince tahta. | Tiriz tahtası, am barlarda ve palav­ ra güvertelerinde, gem i kaburgaları ara­ sına 25-30 cm aralıklarla enlem esine ve boylamasına yerleştirilen tahta. (Yükün borda kaplamasıyla temasını önler.) || Branda tirizi, am bar kapakları kapatıldık­ tan sonra, am bar brandasını ya da m u­ şambasını ambar mezarnasına sıkıştırma­ da kullanılan ince tahta. || Seren tirizi, ana serenleri yerlerine kaldırıp indirirken, di­ rek çemberlerinin serenleri zedelememesi için ön tarafına vurulan tiriz. — Esk. mim. Küresel bingi. —ferz. Giyeceklerin etek ya da yırtmaç ke­ narına eklenen ince kumaş parçası. — Ku­ maşın çapraz dikişi, T İ R K E Ş a (fars. tir ve keş'ten Esk. Okçu, ok atan. — Esk. sil. S A D A K 'ın eşanlamlısı.



tir-keş).



TİR L E a. (fr. tire-lait; tirer, çekm ek ve lait, katot ızgaralı bir tiristorun şematik kesiti



Hac yolculuğu sırasında uğradığı Irak’ta pek ço k hadis derledi (880). D öndükten sonra kendisini tasavvufa verdi. Aşırı dav­ ranışları ve düşünceleri yüzünden uzun süre Tirm iz’den ayrılmak zorunda kaldı. Belh’e, bir ara N işapur’a gitti; birçok ö ğ ­ renci yetiştirdi. Hadis (Nevâdir ül-usûl fi ma'rifeti ahbâr İr-Resül [bas. 1876]), tefsir (Kitâb ül-emsâl min el-kitâb ve's-ünne), fı­ kıh (Arş ül-muvahhidîn, Kitâb ül-hacc, Ki­ tâb ül-menhiyât vd.), tasavvuf (Ed-dürer



süt'ten). M em e başına yerleştirilen cam bir vantuzla, elle ya da elektrikle çalışan bir pom padan oluşan ve sütün alınması­ nı sağlayan araç. (M em ede çatlak ya da anorm allik olduğu durum larda bebeğin emzirilmesini kolaylaştırmak için kullanılır.)



T İR L İN a. (fr. tire-ligne, çizgi çizer'den). Tek. res. Çizim cilerin kullandığı ve ucun­ da, aralarına m ürekkep konan iki esnek lam bulunan alet. Bu iki larh, aletin, m al­ zeme üzerinde (kâğıt, kopya vb.) hareke­ ti sırasında, çizilen çizginin kalınlığını ayar­ layacak biçimde, bir vida aracılığıyla az ya d a çok sıkılır



T İR L İN ' ' sıf. Tek. res. Tirlinli pergel, üze­ rine tirlin takılmış pergel.



T İR M E N , rum ca Tripimeni, KKTC'de Gazi M ağusa ilçesine bağlı köy.



T İR İS -Ü L G A R B İY Y E , Moritanya'nın



T İR M İZ İ (Ebu Abdullah Muhammet Ha­



kasım 1975 - ağustos 1979 arasında bir bölüm ünü topraklarına kattığı Río de O ro’ nun günüm üzdeki adı.



kim ET-), arap kelam bilgini, sofi (Tirmiz, Horasan, 859 - ay. y. yaklş. 932). D oğ d u ­ ğu kentte akli ve nakli bilimleri öğrendi.



y. 883



TİR N A V A , m acarca K üküllö , Rom an­ ya'da ırmak, M ureş'in kolu (sol kıyıdan) B laj’da iki ana kolun (Tîrnava-Mica ve Tirnava-Mare) birleşmesiyle oluşmuştur, 245 km.



T İR O (MarcusTulllus) -* Tull İUSTİRO. T İR O İŞ A R ETLE R İ a. Paleogr. Cicero' nun azatlı kölesi Tullius* Tiro tarafından icat edilen (ya da öyle bilinen) hızlı yazı sistemi. — A N S İK L . B u hızlı yazı sistem inde her sözcük, latin abecesinden alınmış öğeler­ den oluşan bir işaretle (kesilmiş, değişik­ liğe uğratılmış ya da birbirine bağlanm ış harfler) gösterilir. Bir tiro işareti iki öğeden oluşur; kökü belirten bir temel işaret ve sonekl belirten bir yardımcı işaret. Bu haliy­ le süslü bir harfi andırır. Bu işaretler Antikçağ’da ve O rtaçağ'da on İki yüzyıldan fazla bir süre kullanıldı. Bununla birlikte, eldeki ilk belgeler VII. yy.’dan kalmadır. Tiro işaretleriyle yazılmış 175 kadar elyazması bilinir. Bu işaretler Karolenjler dönem inde düzenlenmiştir.



T İR O O LO B Ü LİN a. (fr. thyroglobuline). Endokrinol. Tiroit keseciklerinde bulunan ve tiroit iyonunun birikim birimini oluştu­ ran iyotlu protein. (Trioglobülinın hidrolizi iyotlu aminoasltleri [m ono ve di-iyodotirozin] verir. Tiroit bezi bunlardan yararla­ narak tiroit horm onlarının sentezini ger­ çekleştirir.)



TİR O İO E K T O M İ a. (fr. thyroïdectomie). Cerr. Tiroit bezinin çıkarılması.



T İR O İD İT a. (fr. thyroîdite).



TİRO İT1 İL.Tİ-



HABI'nın eşanlamlısı.



T İR O İD İZ M a (fr thyroïdisme). Tiroitle zehirlenme. (Ç oğunlukla aşırı m iktarda ti­ roit özütü alm aktan ileri gelir.)



^ T İR O İT a (fr. thyroide'den, yun. thyroei-



des, thyreos,



kalkan, yular, ve eidos, bi­ çim, görünüm). Anat. 1. Boynun ön ve alt kısmında solukborusunun ilk halkaları önünde, gırtlağa yapışık bulunan içsalgı bezi. (30 g ağırlığında küçük ve te k bir bezdir; ortada Lalouette piramidi ile uzan­ tılı bir kıstakla birbirine bağlı iki loptan olu­ şur. Paratiroitler dört tanedir ve tiroit yan loplarının arka yüzüne yapışıktır.) [Bk. an­ sikl. böl.] (Eşanl. K A LK AN BE Zİ.) — 2. Tiroit -dil-yüz toplardamarı, yüz, dil ve üst trioit toplardamarlarının birleşmesinden oluşan kalın toplardamar. || Tiroit kıkırdağı, gırtlak­ ta, halka kıkırdağın üstünde ve dil kemi­ ğinin altında orta çizgi üzerinde bulunan



— Karş. anat. Tiroit, ilkelkordalılardaki entek kıkırdak. (Erkekte gırtlak çıkıntısını dostilin (yutak alt oluğu) ve bazı yuvarlak[âdem elm ası], meydana getirir.) || Tiroit ağızlı larvalarının homoloğudur. (Çeneli-köprücük-kürek atardamarı, köprücükaltı ağızlılarda yutak tabanının, boşluklu ya da atardam arının dört kola ayrılan, kısa, ka­ dolu olarak içeri çökm esinden doğar; lın dalı. sonra, yutaktan ayrılır ve kapalı bir folikül — Eczc. Tiroit bezi tozu, tedavide, içerdi­ biçim inde gelişir. Tek ya d a çift bez halin­ ği tri-iyodotironın (T3) ve tiroksin (T4) gibi de oluşur; amniyonlularda organlaşma sı­ iyotlu horm onların ve kalsitoninin varlığı rasında kaşın arkasına doğru göçer ve nedeniyle kullanılmıştır boyun bölgesinde yerleşir. —Endokrinol. Trioit hormonları, tiroit be­ zinin sentezlediği hormonlar. (Bk. ansikl. T İR O K A L S İT O N İN a. (fr. thyrocalcıtoböl.) || Trioit iltihabı, ağrı, şişlik ve ateşle be­ nine). Kalsitonin’in eski adı. lirgin tiroit bezi iltihabı. (Eşanl. TİRO İDİT.) T İR O K S İN a. (fr. thyroxine). Endokrinol. [Bk. ansikl. böl.] Tiroit hormonlarının birincisi. Kimyasal adı — A N S İK L . An'at. Tiroit salt bir içsalgı be­ tetra-iyodotironin’dir. (1915’te Kendall tara­ zidir. Koloit bir m adde ile dolu kesecikler­ fından keşfedilmiştir.) den oluşur. Fizyolojik bakım dan büyük bîr önem taşır. Kemiklerin gelişmesinde, kişi­ nin büyümesinde, cinsel organların geliş­ mesinde, deri örtüsü ile kılların davranı­ şında ve genel m etabolizm ada çok belir­ gin etkisi vardır. Öteki içsalgı bezleri ile ba­ ğıntılı olarak etkinlik gösterir; özellikle hi­ pofiz kökenli tireotrop bir stimülinin etkisi altında çalışır. Bez ço k salgı çıkarabildiği tironin R=H gibi (hipertiroidi) az salgı da çıkarabilir (hitiroksin R=l potiroidi). İçsalgı bozuklukları gösterme­ den büyüyüp şişebilir (basit guatr) ve ilti­ haplı lezyonlarla zarara uğrayabilir (tiroit — A N S İK L . Eczc. L-tiroksin (tiroksin levojir) iltihabı). İçinde kist, adenom ya da kan­ ağırlığının % 65 i kadar iyot içerir. Oksi­ ser oluşabilir. jenin dokularda kullanımını artırır, bazal — Eczc. Tiroit özütü, sığır, at, koyun ya da metabolizmayı ve kalp atımını hızlandırır. dom uz tiroit bezinin 105 °C ’ta kurutulması Tiroksinin dekstrojir izomeri olan D-tirokya da liyofilizasyonu ile elde edilir. O rga­ sin lipitlerin kandaki oranını düşürür. nik iyot miktarı en az °/o 0,20 olmalıdır. Ba­ zal m etabolizmayı uyarır. Tiroit bezi salgı­ T İR O L a. (öz. a. TiroTden). Dağc. Tirol sının azaldığı ya da tam am en yok oldu­ tekniği, iki komşu noktayı ayıran boş ala­ ğ u durum larda m eydana gelen patolojik nı gergin bir ip yardımıyla aşmayı sağla­ hallerin tedavisinde kullanılır. yan teknik. — Endokrinol. Tiroit hormonları iyotlu iki — in ş . Tirol sıvası, SERPME SlVA’ S l’ n ın e ş ­ aminoasjtten (mono ve di-iyodotirozin) ya­ a n la m lıs ı. rarlanılarak sentezlenir. Bu moleküllerin p T İR O L , Avusturya im paratorluğu'nda çeşitli kombinezonlarından, birinin ö b ü ­ eski il, 1919’da Saint-Germain-en-Laye rüyle ya da ikişerli birleşm elerinden dört antlaşm ası'yla Avusturya ile İtalya arasın­ tiroit horm onu oluşur; di-i-yodo-tironin, da paylaşıldı. Avusturya, inn'in suladığı 3 -3 '-5 ' ve 3-5-3' tri-ıyodotironinler vetetbölüm ü (esasTirol) ve Drava'nın suladığı ra-iyodotironin. Tetra-iyodotironin, taze be? bölüm ün bir parçasını (Doğu Tirol), İtal­ içinde serbest olarak çok yüksek oranda' ya'ysa A dige’nin suladığı bölüm ü aldı. bulunduğundan uzun süre tek tiroit hor­ Avusturya Tirolü yüzölçümü 12 649 km 2 m onu sayılan tiroksinden başka bir şey ve nüfusu 630 358 (1991) olan bir ¡I değildir. Oysa, etkisi tiroksine oranla on oluşturur. Merkezi Innsbruck. kat fazla olan 3-5-3' tri-iyodotironin, oluş­ • COĞRAFYA. Bir A lp bölgesi olan Tirol' tuğu anda kana geçtiğinden, bez içinde ün ekseni inn vadisidir. Bu vadinin G.'inç o k küçük m iktarlarda bulunur. Hormonde, Brenner otoyoluyla aynı adlı geçide ların taşınm a» proteinler aracılığı ile ol­ açılan, bir dağ otlakları ve buzullar bölgesi maktadır. Elektrofocez, kullanılan proteinin olan billurlu Orta Alpler (Ötztal, Stubai, Zilay ve a 2-globülinleri arasında bulunan lertal kütleleri) yükselir, inn'in K.'inde yer bir globülin olduğunu göstermiştir. Tiroit alan kireçtaşlı şistli Önalpler (Nordtiroler hormonları hücrelerin içine girdikten son­ Kalkalpen, Schieferalpen) tarım ve turizm ra metabolizmanın artmasına neden olur­ bölgesidir. Tirol, Kuzey ve G üney Avrupa lar. arasında büyük bir geçiş bölgesidir (Al­ • 1 . akut enfeksiyonlu tiroit iltihabı, çok en­ manya ve İtalya'yla 726 km uzunluğun­ der görülür. Tiroidin çalışmasında ne kli­ da sınırı vardır). Sanayi ve tarım etkinlik­ nik ne de biyolojik bakım dan bozukluk lerinin çoğu İnn vadisinde toplanır. Bu­ belirtisi yoktur; nunla birlikte sanayi (makine ve elektrikli 2. asalaklı tiroit iltihabı, C hagas* hastalı­ gereçler yapım ı,'tekstil, besin, kereste) ğında görülür. Brezilya'da özellikle çocuk­ ildeki işgücünün yalnızca % 29'unu istih­ larda rastlanır ve ölüm oranı çok yüksektir; dam eder, ilin başlıca geçim kaynağı 3. Riedel odunsu tiroit iltihabı, oldukça üçüncü kesim etkinlikleri ve özellikle de seyrek görülür. Yaygın bir sertleşmeyle be­ turizmdir. Tirol, dünyanın en büyük tu­ lirgindir; çevrede baskılara yol açabilir ve rizm (kış ve yaz) bölgelerinden biridir; tiroit kanserini düşündürebilir; 350 000 yatakla (kişi başına 0,6 yatak) 4. De ûuervain subakut tiroit iltihabı, vi­ Avusturya'nın ağırlama kapasitesinin üç­ rüs kökenli olabilir Hastalığın ilk haftala: te birini elinde tutar. Aynı zamanda, % rında ço k zaman, termofobi, sinirlilik, çar­ 90'ı yabancı (% 57'si Almanlar) olan to p ­ pıntı gibi hipertiroidi belirtileri görülür. Ol­ lam turist sayısının üçte birini ağırlayan guların % 7 5 ’inde, bir FILA Bw35 antije­ Tirol önemli bir döviz girdisi kaynağı nine rastlanır; oluşturur. Innsbruck, tartışmasız bir sa­ 5. süreğen özbağışık tiroit iltihabı (Hashinayi, turizm, üniversite, olim piyat merke­ m oto hastalığı), bir kadın hastalığıdır. Ti­ zidir. Geçim kaynağı tarım ve turizm roit bezine lenfoplazmositlerin doluşması olan Doğu Tirol (Lienz'e doğru), Güney ve tiroit parankimasının harap olmasıyla Tirol'ün koptuğu tarihten (1919) beri bu­ birlikte yaygın bir guatr ve tiroit yetersizli­ günkü ilden ayrılmıştır ve doğuya, Drava ği ile belirgindir. vadisine doğru uzanır. Yüksek m iktarda antitiroit antikorların • TARİH, ilkin Rhaetialılar'ın yaşadıkları, varlığı değişm ez bir olaydır. FILA DRw5 İ.O. 15'ten başlayarak romalılaştırılan Ti­ (hipertrofili şekil) ile FILA DRw3 (atrofili şe­ rol, VI. yy.’dan başlayarak Alam anlar ve kil) antijenleri ile sıkı bir ilinti vardır. Hashiözellikle Bavyeralılar tarafından söm ürge­ m oto hastalığı özbağışık başka hastalık­ leştirildi. Bunlar ladin lehçesiyle temsil larla birlikte d e görülebilir: Biermer ane­ edilen latin dillerini güneye doğ ru gerilet­ misi, nedeni belli olmayan Addison has­ tiler. Germanya kralları, Brenner’i daha iyi talığı, romatizmamsı artrit, ensüline ba­ denetleyebilm ek amacıyla, XI. yy.'da böl­ ğımlı diyabet.



geyi Bavyera'dan ayırarak Trento OS0KSsanone piskoposlarına verdiler. N f. W-’da bu piskoposlar, yönetim i kendi IJfcSSeiferi olan ve adlarını M erano’ye yflN tı b ir şa­ todan alan Tirol kontlarına btrNttar. Görz ailesi (1253), ardından Habsburglar (1363), bölge içindeki ya d a komşu durumun­ daki senyörlükleri yavaş yavaş kendileri­ ne kattılar. Alpler üzerinden yapılan tica­ ret, XIII. yy.'da Sankt Gotthard'ın açılması üzerine rekabetle karşı karşıya kaldı, an­ cak bölge, m adenleri (tuz, gümüş, bakır) ve silah üretim iyle zenginleşti. Dağlarıyla korunan Tiroilüler, özgürlüklerine bağlı kal­ dılar, Reform’u d a olum lu karşıladılar, an­ cak ülke köylüler ayaklanmasının (1525) bastırılmasından sonra yeniden gelenekçi bir katolikliğe döndü. Pressburg barışı'yla (1805) Tirol Bavyera’ya bırakıldıysa da Bavyera'nın aydın despotluğu bir halk ayaklanmasına (Andreas Hofer) yol açtı.



Tirol Sankt Anton am Arlberg yakınlarından bir görünüm (Avusturya)



tiroit: 1. Dil kemiği; 2. Dil-liroit bağı; 3. Tiroit kıkırdağı; 4. Lalouette piramidi; 5. Halka kıkırdak kası; 6. Halka kıkırdak; 7. Sağ tiroit lobu; 8. Skalenus kastarı; 9. Tiroit alt atardamarı; 10. Rekürrens sinirler; 11. Solukborusu; 12. Birinci kaburga; 13. List ana toplardamar; 14. Sol tiroit üst atardamarı; 15. Sol tiroit üst toplardamarı; 16. Sol iç juğular toplardamar; 17. Sterno-tiroit kası; 16. Sol tiroit lobu; 19. Trioit orta toplardamarı; 20. Sol karotis; 21. Tiroit orta atardamarı; 22. Akciğer-mide siniri (vagus) 23. Aort yayı.



11554



Bildarchiv Preussischer Kulturbesitz



amiral von Tirpite (1890’a doğr.)



amerikan meteoroloji uydusu Tiros-N’in özel odada birleştirilmesi



Beşinci koalisyon (1809) sırasında Avus­ Tirol Alpleri’ne özgü, genellikle üç zamanlı turya, bu ayaklanmadan yararlandı. Yuka­ halk ezgisi. (Ç abucak kafa sesinden g ö ­ rı Adige'yi Napoléon, İtalyan krallığı'na bı­ ğüs sesine geçilerek, b üyük aralarla söy­ raktı, sonra 1814’te tüm Tirol Avusturya' lenir. Bu etkiyi yaratabilmesi için yorum ­ ya geri verildi, italyanlar’ın büyük bir ç o ­ cunun bir yodler söylemesi gerekir.) ğunluk oluşturdukları Trentino, bir irreden­ T İR O N İN a. (fr. thyronine). Org. kim. For­ tismo merkezi durum una geldi. Saint-Germ ülü C , 5 FI1 5 N 0 4 olan para-(para-hidrokmain-en-Laye antlaşması'yla (1919) İtalya' sifenoksl) fenilalanin'in yaygın adı; iskele­ nın sınırı Brenner’e kadar uzatıldı ve Trentine tiroit horm onlarında rastlanır. (Şekil to’nun kuzeyinde alm anca konuşan bir için bk. TİROKSİN.) halk topluluğunun yaşadığı Güney Tirol, İtalya'ya verildi. Faşizm İtalyan işçileri çe ­ ■ Tiro s (Television and infra Red Observa­ tion Satellite, televizyonla ve kızılaltında kerek dil çoğunluğunu değiştirm ek am a­ gözlem uydusu’nun kısaltması), amerikan cıyla Bolzanp sanayi merkezini kurdu. meteorolojisi uyduları ailesi, ilk m eteoro­ 1939 Alman-italyan antlaşması, g öç et­ loji uydusu olan Tiros I, 1 nisan 1960'ta m ek koşuluyla, 186 000 Tirollü'nün A l­ fırlatıldı. Bu uyduyu 1979'a kadar, aynı ai­ manya'yı yeğlemesine yol açtıysa da bun­ leden 27 uydu izledi ve bu seriye ait uy­ ların yalnız 70 0 0 0 ’i göçm eyi kabul etti. Ş duların fırlatılması, yaklaşık olarak her iki eylül 1946'da İtalya ve Avusturya, Paris' yılda bir uydu biçim inde gerçekleştirildi. te Güney Tirollüler’e özerklik vaat eden bir Art arda dört tip Tiros yapıldı; bunların so­ antlaşma imzaladılar. 1948'de, 222 000 nuncusu 1978’de fırlatılan Tiros-N'dir. Ti­ Alm an ve 110 000 İtalyan’ ın yaşadıkları ros uyduları Yer yüzeyinin görünür ve kıTrentino-Yukarı Adige özerk bölgesi kurul­ zılaltı görüntülerini Yer'e iletirler. Yaklaşık du. Güney Tirol'de çalkantı, yer yer yeni­ 1 0 0 0 x 1 0 0 0 km’ye göre ölçülen bu g ö ­ den baş gösterdi. 1953’te Sûıdtiroler Volksrüntülerin çözme gücü kilometre düzeyin­ partei, Italyan millet m eclisi'nde 3 koltuk dedir. Tiroslar, aşağı yukarı 1 000 km 'lik kazandı ve suikastler başladı. Eylül 1966' bir yükseltide, kutup yörüngeleri üzerinde da Brenner geçidi yakınında düzenlenen dolanırlar Yerkürenin bulut katmanının gün­ suikast, bunların en ciddisiydi. 1969'da de iki kez görüntüsünü elde etmek için iki yeni bir Avusturya-ltalya antlaşm asfyla, uydu aynı anda çalışmalıdır Bu uydular, yeeyaletin özerkliği genişletildi. reksenli GOES meteoroloji uydularıyla bir­ T İR O L A lpleri, Doğu Alpler'de kütleler, likte, Uluslararası meteoroloji örgütü siste­ Avusturya Tirolü topraklarında uzanır, inn' m inde yer alan, amerikan uzay meteoro­ in G.'inde Ötztal, Stubaital ve Zillertal küt­ lojisinin çalışma sistemini oluşturur lelerinden ve K.’de de Lechtal Ûnalpleri'nT İR O S İD İN a. (fr tyrocidine). Tirotrisinin den, W ettersteingebirge ve Karwendel % 8 0 'in i oluşturan, m irkop kökenli antibi­ kütlelerinden oluşur. yotik. T İR O L İT a (fr. tyrolite). Miner. OrtoromTİR O T O M İ a (fr. thyrotomie). Cerr. Tiro­ bik sistemde yer alan hidratlı doğal bakır it kıkırdağı dikine kesilerek gırtlağın açıl­ arsenat. ması. TİR O L İT E S a. Alpler'de, Trias devri kat­ T İR O T R İS İN a. (fr. tyrothricine). Eczc. m anlarında fosillerine rastlanan am m onit Bir bakterideki m etabolizm a sırasında cinsi. (Yalın eklem çizgili, kavkısı iyice g ö ­ meydana gelen ve diğer bakteriler için an­ bekli ve kabartılarla bezelidir. Ceratites tibiyotik etki gösteren ve % 80 tirosidin, öbeği.) % 2 0 gram isidin içeren polipeptit yapılı TİRO LYEN a. (fr tyrolienne'den). Müz. moleküllerin karışımı. (Bacillus brevis kül­ türlerinden 1939'da Dubos tarafından el­ fíC A de edilen tlrotrisin, yüzeysel uygulam ada kullanılır. Flemoliz yapıcı etkisi ve sindirim kanalında hızla parçalanması, kullanımı­ nı farenjitte dezenfektan ve lokal antibiyo­ tik olarak sınırlandırır. Etkisini seçimli ola­ rak Gram pozitif bakteriler üzerinde gös­ terir.)



T İR O Z İN a. (fr. tyrosine). Biyokim. ve Org. kim. H O - C 6 H 4 - C H 2 - C H ( N H 2) —C 0 2FI formüllü, parahidroksifenil amino -2 propanoik asidin yaygın adı. (Bunun ışığı sola döndüren antipodu, S ya da L-tirozin, proteinlerin temel bileşenlerinden biridir. Biyolojik olarak tirozin m elanin oluşum un­ da, adrenalin oluşum unda ve iyotlu tiroit hormonlarının yapım ında önem li rol oy­ nar.) [Simgesi Tyr.]



T İR O Z İN A Z a. (fr. tyrosinase). Biyokim. Tirozini, m elanin denen siyah bir pigm en­ te yükseltgem e özelliğine sahip oksidazlar g rubundan enzim, (insanda, albinizm kalıtımsal tlrozinaz eksikliğinden ileri g e ­ lir.)



T İR P İD İN a. Ufak bahçe çapası. (TİRPİT, TİRPİTİL de denir.)



T İR P İT Z (Alfred VON), alm an amiral (Küstrin 1849 - Ebenhausen, Bavyera, 1930). Deniz harp okulu öğrencisi (1865), kurm ay başkanı (1892), bahriye nazırı (1898) oldu, im paratorluk donanm asının babası sayılır. ( -» A lm a n ya , Ask. tar.) Wilhelm II ona soyluluk unvanı verdi ve kendisini b üyük amiral yaptı, am a Flome Fleet’e m eydan okum asına izin vermedi (1914) ve denizaltı savaş planını reddetti (1916). Tirpitz istifa etti ve bir pangerm anist parti kurdu. R eichstag'a seçildi (1924), Flindenburg'u cum hurbaşkanlığı­ na oynamaya ikna etti (1925). Yapıtları: Erinnerungen (Anılar) [1919] ve Politische Dokumente (Siyasi belgeler) [iki cilt, 1924 ve 1926],



T irp itz (Admiral von), 1939'da denize in­ dirilen ve zorlu bir takip sonunda İngiliz kraliyet hava kuvvetleri (RAF) tarafından Norveç'te batırılan (kasım 1944) 45 000 t'lu k alm an zırhlısı. Tirpitz ile birlikte Kriegsmarine'in son büyük suüstü gemisi de yok olm uş ve bu son, savaş hattı gem ile­ rinin güçsüzlüğünü doğrulamıştır. TİR R E N d e n izi, Batı A kdeniz'in “ Korsika-Sardinya” eşiği, Sicilya ve İtalya ya­ rımadası arasında kalan bölüm ü. “ Korsi­ ka kanalı” yla Liguria denizi'ne, Messina boğazıyla lon denizi’ne, "Sicilya-Sardinya boğazı” yla (genişliği 300 km; en derin ye­ ri 2 000 m) Cezayir havzasına bağlanır. Deniz, Miyosen'den sonra gerçekleşen bir çökme sonucu oluşmuştur Eşmerkezli ay­ lalar halinde sıralanan diplerde şu hatla­ ra rastlanır: kıyı ve Toscana takımadaları dışında, dar bir kıta sahanlığı; “ Tirrerıçevresi" dağları ve havzalarıyla engebelenen yukarı kıta şevi (1 0 0 0 m'ye kadar); deniz­ altı kanyonlarıyla parçalanmış aşağı kıta şevi (3 000 m 'ye kadar); engebeli dibi "O rta Tirren" dağlarıyla parçalanan orta ova (en çok 3 400 m). Dağlar, volkanik ya­ pılıdır Kıyılar kimi yerde kayalık ve yüksek, bazen volkanik (güneydeki gibi), kimi yer­ d e de alüvyonlu, alçak ve bataklıktır (ku­ zeyde). Sular ılıktır (kışın 14 °C; yazın 25 °C), komşu denizlere oranla hafifçe daha az tuzludur Yüzey suyu, Sicilya'nın B.'sındaki giriş akıntısından başlayarak, ikili bir dönm e hareketi gerçekleştirir; G.-D.'da, denizin üçte birlik bölümünde, Calabria ve Sicilya koylarındaki karşı akıntılarla ta­ m am lanan saat yelkovanı yönünde d ön ­ me; geri kalan bölüm ünde, saat yelkova­ nıyla ters yönde birbirini izleyen dönm e hareketleri (böylece sular K.'den Korsika kanalı ve özellikle G.-B.'dan Sardinya kıyı­ ları boyunca çıkarlar.) Pek önem li olm a­ yan balıkçılık kıta sahanlığıyla sınırlıdır. Ti­ cari etkinlikler ve kabotaj, yarım ada sula­ rında canlıdır.



T İR S İ -» ABDÜRRAHİM TİRSİ. T İR S İB A U â l a. Zool. Sardalyagiller fa­ milyasının Alosa cinsine giren türlerinin or­ tak adı. (Bu kemiklikbalıklar, ringaların ve sardalyaların tersine, beslenm ek için de­ nize, ürem ek için tatlısulara g öç ederler. Bazı yerleşik tatlısu topluluklarına da rast­ lanır.) [Eşanl. TERSİBALIĞI] —A n s İk l. Tirsibalıkları, çizgilikapakçıklarıyla ringa ve çaçabalıklarından ve daha önde duran karın yüzgeçleriyle de sardalyalardan ayrılır. Asıl tirsibalığı (Alosa alo­ sa) daha ço k Atlas okyanusu'nda bulu­ nan, 70 cm uzunluğa, 3 kg ağırlığa ula­ şabilen bir balıktır. Türkiye'de iki türü var­ dır: Karadeniz tirsibalığı (A. buigarica; bo­ yu 25 cm 'ye kadar), benekli tirsibalığı (A. failax nilotica; boyu 50 cm ’yi bulabilir). At­ las okyanusu’nun Am erika kıyılarında iki yakın tür bulunur: A. sapidissima ve Pomolobus pseudoharengus. Bütün bu tür­ ler mlkrofaj beslenirken otçul b ir tirsibalığı türü de vardır: Dorosoma cepedianum. Su kirlenm esinden ço k etkilenen bu ba­ lıkların sayısı hızla azalmaktadır. — Balıkç. Tirsibalığı daha ço k ağla avla­ nırsa d a tatlısularda oltayla, parlak m a­ densel kaşıkla d a yakalanabilir. Flaliçlerde, göç ettiği sırada, ucuna yem olarak bir çam urkurdu ya d a karides takılmış yü­ zer oltayla d a tirsibalığı avlanabilir



T İR S O , Sardinya'nın başlıca ırmağı; 150 km. Granitli dağlardan doğar, adayı K. -D.'dan G.-B.’ya doğ ru Oristano’ya kadar aşar. Orta çığırında, sulam ada ve elektrik üretim inde kullanılan biriktirm e barajı.



T İR S O DE M O L İN A (Fray Gabriel TELLEZ, — denir), İspanyol oyun yazarı (M ad­ rid 1583'e doğr. - Soria 1648), 1601'de M erced tarikatına girdi, dönem inin ede ­ biyat polem iklerine katıldı ve gongoracılığa şiddetle karşı çıktı. Oyunlarının oyna­ nış tarihleri iyi bilinmemektedir. Yapıtı, ço ­ ğu 1621-1635 arasında yayımlanmış üç yüzü aşkın oyundan oluşur. Entrika üzeri-



Tiryaki Haşan Paşa ne kurutu kom ediler (Marta la piadosa; Don Gil de las calzas verdes, La Villana de Vallecas), tarihsel dramlar (La Pruden­ cia en la mujer) ya da los amantes de Te­ ruel gibi romansı dram lar yazdı, ancak gerçek ününü çok tutulan Don Juan tipi­ ni ilk kez çizen El burlador de Sevilla (1630’da yayımlandı) ile dinsel bir dram a (El condenado par desconfiado) borçlu­ dur. Tirso de Molina iki cilt de Misceláne­ as yazdı; bunlardan biri, tos Cigarrales de Toledo (1621), İtalyan tarzında öykülerden ve aralarında El vegonzoso en Palacio da bulunan komedilerden oluşur; öbürü De leitar aprovechando (1635), eğitici öykü­ leri kapsar. Bu titiz bir gözlem ci, acımasız hicivci ve yetkin bir üsluplu yazar, Lope de Vega'dan sonra İspanyol oyun yazarları­ nın en ustasıdır.



sayıda hacı, kalenin 3 km K.'inde Kaviri adasındaki Srirangam *'ı ziyaret etmekte­ dir.



T lru k k u ra l, Tamullar tarafından evren­ sel Veda olarak kabul edilen 1 330 beyitlik metin. Yapıt üç bölüm den oluşur: ilk iki bölüm ü, erdem ve zenginlik konularını, üçüncü bölüm se aşk konusunu işler, hıristiyanlığın başlangıç dönem lerinde ya­ şamış olan yazarı Tiruvalluvar'ın yaşamı hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Bir­ ço k dile çevrilen bu tam ulca m etin fransızcaya 1761'de Bhagavad-Gita'üarı he­ m en önce çevrilmiştir.



TİR U N E L V E L İ, esk. Tlnnevelly, H in­ distan’d a (Tamil Nadu) kent; 128 850 nüf. Puro imalatı. Mücevhercilik. Elektrikli ge­ reçler yapımı.



T İR S U L İ, Garhval Hımalayaları'nda do­



T İR U P A T İ, H indistan'da (Andhra Pra-



ruk; 7 074 m. ilk kez 1966'da hintli bir dağ­ cılık ekibi doruğa tırmandı.



deş) kent, Doğu Gatlar'da M adras'ın K.B.'sında; 174 393 nüf. (1991). Tüm Hin­ distan'ın ünlü hac yeri. Üniversite.



T İR Ş E a. (fars. terâşe, kazınmış, yonga). 1. Eskiden üzerine yazı yazm ak için ha­ zırlanan deri; parşömen. (Bk. ansikl. böl.) — 2. Yeşil ile mavi arasındaki renk; cam ­ göbeği. — Deric. Tirşe deri, tüyleri yolunmuş, et­ lenmiş ve hiçbir sepileme yapılmaksızın kurutulm uş sığır derisi. —Güz. sant. Altını varak haline getirm ek­ te kullanılan deri. ♦ sıf Bu renkte olan. —ANSİKL. En iyi tirşe genç d ana derisin­ den, daha az niteliklileri koyun ve keçi de­ risinden elğe edilir. Akderi de denilen tir­ şe parşöm en- gibi hazırlanır. Beyaz, sarı ya da kırmızı renkte olan tirşelerde yazı bir yüze yazılır. XIII, yy.'dan başlayarak lüks elyazmaları tirşeler üzenne yazılıyordu, bu uygulam a XV. yy a oeğ n sürdü. Günürru zoe oe cAçAkte ve «İks baskılarda hâ­ lâ tirşe kukanılmaktaaır



TİR Ş E LE Ş M E K gçz. f. Rengi tirşeye dönüşm ek.



T İR Ş E M S İ sıf. Tirşeye benzeyen, tirşe­ ye çalan.



T İR T H A , ırmak geçidi anlamına gelen sanskrıtçe sözcük. H induculukta iki anla­ ma gelir: 1 . ziyaret edilecek kutsal hac yer­ leri (başlangıçta m uhtemelen su geçitleri sözkonusuydu, am a günüm üzde tirtha, t>r nehir ya da akarsu kıyısı, bir gölcük, tur tepecik, d r ağaç ya da tanrılar ve azızerie iışkısı olan ve hacılann zaman zaman gelip toplandıkları başka herhangi bir yer olabilir. Hindular, bir tirtha' nın suyunu kul­ lanmayı ve özellikle böyle bir suda ölm e­ yi -hele bu, Ganj nehrinin suyu olursa- çok değerli sayarlar); 2 . elin kutsal sayılan bazı kısımları.



T lru p p u k a l, M urukan'ı ya d a tamul ül­ kesinin dinsel yaşamında ço k önem li yeri olan b ir başka b üyük bhakti tanrısı Skand a'yı yücelten, binin üstünde şiirden olu­ şan yapıt. Bu şiirler müritler tarafından her g ün ezgili olarak okunur. Yazarı Arunakirinatar (XIV. yy.) büyük bir gizemciydi. Ola­ ğanüstü bir arm oni duygusuyla, tam ulca ve sanksritçe sözcükler arasında kusursuz bir uyum kurması onu kirtana adı verilen dinsel halk ezgisinin öncüsü yapar.



T İR U P P U R , H indistan'da (Tamil Na­ du) kent, Koimbatur'un D.-K.-D.'sunda; 235 076 nüf. (1991). Ticaret merkezi. Pamuk işleme. Hac yeri._______________



T lru vscp kam , ş-vac: felsefe okulu "Şaıva S iddhanta"nın kurucularından biri olan MamkKavacakar ın (IX. yy.) yazdığı ve 6 50 dua ilahisinden oluşan şivacı felsefe metni.



T İR U V A N N A M A L A İ,



H in d is ta n 'd a kent, Tamil N ad u ’da, Pondiçeri'nin B.-K. -B.'sında; 61 000 nüf.



TİR U V A R a. (fr. tiroir). Dy. Tiruvar yolu, b ir katar oluşturm ak ya d a bu katarı ayır­ m ak için yapılan manevralarda kullanılan yardımcı kör yol. TİRYAK, -kı a. (yun. theriake'den). 1. Es­



kiden birçok hastalığın tedavisinde ve ze­ hirli hayvan sokmalarına karşı panzehir olarak ağızdan alınarak ya d a dıştan uy-' gulanarak kullanılan m acun kıvamında ilaç. (Bk. ansikl. böl.) —2. Panzehir: "Çı­ karın zehri ona tiryâk oldu... (Eşrefoğlu Rumi, XV. yy.) — 3 . Afyon. —4 . Tiryak-ı farsı, panzehir taşı. || Tiryak-ı faruk, tiryak -ı faruki, panzehir. || Tiryak-ı rustaiyan, sarmısak. || Tiryak-ı türki, m aden zifti. T İR T H A N K A R A , ırmak geçidini geçen —ANSİKL. Pontos kralı Mithridates'in (İ.Ö. kişi anlam ına gelen sanskritçe söze. Cay132-63) adını taşıyan ve 48 drogdan olu­ şan panzehir sonradan romalı J ıe k im te P ' nacılıkta yeniden d oğuşlar okyanusunu ce, bileşim inde değişiklikler yapılarak ye­ aşmayı başaran ve başka insanlara yol ni formüllere- bağlanm ıştır Bu formüllergösteren kişiye denir. Caynacılığa göre, her kozmik çağ 24 tirthankara ya da ci- „ -d e rrö iri theriaca (tiryak) adıyla ün salmış­ na'dan (galipler) oluşan bir g rup m eydâ ­ tır Ç oğu bitkisel olan 100'e yakın m adde­ na getirir. Mahavira (İ.Ö. VI. yy.), kendi d ö ­ den yapılan bu ilacın içerdiği droglar XX. neminin sonucu tirthankara'sı idi. Gelecek ■ yy.'ın başında 5 6'ya kadar düşmüştür. başka bir kurtarıcı yoktur, am a bundan Drogların toplanıp hazırlanmasındaki zor­ sonraki dönem de kendi 24 crnalık süre­ luk yüzünden üreticiler XV. yy.’dan itiba­ cini g e rçe kle ştirece ktir. ren tek b ir form ülde birleşmişler ve dağı­ tımın bir elden yapılmasına katar vermiş­ T İR T İR b e Tır tir titremek, çok korkmak; lerdir. Venedik üreticileri uzun zam an tir­ ço k üşümek. yak hazırlama yetkisini ellerinde bulundur­ T İR U A N A N T A P U R A M - TRİVAND muşlar ve “ Theriaca Veneta" adı altında RUM. ihraç etmişlerdir, ilk zam anlar panzehir olarak özellikle zehirli hayvan sokm aları­ T İR U Ç İR A P A L L İ, esk. Trtchlnopoty, na karşı kullanılan tiryak, zamanla her der­ H indistan'da (Tamil Nadu) kent, Kaviri de deva bir ilaç diye ün kazanmıştır. deltasının başında; 386 628 nüf. (1991). Türkiye’d e tiryak Mısır çarşısı aktarların­ Kent, XVIII. yy.'da Fransızlarla Ingilizler da ve ordu eczahanelerinde XIX. yy.’ın or­ arasında çekişm e konusu olan Kaviri g e ­ talarına kadar bulunurdu ve A vrupa’dan çidini koruyan bir kale çevresinde geliş­ getirtilirdi. ti. Bir dem iryolu ve karayolu kavşağı Tiryak m acununun başlıca etkili m ad­ olan Tiruçlrapalli, sanayi (demiryolu ve desi afyondur. Bitkisel ve hayvansal 50 ile elektrikli gereçler yapımı, tütün imalatı, yapay elmas), elsanatları (oyuncak, 70 kadar madde, özel bir yöntem le bala ipek, işlemecilik, güm üş ve altın telkâkarıştırılarak hazırlanırdı. Ösmanlı im pa ­ ri) ve üniversite merkezidir. — Her yıl çok ratorluğu dönem inde tiryak m acunu 4 g ’



d a 0,05 g afyon içerir ve günde 1-4 g alı­ nırdı.



11555



TİR Y A K İ a. (fara tirySk ve 7’den tiryaki). 1. Tütün ve keyif verici m addeler içmeye alışmış ve bunlara düşkün olan kimse: Si­ gara tiryakisi. Nargile tiryakisi. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir şeyi ço k seven, ona çok düş­ kün olan kim se için kullanılır: Sinema tir­ yakisi. Tavla tiryakisi. — 3 . (Bir şeyin) tir­ yakisi olmak, bir şeye vazgeçem eyecek ö lçüde bağımlı olmak: Bu işin tiryakisi ol­ muştu, bırakamıyordu. || Pasif tiryaki, ken­ disi tütün içmediği halde başkasının çıkar­ dığı tütün dumanını soluyan kimse. — Folk. Tiryaki fincanı, daha ço k kahve tir­ yakilerinin kullandığı büyükçe, ağzı geniş ve kulpsuz fincan. (Kallavi fincan da de­ nir.) —Sey. oy. Bir karagöz oyunu tiplem esi. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Tütün dum anının solunması, bronşlarda ve akciğerlerde bozukluklara neden olur; g ün d e beş sigaradan fazla içilirse akciğer kanseri sayısında önemli artışlar görülür Pasif tiryaki, esas tiryakinin aldığı niko­ tinin ancak birini alır; bununla beraber bu ço k küçük miktar bile, tütün dum anına karşı solunum alerjisi olan kim sede yine d e zararlı sayılır. —Sey. oy. Afyon tiryakisi, eğlenceye düş­ kün b ir kişiliği simgeler. İstanbul ağzıyla konuşur, konuşmasının en can alıcı yerin­ d e kendinden geçer. Kaynaklara göre gölge oyununun en eski tiplemelerindendir. N adiri’nin (öl 1636) bir yapıtından öğ ­ renildiğine göre XVI. ya d a XVII. yy.'da perdeye çıkmıştır. Şair Kâni’nin (XVIII. yy.) HezeHyat adlı yapıtında da Tiryaki tiplem e­ sinden söz eclilmektedir.



/Ugtr



T iry a k i ç a rş ıs ı, İstanbul'da, M im ar Si­ nan'ın yapıtı olan Süleymaniye* külliyesi' ne bağlı çarşı (1550-1557). Evvel ve Sani m edreseleriyle darüttıbbın altında, cam i­ ye bakan yönde yer alan bir dizi dükkân­ dan meydana gelen çarşının bir bölüm ü günüm üzde dispanser olarak değerlen­ dirilmektedir.



Tirso de Kolini ressamı binmoyon bir resimdenaynrrtı



Ulusalkütüphane, Madrid



T İR Y A K İ H A Ş A N P A Ş A , tü rk vezir (Arnavutluk 1530 - İstanbul 1611). Ende­ run'da yetişti. Afyon düşkünlüğü nedeniy­ le “ Tiryaki" lakabıyla anıldı. Çeşitli saray hizm etlerinden sonra 1593-1606 Türk -Avusturya savaşı sırasında, İstolni-Belgrad (Szâkesfehörvâr) muhafızlığına atan­ dı (1593). Ertesi yıl Budin beylerbeyi oldu (1594). Azledilerek Peçuy (Pöcs) kentin­ de oturmaya zorunlu tutuldu (1598). Ko­ m utasındaki askerlerle birlikte Kanije se­ ferine katılması buyruldu (1600). Aynı yıl kale teslim alındıktan sonra Kanije m u ta r " fızlığına getirildi. Avusturya orduları baş­ komutanı arşidük Ferdinand'a karşı komu­ tasındaki az sayıda askerle başardığı 69 günlük Kanije* savunması'yla (1601) dün ­ ya askerlik tarihine şanlı bir destan yazdı. Onun bu parlak zaferini İstanbul'da şenlikler yapılmasını buyurarak kutlatan MehTy® 0 W *1 m et III, yaşlı kahramanı d a vezirlik payeŞuleymamye kuüyesı siyle ö düllendirdi. Rumeli beylerbeyi İstanbul



Tiryaki Haşan Paşa (1603) olarak Estergon kalesinin sadra­ zam ve serdarıekrem Lala M ehm et Paşa tarafından fethedildiği (1605) seferde de önemli rol oynayan Tiryaki Haşan Paşa, ardından Avusturya üzerine yapılan b ü ­ yük akına katılıp Besplrem (VVeszprim) ve Palota kalelerini ele geçirdi. Lala Mehmet Paşa çağrıldığı için İstanbul'a dönünce (1606), serdar kaymakamı (başkomutan vekili) sıfatıyla ordunun başına geçti. Ana­ dolu'daki Celali* ayaklanmaları'nı bastır­ m akla görevlendirilen yeni sadrazam Ku­ yucu Murat Paşa ile birlikte katıldığı Oruçovası savaşı'nda (1607) büyük yararlık göstererek C anbulatoğlu'na karşı zaferin kazanılmasında etkili oldu. Halep kalesi asilerden teslim alındıktan (1608) sonra kubbealtı vezirliğine yükseltilen Tiryaki Ha­ şan Paşa, çağrıldığı İstanbul’a geldi ve bu görevi sırasında öldü.



11556



T İR Y A K İ M E H M E T P A Ş A m et paşa



• Meh­



Tiryaki.



TİR Y A K İL İK a Tiryaki olm a durum u; tutkunluk, iptila: Uyuşturucu tiryakiliği. ■ T İR Y N S . Esk. coğ. Yunan sitesi, Argo-



Gaston Tissandier (elektrikle çalışan güdümlü balonunun sepeti içinde [1883])



lis'te, bugünkü Nafplion yakınında. III. binyıl’dan başlayarak insanların oturduğu bu tepenin d o ru ğ u nd a daire biçim inde bir saray yükseliyordu. Orta hellas dönem in­ de (I.Ö, 2000-1600), site çepeçevre tah­ kim edildi. Harç kullanılmadan yığm a taş­ la örülen b üyü k surlar, Tiryns'in en par­ lak çağını yaşadığı Mykenai dönem inden kalmadır Bu surlara, 1350-1250 arasında, gerektiğinde sığınmak amacıyla bir iç sur eklendi ve sarayı koruyabilm ek için akropolis kazematlarla tahkim edildi. 8 ugün yalnızca temelleri kalmış olan sarayın or­ tasında fresklerle süslü bir m egaron yer alıyordu. İ.Ö. 479’da Plataia savaşı'na ka­ tılan Tiryns, İ.Ö. 468'de ona her zaman düşm anlık beslemiş olan Argos tarafın­ dan yıkıldı.



T İS ya da T İN İS , Yukarı Mısır'da eski kent, Antikçağ’daki Abydos'un yakınında, ilk iki mısır firavunlar sülalesinin başkenti. Bir nomos merkezi olan Tis'te tanrı Onuris'e tapılıyordu. Kentin yıkıntıları buluna­ madı.



T is d ö n e m i, eski Mısır tarihinin (Eski im paratorluk'tan önce), ilk iki hanedanı oluşturan hükümdarların saltanatına rast-



Félix Tisserand



Tiryns sarayı’rda bulunmuş bir fresk parçası (eksikleri tamamlanmış olarak) İ.Ö. XIII. yy. Ulusal müze, Atina



layan ve Tis kentinin yönetim merkezi ol­ d uğu ilk büyük dönem i (yaklş. İ.Ö. 3200 -2780). Tis dönem i hüküm darları, yeni krallık­ larının merkez ve taşra yönetimini sağlam ve sürekli tem eller üzerine kurdular. Ge­ leneksel tarımı (buğday, arpa, özellikle bağcılık) kolaylaştıran önem li bir sulama kanalları ağı oluşturarak ekonom iyi geliş­ tirdiler. iktidarlarını pekiştirdiler ve Nübye' ye (2 . çavlana kadar) ekonomik amaçlı se­ ferler düzenlediler. Krallık erkini tanrılara sıkıca bağlayarak, bu erki, başka tanrıla­ rın yanı sıra, şahin H orus'un d a koruyu­ culuğuna vererek (I. hanedanın üçüncü hüküm darı olan kral C et'in steli, Louvre müzesi) yeni krallığın ideolojik temellerini attılar; tapınaklar kurdular dinsel törenler yaptılar (Palermo* taşı üzerine kazınmış Palermo yıllıkları bu konuda bilgi verir). Fi­ ravunların ilki olan H ierakonpolis (Yukarı Mısır) kökenli kral N arm er (belki de efsa­ nevi kral Menes), Yukarı ve Aşağı Mısır'ın birleştiği noktada, Delta'nın ucunda kuru­ lacak bir kentin siyasal ve stratejik yararı­ nı sezinleyerek Memfis’i kurdu. Heykelci­ ler, ressamlar ve kuyum cular sanatların­ da ustalaştı. Bu, "M ısır m ucizesi"nin şa­ fağıdır. A bydos yakınındaki nekropoliste bu kralların adına yapılmış boş mezarlar yer alır. Kralların ve nedim lerinin gerçek mezarlarıysa Sakkare'de (Memfis yakının­ da) ortaya çıkarılmıştır.



T İS A sıf. (ar. tis'a). Esk. 1. Dokuz. — 2.



Tisa-imi’e,



dokuz yüz. — Esk. gökbil. Aba-yı tisa. eflak-i tisa. G ü­ neş sistemini oluşturan gezegenler ile Ay.



T İS A . Coğ. Tisza'nın çekçe adı. T İS A M E N O S . Yun. mit. Sparta kralı, Orestes ve Herm ione'nin oğlu. Herakles-, o ğ u lla rfn ın saldınsına uğradı, kovuldu, bir çarpışmada öldü ve oğullarının ele ge­ çirdiği Akhaia toprağının yakınında, Attike'de göm üldü.



T İS C H B E İN , XVIII. ve XIX. yy.'larda ya­ şamış alm an ressamlar ailesi. Ailenin en ünlü üyeleri şunlardır: —JOHANN HEİnRİCH, Y a şlı T ls c h b e in ya da K a s s e lli T is c h b e ln denir (Haina, Hessen, 1722 - Kassel 1789), Kassel, Paris, Venedik ve Rom a'da yetişti; Hessen saray çevresin­ de çok tanınan bir portre ressamıydı. — JOHANN FRİEDRİCH AUGUST, L e ip z ig li T ls c h b e in denir (Maastricht 1750 - Heldelberg 1812), Johann H eınrich'in yeğe­ ni, Paris ve Roma'da yetişti. Fransız ve İn­ giliz tarzlarının etkisinde kaldı, kibar çev­ relerin portre ressamı oldu; Kassel yakı­ nında Arlosen’de, Dessau, Amsterdam, Leipzig (bu kentte 1800'de A kadem i’nin yöneticiliğine getirildi) ve Petersburg'da çalıştı. —JOHANN HEİNRİCH VVİLHELM, W ilh e lm T ls c h b e in ya da G o e th e 'n in T is c h b e ln ’ denir (Haina 1751 - Eutin, Holstein, 1829), Johann Heinrich'in yeğe­ ni, Kassel, Hollanda ve İtalya'da yetişti. Portreler, manzaralar ve tarihsel resimler yaptı. Goethe Roma kırlarında (1786-87, Stâdel enstitüsü, Frankfurt) adlı yapıtıyla tanınır. 1789'da, Napoli akademısi’nin yö­ neticiliğine atandı. 1800’de H am burg'a yerleşti, 1808'de Eutin’d e O ldenburg d ü ­ künün hizmetine girdi. Antik vazolardan esinlenen bir gravür derlemesi yayımladı, çeşitli kuramsal m etinler yazdı.



T İS E (Eduvard Kazlmirov), rus sinema­ sının görüntü yönetmeni (Liyepaya, Litvanya, 1897 - Moskova 1961). Birinci Dünya savaşı sırasında haber film yönet­ meni olarak çalıştı, Ayzenştayn'a rastladı, onun ayrılmaz bir çalışma arkadaşı oldu. Etkili ve gerçekçi üslubu (G rev [Staçka], Potemkin zırhlısı [Bronenosets Potemkin]), çerçevelem e ve görüntü düzenle­ mesindeki ustalığı onu en ünlü rus görün­ tü yönetmeni yaptı. A. Dovjenko ile Aerogradı (1935), G. Aleksandrov ile Vstreça na Ei’be (1949) ve Giinka’yı (1952), Z. Agranenko ile yönetm enliğini paylaştığı Ölüm garnizonu'nu (1956) yaptı.



TİS E L İU S (Arne Wilhelm Kaurin), isveçli biyokimyacı (Stockholm 1902 - Uppsala 1971). 1930’da Uppsala'da, biyokimya profesörü oldu, elektroforezle kan ve süt­ teki birçok proteV.. ayırdı ve tanımladı, yüzde tutm ayla ¿eşitii am inoasitleri ayır­ dı. 1948'de Nolæ l kimya ödü lü 'nü aldı.



T İS İ (Benvenuto) -> GAROFALO (il). T İS İN sıf. (ar. tis'ın). Esk. Doksan. T İS N E (Antoine). fransız besteci (Lour­ des 1932). 1962'de Roma'da ikincilik ödü­ lünü aldı, 1968'de Kültür bakanlığı baş m üzik müfettişi oldu. Piyano için üç, flüt, viyolonsel ve keman için birer konçerto, iki senfoni (1960 ve 1963) ve birçok oda müziği yapıtıyla senfonik yapıtlar (Cosmo­ gonies 1968; Dolmen, 1978; Reflets irra­ diants de New York, 1980) besteledi.



T İS O (Jozef), slovak kilise ve. siyaset ada­ mı (Velkâ Bytca 1887 - Bratislava 1947) Rahip (1910), halkçı milletvekili (1925), Sağlık bakanı (1927-1929). Çekler'e karşı Slovaklar'ın isteklerini destekledi. Ekim 1938'de, Slovak özerk hüküm etinin baş­ kanı oldu, H itler’in baskısıyla, 14 mart 1939'da Slovak Cumhuriyeti'nin bağımsız­ lığını ilan etti. Ekim 1939’dan nisan 1945'e kadar slovak devletinin başkanlığını yap­ tı. 1947'de ölüm cezasına çarptırıldı, idam edildi.



T İS O V E C , Slovakya'da kent, Banské Bystrica'nın doğusunda yer alır; 4 800 nüf. Makine sanayileri. Önemli tekstil sa­ n ayisi______________________________ __



TİS S A N D İE R (Gaston), fransız bilgin ve havacı (Paris 1843 - ay. y. 1899). Önce kimya ile ilgilendi, 1868'den sonra özellikle yükseklerde meteorolojik gözlemler yapa­ bilm ek amacıyla, kendini balonculuğa verdi. 15 nisan 1875’te Joseph Eustache Crocé-Spinelli ve Henri Sivel ile birlikte, Zénith adlı balonla 8 600 m yüksekliğe ulaştı, fakat iki arkadaşı oksijen yetersizli­ ği yüzünden öldüler. 1883'te, kendisi gibi havacı olan kardeşi Albert ile birlikte, per­ vanesi pilli bir elektrik m otoruyla çalışan güdüm lü bir balonu başarıyla deneyerek hava yolculuğunda ilk kez elektriği kullan­ dı. Pek ço k kitap yazan Gaston Tissandi­ er, 1873'te ta Nature dergisini kurdu.



TİSS A P H E R N E S (öl. Kolossal İ.Ö. 395). Sardeis'in pers satrapı. 412'den başlaya­ rak Atinalılar'a karşı Spartalılar'ı destekle­ di. Artakserkses'in hüküm darlığı sırasın­ da Genç Keyhüsrev'in entrikalarını bozdu, O nbinler'i kovaladı, ama başarılı olam a­ dı. A na do lu ’daki askeri kuvvetlerin başı­ na getirildi (400). Spartalılar'a karşı başa­ rısızlıkları sonucunda idam edildi.



TIS S E R A N D (Félix), fransız gökbilim ci (Nluits-Saint-Georges 1845 - Paris 1896). Ecole normale'i bitirdikten sonra 1866’da Paris gözlem evi'ne girdi. 1878'de Bilimler akadem isi'ne seçildi ve Paris Bilimler fakültesi’ne profesör olarak atandı. Başlıca çalışmaları gök mekaniği alanındadır: Ay kuramı, gezegen tedirginlikleri kuramı vb. Tisserand Traité de mécanique céleste (Gök mekaniği incelemesi) [1889-1896] ile Laplace'ın yaptığı çalışmaları başarılı bir biçim de gün ışığına çıkardı; bu kitap ken­ di alanında yazılmış en eksiksiz yapıtların­ dan biri sayılır.



T İS S O TİA a. Kretase devrinde yaşamış am m onit cinsi. (Kavkısı ve kavkı bölm e­ leri Trias devrinde yaşamış Ceratites'e benzediğinden tebeşir Ceratites'i adıyla da anılırlar.)



T IS T A , Hindistan'da ve Bangladeş'te ır­ m ak; yaklş. 400 km. Sıkkım'da Himalayalar'dan doğar, G.'e doğru yönelir. DarcilIng’in G.'lnde Ganj ovasına ulaşır, Bang­ ladeş’e girer ve R angpur’un G.-D.'sunda Brahm aputra'yla birleşir. Himalayalar'daki karların erimesi, felaketlere neden olan İlkbahar taşkınlarına yol açar. H idroelek­ trik tesisleri.



T İS Z A , çekçe T is a , aim. T h e is s , Orta



titan A vrupa'da ırmak, Tuna'nın kolu (sol kıyı­ dan); uzunluğu 966 km; beş devlete ait toplam (50 000 km 2’lik b ir havzayı akaç­ lar. Yablonltskl (Jablonlca) boğazı yakının­ da, Ukrayna'da yer alan Ç ernagora d a ğ ­ larından doğar, Karpatlar'ın arasından geçerek batı ve kuzeye yönelir. Pannonia çöküntüsünde aktıktan sonra, macar Slovak sınırında birden G.-B.'ya, sonra G.'e döner, Tokaj, Tiszapalkonya, Szolnok ve Szeged'den geçer, Belgrad'ın 40 km yukarısında sırp topraklarında Banat'ta Tuna'ya kavuşur. Sağ kıyısından pek beslenemeyen (Bodrog, Sa|û) Tizsa, sol kıyısında, Romanya Transilvanyası'nın hem en tüm sularını, Someş'i, Crişler (Körös) su ağını, Mureş'I alır. Eğimsiz (km'de 0,06 m), tam bir ova ırmağı olan ve Tuna' yı deltasına kadar bulandıran sarımsı mille yüklü (yılda 1 0 - 1 1 Mt) Tisza, doğal durum ­ da büklüm ler çizerek ve küçük yalancı kollar m eydana getirerek, bataklıklar ve söğütlükler şeklinde yayılır. D oğduğu ye­ rin dağlık (karların erimesi) olması ve ka­ rasal iklim özellikleriyle (yaz fırtınaları) be­ lirlenen rejimi (820 m 3 /sn), olum suzlukla­ rı artırır; sıcak mevsim başında sular ço­ ğu kez şiddetli olm ak üzere yükselirken (Szolnok'ta 4 000 m 3 /sn, 11 m'yi bulan ka­ barm alar) yaz sonunda belirgin biçim de çekilir (70 m 3 /sn). G eçen yüzyılda başla­ tılan ıslah çalışmalarıyla 1 2 0 büklüm yok edilerek çığırı üçte bir oranda (453 km) kısaltılmıştır, bu arada toplam 3 555 km u zunluğundaki bentlerin yapılması, 2 , 6 m ilyon hektarlık alanı su baskınlarından korumaktadır. Tiszalök ve Kisköre baraj­ ları yükselen suları toplamakta ve 350 000 ha alanın sulanmasını sağlamaktadır; Someş ve Crişler üzerinde başka barajlar da kurulmuş, Csongrâd ve Becej'de iki ba­ raj d aha yapılması tasarlanmıştır.



T İS Z A (Kâlmân), m acar siyaset adamı (Geszt 1830 - Budapeşte 1902). Merkez kanat milletvekiliydi. Liberal parti yi kur­ m ak için (1875) partisiyle birlikte D eâk'in merkeziyetçilerine katıldı. 1875'ten 1890 a kadar hüküm et başkanlığı görevinde b u ­ lundu, ikili monarşi çerçevesinde M aca­ ristan’ ın konum unu güçlendirdi.



T İS Z A (istvân, kont—), m acar siyaset adamı (Budapeşte 1861 - ay. y. 1918), Kâl­ m ân Tisza'nın oğlu. Liberal milletvekili (1886), 1903-1905 arasında Başbakan. Azınlıklara karşı M acarlar'ın üstünlüğünü savunduğu için iktidardan uzaklaştırıldı. Eski Liberal parti'yi, "Ulusal em ek partisi" adı altında yeniden kurdu ve 1913'ten 1917 ye kadar iktidarda kaldı. Tam anla­ mıyla bir diktatördü, azınlıkların istekleri­ ne karşı çıktı. Kendisini savaştan sorumlu tutan askerler tarafından öldürüldü (31 ekim 1918). T İS Z A K Û L T O r O a. Avusturya. Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Polonya'da gö­ rülen Yenitaş ve Bakırtaş kültür evresi/ Starcevo-Körös kültüründen kaynakla­ nan ve Lengyel ve Jordanövv, kültürlerin­ den daha eski olan bu evre, I.Û. III. blnyıl'ın ortalarında gelişti.



T İS Z A L Ö K , M acaristan'da (Szabolcs -Szatmâr yönetim bölgesi), Tisza kıyısın­ da, N yiregyhâza'nın B.’sında; 6 100 nüf. Tisza üstündeki bir baraj bir hidroelektrik santralını ve H ortobâgy bölgesinde 120 0 0 0 ha alanı sulam a olanağı veren bir su dağıtım şebekesini besler.



plân yönetim bölgesi), Tisza ve Sajö ır­ maklarının kavşağında, M iskolc'un gü­ n eyd o ğ usu n d a; 19 800 nüf. Termik sant­ ral. Kimya kombinası. T * ? « a. (fars. tişe). Esk. 1. Keser, kazma, külünk. —2. Balta, nacak. —3. Tişe-i Fer-: had, Ferhat'ın dağı delm ek için kullandı­ ğı kazma.



T İŞ Ö R T a. (ing. T-shirt ya d a Tee-shirt, T biçim indeki gömlek). Düz bir yere yatı­ rıldığı zaman T biçimini anımsatan, genel-, likle kısa kollu, pam uklu gömlek. T İTA N a. (fr. titane; m odern bilimsel lat. titanium; yun. titanos, kireç, alçıtaşı'ndan). Özellikleri bakım ından silisyum ile kalaya benzeyen, bileşiklerinde genellikle dörtdeğerli olarak bulunan metal. (Simgesi Ti olan kimyasal element.) Atom numarası : 22 Atom kütlesi : 47,90 Ergime derecesi : 1 660 °C Kaynama derecesi ; 3 287 °C Özgül kütlesi : 4,54 g/cm 3 Yükseltgenme dereceleri: +2, +3,. +4 Elektron biçimlenmesi: (2, 8 , 8 ] 3d 2 4s2 izotopları (kütle sayısı): 41-52 Doğal izotopları: « T i(% 7,95), 47Tİ(% 7,75) « T i^/o 73, 45), « T i (% 5,51), » T i (»/o 5,34)



♦ sıf. Anorg. kim. Titan III, üçdeğerli ti­ tan bileşikleri için kullanılır (örneğin.titan III klorür (TiCI3]). || Titan IV, dörldeğerli ti­ tan bileşiklerine denir (örneğin titan IV klo­ rür [TiCIJ). —A n Sİkl 1791de W. G regor’un varlığı­ nı belirlediği titan, 1831'de rutil’den Lıebig tarafından elde edildi, Klaproth ile Marignac tarafından incelendi. Titan, geçiş m e­ talleri grubuna özgü bir metaldir. Titan tıkız durum dayken ço k sert, par­ lak beyaz bir metaldir. Özellikleri bakımın­ dan silisyumu andırır. Soğukta yüzeysel olarak yükseltgenır; sıcakta azot ve halo­ jenlerle bileşir, hıdroklorik asit ve nitrik asit­ ten etkilenir. Rutılin ana bileşeni olan titan dıoksıt (T iö 2), yanı tıtanık asit anhıdrıti, ısıtıldığın­ d a sararan beyaz bir katıdır. Suda çözün­ mez; 1 600 °C 'a doğru ergir. Alkalilerle bi­ leşerek K2 T iö 3 gibi silikatlara benzeyen titanatları verir. “ Titan beyazı" adı altında kaynak elektrotlarında kaplam a m a dd e ­ si, ateşe dayanıklı seram iklerde bileşen, yer kaplama m addesi, özellikle de p ig­ m ent olarak kullanılır vb. Titan ve flüor elem entlerinin bileşmesi sonunda oluşan titan flüorür (TiF4), beyaz b ir katıdır; alkali flüorürlerle birleşerek H 2 TİF6 asidinin tuzları olan fluorotitanatları verir. • Cevherleri. Titan element olarak d oğ a ­ d a boj m iktarda bulunur (yerkabuğunun % 0 ,6 'sı), ancak özütlenmesi ço k güçtür.



titanik a s it anhidriti + k o k + ısı



T İS Z A P A L K O N Y A , esk. Len in vâro s, M acaristan'da kent (Borsod-Abaüj-Zem-



11557



titan tetraklorü r v e m a g n e z y u m karışım ı i argo n



titan sü n g e ri



sıv ı 1 m agnezyum



İL m a g n e z y u m klorür



Kroll yöntemine göre titan üretim şeması



titan tetrakkxürün elektroliziyle titan üretim şeması



titan tetraklo rü rü n a rıla stırılm a sı



♦ klor



a s it le y ık a m a



m agnezyum



T İS Z A Ö T E S İ,



m acarca, T is z â n tü l, M acaristan'da bölge, Tisza ile Romanya sınırı arasında, iklimi oldukça kurak, top­ rakları daha az verimli kuzey kesimi dışın­ da, Tiszaötesi, elverişli bir tarım bölgesi­ dir. Lösler burada ço k kalın bir örtü oluş­ turur ve verimli bir buğday, mısır, sebze (özellikle paprika) tarımına olanak verir. Bölgede, aynı zamanda, şekerpancarı da üretilir ve bol m iktarda sığır yetiştirilir/



C evherlerinden en önem lileri ilm enit (FeTio^ ile tetragonal sistem de yer alan rutildir (T iö 2). Titan, göktaşları ile G üneş'te d e bulu­ nur. A pollo 17'nin Ay’dan getirdiği taşlar­ d a % 1 2 ’ye dek titan dioksidin (TİO ^ bu­ lunduğu saptanmıştır. • Üretimi. Sesüstü uçaklarda ço k hafif, sert ve korozyona karşi dayanıklı alaşım­ ların kullanılması, titanın önem ini büyük ö lçüde artırmıştır. Titan dioksidin (T iö 2) karbonla indirgenmesi sırasında çeşitli so­ runlarla karşılaşılır. Bu bakım dan titanın ti­ cari am açla üretirfli, titan tetraklorürun m agnezyum la ısıl indirgenm esi yoluyla yapılır; buna Kroll yöntem i denir. Bu yön­ temde, karbon yanında yaklaşık 800 °C 'a d e k ısıtılmış ilmenit ya da rutil üzerinden klor akımı geçirilir.' Böylece elde edilen klorür daha sonra yoğuşturulur: T İ0 2 + 2 C + 2 C I 2 - TiCI4 +2CO. Sıvı durum undaki TiCI4 bölüm sel dam ıt­ m a yoluyla arılaştırılır. Daha sonra tetraklorür, atmosfer basıncında 800 °C ’ta va­ kum ya da eylemsiz gaz altında erimiş m agnezyum la indirgenir: T iC I„+ 2 M g - Tİ+2M gC I2. Ayrıca erim iş sodyum la indirgem e yönte­ m inden de geniş ölçüde yararlanılır (Hunter yöntemi). Öte yandan henüz inceleme aşamasında olan bir başka üretim biçimi, titan tetraklorürün erimiş tuz banyosunda elektrolizine dayanır. Elde edilen metal, sünger biçim indedir; tükenen ya da tü ­ kenmeyen elektrotlu bir elektrik fırınında vakum ya da eylemsiz atmosfer altında yeniden ergitilir. • Kullanım alanları. Özgül kütlesinin çok düşük olması, alaşımlarının yüksek meka­ nik özellikler taşıması ve alaşım yapm a­ mış metalinin korozyona karşı kusursuz bir direnç göstermesi nedeniyle titan, sana­ yide giderek daha yaygın biçim de kulla­ nılan bir malzeme haline gelmiştir. Bu ge­ lişm eden en çok yararlanan sanayi dal­ ları uçak ve uzay araçları yapımı (Avrupa’ da tüketilen miktarın °/o 50'si) ile kimya sa­ nayisidir. U çak ve uzay araçları yapım ında kop­ m a yükü/özgül kütle oranının yüksekliğin­ den yararlanılarak sesüstü uçak gövdele­ rinin yapı elemanlarının, reaktör organla­ rının, helikopter parçalarının, füze kat kı­ lıflarının, kriyojenik kapların, uzay kapsül­ lerinin hazırlanmasında kullanılır. Kimya sanayisinde, korozyona karşı gösterdiği yüksek dirençten yararlanılarak özellikle klor ve klorlu ürünlerin üretim in­ de (sodyum klorür elektrolizinde kullanı­ lan anotların yapımı), bireşim kimyasında (asetaldehıt, italik anhidrit, propilen oksit. vb.’nin bireşim inde kullanılan kaplar), sı­ cak ve derişik arı nitrik asidin konulduğu kaplarda, klor dioksitle yapılan ağartm a tesislerinde faydalanılır. Deniz suyu ve de­ niz ortamına karşı iyi bir direnç gösterdi­ ğ in d e n gem i inşasında, denizaltı araştır­ m alarında, ısıl değiştiricilerin ya d a deniz kıyısında kurulan nükleer santral yoğuş-



titanik a s it anhidritinın klo rü rien m esi



g e n y e k ala n m agnezyum ve m agnezyum



titan s ü n g e ri ♦ m agnezyum klorür



kloruru çö z ü n d ü rm e



re ak tö r m agnezyum



ilk kü lçen in y e n id e n



I



titan sü n g e ri + a la şım elem e n tleri



e rg itilm esi



m a g n e z y u m k lo rürü n elek trolizi (klor v e m a g n e z y u m ay rıştırıla rak y e n id e n ç e v r im e so kulur)



. tü k en ir



k ü lçeleri



elek tro tlu fırın lar



11558



İPS



turucularının ve tuz giderm e (deniz suyu­ nu arıtma) tesislerinin yapımında kullanı­ lır. üstün mekanik direnci ve hafifliğinden dolayı ayrıca, otom obil yapım ında ve si­ lah sanayisinde yararlanılır. Titan, biyolo­ jik bağışıklığı nedeniyle kemik protezi için uygun bir metaldir. Titan, adı çeliklerde (oksit giderici), pas­ lanmaz çeliklerde (karbür kararlılaştıncısı), dökm e dem irlerde (grafitleştirici), ateşe dayanıklı alaşımlarda (akmaya karşı dav­ ranışı geliştirme), bakır alaşımlarında (ok­ sit giderm e ve tane küçültme), alüminyum alaşımlarında (arılaştırma ve tane küçült­ me) katkı elementi olarak kullanılır. Demir­ de olduğu gibi allotropik dönüşüm ü ne­ deniyle, ayrıca suverme ve menevişleme işlemine elverişli pek çok alaşım m eyda­ na getirebilir. Mekanik özellikleri bakımın­ dan son derece ilginç olan bu alaşımlar manganez, krom, vanadyum ve alüm in­ yum la hazırlanır. Am a ço k pahalı olm ala­ rı yüzünden sınırlı bir alanda kullanılırlar. Titan karbür türbin kanatçıkları ya da kes­ me takımlarının yapımında kullanılan ate­ şe dayanıklı çeşitli alaşımların en etkin ele­ mentidir. Bu alaşımlar arı durum daki ya da kimi zaman tungsten karbürle karışım halinde bulunan titan karbürün kobalt ya da nikelden oluşan bir bağlayıcıyla sinterlenmesi sonunda hazırlanır. (-* SERMET.) Bu alaşımlardan çok sert ve darbelere karşı dayanıklı olmaları nedeniyle hadde kalıplarının, kalıp öğelerinin ya da çeşitli takımların yapımında yararlanılır.



T ita n , am erikan hava kuvvetleri tarafın­



amerikan stratejik füzesi Titan ll’nin bir yeraltı üssünden fırlatılması



Titanic



dan kullanılan karadan karaya stratejik ba­ listik füzelerin iki türüne verilen ad. 1956'da, amerikan hava kuvvetleri, o dönem de tam anlamıyla geliştirilmiş olan Atlas füzesinden daha güçlü bir füze üze­ rinde çalışıyordu. Bu iki füze arasındaki en önemli farklar, füzeyi daha iyi durum a getirm ek amacıyla iki itici katın eklenm e­ si, füzeye tam bir özerklik veren, eylem­ sizlik ilkesiyle çalışan bir güdüm sistemi­ nin donatılması ve füzenin dikey olarak bir yeraltı üssüne yerleştirilmesiydi. Titan I fü­ zesi, 1962 yılında ABD topraklarında ger­ çekleştirilen harekâtlarda kullanıldı. Erimi 13 000 km ve nükleer başlık gücü 4 Mt' dur Sıvı oksijen kullanıldığı için depolar atış­ tan önce doldurulmalıdır; bu da, Titan l'in seri bir biçim de fırlatılmasına engel olur. Bu önemli sakıncaya çare bulm ak am a­ cıyla Pentagon, 1963'ten itibaren d epo­ ları sürekli olarak istiflenebilir propergolle' (azot tetraoksit ve UDMFI [bakışımsız dımetil-hidrazin]) dolu olan Titan II adlı ye­ ni bir füzeyi hizmete soktu Bu füzenin eri­ mi 15 000 km ve nükleer başlık gücü 9 Mt'dur. Titan II, A B D 'nin sıvı propergollü stratejik füzelerinin sonuncusudur ve 1985'lere doğru kullanım dan kaldırılmış­ tır. Titan III füzeleri özellikle, amerikan ha­ va kuvvetleri tarafından dünya yörünge­ Tâlescope



sine askeri keşif, uyarı, telekomünikasyon uyduları yerleştirmek ve NASA tarafından gezegenlerarası gözlem aracı gönderm ek am acıyla kullanıldı. Titan III ailesinin ilk üyesi olan Titan III A, 1960 yıllarının ba­ şında, Titan II balistik füzesinden sonra ya­ pıldı. Titan III füzelerinin en yenisi olan Ti­ tan 34 D, günüm üzde dünya çevresinde alçak yörüngeye 15 t ’luk bir yük oturtabi­ lecek yetenektedir. Titan 34 D, amerikan silahlarının en ağır klasik fırlatıcısıdır.



T İT A N , Satürn’ün, 1655’te, Fluygens ta­ rafından ilk keşfedilen en büyük uydusu. Yörüngesinin yarı b üyü k ekseni: 1 222 000 km. Yıldız dolanım süresi: 15,95 g. Çap: 5 150 km. Görünüm ü birçok bakım ­ dan yersel gezegenlere benzer. Büyüklü­ ğü, Merkür ile Mars arasındadır ve Güneş sistem i'ne ait tüm uydular arasında, Titan ilk kez 1944'de tayfgözlem yoluyla ortaya çıkarılan gaz atmosferine sahip tek uydu­ dur. Bu konuda bildiklerimizin hemen he­ m en tüm ü, 12 kasım 1980'de Titan ın yü ­ zeyine 5 000 km'den az bir uzaklıktan ge­ çen amerikan sondası Voyager 1 ile elde edilmiştir. Atmosferi, Yer atmosferi gibi, te­ mel olarak m oleküler azottan oluşmuştur. Buna karşılık oksijen içermez. Metan, ne­ den olduğu fotokimya olayıyla, atmosfer­ de önemli bir rol oynar. Güneş'in m oröte­ si ışımasının etkisiyle, metanın ve azotun ışılayrışması çeşitli hidrokarbonların (etan, etilen, asetilen ...) ve her halde Yer üze­ rindeki yaşamın ortaya çıkışının öncüsü olan temel organik kimya m addelerinden biri olan hidrosiyanik asidin oluşmasına yol açar. Bu şekilde oluşan moleküller, ağır ağır aşağı düşen m ikroskobik aero­ sol parçacıkları halinde, 2 0 0 km yükselti­ nin altında yoğuşurlar ve yüzeyi tamamen örten, turuncu renkli, kalın ve düzgün bir sis katmanı oluştururlar. Kızılaltı tayfölçüm yöntemiyle ölçülen yüzey sıcaklığı - 1 7 8 °C'tır. Bu sıcaklık, yüzeyde sıvı metandan bir örtünün bulunduğu anlamına gelir. Öte yandan, atmosfer içinde, metan bulutları ve buna bağlı olarak da metan yağm ur­ larının varlığı olası göründüğünden, na­ sıl Yer üzerinde büyük miktarda sıvı suyun bulunması meteoroloji olaylarının tem eli­ ni oluşturuyorsa Titan'da da bir metan m e­ teorolojisinin varlığı sözkonusu olabilir, 1,92'lik bir ortalam a yoğunlukta, Titan kayalar ile su, metan ve belki de am on­ yak buzlarının oluşturduğu bir karışım ola­ rak değerlendirilir. Gökcisminin merkezin­ de, toplam kütlenin % 55'ini oluşturan, silikatlı kayaçlardan meydana gelmiş, 1 700 km çapında bir çekirdek bulunduğu sa­ nılmaktadır. Sonra, içeriden dışarıya d o ğ ­ ru, ardışık klatrat katmanları, daha sonra su b uzu p a rç a la rı iç e re n sıvı b ir NH 3 -FI20 ve CFI4 -FI20 hidrat katmanı ve son olarak, yüzeyde, geniş sıvı metan ok­ yanusları vardır. Titan'ın yörünge hareketinin ayırtedici özellikleri, bu uydunun, Satürn ile aynı za­ m anda ve büyük bir olasılıkla da Güneş çevresindeki gezegenlere benzer bir bi­ çimde, dönm e halindeki bir gaz ve toz dis­ kinden oluştuğunu ortaya koyar.



TİTA N A T a. (fr. titanate). Anorg. kim. 1.



Titanik asidin tuzu. — 2. Titanat asidi, Tİ­ TANİK’ A S İT 'in eşanlamlısı.



T İT A N İA , Uranüs'ün 1787'de William Flerschel tarafından O beron'la aynı za­ m anda keşfedilen üçüncü uydusu. Yörün­ gesinin yarı büyük ekseni: 438 000 km. Yıldız dolanım süresi: 8 g 16 sa 56 dk. Çap: 1 600 km. Yoğunluk: yaklaşık ola­ rak 1,3. Uranüs'ün bilinen d iğer uyduları gibi Titania’nın d a geri yönde dönm e özel­ liği vardır. Yüzeyi buzlarla kaplıdır.



T ita n la , periler kraliçesi, O beron'un eşi



deplasm an 60 0 0 0 1) ve lüks donanım ıy­ la dikkati çeken okyanusaşırı yolcu gem i­ si. ilk seferi sırasında, 1912’de 14 nisanı 15 nisana bağlayan gece, gem i New Foundland'ın G.'inde bir buzdağına çarptı ve battı. Bu deniz kazasında 1 500'den fazla insan öldü.



TİT A N İK sıf. (fr. titanique, titandan). Anorg, kim. Titanik asit, form ülü H 2 T İ0 3 olan asit; suda çözünmeyen beyaz bir toz biçiminde bulunur, boyamacılıkta mordan olarak kullanılır. (Buna metatitanik asit de denir.) [Eşanl. TİTANAT ASİDİ ] TİT A N İL a (fr titanyie). A norg kim. For­ mülü = T İO olan ıkıdeğerlı kök.



T İT A N İT a. (fr. titanite). Anorg. kim. Titanlt asidinin (H 3 TİÖ3), form ülü M jtT iC y olan karmaşık tuzu; bu form ülde M, birdeğerli bir metali gösterir. — Miner. SFEN'in eşanlamlısı.



TİTA N LA N M A a Bir cisim üzerine titan ya da bir titan bileşiğinin etkisi. — A N S İk l. Camc. Cam yüzeyinde çok in­ ce ve yapışkan bir titan oksit (T ıö 2) taba­ kası biçim inde ortaya çıkan titanlanma, yaklaşık 500 °C dolayına getirilmiş bu yü ­ zeye genellikle organo-metal bir bileşiğin, sözgelimi izopropiltitanatın püskürtülmesiyle elde edilir. Camın titanlanması, ka­ lıp sökülmesinden sonra ve yeniden pişir­ m eden önce, şişeleri, içinde ızopropiltıtanat aeorosolü bulunan bir bölm eden ge­ çirerek yapılır. Titanlanmış şişeler, üzerine kalay oksit kaplanmış şişelerle benzer özelliklere sahip olurlar, yani cam üzerine cam sürtünme katsayısı azalır ve mekanik direnç artar.



TİTA N LA R . Yun. mit. Olym poslular'dan önceki tanrılar. Uranos ile Gaia'dan doğan Titanlar altısı erkek, altısı kadın, on iki tan­ rıydı. En gençleri Kronos'tu. Uranos'a başkaldırmaları sonunda iktidar Kronos'a geçti. Sonra, onlara başkaldıran Zeus ile çatıştılar ve Titanlar savaşı'nda iktidarı yi­ tirdiler.



TİTA N LI sıf. Bileşim inde titan bulunan bir alaşım, bir cevher ya da bir bileşik için kullanılır.



T İT A N O M A K H İA a. Yun. mit. Başkaldıran Zeus'e karşı Titanlar'ın sürdürdüğü savaş. (Sanatta, Titanlar'ın savaşı, Devle­ rin savaşıyla özdeşleştirilir.)



T İT A N O M A N Y E T İT a. (fr titanomag-



nétite'ten). Miner. Titan bakım ından zen­ gin manyetit türü. TİTA N O S A U R U S a. Bütün dünyada Kretase devri topraklarında fosillerine rast­ lanan, Sauropoda öbeğinden sürüngen cinsi, (iri bedenli, az sayıda dişli hayvan­ lardı.)



TİTA N O SUC H U S a (yun titan, dev, ve



sukhos,



tim sah’tan). Perm-Trias tabakala­ rında bulunan, ço k ilkel özellikli (ikinci d a ­ mak yoktur, dişler az gelişmiştir ve tek artkafa lokması vardır), terapsit, fosil sürün­ gen cinsi. ( Theriodonta alttakımı.)



TİTA N O TH E R İU M a. Kuzey Am erika ve Avrasya'da Eosen ve Oligosen tabaka­ larında bulunan, toynaklı fosil memeli hay­ van cinsi. (Dişleri hipsodont, ayakları üçparmaklıdır; burnunun üstünde kemik­ ten bir çatal boynuz vardır. Bu soy, iri bir köpek büyüklüğündeki koşucu Eotitanops'tan, yüksekliği cıdağıda 2,30 m'yi bulan 4 m uzunluğundaki Brontotherium'a kadar uzanır.)



TİTA N U S G İG A N T E U S a Böcbıl Gu­ yana'daki yaşlı ağaçlarda yaşayan, kınka­ natlıların en iri (uzunluğu 15 cm ) türü. (Tekeböceğigiller familyası.)



ve Shakespeare'in Bir' yaz gecisi rüyası adlı yapıtının kahramanı. Eşek başlı d o ­ kumacı Bottom'un büyülenmiş sevgilisi Ti­ tania, aşkın insanı alçakgönüllü yaptığını keşfeder.



T İT A R İS S O S . Tar. coğ. A nadolu'nun



T ita n ic , İngiliz White Star Line denizci­



T İT C H E N E R (Edward Bradford), İngiliz



lik şirketine ait, boyutları (uzunluk 271 m,



kökenli amerikalı ruhbilim ci (Chichester



Kappadokia bölgesinde kent. Ptolemaios'un sözünü ettiği yerleşmenin, Melitene (Eskimalatya) yakınında olduğu sanıl­ maktadır.



1867 - Ithaca, New York, 1927). Wundt' un öğrencisi oldu; Ithaca'daki Cornell üniversitesi'nde profesörlük yaptı ve deney­ sel ruhbilim in ABD 'deki başlıca temsilcisi durum una geldi (Experimental Psycho­ logy [Deneysel ruhbilim ], 1901-1905; A Textbook ot Psychology [Ruhbilim ders ki­ tabı], 1910). Duyum , dikkat ve algı üzeri­ ne incelem elerinde (Feeling and Attenti­ on [Duyma ve dikkat], 1908; Thought Pro­ cess [D üşünce oluşumu], 1909) bilincin fizyolojik dayanaklarını araştırdı.



T İT E L O U Z E (Jehan), fransız besteci ve orgcu (Saint-Omer 1563 ? - Rouen 1633). Rouen katedrali'nin orgcusuydu; org ya­ pımı ve m üzik kuramıyla ilgilendi, yapıt­ larıyla transız org okulunun kurulmasına katkıda bulundu. T İT H E a. (ing. söze ). O rtaçağ’da İngil­ tere'de, Kilise’ye verilen toprak ve hayvan ürünlerinin o nda birlik bölümü. T İT H İN O a. (ing. söze.). Tar İngiltere'de, bir kamu sorum luluğunu, genellikle de düzeni sağlama görevini üstlenen ve yak­ laşık on kişiden oluşan taşralı toprak sa­ hipleri topluluğu.



T İT H O N O S . Yun. mit. Laom edon’un oğlu olan truvalı kahraman. Şafak tanrıça­ sı Eos onunla evlendi. Zeus ölüm süz kıl­ dığı halde, Eos'un onun için sürekli genç­ liği bağışlamasını dilemeyi unuttuğundan, Tithonos yaşlılıktan g iderek ufalınca, um utsuzluğa kapılan karısı onu çekirge­ ye dönüştürdü.



T İ T İa Callicebus cinsinden küçük may­ m unların ortak adı. (Amazon bölgesi or­ m anlarındaki ağaç dallarında aileler ha­ linde yaşayan, tıkız uzun kuyruklu may­ munlardır. Yenidünyamaymunugiller famil­ yası; boyu, yarısı kuyruk olm ak üzere, 80 cm.)



sTİTİC A C A g ö lü , dünyanın en büyük dağ göllerinden biri ( 8 340 km 2, 3 812 m yükseltide), Peru ve Bolivya sınırında. En derin noktası 230 m'dir. Altiplano’yu kap­ layan bîr Dördüncü Zaman denizkulağının kalıntısıdır. Eski bir uygarlıklar (Tiahuanaco) ülkesi ve inkalar'ın efsanevi beşi­ ğidir; göl üstündeki adalarda yaşamış Uruslar, sazdan evleri ve gem ileriyle G ü­ ney Amerika'nın en eski halkıdır. Gölün kı­ yılarında, nüfus yoğunluğu fazladır (çoğu yerde km2'ye 1 0 0 kişi), tarlalar (patates, arpa, kazayağı) küçük parçalara bölün­ müştür; balıkçılık önem lidir (Chucuito). Karayolu bağlantıları ve Peru ile La Paz arasındaki feribot seferi sayesinde ticaret oldukça canlıdır; Büyük Okyanus'a açılan kapılardan biri olan La Paz buradadır. Puno, Juliaca, Yunguyo ve C opacabana'da hareketli fuarlar vardır. Güzel m anzarala­ rı, söm ürge dönem inden kalma kiliseleri (Juli, Pomata) ve ço k zengin el sanatları sayesinde turizm gelişmektedir.



T İT İE N S E S - TATİENSES. T İT İS E E , Alm anya'da göl, Karaorman' da, bir buzulyaiağında; 1,3 km2. Önemli turizm merkezi.



T H lu s - B o d * y a s a s ı. Gökbil. Güneş sistemindeki temel gezegenlerin Güneş'e olan ortalam a göreli uzaklıklarını yaklaşık olarak veren deneysel bağıntı. 1741'de al­ man g ökbilim ci Wolf tarafından ortaya çı­ karılan bu bağıntı, 1766'da vatandaşı Jo ­ hann Daniel Titius (1729-1796) tarafından yeniden keşfedildi ve özellikle, Berlin göz­ lemevi m üdürlüğünü yaparken bu yasa­ yı yayımlayan (1772) Johann Elert Bode (1747-1826) sayesinde tanındı. Bu yasaya göre, gezegenlerin G üneş'e olan ortala­ ma uzaklıkları (Yer'.n uzaklığı birim olarak alınır), 0 3 6 12 24 48 96 ser ısı göz önü­ ne alınarak (seride, üçüncüden başlaya­ rak, her sayı bir öncekinin iki katıdır), te­ rim lerin her birine 4 ekleyerek ve böylece elde edilen her sayı 1 0 ’a bölünerek bu­ lunur. Matematiksel olarak bu bağıntı, ge­ om etrik bir sonlu diziyle ifade edilir: U = 0,4 + 0,3-2 "; burada n, M erkür için



- oo'a, Venüs için O'a, Yer için 1'e, Mars için 2'ye eşittir vb. U ise, göz önüne alı­ nan gezegenin uzaklığını belirtir (gökbi­ lim- birim leriyle gösterilen). Titius-Bode yasası, Uranüs'e kadar hem en hemen doğrulanmıştır, ama Neptün ve Plüton için geçerli değildir. Bu yasa, küçük gezegen­ lerin* keşfinde önemli bir rol oynadı: Yer’ in Güneş'e olan uzaklığının 2,8 katı uzak­ lıkta (n =3) bir boşluk vardı, bu d a g ö k b i­ limcileri yeni bir gezegen aramaya yöneltti ve Mars ile Jüpiter arasında yer alan bir küçük gezegenler halkasının ortaya çıka­ rılmasına yol açtı. Bu yasa, hiç kuşkusuz, gezegenlerin oluşum una yön veren fizik­ sel süreçlerin bir sonucudur. Ayrıca, Jü ­ piter'in Galilei uyduları da aynı tipte bir ya­ saya bağlıdır.



T İT İZ sıf. 1. Yaptığı her şeye ço k dikkat ve özen gösteren, en küçük ayrıntılara önem veren ve başkalarından da bu bi­ ç im de davranmalarını isteyen kimse İçin kullanılır: işinde çok titiz bir memur. Titiz bir müdür. —2. Kolay beğenm eyen, ko­ layca hoşnut edilemeyen, müşkülpesent kimse için kullanılır: Arkadaş seçiminde



son. derece titizdir. Titiz bir sinema eleştir­ meni. —3. Temizliğe düşkünlüğü hasta­ lık derecesine varan kimse için kullanılır. — 4. Huysuz, geçimsiz: Babamı hoşgö­



rün. yaşlandıkça daha titiz, daha çekilmez oldu. T İT İZ C E sıf., be. Titizlik yapan, titiz bir biçim de: Titizce bir kadın. Titizce davran­ mak. T İT İZ L E N M E K gçz. f. 1. Bir konuda ço k dikkatle ve özenle davranm ak; böyle davranılmasını istemek ya d a m üşkülpe­ sentçe davranmak; titizlik göstermek: Ra­



porun son kontrolünde çok titizlendi. Ti­ tizlenmeyi bırak da seç şu yemekleri, aç­ lıktan ölmek üzereyim: — 2. Huysuzlanmak, söylenmek: Zamanında yetişemeyecek diye titizlendi. Onun ağırkanlı davranışlannı gördükçe titizleniyor. T İT İZ L E Ş M E K gçz. f. Titiz bir kimseye yakışır biçim de davranm aya başlamak: Son günlerde iyice titizleşti, sabahtan ak­ şama kadar ellerini yıkıyor. T İT İZ L İK a. 1. Titiz olm a durum u; titiz bir kimsenin, davranışlarının özelliği. — 2 . Titizlikle, kılı kırk yararak; dikkat ve özenle: Bir konuyu titizlikle incelemek,



araştırmak. Büyük b ir titizlikle çalışmak. T İT L İS , İsviçre'nin orta kesim inde do­ ruk, buzullarla çevrilidir; 3 239 m.



¿ T İT O (Josip B r o z — denir), hırvat köken­ li yugoslav devlet adamı (Kumrovec, Hır­ vatistan, 1892 - Ljubljana 1980). Bir köy­ lü ailesindendi. avusturya-macaristan or­ dusunda hizmet etti; Birinci Dünya sava­ şı sırasında Ruslar'a tutsak düştü (1915),



sonra kaçtı ve 1917-1920 arasında bolşeviklerle birlikte savaştı. Yugoslav Komünist partisi'nin kurucuları arasında yer aldı, bir­ ço k kez tutuklandı ve özellikle 1928’de altı yıl hapis cezasına m ahkûm edildi. Salıve­ rildikten sonra Tito adını aldı ve Mosko­ va'ya gitti (1934). 1936’da, Paris'te enter­ nasyonal tugaylann ispanya’ya geçişini düzenledi. Yugoslav Komünist partisi g e ­ nel sekreteri oldu, yeniden ülkesine dön ­ dü (1937). ikinci Dünya savaşı sırasında Uzice'de bir kurtuluş komitesi kurarak iş­ gal kuvvetlerine ve onlarla işbirliği yapan ustaşalar'a karşı sürekli bir gerilla savaşı verdi. Bu arada Yugoslavya'nın bir fede­ rasyon biçim inde örgütlenm esi gereğini savundu. Churchill tarafından da destek­ lenen Tito, rakibi M ihailoviö'i saf dışı ede ­ rek partizanlardan oluşan gerçek b ir or­ du kurdu ve bir devrim hüküm etinin ba­ şına geçti. Bundan sonra, kral Petar II' nin sürgündeki hüküm etine karşı çıktı. Ekim 1944'te Kızıl' Ordu'yla birlikte Belg rad 'a girdi. 29 kasım 1945'te cum huri­ yet ilan edildi; önceden Savunm a bakanı ve mareşal (1943) otan Tito, hükümet baş­ kanlığına ve başkom utanlığa getirildi (7 m art 1945). Tito’nun partisi (Halk ce ph e ­ si), kasım 1945 seçim lerinden zaferle çık­ tı. Tito, öteki halk dem okrasileriyle dost­ luk antlaşmaları imzaladı (1946 ve 1947). 1946'da, Atina hüküm etine karşı yunan komünistlerini destekledi, am a 1948'de Kom inform 'un em irlerine boyun eğm eyi reddetti ve devlet yönetiminde milliyetçi ol­ duğu kadar komünist bir yol izlemekle bir­ likte SSCB ve halk demokrasileri karşısın­ d a bağım sız bir tutum u benim sedi. Böylece batılı devletlere ve A B D ’ye yaklaştı ve onlardan iktisadi ve mali yardım sağ­ ladı (14 kasım 1951 anlaşması); Türkiye.ve Yunanistan ile Ankara (1953) ve Bled (1954) anlaşmalarını imzaladı. Bununla birlikte, atlantik ve sovyet bloklarından tü­ m üyle bağımsız bir dış politika izledi: 1955’te SSCB ile yeniden uzlaştıysa da batılı devletlerle ilişkilerini sürdürdü ve bağlantısız devletleri bir araya getirmeye çalıştı. Ekonomik alanda, özyönetime da­ yalı özgün ve açık bir politika uyguladı, 1953'ten başlayarak sürekli olarak C um ­ hurbaşkanı seçilen, 1953-1966 arasında Yugoslavya Komünist partisi genel sekre­ terliğini yapan, daha sonra d a Yugoslav­ ya Komünistler birliği başkanı olan (1966 -1980) Tito, 16 mart 1974'te, istisnai olarak yaşamboyu Cumhurbaşkanlığına getirildi.



T İT O C U sıf. Titoculuğa ilişkin. a.



Titoculuk yandaşı.



1 İT O C U L U K a. Tito yönetim inde Yu­ goslavya'da uygulanan sosyalizm biçimi.



T İT O O R A D , Karadağ'ın başkenti, Moraca kıyısında yer alır; 152 242 nüf. (1991). Kent, 1945‘ten sonra, bom bardım anlarla



Titicaca gölü



Vioujarct-Gamma



mareşal Tito (1975'te)



Titograd yıkılan eski Podgorlca’nın yakınında ge­ lişti. Bugün K aradağ’ın, hem yönetimsel hem iktisadi m erkezidir (otomobil yapı­ mı, alüminyum, tütün işleme tesisleri, tekstil).



11560



T IT O N IK a. (fr. tilhonique). Yerbil Jura' nın üst bölüm ünde yer alan ve belirgin bir kesinti olmaksızın Kretase'nin alt bölüm ü­ ne geçen ortasu kirActaşı. T n u n U Z H a. ( irtf teetotalisme). Her türlü alkollü içkinin içilmesini yasaklayan sistem. Büyük Britanya ve A m erika Birle­ şik Devletleri'nde, içki aleyhtarı dernekle­ rin kurulmasına neden olmuştur.



T İT O V A M İT R O V İC A , esk. Kosovska Mltrovlca, Sırbistan'da (Kosova özerk bölgesi) kent, Ibar kıyısında; 53 000 nüf. Kurşun ve çinko madenleri ve metalürjisi, Zvecan kalesinin (XII. yy.) yı­ kıntıları.



T İT O V O U Z İC E , esk. Uzice, Sırbis­ tan'da kent, Djetinja ırmağı kıyısında; 35 000 nüf. Besicilik ve meyve üretimi. De­ mir dışı m adenler (bakır, alüminyum) me­ talürjisi. Makine sanayileri.



T İT O V V E L E S , türkç. Köprülü, Ma­ kedonya'da, Vardar vadisinde kent; 36 000 nüf. Üsküp'ün yaklaşık 45 km G D.'sunda. Osmanlı İmparatorluğu döne­ minde kent Selanik vilayeti merkez san­ cağına bağlı kaza merkeziydi. Tütün, be­ sin sanayisi, porselen yapımı. ■I*— 1- Im í m J#



titre* » y»



T İT O V V R B A S , esk Vrbaa, Sırbis­



(Populus trémula)



tan'da (Voyvodina özerk bölgesi) kent; 22 000 nüf. Tarıma dayalı besin sanayisi.



T İT R R a . (fr. titre; lat. titulus'dan). Anal,



*rkek çlçeklsr



kim. 1. Bir çözelti içinde çözünm üş ola­ rak bulunan bir m addenin titre etm e yo­ luyla bulunan derişim i (miktarı). — 2. Tit­ re etme, hacmi ya da kütlesi bilinen bir çö ­ zeltiye, belli bir tepkimenin tam olarak ger­ çekleştirilmesi yoluyla önceden ayarlan­ mış gerekli m iktarda ayraç katarak çözel­ tinin bileşenlerini belirlemeye dayanan iş­ lem. (Örneğin asitlik ve bazlığı titre etme, yükseltgeyici ve indirgeyiciyi titre etme.) [Buna TİTRELEME d e denir.) || Bir çözeltiyi titre etmek, bir çözeltinin norm luluğunu kesin olarak belirlemek, yani derişimi bi­ linmeyen bir çözeltiye büretle derişim i bi­ linen bir çözelti katarak sözkonusu çözel­ tinin tanımlanmasını sağlayan sayısal d e ­ ğeri bulmak. (Bu tür bir çözeltiden çözüm ­ leme işlemlerinde yararlanılır [titre edilmiş sıvı].) || Homojen bir örneğin belirli bir madde bakımından titresi, bu maddeyle ilgili belirli bir büyüklüğün (kütle, hacim, m adde miktarı) ölçülen değerinin, aynı büyüklüğün m addenin tüm üne ilişkin d e ­ ğerine oranı. (Titre sözcüğü kütlesel, ha­ cimsel ya da molar gibi bir nitelem e sıfa­ tıyla birlikte kullanılmalıdır; niteleme sıfatı olm adan kullanıldığında "titre" teriminden genellikle "kütlesel titre" anlaşılır Titre ge­ nellikle milyem [binde bir) cinsinden bo­ yutsuz bir sayıyla ifade edilir Kimyasal çö­ züm lem elerde asitlik-bazlık ya da özellik­ le yükseltgeyici-indirgeyicı oranlarının be­ lirlenmesinde, çözeltilerin bileşimi, hesap­ lamaları kolaylaştırmak için normluluk ola­ rak ifade edilir. Bu bakım dan normal, on­ da bir normal ya da yüzde bir normal ola­ rak nitelenen çözeltiler kullanılır.)



T İT R E O Ü Ç a Sarık ya da kavukların önüne takılan bir tür sorguç. (Altın, gümüş gibi değerli metallerden yapılan titregüç, hareket ettikçe titrediğinden bu adla anı­ lır.) T İT R E K sıf. 1 . Titreyen, kesik kesik ha­ reket eden: Bir mumun titrek ışığı. — 2. Titreyen b ir elle yapılmış: Titrek bir çizgi. Titrek bir yazı. — 3 . Titreyen, alçalıp yük­ selen: Titrek bir sesle hatırını sordu. —Akust. Titrek sesler, yeğinlikleri hızla de­ ğişen sesler. — Biyol. Titrek tüycük, nörom astlarda ve içkulakta bulunan duyu hücrelerindeki hareketli tüycük. — Dokubil. Kendi kendine titreyen. || Titrek hücre, titrek kirpikleri ya d a kamçıları ile



sıvı ortam da hareket eden serbest hücre (örneğin haşlamlılar); metazoa doku hüc­ releri, özellikle örtenek ya da epitelyum (en başta solukborusu-bronş epitelyumu) hücreleri. | Titrek hareket, bazı epitelyum ­ larda görülen titrek kirpiklerin hareketle­ ri. — Patol. Hastaya sinirleri titriyorm uş gibi gelen ağrıya denir. — Sesbil. Söylenmesi, ciğerden gelen ha­ vanın, dil ucunun dişyuvarlarına (r'nin ger­ çekleştirilm esindeki gibi) ya da küçük d i­ lin dil sırtına vuruşları nedeniyle zaman za­ man kesilmesiyle gerçekleşen ünsüzler için kullanılır. ♦ a. Giy. Kadın baş süslem elerinde kul­ lanılan, helezon biçim li b ir tel üzerine tut­ turulm uş kıymetli taşlardan yapılmış iğne. (Özellikle hotozlara iliştirilirdi. İğnenin ba­ şı, saplanacak kısma helezon biçim li bir telle tutturulur, iğne başı takıldığı yerde sü­ rekli titrerdi. Gelin başı süslem esinde de kullanılırdı. Özellikle Rumeli Türkleri ara­ sında yaygındı. A nadolu'nun bazı yörele­ rinde bugün de kullanılmaktadır.)



T İT R E K KAVAK a. Batı Avrupa'da ve Türkiye’de yaygın olarak yetişen, boyu 20 -25 m 'yi geçm eyen ve nadiren 80 yıldan fazla yaşayan kavak türü. (Bil. a. Populus trémula; söğütgiller familyası.) —A N S İK L . Titrek kavağın yaprakları en ufak bir esintide kıpırdar (adını bundan alır). O vada ve dağ d a yetişen iki ırkı var­ dır Önceleri düz olan dış kabukta yaşlan­ dıkça derin çatlaklar oluşur. Kışın d ökü ­ len, almaşık ve kenarları tırtıklı yaprakları yassı ve uzun bir yapraksapının u cunda­ dır. Ç içekler erkek ve dişi tırtılsılar halin­ dedir; meyveler tüylü tohumlar saçan oval bir kapsül biçimindedir. Titrek kavak öncü bir türdür; çoğu za­ man yozlaşmış orm anlarda dağınık bir halde bulunur. Soğuğa dayanıklıdır, çok ışık ister ve nemli, killimilli toprakları se­ ver. Beyaz ve yum uşak olan odunu m aran­ gozlukta ve kibrit üretiminde kullanılır; ay­ rıca kaliteli bir kâğıt ham uru verebilir.



T İT R E K L İK a Titrek olm a durum u. T İT R E K S İN E K O İL L E R a Suların ya­ kınındaki nemli yerlerde sürü halinde uçu­ şan, üyeleri sivrisineğe benzeyen, ince ve uzun sinekler familyası. (Işık titreksinekleri çeker, ikikanatlılar takımı, uzunduyargalılar [Nematocera] alttakımı.)



T İT R E L E M E a. Anal. kim. -



TİTRE* ET­



T İT R E M E K gçz. f. 1. Bir kimse, bedeni ya da bedenin bir bölüm ü sözkonusuysa, kasların kesik kesik, hızlı, istemdışı küçük kasılımlarıyla aralıksız olarak sarsılmak:



Ateşten, korkudan, öfkeden titremek. El­ leri titremek. Soğuktan titremek. — 2. Bir şeyden söz ederken, yinelenen kesik ke­ sik hareketlerle kımıldamak, sallanmak:



Ağaçların yaprakları, hafif esen meltemle titriyor. — 3 . Sesten söz ederken, sık sık alçalıp yükselmek, kesik kesik çıkmak:



Yaşlı adam titreyen bir sesle başına gelen­ leri anlatmaya başladı. —4 . Işıktan söz ederken, gücü sık sık azalıp çoğalm ak:



Lambanın titrek ışığı altında yüzü çok sol­ gun görünüyor. — 5. Büyük bir korku, aşırı bir heyecan duymak, bir şeyden, birinden çekinm ek; korkuya kapılmak: Onun kar­ şısında hepimiz titrerdik. — 6 . Çok şiddetli bir duygunun yarattığı bir heyecana ka­ pılmak: Arzudan, zevkten titremek. — 7. (Bir kimse için) içi, yüreği titremek, (onun adına) kaygılanmak, endişelenm ek: Onu düşündükçe içim titrerdi. — 8 . Titreye lit­ reye, titreyerek: Yatağın içinde titreye titre­



ye sabahı zor ettik. ♦ titreşmek dönşl. f. Titreşim durum un­ d a olm ak; ihtizaz etmek. ♦



ME.



T İT R E M a. Sesbil. -



bir anlam taşır ve iç kaynaklıdır; özellikle enfeksiyonlarda, pnöm oni, grip, sıtma nö­ beti vb. gibi durum larda organizm anın m ikrop toksinlerine karşı gösterdiği tepki­ nin alametidir. — Nörol. Titreme, norm alde istemli hare­ ketlerde eşzamanı olmayan hareket birim­ lerinin, eşzamanlı etkinlik göstermeleri so­ nucu ortaya çıkar. Ortaya çıkış koşulları­ na göre üç tip titrem e vardır: 1. Dinlenme titremesi, kaslar gevşediği za­ m an görülür; düzenli olarak saniyede 4-5 devir gösteren Parkinson titremesi bu türdendir; 2. Duruş titremesi, bir duruşu sürdürm e çabası sırasında ortaya çıkar; nedeni b i­ linmeyen bu titrem e en sık görülen titre­ me olup ailevi bir karakteri de vardır, hızı yüksek, saniyede 18 ila 1 2 devirlidir. Özel­ likle erişkin ça ğd a görülürse de çocuklar­ da, yeniyetm elerde ve yaşlılarda da orta­ ya çıkabilir (ihtiyarlık titremesi). Duruş tit­ remesine lityum ya da psıkoanaleptiklerle yapılan tedavi sırasında ve bazı sinir hastalıklarında d a (Charcot-Marie, Déjérine ve Sottas hastalıkları) rastlanabilir; 3. Eylem titremesi, istemli hareketlerde or­ taya çıkar ve beyincik sendrom unun be­ lirgin işaretidir.



TON.



T İT R E M E a Titrem ek eylemi. — Fizyol. Ürpermeli titreme, soğuktan ile­ ri gelen ya da bir soğuk duygusuyla bir­ likte olan geçici titreme. (Bk. ansikl. böl.) — Foto. Çekim sırasında, fotoğraf makine­ sinin istem dışı hareketi (bu durum da g ö ­ rüntü az ya da ço k bulanık çıkar). — Hematol. Yüksek ateşli ürpermeli titre­ me sendromu, genellikle kan ya d a kan bileşenlerinden birinin nakli sonucunda ortaya çıkan nadir tepkime. (Titreme ve yüksek ateşle [38,5 - 39 C °] belirgindir. 1 - 2 saat sürer, tehlikesiz olm akla beraber, nedeni daim a araştırılmalıdır; mekanizma­ sı iyi bilinmemektedir, çoğu zaman başta H.L.A. sisteminde olm ak üzere, alyuvar kan grub u sistem inde de bağışıklık çatış­ ması biçim inde ortaya çıkar.) —Vet. Titreme hastalığı, birkaç haftadan ü ç yıla kadar değişen bir kuluçka d öne­ m inden sonra, kaşıntılı ya d a ihtilaçlı bi­ çim de ortaya çıkan ve bir virüsten ileri ge­ len ölüm cül bulaşıcı koyun hastalığı. (Gü­ nümüzde, en etkili korunma yöntemi, has­ ta hayvanların yok edilmesidir.) — A N S İK L . Fizyol. Ü rperm eli titreme, ne­ den olduğu kas kasılmalarından ötürü, so­ ğ uğ a karşı bir korunm a aracıdır. N orm al­ de özellikle çevre ısısındaki ani bir düşüşle karşılaştırıldığı zaman ortaya çıkar; o za­ man nedeni çevreseldir. Ateşli hastalıkla­ rın başlangıcında görü ld üğ ü n de marazi



titreşmek işt. f. H ep birlikte titremek:



Titreşen dalgalar. Titreşen yapraklar, rüz­ gârı müjdeliyor. Küllenmiş ocağın önün­ de sabaha kadar titreşerek bekledik. Kor­ kudan titreşen çocuklar artık yalnız kal­ mak istemiyorlardı. ♦ titreştirmek ettırg. f. 1. Şeylerin ya da kimselerin titremelerine neden olmak. — 2. Titreşim durum una getirmek. — inş. Bir betonu sıkıştırmak için titreşim uygulamak. ♦ titretmek ettirg. f. 1. Bir kimseyi tit­ retmek, onun titremesine yol açmak. Her yanını zangır zangır titreten bir öfkeyle adamın üzerine yürüdü. Ölüm düşünce­ si onu korkudan titretiyordu. — 2 . Bir şeyi titretmek, hafifçe salınmasına, kımıldama­ sına yol açm ak: Yaprakları hafifçe titreten bir meltem çıktı. — 3. Bir kimseyi, kimse­ leri titretmek, onları korkutmak: Bakışla­ rıyla hepimizi titretiyordu; ço k şiddetli bir heyecanın etkisinde bırakmak: Onunla bir an yalnız kalma düşüncesi bile beni titre­ tiyordu. —4 . Titrete titrete, titreterek: Gö­ beğini titrete titrete gülmek.



T İT R E M L E M E a. Sesbil. - TONLAMA. T İT R E Ş İM a. 1. Hızlı salınım hareketi:



Bir telin titreşimleri. — 2 . Hızlı bir ritim de tekrarlanan sarsıntı: Bir motorun titreşim­ leri. — 3. Bir sesin, bir tınının modülasyonu. —Aktar. Bir kablonun destekleri arasında­ ki bölüm lerde m eydana gelen ve bu kab­



loyla kum anda edilen mekanizmaların ha­ reketim bozmaya ve tehlikeli kılmaya elve­ rişli ani çekm e dengesizliklerine yol açan, çok hızlı yanal salınım hareketi. —Akust. Akustik ya da mekanik titreşim­ ler, esnek bir ortam parçacıklarının bir denge konum unun her iki yanına doğru yaptığı hareket. || Bir sistemin serbest ya d a doğal titreşimi, bir sistemin, kendisine etkiyen dış kuvvetler sıfır ya da değişmez old u ğ u zamanki titreşimi. || Bir sistemin zorlamalı titreşimi, bir sistemin kendisine uygulanan dönemsel bir kuvvetin frekan­ sıyla eşit frekanstaki titreşimi. — Bayınd Titreşimle oturtma, üzerlerine eşzamanlı bir titreşim hareketi uygulanan metal kazıklar çakarak toprağı çöktürm e­ ye dayanan ve kumlu zem inlerde uygu­ lanan temel atm a yöntemi. (Kumların ta­ şıma gücü bu çökm e sonucunda büyük ölçüde artar.) — Denize. Titreşim etkisi, almaşık olarak dalga sırtlarından ve çukurlarından geçen bir geminin, ıskarmozları ile ön borda kap­ lamasında, suyun tekne üzerine yaptığı değişik basınç farkları nedeniyle oluşan titreşim hareketi. — Fız. Titreşim önleyici, burulm a ya da dönm e titreşimlerini sönümlemeye yara­ yan aygıt. (Kullanılan başlıca titreşim ön­ leyiciler friksiyonlu ya da sürtünmelidir.) || Titreşim yutucu, yolu üzerine yerleştirildi­ ği m addesel titreşimlerin genliğini, bun­ ların frekanslarına bağlı olarak oldukça azaltan sistem ya da malzeme. — Fotogram. Kamera titreşimi, uçak hızı, hava ve rüzgâr direnci, uçak motorlarının çalışması vb. etkilerle, fotoğraf alımı sıra­ sında hava kamerasında oluşan titreşim. (Kamera titreşimi; hava fotoğraflarının net­ liğini, ayırma gücünü olumsuz yönde et­ kiler. Kamera titreşimim en az düzeyde tu­ tabilm ek için kamerayı; ağırlık merkezin­ de sürtünmesız yataylandırmak ve sünger, lastik ve yaydan oluşan bir kombinezon içinde üç nokta üzerine oturtarak uçak gövdesine sönüm lü bir düzenle bağla­ m ak gerekir.) —Güz. sant. İzlenimci ressamların genel­ likle kesik fırça vuruşlarıyla yarattıkları ışık etkisi. —Mak. san. Salgı titreşimi, bir milin ya da d öner bir parçanın, desteksiz ya da iyi dengelenmemiş bölümünün yaptığı hare­ ket. —Mak. san. ve O ta Silkeleme titreşimi, bir kavramanın ya da transmisyonun kesinti­ li çalışması. — Kesici bir takımla işlenen b ir parçanın yaptığı titreşim. (Bk. ansıkl. böl.) — Patol. Yerel titreşim, elle m uayene sıra­ sında yoklanan yerden avuç içine gelen hafif titreme duyumu. (Böyle bir titreşime, kalbın tepesinde mitral darlığında [ kedi mırıltısı titreşimi] ve karaciğer bölgesinde hıdatık kist olduğunda [hidatik titreşim] rastlanır.) —Sıber. Kararlılığı yeterli olmayan etkin bir sistemin ayırtedıcı nitelikteki özsalınım re­ limi. (Bir sistemin titreşimi, kararlılığı iyileş­ tirilerek ve özellikle yalnız giderilecek sap­ mayı değil, bu sapmanın ardışık türevle­ rini de hesaba katan ayrıntılı bir etki yara­ tan, düzeltici ağlarla donatılarak ortadan kaldırılabilir.) —Tip. Ses ya da göğüs kalesi titreşimi, hasta konuştuğu zaman, göğüs üzerine konan el ayasıyla algılanan titreşim. —Zool. Titreşim duyusu, insanın ve hay­ vanların sesaltı frekanstaki titreşimleri al­ gılaması. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL Akust Esnek bir cisim, örneğin bir ucu bir mengeneye sıkıştırılmış ince uzun bir metal levha, denge konumundan uzaklaştırılırsa, kendisine uygulanan kuv­ ve; ortadan kalkar kalkmaz yine denge ko"um una dönmeye çalışır ve kazandığı hıza oenge konum unun her iki yanında bir o z ge-g ıt hareketi yapar. Cismin her tit■eş _ b.r gidiş ve dönüş hareketinden ; 3u nareketı sürdürecek bir düze.c -s a : treşımın genliği, bir titreşim­ c e " d ğ e n n e geçtikçe azalır. Bu d urum ­



da sönüm lü hareketten söz edilir. Ancak, genellikle bu hareketi sürdürmek, yani tit­ reşen cisme yeterince vurum vererek genlik kayıplarını her an giderm ek m üm ­ kündür; böylece her titreşim kendinden öncekiyle özdeş olabilir (salıncak, sürekli titreşen diyapazon). Bu durum da hareket dönemseldir, yani bütün titreşimleri özdeş­ tir; buna göre bir titreşimin süresine de dönem adı verilir. Hareketin frekansı za­ man birimi başına titreşim sayısını verir ve hertz (kısaltması Hz) cinsinden ifade edi­ lir. Dönem ile frekans birbirinin tersi olan iki sayıyla ölçülür. Ö rneğin normal la se­ sini veren bir diyapazonun hareketinin dö­ nemi 1/440 saniye, buna denk düşen fre­ kansıysa 440 Hz'dir. Ne kadar karmaşık olursa olsun ayırtedici özelliklerinden birisi (uzanım, hız, iv­ me) zamanın fonksiyonu olarak tanım la­ nan her dönemsel hareket, bir sinüzoidal fonksiyonla betim lenm iş basit hareketle­ rin üst üste gelmesi olarak ele alınabilir. Her bileşen hareket, göz önüne alınan ha­ reketin frekansının bir tam katı olan bir fre­ kansta oluşur. Titreşimin çözüm lenm esi denilen bu ayrıştırmayı Joseph Fourier ka­ nıtlamıştı. Fourıer çözümlem esi adı veri­ len bu ayrıştırma, ölçm e aygıtlarıyla hızlı bir biçim de gerçekleştirilebilir. Titreşimler çeşitli biçimlerde, genellikle de mekanik salınımları farklı tiplerde türdönüştürücülerle (algılayıcılar, ivmeölçerler ya da elek­ tromanyetik, elektrodinamik, elektrostatik, piezoelektrik m ikrofonlar vb.) elektrik salınımlarına dönüştürerek ölçülür. Titreşen cisim bir stroboskop ile gözlemlenir; bu stroboskop, gözlemlenen hareketin fre­ kansına yakın frekansta şimşeklerle titre­ şen cismi aydınlatır Bu durum da cisim ya­ vaşça biçim değıştıriyormuş gibi görünür ve hareketi rahatlıkla izlenir. Bu inceleme genellikle bir osıloskop yardımıyla yapılır ve bu durum da osiloskop ekranında Lissajous şekilleri ortaya çıkar. Titreşimler, özellikle de sesötesi titreşim­ ler, sanayinin birçok alanında kullanılır: plak sanayisi, çalgılar, mikrofonlar, hopar­ lörler, sesli uyarıcılar, sismik algılayıcılar vb. Titreşime karşı yalıtım sağlam ak am acıy­ la birçok ürün imal edilm ektedir (yaylar, sönümleyiciler. çeşitli esnek ürünler vb.) — Mak. san. ve Oto • Silkeleme titreşimi. Tartaklama titreşimi, makinenin tahrik m e­ kanizmasındaki darbelerden (dengeleme­ nin iyi olm am asından, dişlilerin ya da rul­ manların aşınmış olmasından vb.’den kay­ naklanan) kaynaklanabileceği gibi, parça­ nın ya da takımın esnek biçim değiştirme­ siyle oluşan titreşimlerden ya da işlenen malzemenin dayanımının dönemsel olarak değişmesinden de kaynaklanabilir. Tartak­ lam a titreşimi, işlenen yüzeyin pek düz­ gün olmamasına neden olur ve takımın ta­ kılarak kırılmasına yol açabilir. Bu olayın meydana gelmemesi için açıları doğru bi­ lenmiş bir takım kullanılmalı ve bu takım, tezgâha olabildiğince sağlam biçim de monte edilmelidir. Son olarak tartaklama titreşimi, takımın yaptığı çok küçük titre­ şimlerle m akinenin titreşimleri arasındaki rezonanstan kaynaklanabilir; bu rezonans kesme hızı değiştirilerek giderilebilir. —Zool. Pek çok sayıda çeşitli mekanik al­ gılayıcılar, “ ses” sayılmayacak kadar d ü ­ şük frekanslı titreşimleri algılayabilir. Ger­ çekten suda yaşayan hayvanlarda, ç o ­ ğunlukla, salt dokunsal mekanik algılayı­ cılardan (kirpikler, çeşitli duyu kılları) titre şım algılayıcılarına ve işitsel algılayıcılara sürekli bir geçiş görülür Balıklarda yanal çizgideki nörom astlar (hayvanın b öğ rü n ­ d e boylu boyunca yer alan ve su akıntıla­ rına duyarlı olan mekanik algılayıcılar) aynı zam anda hem titreşim algılayıcıları, hem de işitsel algılayıcılardır (600 - 800 Hz'den aşağı ses frekansları için); ayrıca, nöromastlardakı duyu hücreleriyle ıçkulaktaki duyu hücreleri tamamıyla birbirine ben­ zer ve iletim tarzları da aynıdır. Karada ya­ şayan hayvanlarda da aynı duyusal ikilik görülür (titreşim ve işitme duyum u); b ö ­ ceklerdeki bazı duyu organları (Johnston



duyarga organı gibi) hava akımlarına duyarlıdır, seslerin yerini belirler ya da dizaltı organı gibi hem işitseldir hem de nes­ nelerden yayılan titreşimlere duyarlıdır. O m urgalılarda titreşimlere duyarlı duyu organları, m em elilerdeki Paci.ni cisim cik­ leri ve kuşlardaki Herbst ya da Grandry cisim cikleri ya d a üstderideki dokunm a diskleri gibi kapsülleri sinir uçlu olabilir. Pacini cisimcikleri yalnız altderide bulunmaz ve prim atlarda parm ak uçları ya da digitigrat hayvanlarda taban yastıkları gibi özel bölgelerde, ayrıca eklem kapsüllerin­ de ve mezenter gibi bazı içorgan bölge­ lerinde de çokça bulunur.



T İTR E Ş İM Lİ sıf. Titreşim yapan; titreşim oluşturan. — Fiz. ted. Titreşimli masaj aleti, çeşitli bi­ çimlerdeki kauçuk parçalarının titreşimleri bir elektrik motoru aracılığı ile sağlanan ve vücudun değişik yerlerine masaj yap­ m a amacıyla gezdirilen aygıt. (Eşanl. viB ROMASÖR)



—Sesbıl. Ses tellerinin zaman zaman tıtretilmesıyle söylenen sesbirim ler için kul­ lanılır. (Eşanl. Ö TUM LU ) [Bk. ansikl. böl ] — A N S İK L . Titreşim özelliği tümü titreşimli olan ünlülerde yinelenen bir özelliktir. Ü n­ süzler içinse titreşim ayırıcı bir özelliktir; ünsüzler birbirlerinden titreşimli I titreşim­ siz karşıtlığıyla ayırt edilir. Bu ayırıcı kar­ şıtlık, sözde dinleyiciye özelliği belirleme olanağı veren ve böylelikle sesbirimin ta­ nınmasına katkıda bulunan ve bir ayırıcı özellikler demeti olarak tanımlanan bir dizi akustik belirtiyle gerçekleştirilir. Titreşim belirtileri arasında: alçak frekanslı bir uyarı (titreşimlilerde görülür) ünsüz duralam a­ sının süresi (titreşimlilerde daha kısa), bir önceki ünlünün süresi (titreşimlilerde d a ­ ha kısa), ünsüzün gevşemesiyle sonraki ünlünün söylenmesi arasında geçen za­ m an (titreşimlilerde daha kısa) ve gürül­ tülerin yeğinliği (titreşimlilerde daha zayıf) sayılabilir. Aynı özelliği ortaya çıkaran d e ­ ğişik belirtilerin önemi, ele alınan dile ve b üyü k ölçüde sesbirim in söz zincirindeki yerine göre değişir.



T İT R E Ş İM L İL E Ş M E a. Titreşimsiz bir ünsüzün



titreşimliye



geçmesi.



(Eşanl.



Ö TÜM LÜLEŞM E )



T İT R E Ş İM L İL İK a. Sesbıl Titreşimli ya da ötüm lü sesbirimlerin özelliği. (Eşanl. Ö TUM LÜLÜK.)



T İT R E Ş İM S İZ sıf. Titreşim yapmayan; titreşim oluşturmayan. —Sesbil. Ses telleri titreşm eden çıkarı­ lan sesler için kullanılır (örn. [p]). [Eşanl. ÖTÜM SUZ]



T İT R E Ş K E N a. Bir elektromıknatıs ve birtakım kontaklar taşıyabilen, titreşimli bir armatürden oluşan ve akustik frekanslı bir devreyi kesmeye ya da akustik uyarıcı ola­ rak kullanılmaya yarayan elektromekanik düzenek.



TİT R E Ş M E a. Titreşmek eylemi. — Fiz. Bir olay ya da bir aygıtın, şiddet, hız, frekans ya da başka bir ayırtedici ni­ teliğinde oluşan hızlı dalgalanma. (Bk. an­ sikl böl.) —Güz. sant. Resimde ya da heykelde, düzlemlerin fazla bölünmesi sonucu ışığın dağılm a etkisi. — A N S İK L Fiz. D oğada ya da çeşitli aygıt ve donanım larda görülen çok sayıda tit­ reşme örneği vardır: yıldız gibi bir kaynak­ tan gelen ışığın titreşmesi; bir ses ya da görüntü iletim aygıtının hızında görülen dalgalanm alar; bir salınım üreteci ya da bir radyo vericisinde, rastlantısal nitelikte ço k sayıda mekanik ya da elektronik b o ­ zucu etkiden kaynaklanan frekans titreş­ meleri.



TİT R E Ş M E K -



TİTREMEK.



T İT R E Ş T İR İC İ a. Kim. müh. Laboratuvarlarda üst üste yerleştirilmiş bir elek gru­ bunu sarsmaya yarayan aygıt.



TİT R E Ş T İR M E a Titreştirmek eylemi. — Hidr. baği. Bir beton kütlesinin daha iyi



titreştirme sıkışmasını sağlamak, yoğunluk ve tıkız­ lığını yükseltmek, dolayısıyla su I çim en­ to katsayısını düşürerek m ekanik dayanı­ mını artırıp öm rünü uzatmak amacıyla bu kütleye titreşim verme yöntemi. (Bk. an­ sikl. böl.) — A N S İK L Titreştirme, elektrik ya da ba­ sınçlı havayla çalıştırılan vibratörlerle sağ­ lanır. Üç tip vibratör vardır: 1 . beton ka­ lıplarına bağlanarak doğrudan betonla te­ mas halindeki titreşimli m am bran işlevi gören aygıtlar (fazla kalın olmayan ya da İçinde fazla m iktarda dem ir iskelet bulu­ nan betonlara uygulanır); 2 . beton İçine sokulan çubuklar ya da titreştirilecek ka­ rışım içine daldırılan ıç vibratörler; 3. d o ğ ­ rudan betona dayanan titreşimli tablalar, patenler, tokm aklar (hazır beton parçala­ rı üretimi). Titreştirme yöntemiyle, içinde hava ka­ barcıkları bulunmayan tıkız bir beton el­ de edilir. Titreştirme işlem inden geçirilen bir beton kütlesinin hem dayanımı artar, hem de armatürlere kusursuz bir biçim ­ de yapışması sağlanır. Bileşiminde fazla m iktarda su bulunan bir betona uygula­ nan aşırı titreştirme işlemi, betonda ayrış­ maya yol açar.



11562



T İT R E Ş T İR M E K T İT R E T M E K -



TİTREMEK



TİTREMEK.



ve -mbtrie, yun. metron. ölçüm'den). Anal, kim. Ayarlanmış çözeltiler kullanarak kim­ yasal çözeltilerin normalitesinin (normluk) ölçümü.



T İT T E R İ d a ğ la n , Tel Atlasları'nın B.'daki Matmata dağları ve Şelif vadisiyle, D.'dakl Biban sıradağları arasında kalan bölü­ mü. K.’deki Beni Slimaneler (cebel Dira' da 1 810 m) ovasının yanı başında yük­ selir. Tahıl tarımı ve koyun yetiştiriciliği. Titteri dağları, Cezayir'de, merkezi Medea (günüm üzde Lemdiya) olan bir türk bey­ liğiydi.



T İT T O N İ (Tommaso), ıtalyan siyaset



Tivoli daire biçimli "Vesta” tapınağı İ.Ö. I. yy.'ın İlk yarısı



T İT U L E S C U (Nicolae), romanyalı siya­ set adamı (Craiova 1882 - Cannes 1941). 1912’de m uhafazakâr-dem okrat milletve­ kili seçildi, Maliye bakanlığı yaptı (1917 ve 1920-1926), gelir vergisi ve tarım yasala­ rının çıkmasını sağladı. Milletler cemiyeti’nde delege (1922), Dışişleri bakanı (1927 -28) oldu, antlaşmalara uyulmasını sağla­ makta ve Küçük Antant'ı sağlamlaştırmak­ ta çok kararlı davrandı. MC meclisi baş­ kanı oldu (1930-31), barış İçin m ücadele etti. Yeniden Dışişleri bakanlığına getiril­ di (1932-36), Balkan antantı nı destekle­ di, fakat fazla SSCB yanlısı olduğu gerek­ çesiyle Tâtârescu tarafından görevinden uzaklaştırıldı. Fransa'ya çekildi.



T İT U M N İA . Tar coğ. Van gölünün K İn­ de urartu kenti; bugünkü Erciş ilçesinin yakınındaydı. Argisti II, kenti kurdururken (İ.Ö. VIII. yy. sonu - VII. yy. başı) yanına yapay bir göl ve kanal da yaptırmıştı. Er­ ciş ilçesindeki Zernakıtepe* kalıntılarının bu kentle ilişkili olup olm adığı kesinlik ka­ zanamadı.



T İT U S (Titus Flavius Vespasianus) [Ro­



T İT R İM E T R İ a. (fr. tıtrimetrie; litre, titre



Titus roma sanatı Louvre müzesi, Paris



fikler yanında savaşa girm esine taraftar, görünm edi. İtalya’nın Milletler cemiyeti delegasyonu başkanlığını yaptı (1919), kı­ sa bir süre yeniden bakanlık ettikten son­ ra, Senato başkanı oldu (1920-1929).



adamı (Roma 1855 - ay. y. 1933). Millet­ vekilliği (1886-1897), valilik, senatörlük (1903) yaptı, b.'kaç kez büyükelçi ve Dış­ işleri bakanı (1903-1905, 1906-1909, 1919 •2Q) oldu. Paris'te büyükelçi olarak bulundugu.sırada (1910-1916) İtalya'nın M ütte­ Scala



m a İ S. 39 - Aquae Cutilıae, Sabina, 81), Roma im paratoru (79-81). Vespasianus' un oğlu. Neron'un sarayında yetişti, Germanya’da, Bretagne'da yararlık gösterdi. 67'de, babasıyla Yahudlye’ye gitti, Vespaslanus İmparator olunca, Kudüs'ü kuşat­ makla görevlendirildi ve 70’te kenti aldı. Roma 1ya dönünce iktidarı babasıyla pay­ laştı, onunla birlikte censor (73-74), yedi kez konsül (71-79 arasında), sonra da praetorlum praefectusu oldu; 79’da, babası­ nın yerine tahta çıktı. Titus'u sefih ve acı­ masız olarak değerlendiren kamuoyu, onun kişiliğinde "yeni bir Néron” bulmak­ tan korkuyordu. Yahudi kraliçe Berenike’ ye tutkusundan dolayı eleştirildi ve ken­ disine D oğu’da bağımsız bir imparatorluk kurmayı tasarlam akla suçlandı. Gerçek­ te, Titus liberal bir davranış gösterdi, ölüm­ le cezalandırm a yetkisini kullanmadı. Kı­ sa hükümdarlığı dönem inde hanedan po­ litikasını sürdürm ekle birlikte senatörlerin dignitas'ına saygı gösterdi. Babasının başlattığı İnşaatları (Colosseum, saray, tak) sürdürdü. A ncak ünlü Vezüv püskür­ mesi (79), Roma'yı kasıp kavuran yangın (80), son olarak da bir veba salgını gibi b üyük doğal afetler im paratorluğu güç duru m d a bıraktı.



T ltu s



A nd ro nicus, Shakespeare'in dramı (1593). Büyüleyici bir dehşet orta­ m ında (ırza tecavüz, sakatlama, cinayet, yamyamlık) aykırılığa övgü niteliği taşıyan yapıt bir tür dehşet tiyatrosu örneğidir.



T İT U S -C A R M E L (Gérard), fransız de­ sinatör (Paris 1942). Çeşitli tekniklerle ça­ lıştı (kurşunkalem, m ürekkepli kalem, su­ luboya, kolaj, gravür vb.). Kesin ve İnce nitelikli yapıtını, model-kopya ve gerçek -sahte ilişkilerini öne çıkaran bir nesne gösterimi üzerine kurar. Zihinsel ve p la s ­ tik çalışma sürecini ortaya koyan diziler ve değişkelerde, nesne Cryptiques (1972), Tfie Pocket Size Tlingit Coffin (1975-76), Eclats (1982) gibi grafik diziler üretm ek­ ten başka bir am aç güdülm eden, tüm öğeleriyle yeniden yaratılır (ağaç, kumaş, kürk, ip ve çeşitli gereçlerle yapılan düş­ sel asamblajlar: Olası 7 oluşum, 1970 ta­ rihli ofortlar) ya da biçim değiştirir ve bo­ zulur ( Yıpranma düşüncesi üstüne 20 de­ ğişke, 1971).



T İT U S L İV İU S romalı tarihçi (Padova, İ.Ö. 59 - Rom a İ.S. 17). Uzun zaman, Padova’d a oturdu ve siyasal yaşama karış­ madı. Retorik ve felsefe ile ilgilendi; ama temel yapıtı, İ.Ö. 27'de yazmaya başladı­ ğı 142 kitaplık Roma tarihi'dır. İ.Ö. 9 yılın­ da duran kitap tam am lanm am ıştır ve an­ cak küçük bir bölümü bugün elimizde bu­



lunmaktadır. 10 kitaplık A b " urbecondita da yalnızca birinci, üçüncü ve dördüncü kitaplarıyla beşinci kitabın bir bölüm ü (İ.Ö. 167'ye kadar) bize ulaşmış­ tır, A ntikçağ'da okullarda okutulm ak üze­ re yapıtın özetleri (periochae) çıkarılmıştı. Yapıt, tam anlamıyla ulusal bir tarihti, çün­ kü yazar saldırgan bir cumhuriyetçiliğe ya da İmparatorluk rejimi övgücülüğüne düş­ m eden oldukça tarafsız bir tarih yazmayı başarmıştı. Roma'nın ilk zamanları ve onun erdemleri hakkında çizdiği görkemli tablo, Augustus'un politikasına tam zama­ nında verilmiş bir destek gibiydi, Titus Livius, hızlı bir biçim de çalışarak sık sık es­ ki tarihçilerden derlem eler yaptı. Arşivler­ den elde ettiği belgeleri kullandı, ama bunlara dayanarak Roma’ nın ilk zaman­ larının gerçek tarihini ortaya koyamadı, çünkü yıllıklar ço ğu kez yeniden düzen­ lenip eski aileleri yüceltici bir biçim e so­ kulmuştu. Titus Livius'un üslubu çok canlı olmakla birlikte, belagatçılığın olumsuz et­ kilerini taşır. Tarihi atmosfer halk kitleleri­ nin tepkilerini gösteren betimlemelerle us­ taca sunulmuştur; bu da anlatıma bir sı­ caklık ve dram atik bir eda verir.



libru'nun



T İT U S V İU -E , A B D ’de kent, Pennsylvanıa'nın K.-B.'sında, A liegheny'nin kolu Oil Creek ırmağının kıyısında; 6 900 nüf. Ya­ kınında, Drake ilk petrol kuyusunu açtı (1859).



T İT Y O S . Yun. mit. Dev, Zeus ve Elara' nın oğlu. Homeros'a göre yere uzandığın­ da dokuz dönüm lük bir alanı kaplıyordu. Pytho’ya gitm ekte olan Leto’ya saldırıda bulunm ak İstedi. A pollon ve Artemis onu oklarıyla öld ü rü p Tartaros’a attılar. Orada iki akbaba ara vermeden karaciğerini par­ çaladılar. T I U R A T A M , Kazakistan'da kent, Aral gölünün kuzey-doğusunda. — Yakınında, Baykonur* adıyla tanınan ünlü kozmodrom yer alır.



TİVA O U A N E , Senegal’de (Thlès bölge­ si) kent, Saint-Louis dem iryolunun kena­ rında. Yerfıstığı işleme tesisi. M ango üre­ timi.



T İV E R T O N , Büyük Britanya'da (Devon) kent, Exe kıyısında, Exeter'in yukarısında; 15 550 nüf. XII. yy. başından kalma bir şa­ tonun kalıntıları. XV. yy.'dan kalma kilise; XVI. yy.'da yapılmış capella. Folklor m ü­ zesi. T İ V L E R , Orta Nijerya'da yaşayan yak­ laşık 2 milyon nüfuslu (1992) bantu halkı. Tlvler, tarımcılık, bir ölçüde de hayvancı­ lık yaparlar. Babasoylu ve babayerli aile­ ler biçim inde yapılanmış bir toplum dü­ zeni bulunan Tivler, dağınık m ezralarda yaşarlar; siyasi otorite, bir İhtiyarlar m ec­ lisinin yardımıyla İş gören bir şefin elin­ dedir.. Tivler, devletsiz bir toplum oluştu­ rurlar. Toplumlarının temel dokusunu soylararası ilişkiler oluşturur.



T İV O L İ, İtalya'da kent, Lazlo'da (Roma III), Prenestinl dağlarının yamacında, Agro Rom ano'nun yukarısında; 51 000 nüf. Aniene çağlayanlarında hidroelektrik te­ sisi. Kâğıt. Taşıt lastiği. Antikçağ'da, vıa Tiburtina'yla Roma'ya bağlanan Tivoli (esk. Tibur), Romalılar'ın bir sayfiye yeriydi. Kentte Cumhuriyet dönemi sonundan kal­ ma iki küçük tapınak vardır (daire biçimli “ Vesta" tapınağı, çevresi ve çağlayanla­ rıyla ressamlara büyük esin kaynağı ol­ muştur). Ovada, Tivoli’nin aşağısında, Hadrianus, Villa Hadriana"yı yaptırdı. 1550’den sonra Este" villası ve bahçeleri düzenlendi. Vahşi ve dik yamaçlar arasın­ da kalan Villa Gregoriana'da, Catillo da­ ğını geçen tünelin çıkışında Aniene'nin oluşturduğu büyük çağlayan (yüksekliği 108 m) yer alır Eski küçük çağlayanlar kaybolmuştur. Kiliseler (örneğin roman üs­ lubunda Sari Silvestro kilisesi) ve XVII. yy.'da yenileştirilen katedral (roman üslu­ bunda çan kulesi).



T İV , iki Mısır kraliçesinin adı. ilki, kral ■ T İY A T R O a. (ital. teatro; lat. theatrum, yun. theatron'dan). 1. Trajedi, komedi, Amenofis lll'ü n karısıydı (İ.Ö 1408 -1372); dram, vodvil vb. gibi sanatsal ve yazınsal kökem tartışmalıdır: asyalı (fenikeli ?) ya da türlerin ortak adı ve bu tür yapıtları yazma mısırlı olabilir (ama aristokrat sınıftan d e ­ ya da sahnede oynama sanatı: Tiyatro ya­ ğildi). H ep kralla birlikte, onun yanında zarlığı. Tiyatroyu sinemadan daha çok gösterilen bu kraliçenin, kral üstünde b ü ­ sevmek Kendim tiyatroya adamak. — 2. yük bir etkisi vardı Daha sonra, oğlu Bu tür oyunların, temsillerin izleyiciler g enç Am enofis IV tahta geçinceye kadar, önünde oynandığı yapı; bu yapıda oyun­ dört yıl süreyle ona naibelik yaptı. — cuların sunduğu oyunun, temsilin kendi­ İkincisi. Tutankhamon'dan sonra birkaç yıl si: Tiyatro çok kalabalıktı. Bu akşam tiyat­ (İ.Ö. 1340'a d o ğ r) hüküm darlık eden kral roya gidiyoruz. Tiyatro bileti almak. — 3. Ay'ın karısıdır. Tiyatro oyunları, temsiller düzenleyen ku­ T İY A L a . (fr. thial'üen). Org. k im . TİYOrum: Özel tiyatrolar. Ödenekli tiyatro. — 4. A LD E H İT in e ş a n la m lıs ı. Bir ülkeye ya da bir dönem e özgü tiyatro yapıtlarının tümü: Türk tiyatrosu. Tanzimat T İY A M İN a . (fr. thıamıne'den). 1. B1 ■ v lT A M İN 'i'n in e ş a n la m lıs ı



— 2.



Tiyamin pi-



tiyatrosu.



■ —Müz. Müzikal tiyatro, müzik, yazın ve ha­ reket öğelerim birleştiren sanat türü. r a s ın d a p irü v ik a s id in , a s e tik a s id e d ö n ü ş ­ —Fiyat. Oda tiyatrosu, oda müziği örnek m e s in d e te m e l ro l o y n a y a n k o e n z im (k o alınarak, küçük salonlarda, az sayıda oyun­ k a rb o k s ıla z ). cuyla oynanmak üzere kaleme alınmış pi­ yesler. || Sokak tiyatrosu, estetik bakımdan geleneksel tiyatro yapılarının dışındaki me­ kânlarda oynanmaya uygun, bazen de sosyal ve siyasal amaçları olan tiyatro tü­ \ ı r.H Of< rü. || Tiyatro içinde tiyatro, içinde bir başka tiyatro oyununun temsili bulunan, bazen de V . •• ^ tiyatro üzerinde bir görüşü sahneye koyan oyun. || Toplu tiyatro, bütün duyulara ses­ lenmek amacıyla her türlü sanatsal anlatı­ ma (müzik, şarkı, dans vb.) başvuran tem­ sil. || Yuvarlak tiyatro, seyircilerin sirkte ya tiyamin R=H da arenadaki gibi, oyun alanının çevresin­ de halka halinde oturduğu tiyatro. tiyamin pirofosfat R =0P 03H2



rolostat,



g lu s itle r in lip it le r e d ö n ü ş m e s i s ı­



Y’"



x



— A n s İ k l • Tiyatro sanatının özgüllüğü. Aristoteles'in Poetıka'sından bu yana tiyat­ ronun bir mimesis sanatı, yanı gerçeği taklit eden bir sanat olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Aristoteles, tiyatroyu şiir, traıedı ve destandan ayırır; tiyatro insan eylemlerini taklit eder ve böylece genel­ likle hikâye diye adlandırılan şeye bağlı olarak seyirciye bir dizi olay sunar. Ç ağ ­ daş bir tıpoloji açısından tiyatronun özel durum u, hem m üzik ve dans gibi bir ey­ lem sanatı olması, hem de resim, sinema gibi, bir benzerim yansıtma sanatı olm a­ sından gelir. Tiyatro da bir konser müziği ya da dans gibi seyirciler karşısında insan­ lar tarafından canlandırılan bir sanattır. Bunun yanı sıra resim ve sinema gibi in­ sanın yokluğuna, bir hayale dayanır, çü n ­ kü tiyatroda yer alan kişiler hayali kişiler­ dir. Demek kı tiyatro bu iki kategorinin bu luştuğu noktada yer alır. Her tiyatro tem ­ sili bir yanıyla gerçektir, çünkü gerçek se­ yirciler önünde, onlarla aynı zaman dili­ m inde yaşayan gerçek kişiler tarafından sürdürülür. Bununla birlikte bu gerçek başka bir gerçekliği, dünyanın gerçekli­ ğini örnek alan bir hayal, bir gölge oyu­ nu niteliğindedir Bu çelişkili işlevi bakımın­ dan tiyatroyu "b iz e işaret eden bir ger­ ç e k " (Anne Ubersfeld) olarak tanımlaya­ biliriz. Yani tiyatro kendini hem kendi ola­ rak, hem başka bir şey olarak ortaya ko­ yan, hem oluşum halinde bir oyun, hem de kendini temsil büyüsüyle hayali bir ger­ çek olarak kabul ettiren bir kurgudur. De-



Comédie-Française tiyatrosu Giriş ve salon: 1. Revak: 2. Giriş salonu; 3. Kontrol; 4. Bilet gişesi; 5. Parter; 6. Parter locası, 7. Ali balkon; 8. Şeref locası; 9. Sahne önü locası; 10. Orkestra çukuru, 11. Birinci balkon; 12. ikinci balkon; 13. Galen; 14. Teknik oda: 15. izleyici projektör: 16. Bar; 17. Ünlüler galerisi; 18. Otomatik bar; 19. Reji odası; 20. Havalandırma kanalı; 21. Ses odası; 22. Rezervler; 23. Sahte kubbe; 25. Kubbe; 26. Klima düzeneği; 27. Reküperatör; 28. Havalandırma kapağı; 30. Temiz hava kanalı; 31. Çatı arası: 32. Havalandırma bacası,



Sahne: 33. Dördüncü sahne altı; 34. Üçüncü sahne altı; 35. ikinci sahne altı; 36. Birinci sahne altı; 37. Sahne döşemesi; 38. Sahne; 39. Ön sahne boşluğu; 40. Dekor boşlukları ve kapakçıkları; 41. Görünme kapağı; 42. Rampa; 43. Ön sahne; 44. Suflör deliği: 45. Döner sahne; 46. Perde; 47. Ön sahne perdesi; 48. Hareketli perde: 49. Büzgülü perde; 50. Demir perde; 51. Projeksiyon köprüsü; 52. Dekor taşıyıcı kumanda masası; 53. Hareketli dekor; 54. Dekor yığını; 55. Asansör; 56. Dinlenme odası; 57. Sahne üstü aydınlatıcısı; 58. Hareketli perde taşıyıcısı; 59. Dip perdesi; 60. Taşıyıcı dizisi: 61. Birinci servis; 62. ikinci servis; 63. Üçüncü servis; 64. Dördüncü servis; 65. Servis köprüsü; 66. Kumanda ipleri; 67. Izgara; 68. Havalandırma kanalı;



69. Yangın söndürme düzeneği: 70. Havalandırma çıkışı: 71. Kirli hava boşaltma sistemi.



tiyatro 11564



müzikal tiyatro gösterisi H. Pousseur ile M. Butor'un Procès du jeune chien İnden bir sahne (sahneye koyan P. Barrat; müzik H. Pousseur; müzik yönetimi Y. Prin) [Théâtre des Amandiers, Nanterre, mart 1978]



mek ki tiyatro sanatı iki yüzlü bir evren ya­ ratır. Sahne evreni somuttur ve fiziksel ola­ rak onunla ilişki kurulabilir Sahne evreninin dayandığı, yansıttığı gerçek evren ise se­ yircinin sürekli olarak kurduğu bir hayal ev­ renidir. Tiyatro diye işte bu iki evrenin, se­ yircilerin gözü önünde sürdürdükleri alış­ verişe diyoruz. Tiyatronun yüzyıllar boyun­ ca geçirdiği evrimler, çağdaş dönemlerde tiyatro alanında yapılan bütün yemlikler ve araştırmalar, tiyatronun bu iki sınırı arasın­ da birtakım gidip gelmeler ve tercihlerdir. Kimi zaman tiyatro, temsilin işaretleri ile ger­ çekliği, sahnedeki dünya ile dış dünyayı birbiriyle çakıştırmaya çalışır. Bu durum da tiyatronun natüralızme ya da aşırı gerçek­ liğe kaydığını söyleriz. Ne var kı bu alan­ daki bütün girişimler her uygulamada ye­ niden bizi eski noktaya getirir. Çünkü tiyat­ roya aktarılan gerçeklik, sahnenin yapay evrenine girdiği anda, bütünüyle değişik­ liğe uğrar. Kimi zaman da tiyatro, tam ter­ sine, hayata öykünmeyı bir yana bırakarak, ileriye doğru bir sıçrama yaparak kendini yaşamın kendisi olarak kabul ettirmeye ça­ lışır. Bu durum da bir hayali temsil etmek sözkonusu değildir; amaç temsil an inin, burada'nın ve şimdi'nin mutlak önceliğidir. Bu anlayışın en uç uygulamalarını happenınglerde ya da performancelarda görürüz. • Tiyatro mimarisinin evrimi. Tiyatro deyin­ ce seyircilerin çoğunun aklına, batı dünya­ sında Rönesans'tan bu yana yerleşen "Ital­ yan tip i" tiyatro binası modeli gelir. Bu bi­ nanın yapısını değiştirmek, geliştirmek ya da bozmak, bu yapıya karşıt yeni binalar yapmak isteyenler olmuştur; birtakım mi­ marlar eski yunan latin modellerine dön­ müşler. kimileri de Ortaçağ'ın halk tiyatro­ larına özenmişlerdir. Bu çalışmaların ortak yanı tiyatroyu tiyatrolardan çıkarma çaba­ sıdır Fakat şunu unutmamak gerekir ki bu denemelerin tümünde, ıtalyan tiyatrosu ana öğedir ve her mimar yem tasarladığı bina­ yı yaparken İtalyan tiyatrosuyla hesaplaş­ mak, ondan yana ya da ona karşı olmak zorunluluğunu duymuştur. Şu noktayı özel­ likle belirtelim: sahne binalarının tasarımı ve sahne düzenlemeleri sosyal dokunun birer parçası olduklan ve değişik estetik anlayış­ larına dayandıkları ıçm, bunların tarihini in­ celemek bir bakıma tiyatro tarihini incele­ mek anlamına gelir. Perspektif üzerine ilk araştırmalarla birlikte İtalya'da ortaya çıkan ıtalyan tipi tiyatro binası yüzyıllar boyunca giderek kendini daha çok kabul ettirmiş, XIX. yy.'da en olgun biçimine ulaşmış ve bu mirası gelecek yJzyıla da devretmiştir. Bu mimarinin temelinde sahne ile salonun kesin olarak blrbirından ayrılmaları ve me­ kân temsilin gerçekliğine inanmamızı kolay­ laştıracak biçimde düzenlenmesi ilkeleri yer alır. Yüksekte ve hafif öne doğru eğimli olan sahne, halktan bir orkestra çukuru ve bir rampayla ayrılır ve bir perdeyle kapanır. Sahnenin yukarısında ve altında da birta­ kım düzenekler bulunur çeşitli gereksinme­ leri karşılayacak donanımlar, aydınlatma sistemleri gerekli yerlere yerleştirilir Bu ken­ di başına işleyen ve salonun ekseninde gerçek bir evren olarak kendini ortaya ko­ yan kapalı bir dünyadır. Çoğunlukla yarım



basamakl sıralar



bir yunan tiyatrosunun planı (Epidauros)



bir roma tiyatrosunun planı (Pompei) daire biçimindeki salon, sosyal ayrımları vurgulayacak ve kendini göstermek, gör­ mek ve görünm ek isteyen halkın, bu ge­ reksinimini karşılayacak biçimde düzenlen­ miştir. Mimarlar ve yaratıcılar bu temel mo­ deli ya en kusursuz biçimine ulaştırmaya çalışmışlar ya da sahne çerçevesini, ram­ payı kaldırarak, sahneyi iki yanından uza­ tarak ya da salonun ortasına bir mahmuz gibi giren uzantılar ekleyerek İtalyan tipi ti­ yatro binasında da değişiklikler yapmaya çalışmışlardır. Fakat nasıl bir amaç güdü­ lürse güdülsün, batı tiyatro anlayışının te­ melinde hep bu geleneksel sahne/salon ayrımı vardır. Bu sahnelere örnek olarak Fransızlar'ın Comédie-Française'i ya da Opera binası, italyanlar'ın Fenice'st ve dün­ yanın bütün büyük kentlerindeki belediye tiyatroları gösterilebilir. Tiyatro binalarının ta­ rihi gelişmesi incelenirse, bu tiyatro bina­ larının değişik sosyal ve dini verilere göre düzenlendiklerini, her birinin ayrı bir dün­ ya görüşünü yansıttığını anlarız. Örneğin yunan tiyatrosu bir tapınakta yer alıyordu ve dini bir yapı niteliğindeydi. Çok basit olan ilk tiyatrolar dövülmüş bir toprak alan çevresinde yer alan sıralardan ve ah­ şap bir sahneden oluşuyordu. Taştan ya­ pılan ilk tiyatrolar İ.Ö. IV. yy.'da ortaya çıktı. Roma tiyatrosu çoğunlukla forumun yakı­ nında bulunurdu. Seyircilerin yerleri sosyal gruplara göre ayrılmıştı. Ortaçağ ve XVI. yy. batı dünyasında sürekli tiyatro temsilleri ve­ rilmediği için, kalıcı tiyatro binalarının yapıl­ masına da gerek yoktu. Kiliselerin içi dini ayinlerin düzenlenmesine önceleri elveriş­ liydi. Kutsal Kitap'taki hikâyelerin sahneye konulması ise yeni bir düzenlemeyi gerek­ tirdi. Bunun için tahtadan sahneler yapıldı ve birkaç sahnenin bir arada izlenebilme­ si için bunlar birtakım bölmelere ayrıldı. Her bölme olay için gerekli değişik bir mekânı gösteriyordu (saray, cehennem, cennet vh ) ve coğrafi bir tutarlılık aranm adan ve se­ yirciyi inandırmak için herhangi bir çaba­ ya gerek duyulm adan mekânlar sahne üzerine yan yana sıralanıyordu. Yalnız tiyat­ ro temsilleri için yapılan tiyatro binaları Av­ rupa'da ancak XVI. yy.’da ortaya çıktı. Dünyanın her yerinde tiyatro binası, tiyat­ ronun toplumdaki yerini ve o toplum un ti­ yatro anlayışını gösteren en sağlam belir­ tilerden biridir. —Antik. • Eski Yunanistan. Genellikle ar­ ka tarafı yarım daire biçiminde oyulmuş bir dağ yamacına dayanan, ön yüzü denize



ya da dağlara dönük olan yunan tiyatrosu üç bölüm den oluşur: enlemesine dairesel yollarla, boylamasına da merdivenlerle bö­ lümlenmiş basamaklı sıralardan oluşan se­ yirci bölümü (koilon); en alt sırayla sahne arasında yer alan, kimi kez taş döşeli, dai­ re biçim inde bir alan olan orkhestra (bu alanın tam ortasında, çevresinde koronun dolaştığı Dionysos sunağı [thymele] bulu­ nur); seyirciye bakan yanı süslü bir duvar­ la sınırlanmış, 1 - 2 m yüksekliğinde bir plat­ form olan sahne. Sahnenin, oyuncuların yer aldığı ön kısmına proskenion ya da logeion, sahneyi sağ ve sol yanlardan sınır­ layan duvarlara paraskena, orkhestraya gi­ riş koridoruna parodos, sahne duvarının yüksek bölümlerine ve galerilere episkenia denilirdi. Proskenion'un gerisinde üzerinde kapılar bulunan sahne duvar (skene) yük­ selirdi. Bu duvar, saray, tapınak, evler, or­ dugâh, ırmak kıyısı, kutsal orman gibi de­ ğişmez bir dekoru canlandırırdı. Dekor, kendi ekseninin çevresinde dönerek yer değişikliği yapmayı sağlayan üçgen priz­ malarla (periakte) tamamlanabilirdi. Kimi zaman hareket edebilen bir sahne de (ekkyklema) kullanılırdı. Sahne duvarının g e risınde oyuncuların soyunma odalarıyla d e polar bulunurdu. Yunan tiyatrolarının en güzel örnekleri, Atina'daki 17 000 kişilik Di­ onysos tiyatrosu, tam bir çem ber biçim in­ deki orkhestrasıyla bu yapı türünün en ku­ sursuzu olan 20 000 kişilik Epidauros tiyat­ rosu, Pire, Eretria (sahnesinin değişik ko­ numu), Aitolia’daki Oiniadai, Arkadhıa'dakı Megalopolis (21 000 kişilik), Thorikos (düzensiz biçimli), Sparta, Korinthos, Sikyon, Oropos, Delphoi, Dodone, Delos tiyat­ rolarıdır. Sicilya'da Siracusa ve Segesta ti­ yatrolarını, Anadolu'da da Magnesıa e epı Maiandroi, Efes, Assos, Bergama ve Prlene tiyatrolarını saymak gerekir. • Roma. Apollon'un koruyuculuğu altındaki tiyatro gösterileri Roma’da, ¡0. V. yy.'da Capitolium tepesi'nin eteğindeki C am po Marzio'da başladı. Ancak, yunan etkisinden çekinen Senato, İ.Ö. 5 6 ’ya kadar sabit bir tiyatro yapılmasına karşı çıktı. Pompeius bu yasağı bozarak taştan ilk tiyatro yapısını yaptırdı. Önemli bir anıtsal bütün oluşturan roma tiyatrosu, üst üste yerleştirilmiş ışın­ sal galerilerin taşıdığı basamaklı sıralarla ayırt edilir. Gerçek anlamda bir orkhestra yoktur (onun yerinde senatörlere ve magistratuslara ayrılmış sandalyeler bulunur). Tümü cavea'yı oluşturan basamaklı sıralar (gradusj, duvarlar (baltei) ve sahanlıklarla (praecinctiones), eşmerkezli bölümlere (moenia) ayrılmıştır Seyirciler, cephelerde bulunan çok sayıdaki tapıdan girer, yerle­ rini almak üzere iç merdivenlerden ve ko­ ridorlardan, sonra vomitoria adlı tapılardan ve sıraları boylamasına kesen başta mer­ divenlerden geçerdi. Bu tür iki merdiven arasında talan sıraların köşemsi parçala­ rına cunei denirdi. En tepede altında ayak­ ta durulan bir revak vardı. Zemini ahşap, taş ya da mozaikle kaplı olan sahne cavıea’ dan bir duvarla (pulpitum) ayrılırdı. Yunan tiyatrosunun tersine roma tiyatrosunun sa­ bit bir dekoru vardır: nişlerle ve üst üste üç sütun dizisiyle süslü yüksek bir duvar biçi­ mindeki frons scaenae. Bu sahne duvarı Fransa'da Orange, Anadolu'da Aspendos tiyatrolarında günümüze ta d a r ulaşmış. Trablus bölgesindeki Sabratha İle ispanya’ daki Mörida'da da restore edilmiştir Gerçek­ te Augustus tarafından yaptırılmış olan Ro­ ma Marcellus tiyatrosunun yarım çem ber biçimindeki dış cephe günümüze kalmıştır. — Müz. Müzikal tiyatro, 60'lı yıllarda, özel­ likle, oyunların çoğunun ilk kez sahneye konduğu Avignon festivali çerçevesinde or­ taya çıkmıştır. Hareketlere, yazınsal me­ tine, sese (sunduğu tüm olanaklardan müm kün olduğu ölçüde metnin seslendirilmesinde yararlanılarak), görsel-işitsel tek­ niğe aynı ölçüde önem verilir. Sahne çer­ çevesini aşan bir uzamda gelişir, bazen ileri bir teknik donanım gerektirir ve bundan dolayı geleneksel gösteri yerleri çoğu za­ man yetersiz kalır. Kesin bir biçimi olmadı­ ğından, hiçbir kurala uymadığından ve an-



Tiyokol latım özgürtûğü sayesinde, çok değişik esin kaynaklarından yola çıkarak türlü konular işler (güncel olaylar, romanlar, egzotik ef­ saneler, dramalar, mitoloji vb.). Tüm yazı yöntemleri, tüm sahne etkileri geçerlidir: değişik metinlerden belli bir entrikayı izle­ meyen kolajlar (S. Bussotti'nin la Passion selon Sade), 1965); oyuncuların eşitliği (G. Arrigo’nun Orden’I, 1969); ses ve çalgılar yoluyla ruhbilimsel incelemeler (C. Prey’ln Tehlikeli ilişkiler'i, 1973); izleyicinin katılımı­ na çağrı (H. Pousseur ve M. Butor’un Si­ zin Faust'u, 1969); tam gösteri (B. Jolas’ın le Pavillon au bord de la rivière1, 1975); bü­ yük sesli ve dramatik fresk (L. Berio'nun Laborintus'u, 1965); anlatısal monolog (H. Werner Henze'nin El Cimarrön'u, 1969); operanın parodisi (M. Kagel’in Staatsheater'ı, 1971); klasik kuralların kalkması (G. Aperghis'in Pandaemonium'u, 1973); bir bestecinin simgesel yaşamöyküsü (H. Po­ usseur ve M. Butor’un Procès dû, jeune chien'i, 1978). Tiyatro, Agop Baronyan tarafından İstan­ bul’da yayımlanan resimli gazete. 1874 -1875 arası 87 sayı çıktığı bilinen gazete­ nin karikatürlerini Berberyan çiziyordu. T iy a tr o v a ta la v lz y o n y a s a rla rı d a m a ğ l, 1966 yılında Cevat Fehmi Başkut, Ahmet Kutsi Tecer, Recep Bilginer, Haldun Taner ve Refik Erduran tarafından Türk tiyatro yazarları derneği adıyla İstan­ bul'da kurulan derneğin 1987'den sonra­ ki adı. 1993 yılında üye sayısı 60'ı aştı. TİYATRO CU a. 1. Tiyatro işleten kimse. —2. Tiyatro oyuncusu. TİYA TR O C U LU K a. 1. Tiyatro işletme işi. —2. Tiyatro oyunculuğu. TİYA TRO HA N E a. Esk. Tiyatro binası. TİYA TRO SA LUK a. Ed. Temsilde ya da oyun metninde, özü, özgüllüğü bakımın­ dan tiyatronun gereklerine uygun düşen, dolayısıyla yalnız sözle sözcüklerle anla­ tılamayan, şey. TİYATROSEVER a. Kendisi tiyatrocu ol­ mayan ama tiyatroya düşkünlük gösteren kimse. T ly a tro y i o s m a n i -»



O S M A N L I TİYAT­



ROSU.



•T İY A Z İN a. (fh/az/ne'den). Org. kim. 1. Formülü C 4H4 N S *C I” olan ayrıkhalkalı bileşik. —2. Yapısında bu ayrıkhalkanın bulunduğu ve özellikle metilen mavisini de içeren boyarmaddelerin genel adı. T İY A Z İT L İ sıf. (fr. thiazidique’teri). Tıp. id­ rarla yüksek miktarda potasyum ve sod­ yum atılmasını sağlayan idrar söktürücü ilaç grubuna denir. tâTİYAZOL a. (fr. thiazote'deri). Org. kim. 1. Formülü C3 H3NS olan ayrıkhalkalı bi­ leşik. —2. Bu bileşiğin türevlerine verilen genel ad. || Tiyazol boyarmaddeleri, fenilbenzotiyazolden türeyen ve en önemlileri primulin iletiyoflavin olan sarı boyarmaddelerin genel adı. 8 T İY A Z O L İD İN a. (fr. thiazolidine'den). Org. kim. Formülü C3 H7NS olan ve tiyozolden türeyen doymuş ayrıkhalkalı bileşik. T İY A Z O L İN a. (fr. thiazoline'den). Org. kim. Formülü C3 H5NS olan, tiyazolclen tü­ reyen ayrıkhalkalı doymuş bileşik. TİY A Z O N a. (fr. thiazone'dan). Org. kim. Tiyodifenilaminin fenol türevleri olan bo­ yarmaddelerin yaygın adı. T İY İL a. Org. kim. Formülü RS. olan birdeğerli kök. T İY O - (fr. t h i o yun. theion, kükürt' ten). Kimi sözcüklerin bileşimine girer. (Kimyada, her zaman olmamakla bir­ likte genellikle bir molekülde bir ok­ sijen atomuyla yer değiştirmiş bir kü­ kürt atomunun bulunduğunu göste­ rir. [Örneğin tiyoüre.]) T İY O ya da TÜ Y O a. (fr. tuyau’dari). Giz­



lice verilen önemli haber, ipucu. —Oy. Tiyo vermek, bazı oyun ve yarışlar­ da, sonucu etkileyebilecek gizli bir habe­ ri duyurmak. —Eşli oyunlarda eşine, elini belli edecek gizli bir işaret yapmak ya da s ö z söylemek. TİY O A L D E H İT a. (fr. thioaldéhyde1den). Org. kim. Genel formülü R—C H = S olan bileşiklerin genel adı. (Kendiliğinden trimerlere dönüşürler.) [Eşanl. T İY A L ] T İY O A M İT a. (fr. thioamide'den). Org. kim. Genel formülü f leşiklerin genel adı. T İY O A N T İM O N İT a. Anorg. kim. Antimonatlardaki oksijenin yerine bir kükürt atomunun geçmesiyle türeyen bileşiklerin genel adı. TİYO A R S E NA T a. Anorg. kim. Tiyoarsenat asidi, formülü H3 AsS„ olan, oksijen yerine kükürdün geçmesi sonunda arse­ nik asitten türeyen asit. T İY O A R S E N İT a. Anorg. kim. Arsenitlerdeki oksijenin yerine kükürt atomunun geçmesiyle oluşan bileşiklerin genel adı. TİYOASETAL a. (fr. thioacétal'den). Org. k im . M E R K A PTA L'ın e ş a n la m lıs ı.



TİY O A S E TA M İT a (fr. thioacétamide' den). Org. kim. Tiyoasetik asidin, formü­ lü CH 3 —CSNH2 olan amidl. (Amonyum asetatın alüminyum sülfürle ısıtılması so­ nunda elde edilen tiyoasetamlt, 113 °C'ta eriyen renksiz ve hemen hemen kokusuz bir katıdır; laboratuvarda, zehirleyici ve kö­ tü bir kokusu olan hidrojensülfür gazı ye­ rine kullanılır.) TİYOASETAT a. (fr. thioacétate'tan). Org. kim. Tiyoasetik asidin tuzu ya da esteri.



ornatma tepkimelerine girebilir, ¡zatinle, sülfürik asitli ortamda özgün mavi bir renk verir.



11565



TİYO FEN O La. (fr. thiophbno/'den). Org. kim. FENİLM ER KA P TAN ’ın e ş a n la m lıs ı. TİYOFLAVİN a. (fr thioflavine'den). Org. kim. Dihidrotoluidinin otoklavda metil al­ kol ve hidroklorik asitle ısıtılması sonun­ da elde edilen tiyazol grubundan boyarmadde. (Yünü, tanenle mordanlanmış pa­ muğu yeşilimsi sarıya boyar.) TİYOFOSGEN a. (fr thiophosgbne'den). Org. kim. Formülü S=CCI 2 olan bileşik; 73 °C’ta kaynayan kırmızı renkli bir sıvı­ dır; klorun, karbon sülfür üzerine denetim­ li olarak etki ettirilmesi sonunda oluşur. TİYOGLİKOLAT a. (fr. thioglycdate'tan). Org. kim. Tiyoglikolik asidin tuzu ya da es­ teri. T İY O G L İK O L İK sıf. (fr. thioglycolique‘ ten). Org. kim. Tiyoglikolik asit, formülü H S -C H 2 - C 0 2H olan asit. (Amonyum ve sodyum tuzları, soğukta saçlara uygulanan perma işle­ minde, kalsiyum tuzu ise kıl dökücü etken olarak kullanılır.) (Merkaptoasetik asit de denir.]



s® c P



c



tiyazin



tiyazol



T İY O G O M a. (tesc. edil. a. Thiogomme' dan). Polim. Tiyokol A ile büyük benzer­ likleri olan bir etilen polisülfürün ticari adı. îT İY O İN D İG O a. (fr. thio-indigo'öan). Org. kim. İndigonun kükürtlü benzerleri­ ne verilen genel ad. (Tiyoindigo B kırmı­ zısı, mavi indigonun tam bir benzeridir; ancak tiyoindigo B kırmızısındaki kükürt atomları, NH gruplarıyla yer değiştirmiş­ tir. Tiyoindigo R kırmızısı ile Cıba kırmızı­ sında yalnız bir kükürt atomu bulunur.)



k tiyazolidin



T İY O A S E T İK sıf. (fr. thioacétique'ten). Org. kim. Tiyoasetik asit, formülü CH 3 —COSH olan asit; 93 °C'ta kaynayan kes­ kin kokulu, sarı renkli bir sıvıdır. TİYO A S İT a. (fr. thioacide'deh). Org. kim. Genel formülü RCOSH olan asitlerin ge­ nel adı; bu formülde R, karbonlu bir kö­ kü gösterir.



tiyoindigo 6



kırmızısı



TİYO B A K TE R İLER a. (fr. thiobactérie' den). SULFO B A KTERİLE R’ in e ş a n la m lıs ı. T İY O B E N Z O İK sıf. (fr. thiobenzoique' ten). Org. kim. Tiyobenzoik asit, formülü C6 H5COSH olan asit.



tiyoindigo R kırmızısı



TİY O D İF E N İL A M İN a. (fr. thiodiphénylamine'denı). Org. kim. Formülü C 12HgNS olan dlbenzotlyazinln yaygın adı; iskeleti­ ne tiyazin grubundan pek çok boyarmaddede (metilen mavisi) rastlanır. T İY O D İG L İK O L İK sıf. (fr. thıodiglycolique’ten). Org. kim. Tiyodiglikolik asit, for­ mülü S(—CH 2 —C 0 2 H)2 olan, kimyasal çözümlemelerde ayraç olarak kullanılan asit. T İY O E N O L a. (fr. thioénoíden). Org. kim. Genel formülü R2C = C R —SH olan bileşiklerin genel adı; tlyoketonlar ile tiyoaldehitlerln kararlı tautomerleridir. T İY O E T E R a. (fr. thioéther’óerí). Org. kim. Genel formülü R—S—R' olan bile­ şiklerin genel adı; eterlerin (ROR') kükürt­ lü benzerleridir (Tiyoeterler, merkaptitlerin alkil halojenürleri ya da tiyollerin alkenler ya da alkoller üzerine etkimesi sonunda oluşur. Genellikle kötü bir kokuları vardır; sülfoksitler ile sülfonlara yükseltgenebilirler. Organik bireşimde ve doğal gazı ko­ kulandırmakta kullanılırlar.) [Eşanl. A LK İL SÜ LFÜ R .]



TİY O F E N a. (fr. thioféne). Org. kim. 1. Formülü C 4H4S olan ayrıkhalkalı bileşik. —2. Bu bileşiğin türevlerine verilen genel ad. — A N S İK L. Tıyofen, taşkömürü katranında benzenle birlikte bulunur ve katrandan cı­ va II sülfatla birleştirilerek özütlenir. 83. °C ’ta kaynayan bir sıvıdır; aromatik bile­ şiklere benzer kimyasal tepkimeler verir; buna karşın benzenden dahatepkindir, 2 ya da a konumunda kolayca elektroncul



Ciba kırmızısı



T İY O K A R B A M İT a. (fr. thiocarbamıde' den) Kim. TİYOÜRE’ n in e ş a n la m lıs ı.



T İ Y 0 R A £ S G K $ I Ü K sıf. (fr. thiocarboxy!ique'Xen). Of®, kim. Genel formülü R—CO—SH oton organik asitler için kul­ lanılır. TİYO K A R B O N A T a (fr thiocarbonate' tan). Org. kim. Tiyokarbonık asidin tuzu ya da esteri.



tiyodifenilamin



T İY O K A R B O N İK sıf. (fr. thıocarbonigue’ten). Org. kim. Tiyokarbonik asit, for­ mülü S=C(OH )2 olan asit; serbest durum­ da elde edilemez, ancak S=C(OC 2 H 5)2 gibi esterleri hazırlanabilir. TİYO K A R B O N İL a. (fr thiocarbonyle). Kim. formülü S =C olan ikideğerli kök; tiyokarbonil klorür (S=CCI2) gibi kimi bileşikler ile kimi metal komplekslerinde bulunur. TİYO K E TO N a. (fr. thiocĞtone'dan). Org. kim. Genel formülü R2C = S olan bileşik­ lerin genel adı. (Tiyoketonlar kendiliğin­ den tautomerleri olan tiyoenollere dönü­ şürler.) [Eşanl. TİYON ] T İY O K O L a. (Tesc. edil. a. thiokoTden).



ir tiyofen



Tiyokol —Polim.Bileşiminde kükürt atomları bulu­ nan ve elastomer özellikleri taşıyan belli sayıda polimerin ticari adı. — ANSİKL. Bu polimerterden tiyokol A, sod­ yum polisülfürun dikloro-1 , 2 etanla yaklaşık 70-80 °C'ta verdiği çoğulyoğuşma tepki­ mesi sonunda elde edilir Bu tepkime so­ nunda oluşan polimerin yapısı şöyledir:



11566



S



kim. (Pentil-2')-5 etil-5 barbiturik asidin, for­ mülü C^HjoNjOjS olan ve sodyum tu­ zu kısa süreli anestezik' olarak kullanılan kükürtlü türevi. (Pentıyobarbital de denir.)



HgC — CHj



s



CH,— CH, — CH -C H



jCHj—



S — S — C H 2C H j — S — S - C H , C H j -



olan ve bayırturpu tohumlarında bulunan kükürtlü bir benzeri;türevleri hipertiroidi" tedavisinde kullanılır. TİYO Ü R E a. (fr. thio-ureeden). Org. kim. Tiyokarbonik asidin, formülü H2 N—CS— NH 2 olan ve amonyum tiyosiyanitin ısıtıl­ ması sonunda elede edilen bir türevi. (Tiyoüre 172 °C'ta eriyen bir katıdır; su ve alkolde çözünür, genellikle hidrojensülfürün kokusuz ornatanı olarak kullanılır. Tiyoüre grubundan olan kimyasal bileşikler, özellikle tiyourasil ile türevleri, tiroit hormo­ nunun bireşimini engellerler.) [Eşanl. TİYOK A R B A M İT]



Çinko oksitle yaklaşık 140 °C'ta ısıtıldı­ ğında özelliklerinin iyileşmesini sağlayan bir ağlaşma tepkimesine uğrar. Organik çözücülere, yağlara, benzine, ayrıca ok­ sijen ve ozonun etkisine karşı yüksek bir direnç gösterir. Genellikle karbon siyahıyla karıştırılarak daha çok metallerde koruyu­ cu kaplama maddesi olarak kullanılır. TİY O K R E Z O L a. (fr. thiocrâsoi'den). Org. kim. Formülü CH3 —C6 H4—SH olan merkaptan. T İY O K T İK sıt. (fr thioctique‘ten). Org. kim. Tiyoktikasit, LİPOİK" ASiT'ın e şa n la m lısı. TİY O L a. (fr. thıolden). Org. kim. KAPTAN’ ın eşanlamlısı.



MER-



T İY O L A K T İK sıf. (fr. thiolactique'ten). Org. kim. Tiyolaktik asit, formülü CH 3 —C H (S H )-C 0 2H olan merkapto-2 propiyonik asidin yaygın adı; kıl dökme ilaçları ile uzun süre dalga­ lı, kıvrımlı kalması için saçlara uygulanan perma ilaçlarının hazırlanmasında kullanılır TİY O N a. (fr. thionedari). Org. kim. K E T O N 'u n eşanlamlısı.



TİYO-



T İY O N A M İT a. (fr. thionamideden). Anorg. kim. Sülfit asidinin, formülü SO(NH2)2 olan amidi; amonyağın tiyonil klorür üzerine etkimesi sonunda hazırla­ nan beyaz, katı bir maddedir.



hi­



TİYOM AT a. (fr. thıonate'tan). Anorg. kim. 1. Tiyonik asitler serisinden herhan­ gi bir asidin tuzu ya da esteri. —2. Tiyonat asidi, T İY O N İK ' A S İT 'in eşanlamlısı.



nts tiyourasil



T İY O N İK sıf. (fr. thionique'\en). Anorg. kim. Genel formülü S „0 6H2 olan asitler için kullanılır; bu formülde n, 2 - 6 arasında değişir (Bunlara TİYONAT ASİTLERİ de denir) T İY O N İL a. (fr. thionyleden). Anorg. kim. 1. Sülfit asidinden türeyen = S O formü­ lünde ikideğerli kök. —2. Tiyonil klorür, formülü SOCI2 olan bileşik.



TİYORODOBAKTERİ a. (fr. thiorhodobactârieden). Aydınlık kükürtlü sularda ya­ şayan ve sülfürler yükseltgeyerek kükürt bi­ rikimine neden olabilen, kırmızı pigmentli, klorofilli, anaerobi, kendibeslek bakteri. (Tiyobakteriales takımı.)



T İY U R A M a. (fr. thiuramedan). Org Kim. Tiyuram sülfür, formülü H2 N - C S - S = S - C S - N H 2 olan ve kükürtleme hızlandırıcısı olarak kullanılan bileşik.



TİYO S A LİS İL İK sıf. (fr. thiosalicylique' ten). Org. kim. Tiyosalisilik asit, formülü HS—CbH4—CO,H olan asit-tiyol; salisilik asidin kükürtlü bir benzeridir tiyomdigo üretiminde hammadde olarak kullanılır.



T İY Ü Y A M Ü N İT a. (fr. tyuyamunite). Miner. Ortorombik sistemde yer alan, hidratlı doğal kalsiyum ve uranil vanadat; rengi sarıya çalar.



TİYOSİYANAT a. (fr. thiocyanate’tan). Org. kim. Tiyosiyanik asidin tuzu ya da es­ teri. (Eşanl. RODANAT, ROOANÜR, SÜLFOSİYANAT. SÜLFOSİYANÜR.)



TİYO S İY A N İK sıf. (fr. thiocyanique'ten). Org. kim. H - S - C = N ve S = C = N - H formüllerinde iki tautomer biçimi olan asit. (Eşanl. RODANİK ASİT, SÜLFOSİYANİK ASİT.) — A N S İK L. Sülfürik asidin potasyum tiyosıyanat üzerine etkimesi sonunda oluşan ti­ yosiyanik asit, yoğuşması sırasında polimerleşen bir gazdır. Suda çok çözünen kuvvetli bir asittir; tuzları, siyanürlerin kü­ kürtle birlikte eritilmesi yoluyla kolayca el­ de edilir. Amonyum tuzu, yaklaşık 180 °C'ta tiyoüreye dönüşür. Koyu kırmızı bir rengi olan demir III tuzu, demir III tuzları­ nın belirteci olarak kullanılır. Esterlerine, tiyosiyanatlar (R—S—C ^ N ) [ya da rodanatlar] ve izotiyosiyanatlar (S = C = N —R) [ya da senevoller] denir. TİYO SİYA N O JEN ya da TİYOSİYANOOEN a. (fr. thiocyanogeneden). Org. kim. Formülü N==C—S—S—C = N olan, kimyasal özellikleri bakımından halojenle­ re benzeyen bileşik. (Eşanl. RODAN. SÜLFOSİYANOJEN.)



TİYOSÜLFAT a. (fr. thiosulfate'tar). An­ org. kim. Formülü M2S ,0 3 olan tuzlar ile esterlerin genel adı; bu formülde M, birdeğerli bir metali gösterir. (Eşanl. HİPOSÜLFIT.) — A N S İK L. Tiyosülfatlardan daha çok alka­ li, toprak alkali tiyosülfatlar ile özellikle hid-



T İZ sıf. (fars. tiz), ince, keskin ses için kul­ lanılır: Tiz bir ses duydum. —Esk. 1. Keskin, sivri. —2. Tez, çabuk. —3. Öfkeli alıngan. —4. Tiz-bin, keskin bakışlı, delici bakışı olan. || Tiz-çeşm, kes­ kin gözlü. || Tez-dest, eli çabuk. || Tiz-destı, çabuk iş görme, el çabukluğu. || Tiz-tehm, çabuk kavrayışlı. || Tiz-intikal, çabuk kav­ rayan, akıllı. || Tiz-meşreb, tiz-mizac, sabır­ sız. || Tiz-pa, ayağına çabuk. || Tiz-per, tiz ■pervaz, hızlı uçan. || Tiz-reftar, tiz-rev, ça­ buk yürüyen, hızlı giden. || Tiz-tab, tez canlı, aceleci, sabırsız. || Tiz-vır, kurnaz, zeki, hızlı, seri. || Tiz-zeban, çabuk ve güzel konuşan. —Akust. Yüksek frekanslı (yaklaşık 5 000 Hz’in üzerinde) bir ses için kullanılır. —Elektroakust. Tiz hoparlör, TVVEETERTn eşanlamlısı, —Müz. Tiz ses, müzik ıskalasındaki yük­ sek ses. || Türk müziğinde tiz segâh per­ desinden başlayarak diğer perdelerin ad­ ları önüne gelen terim. (Herhangi bir mü­ zik topluluğunda bir sazın öteki sazlardan farklı bir yükseklikte olan akordu da tiz ola­ rak adlandırılır. O zaman o sazın akordu­ nu pesleştirerek öteki sazlarla ortak akor da uydurmak gerekir.) [Karşt. PES ] || Tiz acem, en tiz sekizlinin 10. perdesi. (Por­ tenin üstündeki ek çizgisinin üstüne yazı­ lır. Saz ve söz eserlerinde ender olarak kullanılmıştır.) || Tiz bayati, bugün kullanı­ lan tiz nim hisar perdesinin eski nazariyat kitaplarındaki adı. || Tiz buselik, tiz sekizli­ nin 23. perdesi. (Portenin üstündeki birinci ek çizgisinin üstündeki aralığa yazı-



(l jcl sz JC



s CQ N



F



«



co A£



'■6 N F



O)



«5 O N F



s



I E



c



N F



T İY O N IN a. (fr. thionineden). Org. kim. Dibenzotiyazinin, formülü C 12H9N3S olan, metilen mavisi gibi pek çok boyarmaddede bulunan diaminli türevi. (Tiyazin gru­ bundan mavi bir boyarmadde olan tiyonin, tiyazınler serisinin 1876'da Lauth ta­ rafından bulunan ilk boyarmaddesidir. Hidrojen sülfürle [H2S] doyurulmuş çözelti halindeki parafenilendiaminden, demir III klorürle yükseltgenerek elde edilir.)



N



S X N F



1



H ■6



> ® z N F



N F



ratlı güzel kristaller biçiminde bulunan Na2S ,0 3, 5H^O formüllü sodyum tuzu bilinmelrtedir ı iyosülfürik asidin tersine so­ ğukta kararlı olan bu tuzlar, ısıtıldıkların­ da sülfürler ile sülfatlara bozunurlar. Klor gibi yükseltgen maddelerle sülfatlara dö­ nüşürler; bu nedenle ağartma işlemlerin­ de klor giderici olarak sodyum tiyosülfat kullanılır İyotla, tetratiyonat oluşumuna yol açan daha az şiddetli bir yüteeltgenme tepkimesi verir. Bu tepkimeden iyotölçümde yararlanılır. Sodyum tiyosülfat, gümüş halojenürleri çözündürdüğünden fotoğraf­ çılıkta izhar banyosu olarak kullanılır. Sodyum tiyosülfat, kaynar durumdaki derişik sülfit ya da sodyum hidroksit çözel­ tisi üzerine kükürt etki ettirilerek elde edilir.



T İY O N O - (fr. thiono-dan). Kim. Bir bileşikte ikideğerli bir kükürt atomu­ nun bulunduğunu gösteren önek.



T İY O S Ü L F Ü R İK sıf. (fr. thiosuifurique‘ ten). Kim. Tiyosülfürik asit, formülü H2S20 3 olan ve yalnızca çözelti halinde bulunan asit. (Hiposülfit asidi de denir.)



TİYOPENTÂL a. (fr thiopentafden). Org.



T İY O U R A S İL a. (fr. thio-uracile'den). Org. kim. Urasilin, formülü C4 H4 N2OS



lir.) || Tiz çargâh, en tiz sekizlinin ilk per­ desi. (Portenin üstündeki ikinci ek çizgisi­ nin üstündeki notadır.) || Tiz dik hisar, en tiz sekizlinin sekizinci sesi. (Çok ender ola­ rak kullanılır. Eski nazariyat kitaplarında tiz uzzal olarak geçmektedir.) || Tiz eve, en tiz sekizlinin on ikinci perdesi. (Portenin üs­ tündeki üçüncü ek çizgisinin üstündeki fa [f/z acem] notasının önüne bir bakiye di­ yezi konularak gösterilir.) || Tiz gerdaniye, en tiz sekizlinin on beşinci perdesi. (Por­ tenin üstündeki ek çizgisinin üzerine ya­ zılır.) || Tiz hicaz, en tiz sekizlinin üçüncü perdesi. (Portenin üstündeki ikinci ek çiz­ gisinin üstüne yazılan re [tiz neva] notası­ nın önüne bir bakiye bemolü ya da ikinci ek çizgisinin üzerine yazılan do [tiz çar­ gâh] notasının önüne bir küçük mücen-



çargâh



tiz çargâh



nep diyezi konularak gösterilir.) || Tiz hisar, en tiz sekizlinin yedinci perdesi. (Portenin üstündeki ikinci ek çizgisinin üstündeki aralığa yazılan re [tiz neva] notasının önü­ ne bir küçük mücennep diyezi ya da on­ dan sonra yazılan mİ [tiz hüseyni] notası­ nın önüne bir bakiye bemolü konularak gösterilir.) || Tiz hüseyni, en tiz sekizlinin dokuzuncu perdesi. (Portenin üstündeki üçüncü ek çizgisinin üzerine yazılan mi notasıdır.) || Tiz mahur, en tiz sekizlinin on üçüncü perdesi. (Portenin üstündeki üçün­ cü ek çizgisinin üzerine yazılan fa [tiz acem] notasının önüne konulan bir küçük mücennep diyezi ile gösterilir:) j| Tiz m u­ hayyer, en tiz sekizlinin on dokuzuncu per­ desi. (Portenin üstündeki dördüncü ek çizgisinin üzerindeki boşluğa yazılan la notasıdır.) || Tiz neva, en tiz sekizlinin be­ şinci perdesi. (Portenin üstündeki ikinci ek çizgisinden sonra yazılan re notasıdır.) || Tiz nim hicaz, en tiz sekizlinin ikinci per-



Lauros-Giraudon



Mezara konuş (1523'e doğr. - 1525) [Louvre, Paris| TİZİANO



Aşk’ın gözlerini bağlayan Venüs (1560-1562) [Borghese galerisi, Roma]



Lauros-Gıraudon



tı) sanatçıya büyük siparişler verdiler. Çok genç yaşta Venedlk'e gelen Tiziano özellikle Gentile, sonra da Giovannl Bellini'nln öğrencisi oldu, ilk yapıtlarından biri olan A z iz Petrus’a takdim edilen Ja copo Pesaro'da (Anvers) Gentile’nin etki­ si görülür. Tiziano daha sonra Giorgione’ den etkilendi ve 1508’de, Fondaco dei Tedesehi’nin cephesini süsleyen fresklerin yapımında onunla birlikte çalıştı. Ancak, Giorgione'nin tondan tona geçişlerinin yeL a u ro s -ü ıra u û o n



Süslenen genç kedin (1512’ye doğr. -1515) Loın/re müzesi, Paris desi. (Eski nazariyat kitaplarında tiz saba olarak geçmektedir.) || Tiz nim hisar, en tiz sekizlinin altıncı perdesi. (Portenin üstün­ deki üçüncü ek çizgisinin üzerine yazılan mi notasının önüne bir küçük mücennep bemolü ya da İkinci ek çizgisinden sonra yazılan re notasının önüne bir bakiye di­ yezi konularak gösterilir. Eski nazariyat ki­ taplarında tiz şuri olarak geçmektedir.) |j Tizse gâ h, tiz sekizlinin yirmi ikinci perde­ si. (Portenin üstündeki birinci ek çizgisi­ nin üstüne yazılan si (tiz buselik) notası­ nın önüne bir koma bemolü konularak gösterilir.) | Tiz sekizli, türk müziğinde kul­ lanılan dört sekizliden üçüncüsüne veri­ len ad. (Do [çargâh] ile do [tiz çargâh] ara­ sında bulunan yirmi beş perdeyi kapsar.) —Sesbll. Akustik özellikler kuramında, tayfına yüksek frekansların egemen oldu­ ğu sesbirimler için kullanılır: oluşturucu­ lar (örn. [i), [e] ünlüleri) ve gürültüler (örn. [t], [s] ünsüzleri). [Karşt. ani. PES.] T İ Z A B a. (fars. tiz ve ab'dan tiz-ab). Esk.



Kezzap. T İ Z C E K be. Esk. Çabucak, aceleyle. T İ Z E a. (ital. teso, germek’ten). Denize.



Tize etmek, bir yere bağlı halatı iyice ger­ mek. || Tize tizeye, bir halatın bir yere ucu ucuna yetişmesi. T İ Z İ a. (fars. tizi). Esk. 1. Keskinlik, İn­ celik. —2. Hızlılık, çabukluk. T İ Z İ A N O (Tizıano VECELLİO, —denir),



İtalyan ressam (Pieve di Cadore 1489’a doğr ? - Venedik 1576). Uzun meslek ya­ şamı boyunca, etkisi tüm Kuzey İtalya’ya ve İtalya dışına yayılan venedik sanatına egemen oldu. Esteli Alfonso ve Federico Gonzaga, Paulus III Farnese, François I ve Kari V (Tlziano'yu saray kontu yapmış-



Kunsthistorısches Museum



rine, dengeli kütleler, yaygın ritimler ve yeni bir figür anlayışı getirerek, kısa zamanda kişiliğini buldu. Gerçekçilikle görkemi bağ­ daştırdı, Yaratılış’ın güzelliğini ve ruhun atıl­ ganlığını yüceltti: Padova'daki Scuola del Santo freskleri (1511), özellikle de Kutsal* A şk ve Dindışı Aşk (1515-16’ya doğr, Borg­



hese galerisi), Flora* (Uffizi) ve Eldivenli adam (Louvre) ya da Malta şövalyesin in (Uffizi) beyazlı grili ciddi figürleri. Bu yapıtların ardından dinsel konulu bir dizi başyapıt gerçekleştirdi: Yü/cse//ş(1518, Frari kilisesi, Venedik), A z iz Francesco ve a ziz Alvisa'ya görünen İsa (1520, Anco-



Peri ile çoban (1570’e doğr. - 1576)



Kunsthistorisches Museum, Viyana



Tiziano na). M ezara konuş (1523'e doğr. - 1525, Louvre), M adonna di Ca'Pesaro (1526, Frari), Meryem'in Tapınak'a takdimi (1534 -1538, Aocademia, Venedik). Bunlara ko­ şut olarak Ferrara dükü için konusunu mi­ tolojiden alan bir dizi yaptı: Venüs'e sunu, Bacchanalia (Prado). Bacchus ile A ria d ­ ne (1538, Uffizi) ile Vicenzo Mosti, ippolito Rinaldi, la Bella Aretino'nun (1545) port­ releri (dördü de Pitti sarayı'nda) aynı dö­ neme aittir. Dikenli taç giymiş İsa'dan da (Louvre) anlaşıldığı gibi, manierismoculuk kaygısı­ na, kuvvetli renkler ve ince uzun biçim­ ler tutkusuna Tiziano, 1540-1545'e doğru Roma’dayken kapıldı. Ancak sanatçı, kı­ sa bir süre sonra yeniden içe dönük coş­ kunluğa yöneldi. Bu değişim, tablolarındaki kişilerin giydikleri süslemeli elbiselerin ti­ tizlikle ölgünleştirilmiş renklerinde de his- ■ sedilir: Roma’ya geldiğinde sanatçıyı ka­ bul eden Paulus III Farnese (Napoli), O tu ­ ran Karl V (Münih) ya da Mühlberg galibi at üstünde Karl V (Prado), koleksiyoncu Ja cop o Strada (1567, Viyana). Muştulama (1566'ya doğr., S. Salvatore kilisesi, Vene­ dik), A z iz Laurentiusün martyri (1570'e doğr., Cizvitler kilisesi), Lucretia (Accademia), Dikenli taç (Münih) ve son yapıtı (Genç Palma tarafından tamamlandı) dra­ matik nitelikli Pıetâ (Accademia), daha ciddi bir hava yansıtır. Ustanın kendi me­ zarı için yapmaya başladığı Pietâ'da geri plandaki güçlü mimari bezemeler, yapıta, zamanın akışından etkilenmeyecek gibi görünen, dingin bir sağlamlık kazandı­ rır. Tiziano'nun, özellikle Yaşlı Palma, il Ve­ ronese ve Paris Bordone gibi çağdaşı res­ samlar, bir sonraki yüzyılda da Rubens, Rembrandt, Poussin, Velázquez, yani mo­ dern resim üzerinde büyük etkisi olmuş­ tur.



11568



Tlaloc



Teotihuacán'da ele geçen bir alçakkabartmadan ayrıntı (çokrenkli boya İzleri görülür) [in situ]



Cezayir'de kent, vilayet merkezi, Büyük Kablliye’de, Sebau vadi­ sinde; 100 749 nüf. Ticaret ve sanayi (elektrikli ev aletleri, tekstil, kereste fabri­ kası, tuğla fabrikası). — Tizi U zu vilayeti, 3 756 km2; 936 948 nüf . (1987).



T İZ İ



UZU,



T İ Z L E Ş M E K gçz. f. Sesten söz eder­



ken, tiz bir durum almak. —Müz. insan ya da bir saz sesi sözkonusu olduğunda, bulunduğu akorttan ya da perdeden daha da incelemek, dikleşmek. T İ Z L İ K a. Sesin, tiz olma niteliği; incelik



ve keskinlik: Bir sesin tizliği. T İ Z N İ T , Güney Fas'ta kent, il merkezi,



Tlemsen camisi (XII. yy.; minare XIII. yy.’a aittir)



Antl-Atlas'ın batı kenarında; 11 400 nüf. Ticaret merkezi. Elsanatları. 1882’de Ha­ san l'ln kurdurduğu eski kasaba. — Tiznitili, 9 585 km2; 362 000 nüf. (1988). T J Â L E a. (İsveççe tjâle, derinlemesine



donmuş toprak). Jeomorfol. Toprağın ve



toprakaltının kışın donan bölümü. T J A L K a. (hollandaca söze.). Denize. Hollanda kıyılarında kullanılan, 10 ile 50 tonilatoluk, yelkenli ya da motorlu tekne. T J O N G E R , Hollanda'da (Friesland) kü­ çük ırmak. Kuzey-Batı Avrupa Üst Yontmataş kültürünü izleyen döneme ait bir sa­ nayi evresine bu ırmağın adı verilmiştir. Madeleine kültüründen türeyen bu kültü­ rün, temel özelliği "Tjonger uçlan” deni­ len kenarı yuvarlatılmış bakışımsız sivri uç­ lu aletlerdir (İ.Ö. IX. blnyıl). T l Anorg. kim. Talyum'un simgesi.



TLACO LU LA , Meksika'da (Oaxaca eya­ leti) kent, Güney Sierra Madre'de, Oaxaca'nın G.-D.’sunda; 9 000 nüf. XVI. yy.’dan kalma kilise. TLA LO C , kolomböncesi Meksika'sının panteonunda Yağmur ve Bitki tanrısı. Bo­ ğularak, yıldırım çarparak ya da vücutla­ rı su toplayarak ölenlerin cehennemi olan Tlalocan'a başkanlık ediyordu. Gözlük şeklinde yılanlarla çevrelenmiş gözlerle ve kazma dişleri olan bir ağızla betimlenlrdi. Ölmek kökenli olduğu sanılan bu eski tan­ rı Mayalar'da Chac adıyla bilinirdi; Aztekler'de çok güçlü bir tanrı durumuna gel­ di ve Tenochtitlân’ın iki eş tapınağından biri ona adandı. TLA LO Q U E , kolomböncesi Meksika’sı­ nın panteonunda Tlaloc*'a yardım eden Yağmur ve Fırtına tanrılarına verilen ad. TLA LP A N ya da TL A LP A M , Mexico’ nun güney banliyösünde konut yerleşme­ si (Meksika). Ajusco yanardağının (2 294 m) yamaçlarında yer alan eski bir aztek sitesidir. XVI. yy.’dan kalma kilise. Konut merkezi. TL A S (Mustafa), Suriyeli general ve siya­ set adamı (Restan, Humus bölgesi, 1932). Sünni mezhepten Baas militanı bir subay­ dı, bir hükümet darbesi girişimine katıldı­ ğı İçin tutuklandı (1962). Baas’ın iktidara geçmesinden (mart 1963) sonra serbest bırakıldı ve yeniden orduya alındı, çeşitli komutanlıklara getirildi. Şubat 1966 hükü­ met darbesine karıştı, tümgeneralliğe yük­ seltildi, savunma bakan yardımcılığı ve kurmay başkanlığına getirildi (şubat 1968). Hafız el-Esad'ın iktidara geçmesi­ ne yol açan hükümet darbesinde önemli bir rol oynadı (kasım 1970). Mart 1972'de Savunma bakanlığına getirildi. TLATELOLCO, Tenochtitlân’ Tn ikiz ken­ ti, Aztekler’in dinsel merkezi. Aztek kökenli bir öbeğin kurduğu kent, başlangıçta Tenochtitlân'ın rakibiydi, sonra büyük ana­ kentin uydukenti oldu. 25 000 ya da 30 ■ 0 0 0 kişinin toplanabildiği büyük bir pazar burada kuruluyordu; Aztek imparatorluğu ’nda uzak bölgelerle ticaret yapmakla görevlendirilen tüccarlar sınıfı {pochteca' lar) bu şekilde oluştu. T l a t e lo lc o ya da T l a t e lu lc o a n t la ş ­ m a s ı, Latin Amerika ülkelerini nükleer si­ lahlardan arındırmayı amaçlayan 14 şu­ bat 1967 tarihli antlaşma. Bu antlaşma Yengeç dönencesinin güneyindeki Ame­ rikan devletlerinin nükleer silah üretmesi­ ni ya da bulundurmasını yasaklıyordu. Buna karşılık askeri nükleer gücü bulunan devletlerden, bu tür silahlara sahip olma­ yı reddeden latin Amerika devletlerine karşı nükleer silah kullanmamalarını ya da kullanma tehtidinde bulunmamalarını is­ tiyordu. Antlaşmayı İmzalayan başlıca devletler: Bolivya, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, El Salvador, Guatemala, Haiti, Honduras, Kolombiya, Kosta Rika, Mek­ sika, Nikaragua, Panamá, Paraguay, Pe­ ru, Uruguay, Venezuela. Arjantin, Brezil­ ya ve Şlli antlaşmanın uygulanması konu­ sunda savsaklayıcı bir tavır aldılar. Guya­ na ile Küba antlaşmayı İmzalamadı. Ant­ laşma, 1969'da Büyük Britanya 1971’de ABD ve 1973’te Fransa tarafından imza­ landı. SSCB ve Çin de antlaşmaya uymayı kabul ettiler.



TLA T İLC O , Mexico vadisinde, İ.Ö. 800'e tarihlenen arkeolojik yer. Burada eski bir köy ve 340’tan fazla mezar ortaya çıkarıl­ dı. Mezarlarda zengin ölü armağanları, özellikle de gerçekçi bir üslupta yapılmış birçok heykelcik ele geçirildi. Heykelcik­ lerin yanı sıra kaplarla da temsil edilen Tlatilco seramik sanatı, ölmek seramikleriy­ le benzerlik gösterir. T L A X C A L A , Meksika'nın en küçük eyaleti, Mexico'nun B.’sında; 3 914 km2; 763 683 nüf. (1990). Merkezi Tlaxcala (21 000 nüf.). Dağlık bir bölgede uzanan bir hayvancılık ve tahıl tarımı bölgesidir. Ko­ lomböncesi dönemde küçük, zengin bir devletti; Tepeticpac, Ocotelulco, Quiahuiztlan ve Tizatlân senyörlüklerinin XIV. yy.'da, cumhuriyetçi tipte siyasal bir ör­ gütlenme biçimleri vardı. Tizatlân senyörlüğünün bir tepede bulunan merkezi, en iyi bilinen sittir. Burada duvar, sütun ve boyanmış sunak kalıntıları bulunmakta­ dır. XV.-XVI. yy.'a ait resimler, codex Borgia'nın desenleriyle benzerlikler gösterir. TL A Z O LT E O T L, cinsel zevkleri temsil eden Huastecler'den gelen tanrıça. Aztekler onu yaratma ve toprak tanrıçası ola­ rak kabul ederlerdi. T L E M S E N , Batı Cezayir'de kent, vila­ yet merkezi; 126 882 nüf. (1987). Tafna, Isser ve kollarının geçtiği çanağa ege­ mendir. Bir roma kasabasıyken XI. yy.’da büyüyen Tiemsen, Fas'tan Ceza­ yir ovalarına ve Sahra'dan Akdeniz'e ulaşan karayolları kavşağında yer alması nedeniyle bir ticaret merkezi, XIII.-XVI. yy.1ar arasında Orta Mağrip'in ve Abdülvadiler sülalesinin başkenti oldu. Tlemsen, müslüman özelliğini ve Fas ile Endülüs'ün büyük kentleriyle benzer­ likler gösteren bir geçmişin izlerini en iyi korumuş Cezayir kentidir. Bir el sanatları (halı) ve sanayi (sentetik tekstil, telefon gereçleri, besin) merkezidir. — Tlemsen vilayeti, 9 284 km2; 7 ı4 862 nüf. (1987). —.Güz. sant. Cezayir'in en önemli sanat kenti olan Tlemsen, büyük ölçüde Fas'ın etkisinde kaldı. Kentte yüksek nitelikli çok sayıda anıt vardır. Murabıtlar döneminden kalma Tlemsen* camisi (Cami ül-kebir), XII. yy.'a ait güzel endülüs süslemelerine sahiptir. Sidi Bel Haşan (1296; bugün mü­ ze) [kentin en güzel yapısıdır], Sidi Ebu Medyen ve Sidi el-Halvi camileri ile ken­ tin G.-D.’sundaki Sidi el-Ubbad camisi, XIII.-XIV. yy.’lardan kalmadır. Kentin K. -D.’sunda, antik Pomaria'nın yerinde ya­ pılan Agadir'in kalıntıları yer alır; G.-B.’da ise eski Mansure* kentinin yıkıntıları yük­ selir. T le m s e n c a m is i, Cezayir'in Tlemsen kentinde, Murabıtlar döneminden cami (1135); Ali bin Yusuf tarafından yaptırılmış­ tır ve Cam i ül-kebir olarak da bilinir. 60x50 m boyutlarındaki yapı çok sütunlu ve av­ lulu planıyla Kayrevan ve Kurtuba (Córdo­ ba) camilerinin geleneğini sürdürür. Ana mekân mihrap duvarına dikey uzanan on iki sıra ayakla on üç sahne bölünmüş, D. ve B.’daki üçer şahın avlu boyunca da sür­ müştür; ayaklar G.’den K.’e doğru at nalı, D.’dan B.’ya doğru da yuvarlak kemerler­ le bağlanmıştır Orta şahın ötekilerden da­ ha geniştir ve biri mihrap önünde olmak üzere iki küçük kubbeyle diğer bölümler kiremit kaplı çatı ile örtülüdür. Caminin en zengin süslemeli bölümü mihrap önü kub­ besi ve mihraptır; damarlı mihrap önü kub­ besi bitkisel motifler ve mukarnaslarla be­ zenmiştir Sekiz köşeli bir kasnağa oturan kubbeyle örtülü mihrap at nalı biçiminde kemerli bir nişten oluşur. Niş kemeri iki kü­ çük mermer sütuna oturur. Bu kemer de oymalı, kıvrıkdallaria bezeli ikinci bir kemer­ le çevrelenmiştir. Kûfi yazılı üç kuşak, ken­ ger yapraklarından meydana gelen bir friz de görünümü zenginleştirmektedir. Caminin B. yönünün, avlunun bulundu­ ğu kesimde kesik olması, burada bir baş­ ka yapının (belki de saray) bulunduğunu düşündürmektedir. D.’da dört kapı bulun-



Tobin masına karşılık, bu yönde hiç kapı bulun­ maması bu savı güçlendirmektedir. Böylece planı bozulan camide kare avlu bi­ raz D.’ya kaydırılmıştır.



TLEMSEN dağları, Batı Cezayir'de dağlık bölge, Tlemsen ovasının G.’inde. Kurşun ve demir yatakları.



TLEPOLEMOS. Yun. mit. Herakles ve Astyokhe’nin oğlu. Büyük amcası Likymnios'u öldürdükten sonra Rodos’a kaç­ tı; orada Lindos, ialysos ve Kameiros’u kurdu. Truva önünde Sarpedon tarafın­ dan öldürüldü. TLESON, İ.Ö. VI. yy.’da yaşamış attikeli çömlekçi; Nearkhos’un oğlu. Siyah figür­ lü kupalar gerçekleştiren attikeli küçük us­ taların en önemlisidir. Tleson'un yaptığı altmıştan çok kupa bilinmektedir. Bu ku­ palar, dış kenara ya da çerçeve içine yer­ leştirilmiş çoğunlukla küçük bir hayvan (teke, aslan, sfenks, horoz, kuğu), ender olarak da bir insan (Avcının dönüşü ku­ pası, British Museum) figürüyle yalın bir biçimde süslenmiştir.



TLİNGİTLER, Büyük Okyanus’un ku­ zey kıyısında, özellikle Kraliçe Charlotte adalarında (Kanada) yaşayan Kızılderililer. Çeşitli doğal zenginliklerden (deniz me­ melileri avı [balina, fok], ırmak balıkçılığı [sombalığı], sedir tahtası işçiliği vb.) yarar­ lanan Tlingitler, köy toplulukları biçiminde bir araya gelir, dayıyerli bir geniş aileye bağlı çekirdek aileyi barındıran "ev", ak­ rabaları, dostları ve köleleri bir araya ge­ tiren toplumsal birimi simgelerdi. Tlingıtler, dıştanevliliğin sıkı kurallarına göre yö­ netilen fratriler içinde toplanan klanlar bi­ çiminde örgütlenirterdi. Potlaç uygulama­ sı, soylu sınıf bireylerinin simgesel olarak ortaya çıkmasını sağlardı. Zenginlik ve saygınlık amblemleri olarak diktikleri to­ tem direkleri, ölülerin kemik kalıntılarını ko­ rumaya yarardı.



TLİPSANSEFAL a. (fr. thlıpsencephale, yun. thlipsis, baskı, ve egkephalos, beyin, beyincik'ten). Biyol. Kafatası basık ve yas­ sı olan ucube.



TLON a. Vietnam’da Bien Hoa bölgesin­ de yetişen ve gövdesinden, ışıkta kararan ve tıpta kullanılan bol bir zamk sızan bü­ yük ağaç (Sterculia hypochra).



TLOS. Tar. coğ. Anadolu’nun Lykia böl­



mesi ile başlayan yeni bir aşınım döne­ minde akarsuların sürüklediği ve masifin çevresinde birikinti konileri ve yelpazeleri halinde yığdıkları bu çökeller daha son­ ra, masifi graben ve horstlar halinde par­ çalayan tektonik hareketlerden etkilenmiş­ ler, dolgu yüzeyleri faylarla sınırlanan eğimli basamaklara dönüşmüş, aynı za­ manda masif ile dokanaklarında yerleşen akarsular buralarda bazı sübsekant vadi­ lerin oluşmasına yol açmıştır. T M U T R A K A N . Tar. coğ. Günümüzde­



ki Taman’ ’ın yerinde kurulmuş rus kenti (X--XII. yy). İh Anorg. kim. Toron'un simgesi. T.N.T., TRİNİTROTOLUEN'in kısaltması. T O a. (yunan abecesinin ondokuzuncu



harfi fau'dan). Arit. Sağa konmuş üst vur­ guyla ( t , ) 300 değerinde, sola konmuş alt vurguyla -t) 300 000 değerinde olan Yu­ nan sayı işareti. —Çekird. fiz. ve Tem. parç. t ortalama ömrü belirtilir. —Elekt. Bir devrenin zaman değişmezini belirtir. T O A L A K Ü L T Ü R Ü a. Endonezya’nın



Sulavesi adasının G.-B.’sında görülen ta­ rihöncesi kültür evresi. Adını Sulavesi ada­ sında yaşayan Toala kavminden alan bu kültüre bağlı üç katman (en eskisi III. binyıl dolaylarına tarihlenir) ortaya çıkarıldı. (Bu katmanlarda yongalı bir taş endüstri­ sine, mikrolitlere, kemik aletlere ve sera­ miğe rastlandı.) [Eşanl. t o a ly e n .] T O A L Y E N sıf. v e a . (fr. toatien). Tar. ön e. TOALA KÜLTûRU’ nün e şa n la m lısı. T O A M A S İ N A , e sk . T am a ta v e, M a d a ­ g a s k a r 'd a lim an, D. kıy ısın d a il m erk ezi; 145 431 nüf. (1990). Bir m u z v e k a h v e üretim b ö lg e sin in tica ret m erk ezi. Petrol rafinerisi. Kromit d ışsatım ı. — Toamasina ili, 71 911 km 2; 1 663 000 nüf. (1990).



T O A R C İ U M K A T I a. J u r a sistem inin ka­ tı. (Eşan l. TOARSİYEN.) [-* KATMAN BİLİM.]



T O A R S İ Y E N a. (fr. toarcien; Toarcium,



Thourarshn lat. a. dan). TOARCİUM KATI' nın eşanlamlısı. T O B A g ö lü , Endonezya’da göl, Sumat­



ra adasının K.-B.’sında; 1 240 km2, için­ de Samosir adası (760 km2) bulunur. T O B A G O , Küçük Antiller'de ada, Trini-



gesinde kent; Ksanthos (Kınık) kentinin 24 km K.’inde, Ksanthos (Eşen) çayının kıyısındaydı. Kentin kalıntıları Muğla'nın Fet­ hiye ilçesi Kemer bucağına bağlı Düğer köyünün yakınındadır. Lykia birliği'nde üç oya sahip altı kentten biri olan Tlos’un adı­ na lykia yazıtlarında Tlava ya da Tlave ola­ rak rastlanmaktadır İ.Ö. 168’den sonra ve Gordianus III döneminde para bastı. Kent­ ten günümüze ulaşan en önemli kalıntı­ lar Roma döneminden tiyatro ile çeşitli formlarda (kaya mezarları, ev ya da tapı­ nak biçiminde anıtmezarlar) mezar yapı­ larıdır. Tapınak biçimindeki anıtmezarlar­ dan biri üzerinde Bellerophontes’i atı Pegasos ile birlikte betimleyen bir kabartma vardır.



T O B A -G U A Z U L A R



U n Anorg. kim. Tulyum'un simgesi.



T O R A L A R , Arjantin, Bolivya ve Paragu­



TMESİPTERİS a Psilotales takımından çok basit yapılı, damarlı bitki.



ay Chaco’sunda yaşayan Guaykuru Kızıl­ derilileri. Özellikle Aşağı Pilcomayo ve Bermejo (Arjantin'in kuzey-doğu’su) arasında­ ki topraklarda oturan Tobalar, bir reisin yö­ nettiği gruplara bölünen çok hareketli bir topluluk oluştururlardı. Yarı göçebe bir ya­ şam sürer ve gezici avcılık ve gezici ba­ lıkçılıkla, tarım ürünleriyle geçinir, bazen yer değiştirmeler sırasında ağaç dalların­ dan yaptıkları kulübelerde, bazen de sü­ rekli köylerde otururlardı. Mokoviler gibi Tobalar da beyazların sömürgeleştirme ve din değiştirme girişimlerine karşı direndi­ ler. Günümüzde çoğunlukla sömürgeci nüfus arasına karışıp onlarla bütünleşmiş­ lerdir.



TMOLOS -»



BO ZDAĞ LAR.



TMOLOS. Yun. mit. Efsanevi Lydia kra­ lı, Ares'in oğlu. Nymphe Arripe’ye teca­ vüz ettiği için Artemis onu bir boğaya öldürterek cezalandırdı. Tmolos dağı'na (bugün Bozdağlar) gömüldü.



TMOLOS molozları, Ege bölgesinde Menderesler masifini, K.’deki Bozdağlar ile G.’indeki Aydın dağlarının dış etekleri boyunca bir şerit gibi kuşatan, Pliyosen -Pleistosen yaşlı kırıntılı genç ve kalın çökellere A. Philippson tarafından, Bozdağlar’ın antik adından (Tmolos dağları) ötü­ rü verilen ad. Menderesler masifinin Pli­ yosen sonlarında kubbeleşerek yüksel­



dad'a bağlıdır, Trlnidad'ın kuzey-doğusunda yer alır; 301 km2; 45 000 nüf. (1990). Merkezi Scarborough (-» T rİN İd a d v e T o b a g o .)



—Tar. 1498’de Kolomb tarafından keşfe­ dildi. Ispanya, Hollanda, Fransa ve İngil­ tere arasında sürekli çekişme konusu olan adaya, İngiltere 1721'de kesin ola­ rak yerleşti. 1763 Paris antlaşması'ndan sonra İngiliz sömürgeciler adada köleci bir şeker plantasyonu sistemi kurdu. 1898’de Tirinidad’a bağlanan Tobago, bu adayla birlikte, 1962’de Trinidad ve Tobago adlı Commonwealth üyesi bir devlet oluşturdu.



T O B A -P İL A G A L A R



• PİLAGÂLAR.



• PİLAGÂLAR



T o b a r ö ğ r e tis i (1907’de Ekvador Dışiş­



leri bakanı olan C. R. Tobar'in [1854-1920] adından). Uiuslarar. huk. Ayaklanma ya da hükümet darbesiyle iş başına gelen bir hükümetin tanınmasını, onun seçimle oluşturulmuş bir meclis tarafından anaya­ sal olarak yasallaşması koşuluna bağla­ yan öğreti.



11569



s o e o , japon ressam (Kyoto 1053 - ay. y. 1140), Takakuni'nin oğlu. Tendai mezhebinin önde gelen kişilerindendi; serbest karikatürleriyle olduğu kadar özenli desenleriyle de tanındı. Başyapıtı olan Ç ocu giga'da hayvanları işledi.



to b a



T O B A T A , Japonyd'da kent, Kyuşu ada­



sında (Fukuoka ili), Japon denizi kıyısın­ da, Kita-kyuşu bitişikkentinin doğu kesi­ minde; 80 800 nüf. Demir-çelik. T o b e o r n o t t o b e , t h a t Is t h e q u e s t lo n (Olm ak ya da olmamak, işle m e­



sele bu), Shakespeare’in kahramanların­ dan Hamlet’in monoloğunun ilk dizesi (Ham let III, I). T O B E R M O R İ T a. (fr tobermorite; iskoç-



ya’daki Tobermory yerleşim biriminin adın­ dan). Hidr. bağl. ve Miner. Sertleştirilmiş çimento hamurunun en önemli bileşeni­ ni oluşturan kalsiyum silikat; sertleşme sı­ rasında bikalsiyum ve trikalsiyum silikat­ ların sulu ortamda tepkimeye girmesiyle oluşan çok küçük kristaller biçiminde bu­ lunur (iskoçya’da, Tobermory’de çıkarılan tobermorit, çimentoya, dolayısıyla harç ve betona dayanım kazandıran en önemli bi­ leşiktir.) (Mark), amerikalı ressam (Center-ville, Wisconsin, 1890 - Basel 1976). 1918’de evrenselci doğu dini bahailiğe katıldı, sonra 30'lu yıllarda Uzak­ doğu sanatıyla ilgilenmeye başladı (lavi ve hat) ve bir süre için bir japon zen manas­ tırına kapandı, ilk "beyaz yazılar"dan baş­ layarak (Broadway N o rm , 1935, özel kol.) figüratif olmayan ve aynı zamanda doğal biçimlerle az çok belirgin bir benzerlik gösteren resmi, gergin bir uzam ("M ed i­ tative Series", 1954) ortaya koyan ve iç dünyayla evren arasındaki algılanabilir iliş­ kileri dile getiren (Sagittarious Red , 1963, Basel müzesi) çizgi ve gösterge karışımın­ dan oluşur.



ffO B E Y



(James), amerikalı iktisatçı (Champaign, illinois, 1918). Keynesçi akı­ ma bağlı olan J. Tobin, Harvard (1946 -1950) ve 1950’den sonra da Yale üniver­ sitelerinde profesörlük yaptı. Başkan Kennedy’nin iktisadi danışmanı oldu. Para te­ orisine yenilik getiren çalışmalarında, makroekonomik düzenleme konusunda makul ölçüde bir devlet müdahalesinden ve özellikle, bir gelir ve fiyat politikasından yana olduğunu gösterdi. Başlıca yapıtla­ rı: National Econom ic Policy (Milli iktisat kuramı) [1966], Essays in Econom ics (ik-



T O B İN



Mark Tobey Nature untouched (1965) kâğıt üzerine tempera



Psuli galerisi, Lozan



Tobin tisat denemeleri) [1972-1975], AssetAccumulation and Economic Actıvity (Varlık bi­ rikimi ve iktisadi faaliyet) [1980], Özellikle, mali ve gerçek vatlıklar konusunda bir ge­ nel denge kuramı yönünde genişletilebi­ len portföy tercihleri kuramından ötürü, 1981'de Nobel iktisat ödülü'nü kazandı.



11570



TOBİNO (Mario), İtalyan yazar (Viareg gio 1910) Gerçekşı ve heyecan verici bir anlatımla psikiyatrı evrenindeki hekimlik deneyimlerinden yararlandığı romarîlar (Le lıbere donne di MagUano, 1953; Per le antiche scate, 1972) yazdı.



TOBİYA ve TOBİT, Tobıya'nın kıtabı’n-



Versailles şatosu



da yer alan baş kişiler. Tobıya’nın babası Tobit, Asur’a sürgüne gönderilmiş bir Ya­ hudi'dir (İ.Ö. VIII. yy. sonu). Kaza sonucu kör olan Tobit, Raguel adında bir dostu­ na ödünç verdiği parayı geri istesin diye oğlunu Media'ya yollar. Yanına, yol arka­ daşı olarak da Azarıas adlı birini verir Öy­ künün sonunda bu Azarias'ın aslında baş melek Rafael olduğu anlaşılır. Birçok se­ rüvenden sonra Tobiya, yanında parayla, yeni karısıyla (bu arada Raguel’ın kızı Sa­ ra ile evlenmiştir) ve ihtiyar Tobit’in gözle­ rini iyileştirecek olan mucizevi bir ilaçla ba­ basının evine geri döner. —ikonogr. Tobiya'nın öyküsünden sahne­ ler, Souvigny Kutsal Kitabı'nın (Moulins) minyatürlerinde, Chartres katedrali çaprazsahnının kuzey bölümündeki kabart­ malarda, Van Orley'in bir duvar halısı di­ zisinde (Viyana), Verrocchio okuluna bağlı bir tabloda (National Gallery, Londra), Pol laiolo, Cima da Conegliano, Botticelli, il Perugino, Raffaello, G. F. Caroto (Verona’ da S. Eufemia freskleri), M. De Vos, Elsheimer, Vignon, Lesueur, Bourdon, le Lorrain, Rembrandt, Steen, Murillo, P Parrocel (Marsilya Güzel sanatlar müzesı’ndeki dizi) ve Guardiler'in (Angelo Raffaello kilisesi, Venedik) yapıtlarında yer alır.



Tobiya ile melek Verrocchio okulu



T o b iy a ’ n ın k ita b ı, Eski Ahit kitapların­ dan biri. Öğretici bir anlatı, folklor ve ola­ ğanüstü olaylarla süslenen ve doğu bil­ geliği üzerindeki halk söylentilerine daya­ nan küçük bir roman olan bu kitap, Eski Ahit’in sınamadan geçirilen doğru adam (bk. Eyüp’ün kitabı), duanın gücü, tanrı inayeti, aile ve toplum erdemlerinin yücel­ tilmesi gibi büyük dinsel temalarıyla do­ ludur. Öğreti bakımından çok zengin olan bu yapıt, uzun süre sadece yunanca çe­ virisiyle biliniyordu. Ancak 1952'den baş­ layarak Lut gölü yakınında, Kumran ma­ ğaralarında aramıce ve ibranıce parçalar bulundu. Kitabın İ.Ö. 200'e doğru, büyük bir olasılıkla aramca yazıldığı sanılır.



L a u ro s -G ira u d o n



Charles Alexis de Tocqueville Chassériau’nun yaptığı portreden ayrıntı



uzmanı (Hirzel, Zürich kantonu, 1835 - Berlin 1910). Berlin’de ders verdi, ölçübilim, sözdizımi ve eski fransızca sözlüğü üzerine çalışmalar yaptt. Eski fransızca sözlüğü içiri topladığı malzemeler, ölü­ münden sonra E. Lommatzsch tarafı. ıdan yayımlandı: Altfranzösisches Wörterbuch (1915 ve sonra).



TOBOGGAN a. (ing. toboggan). Aktar. Dik, eğik ya da helisel yollu bir oluktan oluşan ve ürünleri bir düzeyden diğerine aktarmada kullanılan indirme düzeneği. —Bayınd. (tesc. edil. a ). Bir kavşağı aş­ maya olanak veren, viyadük biçiminde kı­ sa karayolu.



TOBOL, Orta Asya'da ırmak; 1 591 km (havzası 426 000 km2). Kazakistan’da Ural sert tabanının, kenarında doğar, Tu­ gay bozkırını aşar. Kustanay ile Kurgan arasında Rusya’ya girer. Batı Sibirya'nın büyük tarım bölgesini akaçlar ve Tobolsk'da irtiş'e kavuşur



TOBOLSK, Rusya'da kent, Batı Sibir­ ya'da, Irtiş ile Tobol ırmaklarının kavşa­ ğında; 6 6 000 nüf Gemi yapımı ve onarımı. Kereste sanayisi. Halı. —Tar. 1587'de Kaşiıyk'a birkaç kilometre uzaklıkta kurulan, Sibirya Hanlığı'nın es­ ki merkezi olan kent, Sibirya'nın yönetim­ sel ve askeri merkezi haline geldiyse de, yem ulaşım yolları ve Transsıbırya hattının uzağında kaldığından XIX. yy. sonlarında geriledi.



TOBRUK, ar Tubruk, ita! Tobruch, Libya'da liman kenti. Sirenayka’nın doğu kıyısında; 59 000 nüf. Deniz suyu arıtımı Petrol rafinerisi. —Ask. tar. Libya' seferi sırasında Tobruk, ocak 1941'de Avustralyalılar'ın eline geç­ ti. Nisanda Mihver kuvvetleri tarafından kuşatıldı; 1941 de kuşatmadan kurtulan kent, haziran 1942'de Almanlar tarafından alındı. 13 kasım 1942'de Montgomery ta­ rafından kurtarıldı.



TOCA a. Denize. Bir halat ya da zincirin dolaşıp kör düğüm olması.



TOCANTİNS, Brezilya'da ırmak, Goiâs eyaleti platolarından doğar ve Amazon ır­ mağı halicine dökülür; 2 700 km Başlıca kolu Araguaia’dır (sol kıyıdan).



TOCCATA a. (ital. loccata, toccare, dokunmak'tan) Müz. Genellikle klavyeli çal­ gılar için hazırlanmış parça. —ANSİKL Bir trompet toccatasından söz eden 1494'e ait bir belge bazı müzik ya­ zarlarını toccatayı üflemelerin estetiğine (bando boruları, arpejli akortlar, vurgulu ritim) bağlamaya yöneltti. 1607’deki Monteverdi'nin Orfeo uvertür toccatası da bu­ nun bir başka kanıtıdır. Doğaçlama özel­ liğinden dolayı bu terim klavyede çalınan prelüdler (toccare, tuşlara dokunmak) ve çizgisel öğelerinden dolayı ricercare için kullanıldı. XVI. yy.'dan başlayarak toccata neredeyse yalnızca klavyeli çalgılara (org, virginal, klavikord ve klavsen) uygu­ landı. Gabrieli, Merulo ve S w ^ 'in c k ’in toccatalarındaki gamlar ve çızgner, plake akordlar ve füg parçalarıyla almaşır Frescobaldi, Froberger ya da Kerll'de kimi kez doğaçlama özelliği taşıyan kontrapuntonun recitativo ya da eşliklı melodiye kar­ şıt olduğu lirik yapıtlara rastlanır. Toccata sonat ya da rapsodiye de yaklaşabilir. Bach bu tüm öğelerin bireşimim yapmış­ tır; klavsen toccataları bir bölümlü serbest sonatı anımsatır, org için besteledikleri fantezistir ya da sürekli bir ritim çerçeve­ sinde düzenlenmiştir. Bu son anlayışın Clementi, Mendelssohn, Schumann, Boely, Debussy, Ravel, Prokofyev’in piyano toccatalarında ve Reger, Gigouf, Vierne, Dupre'nin org toccatalarında yeniden ele alındığını görürüz.



TOÇE, İtalya'da ırmak. Pıemonte'de, 83 km. İsviçre sınırından doğar, val Formazza'yı, sonra val Ossola'yı akaçlar ve Mag­ giore gölüne dökülür; alüvyonlarıyla Mergozzo gölünü Maggıore'den ayırır. Hidra elektrik tesisleri.



TOCH (Ernst), amerikan yurttaşlığına geçmiş avusturyalı besteci ve pedagog (Viyana 1887 - Santa Monica, Kaliforniya, 1964). Almanya'da ders verdi, ardından kısa bir süre Ingiltere’de kaldıktan sonra ABD ye yerleşti (1934] ve New York'ta, da­ ha sonra Kaliforniya Üniversitesi nde ders vermeye başladı (1936). Yedi senfoni, sen­ fonik fanteziler (Westminster çan çalgısı motifi üzerine Big Ben), nefesli çalgılar için bir Sinfonietta, iki oda senfoni-kantatı (Çin flütü, 1921; Das Wasser, 1930), üç piya no konçertosu, piyano ezgi ve parçaları, üç de opera besteledi: Die Prinzessin auf der Erbse, 1927; Der Fächer, 1930 ve The Last Tale, 1962. To -cl, buddha tarikatı Şıngon'un 823 te Kyoto'da kurulan ve yönetimi Kobo Daışi'ye verilen tapınağı. XVII. yy. başında ye­ niden yapılan bina, Momoyama mimarlı­ ğının en güzel örneklerinden biridir. Pa­ godası, Japonya’daki en yüksek pagoda­ dır (61 m). Kondo ve kodo (vaiz odası) heykellerle süslüdür.



TOCKUS a Afrika ve Hindistan ormam larında yaşayan, gagası boynuzsuz, hepçil, küçük bedenli kalao cinsi. (Boynuzlugagalıgiller familyası; boy 40-60 cm.)



TOCO HİDEKİ, japon general (Tokyo 1884 - ay. y 1948). 1937’de Guandong or­ dusu kurmay başkanı oldu, askeri hava­ cılığı yönetti. Savaş bakanlığına getirildi (1940), prens Konoe'nin düşmesini sağ­ layarak (ekim 1941) onun yerine hükümet başkanlığına geldi. Pearl Harbor baskını (7 aralık 1941) kararını aldı. Yenilgiden sonra iştifa etti (temmuz 1944). Amerika­ lılar tarafından savaş suçlusu olarak idam edildi



TOCOPİLLA, Kuzey Şili'de liman ken­ ti; 22 000 nüf. Güherçile dışsatımı. Termik santral. Bakır dökümevi.



TOCQUE (Louis), fransız ressam (Paris 1969 - ay y. 1772). Kızıyla evlendiği Nattier’nin öğrencisiydi. Yalnızca portre yap­ tı. 1756'da Rusya'ya gitti, sonra Danimar­ ka'yı ve başlıca kuzey devletlerini dolaştı. En önemli portrelerinin bazıları Louvre'dadır; Louis Galloche ve Jean-louis Lemoyne (Akademi'nın kabul töreninden parça­ lar, 1734), le Dauphin Louis de France ,(1739), Marie Leszczyhska (1740), Mada­ me Dangé (1753).



a TOCOUEVİLLE (Charles Alexis Henri C le r e l DE), fransız siyaset adamı ve ta­ rihçi (Paris 1805 - Cannes 1859). Versailles’da yargıçtı (1827), 1831'de ABD'de ce­ za sistemini incelemekle görevlendirildi ve Système pénitentiaire aux Etats-Unis (ABD'de ceza sistemi) [1832] adlı yapıtını kaleme aldı; daha sonra araştırma alanı­ nı genişleterek tüm liberal amerikan kurumlarını inceledi ve Amerika'da demok­ rasi üzerine'yi (De la démocratie en Améri­ que) [18351840] yazdı; bu yapıtı sayesin­ de üne kavuştu ve Montesquieu ile karşı­ laştırıldı. 1839’da Meclise seçildikten son­ ra Guızot'ya muhalefet etti. II. Cumhuri­ yet döneminde Dışişleri bakanlığı yaptı (1849). Daha sonra kendini tümüyle l'An­ cien Régime et la Révolution (Ancien Ré­ gime ve Devrim) [1856] adlı yapıtını yaz­ maya adadı, bu yapıtında iki dönemin ida­ ri bakımdan gösterdiği benzerlikler üze­ rinde durdu. Tocqueville zihniyetler tarihi­ nin kurucularından biridir. T o c u m e n , Panama’da uluslararası ha­ valimanı, Panama kentinin D'sunda.



TOCUYO (EL), Venezuela’da (Lara eya­ leti) kent, Barquisimeto'nun B.-G.-B.’sında. 19 300 nüf. Eski sömürge başkenti



TOÇİGİ, Japonya'da kent, Honşu ada­ sında, Toçigi ilinin eski merkezi; 85 600 nüf. — Toçigi ili, 6 414 km2; 1 947 000 nüf. (1991). Merkezi Utsunomiya. TOD. Tar. coğ. Luksor'un yaklaşık 20 km G.'ınde, Nil'in sağ kıyısında kent; eskiden Teb’in savunma sistemi içinde yer alıyor­ du. Tanrısı Montu’ydu. Ptolemaios ve Ro-



ma dönemlerine ait tapınağın kalıntıları, 1934’ten itibaren temizlendi. Tapınakta, V. hanedan ve Orta imparatorluksan kalma mimari öğeler, asya kökenli değerli eşya­ lar içeren dört bronz sandık (bu sandık­ lar, Amenemhat II tarafından temellere yerleştirilmişti) ve ara dönemlere ait yapı kalıntıları ortaya çıkarıldı.



TODA a. Güney dravid dili, Todalar tara­ fından konuşulur.



TODA, Japonya’da (Honşu) kent, Tokyo’ nun kuzey banliyösünde; 78 300 nüf. Sa­ nayi ve konut merkezi.



Todal-cl, japon imparatoru Şomu'nun 743'te "ülkenin korunması ve ulusun dir­ liği" için Nara'da kurduğu Büyük Budd­ ha tapınağı kokubun-ci diye anılan taşra tapınakları içinde en önemlisidir. XII. yy.’da bir yangından sonra yeniden yapılan ye birçok kez restore edilen ana yapı ya da kondo, dünyanın en büyük ahşap binası­ dır. Geniş manastır kompleksinin çok sa­ yıdaki yapısından yalnız Nandaimon (Bü­ yük Güney Kapısı, 1195) ilk boyutlarını ko­ rumaktadır ve Unkei* ile Kaikei adlı iki ün­ lü sanatçının yapıtı olan bekçi heykelleri­ ni banndırmaktadır. Güzelliğinden çok bo­ yutlarıyla ün kazanan Büyük Buddha (25 m yüksekliğinde), 1180'de ve 1567'de iki kez yeniden dökülmüştür. Todai-ci'de ay­ rıca, imparatorluk hâzinelerinin “ resmi depo"su olan ünlü Şosoin* de bulunmakta­ dır.



TODALAR, Hindistan'ın güneyindeki Nilgiri dağlarında yaşayan Tamil Nadu ka­ bile halkı. Ortadan kalkma yfolunda olan bu çoban halkın gözünde, manda sürü­ leri kutsal bir nitelik taşır ve her kırsal et­ kinlik bir ayine yol açtığı için, hiyerarşik bi­ çimde örgütlenen çobanların bir rahiplik görevleri vardır. Todalar; iki içtenevli fratriye ayrılıf ve bu fratriler içinde dıştanevli klanlar yer alır.



TODD (sir Alexander Robertus), büyük britanyalı kimyacı (Glasgow 1907). E ve B1 vitaminlerinin bireşimini gerçekleştirdi, 1955'te, B12 vitamininin bileşimini açıkla­ dı. Ayrıca, enzimleri, özellikle de nükleotitleri inceledi ve bu çalışmalarıyla 1957 Nobel 'kimya ödülü'nü kazandı.



TmM posyonu, hoş lezzetli uyarıcı ilaç. Eskiden yetişkinlerin akut akciğer hasta­ lıklarında çok kullanılırdı.



Şogakukan-Ziolo



TODLEBEN (Eduard) -> TOTLEBEN (Eduard ivanoviç).



TODOR SVETOSLAV (öl. 1322), bulgar çarı (1295, gerçekte 1300-1321), Georgi I Terter'in oğlu. Sayısız istilalarla ya­ kılıp yıkılmış olan ülkenin birliğini yeniden kurdu ve istila etmek için Bizans Imparatortuğu'nun güçlüklerinden yararlanması­ nı bildi (1305), Mesembria ve Ankhialos’a boyun eğdirdi (Karadeniz'de), ama 1308’ de fetihlerinden vazgeçmek zorunda kal­ dı. Bizans ile uzlaştı ve 1320'de, Andronikos ll'nin torunu Theodora ile evlendi.



TODOROV (Stanko), bulgar devlet adamı (Klenovik, Sofya yakınında, 1920). Direniş’e katıldı ve genç komünistlerin yö­ neticisi oldu (1944-1950). Tarım bakanı (1952-1957), Merkez komitesi üyesi (1954), Politbüro asil üyesi (1961) ve Baş­ bakan yardımcısı (1959-1966), Comecon konseyi'nde ülkesinin sürekli temsilcisi (1962-1966) oldu 1966'da Komünist par­ tisi sekreteri olarak Jivkov'un yerini aldı. 1971de yine Jivkov'un yerine Başbakan oldu. 1981 'de görevlerinden alındı ve Mil­ let meclisi başkanlığına seçildi. 1990' dan beri Bulgaristan Sosyalist partisi yük­ sek konsey başkanlık divanı üyesidir



TODOROV (Tzvetan), fransız denemeci



di'den). Hindistan'da çeşitli palmiyelerin (phoenix, borassus, cocos, arenga ve özellikle Caryota urens ya da toddy pal­ miyesi) özsularından yapılan mayalı içki, (içkinin bileşimi ve alkol oranı, hasat yön­ temlerine ve mayalanma derecesine bağ­ lıdır.) [Eşanl. TUBA.]



(Sofya 1939). Théorie de la littérature’ù (Edebiyat kuramları) [1965] yayımlayarak biçimci rus yazarlarının tanınmasına kat­ kıda bulundu. Littérature et signification (Edebiyat ve anlam) [1967], introduction à la littérature fantastique (Düşsel edebi­ yata giriş) [1970], Poétique de la prose (Düzyazının şiirbllimi) [1971] adlı yapıtların­ da yapısal çözümleme yöntemlerini belir­ ledi. Théorie du symbole (Simge kuramı) [1977], Symbolisme et interprétation (Sim­ gecilik ve yorum) [1978] ve les Genres du discours'daysa (Söylemin türleri) [1978] gösterge ve anlatıbilimi inceler.



TODEA a. Güney yanküre’nln ılıman böl­



TODOS OS SANTOS (Bafa de) ["Tüm



gelerinde yetişen dik kongövdeli, güzel eğrelti. (Çifttüysü bileşik yaprakları 1,50 m yüksekliğe erişebilir; 5 tür; Osmondaceae familyası.)



Azizler Koyu"], Brezilya kıyısında koy. Bahia eyaletinin merkezi Salvador burada­ dır.



TODT (Fritz), alman teknisyen ve bakan



&TODİ, İtalya'da kent, Umbria'da (Perugia



(Pforzheim 1891 - Rastenburg 1942). Ha­ vacı (1916), mühendis; 1922'den sonra nazi militanı; SA* kurmayında (1931), da­ ha sonra Hess'in yanında çalıştı. Hitler, kendisini karayolları müfettişliğine atadı (1933) ve ulusal yol. köprü, tünel vb., işle­ rinin yapımıyla görevlendirdi. Göring, dört yıllık plan için kendi temsilciliğine getirdi ve general olarak atadı. Todt Donatım ve levazım bakanı oldu (1940), Rusya'daki geri kuvvetlerin donatımını da üstlendi (1941). Bir uçak kazasında ölünce, yerine Speer geçti.



TODD AO a ..(yöntemin yaratıcısı Micha­ el Todd ile yöntemi uygulayan amerikan şirketi A[merican] 0[pticai]'dari). 70 mm' İlk filmin öncüsü olan, geniş film üzerine çekim yöntemi.



TODDY a. (ing. toddy; hindi dilinde ta-



ili), Naia ile Tevere’nin kavşağında; 20 000 nüf. Ticaret ve tarım merkezi. Döşemeci­ lik. Elektrikli gereçler. Etrüskler'in eski Tü­ tere kenti ve Romalılar'ın Cotonia Julia Tuderi'dir. Kent, Ortaçağ görünümünü koru­ maktadır. Roman ve gotik üslubunda ka­ tedral. Priori, Popolo ve Capitano (müze) sarayları. XIII.-XV. yy.'dan kalma San Fortunato kilisesi. —Yerleşmenin dışında, yu­ nan haçı planına göre yapılmış, Bramante üslubunda Santa Maria della Consolazione kilisesi (XVI. yy.).



TODİTES a. Jura tabakalarında bulunan ve şimdiki todea cinsine (Osmondaceae familyası) benzeyen fosil bitki.



To dt ö rg ü tü , Almanya'da, iktisadi ve stratejik amaçlarla işsizlerin işgücünden yararlanmak için 1938'de kurulan, nasyonal-sosyalist paramiliter örgüt. Fritz Todt



yönetiminde Siegfried hattını inşa etti (1938-1940). Todt'un ölümünden sonra Speer tarafından yönetildi ve yabancı iş­ çilerin zorunlu yardımlarıyla, işgal edilmiş topraklar üzerinde, çok sayıda tahkimat iş­ lerini, özellikle Atlantik duvarı, Gustav hattı ve V1 fırlatma üslerini yaptı. Bunun dışın­ da, özellikle Polonya ve Rusya'da cephe gerilerinin altyapı işlerini (karayolları, de­ miryolları, havaalanları) gerçekleştirdi. 1944'te, kadrosunda, çoğunluğu yaban­ cı olan (tutsak, sürgün, yükümlü) 2 milyo­ nun üzerinde işçi vardı.



T o ria k i Daibutsu-den’in genel görünümü (VIII. yy.’da kurulmuş, birkaç kez yeniden yapılmıştır)



TODUS a. (küçük kuş anlamında lat. söze.). Antiller'de yaşayan, küçük bedenli, uzun, geniş ve yassı gagalı, çokrenkli (ye­ şil ağır basar) Todus cinsinden kuşların or­ tak adı. (Uçarken yakaladığı böceklerle beslenir. Yeraltı dehlizinde yuva yapar. 5 türü vardır; boyu 11 cm. Todusgiller famil­ yası.)



TOENİOCAMPA O O TH İC A a Tırtılı erik, meşe, ıhlamur vb. üzerinde yaşayan kelebek. (Kukumavpervanegiller familya­ sı.)



TOEPFFER (VVolfgang Adam), isviçreli ressam ve desinatör (Cenevre 1766 - Morillon, Cenevre yakını, 1847). Franken'den Cenevre'ye göçen bir terzinin oğluydu; gravür sanatını öğrendi, Paris'te Suvde' nin atölyesinde çalıştı, daha sonra Cenev­ re'de resim öğretimine başladı. Duyarlı bir manzara ressamı olarak, büyük bir coş­ kuyla kır görünümleri ve Cenevre bölge­ sinin yaşam biçimleriyle ilgili resimler yap­ tı. Taslak, desen ve karikatürleri, gerçekçi nitelikleri ve nükteli yanlarıyla dikkati çe­ ker.



Todus



(Todus todus)



Todl'den genel götünüm



Toepffer TOEPFFER (Rodolphe), fransızca ya­



11572



zan isviçreli yazar ve desinatör (Cenevre 1799 - ay. y 1846). Bir göz hastalığı yü­ zünden resim yapmaktan vazgeçmek zo­ runda kalınca, edebiyata ve eğitimciliğe yöneldi. İsviçre dağlarında öğrencileriyle birlikte yaptığı gezintileri konu alan resimli hikâyeler (Vbyages en zigzag, 1825-1843), komik albümler (Histoire de M. Jabot, 1833 vb.) ve hayali öyküleriyle (le Presby­ tère, 1839-1846; Nouvelles genevoises, 1841) üne kavuştu.



TOFALAR - T o r a l a r . TOFANE İtalya'da, Doğu Dolomitlerde kütle; 3 243 m. Cortina d ’Ampezzo'ya egemendir. Ib f a ş (Türk otomobil fabrikası aş), oto­ mobil sanayisi kolunda etkinlik gösteren kuruluş. 2 mayıs 1968 tarih ve 6/9910 sa­ yılı Bakanlar kurulu kararıyla üretim yap­ mak üzere Bursa'da kuruldu. 1971'de Fi­ at lisansıyla yılda 35 000 birim otomobil üretebilecek kapasiteyle işletmeye açıldı ve 7 835 otomobil imal etti. Tofaş'ın üreti­ mi her yıl artarak 1975’te 29 725'e çıktı. 1976'dan itibaren ise düşmeye başlayarak 1981 'de 12 247'ye indi. Bu tarihten sonra Türkiye otomotiv sanayisindeki gelişme­ ye koşut olarak yükselmeye başlayan üretim, 1991'de 107 381'e ulaştı. Tofaş'ın Türkiye toplam otomobil üretim hacmin­ deki payı da sürekli artarak 1980'de % 42,2 iken 1991'de % 57'ye çıktı. Kurulu­ şundan başlayarak Murat 124 ve 131, Şahin, Kartal, Doğan, Serçe, Tempra ad­ larıyla ve Fiat lisansı altında çeşitli tipte otomobiller imal eden kuruluşun başlıca ortakları ve ortaklık payları şöyledir: Ital­ yan Fiat şirketi % 42,5, Makine ve kimya endüstrisi kurumu % 15, Koç holding % 34,22, Kamu ortaklığı idaresi % 8,13.



TOFET a. Arkeol. Fenikeliler'in insanları



Ahmet Zeki Velidi Togan



kurban ettikleri kutsal alan. (Afrika, Sardinya ve Sicilya'daki pön kutsal alanlarına, özellikle de Kartaca’da ticari limanın ya­ kınlarında bulunan kutsal alana bu ad ve­ rilir. İ.Û. VIII. yy. ile İ.Û. 146 arasında tofetlere, yanmış çocuk kemikleri içeren urnalar konuluyordu. İ.Ö. Vl.-V. yy.'larda urnaların üzerine mısır ibadet yapılarını andı­ ran taşlar dikilmeye başlandı; daha son­ raları bunların yerini çeşitli dinsel simge­ lerin yanı sıra, yalnız Baal Hammon'a ya da Tanit ve Baal Hammon’a bir ithaf yazı­ sı taşıyan dikilitaş biçiminde steller aldı.)



TOFOLİPOM a. (fr. tophoüpome). Patol. Gutlu hastalarda görülen ve içinde tofus­ lar bulunan lipom.



Kartaca (Tunus) tofetinde steiler (i.Ô. Vl.-V. yy.)



TOFU a. (japonca söze.). Mutf. Soya pey­ nirinin Japonca adı.



TOFUS a. (lat. totus; yun. tophos, tüt'



ten). Patol. Gutlu hastalarda dokulardaki ürik asit birikiminin göstergesi olan taşlar. —ANSİKL. Ortaya çıkışı değişik zamanlar­ da, çoğunlukla geç olursa da, bazen has­ talığın birinci yılında da görülen tofuslar, özellikle kulaklarda, dirseklerde, ayaklar­ da, ellerde, daha ender olarak da dizler­ de yerleşir. Büyüklüğü değişiktir, ellerde biçim bozukluklarına neden olabilir. Özel yerleşim yerlerinden biri Aşil kirişidir. Çı­ karılıp İncelendiğinde ürik asit kristalleri içerdiği görülür.



T.OG. (toplam oksijen gereksinimi'nin kı­ saltılması), su arıtma işleminde bir örne­ ği, fırında 900 °C'ta kavururken tüketilen oksijen miktarı için kullanılır.



TOOA a. (lat. söze). Tar. İHRAM'ın eşan­



TOGGENBURQ, İsviçre'de bölge, Sankt Gailen kantonunda; 6 8 800 nüf. Ren’in sol kolu Thur'un yukarı vadisini kapsar. Hayvancılık. XVIII. yy.'da Zürich' in etkisiyle kırsal tekstil sanayisine yöne­ len ilk İsviçre bölgelerinden biriydi. Ib g g e n b u rg ırk ı, Toggenburg vadisi kökenli İsviçre keçisi ırkı. Alp keçisi büyük­ lüğünde, kırçıl esmer renkli, uzun kıllı, boynuzsuz bir keçidir. Birçok ülkede, özel­ likle Büyük Britanya'da ve Amerika Birle­ şik Devletleri'nde yetiştirilir.



TOOİAN, Endonezya'da takımada, Tomini körfezinde, Sulavesi adasının doğu ucundaki İki yarımada arasında.



TOOLİATTİ -» T o l I a t t I .



lamlısı.



TOOÜATTİ (Palmiro), İtalyan devlet



TOOAN - UNKOKU TOGAN.



adamı (Cenova 1893 - Yalta 1946). 1914'te Sosyalist parti'ye girdi. 1915’te silah altı­ na alındı, daha sonra çürüğe çıkarıldı, partisiyle birlikte savaşa karşı cephe aldı. 1919'da Avanf/7 gazetesinin başyazarı, İtal­ yan sosyalist partlsi'nin, Komünist enternasyonal’e girmesinden yana oldu. 1919’ da Torino'da, L'Ordine nuovo'nun kurucu­ ları arasında yer aldı. 1921’de kurulur ku­ rulmaz, İtalyan komünist partisi’.ne girdi. 1922'de merkez komitesinde, 1923'te yö­ netim kurulunda yer aldı. 1922'den son­ ra, Roma’da yayımlanan il comunista'nın başyazarlığını yaptı. 1924’te, Moskova’da, Komünist enternasyonal başkanlığına se­ çildi. İtalya'ya dönüşünde, 1925 nisanın­ da tutuklandı; dört ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. 1926 ocağında, Lyon'da, İtalyan komünist partisi'nin III. kongresine katıldı. Aynı yıl, yemden Enter­ nasyonal başkanlığına seçildi ve sekretaryaya girdi. 1927'de, o günden sonra Fran­ sa ve İsviçre'den yönettiği (1926’dan beri İtalya'da yasaklanmış olan) partinin genel sekreteri oldu. Ama 1928'den sonra 1937' ye kadar, daha çok Moskova'da kaldı. 1939 martında Fransa’ya geçti, 1939 ey­ lülünde tutuklandı, daha sonra, 1940 şu­ batında serbest bırakıldı. Belçika üzerin­ den Rusya'ya geçti, burada 1941 hazira­ nında nazi saldırısından sonra Moskova radyosundan Italyanlar'a seslendi. Müt­ tefiklerin çıkarmasından ve Mussollni'nln düşmesinden sonra, 1944 martında İtal­ ya'ya döndü ve Badoglio hükümetine girdi. 1946'ya kadar değişik hükümetle­ rin üyesi oldu. 14 temmuz 1948'de ciddi bir suikasta uğradı, bununla birlikte, kısa bir süre sonra yeniden çalışmalarını sür­ dürdü. Katıldığı SSCB komünist partl­ si'nin XX. kongresinden sonra, Italyan komünist partisi'ni stalincilikten arındır­ ma yoluna soktu. Komünist partilerin eşitliğini ve çokmerkezcillğl savundu.



TOOAN (Ahmet Zeki Velidi), türk tarih­ çi, siyaset adamı (Sterlitamak, Başkırdistan, 1890 - İstanbul 1970). Ötek medre­ sesi, Gayri rus muallim mektebi, Kazan Üniversitesi'nde okudu. Kazan'da Kasımiye, Ufa'da Osmaniye medreselerinde arap edebiyatı, türk tarihi dersleri okuttu. Çuvaş kökenli Prof. Nikolay Aşmarin (1870 -1933), sagay türkü Prof. Nikolay Katanov'dan (1862-1922) yararlandı. Katanov' un bugün Türkiyat enstitüsü'nde bulunan kitaplığının satın alınarak Türkiye'ye geti­ rilmesini sağladı. Kazan Üniversitesi tarih, coğrafya, etnografya derneği adına Taş­ kent, Fergana, Buhara'da tarih, edebiyat, etnografya araştırmalarında bulundu. Bu sırada Kutadgu bilig'in yeni bir yazması­ nı ele geçirdi. Ufa müslümanlarının tem­ silcisi olarak Çarlık döneminde Duma'ya seçildi (1916). ihtilalden sonra Başkırdistan Devlet başkanı oldu (1920). Sovyet yö­ netimiyle anlaşmazlığa düşerek savaşımı­ nı Türkistan'da sürdürdü; bu hareket ba­ şarısızlığa uğrayınca Paris'e, daha sonra Berlin’e gitti. (Yaşamının bu dönemine ka­ dar geçen olayları Hatıralar [1969] yapı­ tında konu edindi.) İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesi'nde umumi türk tarihi müderrisliğine getirildi (1927). Resmi ta­ rih tezine aykırı görüşü yüzünden göre­ vinden uzaklaştırılınca (1932) Viyana'ya gitti ve ibn Fadlans reiserberı'cht (ibni Fadlan’ın seyahatnamesi, basılışı 1939) teziyle doktorasını verdi. Bonn ve Göttingen üni­ versitelerinde İslam bilimleri dersi okuttu (1935-1939). İstanbul Üniversitesi'nde ye­ niden görev aldı. Turancılık ülküsüne bağlı bir devlet kurma amacını taşıdığı ileri sü­ rülen hareket dolayısıyla yargılanıp aklan­ dıktan (1944-1947) sonra üniversitedeki çalışmasını sürdürdü; İslam tetkikleri enstitüsü’nü kurdu. Türk tarihi, İslam uygarlı­ ğı konularında yapıtlar verdi: Bugünkü Türkili (Türkistan) ve yakın tarihi (1942), Umumi türk tarihine giriş I (1946), Tarihte usul (1950). Horezmce tercümeli Mukaddemet ül-edep (Khorezmien Glossary ot the Muçadimat al-Adab", 1951), Türklü­ ğün mukadderatı üzerine (1970), Oğuz destanı ("Reşidettin Oğuznamesi'nin ter­ cüme ve tahlili", 1972). [ — Kayn.] T O O A N ARSLAN, Dilmaçoğulları be­ yi (öl. Bitlis 1137). Beyliğin kurucusu olan Dilmaçoğlu Mehmet Bey’in oğlu. Baba­ sının ölümü üzerine (1104), beyliğin başı­ na geçerek önce Anadolu Selçuklu hü­ kümdarı Kılıç Arslan l'e, onun ölümünden (1107) sonra da Ahlat'ta hüküm süren Ermenşahlar'a bağlandı. Artuklular'ın böl­ gede giderek güç kazanması üzerine Ermenşahlar'dan yüz çevirip Artukoğlu ilgazi'nin egemenliğini tanıdı (1119), onunla birlikte Haçlılar’a ve Gürcüler’e karşı sa­ vaştı. Irak Selçukluları arasındaki taht kav­ gasında Mesut'u destekledi ve tahtı elde etmesinden (1134) sonra da ona bağlılı­ ğını bildirdi. Başkentinde hastalanarak ölünce, oğlu Hüsamettin Kurti onun yeri­ ne geçti.



TOOAN TEMÜR Sh u n d I.



ŞUNDİ ya da



TOGNAZZİ (Ugo), Italyan film yönet­ meni ve oyuncusu (Cremona 1922 - Ro­ ma 1990). Başlangıçta tiyatro ve müzik­ hollerde göründü, savaş sonrasında ise komik revülerin öncülüğünü yaptı ve aynı zamanda oyuncu olarak çalıştı, daha sonra İtalyan televizyonunun en popüler kişilerinden biri oldu. İlk filmini 1950'de çevirdi, ancak M. Ferreri'nin L'ape regina (1963) adlı filmi kendisine uluslararası ününü sağladı. Bazı filmleri: I monstri(D. Risi, İ 963), İl padre di famiglia (N. Loy, 1968), Straziami ma di baci saziami (D. Risi, 1968), L'udienza (M. Ferreri, 1971), Majstori Margarita (A. Petrovic, 1972), La grande abbuffata (M. Ferreri, 1973), Amici miei (M. Monicelli, 1976), Prima amore (D. Risi, 1978), Çılgınlar kulübü (la Cage aux folles) [E. Molinaro, 1978], Tragedia di un uomo ridicolo (B. Bertolucci, 1981), Bertoldo, Bertoldino e Cacasenno (M. Monicelli, 1984), Le Bon Roi Dagobert (D. Risi, 1984).



TOONİ (Camlllo), İtalyan besteci (Gussago, Brescia, 1922). 1940'tan başlayarak dizisel tekniği benimsedi. 1951-1957 ara­ sında Darmstadt Müzik enstitüsü'nün derslerine devam etti. Parma konservatuvarı'nda ders verdi. Yapıtları Viyana oku­



Togo luna olan ilgisini dile getirmekle birlikte (özellikle Trakl'ın metinleri üzerine beste­ lenmiş olanlar), aynı zamanda yeniklasik bireğilim taşır (yaylı çalgılar için Fantasia concertante, 1957). Başka bazı yapıtları: Helian di Trakl, soprano ve oda orkestra­ sı için (1961), Preiüdler ve Rondolar (1964) ve Rondo per 10 (1963) [Charles d'Orléans’ın Şiirleri üstüne], Yaylı çalgılar triosu (1978), Tre düetti, soprano ve flüt için (1977-1980).



■TOOO, Afrika'da devlet, kuzeyinde Burkina Faso, (11 °K) güneyinde Gine körfezi (5 °K) olan Gana ile Benin arasın­ da yer alan Togo (56 000 km2), ortalama genişliği yüz kilometreye yakın, uzunlu­ ğu 600 km olan bir koridor görünümün­ dedir: 3 764 000 nüf. (1990). Başkenti Lomé. Resmi dili fransızca. COĞRAFYA • Doğal çevre. Ülkeyi yandan kuşatan bir sıradağın her iki yanında yer alan plato­ lar ve alüvyonlu geniş ovalar, ülkenin baş­ lıca yer biçimleridir. Atakora sıradağları, G.-B.'dan K.-D.'ya doğru uzanan, ortalama yükseltisi 800 m'yi bulan kuvarsitli dizileri içine alır. Doğu ovası, Mono ırmağı hav­ zalarıyla, Anécho denizkulağıyla bağlan­ tılı Togo gölüne dökülen küçük Haho ve Sio ırmaklarının havzalarından oluşur. Bu ova. Lama çöküntüsüyle yarılmış, kumlu -killi plato aracılığıyla denizkulağı ve kıyı bölgesinden ayrılır. K.’den Dapango pla­ tosuyla kuşatılan Oti taşkın ovası, Volta ır­ mağı havzası içinde kalır, iklim, sıcak ve kuru bir tropikal karasal



hava akımı olan kuzey alizesiyle (harmattan; kışın kuzey-doğu'dan gelerek Togo' yu etkisi altına alır), yazın ülkenin iç kesi­ mine az çok derinlemesine giren ve G. -B.’dan K.-D.'ya doğru ilerleyen nemli gü­ ney alizesinin (muson) karşılaşmasının ya­ rattığı koşuların etkisindedir. İki iklim reji­ mi görülür: G.'de, birbirini izleyen dört mevsimli bir yarıekvator iklimi (uzun bir ya­ ğışlı mevsimle [kış; nisan-haziran] bir ku­ rak mevsim [aralık-mart] kapsar); K.’de, çok farklı iki mevsimli tropikal iklim. Bu­ nunla birlikte iki sapma göze çarpar: ya­ ğışlı Atakora sırtı (1 500 mm) ve Lomö'de (800 mm) baobab ağaçlarının yetişmesi­ ne yol açan kıyıdaki olumsuz sapma. Bitki örtüsü, yağış rejimine bağlı olarak değişir; Atakora kütlesi tropikal ormanla kaplıdır. Mono havzası Gine savanıyla ör­ tülüdür; Oti ovasıysa Sudan savanıyla kaplıdır. • Nüfus ve ekonomi. Nüfus, çok genç olu­ şu ve eşitsiz dağılımıyla ayırt edilir. Yoğun­ luk, Güney'de çoğunlukla km2’de 200 ki­ şiyi aşar. Savane ilindeyse ortalama km2'de 50 kişiden azdır. Togolular'ın yak­ laşık % 85’i tarımla geçinir. Hint patatesi, manyok, mısır ve darı başlıca besin kay­ naklarını oluşturur; kakao, kahve, pamuk ve palmiye yağı dört büyük dışsatım ürü­ nüdür, En büyük zenginlik, Kpömö zen­ ginleştirme fabrikasına demiryoluyla taşı­ nan fosfattır (3,5 Mt 1988). Bu fabrikada üretilen % 79-81 oranında trikalsiyum fosfat bulunan konsantre aynı kentteki yük iskelesinden gönderilir. İmalat sana­ yisi hemen hiç yoktur, tek gerçek kent olan Lomö'de toplanmış birkaç tüketim sanayisi koluyla sınırlıdır. Fosfat satışları (kakao ve kahveyi çok gerilerde bırakan başlıca dışsatım ürünüdür), donanım malları ve işlenmiş madde dışalımını kar­ şılamaya yetmez, bu nedenle ticaret dengesi her zaman büyük açık verir. TARİH Sömürge paylaşımına kadar Togo’nun, komşularının tarihinden ayrılması güç bir tarihi vardı. Aşanti ya da Dahomey’e ben­ zer hiçbir krallık, ülkeye damgasını vura­ madı. Kuzey'de Dapangolar, Bassarililer ve Tambermalar (Atakora), Orta Togo’da Kabreler ve Akpossolar gibi yerli bir temel üzerinde, Dahomey'in güneyindeki Eve­ ler ve Yorubalar, Kouandö'deki Baribalar, Fildişi Kıyısı’ndaki Tyokossiler, Gana'daki Fantiler ve Guinler, Burkina Faso'daki Kotokoliler, göçler dolayısıyla birçok yerde birbirleriyle karşılaşarak, duruma göre ya özerk kaldılar ya da yerlilerle kaynaştılar (Bassarililer). Ketu’dan yola çıkan Evelerin Blanchet-Pitch



tarihi, özellikle XVII. yy. sonunda onları ül­ kenin tüm güneyine ve Gana’nın güney -doğu'suna yayan diaspora daha iyi bili­ niyor. Çağdaş dönemde (1923’ten başla­ yarak), güneye doğru bir kabre ve losso göçü de görüldü. . XV. yy.'da, tüm Gine körfezi kıyısı gibi Togo kıyısı da Portekizliler, ardından Da­ nimarkalIlar tarafından ziyaret edildi. XVI. yy.’da portekizli misyonerler ortaya çıktılar­ sa da, DanimarkalIlar tarafından gerçek bir protektora uygulandı. Aşağı Togo ve daha düşük bir ölçüde Orta Togo ovaları geniş bir insan deposu durumunda ol­ dukları için köle ticareti, erkenden geliş­ meye başladı. 1800'de, gelecekteki Uidah chachası Francisco da Souza tüccar ola­ rak Anécho'ya yerleştiyse de, köle ticare­ tinin yerini alan avrupa hurma yağı tica­ reti gerçekten ancak XIX. yy.'ın ikinci ya­ rısında iyice oturdu. 1870'e doğru ilk avrupalı (fransız, alman ve İngiliz) ticaret acenteleri kuruldu. Temmuz 1884’te alman kâşif Nachtigal, Anécho yakınında karaya çıktı ve Lomé, Anécho ve Porto Seguro reisleriyle pro­ tektora antlaşmaları imzaladı. Küçük bir kıyı köyünün adını vererek ülkeyi “ Togo" olarak adlandıran. Daha 1885'e Almanlar, Fransa ile çatışmaya başladı. Berlin kon­ feransı Almanya’ya, istediği gibi davran­ mak olanağını sağladı; 1885 ve 1886’da Fransızlar ve ingilızler ile imzalanan ant­ laşmalar, Almanlar’a Nijer'e serbestçe gir­ mek hakkı veriyordu. Fransa ile rekabet 1897'de, Dahomey sınırını saptayan Pa­ ris antlaşması ile son buldu. Büyük Bri­ tanya ile Orta Togo düzeyinde tarafsız bir bölgenin yazgısı, 1899 Samoa antlaşma­ sına kadar askıda kaldı. 1897’de başkent, Lomé'ye taşındı ve iç kesimde, 1896’da Sansanné-Mango, 1898’de Atakpame ve Sokodé karakolları kuruldu. Tam “ barışlandırma", özellikle Kuzey kesimde (Konkomba bölgesindeki 1897 -98 ayaklanması) güç sağlandı, iktisadi gelişme, özellikle genel vali kont Zech'in sağladığı atılımla hemen başladı. Plantas­ yonlar azaltılmakla birlikte, toprakaltının araştırılmasına girişildi, kakao ağacı, pa­ muk ve tekağacı ekimine başlandı, Lomé'de bir iskele kuruldu, üç demiryolu hattı döşendi, hurma yağı ve palmiye ih­ raç edilirken, pamuklu bez ve kumaşlar ithal edildi. Bununla birlikte Kuzey, bu ge­ niş değerlendirme planının dışında kaldı. Yalnızca yerli bir güvenlik örgütünün sa­ vunduğu Togo, daha ağustos 1914'te Müt­ tefiklerin harekât merkezi durumuna geldi ve 26 ağustosta bu harekât, koşulsuz bir teslimle sonuçlandı. Fransızlar ve ingilizler, ülkeyi paylaştı. 1Ü,temmuz 1919 ant-



11573



Riboud-Magnum



Palmiro Togliatti (1963’te)



Togo'nun kuzeyindeki tahkimli kulübeler



T ogo 11574



Aniéî f



EKONOMİ



D a d ia ^/ L—' parça, yedekparça. ^aksesuvar *Kr==şnotosıklet, bisiklet. - —^çekici TEKSTİL, GİYİM pamuklu dokuma



ığıt eşyalar



ÂAVeta^ / v A g ouéva'-



yapı gereçleri ^ çimento fabrikası Q tuğla, seramik



basrha kumaşlar



; 'K p ém é lQ M g



kimya sanayisi ;'fosfat zenginleştirme. gübre petrol rafmerıs1 sabun, deterjan besin-tarım bitkisel yağlar nişasta, tapıyoka seker labrıkası (tasarı) b.ıa labrıkası



I



metalürji elektrikli çeiikhane -küçük metalürji tesisleri teksin • iplikçilik, dokuma, baskı (pamuk)



laşması’yla ülkenin üçte ikisini, tüm deniz kıyısını ve Lome’yi Fransa alırken, Büyük Britanya da Batıdaki zengin toprakları el­ de ediyordu. 1922de her iki ülkeye de Milletler cemiyeti (MC) mandaları verildi. ilkin 1934'e kadar Sömürgeler bakanlı­ ğının doğrudan yönetimine giren Fran­ sız Togosu, ardından Dahomey ile bir tür kişisel birlik kurdu (ortak vali ve hizmet başkanları) ve son olarak 1936da resmen Fransız Batı Afrikası'na (FBA) katıldı. 13 aralık 1946da, halkın yavaş yavaş kendi kendini yönetme olanağına doğru gelişmesini öngören San Francisco antlaşması'nın 73. maddesine göre, Birleş­ miş milletler vesayet rejimi yürürlüğe kon­ du. Togo, Fransız birliği'nin ayrılmaz bir parçası olarak kalmakla birlikte transız yö­ netimi bir vesayet konseyinin denetimine girdi. Bunun üzerine siyasal yaşamın başlıca olaylarını, partilerin kurulması ve Eveler sorunu oluşturdu. Sylvanus Olympio ön-



'(To0o/Beniıin ortak tasarısı)



Tab llg bo işlenmiş . / i a h o t o é , K p o g a m ë ^ YALAR __ 4 /G a n a v é Berun.g x / doğro



^ > Agu \s Akosombo Alokouégbt barajı G a m ,a doğru



DİĞER İŞLENMİŞ ■ EŞYALAR i——kauçuk



§§



Kpalimé



ngbeto 1 N a ngbet



cülüğünde Togo Birlik komitesi (CUT, Co­ mité d ’unité togolaise), Nicolas Grunitzky yönetiminde Togo ilerleme partisi (PTR parti togolais du progrès), Kuzeyli reisle­ rin ve halkların birliği (UCPN, Union des chefs et des populations du Nord) gibi partiler kuruldu. Éveler'in toprağıysa Gold Coast sınırıyla ikiye bölünmüştü. Gold Coast'tan başlatılan bir hareket (Ali Ewe Con­ férence), Eveler ülkesinin İngiltere vesa­ yeti altında birleştirilmesini istedi. Birleş­ miş milletler'e gönderilen bir fransız-ingiliz muhtırasının ardından, Birleşmiş milletler bir Togo sorunları komisyonu kurdu. An­ cak Eveler her iki ülkede de ancak bir azınlık oluşturduklarından, bu komisyon başarılı bir sonuca varamadı. 1951 seçimlerini N. Grunitzky kazandı. 1955’ten sonra bir hükümet konseyi ku­ ruldu. 9 mayıs 1956'da yapılan bir plebi­ sitte, İngiltere Togosu'nun kuzey bölgele­ ri yoğun bir biçimde Gana'ya katılmadan yana oy kullanarak Eveler sorununu ke­



sin bir çözüme bağladı. 30 ağustosta To­ go Özerk Cumhuriyeti ilan edildi ve Gru­ nitzky Başbakanlığa getirildi. Yetkiler ya­ vaş yavaş Togolular'ın eline geçti. 27 ni­ san 1958'de Birleşmiş milletler denetimin­ de yapılan seçimler sonucunda PTP (To­ go İlerleme partisi) yenilgiye uğradı. Baş­ bakanlığa bu kez Sylvanus Olympio geti­ rildi ve 27 nisan 1960’ta da bağımsızlık ilan edildi. 9 nisan 1961 seçimlerinde, partisinin lis­ telerinin kazanmasıyla Olympio’nun duru­ mu güçlendi. Bunun üzerine Olympio; başkanlık tipinde bir Anayasa yardımıyla kişisel bir siyaset izlemeye başlayarak her türlü muhalefet biçimini önledi, mali bir ke­ mer sıkma rejimi kurdu, Brazzaville ya da Casablanca gruplarına karşı bir bağlan­ tısızlık siyaseti izleyerek ülkeyi dışarda yal­ nız bıraktı. Ülkeyi, özellikle de ülkenin ku­ zey bölgesini, büyük bir hoşnutsuzluk sar­ dı. Kuzey'deki halklar, Güney’in tuttuğu yer bakımından olduğu kadar, kakao ağa­ cı ekicileri, hıristiyan seçkin ve kentlileşmiş gençlik tarafından da haksızlığa uğ­ ratıldıklarını düşünüyorlardı. 13 ocak 1963'te Olympio öldürüldü; iktidan bir as­ keri ayaklanma komitesi ele alarak N. Grunitzky'ye ve kuzey kökenli A. Méatchi'ye çağrıda bulundu. Aynı yılın 5 mayısında seçimler yapıldı ve oyların çoğunluğuyla yeni bir Anayasa kabul edildi. Yalnızlık si­ yaseti sona erdi. Togo OCAM'a (Afrika ve Mauritius ortak örgütü), ardından 1966'da Antant konseyi'ne katıldı. Liberal bir siya­ set uygulayan Grunitzky, kendi partisinin yanında Togo halklarının demokratik bir­ liği (UDFT, I' Union démocratique des po­ pulations du Togo) gibi öteki partilerin var­ lığını da hoşgörüyle karşıladı. 1966'da bir hükümet darbesi girişimi başarısızlığa uğratıldıysa da ordu, 1967' de iktidarı ele geçirefek Anayasa'yı askı­ ya aldı, yarbay Eyadéma Cumhurbaş­ kanlığına getirildi. Siyasal partiler kapatıl­ dı, iktisadi gelişmeye öncelik verildi. Eski başkanların, yani Olympio ve Grunitzky'nin (öl. 1969) yandaşlarını bertaraf etmek için Eyadéma, geleneksel reisle­ rin, Togo halkının birliği adlı bir tek parti­ nin kuruluşunu onaylamalarını sağladı ve bu partinin başkanlığına seçildi. 1972'de düzenlenen halkoylamasında togolu seç­ menler, oylarını Eyadéma'dan yana kul­ landı. 1979'da halkoylamasıyla yeni bir Anayasa kabul edildi, Eyadéma, III. Togo Cumhuriyeti'nin ilk başkanlığına getirildi. 1990'lara gelindiğinde, Doğu bloku ve diğer Batı Afrika ülkelerindeki gelişmeler, ülkede demokrasi tartışmalarını günde­ me getirdi. 1990'da birkaç bağımsız aday parlamentoya girdi. Ancak iki mu­ halefet liderinin tütuklanıp mahkûm edil­ mesi üzerine, gittikçe şiddetlenen protes­ to eylemleri başgösterdi. Nisan 1991'de muhalefet partileri yasallaştırıldı. Tem­ muzda toplanan Ulusal konferans, ana­ yasayı yürürlükten kaldırdı; Joseph Kokou Kofflgoh'u başbakan seçti. 1992'de ya­ pılması planlanan çokpartili serbest se­ çimlere dek ülkeyi yönetmek üzere bir Yüksek cumhuriyet konseyi kuruldu. Eyadéma devlet başkanlığında kaldı, an­ cak yetkileri elinden alındı. Ona bağlı as­ kerler aralık 1991'de Koffigoh'a gözdağı vermek için hükümet sarayını kuşatınca, Kofflgoh güç dağılımı konusunda Eyadéma'yla anlaşmak zorunda kaldı. Ancak demokratikleşme süreci 1992'de dondu­ ruldu, seçimler belirsiz bir tarihe ertelen­ di. Ocak 1993'te başkan Eyadéma'ya karşı başlatılan grev ve gösteriler şiddet kullanılarak bastırıldı. Binlerce Togolu Benin ve Gana'ya sığındı. Mart başında bir darbe girişimi başarısızlıkla sonuç­ landı. T O â A ya da T O d K A a. Yörs. Mutf. Yo­ ğurtlu bulgur çorbası. (Sulandırılmış yo­ ğurt kaynatılıp içine iri taneli bulgur atıla­ rak yapılır. Piştikten sonra üzerine eritilmiş yağ gezdirilir ve sumak serpilir. Anadolu' nun birçok yöresinde yaygın bir çorba tü­ rüdür.)



TO Ğ R U L a Zool. Bazen çakırkuşuna ve­ rilen ad. T O H A R C A a. Hint-avrupa dili, V. ve X. yy.’lar arasında Çin Türkistanı'nın kuzeyin­ de konuşulurdu. —ANSİKL. Yunanca tokharoi'den aktarılan "toharca” terimi, komşuları Uygurlar'ın bu halka verdikleri Tokrılar'ın adıyla bir karış­ tırmadan kaynaklanır. Tohariar kendilerine, büyük bir olasılıkla sanskritçe arya'dan aktarma bir terimle arçi derdi. Toharca metinleri içeren elyazmaları 1900'de bu­ lunmuştur. Brahmi yazısının kullanıldığı bu belgeler, özellikle sanskritçe buddha edebiyatının çevirilerinden oluşmaktadır, iki lehçe belgelenmiştir; doğuda Turfan bölgesinde toharca A ve özellikle batı­ da Kuça bölgesinden kaynaklanan to­ harca B A lehçesinin, daha V. yy.'da ölü bir dil olduğu ve buddha manastırlarında dinsel tören dili olarak kullanıldığı sanıl­ maktadır. Coğrafi konumuna karşın toharcanın hint-ari ya da İran dilleriyle akraba­ lığı yoktur; tersine hititçeye ve batı dilleri­ ne (yunanca, italik ve kelt dilleri) daha ya­ kındır. Orta edilgen eylemlerdeki -r bitimi gibi kimi arkaik özellikler içeren toharca bazı dilbilimcilere göre hititçeyle bir dö­ nem birlikte yaşamıştır. Buna karşın, çok değişmiş olan sesçil durumu hititçeden ayrıdır: kapantılıları ötümlü, ötümsüz ve soluklu diye ayırmaz. Toharcanın, yüzyıl­ lar boyunca tek başına evrim geçirdiği, ancak ortak dilsel varlığın izlerini korudu­ ğu sanılır. Bu dil, X. yy.’a doğru, Çin bas­ kısı ve türk-moğol göçleri sonunda orta­ dan kalkmıştır. T O H A R İS T A N . Tar. coğ. Amu Derya’ nın yukarı çığırında bölge; Belh’e bağlı bulunan tüm dağlık bölgeleri kapsıyordu. Arap coğrafyacı Yakut-ı Hemevi Yukarı ve Aşağı olmak üzere iki Toharistan bulundu­ ğunu yazar. Başkent Telekan ya da Tayekan dışında, önemli kentleri Enderabe ile Vervaliz idi. Yerli beyler, Sasaniler ve Türk­ lerle yapılan savaşlardan sonra 740’a doğru Araplar ın eline geçti. Daha sonra Guriler’in egemenliğine girdi. XIII. yy.’dan sonra da bu ad kullanılmaz oldu. T O H M A ç a y ı, Fırat nehrinin B.’dan al­ dığı önemli akarsu; 255 km. Günümüzde, Malatya havzasının B.’sında Karakaya ba­ rajına dökülür, iki esas kolun birleşmesin­ den oluşur, bunlardan biri Tahtalı dağla­ rından inen ve esas Tohma çayı sayılan ırmak, öteki de Uzunyayla’nın K.-D. kesi­ minden gelen ve Balıklıtohma çayı adı ve­ rilen akarsudur. Bu iki kol. Darende ova­ sında birleştikten sonra dar bir boğazdan geçerek Karakaya baraj gölüne kavuşur. Ortalama akımı 9 m3/sn olan Tohma ça­ yı, özellikle kar suları ile beslendiğinden nisan ve mayısta kabarır (nisan ayı ort akı­ mı 29 m 3/sn), beslenme alanındaki don nedeniyle ocak ve şubatta su düzeyi al­ çalır (şubatta ort. akım 6 m3 /sn). T Ö H O Â İ (Nguyen Sen, — denir), Viet­ namlI yazar (Flanoi 1920). Doğduğu köy Nghia Dö’nun geleneklerim ve törelerim tanımlamadaki yeteneğiyle tanındı; 1945’ ten sonra, vatandaşlarının bağımsızlık mücadelesi ve marxçı rejimin kurulmasıy­ la ilgili röportajları yayımlandı. T O H O K U , Japonlar’ ın Honşu adasının kuzey bölümüne verdikleri ad. Fukuşima, Yamagata, Miyagi, ivate, Akita ve Aomori illerini içine alan Tohoku’nun yüzölçümü 67 000 km2 ve nüfusu 10 milyondur. Uzun kışlar, dağlarının önemi ve ağır sanayisi­ nin yokluğu, burayı Flokkaido’dan sonra ülkenin nüfus yoğunluğu en düşük (km2’ ye 150 kişi) bölgesi haline getirmiştir. Baş­ lıca kentler: Sendaı, Akita, Morioka, Ao­ mori, Yamagata, Fukuşima, Koriyama ve ivaki. T O H U M a. (fars. tulpm'üan). 1. Bitkiler­ de, döllenme ve yumurtacığın gelişmesi sonucunda oluşan, filizlenmeden sonra yeni bir bitkinin oluşmasını sağlayan or­ gan. (Bk. ansikl. böl.) —2. Soy sop, sü-



lale: O çocuğun tohumu bozuk. —3. Ge­ lecekte birtakım durumlara, eylemlere, so­ nuçlara yol açacak olan, onları hazırlayan tutum, eylem vb.: Topluma anarşi tohum­ ları ekmek. Bugün ekilen tohumlar yarın sonuçlarını verecektir. —4. Meni. —5. To­ huma kaçmak, bir bitkiden söz ederken, tohum üretme zamanına gelmek, kartlaş­ mak; bir kimseden söz ederken, (şaka yol­ lu) yaşlanmak, kartlaşmak. || Tohumu dö­ külmek, aşırı ölçüde korkma yüzünden çocuk yapma gücünü yitirmiş olmak. || Kö­ tü tohum, kötü yola düşeceği düşünülen çocuk, genç. —Bahç. Tohum ovmak, maydanozgillerin tohumlarını (maydanoz, havuç), dikenle­ rini köreltmek ve ekilmelerini kolaylaştır-



meyvenin kabuğu çenek



I tom urcuk _______ . 1 taslağı embriyon kök taslağ’ tohum kabuğu



meyvenin kabuğu tohum kabuğu çenek



mısır (üstte) ve meşe (aşağıda solda) tohumlarının çimlenmesi ____



kadehçik



çiçek sapı ke siti



yıldız



mak için elle ya da makineyle birbirine sürterek ovalamak. —Bot. Tohum iç zarı, iki zarlı (kabuklu) to­ humların içteki zarı. Yumurtacıktaki ikinci zarın gelişmesiyle oluşur ve albumeni dış­ tan sarar. || Tohum taslağı, YUMURTACIK' ın eşanlamlısı. || Tohum yaprağı, ÇENEK' ın eşanlamlısı. Tohum zarı, tohumu dıştan sararak onunla bütünleşen kılıf. (Kapalıtohumluların yumurtacığı genellikle döl­ lenmeden sonra tohum zarı haline gelen iki zarla [birinci zar. ikinci zar] kaplıdır. Birincizar sıvılaşabılır [keneotu], helmece zenginleşebilir ve nemçeker hale gelebi­ lir [keten]; pamukta yüzeysel hücreler uza­ yarak sayısız tüy halini alır. İç zar [ikinci zar] ise çoğu zaman kısa sürede niteliği­ ni kaybeder.) —Böcbil ipekböceğinin (Bomyx mori) yu­ murtası. (Tohumun ağırlığı 0,5 ila 1 mg arasında değişir.) || Sıçrayıcı tohum, Ame­ rika ve Afrika'da yetişen sütleğengillerden bazı bitkilerin, içinde Carpocapsa saltiltans tırtılı bulunan tohum. (İçerdeki tırtılın kıpırdanışı bu tohumlara bazı anı hareket­ ler yaptırabilir. Sıçrayıcı tohumların en iyi bilineni "sıçrayıcı bezelye' dir.) || Tohum be­ lirleyici, Terebrantia öbeğinden zarkanatlılarda, döllenmiş yumurtanın çekirdeğini çevreleyen ve çokembriyonluluk halinde, bütün embriyon taslaklarına dağılarak on­ ların erişkin hale geçmelerini sağlayan sıtoplazma organitlerinin tümü (Tohum be­ lirleyicinin rolü, Agenıaspis ve Litomastix cinslerinde özellikle incelenmiştir.) —El sant. Tohum iğnesi, kumaşa batırılıp yüze alınan iğneyi, üzerine birkaç kez ip­ lik doladıktan sonra çekerek yapılan işle­ me. (Her türlü işleme iğnesiyle birlikte uy­ gulanabilir. Daha çok, desen içlerini dol­ durmada kullanılır.) [Fransız düğümü de denir.] —Ormanc. Tohum ağacı, kesilinceye ka­ dar alıkonan, tohum elde etmeye yarayan seçkin ağaç. || Tohum ağaçlığı, yeni bir or­ man oluşturmak amacıyla tohum elde et­ mek için seçilmiş ağaçlardan meydana gelen özel ağaçlık. || Tohum kurutma ye­ ri, orman ağaçlarından elde edilen to­ humların kabuklarından çıkarılmasına ve saklanmak üzere kurutulmasına ayrılmış yapı.



—Tarım. Tohum bitkisi, tohum elde edil­ mek üzere tam olgunlaşıncaya kadar tar­ lada tutulan tarım bitkisi. —Tarım, mak. Tohum ekme makinesi -



EKİM" MAKİNESİ.



—Zootekn. Erkek hayvandan çıkan sper­ ma. || Tohum tüpü, iki ucu kapalı 11 cm uzunluğunda bir boru biçiminde olan ve çapına göre 1, 0,5 ya da 0,25 mİ sulandı-



hurma (altta) ve fasulye (aşağıda* tohumlarının çimlenmesi



kara hardal



meyvenin kabuğu mezokarp tohum kabuğu



karabiber



üstte kokulu tohum lar (baharat)



_____ ------------------



albumen çenek



ilk yapraklar tomurcuk taslağı sap taslağı kök taslağtohum kabuc u çenek



to h u m u n ke siti



tohum 11576



tuy demetli tohumlar



inattı tohumları



karahindiba tohumları



tohumların dağılışı



p



kakao ağacının tohumlan



kavrulacak tohum lar



lı tohum lar



rılmış sperma İçeren plastik küçük tüp. Ya­ pay tohumlamada tohum taşıma, sakla­ ma ve depolama amacıyla kullanılır. — A N S İK L . Bot. Tohum, açıktohumlularda bir pulcuğun üzerinde açıkta, kapalıtohumlularda ise bir meyvenin içindedir. Meyvenin içindeki tohum sayısı bitkilere göre değişir. Tohumun bir kabuğu bir de içi vardır. Kabuğun yüzeyi kimisinde pü­ rüzsüz, kimisinde dikenli (haşhaş) ya da baştan başa tüylü (pamuk) yahut bir nok­ tada sorguç biçiminde toplu bir tutamla kaplıdır (söğüt). Tohumun üzerinde, tohu­ mu meyveye bağlayan göbekbağının izi olarak bir göbek, yumurtacığın kapısının kalıntısı olan ve kapıcık denilen çok küçük bir delik bulunur. Bazen kabuk, kapıcığın çevresinde ibik adı verilen bir çıkıntı oluş­ turur (keneotu). Tohumun önemli kısmı embriyondur. Embriyonda bir kök taslağı ve bunun uzantısı olan bir sap taslağı bulunur. Sap taslağının üzerinde iki yanda çenekler (ya da birçeneklilerdetek çenek) yer alır. Sap taslağının ucunda tomurcuk taslağı deni­ len bir embriyon tomurcuğu bulunur. Em­ briyon çoğunlukla, albumen denilen bir yedek besin dokusunun içindedir (albumenll tohumlar). Albumensiz denilen ba­ zı tohumlarda albumen yoktur (fasulye); bu gibi tohumlarda yedek besinler şişkin ve etil olan çeneklerde birikir. Bazı tohumlarda (nilüfer, karabiber), ye­ dek besinler az gelişmiş bir albumenin ve perisperma denilen sürekli bir evinin için­ de yer alır. Tohumlar rüzgârla (kanatlı ya da sorguçlu küçük tohumlar), memeliler­ le, kuşlarla ya da böceklerle (yenen bir meyve içindeki tohumlar, çengel tüylü ya da yapışkan tohumlar), suyla (yüzer to­ humlar) ya da onları çok uzaklara fırlatan karmaşık mekanizmalarla (eşek hıyarı) et­ rafa dağılır. Bazı tohumlar kısa zamanda (kahve), hatta ana bitki üzerinde (avicennia gibi vivipar bitkiler) çimlenmeye hazır­ dır. Fakat tohumların çoğu az ya da çok süren canlı bir uyuşukluk (uyku" dönemi) geçirir ve çimlenmek için elverişli zama­ nın gelmesini bekler. Canlılık (çimlenme gücü), türlere göre birkaç günden birkaç yıla kadar sürebilir. Bazı tohumlar besin olarak kullanılır (buğday, fasulye, pirinç, kocadan, mısır vb. gibi unlu tohumlar); bazı tohumlar, çe­ neklerde ya da albumende depolanmış sıvı yağlar verir (kolza, haşhaş, ayçiçeği, yerfıstığı, ceviz, hindistancevizi vb); bazı­ ları baharat olarak kullanılır (biber, kimyon vb); kahve, kakao gibileriyse kavrularak tüketilir. Fosil tohumlar pek çoktur (iz halinde ya da silisleşmiş olarak). Bir tohumun bulunması o bitkinin to­ humlu bitkiler şubesinden sayılması için yeterlidir. • Tohumların ömrü. Yabani bitkilerin çim­ lenme gücü tarım bitkilerininkine (tahıllar­ da 10 yıldan az) göre daha uzun sürer (20-30 yıl). Bazı bitkiler çimlenme gücü­ nü sadece birkaç hafta koruyabilir (kah­ ve ağacı, kavak, huş). Genellikle 2-3 yıl bekledikten sonraki çimlenme yüzdesl ço­ ğu zaman ilk yıla göre daha fazladır (mor üçgül: hasatta % 14, 3. yılda °/o 63), fakat 5. yıldan sonra azalır (aynı üçgül için % 25). Kurutularak uzun süre saklanmış olan tohumlar çimlendirilebilmiştir: nilzambağı için 250 yıl, baklagiller için 50-100 yıl. Fi­ ravunların mezarında bulunan buğdayla­ rın çimlenmesi düpedüz söylencedir, fa­ kat tamamen istisnai koşullarda (turbalık) Neolitik devirden kalma 2 ya da 3 lotus tohumunun Japonya'da bir laboratuvarda çimlendirildiği söylenmektedir. —Tarım, iyi verim alabilmek için çiftçiler sağlam ve iyi tohum kullanmak zorunda­ dırlar Bir tohumun tarımsal değeri laboratuvar deneyleriyle belirlenip denetlenir. Bu deneyler türün saflık derecesini (bir kilog­ ram tohumdaki yabancı maddelerin mik­ tarı ve niteliği) ve tohumun çimlenme gü­ cünü (1 0 0 saf tohumdan kaç tanesinin çimlendiği) ortaya çıkarır. Ekilmeden önce tohumlar asalak has­ talığı mikroplarını yok etmek ya da asalak



hayvanlardan, özellikle zararlı böcekler­ den korumak için İşlemden geçirilip ilaç­ lanabilir. Tohum dezenfeksiyonu yöntemleri asa­ lakların kullanılan fiziksel ya da kimyasal etkenlere karşı duyarlığına bağlı olduğu gibi mikropların tohumda bulunabileceği yere de bağlıdır. Tohumlar ayrıca ekimi kolaylaştırmaya yarayan (tohumun eylemsiz bir kılıfla kap­ lanması) ya da çimlenmeyi çabuklaştıran (pancar tohumunun geç ekim için suya daldırılması, patates yumrularında din­ lenme döneminin aradan çıkarılması...) iş­ lemlerden de geçirilebilir. Daima verimi artırma kaygısı taşıyan ekicilerin gittikçe artan tohum isteklerini karşılamak için çok miktarda sağlam, iyi ve homojen tohum üretmek her ülkede ta­ rım örgütlerince çok önem verilen bir iştir. Islah edilmiş kaliteli tohum üretimi ve ti­ caretiyle uğraşan çiftçi sayısı, özellikle ba­ tılı ülkelerde, pek çoktur. Ancak üretilen tür ve çeşitler, olumlu bir niteliği sürekli ve kararlı biçimde taşıdık­ ları kanıtlanmak üzere gerekli test ve mu­ ayeneden geçirilmedikçe pazarlanamaz. Ayrıca laboratuvarda elde edilen birkaç örnekten, genetik kaliteyi bozmadan, bol miktarda tohum üretimi de sürekli dene­ timi gerektirir. Özellikle doğal değişinimlerden, denet­ lenemeyecek melezleşmelerden, çeşitli yozlaşmalardan sakınmak için, her tohum kuşağı ilk genetik çekirdekle karşılaştırıl­ mak ve şüpheli görülenler ayıklanıp atıl­ mak ister. Bundan başka, yabancı çiçektozlarıyla döllenme tehlikesini azaltmak için alogam bitkiler çevreden az çok yalı­ tılarak yetiştirilmek gerekir. Hepsi bir saf çeşitler ancak otogam, ya­ ni kendidöllek bitkilerde olur: buğday, kol­ za, çeltik, yulaf, keten, tütün, bezelye, fa­ sulye vb. Dolayısıyla bu bitkiler çeşit saf­ lığını epey zaman koruyabilir ve ekiciler kendi tarlalarından elde ettikleri tohumu ertesi yıl ekimde kullanabilirler. Ib h u m , Necip Fazıl Kısakürek'in üç per­ delik oyunu (1935). Kurtuluş savaşı’nın baş­ langıç dönemlerinde ve Fransızlar'ın Kah­ ramanmaraş'ı işgali tarihlerinde, direniş ha­ reketinin öncülerinden Ferhat Bey'in yap­ tıkları anlatılır. Çeteciler, Ferhat Bey'in kar­ deşi Osman'ı tuzağa düşürüp öldürmüş, karısını da kaçırmışlardır. Ferhat Bey de çe­ tecilerin başını kaçırıp kadının kurtulması­ nı sağlar Çok geçmeden fransız birlikleri de kentten ayrılırlar. Ferhat, kardeşinin ka­ rısını bir yolcunun eşliğinde İstanbul'a gön­ derir ilk kez, 29 ekim 1935'te İstanbul Şe­ hir tiyatrosu'nda sahnelenen yapıt, o tarih­ lerde büyük ilgi toplayan ve üstünde en fazla durulan oyunlardan biri olmuştur. TO H U M C U a. Tohum yetiştiren ve / ya da satan kimse. TO H U M C U L U K a. Tohum yetiştirme işi. TO H U M LA M A a. Tohumlamak eylemi. —Biyol. DÖLLEME'nin eşanlamlısı. —Kad. doğ. ve Zootekn. Yapay tohumla­ ma, YAPAY DÖLLEME*'nin eşanlamlısı. —Ormanc. Tohumlama kesimi, yenilen­ meyi hızlandırmak ve ağaçlara yeterli ışı­ ğı sağlayabilmek amacıyla belli sayıdaki yaşlı ağacın kesilmesi. (Tedrici kesim yön­ teminde, bu işlem yenilenme kesiminin bi­ rincisidir.) TO H U M LA M A K g. f. Döllemek. —Zootekn. Bir ineği, bir koyunu, bir dişi­ yi tohumlamak, onlarda yapay tohumla­ ma (dölleme) yapmak. ♦ tohum lanm ak dönşl. f. Tohumlu du­ ruma gelmek. ♦ tohum lanm ak edilg. f. Döllenmek ey­ lemine konu olmak. TOHUMLANMA a. Tohumlanmak eylemi. TO H U M L A N M A K - TOHUMLAMAK. TO H U M LU sıf. 1. Tohumu olan. —2. To­ humla üreyen. T O H U M L U B İT K İ a Tohum yapan bit­ ki. (Tohumlubitkiler çok büyük bir şube



oluşturur) [Eşanl. SPERMATOFİT esk. eşanl. FANEROGAM]



—ANSİKL. Tohumlubitkiler yeryüzü flora­ sının en kalabalık, en mükemmel, en bü­ yük "üstün yapılı bitki'Teridir; bazı türleri­ ne sulu ortamlarda, hatta deniz ortamın­ da rastlanırsa da, hiçbiri açık denizlerde bulunmaz. Bir tohum* bulunması bunları tanımlamaya yeterlidir. Karbon çağında açıktohumlular (tohumu açıkta olan ya da hiç bulunmayan bitkiler) ortaya çıktıktan sonra, evrim sonucunda bunlardan daha üstün yapılı olan, kapalı tohumlu, çift döllenmeli ve tipik çiçekli (üreme organı ko­ layca görünen bitki anlamındaki "fanerogam” adı buradan gelir) türler (kapalıtohumlular) gelişerek ortaya çıktı. Günü­ müzde yaşayan ya da fosil olarak bulunan yaklaşık 400 000 tohumlu bitki türü sayı­ labilir. T O H U M L U K sıf. 1. Tohum olarak kulla­ nılmaya elverişli, tohum olarak ayrılıp sak­ lanan. —2. Tkz. Ayrılan, kayırılan kimse. —3. Arg. Yaşı iyice ilerlemiş kimse için kullanılır, yaşlı, geçkin, kart. • sıf. ve a. Tarım, ve Bahç. Bir bitkiden doğan ve toprağa verildiğinde o bitkiye benzer bir bitki verebilen organ ya da or­ gan parçası: Tohumluk patates. (Bk. an­ sikl. böl.) —Ağ. yet. Tohumluk ağaç, çeşidi ve sağ­ lamlığı iyi bilinen ve aşı çeliği ya da aşı gözü almak için kullanılan ağaç. —Tarım. Tohumluk bitki, taneleri tohum olarak kullanılacağı için yetiştiği yerde tam olgunlaşmaya kadar bırakılan bitki. • a. 1. Tohum olma niteliğini taşıyan, tohtım olarak kullanılan organ. —2. Ekim için ayrılmış tohumların saklanıp konuldu­ ğu yer. —Tarım. Tohumluk ayırma, aynı bitkinin ekildiği birbirine yakın birçok parsel ara­ sından birini tohum elde etmek üzere di­ ğerlerinden ayırma. (Ayırma çapraz döl­ lenmeyle çoğalan pancar, mısır gibi tür­ ler için çok önemlidir. Beklenmedik gene­ tik sorunlardan kaçınmak için, ayrılan par­ selin uzaklığı, çiçektozunun ulaşabilece­ ğinden daha fazla olmalıdır.) —ANSİKL. Tarım, ve Bahç. "Tohumluk” te­ rimi, ister tahıllarınki gibi tane olsun, ister patates parçası ya da sarmısak dişi gibi parça olsun, yeni bir bitki vermek üzere toprağa ekilecek olan bitkisel nesneye de­ nir. Tahıllar sözkonusu olduğunda tohum ile aynı anlama gelir. • Tohumluğun fizyolojik özellikleri. Emb­ riyonun ya da tohumun yaşayabilir bir bit­ kiye dönüşebilmesi için tohumluğun nor­ mal ve canlı olması gereklidir. Örnek bir miktar tohumluğun "üreme yeteneği” uy­ gun koşullarda filizlenme denemeleriyle değerlendirilir. Yani belirli bir miktarda to­ humluğun sağladığı normal bitki yüzdesı hesap edilir. Tohumluğun gücünü, yani yedek kaynaklardan beslenme derecesi­ ni saptamak için daha katı koşullarda de­ neylere başvurulur ve tohumluğun "çim­ lenme enerjisi" belirlenir. • Sağlık özellikleri. Birçok tarım zararlısı tohumluğa bulaşmış olabilir: zararlı otla­ rın tohumları, böcekler (ergin, yumurtaya da larva), mantarlar, tohum zarının ya da dokularının içinde ya da üzerinde asalak bakteri ya da virüsler bulunabilir. Bu za­ rarlılar gözlemlerle, analizlerle ve uygun koşullarda yapılan ekim çalışmalarıyla or­ taya çıkarılır. • Saflık özellikleri. 1 . mekanik saflık ya da temizlik, tohum­ lukta yabancı maddelerin (tozlar, artıklar, bitki parçaları vb.) olup olmadığını belir­ tir Genel olarak bunlar eleme yoluyla ayık­ lanabilir. Kırık ya da bozuk taneler işe ya­ ramaz; 2 . özgül saflık, incelenen türün tohumluk yüzdesini gösterir; yabancı tohumların varlığı zorluklar yaratır. Tohumla aynı boy­ da olan yabancı taneleri tohumluktan ayır­ ma olanağı yoktur (örneğin buğdaydaki arpa ya da fiğ tohumu ya da bunun ter­ si.); 3. genetik saflık (ya da çeşit saflığı), belir­ li kültivarın (çeşit, melez, topluluk ya da klon) tam özellikleri taşıyan bitkiler oluş-



tııracak tohumluğun niteliklerini belirler. Tam bir genetik saflık sağlamak için eki­ len bitkinin birçok kuşak boyunca kontrolü ve ıslahı gereklidir. T O H U M S U Z sıf. Tohumu olmayan. —Bot. Tohum vermeyen meyveye ya da bitkiye denir. (Döllenmesiz meyveler to­ humsuzdur.) T Ô H U U (Nguyen Kim Thanh, — denir), vietnamlı şair (Hué 1920). Gençlik yılların­ dan beri ülkesindeki Komünist parti nin militanıydı, Vietnamdaki marxçi yönetimin resmi şairi oldu, 1937’den başlayarak dev­ rimci patlamayı anlatan çok sayıda şiir ki­ tabı (Mau lua. 1937-1939; Ra trân, 1972) yayımladı.



Toi RAS



(Jean ou Ç a y la r de Saİnt - B o n n e t , — markisi), Fransa mareşali (Saint-Jean-du-Gard 1585 - Fontanella, Bergamo yakınında, 1636). Ré (1625), Aunis ve Oléron (1626) valisi, Buckingham'a karşı Ré'yi başarıyla savundu (1627), son­ ra La Rochelle kuşatmasına tatildi (1627 -28). Casale Monferrato valisi (1629) ve Fransa mareşali (1630) oldu; Cherasco antlaşması görüşmelerine katıldı (1631). Richelieu'nün kışkırtmasıyla 1633’te göz­ den düşürüldü, Savoia kralı Vittorio Amedeo'nun hizmetine girdi (1636) ve ispanyollar'a karşı savaşırken öldü, T O JO L A BALLAR, maya grubundan Kızılderililer. Sayıları 40 000 dolayındadır, Chiapas eyaletinin (Meksika) çeşitli yerle­ rine dağılmışlardır. Babasoylu çekirdek ai­ leleri bir araya getiren, sivil ve geleneksel yönetimlerin (konseyler sistemi) yetkisi al­ tındaki dağınık köylerde otururlar Özellik­ le yanmış orman yerlerinde yaptıkları ta­ rımla (mısır, fasulye, kahve), biraz da hay­ vancılıkla geçinirler. Hısımlık, önemli bir toplumsal olay olarak varlığını sürdürür. MeksikalIlarla büyük ölçüde kaynaşan ve melezleşen Tojolaballar, günümüzde tatolikliği benimsemişlerdir. TO K , -ku sıf. 1 . A ç lığ ın ı g id e r m iş , d o y ­ m u ş k im s e iç in k u lla n ılır: Tokum, yemek istemiyorum.



— 2 . S ık v e k a lın d o k u n m u ş



k u m a ş iç in ku lla n ılır. — 3 . K a lın , g ü ç lü s e s iç in k u lla n ılır: Adamın tok bir sesi vardı. —4. Tok evin aç kedisi, e v d e y e m e d iğ i, is t e m e d iğ i, g e r e k s in im d u y m a d ı ğ ı ş e y le ­ ri b a ş t a y e r d e is te y e n ç o c u k iç in k u lla n ı­ lır. ¡I



Tok gözlü — TOKGÖZLÜ.



|| Tok karnı­ t o k k e n , k a rn ı t o k o ld u ğ u h a ld e . || Tok



na, sözlü -*



TOKSÖZLÜ. || Tok tutmak, b ir y iy e ­ c e k te n s ö z e d e r k e n , u z u n s ü re a ç lı k d u ­ y u r m a m a k , d o y u r u c u ö z e lliğ i o lm a k . — G ü z . s a n t. Tok hacim -» HACİM.



♦ a. Doymuş, açlığı giderilmiş kimse: Tok açın halinden anlamaz (atasözü). —Tüt. Nikotin oranı % 1-2 arasında olup, yanma yeteneğinin yüksekliği nedeniyle dumanı fazla çıkan tütünlerin içim özelliği. ■ T O K a. (fr. toque). Bine. Binicilerin bir çarpma ya da düşme anında başlarını ko­ rumak için giydikleri özel şapta. T O .K . Su işler.



TOPLAM O R G AN İK KAR-



B O N ' u n k ıs a ltm a s ı.



■ T O K A a. (ar. \avk, halta, gerdanlık; tas­ madan). 1. Kemer, kayış vb.'nin iki ucu­ nu tutturmaya yarayan ve arasından ince, metal bir dil geçen halta. —2. Kadınla­ rın saçlarını tutturmaya yarayan, kimi za­ man da süs olarak kullanılan nesne. —Kuşç. Çığırtkan olarak kullanılan ördek­ lerin ayağına takılan kösele ya da pirinç­ ten yapılmış bilezik. —Teknol. Toka dili, bir totanın ortasına yer­ leştirilen ve bir kayış ya da bir kemerin de­ liklerinden birine girerek totalanmayı sağ­ layan eklemli metal uç. —A ns İKL. Tar. Yunanlılar ve Fiomalılar ke­ mer totoları kullanıyorlardı. Özellikle Tötonlarda, tokalar silahların ayrılmaz bir parçası haline geldi ve metal işçiliğinin in­ ce işlemeli öğelerinden biri oldu, iskit-sarmat hayvan motiflerini benimseyen ger­ men savaşçıları, kemer ve fotalarında, ölesiye bir mücadeleye girmiş hayvan be­



timleri kullanıyorlardı. Frank ve burgund mezarlarında, kabartmalarla süslü, takma ya da oyma tekniğinde işlenmiş, gümüş ya da tunç kemer totoları bulundu. Orta­ çağ boyunca tokalar özellikle süs öğesi olarak önem kazandı, bunlar XIV. yy.'ın ikinci yarısında, şövalyelerin giyimlerinde en yüksek düzeyine ulaştı, ancak XV. yy.'dan başlayarak önemini yitirdi. Ayakkabı totoları da önemli bir süs öğesiydi. Louıs XIV. döneminde değerli ya da yalancı taşlarla süslü tokalar kullanılıyor­ du. XVIII. yy. Avrupası'nda ayakkabı toto­ ları süs açısından daha da zenginleşti. 1770'lerin züppeleri altın, gümüş vb. de­ ğerli metallerden yapılmış, değerli ya da yalancı taşlarla süslü, büyük tokalı ayak­ kabılar giyiyorlardı. XX. yy. tadın moda­ sında zengin bezemeli, ancak değerli taş­ ların çok seyrek kullanıldığı tokalar beğe­ ni kazandı. • Türkler’d e toka. Hun mezarlarında ele geçen totoların halkaları genellikle daire biçimindedir; biraz kalınca olan bu toto­ ların kesiti de yuvarlaktı. Totanın kayışa tutturulduğu yer genellikle taşlıydı. Bu tür­ den totolara Sirmium ve Transilvanya böl­ gelerinde çokça rastlanmıştır. Kayışa bağ­ lanan yeri düz olan avar totoları hayvan (at gövdeli, kuş başlı efsanevi yaratıklar, griffonlar, aslan vb.) ve bitki motifleriyle süslenmiştir Kurganlarda ele geçen ve taş nineler (balbal) üzerinde görülen kemer totoları göktürk örneklerinin aydınlanma­ sını sağladı. Taş ninelerin totoları birbiri­ ne geçmeli halkalardan oluşur. Bu dö­ nemden kalma tunçtan, yeşim taşından tokalar da vardır. Nihavend'de ortaya çı­ karılan selçuklu buluntuları arasında, XI. yy. sonu - XII. yy. başlarına tarihlendirilen gümüş tokalar da vardır, bunlar savatla­ ma ve eğri kesim tekniklerinde bezenmiş­ tir (British Museum). Anadolu’da maden işçiliğinin çok gelişmiş olduğu artuklu yö­ resinden gümüş totolar (XIII. yy.) ajur ve yaldızlama tekniklerinde süslenmiştir (Bri­ tish Museum). Bu totoların üzerinde bir­ birine bağlanmış üç madalyon bulunur. Ortadaki madalyonda çift başlı kartal, yandakilerdeyse sırt sırta duran çifte sfenks ve griffon motifleri yer alır. Totanın öteki parçasında üç yatay friz halinde birbirini kovalayan hayvan motifleri vardır. Osmanlı döneminde değerli metallerden yapılıp değerli taşlarla bezeli kemerlerin totoları da o ölçüde gösterişlidir. Toptapı sarayı müzesi’nde bulunan örneklerin yanı sıra Nakkaş Osman, Nigâri ve Levni gibi minyatürcülerin yapıtları da osmanlı kemerleri ve totolarına ilişkin bilgi edinmemizi sağ­ lamaktadır. TO K A a. (ital. toccare, dokunmak, tocca dokun'dan). 1. El sıkışma. —2. içki içerken bir kimsenin şerefine, sağlığına kadeh tokuşturma. —3. (Bir kimseyle) to­ ka etmek, onunla el sıkışmak; kadehleri­ ni birbirine vurmak; kadeh tokuşturmak. — 4. Arg. (Bir kimseye) belli bir miktar pa­ ra toka etmek; vermek: On binliği toka edince, bülbül gibi konuştu. —Denize. Toka etmek, herhangi bir arma donanımını olabildiğince yukarı çekmek. || Toka olmak, herhangi bir arma donanı­ mından söz ederken tamamen yukarı çe­ kilmiş durumda olmak. || Bayrak toka et­ mek, gemilerde, her sabah yerel saat ile 08.00'de ulusal bayrağı kıç göndere çek­ mek. || Fors toka etmek, komodor, filo ko­ mutanı gibi taktik komutanların bulundu­ ğu savaş gemilerinin grandi direklerine bu komutanların forslarını çekmek. (Komutan gemi değiştirdiğinde, fors ayrıldığı gemi­ den gece yarısı arya edilir, geçtiği gemi­ ye yine gece yarısı to to edilir.) —Dokmc. Yörs. Dokuma tezgâhındaki ip­ lik makarası. ♦ ünl. Denize. Toka sancak! sancağın, direğin tepesine kadar çekilmesi için ve­ rilen komut. TOKAÇ a. Çamaşır yıkamakta kullanılan tahtadan, yassı tokmak.



— N a lb a n tl. T O P 'u n e ş a n la m lıs ı.



—Sıh. tes. Kurşun boruları, çinko ve kur­ şun yapraklarını düzeltmeye ve işlemeye yarayan, sert ağaçtan alet. —Tarım. Birbirine kayışla bağlı bir sopa ile bir döveçten oluşan, tahıl dövme aleti. (Bk. ansikt. böl.) — A N S İK L. Tokaç Avrupa’nın ılıman bölge­ lerinde Ortaçağ’ın başlangıcından XIX. yy.'ın sonlarında buharlı harman makine­ sinin icadına kadar kullanılmıştır. Tokaçlar­ la dövme işlemi ya kış aylarında saman­ lıklarda ya da hemen hasattan sonra açık havada yapılırdı. Avrupa'nın dışında tokaç yalnız Çin’de ve Japonya'da kullanılıyor­ du.



kemer tokası kemik İ.Ö. VI. yy. ilk yarısı Anadolu medeniyetleri müzesi Ankara



T O K A Ç İ, Japonya’da (Hoktaido) ırmak. Adadaki merkezi kütleden doğar, G.-D.'ya doğru akar ve Otsu'da Büyük Okyanus'a dökülür; yaklş. 195 km. TO K A Ç LA M A a . T o k a ç la m a k e y le m i. — Tekst. Tokaçlama makinesi, y ü n lü k u ­ m a ş la rı t o t a ç la m a d a k u lla n ıla n m a k in e .



TO K A Ç LA M A K g. f. Bir şeyi tokaçla­ mak, tokaçla dövmek, döverek yıkamak: Derenin kıyısında köylü kadınlar halıları tokaçlıyorlardı. ♦ tokaçlanmak edilg. f. Tokaçla dövül­ mek. TO K A Ç LA N M A K



-> TO KAÇLAM AK.



T O K A D (Yılmaz), türk mühendis (İstan­ bul 1928). Istanbııl Teknik üniversitesi elektrik fakültesi'ni'bitirdi (1952). Dokto­ rasını ABD’de yaptıktan sonra Michigan Üniversitesinde (1960-1969), Ortadoğu teknik üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı, aynı zamanda TÜBİTAK’a bağlı Elektronik araştırma ünitesi ni kurdu ve yönetti. 1974 yılında ITÜ elektrik elektro­ nik fakültesi devreler ve sistemler anabi­ lire dalı başkanı olan Tokad, 1991’de emekli oldu. 1982 TÜBİTAK bilim ödü­ lünün sahibidir. T O K A D İZ A D E Ş E K İP dizade.



ŞEKİP



Juorgen Hasenkoph-S. A. M.



étaJkñiŒ



Toto



T O K A İ, Japonya'da bölge. Büyük Okyanus’ta kıyısı vardır. Tokyo ile İse koyu arasında. Ib k a ld o , Kyoto ve Nagoya'dan geçerek Tokyo’yu Osata’ya bağlayan japon demir­ yoluna adını veren, derebeylik dönemin­ de yapılmış eski demiryolu; bu yol, japon ressam ve gravürcü Hiroşige*'nin ünlü bir estamp dizisine de esin toynağı olmuş­ tu. Tokaido hattı yalnız yüksek hızlarda seyreden yolcu trenleri için tasarlandı. Gü­ nümüzde bu hatta uygulanan maksimum hız 210 km/sa'tır; ancak güzergâhı 250 km/sa'e göre hazırlanmıştır. 515 km uzun­ luğundaki bu hatta alternatif akımlı (25 kV 160 Hz) elektrikli cerr uygulanır. Hat bo­ yunca hiçbir hemzemin geçit bulunmaz, ancak köprü ve tünel gibi birçok sanat ya­ pısı vardır. Her dizi tam aderanslı on iki öz­ devinimli yolcu vagonundan oluşur; uçlar­ da yer alan tarinalanmış iki devindiricinin



süvari toku



E .;



Tokaido şu adasında (ibaraki ili), Büyük Okyanus kıyısında, Hitaçi'nin yirmi kilometre kadar G.'inde. Nükleer santral. Nükleer enerji üstünde araştırma enstitüsü.



11578



Tokalı kilise GöremeJlevşehir



bir tokamakın (TFR) şeması



indükleyici bobinler



TO K A LI sıt. Tokası olan; tokayla bağla­ nan şey için kullanılır. —Esk. sil. Tokalı kolan, okçulukta, sol elin başparmağından geçip siper'i sıkı biçim­ de bağlamakta kullanılan parça. (İsteni­ len ölçüde sıkılabilmesi için ucunda toka bulunduğundan ve kolan gibi kullanıldı­ ğından bu adla anılırdı.)



TO KA J a. (öz. a. Tokaj’dan). Macaristan' da üretilen altın sarısı renginde likör şa­ rabı. (Eşanl. TOKAY.) —ANSİkl. Tokaj, tescilli ve kontrollü ünlü bir macar şarabıdır. Furmint ya da başka ■ Y b k a h M ilse, Bizans dönemi Kappadoüzüm çeşitlerinden elde edilir. Üzümler he­ kia kilisesi; Göreme’de (Nevşehir), Göremen hemen kuruyurıcaya kadar (kısmi ku­ me-Avcılar yolu yakınındadır. Tokalı I ve To­ rutma) asmanın üzerinde bırakılır. Tokaj şa­ kalı II olmak üzere jkl kaya kilisesinden rabının iki ayn kalitesi vardır: birincisi üzüm­ meydana gelen bir yapılar topluluğudur. ler hiç sıkılmadan ya da pek az sıkılarak Bu kiliseler, adlarını şahın tonozundaki madalyon biçiminde motiften alırlar. Aynı alınan şıradan yapılır; İkincisinde üzümler kuvvetli sıkılır. Birincisi koyu kıvamda ve bal eksen üzerinde olup D.'da yer alanı, da­ rengindedir. Esas tokaj budur ve buna tra­ ha geç tarihlidir. Bir ölçüde yıkılmış olan ken beeren denir. İkincisinde, şıra, kurutul­ Tokalı l'in şahın bölümünü örten beşik to­ mamış üzüm şırasıyla karıştırılır ve karıştı­ noz, İsa'nın yaşamından sahnelerin işlen­ rılan şıranın miktarına göre şarap maszlas diği fresklerle süslüdür. X. yy.'a tarihlendiya da ausbruch adını alır. rilen bu freskler, üst üste altı dizi biçimin­ de düzenlenmiştir. Daha büyük boyutlar­ T O K A J ya da TO KA Y, Macaristan'da da olan Tokalı II, 950-960 arasına tarihlen(Borsod-Abaüj-ZempIĞn yönetim bölümü) dirilen ve İsa'nın yaşamını canlandıran kent; Bodrog kıyısında, Hegyalja'nın bağ­ (özellikle Mucizeler ve Aziz Basileios'un larla kaplı (beyaz şarap) G. yamacının (vol­ yaşamı sahneleri ilgi çeker), çok ayrıntılı kan bacaları ve lös) eteğinde; 5 000 nüf. bir dizi freskle bezenmiştir. Temizlendikten Kentte bağcılığın geçmişi XII. yy.'a kadar sonra ortaya çıkan bu üstün nitelikli ve uzanır. Şarap mahzenleri. Müze. çokrenkli freskler, Orta Bizans dönemi her birinde bir kumanda kabini bulunur.. TO K A L A M A K g. f. 1. Bir şeyi tokalaKappadokia okulunun önemli ürünleri Tüm vagonlar basınç altındadır ve hep­ mak, onun tokasını kapamak, onun iki arasındadır. sinde klima aygıtları vardır. Güvenlik, tre­ ucunu tokayla birbirine bağlamak: Kemeri nin hızını otomatik olarak denetleyen bir T O K A M A K a. (rusça TOroydalnaya tokalamak. —2. Arg. Belli miktar parayı düzenekle donatılmış bir kabin işaretleme KAmera s MAGnitnıym polem, manyetik tokalamak, vermek. sistemiyle sağlanır Hattın ve ara istasyon­ alanlı toroidal oda sözcüklerinden kısalt­ ların Tokyo'da bulunan merkez kumanda TO K A LA ŞM A a. Tokalaşmak eylemi. ma). Rus fizikçilerin, termonükleer enerji postası, tüm hattı kontrol eder. Tokaido araştırmaları için tasarlamış oldukları bir TO K A LA ŞM A K gçz. f. Tanışma ya da hattı, Sanyo* hattıyla uzatılmıştır. makine türü. selamlaşma sırasında birbirinin elini sık­ — A n s İ k l. 60'lı yıllarda Rusya'da tasarla­ T O K A İ M U R A , Japonya'da yer, Honmak; el sıkışmak. nan bu makineler, 1968'den itibaren çe­ şitli ülkelerde kuruldu ve deneylendi. Bu makinelerin temel öğeleri şunlardır; içi­ toroidal alanı oluşturan 24 bobin ne hidrojen gönderilen toroidal bir vakum odası; hidrojen içinde, güçlü bir elektrik önmıknatıslama manyetik devre bobini boşalması oluşturmaya ve dolayısıyla hid­ rojeni iyonlaştırıp ısıtmaya olanak veren bir manyetik devre; böylece elde edilmiş plazmanın korunmasını ve kararlılığını sağlayan bir manyetik alan. Bu manyetik alan iki alanın bileşiminden kaynaklanır: plazma içinde akan yeğin alanın oluştur­ duğu kutupsal alan ve simiti çevreleyen bir bobinajdan geçen akımın oluşturdu­ ğu toroidal alan. En büyük üç tokamak şunlardır: İsviç­ re ve İsveç'in de katılımlarıyla, Euratom üyesi on ülkenin ortak çabasıyla Çulham' da (Büyük Britanya) gerçekleştirilen ve haziran 1983'te çalışmaya başlayan JET (Joint European Torus); ABD'de, Princeton Üniversitesi'nde, 1982 sonunda hiz­ mete giren TFTR (Tokamak Fusion Test Reactor); 1985'te hizmete giren japon JT 60. T O K A R İS ->



A K IN C IL A R .



T O K A T a. 1. El içiyle bir kimsenin yü­ züne, ensesine vb. vurulan darbe: Yü­ zümde kıpkırmızı b ir tokat izi vardı. Bir tokat indirmek. —2. Esk. El içi, el ayası. —3. Arg. Bir kimseyi dolandırma. —4. Tokat atmak, tokat aşk etmek, tokat pat­ latmak, hızlı biçimde el içiyle vurmak: Suratına iki tokat atmış, boğazına sarıl­ mıştı. || Tokat yemek, kendine tokatla vu­ rulmak. || Tokadı patlatmak, tokadı indir­ mek, hızla vurmak, tokatlamak.



diyafram



T O K A T a. Yörs. Hayvan sürülerini ge­ celetmek için kullanılan, etrafı tepelerle çevrili çukurca yer, üzeri açık hayvan ağılı.



kutupsal alanı oluşturan bobinler



T O K A T a. Yörs. Etrafı çitle ya da duvar­ la çevrili bahçe ya da avluların girişine takılan, yatay ve dikey sırık ya da tahta­ lardan yapılmış ilkel kapı. (Tüm çatısı ağaçtan olduğu gibi açıp kapama man­ dalı dahi ağaçtandır.) gözlem lombozu plazma



T O K A T a. Tokat sigara fabrikasında ya­ pılan ve 1985 yılında piyasaya sunulan 80 mm boyunda, 8 mm çapında, yuvar­ lak kesitli tatlı içimli, hafif natürel kokulu, filtreli türk sigarası.



rıma ayrılmıştır. Bunun en büyük kısmını T o k a t (60), büyük kesimi Orta Kara­ (°/o 70), başta buğday, arpa ve mısır ol­ deniz bölümünün iç kesiminde kalan il; mak üzere tahıllar kaplar. Ekili toprakların 719 251 nüf. (1990); 9 958 km2. Merkez o/o 26 kadarı hemen hemen yarı yarıya ilçe dışında 11 ilçe, 11 bucak, 677 köy. baklagiller (özellikle mercimek ve nohut) Merkezi Tokat, 83 058 nüf. (1990). ve endüstri bitkilerine ayrılmıştır. Endüstri Orta Karadeniz bölümünün kıyı kesimi bitkilerinin başında Kelkit boyunca uza­ ile iç kesimi üzerinde yayılan il toprakları­ nan ovaların (Erbaa, Niksar ve Taşova) ge­ nın jeomorfoloji bakımından göze çarpan leneksel ticari ürünü olan tütün ile, 1934’te başlıca özelliği çok engebeli ve parçalanTurhal şeker fabrikası'nın kurulmasından rrtış olmasıdır. İlin K. kesiminde Canik sonra gelişen şekerpancarı gelir. Bunla­ dağlarının yer yer 1 500 metreyi aşan do­ rın dışında çeşitli meyveler de yetiştirilir. rukları yükselir (Kocaçal tepesi 1 808 m, Hayvancılık kırsal kesimde halkın önemli Yellice tepesi 1 467. m, Bakırpınarı tepesi bir gelir kaynağıdır. En çok koyun ve sığır 1 276 m). Pontid adı verilen tektonik biri­ beslenir. Tokat, maden kaynakları bakı­ min bir parçası olan ve G.-D.’dan K,-B.'ya mından pek zengin değildir; başlıcaları doğru uzanan bu engebenin yapısında Artova ve Zile yörelerindeki linyitler ile an­ Cjst Kretase yaşlı ve yer yer volkanik olu­ timon yataklarıdır. Sanayi fazla gelişme­ şuklarla ara tabakalı olan çökeller başlı­ miştir. Başlıca sanayi kuruluşları Turhal' ca yeri tutar. Bu dağların dik G. yamaçla­ daki şeker ve Tokat'taki sigara fabrikaları­ rı: önünde K. Anadolu fay sistemi boyun­ dır. Geleneksel bakır işlemeciliği ile besin ca sıralanmış ovalardan oluşan (Niksar, maddelerini değerlendiren bazı fabrikalar Erbaa, Taşova ovaları) bir depresyonlar diğer sanayi etkinliklerini oluşturur. Yeşilzinciri aynı doğrultuda uzanır. Her biri ırmak üzerinde 1966 yılında bitirilerek hiz­ önemli tarım alanı olan, tabanları alüvyon­ mete giren Almus barajından elektrik la kaplı bu ovaları izleyen Kelkit ırmağı, K. enerjisi üretimi ve sulama bakımından ya­ -B.'da Yeşilırmak'a kavuşur. K. Anadolu fa­ rarlanılır. Yurdun diğer bölgelerini Sam­ yı ile parçalanmış olan bu çukur alan bi­ sun’a bağlayan demiryolu il topraklarının rinci derecede bir deprem bölgesidir.ve B.’sından geçer, il merkezi, 45 km'lik bir yakın geçmişte de (örneğin 1939 ve 1942) karayolu ile Turhal istasyonunda demiryo­ Çok kuvvetli depremlerle sarsılmıştır. Bu luna bağlıdır. Tokat ilinde değişik yöreler jeomorfolojik birimin G.'inde yer şekilleri arasındaki ulaşımı, ilin çok engebeli olma­ ye jeolojik yapı değişir. Billurlu kayaçların sına rağmen oldukça gelişmiş bir karayolu ve andezit kütlelerinin en geniş yeri kap­ ladığı bu bölümde yer yer 2 0 0 0 metreyi iaşan ve genelde G.-B. doğrultusunda İç ■ T O K A T , Orta Karadeniz bölümünün iç kesiminde kent; aynı addaki ilin merkezi. Anadolu’ya doğru uzanan dağlar (G.'de 83 058 nüf. (1990). Karayolu ile, Anka­ Deveci dağları 1 916 m, Toraç dağı 2 129 ra'dan 398 km, Samsun'dan 231 km m, ortada Buzluk dağı, K.’de Sakarat ve uzaklıkta. Köse dağları ile Akdağ 2 061 m) yükselir. • COĞRAFYA. Deveci dağlarının orta ke­ Bu engebeler birbirinden bazı çukur ova­ siminin K. yamaçlarından doğarak soldan larla (Zile ovası, Turhal ovası gibi) ayrılır. Yeşilırmak’a kavuşan bir akarsu vadisinin Yeşilırmak, Çekerek ve kolları bu tektonik yamaçlarında kurulmuş olan kent, çok en­ kökenli ovaları izler ve dar boğazlarla dağ gebeli bir bölgede Orta Karadeniz kıyıla­ sıralarını aşarlar, il toprakları, Orta Kara­ rdı iç ve Doğu Anadolu'ya bağlayan deniz ikliminden iç Anadolu iklimine ye önemli yollann kavşağında eski bir yerleş­ çilen bir alanda yer alır ve Karadeniz kı­ medir. i1 Irm kadar K.’inde antik Pontos yılarına göre, daha karasal ve daha az ya­ Komana’sının kalıntıları vardır. Kentin es­ ğışlı olması ile ayrılır Kışlar oldukça soğuk­ ki çekirdeği, üzerinde yolları denetleyen tur (Tokat ocak ort. 2,7 °C); sıcaklık özel­ görkemli bir kalenin bulunduğu Hisar te­ likle ilin G. kesiminde -1 5 °C'ın altına dü­ penin eteklerine doğru tırmanır. Tokat de­ şebilir (Tokat en düşük sıcaklık -19,3 °Cj. resi ya da Behzat deresi kenti ikiye ayırır. Buna karşılık ilin K. kesimindeki çukur Çeşitli tarihi eserler (birçok cami, medre­ ovalar biraz daha sıcaktır (Niksar ocak ort. se, han, hamam ve şifahane) eski mahal­ 5,3 °C; ölçülen en düşük sıcaklık -1 3 leleri süsler. Yeni mahalleler, vadi boyun­ °C). Yaz aylarında sıcaklık, 20 °C'ın üze­ ca K.'e, Yeşilırmak'a doğru gelişmiştir. Es­ rindedir (temmuz ort. Tokat’ta 22,0 °C, kiden beri önemli bir zanaat (özellikle ba­ Niksar’da 23,7 °C). İl fazla yağışlı değil­ kırcılık, bakır izabesi, dericilik, içki üreti­ dir; yıllık yağış tutarları 450-500 mm ara­ mi) ve yerel ticaret merkezi olan Tokat, Os­ sında değişir. (Tokat 455 mm; Niksar 475 manlI imparatorluğu'nun son yıllarında Si­ mm, Zile 456 mm). Karasallığın etkisiyle vas vilayetine bağlı 30 000 nüfuslu bir en yağışlı mevsim ilkbahardır. Bitki örtü­ sancak merkeziydi. Birinci Dünya savâşı sü, bu iklim şartlarının ve yükseltinin etki­ sırasında nüfus kaybına uğradı. Cumhu­ lerini yansıtır. Genellikle yüksek dağlık alanlara bağlı olan ormanlarda en yaygın olan ağaç türleri kayın, daha az yağışlı ve daha soğuk olan G.-D. kesiminde ise ka­ MERZİFON raçam ve sarıçamdır. Çukur alanlarda, özellikle başlıca tarım ve verlesme alan­ ları olan ova tabanlarında doğal bitki ör­ ŞULUOVA\ tüsü ortadan kalkmış durumdadır; bu ke­ 'Sarıbuğday-^ simlerde çalı ve hatta bozkır toplulukları ıAkdağ yaygındır. İl düzeyinde nüfus sıklığı krn2'ye 72 kişi ile Türkiye ortalaması düzeyindedir. Ama bu bakımdan kalabalık ovalarla, çok en­ gebeli ve tenha dağlık kesimler arasında büyük farklar vardır. 1985-1990 döne­ minde il düzeyinde nüfus artışı (%„ o' /AGOYNydElOl Ö11,33) Türkiye ortalamasının çok altında Dökmete kalmıştır. Aynı durum, gene 1985-1990 döneminde bazı ilçelerin nüfus kaybet­ mesi (Başçiftlik - %« 15,04) ya da artışın ortalamadan daha az olması (Erbaa, Nik­ sar, Artova) şeklinde de ortaya çıkmakta­ dır. İl genelinde halkın ancak % 42,86’sı t ' ARTOV/ kentsel yerleşmelerde yaşar; bu nüfusu­ \ S u lu s a ra v ^ nun yarıya yakını da (% 49,12) iki büyük Kadışehri merkez olan Tokat ve Turhal'da toplan­ mış durumdadır. Büyük kısmı engebeli olan il topraklarının ancak % 25 kadarı ta­



1



10



100



1000



plazma merkezindeki sıcaklık (milyon K cinsinden) 1. kıısak (1955-70)



□ □



B



3. kuşak (1983 sonrası)



2. kuşak (1970-83)



riyet döneminin başlarında ancak küçük bir kent görünümündeydi (1927'de 22 390 nüfus); hatta bunu izleyen yıllarda nüfusu daha da azaldı (1945'te 20 078 nüf.). Ama 1955'ten başlayarak, özellikle önemli yollar üzerindeki konumu ve yeni sanayi kuruluşları (sigara fabrikası) saye­ sinde hızla büyümeye başladı ve 1955’te 26 661 olan nüfusu 1970'te 44 110‘a; 1980'de 60 855'e, 1985'te 73 000'e ve 1990'da 83 000'e ulaştı.



başlıca takanakların yetkinlikleri



• IARIH. İlkçağlarda Togayıtlar'ca kurul duğuna inanılan ve adını "Sur-kent" (Tok -kat) anlamında buradan aldığı sanılan (Hüseyin Hüsamettin'in Amasya tarihi) şe­ hir, Hititler'in, Asurlular'ın, Hurriler ve Kimmerler'in egemenliğinde kaldıktan sonra sırasıyla Persler'in, Büyük İskender döne­ minde Makedonyalılar'ın, onun ölümü üzerine Kappadokia krallığı'nın ve bura­ ya "Comana Pontica" adını veren Pontos krallığı'nın yönetimine geçti. Romalılar ta­ rafından alındı (İ.Û. 65) ve bu imparator­ luğun ikiye bölünmesinden (İ S. 395) son­ ra payına düştüğü Bizans devletinin (Do­ ğu Roma imparatorluğu) egemenlik sını­ rı içine girdi. Bizans- Sasani ve Bizans -Arap savaşlarında (395-1000) önemli rol oynayan Tokat kalesi Malazgirt zaferinden



Ayvacık



~



L>V A ^^



TOKAT



T e k k irâ ^ 1 7 q "



^ korganO ?098 * /



Karayaka



^



AYBASTI



Aydoğan t. ,



?



1971 A



ALMUS



TOKAT



il merkezi



O



ilçe merkezi



bucak merkezi il sınırı ilçe sınırı » • O nüfuslarına göre _________ yerleşm eler________



Tokat genel görünüm



Tokat Gökmedrese (1275)



(1071) sonra Danişmentliler'in, ardından da Anadolu Selçuklularının (1150) eline geçti. Moğol istilasından (1243) sonra Anadolu’nun İlhanlI genel valilerinin yöne­ tim merkezi durumuna gelen kent, Sel­ çuklu devleti ortadan kalkınca (1307), doğrudan ilhanlılar'a bağlandı; ardı sıra da Eretna (1335) ve Kadı Burhanettin (1381) beyliğinin egemenliğine geçti. Ka­ dı Burhanettin öldürülünce (1398) Os­ manlIlar tarafından işgal edildi. Ankara* savaşı’ndan (1402) sonra başlayan Fetret* devri'nde (1402-1413) Amasya ve Çorum sancaklarıyla birlikte Anadoluda tek osmanlı toprağı olarak şehzade Çelebi Meh­ met'in (sonradan Mehmet I) yönetiminde kaldı. Mehmet I döneminde (1413-1421) Tokat ve kalesi öteki şehzade (İsa, Musa, Süleyman çelebiler) yanlılarının gönderi­ lip zindana tıkıldığı bir sürgün yerine dö­ nüştü. Murat II döneminde (1421-1451) sancak beyliği merkezi olan kent, Mehmet II döneminde Otlukbeli* savaşı’ndan (1473) önce bir süre akkoyunlu hükümdarı Uzun Flasan'ın işgalinde kaldı. Daha son­ ra eyalet merkeziyken, osmanlı yönetimi­ ne karşı ayaklanan alevilerin saldırısına uğrayarak yıkılıp yağmalandı (1512). Ka­ nuni dönemindeki Anadolu ayaklanmaları sırasında (1527) Baba* Zünnun kuvvetle­ rinin eline geçtiyse de sonuçta ayaklan­ macıları bozguna uğratan Sivas beylerbe­ yi Hüseyin Paşa tarafından kurtarılarak bir beylerbeylik merkezi durumuna getirildi (1538). Kanuni'nin Nahçıvan seferi sırasın­ da (1553-1555) ordunun yığınak merkezi ve hareket üssü, daha sonra da valide sul­ tanlar hası oldu. XVII. yy. başlarında Anadolu'da ayaklanan celaliler tarafından kuşatıldıysa da (1602) kalesinin direnişi kın­



- İM İ .



' 4*-¥' # • 7



i X



O L .



r



,?v A'z,r.



•►% . ...



-



t e ly



dir. Selçuklu veziri Muinettin Pervane'nin lamadığından alınamadı. Ancak, bu ara­ yaptırdığı (1275) Gökmedrese, Pervane da ve Abaza Mehmet Paşa ayaklanması darüşşifası olarak da bilinir (1926'da mü­ sırasında (1622-1628) büyük hasar gören ze oldu). İki katlı, iki eyvanlı, revaklı avlulu kent, önemini yitirdi. Tokat kalesine sığı­ yapıda, revakların ardından odalar yer alır. nan eski sadrazam Hüsrev Paşa, Murat Ana eyvan, türbe ve revak kemerlerinin fi­ IV'ün buyruğuyla burada idam edildikten ruze çinileri ünlüdür Darüşşifa ile aynı yıl­ (1632) sonra İran seferine çıkan yeni sad­ razam ve serdarıekrem Bayram Paşa ta­ da yaptırıldığı sanılan Pervane hamamı, rafından Sivas'la birlikte ordu merkezine çifte hamam planındadır. Vakfiyesine gö­ dönüştürüldü (1637). XIX. yy.'da önce Si­ re yapımı Selçuklu dönemine değin inen vas vilayetine bağlı bir kaza merkezi Mustafa hamamı da planı ile Pervane ha­ (1863), daha sonra da bağımsız mutasar­ m amına benzer. rıflık (1880) oldu. Bölgede çıkarılan ermeni işlevini günümüzde de sürdüren Taşayaklanmaları (1886) Abdülhamit ll'nın Er­ han (1631), iki katlı açık avluludur; alt kat­ zincan'daki 4. Ordu müşiri Zeki Paşa ara­ ta içte 37, dışta 25 dükkân vardır. Yörgüçcılığıyla oluşturduğu Hamidiye alayların­ paşa hamamı (1430), 1946’da onarılmış­ ca bastırıldıktan (1895) sonra Tokat yeni­ tır. Çifte hamam planındaki Alipaşa hama­ den vilayet merkezi durumuna getirildi. mı (1572), onarıldıktan sonra işletmeye Mondros* ateşkesi döneminde (1918 açılmıştır (1966). Hamamın sıcaklık bö­ -1920) yine bağımsız mutasarrıflık olarak lümleri haç biçimi dört eyvanlı, köşe hüc­ yönetilen kent, bugün kendi adını taşıyan reli planıyla klasik şemadadır. ilin merkezidir. ( — Kayn.) Yeşilırmak üzerindeki Tokat köprüsü • GÜZEL SANATLAR. Tokat’ın 29 km (Kemer köprü), 151 m uzunluğunda, kes­ G.’indeki Boius'-Aktepe höyüğü'nde yapı­ me taştan, beş gözlü bir yapıdır (1250). lan kazılarda ilk Tunç çağdan Bizans dö­ Saat kulesi Abdülhamit H’nin tahta çıkışı­ nemine uzanan bir yerleşme belirlenmiş­ nın 25. yıldönümünde yaptırılmıştır (1901). tir. Sarp kayalar üzerindeki Tokat* kalesi' Atatürk'ü asker giysileri içinde gösteren nin yep'm tarihi kesin değildir. Kentin en tunç heykel Nusret Suman'ın yapıtıdır eski anıtı olan Garipler camisi vakfiyesi­ (1935). ne göre Danişment Gazi (öl. 1104) döneTO KA T a. (öz. a. Tokat'tan). [Tamlayan mındendir. Günümüzde yıkılmış bulunan olarak] Tokat iline ilişkin. • 1251 tarihli Seferpaşa mescidi'ni Lokman —El sant. Tokat beşlisi ya da tokat beşbin Ebubekir yaptırmıştı. Yanındaki pira­ dallısı, Tokat ve çevresinde üretilen, üze­ mit çatılı, kesme taştan Seferpaşa ya da rinde aynı kalıbı beşli gruplar halinde ba­ Gömleklibaba türbesi mezar odası ve al­ sarak elde edilmiş desenler bulunan yaz­ tındaki mumyalıktan oluşur. 1301 tarihli ma. || Tokat elmalısı, Tokat ve çevresinde Alaca mescit, 1505’te yenilenmiştir. Yapı­ nın Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden üretilen ve üzerinde koyu renk fon üzeri­ iki yazıtı vardır. Tuğla bezer eli minaresi ne basılmış elma desenleri bulunan yaz­ Selçuklu üslubundadır. Kubbeli bir ana ma. (Yalnızca "elmalı" adıyla da bilinen mekân ile tonozlu, ocaklı odacıklardan bu tür yazmalarda, fon koyu renk [daha meydana gelen yan bölümlerden oluşan çok siyah], desenler kırmızı ve tonları renHamzabey camisi (1412) kiremit kaplı ça­ . ginde olur. Bordürde çizgiler ve küçük bo­ tı ile örtülüdür. Bayezit ll’nin annesi Gülyutlu elma desenleri yer alır.) || Tokat yaz­ bahar Hatun adına yaptırılan (1485) Mey­ maları, Tokat ve çevresinde üretilen kalıp dan camisi, 1939 ve 1943 depremlerin­ işi yazmalar. (Bk. ansikl. böl.) den büyük zarar görmüş ve onarılmıştır. —Mutf. Tokat kebabı, koyun ya da kuzu Yapı tek kubbeli bir ana mekân ile beş eti, patlıcan, patates, domates, soğan ve kubbeli son cemaat yerinden oluşur. Ya­ sarmısakla hazırlanıp özel fırında pişirilen nındaki Hatuniye medresesi oldukça yı­ bir tür kebap. (Etler terbiye edildikten son­ kıktır. Hoca Behzat’ın yaptırdığı (1535) ra fırının ortasındaki demire (şiş) et, patlı­ Behzat camisi kare planlı küçük bir örnek­ can, patates, soğan ve bütün halinde sartir; Abdülhamit II döneminde kimi ekleme­ mısak dizilir, domatesler ise ayrı bir şişe ler yapılmış, 1939 depreminden sonra geçirilir ve tümünün altına saçtan bir oluk onarılmıştır. Hoca Behzat'ın türbesi cami­ ya da tava yerleştirilir. Pişince alttaki suy­ nin yanındadır. Kare planlı ana mekân ile, la ıslatılmış ve yağlanmış pidenin arasına yedi kubbeli son cemaat yerinden mey­ konur.) dana gelen Alipaşa camisi (XVI. yy.) kes­ — A N S İK L . El sant. Tokat’ta yazmacılığın me taştandır; zengin mukarnas süslemeeski bir geçmişi vardır. Burada üretilen li, mihrabiyeli taçkapıyla dikkati çeker. Üç yazmalar, teknik açıdan kalıp işi yazma­ yandan kadınlar mahfiliyle çevrili ana me­ lardır. Tokat’ta karakalem* ve elvan* olmak kânı örten, sekizgen kasnaklı kubbe, XVI. üzere iki tip yazma basılır. Hürriyet, kay­ yy. kalem işleriyle süslüdür. Mihrap ve seri, Çengelköy, kirazlı, şebeke, elmalı, be­ minber taştandır. Avluda Ali Paşa ile oğlu yaz lârakalem vb. Tokat’a özgü yazma Mustafa Bey'in türbesi vardır. 1679 tarihli desenlerinden birkaçıdır. Yazma desen­ Ulu cami, dikdörtgen planlı, ahşap çatılı' lerinde doğadan esinlenildiği görülür. Bu­ yalın bir yapıdır. gün geleneksel desenlerin yanı sıra, ye­ Ebulkasım bin el-Tusi'nın yaptırdığı ni geliştirilmiş desenler de kullanılmada­ (1234), Ebulkasım türbesi, içten tonoz bin­ dır. gili kubbe, dıştan piramit çatıyla örtülüdür. Ûn cephesindeki, sivri kemer biçiminde T o k a t k a le s i, lokat kentinin güney­ alınlıktı pencerelerin mor, firuze, lacivert batısında, 750 metre yüksekliğindeki Hisartepe üzerinde yer alan kale; Tokat renkli, kûfi yazılı ve geometrik geçmeli çi­ kentinin eski kesimi, bu kalenin eteklerin­ nileri Selçuklu döneminin güzel örnekle­ de yayılır. Kalenin yapımına ilişkin kesin rindendir. Sümbülbaba zaviyesi ve türbe­ bilgiler yoktur; Profesör W. Ramsay, Dasi, mescit, tekke, türbeden oluşur (1292). zimon olarak anılan kaleye, yöredeki pa­ Mukarnaslı taçkapısı Selçuklu geleneğini gan ayinlerinden kaçan ilk hıristiyanların yansıtır. Halefsultan türbesi (1292) olduk­ sığınmış olduğunu yazar. Evliya Çelebi ça bakımsızdır. 1314 tarihli Nurettin bin ise Tokat kalesinin, Amasya kalesi ile ay­ Sentimur'un türbesi kesme taştan, kare nı tarihlerde yaptırıldığını bildirir. Bi­ planlı gövde ile, tuğla örgülü piramit biçi­ zans'ın komşularıyla savaşlarında önemi­ mi çatıdan oluşur. Cadde yönündeki pen­ ni koruyan kale, Selçuklu devleti ve Os­ ceresi palmet ve rumi bordürlüdür. AbdülmanlI İmparatorluğu dönemlerinde ona­ muttaiip türbesi (1317) mescit, zaviye ve rım görerek, savunma amacıyla kullanıl­ türbeden meydana gelen yalın bir yapı­ mıştır. Osmanlılar'ın kaleyi bir süre hapis­ dır. hane olarak da kullandıkları bilinmekte­ Çukur medrese olarak anılan Yağtbadir. Toplam çevresi 1 500 metre uzunlu­ san* medresesi (XII. yy. ortaları) ilk dönem ğunda ve beş köşeli olan kalenin duvar­ örneklerinden olması açısından, önemli­ ları yirmi sekiz burçla güçlendirilmişti ve!



tokm ak B.'ya açılan bir kapısı vardı. Kale içinde cephanelik, ambar, sarnıç, dizdarhane ve askeri barınaklar bulunuyordu. T a k a t müzesi, Tokat'ta, Gökmedrese’ de açılan müze (1926). Müzede çeşitli dö­ nemlerden heykeller (Kybele, savaşçı, as­ lan, at), lahitler, kabartmalar, seramikler, mozaikler, yapı öğeleri, Tokat yöresinden derlenmiş tekke eşyası (tebek, tef, ney, aiem, sancak), etnografik yapıtlar (giysi­ ler cepkenler, peşkirler, şallar, tütün ve pa­ ra keseleri vb.), mezar taşları, yazıtlar ser­ gilenmektedir. Ayrıca zengin bir sikke ko­ leksiyonu, şeriye sicilleri, fetva ve berat­ larla Bizans dönemine ilişkin dinsel bel­ geleri içeren bir arşiv bulunmaktadır.



röntgen laboratuvarı kurdu. Doçent oldu (1932), Tip fakültesi cerrahi kliniği'nde öğ­ retim üyeliği yaptı. Üniversite reformun­ dan sonra (1933) profesör, ordinaryüs pro­ fesör (1943) ve klinik direktörü oldu. Tür­ kiye’de ilk kez midenin bir bölümünü al­ ma ameliyatını ve kan naklini gerçekleşti­ ren Toker, altçene ankilozu için de özel bir tedavi yöntemi buldu. Cerrahinin her ala­ nında çok sayıda araştırması ve inceleme­ si vardır. Başlıca yapıtları: Akciğer apse­ leri (1938), Bandaj bilgisi ve tekniği (1942), Kırık ve çıkıklar (1943).



■ TO K E R (Metin), türk gazeteci, yazar (İs­ tanbul 1924). Ortaöğrenimini Galatasa­ ray'da (1942), yükseköğrenimini İstanbul Edebiyat fakültesi fransız dili ve edebiyatı T O K A T s u y u , Orta Karadeniz bölümü­ bölümü'nde (1948) tamamladı, ayrıca Pa­ nün iç kesiminde, Yeşilırmak'ın yukarı çı­ ris'te Siyasal bilgiler fakültesi’ni bitirdi ğırını oluşturan Tozanlı ırmağının, soldan (1953). Aynı tarihlerde Cumhuriyetin Pa­ aldığı kol; yaklaşık 70 km. Dumanlıdağ’ ris muhabirliğini yaptı. 1954'te Akis der­ ın K. yamaçlarından doğar ve Aşmalı da­ gisini kurdu ve 1967'ye değin yönettiği ğın eteklerini izleyerek Almus barajının derginin başyazılarını yazdı. O yılların si­ yaklaşık 10 km D.'sunda Tozanlı ırmağına yasal iktidarlarına yönelttiği sert eleştiriler kavuşur. nedeniyle sık sık yargılandı, bazılarında hapse girdi. Akis dergisi kapandıktan son­ TO K A TÇ I a. Arg. Dolandırıcı. ra çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. T O K A T Ç IL IK a. Arg. Dolandırıcılık. 1977-1980 arasında Cumhuriyet senato­ su Cumhurbaşkanlığı kontenjan üyeliği T O K A T L A M A a. Tokatlamak eylemi. yaptı. Milliyet gazetesinde yazmaktadır T O K A T L A M A K g. f. 1. Bir kimseyi, yü­ (1993). İsmet İnönü'nün damadı olan Tozünü tokatlamak, tokat atmak. —2. Arg. ker'in yayımlanmış başlıca yapıtları: Bir Bir kimseyi dolandırmak, parasını çarpmak. diktatörün iktidar yolu (1961), İsmet Paşa'yla on yıl (1965-1967), Şeyh Sait ve is­ ♦ tokatlanm ak edilg. f. Tokatlamak ey­ yanı (1968), Dört buhranlı yıl (1969), lemine konu olmak. Sağda ve solda vuruşanlar (1971), NA­ T O K A T L A N M A K - TO KATLAMAK. TO 25 yaşında, tamam mı devam mı? (1974), Metin Toker'in not defterinden T O K A T L I G E D AY İ - GEDAYİ To katlı. (1981), Tek partiden çok partiye (1990), DP'nin altın yılları (1990), DP yokuş aşa­ TO KA Y a. TO K A J'ın e ş a n la m lıs ı. ğı (1991), Demokrasiden darbeye TO K A Y a . Z o o l. G E K O 'n u n e ş a n la m lıs ı. (1991). TO KAY -



TO KAJ.



T O K A Y (Mehmet Fehmi), türk besteci (İstanbul 1889 - ay. y. 1959). ilk müzik derslerini kanun çalan babası Hüsnü Bey’den aldı. Hadi Bey ve Rauf Yekta Bey'den meşk etti. 1907’de Mühendishanei berrii hümayun'a girdi. Araya giren sa­ vaş yılları nedeniyle diplomasını ancak 1920’de aldı. Çeşitli illerde bayındırlık mü­ dürlüğü yaptı. 1941'de besteciliğe başla­ dı. Bugün elde 110 bestesi bulunmakta­ dır Nota öğrenmemiştir Şarkılarını Cüneyt Orhon, Alaettin Yavaşça ve Dr. Nevzat Atlığ notaya alıyorlardı. Başl.ca besteleri: Aş­ kı seninle tattı hicranla; andı gönül (hicaz hümayun şarkı, düyek), Gelmedin birkerreden mâadâ neden (uşşak şarkı, müsemmen). aman cânâ beni şâd et, terahhum eyle insât et (buselik şarkı, müsemmon). T O K E , Güney Norveç’te (Telemark) iki ır­ mağın adı. Hidroelektrik tesisler. TO K E LA U



a . TİNEA İMBRİCATA’n ın e ş a n ­



la m lıs ı.



T O K E L A U ya da U N İO N , Polinezya' da küçük takımada, üç mercan adasın­ dan (Atafu, Fakaofo, Nukunono) oluşur, 10 km2; 1 700 nüf. T O K E R (Ahmet Burhanettin), türk hekim (Van 1890-istanbul 1951). Şam’da başladı­ ğı tıp öğrenimini İstanbul'da tamamladı (1910). Tip fakültesi’nde ilkin iç hastalıkları, daha sonra kadın doğum asistanı olarak çalıştı. Kolera mücadele hekimliği, Balkan savaşı yıllarında Hilali ahmer (Kızılay) ko­ misyonu üyeliği yaptı. 1913’te cerrahi ih­ tisası yapmak üzere Almanya’ya gönde­ rildi; Berlin ve Hamburg tıp fakülteleri cer­ rahi ve röntgen kliniklerinde çalıştı, cer­ rah oldu. Cerrahideki başarısı nedeniy­ le Eppindorf hastanesi cerrahi servislerin­ den birini yönetmekle görevlendirildi. Yurda dönüşte (1921), Cerrahpaşa hastanesi'ne operatör olarak atandı. Kısa sü­ rede bu hastanede bir cerrahi servisi ve



T O K G Ö Z (Ahmet Ihsan), türk yazar, ya­ yıncı ve siyaset adamı (Erzurum 1866 Değirmendere, İzmit, 1942). 1886 yılında Mülkiye mektebi'ni bitirdi. Bir süre Dışişle­ ri bakanlığı tercüme kalemi'nde görev yaptı. 1890 yılında Alem basımevini kur­ du ve Edebiyat-ı cedide akımının yayın organı olan Servet-! fünun' dergisini ya­ yımlamaya başladı (1891). İkinci meşrutiyat'ten Birinci Dünya savaşı sonlarına de­ ğin Yüksek ticaret mektebi'nde coğrafya öğretmenliği yaptı. 1919’da Avrupa’ya gi­ derek Heyeti temsiliye'nin amaç ve fikir­ lerini batı kamuoyuna duyurmaya çalıştı. Lozan barış konferansı sırasında da türk basın bürosunun yöneticiliğini yaptı. 1931'de Ordu milletvekili olarak girdiği TBMM’de yasama görevini ölümüne de­ ğin sürdürdü. Başlıca yapıtları: Avrupa' da ne gördüm? (1891), Altı hafta Nil'de se­ yahat (1896), Tuna'da bir hafta (1911), 77rol cephesinde ateş hattında (1917), Mat­ buat hatıralarım (2 cilt, 1930-1931). Ayrı­ ca Jules Verne'in romanlarını türkçeye ilk çeviren de odur. T O K G Ö Z (Server Kâmil), türk hekim (İs­ tanbul 1881-Ankara 1943). Mektebi tıbbiyei şahane'yi bitirdi (1902). Askeri tıbbiye bakteriyoloji muallim muavinliği ve çeşitli illerde askeri hastane bakteriyoloji uzman­ lığı görevlerinde bulundu. 1908'de Paris'e gönderildi, iki yıl Pasteur enstitüsü’nde ça­ lıştı. Dönüşte (1910) bakteriyolog ve ordu sağlık danışmanı olarak görev aldı. Tıp fa­ kültesi genel sekreteri, Eczacı ve Dişçi mektebi bakteriyoloji öğretmeni oldu (1914). Savaş sırasında askeri hastane başhekimiydi; savaş bittikten sonra 1933'e değin hıfzıssıhha profesörlüğü yaptı. An­ kara Refik Saydam merkez hıfzıssıhha enstitüsü'nde ikinci müdür (1935), müdür oldu (1941). Denizli milletvekili seçildikten (1943) bir süre sonra öldü. Bakteriyoloji alanında çok sayıda inceleme ve araştır­ ması vardır. TO KG Ö ZLÜ sıf. Para, mal, mülk hırsı ol­ mayan, kendisine gerekenden fazlasını is­



temeyen kimse için kullanılır; gözü tok: Son derece tokgözlü bir insandır, istesey­ di çok zengin olabilirdi.



11581



T O K G Ö Z LÛ LÜ K a. Tokgözlü olma du­ rumu, tokgözlü kimsenin niteliği. T O K İM U N E (1251-1284), Kamakura Hoco'nun altıncı ve en ünlü şıkken”! (na­ ip) [1256-1284], Vasallık kurallarına saygı gösterilmesini isteyen moğol elçisini kov­ du (1268). ilk istila girişimi 1274‘te oldu ve Moğollar’ın aleyhine döndü. Moğollar 1276'da yeni elçiler gönderdi, Tokimune, bu kez, elçilerin boynunu vurdurdu, isti­ lacılar 1281’de karaya çıktılar, ama binler­ ce gemilerine ve silahlarına karşın güçlü bir direnmeyle karşılaştılar. Umulmadık bir fırtına (kamikaze) Moğollar i bozguna uğ­ rattı. Tokimune, kıyılarını tahkim işlemini ta­ mamladı. T O K L A R , Kayser i'niıı Tomarza ilçesi­ ne bağlı bucak; 1 2 520 nüf. (1990); 17 köy. Merkezi Toklar. 570 nüf. (1990). TO K L A Ş T IR IC I a. Terz. 1. Bir tayyör ceketin ya da mantonun dublesini oluş­ turan ve giysinin alt kısmına kadar uzanan kumaş. — 2. Bir kostümün yaka ya da kol kapaklarını duble etmek ve onlara sertlik kazandırmak için terziler tarafından kulla­ nılan bez. T O K L U a. Altı aylıkla iki yaş arasındaki genç koyun. T O K L U , esk. Kalclye, Trabzon'un mer­ kez ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 6 556 nüf. (1990). T O K L U d a ğ ı ya da T O K L U T E P E , Ankara’nın yaklaşık 60 km B.'sında, Ayaş' ın G.-B.'sırıda, Abdüsselam dağının MeZozoyik ve Paleozoyik oluşuklarının yüzeylediği B. kesimine eski haritalarda verilen ad. T O K L U s iv r is i, içbatı Anadolu'da Afyonkarahisar'ın B.'sında, SincanlI ovasını G.'den çeviren Ahırdağ kütlesinin B. kesi­ minde dik yamaçlı tepe. Büyük taarruz sı­ rasında 26 ağustos 1922’de burada kan­ lı savaşlar yapıldı. T O K L U K a. 1. Tok, doymuş bir kimse­ nin durumu. —2. Sık dokunmuş bir ku­ maşın niteliği: Kumaşın tokluğu. —3. Ka­ lın, güçlü bir sisin niteliği. —Ger. day. Hem kopmaya karşı büyük bir direnç gösteren hem de çatlakların yayıl­ masına elverişsiz bir yapıda olan bir mal­ zemenin özelliği. (Basit bir çekme dene­ yinde, tokluk, kopma sırasında soğurulan biçim değiştirme enerjisi miktarıyla değer­ lendirilir. Tokluk, malzeme içinde önceden var olan hatalar ya da kırık yüzeylerden etkilenebilir; bu durumda metalürji uz­ manları, gerilmelerin çatlak yakınındaki durumunu niteleyen ve gerilme yeğinlik çarpanı adı verilen bir parametre kullanır­ lar.) —Nörobiyol. Tokluk merkezi, hipotalamusun orta alt çekirdeği içinde bulunan ve açlık merkezi üzerinde tutukluk yaptırabi­ len sinirsel yapı. T O K L U T E P E - TOKLU dağı. T O K M A C IK , İsparta' nın Yalvaç ilçesi merkez bucağına bağlı belde; 3 306 nüf. (1990). Belediye. T O K M A K a. 1. Sert ağaçtan, parşömen deriden, kauçuktan yapılan ve marangoz­ lar, taş üzerinde çalışan heykeltıraşlar, fı­ çıcılar vb. tarafından kullanılan, iki başlı ■oüyük çekiç. -—2. Bir kapıyı çalmak için kanadına asılı duran ağırca oynak metal parça. (Bk. ansikl. böl.) —3. Dibeğin döv­ me, ezme işi için kullanılan ağaç eli. —4. Tokmak gibi, etleri sıkı bir kimse, özellikle de çocuk için kullanılır: Tokmak gibi bir çocuk. || Tokmak tokmak, etlice, kalın. ■ —Bayınd. Yapı temellerini taşıyacak kazık ve palplanşiarı darbeyle zemine çakma-



Metin Toker



tokm ak 11582



D e lm a g



kazık ya da palplanşları çakmada kullanılan tokmak



duvarcı tokmağı



kursun ve o n ko kaplamacısı tokmağı



karo doşeyıcısı tokma



çeşitli tokmak tipleri



dövülmüş demirden tokmak XV.-XVI. yy.



Calvet müzesi, Avignon



da kullanılan düzenek || Titreşimli tokmak, zemine titreşim uygulayan ve dolgu top­ rakta yüzeysel olarak kullanılan aygıt. —Eldivc. Eldivenci tokmağı, işlemelerin, iliklerin vb. dövülmesi için kulanılan tahta ya da plastik kütük. —Heykc. Heykelci tokmağı, ağaç üzerine heykel yapanların kullandığı başı kesik ko­ ni biçiminde bir tür tahta çekiç. —İnş. Tuğlacı tokmağı, tuğlaları, toprak karoları dövmeye, kerpiç toprağını kalıp­ lar içinde sıkıştırmaya yarayan, sert ah­ şaptan alet. —Metalürj. Kalıpçı tokmağı, kalıpçının dö­ küm kumunu sıkıştırmak amacıyla kullan­ dığı geniş ve dairesel bir tabanı olan tah­ tadan küçük çekiç. || Pik kırma tokmağı, bir halat yardımıyla yukarı kaldırılıp bıra­ kılarak metal artıklarını kırmakta kullanılan ağır demir kütle. —Müz. Bir çanın içine ya da dışına yer­ leştirilmiş ve çana vurarak çalmasını sağ­ layan metal parça. || Ksilofon, metalofon, litofon, kristallofon, gong, çan, oyma da­ vul gibi idyofonlar sınıfından; davul, tram­ pet gibi derililer sınıfından; cymbalum, santur gibi kordofonlar sınıfından çalgılar­ dan ses almayı sağlayan araç. (Değneğin boyutları, biçimi, maddesi, ucuna sarılan ya da takılan nesne, çalgıdan elde edil­ mesi istenilen tınıya göre değişir.) [Bk. an­ sikl. böl.] —Nalbantl. Perçin ve tırnak bıçaklarına vurmak için kullanılan sert ağaçtan, saplı alet. —Oy. Kroket oynamaya yarayan, bir tarafı bombeli, öteki tarafı yassı, iki başlı bir çe­ kiçten oluşan uzun kollu tahta alet. —Saatç. Saat tokmağı, saat tarafından ha­ reket ettirilen ve bir zil üzerinde saatleri vu­ ran, bir çubuğun ucuna tespit edilmiş me­ tal kütle. —Seram. Kalıplama sırasında, seramik hamurunun konmasından sonra bir kalı­ bın çeşitli kısımlarını sıkıştırmakta kullanı­ lan tahta çekiç. —Sıh. tes. Tenekeci tokmağı, tenekeci ve lehimcilerin kullandığı tahta çekiç. —Teknol. Dövmeye, sıkıştırmaya vb. yara­ yan çeşitli araçlara verilen ad. Karo döşeyicisi tokmağı ile karolar sıkıştırılır ve düzeylenir; duvarcı tokmağı harcı sıkıştırma­ ya ya da perdahlamaya yarar.) —Tekst. Keten tokmağı, keten ya da ke­ neviri dövmede kullanılan alet. (Bir kena­ rı keskin tahta bir plakadan oluşan bu alet­ le, çürütülmüş keten ya da kenevir sapla­ rı, dövme tahtası üzerinde uzunlamasına dövülür.) — A N S İK L . Odysseia'da tokmaktan söz edilir; Pompei'de, bir evin kapısının üze­ rinde, kapıya vurmaya yarayan, halka bi­ çiminde, oynar bir tokmak örneği bulun­ muştur. Ortaçağ'da tokmak genellikle oy­ malı bir figürün (aslan yüzü, denizkızı, maskaron, deniz kabuklusu vb.) üzerine takılan ve alt kısmıyla bir çivinin başına vu­ rulan, demirden ya da bronzdan büyük bir halka biçimindeydi. • Anadolu türk mimarlığında kullanılan metal öğelerin en güzel örnekleri arasın­ da kapı tokmakları da vardır. Cizre Ulu camisi'nin karşılıklı iki ejder ve aralarında bir aslan başı bulunan kapı tokmağı artuklu bölgesj maden sanatının en başarılı ör­ neklerindendir (XIII. yy. başı). İstanbul Türk ve İslam eserleri müzesi'nde sergi­ lenen bu yapıt dökme tekniğinde hazır­ lanmış, kazıma tekniğinde bezenmiştir. Bu tokmağın çok benzer bir örneği de Ber­ lin müzesi'ndedir. Osmanlı döneminde hem dinsel hem de sivil mimarlıkta, kapı tokmaklarının çe­ şitli formlarıyla karşılaşılmaktadır; özellik­ le İstanbul değişik dönemlerin üslupları­ nı yansıtan örneklerle doludur. En eski ka­ pı tokmaklarına kale ve han kapılarında rastlanır (Anadoluhisarı, Rumelihisarı); bunlar yalın, sağlam ama gösterişlidir. Mi­ mar Sinan dönemi ve sonrası örnekleri



klasik üsluptadır; Ayasofya'nın hünkâr mahfili ile Üsküdar Selimiye camisi’nin ka­ pı tokmakları yazı ile kaynaştırılmış zarif formlarıyla dikkati çeker. Daha geç dö­ nem örnekleri barok, rokoko ve empire üsluptadır (kartal, aslan ya da kadın ba­ şı, el, üzüm salkımı vb.). Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Cum­ huriyetin ilk yıllarında etkili olan Birinci ulusal mimarlık akımı (yeniklasik) yapıla­ rında, klasik osmanlı üslubunu yansıtan kapı tokmakları kullanılmıştır; bunlar rozet, palmet, lotus süslemelidir (İstanbul Dör­ düncü vakıf hanı). İstanbul saray, konak ve köşklerinin yanı sıra Diyarbakır, Şanlı­ urfa, Mardin, Safranbolu, Kütahya vd. kentlerdeki geleneksel mimaride konutlar­ da da kapı tokmaklarının değişik örnek­ leri bulunmaktadır. —Müz. Eski türkçede balaban da denen tokmak, davul, trampet, ksilafon, santur, timbal vb. çalgıların vazgeçilmez öğesidir. Davul tokmağının en büyüğüne "topuz" denir. Bunun üzeri deri kaplıdır. Trampet, timbal vb. çalgıların tokmakları daha in­ ce ve küçük olur ve bunlara çubuk ya da baget de denir. T a k m o k , Tanzimat ve Meşrutiyet dö­ nemlerinde yayımlanmış bazı gazetelerin ortak adı. — Jön Türkler adına Tunalı Hil­ mi'nin parasal desteğiyle Ali Fahri Bey'in yönetiminde Cenevre’de çıkan mizah ga­ zetesi (1301). On beş günde bir basılan ve gizlice Türkiye'ye gönderilen gazetenin ne zaman kapandığı bilinmiyor. — Şahabettin Hasip tarafından İstanbul'da çıka­ rılan haftalık resimli gazete (1910/1911). Kı­ sa bir süre çıkmıştır. — Mehmet Emin Bey'in sahibi ve sorumlu müdürü olduğu haftalık gazete. Başlığı altında "siyasi, he­ zeli, musavver osmanlı gazetesidir” yazı­ sı bulunan gazete, İzmir'de yayımlandı (1910). TöSSM/âK, Kırgızistan'da kent, Bişkek' in doğusunda yer alır; 52 000 nüf. Besin sanayisi. Yün ipliği. antik Leucae, Ege denizi’nde Midilli adasının K.-D. kıyısı önünde, Tokmak burnunun G .'in­ deki dört adacığa verilen ad. Yunanis­ tan'a ait olan adalar, kıyıdan 2 km ka­ dar uzakta bir küme oluştururlar. Türki­ ye’ye ait Alibey adalarından yaklaşık 8 km genişlikteki Midilli boğazı ile ayrılır­ lar. T O K M A K



a d a la r ı,



‘fO lS M A K ta m ın , aynı adı taşıyan bir burun ile bir çıkıntı. Midilli adasının K.-D. kıyısında burun, K.'de Yeniliman ve G.'de Eskiliman koyları arasında; — İstanbul bo­ ğazının orta kesiminde, Rumeli kıyısında Istinye koyunu G.'den sınırlayan çıkıntı (an­ tik Kyparodes). T O K M A K B A Ş a . 1. A ZM A N K AY A 'nın e ş a n la m lıs ı. —2. Çamuka"'ya b a z ı y ö r e ­ le r d e v e rile n a d .



T O K M A K B Ö C E K â İL L E R a. Böcbil.' K IS A K A N A T L IB Ö C E K G İL L E R familyasının eşanlamlısı. T O K M A K Ç I a. Arg. Jigolo. T O K M A K Ç IK a. Küçük tokmak. —Bayınd. Betonu, asfaltı vb. sıkıştırmada kullanılan küçük tokmak. T O K M A K L A M A a. Tokmaklamak eyle­ mi. TO K M A K L A M A K g. f. Bir şeye tok­ makla vurmak. —Bayınd. Bir tokmak ya da makine yar­ dımıyla düzgün bir biçimde dövmek, gömmek. —Karb. kim. Kok fırınlarına yüklemeden önce kömürü sıkıştırmak, tıkızlamak. TO KO a. Tropikal bölgede yaşayan kü­ çük kalao. (iki boynuzlu kalao adıyla da



bilinir. Bil. a. Tockus camurus; boynuzlugagalıgiller familyası.) TO KO FEROL a. (fr. tocopherol; toco-, toko-, ve yun. pherein, taşımak’tan). Org. kim. En önemlisi ce-tokoferol, yani E vita­ mini olan doğal yükseltgenme önleyicile­ rinin genel adı. — A N S İK L . Yağ. mad. Tokoferoller yağlı maddelerde bulunur ve bu maddelerin her 100 gramında 100-500 mg tokoferol vardır. Yeryüzünde en yaygın olarak bu­ lunan tokoferol, cHokoferol [trimetiltokol 5 -7-8] yani E vitaminidir. Ayrıca (3- ve y -tokoferoller [dimetiltokol-5-8 ve 7-8] ile i -tokoferole de rastlanır; S-tokoferol, belir­ gin yükseltgenme önleyici özellikleri olan bir maddedir. TO E Î0Q R âFİ a. (fr. tocographie). Dölyatağı kasılmalarının grafik kaydı, (iki türlü yapılır: karnın üstüne yerleştirilen alıcılar­ la yapılan dış tokografi ve amnios boşlu­ ğuna yerleştirilen manometrik alıcılarla ya­ pılan iç tokografi. Tokografi, dölüt gözeti­ minin parametrelerinden biridir [dölüt kalp tokografisi].) ■ T O K S L a. (fr. tocol). Org. kim. Formülü C 26H ,„0 2 olan yükseltgenme önleyicisi; hidrokinolün fitolle yoğuşma tepkimesi so­ nunda elde edilir; metilli türevlerine toko­ feroller denir.



toko! a-îokoferol (¡■tokoferol 7-tokoferol



R = R ’ = R '= H R = R ' = R ' = CH3 R '= H ; R = R '= C H 3 R ' =H ; R = R '= C H 3



T O K O L İT İK sıf. (fr. tocolystique). Tıp. Dölyatağı kasılmalarını yavaşlatabilen maddeye denir (alkol, betamimetikler). O a. Tokolitik madde. Y 0 K 0 L İZ a. (fr. tocolyse). Kad. doğ. Döl­ yatağı kasılmalarını durdurma. (Bu dur­ durma, dinlenme ile birlikte, erken doğum tehlikesine karşı tedavinin temelidir.) TOK0! D O KURCU N. yerler olarak kalırken, batıdaki tepeler ve taraçalarda (Yamanote) daha çok varlıklı TO K U R D A M A a. Tokurdamak eylemi. kesimlerin oturduğu mahalleler kuruldu. TO KU R D A M A K gçz f (yansıma söze.). 500 000 evin yıkılmasına yol açan 1923' Sıvı içinden hava kabarcıkları çıkarken tok teki büyük depremden sonra kent, ikinci bir ses çıkarmak. Dünya savaşı sonrasına kadar Tokyo’nun tarihine damgasını vuran her tür kentçilik ♦ tokurdatm ak ettirg. f. Tokurdamak ilkesine boş veren bir anlayışla yeniden eylemi yaptırmak. kuruldu. 1944-1945'te bombardımanlar TO KU R D A TM A K - TOKURDAM AK. kent nüfusunun 11 milyondan 5 milyona düşmesine ve 700 000 evin yıkılmasına T O K U R T U a. (yansıma söze ). Tokurda­ yol açtı; ama 1956’dan sonra, kent yeni­ yan bir sıvıdan gelen tok ses. den savaş öncesi-nüfusuna kavuştu ve o T O K U Ş -4 DEĞİŞTOKUŞ. tarihten beri Tokyo'nun gelişmesi, ülkenin gelişmesine paralel bir yol izledi. Geçmiş­ T O K U Ş İM A , Japonya'da liman kenti, ten geriye yalnızca feodal dönemden kal­ Şikoku adasında, il merkezi, Yoşino ırma­ ma birkaç bahçe, birkaç tapınak ve özel­ ğının ağzında, Kii boğazı kıyısında; 263 likle şatonun (duvarları ve hendekleri, yer­ 336 nüf. (1990). XVI. yy.'dan kalma bir leşmenin tam ortasında, 2 km2’!ik bir ko­ şatonun yıkıntıları arasında Momoyama ruluğu ve hükümdarın sarayını [1945’ten üslubunda düzenlenmiş bahçesiyle eski sonra yeniden yapıldı] kapsayan bahçe­ bir feodal site. Kent canlı bir sanayi mer­ leri çevrelemektedir) dev yapısı kaldı. kezidir (kimya, tekstil [pamuk], besin, ke­ reste). Başlıca liman, kente 7 km uzak­ Yerine getirdiği işlevler nedeniyle Tok­



yo, tüm japon yaşamının itici gücü olmuş­ tur (belki yalnızca iktisadi alan dışında; bu alanda Osaka ve daha sonra da Nagoya, takımadanın batı ve orta kesimlerinde Tokyo’dan daha önemli rol oynar). Yöne­ timsel başkent Tokyo, aynı zamanda ülke­ deki tüm okul ve üniversitelerin üçte biri­ ni bünyesinde toplayan başlıca kültür merkezidir. Aynı zamanda dev bir ticaret merkezi olan Tokyo, tüm japon işletmele­ rin °/o 30’unu, mağazaların % 12’sini, ti­ caret alanında çalışanların % 17'sini kap­ sar ve yıllık toplam iç satışların °/o 30’u Tokyo’da gerçekleştirilir. Ülke çapındaki büyük mağaza zincirleri (Mitsukoşi, Takaşimaya, Seibu, Hankyu, Isetan vb.), baş­ lıca tesislerini (bazen birkaçını) Tokyo’da kurmuşlardır. Bu etkinlik özellikle merkez­ de (Ginza-Nihonbaşi) ve her biri büyük mağazaları, butikleri, bankaları, otelleri ve sayısız eğlence yerlerini bir araya getiren çevresel merkezlerde (Asakusa, Ueno, Ikebukuro, Şincuku, Şibuya) toplanmıştır. Tokyo limanından yapılan dış ticaret, kom­ şu Çiba (koy kıyısında), Funabaşi ve Yo­ kohama limanıyla devam eden Kavasaki limanlarından gerçekleştirilen dış ticaret­ ten hiç de önemsiz değildir: 1982'de yal­ nızca Tokyo limanına, kent halkı ve sana­ yisi için gerekli hammaddeler ve enerji ürünleri başta olmak üzere 80 Mt mal bo­ şaltılmıştır. Özellikle 1950'li yıllarda başla­ yan sanayi, ülke işçilerinin °/o 13’ünün ve dönüştürme sanayilerinin °/o 14’ünün Tok­ yo’da toplanmasını sağlamıştır, ister eski tipte küçük yan sanayiler, ister ileri tekno­ loji gerektiren sanayiler (araştırmalar, du­ yarlı aletler), isterse dev işletmeler sözkonusu olsun, Tokyo, Osaka ve Nagoya’yı geride bırakarak ülkenin en büyük imalat sanayisi bölgesi haline gelmiştir. Bu sana­ yi kompleksinin (termik santrallar, petro­ kimya, demir-çelik, tersaneler, otomobil fabrikaları vb.) büyük bölümü, körfez kı­ yısı boyunca denizden kazanılan toprak­ lar üzerinde kurulmuştur; petrol tankerleri Laurence Vida!



11585



Tokyo Şincuku semti



Ïakqmoto-Zioio



Tokyo "k a r yağdıktan sonra Nihonbaşi’den görünüm " Hiroşige'nin baskı resmi



Edo'nun ünlü yerleri dizisinden



Fotohronika Tass



- a



'



mareşal Tolbuhin (1942'de generalken)



ve maden yüklü şilepler Tokyo körfezine' petrol, kömür ve maden cevheri getirir ve koydan çelik, ağır ya da mamul metalürji ürünleri ve kimya ürünleri yüklerler. Tok­ yo, ayrıca, japon ulaşım yollarının odağı, otoyolların ve "Şinkansen” adı verilen hızlı üç demiryolunun (kuzeye, batiya ve Ja­ pon denizi’ne doğru),-denizyolu hatları­ nın, iç (Haneda havalimanı) ve dış (daha yakın bir tarihte açılan Narita havalimanı sayesinde) havayolu hatlarının başlangıç noktasıdır. Kent içi bağlantılar, tüm ticaret merkezlerini birbirine bağlayan bir çevre hattıyla, kamuya ait ya da özel sayısız hat­ la ve on hattı birden Ginza-Nihonbaşi'nin merkezinde kesişen bir metroyla sağlanır. Ayrıca, asılı bir otoyol ağı 1960 tan sonra yapıldı. Kentte çeşitli görünümlere rastlanır; bu durum Tokyo'ya belli bir sevimlilik kazan­ dırır; XVII. yy.'dan sonra körfez kıyısında kurulan, kanalları ve alçak evleriyle, Sa­ ray'ın doğusunda kalan (Şltamaçi) dama planlı semtlerle, Saray'ın batısında yer alan, eğimli, hatta merdivenli yollarıyla bir­ çok bahçesiyle daha bol yokuşlu kesim­ ler (Yamanote) birbiriyle karşıtlaşır. Bu iki bütün arasında Saray'ın hemen D.'sunda, K.'den G.'e doğru şu mahalleler sıralanır; Kanda üniversite semti; Ginza perakende ticaret merkezi ve Marunuçi iş merkezi: Parlamento'yla bakanlıkların bulunduğu politika semti Kasumigaseki. Yer yer Japonlar’a özgü müstakil evlerin yerini az ya da çok lüks yüksek apartmanlar almak­ tadır; hatta birkaç gökdelen (yaklş. 2 0 0 m yüksekliğinde on yapı) 1970'ten sonra Şin­ cuku ve ikebukuro çevre merkezlerinde kuruldu. 1970'li yıllardan başlayarak ger­ çekleştirilen düzenli ilerlemelere karşın Tokyo'da, kentsel yaşamın getirdiği olum­ suzluklar ve sıkıntılar ağırlığını korumak­ tadır. • GÜZEL SANATLAR. Tokyo'nun (esk. Edo) im paratorluk başkenti olarak (1868'den beri) tarihi çok kısadır. Buna karşılık kent, japon Yenitaş döneminin comon* evresine ait ilk deniz kabuğu yı­ ğınının (kaizuka) 1877'de ortaya çıkarıldı­ ğı Musaşi ovasında yer almaktadır. Tokyo' nun Yayoi* semti, Japonya'daki ikinci Ye­ nitaş dönemine ait bir vazonun burada bulunmasından dolayı, bu kültüre adını vermiştir. Daha sonra Yamato ve maiyeti­ nin, başkentin dış semtlerinde yer alan büyük mezarların da (kofun') kanıtladığı gibi, yöreye egemen oldukları sanılmak­ tadır. 1590'a doğru şogun Tokugava ieya­ su ile birlikte, kırmızı boyalı taçkapısı gü­ nümüze kadar ulaşan Zoco-ci (1596) gibi ilk tapınaklar kurulmaya başlandı. Şogunluk sarayı 1592-1614 arasında bugünkü imparatorluk sarayının bulunduğu alanda inşa edildi; bu güzel ve geniş konut 19 kö­ şe kulesiyle berkitilmişti ve yüksekte yer alan şogunun malikânesindeki odalar Ka­ no Mitsunobu ve Kano Takanobu’nun re­ simleri ile süslüydü. Fakat Edo, yeni bir kent olduğu için o dönemde bir kültür ge­ leneğine sahip değildi. Kente XVII. yy.'aa yerleşen ilk sanat dalı, Tannyu, Naonobu ve Yasunobu'nun yönetimindeki Kano’



okuluyla geleneksel resim sanatı oldu. Bu ustalar yeni Edo çoğunluğunun resmi Akademi’sinin başına geçtiler ve gerçek bir tekel kurdular. Bu da ukiyo-e’ye ( -» ESTAMP) bir başlangıç oluşturdu. Edo’ya özgü bir sanat varsa bu kesinlikle, XVI. yy.’da gündelik yaşamı konu alan resim sanatından doğan "dalgalanan dünyanın resmi" ukiyo-e olmalıdır. Önceleri toplu­ mun yüksek sınıflarına yönelik olan bu tarz giderek yeni kentli sınıfının zevkleri­ ne kendini uydurdu; bu kentlilerin en az zengin olanları gündelik yaşamı konu alan boyanmış ya da basılmış ucuz estamplar­ la yetindiler. Siyasi istikrar Edo'nun yavaş yavaş kendine özgü dünyasını, gelenek­ lerini, kültürünü yaratmasını sağladı; zen­ gin tüccarlar kabuki' tiyatrosuna gidip gelmeye ve esin peşinde koşan birçok sa­ natçıyı çeken eğlence semti Yoşivara'da çılgınca para harcamaya başladılar. Edo ve Yoşivara'nın resimli kılavuzları yayım­ landı; kitap resimlemesiyle uğraşan res­ samların çokça görüldüğü bu ortamda, dönemin burjuva çevrelerinin hayat anla­ yışını iyi yansıtan ilk estamp ustaları (Moronobu*, itço* Flanabusa ve Kaigetsudo* Ando) ortaya çıktı. XVIII. yy.'ın ikinci yarı­ sında Kyoto'dan gelen tüm uygulamalı sa­ natlarla birlikte (metal, laka, fildişi işçiliği, kumaşlar), resimli küçük kitaplar halinde basılan halk romanlarının da geliştiği gö­ rüldü. Estamp sanatı, Torii* Kiyonaga, Şaraku*, hayat kadınlarını ve eğlence semtinin küçük insanlarını canlandıran Utamaro* ve Edo kökenli Flokusai*, Edo1 dan yüz görünüm, Edo'nun ünlü yerleri, Edo çevresinden sekiz görünüm dizileri­ ni gerçekleştirerek şogunluk başkentinde meydana gelen değişmeleri dile getiren Hiroşige* gibi ustalarla altın çağını yaşa­ dı. 1868'den başlayarak kentin sanat ya­ şamında etkili olan batı modaları Edo’nun görüntüsünü değiştirdiyse de, 1923 dep­ remi kenti yerle bir etti. Eski ahşap evle­ rin yanında, çok geçmeden Tokyo'yu gü­ nümüzün karşıtlıklar kenti durumuna ge­ tiren büyük beton yapılar yükseldi. Kent­ te, olimpiyat oyunları binaları ve mimar Tange* Kenzo'nun katedrali gibi olağan­ üstü güzellikteki beton anıtların yanı sıra geçmişin kalıntılarının varlıklarını sürdür­ düğü eski mahalleler de yer alır. Tokyo' da, aralarında ünlü Ulusal müze'nin de yer aldığı birçok müze bulunmaktadır. • ASKERİ TARİFİ, ikinci Dünya savaşı sı­ rasında Tokyo, ilk kez olarak 18 nisan 1942'de, Hornet uçak gemisinden hava­ lanan Doolittle bombardtmın uçakları ta­ rafından bombalandı. Ama büyük akın­ lar ancak 1945'in başında Mariana ada­ larından hareketle başladı. 9-10 mart ge­ cesi 329 bombardıman uçağı, 40 km2'lik bir bölgeyi yerle bir ederek 83 700 kişi­ nin ölmesine, 1 0 0 0 0 0 'den çok kişinin ya­ ralanmasına yol açtı. Tokyo R ound, 1973-1979 arasında GATT* çerçevesi içinde yürütülen çokyanlı ticari görüşmeler. Kennedy Round'un devamı niteliğindeki bu görüşmelerin amacı: bir yandan gümrük tarifelerinin in­ dirilmesini sürdürürken, öte yandan ülke­ ler ve iktisadi kesimler arasında daha iyi bir uyum kurulmasının yollarını araştırmak ve ilk kez olarak, tarife dışı engeller soru­ nunu çözmeye çalışmaktı. TO L a. Yörs. 1. Taş kemer ya da taş ke­ merlerle yapılmış ev, oda, tepı vb. — 2 . Duvar. —3. Yayla ya da bahçe kulübesi. —4. Samanlık. T o l m e d re s e , Ermenek'te (Karaman), Karamanoğulları döneminden medrese. Emir Musa Bey’in yaptırdığı (1339) ve dö­ neminin önde gelen eğitim kurumlarından olan bu medrese tek katlı, üç yanı re­ vaklarla çevrili açık avlulu, iki eyvanlı-planıyla klasik şemadadır. Yanlara, revakla­ rın ardına medrese odaları yerleştirilmiş­ tir. Giriş eyvanının eksenindeki ana eyva­ nın yanlarında kubbeli odalar bulunur (soldaki odada çini kakmalı alçı lahitler



vardır). Kalıntılardan, ana eyvanın çini ile kaplı olduğu anlaşılmıştır. Giriş eyvanının içine alınan mukarnas dolgulu, yazıtlı, ka­ re pencereli, çok yüksek taçkapı, Selçuk­ lu üslubundan ayrılır. Bu kapı alçak bir ke­ merle içe açılır. Karamanoğulları dönemi­ nin en güzel anıtlarından olan yapı, Vakıf­ lar genel müdürlüğü’nce onartılmıştır. TO LA a. Tropikal Afrika'da yetişen ve pembemsi esmer saman renginde, ince dokulu ve karabiber kokusunda, hafif ve yarı gevrek, yarı sert bir odun veren ağaç. (Odunu marangozlukta kaplama ve silme işlerinde, kontrplak ve plaka yapımında kullanılır. Bil. a. Gossweilerodendron balsamiferum.) TO LA a. Deric. Irmak çalışmasıyla sepi­ leme için hazırlanmış deri. (Tola beyaz, yu­ muşak, yapışkan, içi su dolu [yaklş. °/o 70) bir maddedir. Üstderi ve kılların yanı sıra derialtı dokusundan arındırılan deri, bir altderi durumuna indirgenmiştir.) TO LAİUER ya da G U N A N TU N A LA R ya da K U A N U A L A R , Papua kökenli ve malaya-polinezya dili konuşan, özellikle Yeni Britanya'nın doğu bölgesinde, Gazel­ le yarımadasında yaşayan halk. Sayıları yaklaşık 6 8 000 olduğu sanılan Tolailer, günümüzde batılılaşmış bir halk durumu­ na gelmişlerdir. Toplumsal örgütlenmele­ ri, kocayerli konutlu anasoylu yarıların var­ lığına dayanır, toplumsal mülklerin (toprak) ayrı bölgeler halinde siyasal ve topraksal bir bölünmeye göre dağılmasına karşın, bunlar üzerindeki haklar anasoyluluk ta­ rafından kullanılırdı. Geçinme iktisatları bahçeyetiştirme ürünleriyle, hindistance­ vizi ve kalâo ağacı plantasyonlarına da­ yanır. Hayvan kabuklarına dayanan gele­ neksel bir değiş-tokuş sistemleri vardı (çe­ yizler ve cenaze ayinleri). Şimdi ellerinde önemli ticaret merkezleri vardır. T O L A M İT a. (fr. tolamite). Fişekç. Bir tür plastik dinamit. TO LA N a. (fr. tolane). Org. kim. formülü C6H5—C = C —C6H5 olan difenilasetilenin yaygın adı. TO LA N D (John), İngilizce yazan İrlandalI filozof (Redcastle, Londonderry, 1670 - Putney 1722). Katolik bir anne babanın çocuğuydu, daha sonra presbiteryenliği benimsedi, bir süre Oxford'da yaşadı (1694-1696) ve Christianity not Mysterious'u (Gizemsiz hıristiyanlık) [1696] yayım­ ladı: yaradancı felesefeyi açıklayan bu ya­ pıt bir skandala neden oldu. Takibe uğ­ rayan Toland kaçmak zorunda kaldı. Bun­ dan sonra whiglerin liberal fikirlerini be­ nimsedi. Spinoza'yı inceledi, felsefesini eleştirmekle birlikte bu filozofun tanınma­ sına da katkıda bulundu; Spinoza'nın fel­ sefesi için "tümtanrıcılık" terimini kullanan da odur (1705). Spinoza'ya dayanarak tümtanrıcı bir maddecilik olan kendi fel­ sefesini ortaya koydu 1701'deHannover’e gitti ve Anglia libéra adlı yapıtını Seçici prenses Sophia’ya ithaf etti. Ayrıca An Ac­ count of the Courts of Prussia and Hanover'i (Prusya ve Hannover sarayları üzeri­ ne bir değerlendirme) [1705] ve hıristiyanlığı eleştiren pek çok yazı kaleme aldı: Letters to Serena, 1704; Pantheisticon, 1720. Aydınlanma hareketi, özellikle de Diderot üzerinde önemli etkisi oldu. TO LB E R T (William Richard), liberyalı devlet adamı (Bensonville 1913 - Monro­ via 1980). 1943'te Temsilciler meclisi’ne seçildi. 1951’de Başkan yardımcısı oldu ve bu görevini, düzenli olarak 1955, 1959, 1963, 1967 ve 1971 seçimlerinde de sür­ dürdü. 1971'de, hukuken, Başkan Tubman’ın yerine geçti; 1975'te 8 yıl için ye­ niden Başkan seçildi. Amerikan-Liberya lobisine ayrıcalıklar tanıyarak Tuban'ın si­ yasetini sürdürdü. 1979’da çok şiddetli ayaklanmalar sonunda, reformları, özellik­ le de bir muhalefet partisi kurulmasını ka­ bul etti. 12 nisan 1980'de, Başkan Tolbert bir askeri hükümet darbesi sırasında öl­ dürüldü.



W.



Lovassort



T öledo’da, eski Santa Maria la Blanca sinagogu’ndan (XIII. yy.'da yeniden yapıldı) bir görünüm



Lauros-Giraudon



Toledo katedrali'nln batı cephesi (XV. yy. ■ XVI. yy. başı) [solda, 1380-1440 arasında yapılan biiyûk kule]



T O L B IA C , Galya'da, Ren'ln orta bölü­ münde, akarsu boyunda bulunan kasaba. (496'da Rlpuarius Frankları burada Alamanlar'ı yenilgiye uğrattılar. Bu yerin gü­ neyinde, Bourgogne kralı Thierry II, Austrasia kralı Thibert H'yi yendi (612). Bugün­ kü adı Zülpich, Euskirchen yakınında. T O L B U H İN , türkç. Hacıoğiır, Pazar­ cık, Bulgaristan'da kent, yönetim bölü­ mü merkezi. Dobruca'da; 112 582 nüf. (1989). Kent, sanayi sayesinde gelişti (un fabrikaları, yün, pamuk, metalürji). 1991'de İsmi tekrar, İkinci Dünya savaşı ertesine kadar olduğu gibi Dobriç oldu.



günlük dildeki adı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Damar içi tolbutamit testi, glukoz metabo­ lizması anomalilerinin anlaşılması amacıy­ la deneysel olarak hipoglisemi yaratma deneyi. —ANSİKL. Ecza Tolbutamit pankreasın Langerhans adacıklarındaki beta hücre­ lerini uyararak ensülin salıverilmesini hız­ landırır ve artırır Yetersiz de olsa henüz ensülin yapımı devam eden ve ketoazidozu bulunmayan orta yaşlı hastaların teda­ visinde kullanılır. T 0 L E A S ÎA ya da T O L İA R A , esk. Tu¡ear, Madagaskar'ın güney-batısında li­ man kenti, il merkezi, Mozambik kanalı kı­ yısında; 49 000 nüf. Ticaret ve yönetim merkezi. Tekstil. Besin. — Toleara ili, ada­ nın güney-batısı ile güneyinde uzanır; 161 405 km2; 1 740 000 nüf. (1990).



T O L B U H İN (Fyodor ivanoviç), rus ma­ reşal (Androniki, Yaroslavl yakınları, 1894 - Moskova 1949). 1917'de çar ordusunda piyade yüzbaşısı oldu. Devrlm'e katıldı, içsavaşa girdi, Frunze askeri akademisi' nin derslerini izledi ve süvari sınıfı konu­ ■ T O L E B O , Ispanya'da kent, Castilla La sunda uzmanlaştı; 1939'da, Orenburg'da Mancha'da il merkezi, Tajo'nun sol kıyı­ (Ural) bir süvari tümenine komuta etti. sında; 54 300 nüf. Piyade akademisi, ün­ 1942'de üçüncü Ukrayna cephesinde ko­ lü kesici silahlar. Turizm. — Toledo ili, 15 mutanlık yaptı, Stalingrad savaşı'nda fen­ 368 km2; 494 727 nüf. (1990). Castilla La dini gösterdi. Ertesi yıl, on iki süvari tüme­ Mancha'da oldukça az engebeli, Tajo ır­ ninin başında, Almanlar’ın gerilerine, Stamağının D.'dan B.'ya doğru aştığı geniş llno yönünde cesurca saldırdı ve böyle­ bir alanda uzanır. D.'ya ' doğru Mancce alman ordularının Dniepr üzerine geri ha'nın bir bölümünü kaplar. çekilmelerini sağladı. Saldırısını Karade­ —Far. Yunan ya da fenike kökenli olan To­ niz kıyıları boyunca sürdürerek Besarabledo, İ.Ö. 192'de romalılaştı. Athanaglld ya’yı işgal etti, 1944 yılının ağustosunda buraya yerleşince (554'e doğr.), VizigotBükreş'e ve eVlülünde Sofya’ya girdi ve lar'ın gerçek tinsel başkenti durumuna bulgar hükümetini ateşkes yapmaya zor­ geldi ve 18 Toledo konsill burada toplan­ ladı. Kısa bir süre sonra mareşalliğe yük­ dı. Üçüncü Toledo konsili (589), ariusçu seldi; yürüyüşünü Sırbistan'a doğru sür­ kral Recaredo ve birçok ariusçu piskopo­ dürdü ve ekimde Belgrad'ı kurtardı. Da­ sun din değiştirmeleriyle önem kazandı. ha sonra kuzeye doğru çıkan Tolbuhin, 711'de Araplar'ın eline geçen kent, ayrı­ Malinovskiy İle birlikte Macaristan ve calıklarını Cördoba’ya kaptırdı. Çok geç­ Avusturya'nın fethedilmesine yardımcı ol­ meden, İslama karşı bir direniş ve ulusal du, nisan 1945’te Avusturya'da amerikan bağımsızlık merkezi durumuna geldi ve kuvvetleriyle birleşti. Daha sonra Avustur­ bu durum kanlı bastırmalara, özellikle 797 ya’daki işgal birliklerine komuta etti. bastırmasına yol açtı. X. yy. başında, yak­ T O L B U T A M İT a. (fr. tolbutamide'deri). laşık elli yıl boyunca özerk bir arap dev­ 1 . Eczc. Kan şekerini düşürücü etki gös­ letine merkezlik etti. Ülkeye egemen olan teren N-paratoluen sülfonil N:butilüre’nin Emeviler, belediyecilik, kültür ve iktisat ala­



nında (loledo deri ve çelikleri) kentin ge­ lişmesine katkıda bulundular. XI. yy. ba­ şında, Córdoba halifesi güçsüzlüğünü belli edince, bir Toledo krallığı kurulduysa da daha 1085’te León ve Castilla kralı Alfonso VI Toledo'ya girerek burayı kendi başkenti ve bir Reconquista kalesi duru­ muna dönüştürdü. Kent dört yüzyıl bo­ yunca, iber yarımadasının kültür ve din merkezi işlevini sürdürdü. Özellikle kentin çevirmenler okulu, arap bilim ve felsefesiyle yunan felsefesinin bir bölümünün Avrupa'da tanıtılmasını sağ­ ladı. XVI. yy.'da comunero* ayaklanmala­ rı ve bu ayaklanmaları bastırmak için ya-



Toledo mimar Juan Guas’ın 1477-1496 arasında yaptığı San Juan de tos Reyes kilisesi



Puerta del Sol mücear sanatı, XIV. yy. başı



TOLEDO’DA SANAT



eski Bab ül-Merdum camisi (980; bugün Cristo de la lu z kilisesi)



pılanlar kenti güçten düşürdü ve 1561'de Felipe II Toledo'yu bırakarak Madrid'e git­ ti. Bunun üzerine ve imperial y coronada kenti unvanına karşın, Toledo artık bir sa­ nat kenti ve hayvancılıkla ipek üretimine yönelik geniş bir bölgenin merkezi olmak­ tan öteye gidemedi. 1803-1813 arasında Fransızlar tarafından işgal edildi. Alcázar de Toledo savunması (22 temmuz - 28 ey­ lül 1936), İspanyol iç savaşının çarpıcı ol­ gularından biridir. —Güz. Sant. Toledo, Madrid'in kurulma­ sından sonra etkinliği giderek azalan bir müze-kenttir. Anıtsal tarihi İslam dönemin­ de, sur duvarının çeşitli öğeleri (Puerta Vi­ eja de Bisagra), damarlı kubbecikleriyle ünlü küçük Bab ül-Merdum camisi (980; Reconquistaban sonra Cristo de la Luz kilisesi’ne dönüştürüldü) ve calle de las Tornerias’taki ibadet yapısıyla başlar. İslam tekniklerinin mimarlıkta ve duvar süslemelerindeki etkisi, çoğu zaman at nalı biçiminde olan sıra kemerlerle, zen­ gin bir biçimde işlenmiş yalancı mermer kaplamalarla ve oymalı, boyalı tavanlarla Lauros-Girauöon



belirginleşen toledo mücear okulunun üretimi aracılığıyla, XVI. yy.'a kadar devam etti. Bu okul canlılığını dinsel mimarlıkta (küçük bir vizigot müzesinin yer aldığı S. Román ve Santiago del Arrabal) olduğu kadar askeri yapılarda (Puerta del Sol) ve sivil mimarlıkta da (Casa de Mesa ve Tal­ ler del Moro) sürdürdü. En zarif ürünleri arasında iki eski sinagog bulunmaktadır: XIII. yy.’da yeniden yapılan S. María la Blanca ve 1357 tarihli El Tránsito. 1226'da katedralin yapımına başlanma­ sıyla gotik sanat kente girdi. Katedralin Martın usta adındaki mimarı, Bourges katedrali'nin genel plan şemasını kopya et­ mekle birlikte, yapım aşamasında Bour­ ges örneğinde hissedilen düşey yükseliş hareketini göz önünde tutmadı, ispanya' daki geç gotik yapıların en kusursuz ör­ neklerinden biri olan fransisken kilisesi S. Juan de los Reyes de Toledo’dadır. Mimar J. Guas’ın da yapım çalışmalarına katıldığı bu kilise, başlangıçta Katolik Krallar’ın me­ zarlarını içermek için yapılmıştı. Kilisenin avlusu çok süslüdür. Yüksek gelirli başpiskoposlar her dö­ nemde sanat etkinliklerini desteklediler; katedralin içini süsleme çalışmalarını sür­ dürdüler, rahipler kurulu salonunu yaptır­ dılar (1504-1512) ve görkemli hâzineyi dur­ madan zenginleştirdiler Kentte yer alan iki güzel hastane de onların yapıtıdır; kardi­ nal Mendoza'nın bağışlarıyla yaptırılan haçvari planlı Santa Cruz hastanesi (mi­ marı E. Egas, 1504-1514; bugün il müze­ si) ve genellikle kurucusu kardinal Tavera' nın adıyla anılan S. Juân Bautista hasta­ nesi (mimarı B. Bustamante; 15414548; bugün müze). Bu yapılar ilk İspanyol rönesansı'nın plateresco akımına tanıklık eder Bunun ardından, alcâzar*'ın yeni­ den yapılmasıyla (bu çalışmaları yöneten mimarlar sırasıyla A. de Covarrubias ile J. de Herrera oldu) klasikçiliğe doğru ilk adım atılmış oldu. 1577'de Toledo’ya yerleşen El Greco, burada dehasına uygun bir tinsel ortam buldu. Başyapıtlarından birkaçı ABD'ye götürülmüş olsa da, ressamın gelişim sü­ recinin izlenmesine olanak veren yüksek nitelikli bir dizi yapıtı kentte kalmıştır: ka­ tedraldeki l'Espolio (1577-1579), S. Tomé’ deki Orgaz kontunun cenaze töreni (1586), S. José capellast'ndaki Aziz Yusuf ile Çocuk İsa (1599), Santa Cruz müzesi’ndeki Göğe yükseliş (1607-1613) ve "Casa del Greco” ile Tavera hastanesi'ndeki yapıtlar, T O L E D O , ABD'de (Ohio) liman kenti, Maumee ırmağının ağzında, Erie gölü­ nün güney-batı ucunda; 332 940 nüf. (1990). Deniz suları altında kalan Mau­ mee halici, çok güzel bir doğal bölgedir, en az derinlik 7,50 m'dir. Limanın çok çeşitlenmiş ticari etkinliklerinin başında kömür gelir. Toledo, aynı zamanda bir sanayi (camcılık, makine ve otomobil ya­ pımı, plastik maddeler, petrol rafinerisi) ve kültür (üniversite, müze) merkezidir. T O L E D O , Filipinler'de kent, Cebu'nun batı kıyısında; 120 000 nüf. (1990). Tica­ ret, tarım ve madencilik (bakır) merkezi. —Yakınında, kömür madenleri. TO LE D O (montes de), Orta ispanya'da küçük sıradağlar, G.’de Orta Tajo vadisi­ nin yanı başında yükselir. T O LE D O (Pedro d e ), V lllafranca mar­ kisi (Alba de Tormes 1484-1553), 2. Alba dükünün oğlu. 1532‘de Karl V tarafından Napoli valiliğine atandı. Napoli’de önem­ li belediye hizmetleri yaptı, ama İspanyol engizisyonunu getirmek İsteyince bir baş­ kaldırıyla karşılaştı. T O LE D O (Fernando Á l v a r e z DE) - * ba (Fernando Á l v a r e z d e T o l e d o ) .



A l­



T O LE D O (Juan Bautista DE), İspanyol mimar ve heykelci (öl. Madrid ? 1567). Roma'da öğrenim gördü; bir süre Napoli kral naibinin hizmetinde çalıştıktan sonra, 1559'da Felipe II tarafından ispanya’ya



geri çağrıldı. Madrid alcázari'nda, Aranjuez şatosu’nda çalıştı, özellikle el Esco­ ria ría ilk planlarını çizdi (1563); bu bina­ nın yalın güney cephesini veSangallo'nun Farnese sarayı'ndan esinlenerek Los Evangelistas avlusunu inşa etti. TO LE D O (Francisco DE), Oropesa kon­ tu (öl. 1581'den sonr.). 1569'dan 1581'e kadar Peru’da İspanyol genel valiliği yap­ tı, ülkeyi dolaştı, yönetimi düzenledi ve bir­ çok kararname çıkardı. İnkajşefi-Tijpac Amaru'nun başını vurdurdu (1572). TO LE İT a. (fr. tholéite ya da thdéiité). Yer bil. 1. Başlangıçta, plajiyoklaz (°/o 50 anortit), ojit ve metal oksitleri fenokristalle ku­ vars ve alkali feldispat arabüyümeleri gös­ teren camsı mezostazlı bazalt. —2. Bu­ gün, okyanus sırtları ve bazı ada yayları düzeyinde ortaya çıkan ilksel bir magma­ nın göstergesi sayılan, silis bakımından aşırıdoymuş, demir bakımından zengin ve farklılaşması silisçe zengin katmanların oluşmasına neden olan bazalt. T O L E İT İK sıf. (fr. tholéitique ya da tholéiitique). Yerbil. Toleit bileşimli bir magma­ dan türemiş bir magma birleşimi için kul­ lanılır. T O LE N T İN O , İtalya’da komün, Marche' de (Macerata ili), Chienti kıyısında; 17 900 nüf. XIII. yy.'dan kalma San Nicola bazili­ kası. Deri sanayisi. Mobilya. Kâğıt. Kire­ mit fabrikası. Ib ie n tln o a n tla ş m a s ı, Bonaparte ile papa Pius Vl'nın temsilcisi kardinal Mattei arasında imzalanan antlaşma (19 şu­ bat 1797). Papa, Bologna, Ferrara ve Romagna'yı Fransa'ya bıraktı, genef barışa kadar Ancona'nın işgal edilmesine razı ol­ du, tazminat ödedi ve sanat eserlerini tes­ lim etti. T O LE N T İN O DE A L M E İD A (Nicolau), Portekizli şair (Lizbon 1740 - ay. y. 1811). Yergilerinde küçük burjuva kesimini eleş­ tirdi. Üç cilt halinde toplanan yapıtlarında (1801-1828) bilinçli bir alayla, sade bir üs­ lup içerisinde çevresindeki niteliksizliği ve bayağılığı betimledi. Özgünlüğü, tarzının ve anlatımının kesinliği onun, döneminin edebiyatında özel bir yer yapmasını sağ­ lamıştır. TO LE R A N S a. (fr. tolérance). Başkaları­ nın, kendisinden farklı düşünme ve yaşa­ ma biçimleri olmasını kabul eden kimse­ nin tutumu; hoşgörü, müsamaha: Siz, farklı düşüncelere, hayat tarzlarına tole­ rans göstermeyi öğrenmelisiniz. —Bağışıkbil. Bir antijenle ilk temasın ya­ rattığı bağışıklık felcinden ileri gelen ve bazı antijenlere karşı bağışıklık tepkisi yok­ luğu biçiminde beliren tepkisizlik. (Bk. ansikl. böl.) —Parac. Gerçek ağırlık ve ayarlarla, ya­ sal ağırlık ve ayarlar arasında, kabul edi­ lebilecek fazla ya da eksik en yüksek fark. (Bk. ansikl. böl.) —Tarım. Bir gübrenin, içerdiği bir elemen­ tin beyan edilen miktarıyla, analiz sonu­ cu bulunan miktarı arasındaki kabul edi­ lebilir fark. ■ —Teknol. Ölçülen bir değerin doğru sayılabilmesi için içinde bulunması gerektiği, kuramsal bir büyüklüğe göre tanımlanmış aralık. (Bk. ansikl. böl. Mak. san.) || Tole­ rans vermek, bir kotun toleransını ya da bir parçanın toleranslarını belirlemek. — A N S İK L . Bağışıkbil. Tolerans olgusu, 1953'te Billingham, Brent ve Medawar ta­ rafından deneysel olarak ispatlanmıştır. Doğumdan hemen sonra başka farelerin alojenik hücreleri şırınga edilen alıcı fare­ lerin, verici farelerden alınan grefleri ata­ maz, red edemez duruma geldikleri gö­ rülmüştür. Bir bağışıklık toleransı durumu­ nun indüklenmesi, antijenin yapısına, yo­ ğunluğuna, organizmaya sokulma yoluna ve konağın genetik karakterlerine bağlı­ dır. Bağışıklık toleransı, dolaşımda antikor üretiminin yokluğu ile kendini gösterebil­ diği gibi, hücre aracılığı ile gelişen bağı­ şıklık tepkimesinin yokluğu ile de belire-



bilir. Bugün kabul edilen varsayım, bazı immünokompetan hücre klonlarının en­ gellenmesi ya da tahribi olasılığıdır. —Mak. san. Aynı nominal kota sahip iki parçanın birleştirilmesi bir geçme oluştu­ rur. Bu kotların toleranslarının karşılıklı du­ rumlarına göre geçme, boşluklu, sıkı ya da belirsiz, yani kimi zaman boşluklu, ki­ mi zaman da sıkı olabilir. Tolerans standartları, parçaların çeşitli boyutları için, işlevlerine ve istenen işleme duyarlığına bağlı olarak, işleme sırasında nominal ölçü üzerinde kabul edilebilecek hataların değerlerini belirtir. Bu boyutlar 20 °C sıcaklık için geçerlidir. Tolerans bir parçanın boyutunun içinde bulunması ge­ rektiği iki sınır arasındaki fark olduğun­ dan, bu boyutun tanımlanabilmesi için, nominal ölçüye göre bu sınırların belirlen­ mesi yeterlidir. Tüm toleranslar mikrometre cinsinden ifade edilir. Her biri ayrı bir du­ yarlık kalitesine denk düşen 16 tolerans öngörülmüştür. Nominal kot ile maksimum (ya da mini­ mum) sınır arasındaki cebirsel farka sapma adı verilir. Sıfır sapma çizgisi ya da sıfır çiz­ gisi, nominal kota denk düşen çizgidir. Tolerans bölgesinin sıfır çizgisine göre konumu, nominal kota bağlı olarak, sap­ malardan birinin değerini ve işaretini nite­ leyen bir harfle (delikler için A'dan Z'ye, mil­ ler için a'dan z'ye) belirtilir Uzlaşma gere­ ği, delikler için H'nın nominal kotla mini­ mum sınır arasında sıfır sapmaya (yani nor­ mal delikli denen sisteme) ve miller için h'nın nominal kotla maksimum sınır arasın­ da sıfır sapmaya (yani normal milli denen sisteme) denk düşmesi kabul edilmiştir. Parça, nominal kotu, bunu izleyen bir harf ve bir kalite' numarasıyla tam olarak tanımlanır. Nitekim, 100 H7, kotu 100 mm, simge­ si H, kalitesi 7 olan bir deliği belirtir. 100 mm kotuna ve 7 kalitesine denk düşen to­ lerans 35 |im dir. Öte yandan bir H deli­ ğinin minimum sınırı, nominal kottur. Do­ layısıyla delik, 100 mm + 35 um ve 100 mm - 0 um arasında, yani 100,035 mm ve 10 0 mm arasında değişen bir çapa sa+35



+o hıp olabilir; bu da 1 0 0 ile gösterilir. Aynı şekilde 100g6 milinin toleransı 22 lim dir. Standartlara göre, 100g6'ya denk düşen tolerans sapmaları - 1 2 um ve - 34 um dir. Dolayısıyla mil 100 mm -1 2 (im ve 100 mm -3 4 |im arasında, yani 99,988 mm ile 99,966 mm arasında kalan -12 -3 4



ği, Lazio’da, Civrtavecchia’nın K.-D.’sunda; yüksl. 616 m. Bunlar, trakitten oluşan, aşınma sonucu çok güzel görünümler ve­ rerek parçalanmış yanardağlardır. Maden (alünit) yatakları. TO LG A a. Esk. sil. 1. Savaşçıların baş­ larını korumak için giydikleri metal başlık. ( -» M İĞ FE R.) —2. Ortaçağda savaşçılar tarafından kullanılan, başın ve yüzün tü­ münü saran, büyük çelik miğfer. T O L G A (Yalın), türk tiyatro oyuncusu, yönetmen (İstanbul 1928 - Bursa 1989). Ankara Devlet konservatuvarı tiyatro bölümü'nü bitirdi (1952); Devlet tiyatrosu'nda görev aldı. Buradan ayrılarak Mithatpaşa tiyatrosu’nda oyuncu ve yönet­ men olarak çalıştı (1967-1972). Yeniden Devlet tiyatrosu'na girdi. Bursa Ahmet Vefik Paşa tiyatrosu müdürlüğünü yaptı (1980-1987) Birçok oyunun başrolünde sahneye çıktı. Paydos, Babaevinde ha­ yat, Ayakta durmak istiyorum, Yıldırım Bayezitvb. oyunları yönetti. T O LG A LI sıf. Başında tolga bulunan kimse için kullanılır. T O L İA R A -



TO LE A RA .



T O L İA T T İ ya da T O G L İA T T İ, esk Stavropol, Rusya'da kent, Volga kıyısın­ da; 654 700 nüf. (1991). Otomobil yapı­ mı. Kimya ve makine sanayileri. T O LİD İN a. (fr. tolidıne). Org. kim. Benzidinin dimetilli türevlerine verilen genel ad. (Ortonitrotoluenden elde edilen ortotolidin, boyarmadde üretiminde kullanılır.) TO LİL- (fr. tolyl-). Org. kim. Bir mo­ lekülde tolil kökünün bulunduğunu gösteren önek. T O L İL a. (fr. tolyle). Org. kim. Formülü CH 3 —C6H4— olan birdeğerli kök. T O L İM A (Nevado det), Andlar’da ya­ nardağ, Kolombiya'da, orta Cordillera’da; 5 215 m. Ulusal park. —Adı bir yö­ netim bölgesine verilmiştir; 23 562 km2; 1 193 450 nüf. (1992). T O L İT a. (fr. tohte). Patlayıcı olarak kulla­ nılan bakışımlı trinitrotoluene verilen ad. — A N S İK L . Tolit, sülfonitrik karışımlar yar­ dımıyla toluenin nitrolanmasıyla elde edilir. Saf tolit, 80,8 °C'ta ergiyen ve yaklaşık 1904'ten beri patlayıcı sanayisinde kulla­ nılan soluk sarı renkli bir maddedir. Pat­ layıcı cephanelerin ergimiş halde doldu­ rulmalarına elverişlidir ve değişik patlayı­ cı karışımların bileşimine girer.



bir çapa sahip olabilir, bu da 1 0 0 ile gösterilir. T O L İT A (La), Ekvador'un K. kıyısında, Böylece 100 H7g6 geçmesi 35+34 |im rio Santiago halicindeki bir adada bulu­ ve 0+12 ıım arasında kalan, yani 69 ve nan arkeolojik yer; G.’de rlo Esmeraldas’a, 12 um arasında değişen bir boşluk içe­ K.'de de bugünkü Kolombiya sınırının öte­ rebilir. Bu çok kullanılan ve kayar' geçme sine kadar yayılan bir kolomböncesi uy­ adı verilen bir geçme türüdür. garlığa (İ.Û. 500'e doğr.-İ.S. 500'e doğr) —Parac. Ayar toleransı, mutlak değer ya adını vermiştir. Çok gelişmiş bir maden­ da yasal ayarın kesri olarak ifade edilir. ciliğe sahip olan bu uygarlıkta baskı be­ Ayar toleransı, ayann kendisi gibi, yani ala­ zekli, çokrenkli ve yüksek nitelikli seramik­ şım miktarının kesri olarak tespit edilir. ler üretilmiştir. Belli bir şehircilik anlayışı­ Böylece, örneğin gümüş alaşımlı yasal na göre yerleştirilmiş olan konutlar ve iba­ ayarı 900 milyem ve yasal ağırlığı 25 g det yapıları, platformlar üzerinde yükselir. olan bir para, 5 milyem fazla ya da eksik İb lk a p p iy a m (Eski şiir), tamulca dilbil­ bir ayar toleransı, 10 milyem fazla ya da gisi incelemesi (yaklş. V. yy.); üç bölüm­ eksik bir ağırlık toleransı ile, 895 ve 905 den oluşur: sesbilim, biçimbilim ve tema. milyem arasında bir ayara; 24,75 ve 25,25 Sangam’ın temabilimini, dönemin tamul g arasında bir ağırlığa sahip olacaktır. Bu diline yeni bir bakışla kurallara bağlar. değişiklik sınırları ötesinde paralar mak­ bul sayılmaz, çünkp ya ağırlıklarının ya da & T O L K İE N (John Ronald Reuel), İngiliz ayarlarının yüksek ya da düşük olması ne­ yazar (Bloemfontein, Güney Afrika, 1892 deniyle tolerans dışı kalırlar. - Bournemouth 1973). Oxford'da ortaçağ edebiyatı uzmanıydı, dünya çapında ilgi TO LE R A N S LI sıf. Kendisinden çok fark­ gören The Hobbit (1937) ve The Lord' of lı düşünme, yaşama, inanç biçimlerine the Rings (1954-55) adlı yapıtlarıyla ale­ hoşgörü gösteren bir kimse için kullanı­ gorinin yeniden doğuşuna katıldı. lır; hoşgörülü, müsamahalı. T O L K İ-V O L K İ a (ing talkie-walkie; to TO LE R A N S SIZ sıf. Hoşgörüsüz: Ne to­ talk, konuşmak ve to walk, yürümek'ten). leranssız bir insan. Taşınabilir telsiz telefon. T O L E R A N S S IZ L IK a. Hoşgörüden T O L L (Johan Christoffer), isveçli mareşal yoksunluk; hoşgörüsüz bir kimsenin tutu­ (Mölieröd 1743 - Bâckaskog 1817). Kristimu; hoşgörüsüzlük, müsamahasızlık. anstad'ı zapt ederek (1772) Gustaf lll'ün TO LFA d a ğ la n , İtalya'da tepeler öbe­ hükümet darbesine katıldı, Tarafsızlar bir­



»ierans



deliğin üst sapması deliğin ait sapması - t



maksim um — aralık



minim um aralık - tolerans



liği anlaşması'nı sağladı (1800), İngiliz it­ tifakını görüştü (1804) ve Stralsund geri çekilmesini yönetti (1807). Sonra mareşal­ liğe yükseltildi ve Skane valisi oldu. TO LLAN -



tolerans standartları (İSO sistemi)



TU LA .



T O L L E N S (Hendrik), hollandall şair (Rotterdam 1780 - Ryswick 1856). Aşk şi­ irleri ve betimlemeye dayalı şiirler, yurtse­ ver şarkılar yazdı, Willem I döneminde, va­ tanını ve aile mutluluğunu yüceltti. T O LLE R (Ernst), alman oyun yazarı (Samotschin, bugün Szamocin, Poznari, 1893 - New York 1939). Barışçı ve komü­ nistti, 1918-19'daki Bavyera devrimi'nde etkin bir rol oynadı/Anlatımcı oyunların­ da (Der Masse-Mensch, 1921; Hinkemann, 1923; Hoppla, wir leben, 1927) si­ yasal ve toplumsal görüşlerini yansıttı. Şi­ irlerinden bazılarında (Gedichte der Ge­ fangenen. Ein Sonettenkreis, 1921) trajik bir yazgı ve ölüm duygusundan izlere rastlanır. 1933'te Tôlier, New York’a sığın­ mak zorunda kaldı, daha sonra bir özyaşamöyküsüyle (Eine Jugend in Deuts­ chland, 1934) bir dram (Pastor Hall, 1939) bırakarak orada intihar etti. B T O L L U (Cemal), türk ressam (İstanbul 1899 - ay. y. 1968). 1919'da girdiği Sana­ yii nefise mektebi’ni Kurtuluş savaşı'na ka­ tılması nedeniyle Cumhuriyet döneminde bitirdi. Eğitimini Münih’te Hans Hoffmann’ın, Paris'te André Lhote, Marcel Gromaire ve Fernand Légef'nin atölyele­ rinde sürdürdü, ayrıca Charles Despiau ile heykel çalıştı (1929-1932). Türkiye'ye döndükten sonra, bir süre ortaöğretim kurumlarında resim öğretmenliği, Ankara Arkeoloji müzesi müdürlüğü. Güzel sanat­ lar akademisi'nde Léopold Lévy'nin baş yardımcılığını yaptı. Aynı kurumun resim bölümü başkanlığından emekli oldu (1962). "D grubu"nun kurucularından (1933) ve önde gelen adlarından biri olan Tollu, Avrupa'da benimsediği yapısalcı üsluplaş­ tırma ve kübist anlayışın geometrik şematizminden çabuk sıyrılarak hitit sanatının kunt, geniş kütleli tekniğini seçti; hitit alçakkabartmalarında ve heykellerinde göz­ lemlenen üslup özelliğini inceleyerek res­ me aktardı. Hatay'da portakal bahçesi, Köylüler, Kurban gibi düzenlemelerinde, özellikle desen ve renk ustalığı akılcı bir biçim arayışlarıyla bütünleşir, özentilerden uzak yalın ve içten bir duyarlık ön plana



BBC-Hulton Picture Library



John Ronald Reuel Tolkien



Cemal Tollu



Düzenleme (1961)



™j Q-



a s ./ .



arayış içinde olduğunu, ahlaksızlıkla suç­ bakanlığına getirildi (1882); Aleksandr II çıkar. Devlet resim ve heykel sergilerinde ladığı sanatı ve dogmalar ve mucizeler reformlarıyla sağlanan yasa! eşitlik ve öz­ ikincilik (1940) ve birincilik (1940 ve 1960) üreten Kilise’yi aynı biçimde yadsıdığını gürlükleri sınırlamak için kısıtlayıcı önlem­ kazanan, yapıtları \tenedik (1956,1958) ve görürüz. 1901’de Kutsal Sinod’ca aforoz ler aldı. Sâo Paolo (1963) bienallerinde yer alan edilen Tolstoy aydın gençler arasında gi­ sanatçı, ayrıca Yeni sabah gazetesinde ■ T O LS T O Y (Lev Nikolayeviç, kont — de­ derek daha çok tanınmaya başladı ve uzun yıllar "Sanat bahisleri” başlığı altın­ nir), rus yazar (Yasnaya Polyana, Tula ili, Yasnaya Polyana sık sık ziyaret edilen bir da haftalık eleştiri, inceleme, deneme ya­ 1828 - Astapovo, Ryazan ili, 1910). Zen­ yer haline geldi. Ünlü bir kişi olmaktan bı­ zıları yazarak geniş okur kitlesini plastik gin bir toprak sahibinin oğluydu, küçük kan, yalnızlığa ve yoksulluğa büyük bir öz­ sanatlarla ilgili konulara ortak etti. yaşta öksüz kaldı, çocukluğu ailesinin ma­ lem duyan Tolstoy, herkesten uzakta ya­ likânesinde geçti. Kazan ve Petersburg’ T O IA Y (prens Mihail Bogdanoviç BARC­ şamaya karar verdi; 10 kasım 1910'da giz­ da pek parlak olmayan bir eğitim görmek­ LAY DE) -> BARCLAY DE TOLLY. lice malikânesini terk etti, trene bindi, an­ le birlikte -daha çok oyuna ve eğlenceye cak hastalığı yüzünden bitkin düşerek As­ Y O L M A N (Edward Chace), amerikalı düşkündü-, çok okudu (Pascal, Platon, tapovo istasyonunda öldü. ruhbilimci (West Newton, Massachusetts, Dickens) ve “ bir yaşama felsefesi" belir­ Tolstoy'un yapıtı düşten çok yaşanmış 1886 - Berkeley 1959). Purposive Beha­ lemeye karar verdi. Bir sığınak olarak gör­ duygularla beslenen, her türlü estetik yap­ vior in Animals and Men (insanlar ve hay­ düğü Yasnaya Polyana'ya döndükten son­ macıktan ve söz oyunundan arınmış uzun vanlarda amaçlı davranış) [1932] adlı te­ ra köylülerin yazgısını değiştirmeye çalış­ bir itiraf biçimindedir ve Tolstoy bu yoldan mel yapıtında amaç kavramından insan­ Lev Tolstoy tı, daha sonra, düzensiz yaşamına bir yön yaşamın anlamını aydınlatmak ister. Aşırı da olduğu kadar hayvanda da vazgeçi­ vermek amacıyla orduya yazıldı. Topçu i. N. Kramskoy'un yaptığı bir duyumsallık ile mutlak tutkusu arasın­ lemeyeceği düşüncesini savundu. Davra­ teğmeni çıktı, Kırım'da kahramanca sa­ portreden ayrıntı da bölünmüş olan ve yetkinliği özleyen nışı etkileyen önemli sayıda değişken be­ vaştı (1854-55), çocukluk anılarını yazdı ve Tretyakov galerisi, Moskova Tolstoy'da, kendini aklamak ihtiyacı bir timledi. Bunlar arasında bazıları gözlem­ Sivastopol kuşatmasında gördüklerini ka­ saplantı haline gelmiştir; şiddete karşı ve lenebilir, örneğin fizyolojik kökenli dürtü­ leme aldı. 1856'da ordudan istifa ettiğin­ mülkiyetin kaldırılmasından yana olan, ler, kalıtım, olgunluk ve önceki uygulama­ B.S.İ. de Çocukluk (Detstvo) [1852] ile, bunları ödünsüz ve akılcı yeni bir ahlakın savu­ nın sonucu gibi bazıları da gözlemlene­ tamamlayan ve daha sonra Epoki razvitinuculuğunu üstlenen Tolstoy, hayatıyla bilir verilerden yola çıkılarak ruhbilimci ta­ ja başlığıyla bir araya getirilecek olan ilk düşüncesini uzlaştıramamanın dramını rafından çıkarsanan ara değişkenlerdi. gençlik (Otrçestvo) [1854] ve Gençlik'i (Yuyaşadı, bu da onu aşkı, aileyi, sanatı yad­ Böylece Tolman, ara değişkenlere ya da nost) [1857]; ayrıca Tipi (Metel), İki süvari sımaya yöneltti. Ancak roman ve öyküleri koşullu kavramlara ("hypothetical cons­ subayı (Dva gusara), Toprak ağasının sabu çelişkilerden hiçbir zarar görmedi, ya­ tructs” ) verilen rolü önemsiz bir rol olarak bahı'nı (Utro pomeşçika) [1856] yayımla­ şamın en yalın görüntülerini bile aktarma­ gören behaviorculara karşı çıktı ve bilişmış bulunuyordu. Bu ilk başarılardan son­ ya, en basit ayrıntılar, en küçük belirtiler çiliğin habercisi oldu. ra kendini edebiyata adamaya karar verve özellikler üzerinde bile durmaya çalı­ di.. T O L N A , Macaristan'da yönetim bölge­ şarak canlı kişilikler yaratmayı ve her tür­ İsviçre, Fransa ve Almanya’yı (1857) si, Tunaötesi’nde Tuna'yla sınırlanır; 3 703 lü yapmacıktan uzak tarihsel ya da top­ kapsayan bir yolculuğun ardından Rusya1 km2; 266 000 nüf. Merkezi Szekszârd. lumsal freskler çizmeyi başardı. ya döndü; bu sırada çar köleliği kaldıran TO LN AFAT a. (fr. tolnalate). Der. hast. kararnameyi çıkartmıştı; yeni anlayışa yat­ T O L S T O Y (Aleksey Nikolayeviç), rus Dermatofitlerin neden olduğu mantar has­ yazar (Nikolayevsk 1883 - Moskova kın ve görevlerinin bilincinde olan Tolstoy, talıklarında dıştan sürülerek kullanılan köylüler için örnek bir okul kurdu ve böl­ 1945). Soylu bir ailedendi. 1907'de “de­ mantar öldürücü ilaç. ge yargıçlığı yaptı. 1862'de komşu çiftlik­ kadan" eşinil Vers lyriques'i (fr. çev.) ya­ yımladı, ama onu asıl ünlendiren Gogol'e ten genç bir kızla, Sofya Andreyevna Bers T O L O M E İ (Claudio), İtalyan yazar (Sie­ Aleksey N. Tolstoy'un özgü bir esinle taşra aristokrasisinin orta­ ile evlendi ve ondan 13 çocuğu oldu; yaz­ na 1492 - Roma 1556). Döneminin siya­ bir portresinden ayrıntı dan kalkışını anlattığı töre komedileri ve dığı askerlik anılarından esinlenerek Ka­ sal yaşamına etkin biçimde katıldı. Hüma­ hikâyeleridir (Outre-Volga [fr. çev.], zaklar (Kazaki) [1863], Sivastopol hikâye­ nist ve şair niteliğiyle latin prozodisini ör­ 1910; Hromay barin, 1912). Devrime kar­ leri (Sevastopolskiye razskazıy) [1868], nek alarak İtalyan veznini yeniden oluştur­ TOLTEKLER SANATI şı olduğu İçin göç etti, bir özyaşamöyküözellikle de Savaş” ve barış (Voyna i mir) maya çalıştı (1539). Diyaloglarında (İl Po­ sü (Detstvo Nikitıy, 1922) kaleme aldı, [1865-1869] bu en mutlu dönemine aittir; tito, 1525; il Cesano, 1555), toscana leh­ Moineau-Explorer sonra Sestriÿda (1922-1925), seçilen yo­ Napoléon savaşları dönemi Rusya’sının çesinin edebiyat dili olarak kullanılmasını la ilişkin ilk kuşkularını dile getirdi. Rus­ görkemli bir freskini çizen ve Tolstoy'un ilk önerdi. ya'ya dönüşünde (1923), kimi zaman bi­ başyapıtı olan Savaş ve barış, okuyucu­ T O L © S â , ispanyada kent, Bask ülkesin­ limkurgu (Aelita, 1923; Giperboloyd inzeları fethetmekle birlikte, eleştirmenlerden de (Guipúzcoa ili), Oria kıyısında; 9 700 nera Garina, 1927), Rusya'nın düşmanla­ yeterince ilgi görmedi. nüf. Kâğıt fabrikası. Metalürji. Hazırgiyim. rı (ibikus, 1924; Emigrantıy, 1931-1940) Ancak aile hayatının sevinçleri Tolstoy' gibi konular çerçevesinde yeni toplumun u huzura kavuşturmaya yetmiyordu. ArzaT O LP İS a. (yun. tolype, yumak'tan). Ak­ çatışkılarını betimledi (la Vipère [fr. çev.] mas kasabasının bir hanında kaldığı bir deniz yöresinde yetişen biryıllık ya da çok1928). Artık anıtsal gerçeklik yanlısı olan gece yaşamın anlamsızlığı karşısında bü­ yıllık otsu güzel bitki. (Erdişi ve sarı olan Tolstoy Hleb (1937) adlı romanıyla Hozyük bir ruhsal bunalıma düştü; daha son­ çiçekleri dilsiçiçekli kömeçler halinde top­ deniye po mukam (1920-1941) adlı üçle­ ra bu yaşantısından esinlenerek kısa bir ludur. Yaprakların hemen hepsi kökten sü­ mesinde, kendi kuşağının aydınlarının iz­ öykü yazdı (Notes d'un fou) [fr. çev.]. Top­ rer. Bil. a. loipis barbata; bileşikgiller fa­ lediği yolu gözler önüne serdi, tarihsel lumsal aldatmacayı ve aşkın yanıltıcılığımilyası.) fresklerindeyse (Pyotr I, 1929-1945; Konı dile .getiren Anna’ Karenina (1875 TO LS TO Y (Pyotr Andreyeviç, kont), rus kunç ivan [İvan Groznıy, 1942-1943]) -1877), yıldan yıla artacak olan bu bunalı­ siyaset adamı (1645 - Solovets manastırı merkezi devletin ve rus ulusunun köken­ mın başlangıcına işaret eder: bu dönem­ 1729). Senatörlüğü atandı (1714); 1716-17 leri üzerine düşüncelerini anlattı. kırkurdunun ağzından çıkan de Tolstoy, sanatsal etkinliği, kendisini top­ yıllarındaki Avrupa yolculuğunda Büyük lumsal görevlerinden uzaklaştıran, kına­ sakallı erkek başı ■ T O LT E K LE R , uto-aztek grubundan Petro'ya eşlik etti. Çareviç Aleksey Petronacak bir oyalanma olarak görmeye baş­ Tula'da bulunan (900-1200) meksikalı kabile; klasiksonrası dönemde viç davasının soruşturmasıyla görevlendi­ ladı. 1881'de, daha sonra ispoved'de sedel mozaik kaplı (i.S. 950-1500) bugünkü Mexico kentinin rildi (1718), gizli şansölyeliği yönetti (1718 (1882) anlatacağı manevi bir bunalım ge­ pişmiş toprak kuzeyine yerleşen bu kabile, Kuzey'den -1726); 1724'te kont oldu. Yekaterina l’in çiren Tolstoy, evini terk ederek Optina Pusgelen öğeler ve belki de Teotihuacán ken­ Ulusal antropoloji müzesi tahta geçmesini savundu, onun gizli Yük­ tıyn manastırı'na çekildi, ancak bir süre tinden gelen yerleşik gruplar tarafından sek konsey'i üyesi oldu (1726). Menşikov Mexico sonra orada kalmaktan vazgeçti ve ger­ oluşturuluyordu. İ.S. X. yy.’da, Toltekler’ın ile bozuşmasından sonra tutuklandı ve sü­ çek imanın ancak eylemle kanıtlanabile­ kralı Topiltzin* Quetzalcóatl, başkentini Hi­ rüldü (1727). ceğini savunarak Kilise’yle ilişkilerini sert Giraudon dalgo eyaletindeki Tula*'da kurdu. Efsa­ bir biçimde kesti. Bir mujik gibi giyinerek T O L S T O Y (Aleksey Konstantinoviç, neye göre daha sonra Kan ve Savaş tan­ işçiliğe başladı ve mülklerinin yönetimini kont), rus yazar (Petersburg 1817 - Krasrısı Tezcatlipoca* tarafından yenildi ve sür­ karısına bıraktı (1891). Roman ve öyküleri nıy Rog yurtluğu, Briansk bölgesi, 1875). gün edildi. Tezcatlipoca savaşçı bir fetih karamsar bir havaya büründü ve tutumun­ Lev Tolstoy'un uzaktan kuzeni. Smert ¡va­ siyaseti izledi ve Toltek imparatorluğu ge­ na graznago (1866), Zar Fyodor ivanoviç daki sertleşme bunlara da yansıdı, ivan nişleyerek Atlas okyanusu'ndan Büyük (1868), Zar Boris (1870) adlarındaki oyun­ ilyiç'in ölümü (Smert ivana ilyiça) [1886], Okyanus'a kadar tüm Orta Meksika'yı evliliği bir cehennem olarak niteleyen larının oluşturduğu-üçlemeyle ve lirik ve egemenliği altına aldı. O dönemden kal­ hiciv niteliği taşıyan şiirleriyle tanındı. Fran­ Kreutzer’ sonat (Kreytserova Sonata) ma yıllıklarda, Tula'nıri olağanüstü zengin­ sız yazar H. Monnier'nin ünlü tipi, burju­ [1890], Hacı Murat (Hadji-Murat) [1896 likleri anlatılır Toltek uygarlığı öylesine par­ va ahmaklığının temsilcisi Monsieur Prud-1904], Tolstoy’un tüm kurumlardan, önce­ laktı ki, sonradan hiçbir meksikalı hüküm­ homme’un, Rusya'daki temsilcisi Koşma likle de Kilise’den kopuşunu dile getiren dar bu efsanevi halktan geldiğini söyle­ Prutkov'un yaratılmasına katkıda bulundu. Diriliş’ (Voskresenıy), Otek Sergiy (1890 mekten geri kalmadı. Tula'nın sürgün kralı -1898, yayımlanışı 1911). Tolstoy bu dö­ T O LS T O Y (Dimitriy Andreyeviç, kont), Topiltzin Quetzalcóatl’m sığındığı Yucatán nemde oyunlar da yazdı: Karanlığın kud­ rus siyaset adamı (Moskova 1823 - Peters­ yarımadasındaki Mayalar, Chicnen* İtzâ "4 yivli" denilen taş reti (Vlast Tmi) [1886], i Svet vo Tme Svetit burg 1889). Kutsal sinod savcısı (1865 kentinin de gösterdiği gibi, özellikle mi­ orta amerika (1900), Yaşayan ölü (Jivoy Trup) [1900]. V -1880), 1866'dan sonra Milli eğitim baka­ marlık ve heykelcilik konusunda çok güçlü takvim sistemi Cyom Moya Vera (1884), Tsartsvo bojiye nı. Materyalizme karşı savaşmak için lise­ bir toltek etkisi altında kaldılar. Ulusal antropoloji müzesi leri yeniden klasik eğitim sistemine getir­ vnutri vas (1893), Çto takoye iskustvo Mexico di (1871). Aleksandr III tarafından içişleri T o i« b a l s a m ı — b a ls a m . (1898) adlı denemelerinde de aynı manevi



tom ahawk TO LU A LD E H İT a. (fr. tolualdéhyde' den). Org. kim. Benzaldehitin formülü CH3 —C6H4—C H = 0 olan monometllli tü­ revlerinin yaygın adı. TOLUAY -



TOLUN.



T O L U C A ya da T O L U C A DE LER DO, Meksika’da kent, Mexico eyaletinin merkezi, Mexico’nun B.’sinda, Nevado de Toluca’nm eteğinde; 199 778 nüf. Ti­ caret, el sanatları ve sanayi (otomobil ya­ pımı, sentetik tekstil, besin sanayileri) merkezi. Arkeoloji müzesi. TO LUEN a (fr toluène; Tolu, tolu balsamı'ndan). Org. kim. Formülü C6 H5 —CH 3 olan metllbenzenin yaygın adı. — A n s İ k l . Önceleri p- toluik asitten karboksll giderilerek elde edilen toluen, taş­ kömürü katranında bulunur, ama daha çok petrolün hafif kesimlerinden aroma­ tikleştirici hidrojen giderme (katalitik refor­ ming) yoluyla elde edilir. Toluen, - 9 5 °C'ta eriyen, 111 °C'ta kaynayan benzen kokusunda bir sıvıdır; bu bakımdan ter­ mometrelerde kullanılır. Suda çözünmez, organik bileşikler için iyi bir çözücüdür; zehirleyici etkisinin zayıf olması nedeniy­ le benzen yerine kullanılır. Benzaldehitin, benzolk asidin, sakarinin, toluidinlerin, tolit ya da T.N.T.'nin (trinitrotoluen) ve toluendiizosiyanatın hazırlanmasında işe yarar; ayrıca çözücü ve oktan indisinin yüksek olması nedeniyle yakıt olarak kullanılır. TO LUEND İİZO SİYAN A T a. (fr. toluène -diisocyanate'tan). Org. kim. Formülü C9 H6 N20 2 olan, dlnltro-2-4 toluenden el­ de edilen ve poliüretanların hazırlanma­ sında kullanılan diizoslyanll-2, 4 toluenln yaygın adı. TO LU ENSÜ LFO N A ? a. (fr. loiuènesultonafe’tan). Org. kim. Toluensülfonik asi­ din tuzu ya da esteri. T O LU E N S Ü LFO N İK sıf. (fr. toluènesulfonique'ten). Org. kim. Toluensülfonik asit, formülü CH3 —C6 H4—S03FI olan sülfonik asit. (Toluensülfonik asidin yalnızca orto ve para izomerleri önemlidir; bunların karışı­ mı, toluenin sülfonlanması sonunda elde edilir. Orto izomeri sakarinin bireşiminde, para izomeri boyarmaddeler ile diyabet* tedavisinde kullanılan sülfamitlerln üreti­ minde işe yarar.) TO LU E N S Ü LFO N İL- (fr toluĞnesulfonyl-'üen) Org. kim. Bir molekül­ de toluensülfonil kökünün bulundu­ ğunu gösteren önek. TO LU E N S Ü LF O N İL a. (fr. toluĞnesultonyle'den). Formülü CH3 —C6 H4—S 0 2 olan birdeğerli kök. (Toluensülfonil klorürler, fosfor pentaklorürün toluensülfonik asitler üzerine etkimesi sonunda hazırla­ nır ve organik bireşimde kullanılırlar.) T O L U İD İN a. (fr. toluidine'öen). Org. kim. Formülü CH 3 —C6 H4—NH 2 olan ve toluenden türeyen aromatik amin. (Üç toluidinin özellikleri, zehirlilik de dahil olmak üzere anilininkine çok yakındır ve daha çok boyarmadde üretiminde kullanılırlar. Orto ve para izomerleri, bunlara denk dü­ şen nltrotoluenlerln İndirgenmesi, meta İzomeri hidroksilamonyum tuzlarının alü­ minyum klorür yanında toluen üzerine et­ ki ettirilmesi yoluyla elde edilir.) T O L U İK sıf. (fr. toluique; Tolu, Tolu balsamı'ndan). Org. kim. Toluik asit, formü­ lü CFI3 —C6 FI4—0 O 2hl olan üç aromatik asidin genel adı; para izomeri ilk kez Tolu balsamından elde edildi. (Ksilenlerin yükseltgenmesi sonunda hazırlanırlar, karboksil giderme işlemine uğratıldıklarında tolueni verirler.) TO LU İL- (fr. toluyl-'den). Org. kim. Bir molekülde toluil kökünün bulun­ duğunu gösteren önek.



T O LU İL a. (fr. toluyle'den). Org. kim. For­ mülü CH3 —C6H4—CO— olan, toluik asit­ lerin yapısında bulunan birdeğerli kök. TO LU İLE N D Ü ZO S İY A N A T a. (fr. toluylĞne-diisocyanate'tan). Org. kim. For­ mülü CH 3 (OCN)2C6 H3 olan dlizosiyanatotoluen'ln yaygın adı; 1 , 2, 4-lzomeri poliüretanların elde edilme­ sinde monomer olarak kullanılır. TO LU N ya da TOLUAY a. Dolunay. T O L U N (Abdülaziz Mecdi), türk siyaset adamı, şair (Balıkesir 1865 - İstanbul 1941). Rüştiyeyi bitirdi; dayısı Yahya Nefi Efendiden medrese derslerini ve farsçayı öğrenerek sınavla öğretmen oldu. Ba­ lıkesir Idadisi’nde, Girit'te Mekteb-I kebir-i İslâmî'de edebiyat öğretmenliği yaptı, Girit'in elden çıkmasından sonra bir süre ti­ caretle uğraştı, ikinci meşrutiyet'te Kare­ si mebusu seçildi. Son Osmanlı meclis-i mebusanı’nda ikinci başkan yardımcısıy­ dı. İstanbul'da Türkiye Zürra fırkası'nın ku­ rucuları arasında da yer aldı. Ankara'ya giderek Şeriye vekâleti kaldırılıncaya ka­ dar bu bakanlıkta müsteşarlık yaptı. Ço­ ğunluğu tasavvufla ilgili şiirleri Abdülaziz Mecdi divanı (1945) adlı yapıtta derlendi. (-* Kayn.) T O L U N (Raşit), türk bilim adamı (İstan­ bul 1921). Balıkesir lisesi'ni bitirdi (1938); yükseköğrenimini Maden tetkik ve arama enstitüsü bursuyla Cenevre Üniversltesi'nde yaptı. Yüksek kimya mühendisi olarak aynı kurumda göreve başladı (1946). 1955'te doçent, 1960'ta Ortadoğu teknik üniversitesi’ne öğretim üyesi, 1962'de profesör oldu. TÜBİTAK'a bağlı Marma­ ra bilimsel ve endüstriyel araştırma enstitüsü'nün başkanlığına atandı (1973) ve öğretim üyeliği görevini İstanbul Teknik üniversitesi kimya fakültesl'nde sürdürdü. Sudkostik (sodyum hidroksit) elde etme iş­ lemi sırasında klor gazı çıkmasını önleme­ ye yönelik tinkal çözeltisi kullanımına iliş­ kin buluşuyla Sedat Simavi vakfı fen bi­ limleri ödülü'nü alan (1981) Tolun'un ya­ bancı dillerde birçok yapıtı ve bilimsel bil­ dirisi yayımlanmıştır. TO LU N İTR İL a. (fr. tolunitrile1den). Org. kim. Formülü CFI3 —C6 H4—CssN olan aromatik nitril. Tolunoğlu c a m is i, Ahmet bin Tolun' un Fustat'ta yaptırdığı (879) cami; el-Katai tepesinde yükselen yapı, planı ve süsle­ meleriyle Samerra sanatının etkilerini yan­ sıtır (el-Mütevekkil ve Ebu Dulef camileri). Caminin yalın planı, üç yanı çifte revak­ larla çevrili kare bir avlu ile, mihrap duva­ rına koşut uzanan beş sahınlı ana mekân­ dan oluşur. Yapının kıble yönü dışındaki üç yanı da ziyadelerle çevrilidir. Avlu re­ vaklarında ve satımlarda tahta kirişleri ta­ şıyan sivri ve hafifçe taşkın kemerler, kö­ şelerinde gömme ince sütunlar bulunan ayaklara oturur. (Samerra camilerinde de bu gömme sütunlara rastlanır). Sütun başlıkları stilize asma yaprakları biçimin­ dedir Ağırlığı azaltmak üzere ayakların üst bölümüne, kemerler arasındaki köşelikle­ re pencereler açılmıştır. Pencere boşluk­ larının çevresi, kemerlerin iç yüzleri, du­ varların üst bölümü oymalı yalancı mer­ mer süslemelidir. Avluda, kemer araları iri gülçelerle bezenmiştir. Yapının tümüyle tuğladan oluşu da Samerra etkilerini yan­ sıtır. Minare de Melviye*'nin bir örneğidir (Memluklar döneminde taş olarak yenilen­ di [1296]). Altı mihraptan yalnızca biri es­ kidir. Sivri kemerli, yarım daire planlı, de­ lin bir niş biçimindeki bu mihrabın moza­ ik ve mermer kaplamaları yenidir; mihrap önündeki ahşap kubbe de daha sonra yapılmıştır. iT O L U N O â U L L A R I, Mısır ve Suriye’de hüküm süren türk sülale (868-905). Süla­ lenin kurucusu olan Ahmet'in babası Tolun, IX. yy. başlarında köle olarak Buhara'dan Bağdat'a getirildikten sonra abbasi



halifelerinin hizmetine girdi. Oğlu Ahmet bin Tolun, halife ordusunda memluk (kö­ le) bir türk askeri olarak zamanla komu­ tanlığa kadar yükseldi ve vali vekili sıfatıyla Mısır’a gönderildi. Kısa sürede valiliği el­ de ederek etki alanını Filistin ve Suriye’ye kadar genişleten Ahmet bin Tolun, abba­ si halifesi el-Mutez Billah ile onun kardeşi el-Muvaffak arasındaki taht kavgasından yararlanıp bağımsızlığını ilan etti (8 6 8 ). Çoğunluğu türk, rum, siyahi nübyeli köle askerlerin oluşturduğu güçlü ve disiplinli bir ordu kurdu; üzerine yürüyen el-Muvaffak kuvvetlerini bu orduyla durdurup ha­ life el-Mutez'i desteklediğini bildirerek egemenliğini korumayı başardı; yönetim­ deki bozukluklara son verdi; Mısır halkı üzerindeki vergi yükünü hafifleterek bun­ ların sevgisini kazandı; Suriye’nin deniz gücüyle elde tutulabileceğini görüp bü­ yük bir donanma yaptırdı; başkenti Fustat'ı (eski Kahire) yeni baştan bayındırarak güzelleştirdi; askeri bir bölge olan el -Katai'yi kurdurmakla ordu mensuplarının halkı tedirgin etmesini önledi; ünlü Ulu cami'yi yaptırdı ve böylece onun dönemin­ de Mısır altın çağını yaşadı. Ölünce (884), yerine geçen oğlu Flumareveyh de önce­ leri babasının yolunda yürüdü. Mısır ve Suriye'yi geri almak için harekete geçen abbasi kuvvetlerini güçlü ordusu sayesin­ de yenip püskürtmesi üzerine halife el -Mutezit, Mısır ile Suriye’yi ve Musul dışın­ da tüm el-Cezire’yi yıllık 300 bin dinar ha­ raç karşılığında Tolunoğulları’na bırakmak zorunda kaldı. Ancak, sonraları Humareveyh'in aşırı savurgan davranışları yüzün­ den yönetimde bozukluk ve orduda disip­ linsizlik belirtileri baş gösterdi. Onun ölü­ mü üzerine (896) ardılı olan oğlu Ceyş, ay­ nı yıl tahtı ele geçiren kardeşi Harun tara­ fından öldürüldü. Böylece iç karışıklıklar nedeniyle sarsılan ve zayıflayan devlet ya­ pısında Harun’un ölümünden (904) son­ ra parçalanmalar oldu. Son Tolunoğulları hükümdarı Şeyban, Suriye’de karmatilerin yönetime karşı başlattıkları ayaklanma­ yı bastıramayınca, halk abbasi halifesi el -Muktefi'yi yardıma çağırdı. Halifenin Mu­ hammet bin Süleyman komutasında gön­ derdiği ordu Suriye'yi işgal edip burada dirlik ve düzeni sağladıktan sonra Mısır üzerine yürüyerek Dimyat'a girince, Şey­ ban kendisine karşı birleşen öteki kardeş­ lerince öldürüldü (905). Öte yandan, baş­ kent Fustat’ı ele geçirerek Tolunoğulları egemenliğine son veren Muhammet bin Süleyman, sülalenin geriye kalan bireyle­ rini yakalatıp Bağdat'a götürdü. —Güz. sant. Tolunoğulları sanatı büyük ölçüde Mezopotamya sanatının etkisini yansıtır; bunda Ahmet bin Tolun'un Samerra’da yetişmiş olması önemli rol oyna­ mıştır. Ahmet bin Tolun Samerra'da gör­ düğü görkemi Mısır’da uygulamak iste­ miş, Mısır’ın çeşitli kentleri gösterişli, anıt­ sal yapılarla donanmıştır, ancak bunların çok azı günümüze ulaşabilmiştir. Tolun­ oğlu' camisi Samerra'daki el-Mütevekkil* ya da Mütevekkiliye (Samerra Cami ül-Kebiri olarak da bilinir) camisi ile büyük ben­ zerlikler gösterir. Ahşap, yalancı mermer ve taş üzerine uygulanan eğri kesim tek­ niğine, tolunoğlu sanatında camilerde ve sivil mimarlıkta da rastlanır



11591



ch3



NCO



tolucndiizosiyanat



Réunion des musées nationaux



TO LU O L a. (fr. toluol'den). Org. kim. Arı olmayan toluenin ticari adı. TO M a. Olgun hindistancevizinden yapı­ lan bir tür tespih. T O M , Rusya’da ırmak, Sibirya’da, Altay dağlarından doğar, G.'den K.'e doğru akar, Tomsk'un aşağısında Obi'ye kavu­ şur; 827 km (havzası 62 000 km2). Kuz­ netsk sanayi bölgesini aşar; Ossinniki, Novokuznetsk ve Kemerovo'dan geçer. T O M A H A W K a. (ing. söze.; algonkin dilinde tamahacan'darı). 1. Kuzey Ameri­ ka Kızılderilileri'nin kullandığı savaş bal­ tası. —2. Amerikan yapısı Cruise güdüm­ lü füzelerinin SLCM (Sea Launched Crui­ se Missile) tipine verilen ad.



Tolunoğulları sanatı stilize bir kuş figürüyle süslü ahşap pano, IX. yy.



Lom e müzesi, Paris



tom ak



Lauros-Giraudon



Tom amcanın kulübesi imalathanesinde yapılan ve Tom amcanın ölümünü gösteren baskı bezekli tabak



ulusal müzesi, Blérancourt



Tomar 0.



de Torralya'nın 1557-1562 arasında İsa manastırı'nda yaptığı “ Fellpe avlusu’’nun revaklarından biri



T O M A K a. 1. Ağaçtan yapılmış top. —2. Ağaçtan gürz. / —Esk. giy. Bir tür çizme. (Kısg konçlu, yandan kopçalı ve ökçesiz olurdu. Altı kö­ seleden yapılanına mest, sınırdaki asker­ lerin giydiği uzun konçlusuna serhatlık* denirdi. Sünbüli dervişleri de devran sı­ rasında tomak giyerlerdi. Bu tarikattan olanlara, tören ve tekbirle tomak giydirilirdi.) t —Esk. sey. oy. içi keçe, üstü meşin kaplı, saç örgüsü gibi örülmüş yuvarlak ve uzunca oyun aleti. (Tutulacak kısmı uzun­ ca, vurulan ucu yassı olurdu.) || Tomak adı verilen aletle oynanan bir takım oyunu. (Tomak oyunu da denir) [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Esk. sey. oy. Tomak, altı kişilik iki takım halinde oynanırdı. Her takımın bir tomağı olur, bununla rakip oyuncuları sı­ kıştırarak sırtına vurma amacı güdülürdü. Karşı takımın oyuncularına pes dedirten takım, oyunu kazanırdı. Çabukluk ve us­ talık isteyen bir oyundu. Tomak sarayda da oynanır, silahtarın başçavuşa verdiği işaretle başlar, çavuşbaşıntn "çek" sözüyle sona ererdi. Oyun­ dan sonra oyunculara para ya da arma­ ğan verilirdi. T O M A K A a. /örs. Kadın baş süsleme­ lerinde kullanılan, çene altından ve yanak­ ların üzerinden yukarı doğru geçirilerek baş örtüsüne kancalanan, genellikle gü­ müşten yapılmış takı. (Türkmen kadın gi­ yiminin ana öğelerinden olan tomaka, ge­ nellikle çiçek, yaprak, damla vb. biçimler­ deki bir kancaya takılmış değişik boylar­ daki zincirler ve bunların üzerindeki pul­



alyuvarlar. (Bu olgu, bazı hastalıklarda lardan oluşur. Kancaya tutturulan pullar­ hastanın serumu önemli miktarda, yüksek la bezeli alın süsü de tomakanın tamam­ molekül ağırlıklı proteinler içerdiği zaman layıcısıdır. Bazı yörelerde tomakayı yalnız görülür [örneğin Waldenstrom makrogloevli kadınlar takar. Takanı kötü etkilerden bulinemisi].) koruyacağına ilişkin inanç, oldukça yay­ gındır.) i T O M A R , Portekiz'de Estremadura'da (Santarém yönetim bölümü) kent; 12 400 TOMAKÇB a. Esk. sey. oy. Tomak oyna­ nüf. Tarihi, Templier tarikatının tarihine sı­ yanlara verilen ad. (Tomak, çabukluk ve kı sıkıya bağlıdır; Templierler kentte, Ku­ ustalık isteyen bir oyun olduğundan eli ça­ düs'teki Kutsal kabir rotondasından esin­ buk saray çalışanlarına övgü olarak tolenen merkezi planlı bir capellası (XII. yy. makçı denirdi.) sonu - XIII. yy.) olan bir kale yaptırdılar. T O M A K O M A İ, Japonya'da (HokkaiTemplier tarikatının kaldırılmasından son­ do) liman kenti, Büyük Okyanus kıyısın­ ra Tomar, 1320'de kurulan İsa tarikatının da, Sapporo'nun G.’inde; 160 116 nüf. (Ordem de Cristo) merkezi oldu. 1510 (1990). Kâğıtçılık ve kereste sanayileri. -1514 arasında D. de Arruda, Templierler’ Alüminyum metalürjisi. in eski capellasına, kemerli geniş bir şa­ I b m a m c a n ın k u lü b e s i (Ünde Tom's hın ekledi; sahnın öbür ucunda, bir sacCabin), Harriet Beecher-Stowe'un roma­ ristianın üzerine inşa edilmiş bir coro alto nı (1852). Tirajı milyonu aşan ilk amerikan bulunuyordu. Bu bölüm, manuel sanatı­ romanı olan yapıtta, bedelini ödeyip tut­ nın başyapıtlarından biri sayılır. 1529'da saklıktan kurtulmak ya da kaçmaktan baş­ kral Joâo III Isa tarikatını bir manastır tari­ ka çıkış yolu bulunmayan, defalarca satı­ katına dönüştürdü. Mimar J. de Castilho lan zenci kölelerin yaşamı anlatılır. Kitabın birçok manastır avlusunun çevresine ye­ geniş yankılar uyandırması köleliğin kal­ ni yapılar inşa etti. Bunların en büyüğü, dırılmasına hizmet etmiştir. D. de Torralva'nın 1557-1562 arasında klasik üslupta tamamladığı "Felipe avluTO M AM a. Yörs. -> TU M AN . su” dur. Y O M A M (Antonin BERNASEK, Karel — T O M A R A ya da T O M A R İS . Tar. coğ. denir), çek şair (Kokovice, Slany yakının­ Anadolu'nun Lydia bölgesinde kent; Thyada, Prag 1946). Torso Zivota (1902), Meteira ile Agroeira (Attaleia) yakınlarında ol­ lanecholicka (1906), Mesice (1918) ve duğu sanılmaktadır. Kimi araştırmacılar, Hlas Ticha (1923) adlı yapıtlarında, başta kentin Akhisar'ın Göcek köyünün yerinde Provence ve Paris olmak üzere birçok yeri olduğunu öne sürerler. Kentin adı, bir ne­ dolaşan, sonunda ülkesine dönen ve in­ hir betimli sikkeleri üzerinde "Timarenon” sanların kardeşliğini, adaleti ve özgürlü­ diye geçer. Tomara'nın adı, bizans pisko­ ğü düşleyen bir adamın başından geçen­ posluk listelerinde de yer alır. leri anlatır Tornan, Neruda ile Slâdek’in li­ rik çizgilerinde yer alır ve Seifert'in haber­ cisidir.



T O M A N B A Y ya da T U M A N B A Y (Ha­ lep 1473 - Kahire 1517), Mısır Memlukları'nın son hükümdarı (1516-1517). Sultan Kansu Gavri'nin yeğeni. 1516-1517 Türk -Mısır savaşı başlayınca OsmanlIlarla çar­ pışmak için ordusunun başında Suriye' ye giden amcasının yerine Kahire'de sal­ tanat vekili olarak kaldı. Kansu Gavri'nin Mercidabık* savaşı’nda (1516) ölmesi üzerine “ Meliküleşref” unvanıyla memluk hükümdarı ilan edildi. Mısır'ı savunmak için gerekli önlemleri almaya başlayan Tomanbay, 10 bin kişilik bir kuvveti Canberdi Gazali komutasında Gazze üzerine gön­ derdi. Ancak, mısır ordusunu buyruğun­ daki Hanyunus denen yerde karşılayan Hadım Sinan Paşa, onları burada büyük bir bozguna uğrattı (1517). Daha sonra Si­ na çölünü geçen Yavuz Sultan Selim yö­ netimindeki türk ordusunun üzerine yürü­ yen Tomanbay, yapılan Ridaniye* savaşı’ nı (22 ocak 1517) yitirerek kaçtı. Ancak, [ bir süre sonra çevresine topladığı 10 bin kişiyle osmanlı egemenliğine giren Kahire’yi bir gece baskını sonunda ele geçir­ meyi başardıysa da bunun üzerine yapı­ lan şiddetli sokak savaşlarıyla kent yeni­ den Türkler’ce teslim alındı; kaçan Toman­ bay yakalandı ve Kahire meydanında idam edildi. Böylece 267 yıllık memluk sultanlığı sona ererken, tüm Suriye ve Mı­ sır da osmanlı topraklarına katıldı. ■TOMAR a. (yun. tomos ve tomarios, ki­ tap cildi, parça ya da ar. tama/dan). 1 . Dürülerek boru biçimi verilmiş deri, kâğıt vb.: Kâğıt tomarı. —2. Bir tomar, tomar­ la, kâğıt, para vb. için kullanıldığında çok: Bir tomar, tomarla para harcamak. —Sil. Top namlularının içini temizlemede ve yağlamada kullanılan, bir ucunda si­ lindir biçiminde bir fırça taşıyan çubuk. —Süslem. sant. Dekoratif resimlemede, üzerinde yazıtlar bulunan uçları kıvrılmış şerit. • sıf. Say. sıf. + tomar, belirtilen sayıda tomar içeren: iki tomar kâğıt almak. —Hematol. Tomar alyuvarlar, "tabak des­ tesi" biçiminde birbirine yapışık olan ve çoğu zaman hücre topaklarını andıran, bu yüzden ne cinsten olduklarını anlamak için mikroskopla incelenmeyi gerektiren



To m er-ı tssrak-ı a liy e , M. Sadık Vicda­ ni Kayıkçıoğlu'nun, bazı tarikatlar ve ta­ savvuf konusunda yayımladığı dört ciltlik yapıtın ana başlığı. Melami, kadiri, halve­ ti tarikatlarının kuruluşları, ayinleri, kolla­ rı, şeyhleri ile tasavvufun da yer aldığı ki­ tapların adları şunlardır: Tomar-ı turuk-ı aliyeden melamilik (1922), Kadiriye silsilena­ mesi (1922), Halvetiye silsilenamesi (1922), Sofi ve tasavvuf (1924). T O M A R İS - TOMARA. T O M A R Z A , İç Anadolu bölgesinde Kayseri iline bağlı ilçe; 42 669 nüf (1990); 1 500 km , merkez bucağı dışın da 1 bucak, 50 köy. Merkezi, Kayseri'nir 58 km G.-D.’sunda Tomarza, 11 337 nüf (1990). Tahıl üretimi ve hayvancılık. T O M Â S (Américo), portekizli amiral ve devlet adamı (Lizbon 1894 - ay.y. 1987) 1958 haziranında Cumhurbaşkanı oldu temmuz 1965 ve temmuz 1972'de yeni den seçildi; karanfiller devrlminden son ra (nisan 1974) bir süre sürgünde kaldı. T O M A â x e S titn é h o , çek filozof ve tanrıbillmci (Stitné, 2 irovnice yakınında, 1333’e doğr. - Prag 1405'e doğr.). Küçük soylu bir ailenin çocuğuydu; Prag Üniversitesi'nde okudu, Avrupa'da tanrıbilim so­ runlarını ulusal dilde (düzyazıda ilk klasi­ ği olduğu eski çekçe) İncelemeye cesa­ ret eden ilk laiklerden biri durumuna gel­ di. Başlıca yapıtları: Six Livres sur les choses chrétiennes (Hıristiyanlık sorunları üzerine altı kitap) [fr çev], 1376; Dialogues du père et des enfants (Baba ve çocuk­ ların karşılıklı konuşmaları) [fr. çev.], 1385 ve Discours pour fêtes et dimanches (Bayramlarla pazar günleri için söylevler) [fr. çev.], 1392. Daha geniş bir çevrenin okuması için, bu yapıtların üç değişik met­ nini yayımladı. T Ö M A S ©E V İL L A N U E V A (azız), İs­ panyol rahip (Fuenllana, Villanueva de los Infantes yakını, Castilla, 1487'ye doğr. - Valencia 1555). 1518’de, Salamanca’da Aziz Augustinus keşişlerinin arasına katıl­ dı, sonra Valencia'da oturmayı kabul et­ mek zorunda kaldı; iyilikseverliği, yoksul­ luğu ve sadeliğiyle saygı kazandı. 1658'de kilise tarafından azizler arasına alındı. Ib m a s e lll h a s ta lığ ı (İtalyan hekim Sal­ vatore Tomaselli'nin [1834-1906] adından).



Bazı sıtmalılarda görülen kininle zehirlen­ me. Hemoglobinürili, safralı* hummayı andırır.



dan sonra kaybettikleri Tomba dağı, 30 aralık 1917'de fransız dağcı binliklerce geri alındı.



T O M A S İ D İ L A M P E D U S A (Giusep­ pe), İtalyan yazar (Palermo 1896 - Roma 1957). Ölümünden hemen sonra G. Bas­ sani tarafından yayımlanan, sonra L. Vis­ conti tarafından sinemaya aktarılan Risörgimento döneminde yaşamış bir SicilyalI ailenin tarihini anlatan Leopar* (il gattopardo, 1958) adlı romanı halk tarafından çok büyük bir ilgiyle karşılandı, ama ger­ çekçilikle dekadan estetik anlayışı bir ara­ da verdiği için eleştirilere uğradı. Ayrıca Racconti (1961) adında bir hikâye kitabıy­ la, Stendhal'i ve Rönesans dönemi fransız edebiyatını ele alan denemeleri vardır.



T O M B A K a. (fr tombac; tayca tambac' tan). Metalürj. 1. Bileşiminde °/o 80-83 ba­ kır, % 17-20 çinko bulunan, mücevherci­ likte genellikle şerit ya da tel biçiminde kullanılan pirinç. —2. Altın-cıva amalgamıyla sıvandıktan sonra cıvanın ısıl yön­ temlerle uzaklaştırılması sonucu açığa çı­ kan altınla kaplanmış malzeme. —A ns İk l . Osmanlı döneminde tombak, altın yaldızla kaplanarak çok çeşitli eşya yapımında kullanılmıştır: leğen-ibrik takım­ ları, leğenler, tepsi ve siniler, ibrikler, ka­ paklı sahanlar, fenerler, buhurdanlar, gü­ labdanlar, güğümler, kahve ibrikleri ve fin­ can zarfları vb. (Topkapı sarayı müzesi).



T O M A S O d a M o d e n a -> Tommaso . T O M A S P İS a. Larvasının zehirli sokuşu nedeniyle Küba ve Brezilya’da şekerkamışına zarar veren eşkanatlı böcek cinsi. (Şekerkamışı yapraklarında ve köklerinde yer yer ölü kesimler meydana getirir.) T Ö M A S S O N (Helgi), İzlandalI dansçı (Reykjavik 1942). ilk adımlarını Kopen­ hag’daki Tivoli-Ballet’de attı (1958), Robert Joffrey Ballet'ye (1961), ardından Harkness Ballet'ye girdi (1964) ve New York City Ballet'de solistlik yaptı (1970). 1967'de Night Song (Norman Walker), Landscape for Lovers ve A Season in Hell (John But­ ler), ardından Stages and Reflections (John Neumeier, 1968), la Favorita (Ben­ jamin Harkarvy, 1969), The Goldberg Va­ riations (Jerome Robbins, 1974) baleleri­ ni yorumladı. Baggage (1970) ile ilk koregraflık denemesini yaptı. Tema ve çeşit­ lemeler, Polonez opus 65 (müzik Mauro Giuliani; 1982) ve isoline'in (müzik André Messager; 1983) koregrafilerini yazdı. T O M A S Z E W S K i (Henryk), polortyalı dansçı, mimar ve koregraf (Poznah 1924). Varşova operası nda dansçılık yaptıktan sonra. Wroclaw Polonya pantomim topluluğu’na girdi, başına geçtiği bu topluluk 1956’da Wroclaw Pantomim tiyatrosu adı­ nı aldı. 1962’den başlayarak özellikle Al­ manya'da olmak üzere birçok avrupa sah­ nesinde kendini gösterdi ve koregrafiyle mim arası yapıtlar olan “ koreogramlar"ını sahneledi (Labirent, Gılgamış, Klştwa, Odejscie Fausta, Toro, Menazeria Cesarzowej Filissy). Koregraf olarak Krakow operası'yla (Francesca da Rimini) ve Wroclaw operası’yia (Petruşka ve Daphnıs et Chloé) çalıştı. İsveç'te Peer Gynt ü (müzik Grieg; 1970) yorumladı. 1973’te Het Nationale Ballet'de (Amster­ dam), Federico Garcia Lorca'dan esinle­ nen Beş yıl geçince adlı yapıtı düzenle­ di. TO M A SZO W M A Z O W ÎE C K i, Polon­ ya'nın orta kesiminde kent, Pilica kıyısın­ da, Llödz'un G.-D.’sunda; 63 000 nüf. Tekstil merkezi (yün sanayisi, sentetik ip­ lik, hazırgiyim). Besin sanayileri. Demiryo­ lu kavşağı. T O M A Ş E V S K İY (Boris Viktoroviç), rus edebiyat eleştirmeni (Sen-Petersburg 1890 - Yalta açıklarında 1957). Biçimci okula (Opoyaz) bağlıydı, edebiyat ku­ ramları ( Teoriya literaturıy, 1925), ölçübilim (Ostihe, 1929) ve metinbilim (l’Ecrivain et le livre [fr. çev ], 1928) üzeri­ ne çalışmalar yaptı, Puşkin ile ilgili incele­ melerinde (1956-1961) metinbilimin bi­ limsel ilkelerini örneklendirmeye çalıştı. TO M A TİD İN a. (fr. tomatidine). Org. kim. Domatesten elde edilen ve spirostandan türeyen C27H 45N 0 2 formülünde alkaloit. T O M B ya da T O N B (Büyük ve Küçük), Hürmüz boğazında adalar, Basra körfe­ zinde Res ül-Hayma emirliğine bağlı olan bu adalar 30 kasım 1971'de İran silahlı kuvvetlerince işgal edildi. T O M B A d a ğ ı, İtalya'da (Veneto) tepe, •Piave'nin sağ kıyısında, Trevisö’nun K. -B.'sında; 8 6 8 m. italyanlar’ın Caporetto’



T O M B A K B A U â l a. Zool. Genellikle sı­ cak ve ılık denizlerin ortasularında yaşa­ yan kemiklibalık. (Süveyş kanalının açıl­ masından sonra Akdeniz'e girdi. Kalaba­ lık sürüler halinde mevsimlik göçler yapar. Etçildir. Sırtı koyu mavi, yanları ve karnı gü­ müşi beyazdır. Bil. a. Somberomorus commerson; palamutgiller familyası; bo­ yu 1 m'ye kadar.) TO M B A KO Ö LU S E F İL A L İ, türk halk şairi (Özbek köyü, Şabanözü, Çankırı, 1884 - ay. y. 1954'ten sonr.). Anadolu'ya göç etmiş Özbekler’dendir. Yaşamını kö­ yünde geçirdi. Koşmalarında gençken sevdiği ve yoksulluk yüzünden kavuşama­ dığı Servi adlı kıza aşkını, günlük yaşamı, 60 yaşındayken yaşlılığın güçlüklerini vb., içli bir anlatım ve sade bir dille konu edin­ di. TO M BALA a. (ital. tombala'dan). Oy. t . Üzerinde 1'den 90’a değin rakamlar bu­ lunan, 24 kart ve 90 küçük taşla oynanan bir oyun. —2. Tombala kartındaki tüm nu­ maraların doldurulmasıyla kazanılan bü­ yük ödül. —3. Tombala çekmek, tomba­ la oynamak. O ünl. Tombala kartındaki tüm sayıları dolduran kimsece söylenen söz. —ANSİKL. Tombalayı kart sayısı kadar ki­ şi oynayabilir. Oyuncular istedikleri sayıda kart aldıktan sonra bir kişi kapalı bir tor­ badan üzerinde rakam bulunan küçük taşları birer birer çekmeye başlar, çekti­ ği rakamı okur. Oyuncuların ellerindeki kartta alt alta üç sıra, her sırada beş ra­ kam vardır. Çekilen numara bu sıralardan birinde varsa onun üzerine kapatılır. Yan yana beş rakamı kapatan birinci çinko, iki sıradaki rakamları kapatan ikinci çinko, tü­ münü öteki oyunculardan önce kapatan da tombala der ve oyunu bitirir. TO M B A LA C I a. Sokaklarda, tombala çektirerek para kazanan kimse. TO M B A LA C ILIK a. Tombalacının yap­ tığı iş. TO M B A LA K sıf. Kısa boylu ve şişman bir kimse için kullanılır. TOMBALBAYE (François Ngarta), çadlı devlet adamı (Besaba 1918 - N'Camena 1975). ilkokul öğretmeni, Orta Şari bölge danışmanı (1952-1958), Fransız Ekvatoral Afrikası Büyük Konseyi başkan yardımcı­ sı (1957-1959), Demokratik Afrika birliği' nin yerel bölümü ve ilerici Çad partisi yö­ neticisi. Balkan kurulu başkanı olarak Gabriel Lisette’in yerine geçti (mart 1959). 31 mayıs 1959 seçimlerinde ilerici parti­ nin başarısından sonra, Ulusal meclis ta­ rafından yetki verildi (17 haziran 1959) ve birlik hükümetini kurdu. Bağımsızlık ilan edilince, Çad'ın ilk Cumhurbaşkanı oldu (12 ağustos 1960); aynı zamanda hükü­ met başkanlığı sorumluluklarını üstlenerek bu göreve 1962 de yeniden seçildi. 1966’ dan itibaren çeşitli bakanlık sorumluluk­ larını da yüklendi. Kuzey ve doğu bölge­ lerindeki ayaklanma üzerine 1968 ağus­ tosunda, Fransa'dan askeri yardım istedi. 15 haziran 1969’da yeniden Cumhurbaş­ kanı seçildi, her türlü yetkiyle donatılan Tombalbaye, başkaldırıları bastırmak için



Ch. Lenars



büyük Çad’ı kendi etrafında toplamaya .çalıştı. Libya'da albay Kaddafi’nin iktidarı alması Kuzey'deki durumu ağırlaştırdı. 1971 ağustosunda Tombalbaye'yi devir­ meyi amaçlayan girişim başarısızlıkla so­ nuçlandı, 13 nisan 1975'te, general Malloum'un askeri hükümet darbesi sırasın­ da öldürüldü.



Tom buktu'dan bir görünüm



TO M B A Z a. 1. Nehirlerde çalışan, altı düz, güvertesiz bir kayık türü, (Bu kayık­ lar, istihkâmcılıkta, yan yana bağlanarakve üzerine döşeme tahtaları yerleştirilerek geçici köprü kurmada da kullanılır.) — 2 . Fıçı biçiminde, yuvarlak küçük duba. ~ 3 . Altı düz borda kayığı. TO M B EA U a. (fr. söze.). Müz. XVI. yy.' dan beri ünlü kişilerin anısına yazılan vo­ kal ya da çalgısal parça (L. Couperin'in yazdığı M. Blancrocher'nin tombeau'su; M. Ravel'in yazdığı, Couperin'in tombeau’ su). Tombeau tek bir yazarın yapıtı ya da kolektif bir sungu derlemesi olabilir. Ço­ ğu kez bir ağıt görünümündedir. T O M B İO B E E , ABD’de (Mississippı ve Alabama) ırmak, Doğu Fork ve Batı Fork’ tan oluşur, Colombus'un K.’inde G.’e doğ ru akar ve Albama'yla birleşerek Mobile' yi oluşturur; 618 km (havzası 50 500 km2). TOMBUL a. Zool. GOBENE’nin eşanlam­ lısı. TO M B O LO a. (ital. tombolo; lat. tumulus, yükseklik, tümsek ten). Denizbil. için­ de denizkulakları bulunan bir kıstak oluş­ turan, basit, ikili ya da üçlü kıyı oku. T O M B O U c re y -



to m b u k tu .



TO M B STO N E a. (mezar taşı anlamına gelen ing. söze.). Uluslarar. ikt. Bir uluslar­ arası istikrazın özelliklerini belirten belge. (Tombstone, istikrazda bulunanın adını, is­ tikraz işleminin tipini, ikraz işlemine öncü­ lük eden kurumun ve bu işlemi garanti eden kurumların adını içerir.) T O M B U K T U , Mali'de kent, bölge merkezi, Nijer büklümünün yukarısında, ırmağın sol kıyısında (yaklş. 1 0 km uzak­ lıkta); 31 962 nüf. (1987). Ortaçağdan XIX. yy.'a kadar Tombuktu, Akdeniz ürünlerinin altın ve Sudan'dan getirilen köleler karşılığında değiştirildiği büyük bir ticaret yeriydi. Batı Afrika kıyılarının keşfi bu trafiği yok etti. Bununla birlikte kent, görkemli geçmişinden kalan bazı anıtları korumaktadır; Cingereber camisi (XIV. yy.) vb. Günümüzde Tombuktu, . hâlâ göçebe hayvan yetiştiricilerinin tuz, tahıl ve kumaş gereksinimlerini karşıla­ mak için uğradıkları bir pazardır. — Tombuktu bölgesi, 451 000 nüf. (1992). —Tar. 1100'e doğru Tuaregler tarafından kurulduğu söylenen kent, 1275‘ten önce Mali egemenliğine girdi ve 1324-25’te, ge­ lişmeye başladığı dönemde Mansa Mu-



tom bak ibrik



I. ûündağ Kayaoğlu kol.



rak kaldı. iktidar,-Faslılar’ın soyundan ge­ len melezleşmiş Armalar'ın elinde kaldı. Tuaregler'in sık sık yağma ettikleri Tombuktu, zaman zaman Segu'daki Bambaralar’ın ve Masina'daki Pöller'in ellerine geçtikten sonra, 1894’te Fransızlar tarafın­ dan alındı. Tombuktu'yu ziyaret eden ilk avrupalı, Benedetto Dei’ydi (1470). Binbaşı Laing buraya 1826’da geldi. René Caillié, 20 ni­ san - 4 mayıs 1828 arasında bu kentte kal­ dı. TO M B U L sıf. (esk. türkç. tom, yumru, to­ parlak şey'den). 1. Toplu, dolgun, şişman­ ca bir kimse; bedenin bir bölümü için kul­ lanılır: Kısa boylu tombul bir kadın. Tom­ bul yanaklar —2. Tkz. Dolgun, etli bir sebze için kullanılır: Tombul bamya. Tom bul te y ze , Ramiz Gökçe*’nin kari­ katür tiplerinden. Çeşitli mizah ve karika­ tür dergilerinde uzun yıllar yer alan Tom­ bul teyze ve sıska kocası arasındaki ilişki­ ler, aynı zamanda toplumsal çelişkileri de karikatürün fantezi diliyle yansıtır. TO M B U LC A sıf. Biraz ya da oldukça tombul kimse için kullanılır.



Salmer-C. E. D. R. I.



TO M B U LG Ü V EG İLLE R a Çoğu türü meyve ağaçlarına ve ormanlara zarar ve­ ren gecekelebekleri familyası. (Başlıca cinsleri: Orgyia, Dasychira, Porthesia, Euproctis, Lymantria. Bil. a. Lymantriidae.) — A N S İK L . Tombulgüvegillerin dişileri, ka­ rınlarının ucunda bulunan kıllarla yumur­ talarını örter. Porthesia similis, küçük be­ yaz bedenli, meyve ağaçlarına çok zarar veren bir türdür. Kırtırtılı (Lymantria dispar) meyve ağaçlarının ve ormanların düşma­ nıdır. Tırtılı hepçil beslenen, ama daha çok ovalardaki reçineli ağaçlara saldıran Ly­ mantria monacha. Stilnoptia salicis, söğü­ de ve kavağa zarar verir.



sa tarafından ziyaret edildi. Gelişmesi Nijer kıyısında (Kabara limanıyla), Büyük sahra'yı boydan boya geçen başlıca tuz T O M B U LLA Ş M A K gçz. f. Tombul du­ yolunun ve Cenne* mavnacılığının yarar­ ruma gelmek; şişmanlamak. landığı nehir yolunun kavşak noktasında yer almasına bağlıydı. 1433'te Tuaregler’ TO M B U LLU K a. Tombul olma durumu, in eline geçti, 1469’da Songhay kralı Sonniteliği. ni Ali tarafından ilhak edildi. Mağribli tüc­ carların uğrak yeri durumuna gelmesi, B T O M E (Narciso), İspanyol heykelci ve mi­ mar (öl. 1742); heykelci bir ailenin oğluy­ tüm Sudan bölgesi üzerinde dinsel ve dü­ du. Valladolid üniversitesi'nin cephesinde şünsel bir etki kazanmasına yol açtı. Bu çalıştı (1715) ve mermer, tunç ve daha iyi­ dönemde (XV.-XVI. yy.) kentte, yaklaşık 2i> si yapılmamış aşırı barok üslubunda re­ 000 kişi yaşıyordu. 1591'de, Tondibi'deL simlerden oluşan ve Toledo katedralinde Songhaylar'ı yenen Faslılar’ın işgaline uğ­ bir San Sacramento bölümüne hemen radı ve 1660'a kadar onların başkenti olahemen doğaüstü bir aydınlık sağlayan ün­ lü Transparente sini yaptı (1721-1732). T0M0GRAFIDE KULLANILAN AYGITLAR T O M E LLO S O , Ispanya'da kent, Man1. Gonyometre; 2, Hareketli X ışınları tüpii; 3. Hasta; cha'da, Manzanares’in K.-D.’sunda; 27 000 4. Kesit düzlemi (akciğer); 5. Hareketli film kaseti. nüf. içki pazarlama.



Narciso Tomé Toledo katedralinde Transparente (1721-1732)



T o m e s lif le r i (ing. diş hekimi sir John 7ömes’in [1815-1895] adından). Dişç. Dişözünün bir uzantısı olarak, dentin ya da fildişi içindeki kanalcıklar boyunca ilerle­ yen organik lifler. Sayıları mm2’de yakla­ şık 30 000’dir. Dentin dokusunu meyda­ na getirir ve herhangi bir dentin lezyonu (çürük) olduğu zaman, tedavi edilen do­ kunun yeniden oluşmasını sağlar. T O M İ. Tar. coğ. Aşağı Mesia'da kent, Ka­ radeniz kıyısında, ister (Tuna) ırmağı ağız­ larının G.'inde. Her zaman bağımsız de­ ğildi (Iskitler’in uydusu oldu, sonra Mithridates'e ve Romalılar'a boyun eğdi), ama oldukça barbar bir site görünümünü hep korudu. Ovidius'un sürgün yeri. Geç im­ paratorluk döneminde Constantia adını aldı. Günümüzde Köstence (Romanya). T O M İN (Julius), çek filozof (Prag 1938). Hıristiyanlar ile marxçilarin yakınlaşmaları üzerinde durdu. 1969'da ABD’ye davet edildi. Ülkesine döndüğünde görevinden ayrılarak fabrikada çalışmak zorunda kaldı. 77 Şartı’nı ilk imzalayanlardan biridir 1979' dan başlayarak evinde felsefe dersleri ver­ di. 1980’de Büyük Britanya'ya göç etmek zorunda kaldı. Yapıtları: Je pense donc ¡e suis, introduction à la philosophie de Re­ né Descartes (fr. çev.) [Düşünüyorum öy­ leyse varım, René Descartes'ın felsefesine giriş], 1976; Spectacle (fr. çev.) [1977],



TO M İS LA V (öl. 928), Hırvatistan dükü (910-925’e doğr.), Hırvatistan kralı (925 -928). 926'da, bulgar çarı Simeon tarafın­ dan gönderilen bir orduyu yendi ve Bulgarlar’a karşı Bizans ile anlaştı. T O M İS L A V I I , Hırvatistan kralı oldu­ ğunda Spoleto dükü Savoia-Aostalı Aimone'nin aldığı unvan (1941-1943). to m its u , içrek ve mistik buddhacı akım. IX. yy.’da Japonya'da doğan bu akım öz­ gürlüğüne kavuşma arayışı içinde iki dü­ şünme (tefekkür) halkası (mandalalar) kul­ lanır: vacradhatu ve maharunagarbha. T O M İZ Z A (Fulvio), İtalyan yazar (Materada, İstria, 1935). Doğduğu yöre olan istria'nın geleneksel insani ve kültürel çeliş­ kileri üstüne temellenen romanlar (La cittâ di Miriam, 1972; la Miglior vıta, 1977) yazdı. Tom Jo n e s (The History of Tom Jones, a Foundling), H. Fielding'in romanı (1749). iyi yürekli bir adamın himayesine aldığı Tom, bu adamın öz oğlunun kıskançlık duygularının kabarmasına yol açar. Gelgelelim rakibi, birtakım olaylara rağmen delikanlıyı nişanlısından ayırmayı başara­ maz. Tom Jones’un, kendisini evlat edi­ nen adamın gerçekte yeğeni olduğu or­ taya çıkar. Yasadışı çocuk ve gönül yüce­ liği temaları üzerine bir değişke olan bu yapıt bir canlılık ve neşe ortamında geli­ şir. Bu romandan François-André Danıcan Philidor, B. Davesne ile A. A. Poinsinet'nin librettolarından yola çıkarak üç perdelik bir opera komik yazmıştır (Comé­ die-italienne, Paris, 1765). 1963'te deTony Richardson yapıtı sinemaya uyarladı. TO M K İN S (Thomas), İngiliz besteci (Saint David's, Pembrokeshire, 1752 - Martin Hussingtree, Worcester yakınında, 1656). Önemli bir müzisyenler aılesindendi. Saint David's katedrali koro ustasının oğlu, Byrd’in öğrencisiydi. Worcester katedrali orgcusu oldu ve bu görevini Krallık capellası orgculuğuyla (1621) birlikte yürüttü. 1622'de, şarkılar, madrigaller ve baleler yayımladı. Tomkins'in kilise müziğinin bir bölümü (ayinler ve anthemler) ölümünden sonra Musica Deo sacra'da yayımlandı. Tomkins’in, ayrıca, viola için besteleri ye çok sayıda klavye yapıtları (fanteziler, İn nomine) vardır. TO M L İN S O N (Charles), İngiliz yazar (Londra 1808 - ay. y. 1897). Öksüz büyü­ dü; kendini şiire vermeden önce başarılı bir bilim adamıydı. Dante ve Goethe'yi dikkatli bir biçimde eleştirdi, pratik sanat­ larla ilgili bir ansiklopedi yayımladı (1852 -1854). T O M M A S E O , (Niccolo), İtalyan yazar (Sibenik, Dalmaçya, 1802 - Floransa 1874). Katolik eğilimli halk romanları (Fede e bellezza, 1840) ve şiirler yazdı, başyapıtı Canti popolari toseani, corsi, illirici, greci (1841) adında, italyancaya çevrilmiş ya da uyarlan­ mış bir halk şarkıları antolojisidir. Dizionario dei sinonimi (Eşanlamlılar sözlüğü) J1830] ve Dizionario della lingua italiana (Italyan dili sözlüğü) [1858-1879] adlı yapıtları İtal­ yan sözlükçülüğünün başyapıtlarıdır. T O M M A S O ya da T O M A S O da Modena, İtalyan ressam ve minyatürcü (Modena 1325’e doğr. - ay. y. 1379). Vitale da Bologna'nın öğrencisi oldu; Emilia ve Venezia’da çalıştı, Giotto'nun etkisinde kal­ dı. Biçimlerin güzelliğiyle güçlü bir gerçek­ çiliği birleştirdi (Ünlü dominikenlerin port­ releri, Treviso'daki S. Niccolo manastırı freskleri, 1352’ye doğr.; aziz Venceslav' la aziz Palmatius arasındaki Meryem üçkanatlısı, Karlstejn şatosu [Bohemya], 1360'a doğru.). TO M M A S O d a C elano (Celano 1190'a doğr. - LAquila yakınları 1260'a doğr.). Aziz Francesco d'Assisi'nin ilk tilmizlerinden bi­ riydi, onun ilk yaşamöyküsünü yazdı. Azize Chiara'nın yaşamı adlı yapıtla aralarında D/es* irae'nin de bulunduğu değişik din­ sel ilahiler ona mal edilir



Tomsk 11595



TOMOGRAFİ İLKESİNİN ŞEMASI



W



L



L .-o z e l k o l



akciğer radyografisi (normal görünüm, lezyonlar görünmemektedir) T O M M A S O C U LU K



-



THO M ASÇILIK



TO M O C ERU S a. Yosunlar altında yaşa­ yan sıçrarkuyruklu cinsi, (Entomobryidae familyası) ..TOM OGRAFİ



a. (fr, tomographie) 1. Bir o r g a n ın y a d a o r g a n iz m a n ın b ir k e s it d ü z ­ le m in in g ö r ü n tü s ü n ü , ö te k i ta b a k a la r s ilik k a lm a k ü z e re e ld e e tm e y e y a ra y a n r a d ­ y o lo ji te k n iğ i, — 2 . Bu ş e k ild e y a p ıla n r a d ­ y o g r a fi. —3. Bilgisayarlı tomografi, SKAN O G R A F rn in e ş a n la m lıs ı. — A n s I k l . Tomografi, X ışınları üreten tüp



akciğer tomografisi (aynı kişi; normal radyografi tekniği ile çekilmiş önceki filmde görünmeyen poliklinik görüntüler)



belli bir kesitindeki radyoaktivite dağılımını incelemeye dayanan teşhis yöntemi. TO M P A (Mihâly), macar şair (Rımaszombat 1817 - Hanva 1868). Protestan pa­ paz ve 1848-49 bağımsızlık savaşı'nda din adamıydı. Petöfi ve Arany ile birlikte macar halk şiirinin en önemli temsilcileri arasında yer aldı. Şiirlerinde, 1848 devrimi’nin başarısızlığa uğramasından sonra yurtseverlerin yıkımını alegorik bir biçim­ de anlattı,(A Golyahoz; l ’Oiseau â ses fils [fr. çev], A la puszta [fr. çev.]).



ile röntgen filmi, radyografisi yapılacak or­ ■ T O M P İO N (Thomas), Ingiliz saatçi (Northhilf, Bedfordshıre, 1639'a doğr - Londra ganın karşısında yürütülerek elde edilir. 1713). “ İngiliz saatçiliğinin babası" sayı­ Yürütme hareketi öyle ayar edilir ki, sade­ lır; İngiltere kralı Charles ll'nln saatçisi ol­ ce bu hareketin ekseninde bulunan düz­ du. Hooke ve Barlow'un icatlarından ya­ lemdeki görüntüler okunabilir. Bu düzle­ rarlanarak 1675’te iki balanslı bir cep sa­ min dışındaki görüntüler ister önde, arka­ ati yaptı ve saatçiliğin öncülerinden biri da, üstte ya da altta olsun, bir süpürme­ olarak, cep saati eşapmanlarına sarmal ye uğrar ve pratikte görünmez hale gelir, zemberek uyguladı. 1695'te, Booth ve yanı silinir; geriye silinti çizikleri ya da iz­ Houghton'la birlikte, silindirli eşapmanlar leri kalır. Tomografi böylelikle bir organın için patent aldı. Aynı zamanda, dolaplı yer (örneğin akciğer) 1 ila 2 cm kalınlığında saatleri de yaptı ve Londra'daki St Paul kaince dilimlerinin görüntülerini verir ve bu tedrali'nın astronomik göstergeli saatim yolia peş peşe önden arkaya, yukardan onardı. Yerim yeğeni George Graham* al­ aşağıya ya da yatay düzlemde organın in­ celenebilmesini sağlar. dı. Tomografi 1915'te transız hekim BoccaT O M R İS ya da T O M Y R İS , Massagege tarafından keşfedilmişse de Almanya' tai halkının kraliçesi Yunan efsanesine gö­ da Chaoul, İtalya'da Vallebona’nın ilk re Keyhüsrev’i yendi ve öldürdü tomografi klişelerim gerçekleştirmeleri için —ikonogr. Kraliçenin Keyhüsrev in başı­ 1930 ları beklemek gerekmiştir. Kullanılanın kan dolu bir çanağa batırılmasını bu­ gelen teknik yöntemlere göre, tomografi­ yurduğu sahne, Luca Ferrari (Modena), nin genel ilkesinin değişik uygulamaları M. Pretı (Malta) ve özellikle bu temayı iki vardır. Verici tüp ile film taşıyıcı kasetin ha­ kez işleyen Rubens'e (Louvre ve Boston) reketleri kesit düzlemine paralel olarak esin kaynağı oldu. ters yöndedir: buna planigrafi denir. Ha­ TO M R U K a. (esk. türkç. tomurmak, ağa­ reketler kesit düzlemine dikey olarak ger­ cı keserek tomruk haline getirmek'ten çekleşiyorsa sahici tomografi adını alır tomur-uk> tomruk). 1. Kesimden sonra, Benzer tekniklerin tümüne ad olan bu belli bir uzunluktan sonra tepesi ve bütün yöntemde tüpün yer değiştirmesi düşey dalları kesilip atılmış olan kabuklu ya da bir hareketle oluşur. Statigrafi'de (Vallebo kabuksuz ağaç gövdesi, kütük: Burada na, Bozettı) ise verici tüp sabittir: hasta ve tomruklar nehir aracılığıyla taşınıyor. —2. film normal ışınlara dikey iki paralel eksen Taşoc. Dik koşutyüzlü biçiminde işlenmiş, etrafında belirli bir açıda (20 ile 30°) dö­ yüzleri kabaca yontulmuş ve gerekli yer­ ner. Simültane tomografi de (süredeş to­ leri pahlanmış taş parçası: Mermer tom­ mografi) belirli aralıklarla aynı kaset içme ruğu —3. Esk. Tomurcuk —4. Esk. Tu­ yerleştirilmiş filmleri, tüp, tek bir süpürüş tukevi —5. Tomruğa atmak, tutukevine hareketiyle hep birlikte etkiler. koymak (esk ). || Tomruğa vermek, suçlu­ T O M O N A G A Ş İN İÇ İR O , tapon fizikçi nun ayaklarına işkence aracını geçirmek (Kyoto 1906 - Tokyo 1979). 1945’te, alan (esk.). lar kuramının görelcı bir formülleştirmesi­ —Aktar. Tomruk asansörü. tomrukları kal­ ni önerdi: amerıkalı Feynrnan ve Schwin­ dırmak ya da indirmek için kullanılan du ger. elektromanyetik alanla foton arasın­ zenek; altta ve üstte bulunan, biri devındaki etkileşimlerin incelenmesinde bun­ dırıcı ıkı kasnak ya da tekerlek arasına ge­ dan yararlandılar. Tomonaga Şiniçıro. bu rilmiş düşey sonsuz zincirler üzerine mon­ iki bilim adamıyla 1965 Nobel fizik ödüte edilen özel biçimli yataklardan oluşur, lü'nü paylaştı. —Esk. metalürj. Enmiş metalin taş ya da TO M O P TE R İS a Planktonlar arasında kilden yapılmış yuvarlak kalıplara dökül­ yer alan, yapraksı ve saydam bedenli çok mesiyle elde edilen parçalara verilen ad kıllı halkalısolucan cinsi. (Tomruklar daha sonra ağır çekiçlerle dö­ vülüp levha haline getirilir ve çeşitli eşya T O M O S İN T İG R A F İ a. (fr. tomoscıntıyapımında kullanılırdı.) graphıe). Organizmaya radyoaktif iz yapa­ —Inş. Baca tomruğu, BACA K Ü R S IT S U ' bilen bir madde sokularak ve parıltı algı nün eşanlamlısı layıcı bir aygıtla muayene edilen organın



—Kur, tar. Daha çok doğu ülkelerinde kul­ lanılan bir işkence aygıtı. (Bk. ansikl. böl.) || Tomruk ağası, Osmanlılar’da tevkifhane müdürüne verilen ad. | Tomruk dairesi, 'Osmanlılar'da tevkifhaneye verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Tekst. Tomruk kancası ya da tırnağı, jakar tezgâhlarında bulunan silindirin dön­ me hareketine kumanda etmeye yarayan parça. || Tomruk yayı, el dokuma tezgâh­ larında. dörtte bir tur gerçekleştirdiğinde silindiri durduran yaylı düzenek. — ANSİKL. Kur. tar Tomruk, büyük bir ağaç kütüğünün içinin oyulması yoluyla yapılır­ dı. Ortadan ikiye bölünen 4-5 m uzunlu ğunda 40-50 cm çapındaki bir kütük iki ye bölünür, insan baldırının geçebileceğ genişlikte karşılıklı olarak oyulurdu. Ceza ya çarptırılanın iki ayağı bu oyuklara yer leştırıldıkten sonra kütüğün ıkı parçası bir biri üstüne kapatılarak kilitlenirdi. Tomruk ların bazılarında oyuk, bir insan bedeni nin gireceği büyüklükte olur ve tomruğa vurulanın yalnızca başı dışarıda kalırdı. Tomruğa vurulmak cezası hükümet ko­ naklarının önünde .yerine getirilirdi ♦ Tomruk dairesi, OsmanlIlar döneminde, İstanbul'daki bazı tutukevleri ve hapisha­ nelere tomruk, bazılarına da zindan de­ nirdi Buraları önceleri tomruk ağası de­ nilen çavuşbaşı rütbesindeki bir görevli ta­ rafından yönetilirdi. Bu görev ve tomruk dairesi Tanzimat'ın ilanından (1839) son­ ra kaldırıldı. TO M R U K L A M A a. Ormanc. Kesilmiş ağaçları tomruk haline getirmek için par­ çalara bölme — A N S İK L . Tomruklama ağaç gövdesinin belirli uzunlukta enine kesilmesidir. Çam. göknar, .ladin, sedir, meşe, kayın gibi ağaçların kabukları kesimden hemen son­ ra, tomruklamadan önce soyulur. Tomruk­ ların boyları kullanım amaçlarına göre be­ lirlenir (çoğunlukla 4 m). Tomruklama ya hızarla ya da motorlu bıçkılarla yapılır.



(film ine paralel P düzleminde ("kesit düzlemi") belunarı hastanın muayene edilecek yeri A olsun; tüpün odağı F olsun; A noktasının /film i üzerindeki yansıması A, olsun. F odağı, F ’ e kaydırılınca, kesit düzleminde bulunan tüm noktalar film üzerinde net görüntü verir. Nedeni odak yer değiştirdiği an filmin aksi yönde yer değiştirmesidir. Bunun aksine, kesit düzlemi içinde olmayan bir nokta, örneğin B noktası, B , ve B2 uçlarında görüntü verir; bu durumda B’nin görüntüsü silik bir çizgi olur.



R a d io Tım e s-H u lto n P ictu re s



TO M R U K L A M A K g. f. Bir ağacı tom­ ruklamak. onu dallarını kesip çıkıntılarını düzleştirerek tomruk duruma getirmek ♦ tom ruklanm ak dönşl. f. Esk. Tomur­ cuklanmak. ♦ tom ruklanm ak edılg. f. Tomruk du­ ruma getirilmek. TO M R U KLA N M A K



-> TO MRUKLAMAK



T O M S K , Rusya’da kent, Batı Sibir­ ya'da, Tom ırmağinın Obl'yle birleştiği yerin yukarısında; 506 600 nüf. (1991). 1604'te kuruldu. Bölgedeki altın maden­ lerinin işletilmeye başlamasıyla 1830’ dan sonra gelişmeye başladı ve önemli bir ticaret ve kültür (1888'de açılan üni­ versite) merkezi oldu. Transslblrya boruhattının uzağında olduğu için bir süre göl­ gede kalan kent, bu hatta bağlandıktan sonra Obi ırmağının orta çığırı kıyısında yer alan petrol yataklarının işletilmesiy-



Thomas Tompıon Joseph Kneller'e gore John Smith’in yaptığı gravürden ayrıntı



Tomsk le (petrokimya) hızlı bir gelişme gösterdi. 11596



T O M S K İY (Mihail Pavloviç Y e fr e m o v , —denir), rus siyaset adamı ve sendikacı (Petersburg 1880 -? 1936). Maden işçisi, 1904’ten sonra sosyal demokrat parti üye­ si; Reval'de (bugünkü Tallin) 1905 grev­ lerini örgütleyenlerden biridir. Sibirya’ya sürüldü. (1906), oradan kaçtı ve takma adını aldığı Tomsk kentine geldi. Petersburg'a döndü, sendikasını yönetti ve 1907’de RSDİP’in Londra kongresi'nde delege oldu. Bolşevik fraksiyonuna katıl­ dı, 1909'datutuklandı ve irkutsk hüküme­ tine sürgün edildiği tarih olan 1916’ya ka­ dar hapiste kaldı; ancak 1917 martından sonra kurtulabildi. 1918'de Sendikalar merkez konseyi başkanı, 1920'de Profintern genel sekreteri, 1919'da Komünist parti merkez komitesi üyesi, 1922’de politbüroya seçildi. 1929’da politbürodan çı­ karıldı. Merkez komitesi üyesi olmasına karşın, 1936’da ilk siyasal davaya adı ka­ rıştı, bunun üzerine intihar etti.



bazı tomurcuk tipleri



T O M S K İY (AleksandrRomanoviç), rus dansçı, sahneye koyucu ve dans toplulu­ ğu yöneticisi (doğm. 1905 - Legnano 1970). 1954'e kadar Bolşoy kadrosunda yer aldı, sonra çeşitli lirik tiyatrolarda ça­ lıştı. 1929-1941 arasında, Kırmızı haşhaş, Korsan gibi, halk tarafından çok sevilen baleleri yeniden sahneye koydu. 1954’ ten sonra kendini sahneye koyuculuğa verdi ve Prag'da Bahçesaray çeşmesini (1954) ve Kuğu gölünü (1955), Bratislava'da (1958) ve Varşova’da (1961) Taş çiçeğini sahneledi. 1962-1964 arasında Moskova’da Stanislavskiy ve NemiroviçDançenko tiyatrolarının ortak yöneticiliği­ ni yaptı. 1964’ten ölümüne kadar Bolşoy balesi'nin turnelerini yönetti. T O M Ş U K a. Zool. TUMŞUK’un eşanlam­ lısı.



A rchives photo, des Monuments historiques



Paris Notre-Dame katedraii'nin yarı capellaları üstündeki korkuluğu süsleyen tepe tomurcuku (XIX. yy.)



■TO M U R C U K a. Bot. Genç yapraklarla sarılmış bir sürgünün büyüme noktasın­ dan oluşan organ. (Bk. ansikl. böl.) —Ağ. yet. Tomurcuk alma, bir bitkinin ya­ rarsız olacağı kabul edilen tomurcukları­ nın genellikle elle koparılıp atılması. —Bağc. Kısır tomurcuk, asma kütüğün­ de en altta bulunan ve meyve vermeyen tomurcuk. —Bot. Tomurcuk iç düzeni, çiçeğin çeşit­ li bölümlerinin tomurcuk içindeki durumu. (Tomurcuk iç düzeni çeşitlidir; helezoni, çenetli, buruşuk, kiremit dizisi, salyangoz, yumağımsı vb.) || Tomurcuk içi yaprak dü­ zeni, yaprak taslaklarının tomurcuk için­ deki konumu. (Tomurcuk yaprakları yay­ gınsa tomurcuk düz; orta damar boyun­ ca katlanmışsa katmerli; yelpaze şe.klinde kıvrılmışsa [huş ağacındaki gibi] kıvrık, te­ peden dibe doğru yuvarlanıp sarılmışsa (eğreltilerdeki gibi] halkamsTdıı.)\\ Tomur­ cuk pulu, ağaç ve ağaççıklarda uyur yap­ rak tomurcuklarını koruyan kabuksu kılıf. || Tomurcuk taslağı, çiçekli bir bitkinin embriyonunda eksenin en üst bölümü. (Tomurcuk taslağı tam bir tomurcuk sayı­ lır ve tohum uykuya yatmazdan önce olu­ şur) || Çiçek tomurcuğu, tek çiçek vere­ cek olan tomurcuk. || Erkenci tomurcuk, kış uykusuna yatmadan önce, erken ge­ lişen tomurcuk. —Mim. Kıvrıkdalların, yaprakların ucuna yerleştirilen ve küçük goncalara benzeyen bezeme motifi. —Mim. ve Süsle'm. sant. Tepe tomurcu­ ğu, bir tepeliğin, bir kalkan duvarının üst bölümünü süsleyen, üsluplaştırılmış çiçek biçiminde ayrık bezeme; aynı bezemenin iç dekorasyonda, kuyumculukta vb. kul­ lanılan biçimi. (Bk. ansikl. böl.) —Zool. ve Anat. Tam bir organın ya da bi­ reyin taslağını içeren her çeşit embriyon oluşumu. || Kuyruk tomurcuğu, omurgalı­ larda nörulayı izleyen embriyon gelişim evresi. |] Tat ya da tatma tomurcuğu, su­ da yaşayan omurgalılarda beden yüzeyi­ nin hemen hemen her tarafında, karada yaşayan omurgalılarda ağız ve yutak boş­ luklarının içinde -ve özellikle dil üzerinde



bir portakalın dilimleri gibi dizili bulunan tatma duyusu hücreleriyle destekli hücre­ lerin tümü, (insanda dilin üstündeki kat papillaları bölgesi tat tomurcuğunu karşı­ lar.) — ANSİKL. Bot. Tomurcuklar bulundukla­ rı yerlere göre adlar alır: sapın ucunda bu­ lunanlara tepe tomurcuğu, yanlarından çı­ kanlara yan tomurcuğu denir; yan tomur­ cuklar genellikle yaprakla dalın birleşme yerinde (yaprakların koltuğunda) bulunur. Yaşlı dalların, kökierin ve yaprakların her­ hangi bir yerinde gelişen tomurcuğa gizli tomurcuk denir. Tomurcuklar yapılarına göre de çeşitle­ re ayrılır: yapraklı sürgünün çok az korun­ duğu tomurcuklara (otsu bitkiler ya da sü­ rekli gelişen odunsu bitkiler) çıplak tomur­ cuk ve yaprak taslaklarıyla sarılı sürgü­ nün, kalın pul biçiminde yapraklarla ko­ runduğu tomurcuklara (sürekli büyüyemeyen odunsu bitkiler) pullu tomurcuk denir; koruma olayı genellikle bu pulların salgıladığı reçine ya da zamkla (kozalak­ lılar, kestane, kavak) ve hatta genç yaprak­ ların arasındaki tüylerle daha da pekişti­ rilir (kestane); pullu tomurcuklar kışın uyur­ lar ve oluştukları yılın ertesi baharında açı­ lırlar. Tomurcuklar oluşturdukları organla­ ra göre de değişik adlar alır: sadece yap­ rak ve dal verenler (bunlar genellikle dar ve sivridir) dal ya da yapfak tomurcuğu; az sayıda çiçek, fakat çok meyve veren­ ler (bunlar tombul ve kısadır) çiçek ya da meyve tomurcuğu; aynı sayıda yaprak ve çiçek verenler karma tomurcuk (asma: bu türde sadece bir çeşit tomurcuk vardır) adını alır. Bahçecilikte özsuyu belli bir ye­ re çekebilmek için geçici olarak bırakılan tomurcuğa çağrı tomurcuğu denir. —Mim. Ortaçağ ustaları ve sanatçıları, te­ pe tomurcuklarını yaygın olarak kullanmış, XII. yy.’dan başlayarak, köşeli ve taşkın tüm bölümleri bu öğelerle süslemişlerdir. Tepe tomurcukları, çiçekleri, iç içe girmiş ya da açık yaprakları canlandırır. XIII. yy.’da sapları, kare ya da sekizgen kesitli­ dir ve aynı düzeyde yer alan dört yaprak ve üstünde bir tomurcuktan ya da iki sıra düzenlenmiş dört yapraktan oluşur. Son durumda, ikinci sıranın yaprakları, birinci sıranın yapraklarıyla almaşık bir düzende­ dir. Tepe tomurcukları Rönesans'tan baş­ layarak demir işlerinde de yaygın olarak kullanılmıştır.



yosunhayvanı ve tulumlu kolonilerini oluş­ tururlar. Hareketli tomurcuklar ana orga­ nizmadan ayrılır ayrılmaz başlı başına ayrı bir canlı da oluşturabilirler (selentereler, süngerler). Koloni halinde yaşayan bazı türler (sün­ gerler, yosunhayvanları, tulumlular), elve­ rişsiz yaşama koşullarıyla karşılaştıkların­ da, yedek besin yüklü farklılaşmamış hüc­ relerden oluşan ve dayanıklı bir kabukla kaplanan uyur tomurcuklar oluştururlar (süngerlerin gemulaları, yosunhayvanlarının ve gömleklilerin statoblastları). Koşul­ lar yeniden elverişli duruma gelince gemula ve statoblastlar gelişmeye koyulur­ lar. Embriyon halindeyken tomurcuklan­ ma bir hidrada (Polpodium) görülür; lar­ va tomurcuklanması da ender değildir (büyük medüzlerin skifistomaları, şeritle­ rin keseli larvaları). Tomurcuklanma (gemmiparlık) ile bölü­ nerek üreme (sisiparlık) arasında önemli bir fark yoktur ve eşeysiz üreme (eşleme­ siz) terimi her ikisinin de yerini tutabilir. To­ murcuklanma eşeyli üremeyi ortadan kal­ dırmaz; iki üreme biçimi almaşık olarak gerçekleşebilir.



TO M U R C U K IŞ IN U L A R a Paleozoyik tabakalarda bulunan fosil derisidikenliler sınıfı. (Bil. a. Blastoidea.) — A N S İK L . Tomurcukışınlıların sapsız ya da kısa saplı çanağı çiçek tomurcuğu bi­ çimindedir. Avrupa’da çok seyrek rastla­ nan bu fosillere Amerika’da Karbon devri tabakalarında çok sık rastlanır. (Başlıca cinsler: Pentremites, Blastoidocrinus, Orbitremites vb.)



TON a. (fr. ton; lat. tonus; yun. tonos, gerilim’den). 1. Bir sesin yüksekliği, tını­ sı, yoğunluğu vb. ile ilgili olan titreşim ni­ teliği: Ses tonunu değiştirmek, yükselt­ mek. Bir metni tekdüze bir tonda okumak. —2. Ruhsal bir durumu, bir duyguyu be­ lirten konuşma biçimi; Sorulara sert bir tonda yanıt vermek. Konuşma tonunuzu değiştirseniz iyi otur. Söylemek istedikle­ rini sakin bir tonda dile getirmek. —Güz. sant. Bir resmin, bir tablonun ege­ men rengi, renk düzeni. || Resimde, doy­ ma ya da ışık yoğunluğu derecesi açısın­ dan en açıktan en koyuya kadar algılanan renk. (Birbirleriyle olan ilişkilerinde tonlar, değerleri belirler) || Sıcak tonlar, güneş tay­ fında turuncuya yakın renkler. || Soğuk ton­ lar, maviye yakın renkler. —Müz. Pythagoras kuramının birleştirici aralığı. (Batı müziğinde, kuramsal hesap­ ların temeli olarak XVI. yy.’a kadar kulla­ nıldı.) || Eski yunan müziğinde ıskalanın salt yüksekliğini belirlemek için kullanılan yöntem. || Ortaçağ'cantus planus’larında MAKAM’ın eşanlamlısı. || Klasik dönemde, gamın salt yüksekliğinin durakla belirlen­ mesi (majör ya da minör makamların gös­ terilmesi, genellikle tonla ilgili verilen bil giyi de tamamlar). || E K S E N LİLİK ’ in eşan­ lamlısı. || XVIII. yy.’a kadar, diyapazonun değişken olduğu dönemlerde çalgıların akort yapıldığı yükseklik (oda tonu, capella tonu). | İki yanaşık nota arasındaki yük­ sekliklerin, ikinci majör aralığına denk ge­ len ilişkisi. (Biri diyatonik, diğeri kromatik olmak üzere iki yarımtondan oluşur.)



T O M U R C U K L A N M A a Bitkilerde to murcuk oluşumu. —Biyol. Maya mantarlarına özgü çoğal­ ma yöntemi. (Maya mantarı üzerinde bir noktada küçük bir çıkıntı oluşur, büyür ve bölünüp ayrılarak birincisine benzer bir hücre haline geçer.) —Zool. Çokhücreli hayvanlarda, çıkıntı ya­ pan küçük bir hücre öbeğinden (tomur­ cuk) başlayan eşeysiz çoğalma biçimi. (Bk. ansikl. böl.) || Kozalaksı tomurcuklan­ ma, S TRO BİLASYO N'un eşanlamlısı. || Stolonlu tomurcuklanma, üzerinde zoitlerin uç verdiği stolonlarla çoğalma biçimi. — A N S İK L . Zool. Tomurcuklanma, bir or­ ganizmadan, kendisiyle özdeş ve bir or­ ganizma verecek bir taslağın oluşmasıdır. Tomurcuklanmanın çeşitli tipleri vardır. Or­ gan oluşumunu tamamladıktan sonra ana organizmadan ayrılan hareketli tomurcuk­ lar serbest bir yaşam sürer; bu tip tomur­ cuklanma kirpiklilerde, selenterelerde (tatlısu hidrası, bazı medüzler), süngerlerde, çokkıllı halkalısolucanlarda (Syllis) görülür. Geliştikten sonra, ana organizmadan ayrılmayarak ona bağlı kalan hareketli to­ murcuklar selentere (hidralar, mercanlar),



TO M U R C U K L A N M A K gçz. f. Bir bitki sözkonusuysa, tomurcukları oluşmak: Ha­ valar ısınınca ağaçlar hemen tomurcuk­ landı. TO M U R C U K L U sıf. Tomurcuğu o la n a denir. —Ağ. yet. Tomurcuklu dal, ucunda tomur­ cuğu bulunan ince dal. TO M U R M A K gçz. f. 1. Esk. Bir şeyden söz ederken, şişip kabarmak: "Döndü Tuğrul geldi, Rey'de ol zaman I Burnu to­ murdu olur kanı revan" (Düsturname-i Enveri, XV. yy.). —2. Yörs. Ağaç ve asma­ larda filiz vermek üzere gözler kabarmak, tomurcuklanmak. —3. Yörs. Ağacı dibin­ den kesmek. T O M Y R İS



-



TOMRİS.



TO N a. (fr. tonne; geç. lat. tonna'óan). 1. 1 0 0 0 kg'a eşdeğer kütle ölçüsü birimi (simgesi t). [M ETRİK TON da denir.] —2. Bir ton, tonla, pek çok. — Ö lç b il. 2 2 4 0 p o u n d 'a e ş it o la n , y a k la ­ şık 1 0 1 6 k g d e ğ e r in d e k i a n g lo s a k s o n k ü t­ le b irim i. (İN G İLİZ TONU ve ABD'de, LONG TON d a d e n ir.) || Amerikan tonu, S HO RT' T O N 'u n e ş a n la m lıs ı.



toner —Opt. Bir rengin koyuluk ya da açıklığını gösteren ışıldama derecesi. (Ton, fiziksel büyüklük "ışıltı"nın yaklaşık psikoduyumsal özel niteliğidir.) — S e sb ıl. Bir h e c e y e ö z g ü olan v e kimi dil­ le rd e (çın ce, V ietn am ca, İsv e çç e , sırp-hırvat dili) sesb irım in k m e b e n z e r ayırıcı bir işlev ü stlen en prozodı birimlerini oluşturan yü kseklik d ü zeyi (y ü k se k , orta, a lç a k ton) y a d a e z g ıs e l d e ğ iş im (y ü k se le n , a lç a la n ton). (E şan l. TİTREM )



T O N ya da T H O N (Konstantın Andreyevıç), alman kökenli rus mimar (Petersburg 1794 - ay. y. 1881). Roma'da Antikçağ anıtlarını incelemiş olmasına karşın klasikçilikten vazgeçerek "eski rus" ya da "rus-bizans" üslubunun öncülerinden biri oldu. Nıkolay t ın gözde mimarı olarak Moskova'da, Kremlin'de Büyük saray’ı (1838-1849) ve Uruıeymaya Palata'yı (1849 -1851) yaptı. Petersburg akademisi’nde profesör, sonra rektör oldu. TO NA a H a vc BU RGU 'nun e şa n la m lısı TO N A C A TE C U H TL İ İLE TO NACACİHUATL, kolomböncesı panteonda di­ ğer tanrıları doğurduğuna inanılan ilk tanrı çifti. (Bu çift, Citlatonac ile Citlalicue ya da Ometecuhtlı ile Omecihuatl olarak da anı­ lır. Sonraları, aztek panteonuna usa daha yatkın bir düzen verildiğinde bunlar temel öğeler olarak kabul edildi.) TO N A D İLLA a (tonada, şarkı'nın kü­ çültmesi anlamında isp. tonadilla) Eski ıspanyol edebiyatında, müziklendirilmiş, ezgiler ve şarkılarla çeşnilendirilmiş küçük piyes. TO N A J a. (fr. tonnage). Denize. 1. Bir ti­ caret gemisinin ıç hacimlerinin, belli ku­ rallara göre hesaplanan kısmi ya da top­ lam kapasitesi (Bk. ansikl. böl.) —2. To­ naj belgesi, hizmete giren bir ticaret ya da yolcu gemisinin, resmi liman makamların­ ca yapılan tonaj ölçümleri sonunda elde edilen değerlerim onaylayan belge. (Bu belgeyle geminin gros ve net tonajları uluslararası geçerliliğe kavuşur.) ||> Tonaj güvertesi, bir geminin tonaj hesaplarını sı­ nırlayan en üstteki devamlı güverte. (Bir geminin gros tonajı, tonaj güvertesi altın­ da kalan tüm kapalı hacmin ölçümüdür.) || Tona\j kuyusu ağzı, barınak güverteli ge­ milerde, su sızdırmazlık niteliği bulunma­ yan ambar ağzı. (Tonaj kuyusu ağzı ge­ nellikle barınak güvertenin arka tarafında, sondaki ambar ağzının gerisindedir Tonaj kuyusu ağzının uzunluğu 1 ,2 2 m'yi geç­ mez ve kenarları çok alçaktır.) || Tonaj mar­ kası. FRİBO RD* M A R K A S I'nın eşanlamlısı. || Tonaı rüsumu, liman idaresi tarafından, gemilerin net tonajları üzerinden alınan vergi. || Gros tonaj, bir geminin toplam ka­ pasitesinden açık alanları (mutfak, aydın­ lık vb.) çıkartarak elde edilen tonaj değe­ ri. (8 nisan 1966 tarihli, 12260 sayılı Res­ mi gazeteye göre, gros tonaj, tonilato gü­ vertesi altındaki hacmin, tonilato güvertesi üzerindeki güverteler arasındaki hacmin, üst güvertede bulunan, yük ve malzeme koymaya ya da yolcu ve mürettebatın yat­ masına ya da oturmasına elverişli sabit ka­ palı alanların hacimlerinin ve ambar eşi­ ği fazlalıklarının toplamına denir.) || Net to­ naj. bir geminin gros tonajından, ambar­ lar. mürettebat yerleri, portuç, safra ve tat lısu tankları, tankerlerde pompa dairesi, donkı ve kazan dairesi gibi hacimler çıka­ rıldıktan sonra elde edilen tonaj değeri; diğer bir deyişle, geminin kazanç sağla­ mada kullanılan kapalı yerlerinin hacmi (Liman vergileri, kılavuzluk ücretleri net to­ naj üzerinden alınır.) — A N S İK L .Denize Bir geminin tonajı, 1855'te George Moorsom tarafından or­ taya atılan yöntemden çıkarılan ölçüm ku rallarına göre hesaplanır. Bu kurallar, ilk ortaya çıkışlarından bu yana gemi inşaa­ tındaki gelişmeler göz önüne alınarak de­ ğiştirilmiştir Bir geminin hacmi, gros tonaj ile net tonajı hesaplamayı sağlayan çeşit­ li alanlara ayrılır Tonaj birimi, 100 İngiliz ayak küplük tona, yanı hacım tonılatosu-



na eşittir ve 2,83 m3 değerindedir. Bir ge­ minin tonajından söz edildiğinde, tersi öne sürülmedikçe her zaman gros tonaj anla­ şılır. Gemilerin bırbirleriyle karşılaştırılma­ larında ölçü gros tonajdır, çünkü bir ge­ minin boyutu üzerine en kesin fikri gros tonaj verir. 23 haziran 1969'da Londra'da imzala­ nan ve 1982 temmuzundan bü yana yü­ rürlükte olan uluslararası bir anlaşma to­ naj hesabına yeni kurallar getirmiştir TO NA L sıf. (fr tonal). Müz 1. Tonaliteye d e ğ g in . —2. Tonal müzik, diyalektiği to­ nalite ilkelerine b a ğ la n a n müzik tekniğinin tümü. (MODAL'in karşıtı ) —Sesbil. Tonlara ilişkin, bir dilde tonların işlevine ilişkin. TO N A L E b o ğ a zı, İtalya'da boğaz, Trentıno’da, Ortler ile Adamello arasında, Val Camonica'yı Val dı Sole'ye bağlar; 1 884 m. Bergamo-Bolzano karayolu bu­ radan geçer. Sayfiye ve kış sporları mer­ kezi. T O N A L İT a. (fr. tonalite). Petrogr. Bıotıtli ve amfibollü kuvarslı diyorit TO NA LİTE sıf. (fr. tonalité). Müz. EKSENLİLİK'in eşanlamlısı



da 6 türüne rastlanır; benekli tonbalığı ya da yazılı orkinoz (Euthynus quadripunetatus), çizgili* ton ya da çizgili orkinoz (E. pelamis), uzunkanat* tonbalığı ya da ak orkinoz (Thunnus alalunga), sarıkanat* ton ya da sarıkanat orkinoz (T. albacores), tonbalığı ya da orkinoz (T. thynnus), irigöz* ton ya da irigöz orkinoz (T. obesus). Tonbalığının eti taze, tuzlu, yağa ya­ tırılarak ve konserve olarak tüketilir. TO N B A LIĞ IG İLLE R a Çok iyi yüzen, üstsularda ve ortasularda yaşayan, tonbalıklarını ve gobeneyi kapsayan kemiklibalık familyası. (Bazı bilim adamları tonbalığıgillerle uskumrugilleri birleştirirler. Bil. a. Thunnidae). T O N B İL İM a. Sesbıl. Tonlu dillerde ton­ ların bilimsel incelemesi. T O N B İR İM a. Sesbil. iki anlamlı birimi karşılaştırmaya yarayan bir ton sınıfı oluş­ turan prozodi öğesi. (Tonbirim-ton ilişkisi sesbirim-ses ilişkisi gibidir.) TO N B R ID G E , Büyük Britanya'da (Kent) kent, Weald çöküntüsünde, Medway kıyı­ sında; 31 000 nüf. Bir norman şatosunun yıkıntıları. Kısmen XII. yy.’dan kalma kili­ se, Eski evler. Ton c u p s , yelken sporunda, One' ton cup'dan doğan yarışmalar dizisi.



T O N A L İT İK sıf. (fr tonalitique'ten). Pet­ rogr. 1. Kımyasal-minerolojik özellikleri tonalitlere benzeyen plütonik bir kayaç için kullanılır. —2. Tonalitik çizgi, tonalitlerın, kalkalkalen bir magmatizma özelliği gös­ teren ve vaktinden önce gelişmiş bir dalma-batma alnı yansıtan doğrusal coğ­ rafi dağılımı.



T O N Ç a. Esk. sil. 1. Yay kirişinin (çile) ıkı ucuna verilen ad. —2. Tonç kertiği, yay başlarının dış kenarlarında, kiriş ilmekle­ rinin takılacağı oyuklara verilen ad.



T O N A T İU H , kolomböncesı meksika panteonunun, insan kanı istemek için di­ lini çıkarırken canlandırılan güneş tanrısı. (XVIII. yy.'da Mexico katedralı’nın temel­ lerinde bulunan aztek güneş takvimi "G ü­ neş taşı' nın ortasında, bu tanrının tasviri yer alır.)



T 0 N D E R , Danimarka'da kent, Jylland’ ın güneyinde, Almanya sınırı yakınında; 7 500 nüf. Besin sanayileri. Eski evler. Müzeler.



TO N A Y R IM I a.. Harıtc. Ararenkli bir fo­ toğraf kopyası elde ederken (genellikle hava fotoğrafı) tram kullanma gereğini or­ tadan kaldıran ve klişeyi ton değişim çiz­ gilerine dönüştürmeye dayanan işlem. TO NB - Tom b TO N B A LIĞ I a. 1. Tonbalığı giller famil­ yasına giren balıkların ortak adı. (Bk, an­ sikl. böl ) —2. Sıcak, ılık ve oldukça serin denizlerin kıyılardan uzak üstsularında ve ortasularında yaşayan kemiklibalık, (Bil a. Thunnus thynnus; tonbalığıgiller familya­ sı; boyu 3 m'ye kadar.) [Eşanl. ORKİNOZ.) —Balıkç. Tonbalığı ağı, Akdeniz'de tonba­ lığı avlamak için kullanılan büyük ağ —ANSİKL Tonların dayanıklı ve mekiksı gövdeleri, ince bir kuyruk sapları, orak bi­ çiminde kuyruk yüzgeçleri vardır, ¡kinci sırt yüzgeçlerinin ve kuyrukaltı yüzgeçle­ rinin arkasında yüzgeççikler ve çıkıntılar bulunur. Renk ve bedensel orantılar çok değişken olduğundan türlerin ayırt edil­ mesinde bu özelliklerden yararlanmak çok güçtür. Tonbalıkları göçmen balıklar­ dır, hep aynı yerlerde ürerler ve buralar­ da dalyanla avlanırlar Eti makbul bu ba­ lıklar oltayla da yakalanabilir. Karadeniz'e kadar giren tonbalıklarının Türkiye suların-



T O N D A B A Y A Ş İ, Japonya'da (Honşu) kent, Osaka’nın G.-G.-D.’sunda; 110 444 nüf, (1990).



T Ö N D U C T H A N G , vıetnamlı devlet adamı (Long Xuyen eyaleti 1888 - Hanoi 1980). Gönüllü olarak fransız deniz kuv­ vetlerine girdi (1912) ve Karadeniz donan­ masının Sivastopol ayaklanmalarına katıl­ dı (1918). 1920’de yeniden Çınhındı'ne döndü, orada Vietnam Devrimci gençlik derneği içinde mücadele yürüttü (bu der­ nekle, HöChı Minh, 1930'da Çinhındı Ko­ münist partlsi'ni kurdu). Fransız yetkilile­ rince Poulo Condor zindanına hapsedil­ di (1929); ancak 1945'te serbest bırakıl­ dı. Vietmınh'e katıldı; 1960’ta Vietnam De­ mokratik Cumhurıyetı’nde çeşitli bakanlık görevlerinde bulundu, Başkan yardımcı­ sı oldu; 24 eylül 1969'da Vietnam Demok­ ratik Cumhuriyeti Başkanı seçildi; 1976’da iki Vietnam’ın birleşmesinden sonra da Başkan olarak kaldı. T O N E (Theobald Wolfe), ırlandalı yurtse­ ver (Dublin 1763 - ay. y. 1798) Değişik mezheplerdeki İrlandalIlar ı birleştirmek için, United Irishmen derneği’nı kurdu (1791) Fransa ile görüşmeler yaptı; ABD' ye kaçmak zorunda kaldı (1795). Fransa' ya döndü, Hoche'un İrlanda seferim sağ­ ladı, onun yardımcılığını yaptı (1796). Bu seferin başarısızlığa uğramasından son­ ra. adaya akınlar düzenledi; tutsak düş­ tü, ölüme mahkûm oldu, intihar etti T O N E , Honşu adasının (Japonya) orta kesiminde ırmak. Büyük Okyanusa dökü­ lür; 360 km Kanto ovasından geçer Hid­ roelektrik tesisler



uzunkanat tonbalığı (Thunnus alalunga)



tonbalığı ya da orklnoz (Thunnus tynnus)



TONEGAVA (Susumu). japon bilim ada­ mı (Nagoya 1939) Kyoto Üniversitesi kim­ ya (1963), Kaliforniya Üniversitesi biyoloji (1969) bölümlerim bitirdi. 1971'de İsviçre’ de Basel Bağışıklılık enstıtüsü'nde çalış­ maya başladı 1981 de ABD'ye dönerek Massachusetts institute of Technology de görev aldı. Antikorların çoğalmalarını açık­ layan araştırmaları nedeniyle, 1987 Nobel fizyoloji ve tıp ödülü nü kazandı. TONER a (ıng söze.) Boyac. Çoğunluk­ la mineral pigmentlerle karışık olarak kul­ lanılan organik pigment. (Organik pıg-



11597



toner ment, boyaya renklendirme gücü ve can­ lılık katar; örtücülüğünü sağlayan mineral pigmentlerin gerektiğinde rengini değiş­ tirir.)



11598



TO NG A a. Arg. 1. Hile, düzen, tuzak. —2. Tongaya basmak, tongaya düşmek, tuzağa düşmek. TO NG A a. Yeni Kaledonya'da pian'a ve“ Tilen ad. ■ T O N G A , esk. îles des Amis, ing. Friendly islands, Büyük Okyanus un güney bölümünde takımadalar, 15 ve 23° G. en­ lemleri arasında K.-K.-D.'dan G.-G.-B.'ya doğru sıralanan 150'den fazla ada ve adacıktan oluşur; toplam yüzölçümü yak­ laşık 700 km 2 'dir. Adaların bazıları volka­ niktir (Niuafoo, 1946’da bir püskürmeden sonra boşaltıldı), geri kalanlarsa yükselmiş mercan kayalıklarından oluşur (Vavau, Tongatapu); merkezi kesiminde çok sayı­ da atol ve mercan kayası vardır (Haapai adaları). Ism ail Hakkı Tengeç Başlıca dışsatım ürünü hindistan cevi­ zidir (yıllık üretim 65 000 t); bununla bir­ likte besin maddeleri tarımı canlılığını ko­ rur (yam, taro, muz), % 80’i polinezyalı protestan olan nüfus hızla artmaktadır (90 485 kişi). Bazı adalar aşırı kalabalık­ tır ve nüfusun bir bölümü en büyük ada Tongatapu (yönetim merkezi Nukualofa buradadır) ya da Yeni-Zelanda'ya (Ton­ ga, bu ülkeyle sıkı ilişkiler içindedir) doğ­ ru göçmektedir. Turizm az gelişmiştir. —Tar. HollandalI J. LeMaire (1616), ardın­ dan Tasman (1643), son olarak da kaptan



Okyanus'un, güney-batı'sında iki denizal­ tı ada yayı, Samoa takımadaları ile Yeni -Zelanda arasında 2 400 km boyunca uzanır. K.’de Tonga yayı, en engebeli ve en geniş olanıdır. Yayın su üstünde kalan büyük bölümü, mercan kökenlidir ve üst­ leri masa gibi düzleşmiştir. Her iki yay da, Avustralya levhasının, Büyük Okyanus lev­ hasının altına dalması nedeniyle yükselen okyanustaki bir bölümünden oluşur. Böl­ gede sık sık depremler olur. T O N G A L A R , BATONGALAR ya da PLATO TO N G A L A R I, Zambiya'nın bantu halkı. Avcılık, toplayıcılık, balıkçılık, çiftçilik (mısır, kocadan) ve hayvancılık ya­ pan Tongalar, dıştanevti anasoyluluklara ayrılırlar. Hayvan ağılını kendisine merkez olarak alan ve çokkarılı ailelere bölünen sıkışık küçük köylerde yaşarlar. Eskiden anayerli ve dayıyerli olan konut, bugün babayerlidir. Karmaşık bir siyasal örgüt­ lenmeleri yoktur; başlarındaki şeflerin yal­ nızca saymaca bir yetkileri olan özerk ye­ rel topluluklar ötesinde gerçek yetki, anasoylulukların kendi içinde kullanılır. T O N G A N C A a. Tonga'da Tonganlar ta­ rafından konuşulan Polinezya dili. TO N G A N L A R , Tonga adalarında yaşa­ yan Samoa adaları kökenli halk. Temel bi­ rimleri "hane halkı"dtr. Geniş bir aileden meydana gelen hane halkları, kıyı köyleri biçiminde bir araya gelirler. Bu babayerli konut biçimi, baldızalma ile pekiştirilen babasoylu bir soyzlncirine karşılık düşer. Böl­ gesel ve dinsel bir özerklikle donatılmış alt



K MuUer-C.E. D.R.I. Tonga adaları



bir görünüm



Cook (1773 ve 1777) bu takımadaya var­ dıkları zaman, burada çok eski bir krallık hüküm sürüyordu. London Missionary Society, kendini kabul ettirmek başarısını gösteremedi (1797) 1826’da metodistler, kral George Tupou l'i hıristiyanlaştırmayı başardılar. Yetkisini tüm adalara kabul et­ tiren kral, burada "anglosakson tipte bir ortaçağ teokrasisi" niteliği taşıyan anaya­ sal bir krallık kurdu (1862). Mali güçlük­ ler sonucu, 1900’de bir İngiliz protektorası kuruldu ve 1959'da genişletildi. Kraliçe Salote Tupou lll'ün (1918-1965) yerine oğ­ lu Tupou IV geçti. 1970'te Tonga adaları, Commonwealth içinde bağımsızlık kazan­ dı. Kralın çevresinde bir konsey ve belli bir vergi ödeyenlerin oylarıyla seçilen bir meclis kuruldu. T O N G A -K E R M A D E K ç u k u ru , Bü yük Okyanus'un güneyinde iki okyanus çukuru, dünyanın en derin çukurları ara­ sında (Tonga 10 882 m; Kermadek 10 047 m). Bu çukurlar, Okyanus levhasının Avus­ tralya levhası altına girmesi sonucu oluş­ muştur, T O N G A -K E R M A D E K ya yı, Büyük



soysoplardan oluşan 13 babasoylu soysop biçiminde bir bölünmeye göre örgüt­ lenen Tonganlar arasında büyük bir hiye­ rarşi vardır. Sınıfsal katmanlaşmaları, tüm zenginlikleri ellerinde tutan soyluluk (reis­ ler), reislerin yardımcıları (geçici yetkililer) ve halk biçimindedir Tüm bu topluluk, Tui Tonga denilen bir reisin hemen hemen tanrısal yönetimi altındadır. Dinsel inanç­ lar, birçok tanrı onuruna törenler düzen­ lenmesine yol açar ve en önemli tanrılar­ dan biri de, tanrı Tangaloa'dır. T O N G A T A P U , Tonga takımadaların,dan biri ile bu takımadadaki (260 km2; 63 614 nüf.) en büyük adanın adı; takı­ madanın merkezi Nukualofa bu adada­ dır. Kopra ve muz üretimi. TO N G C I ya da T O N G Z H İ (1856-1875), Çin imparatoru (1862-1874), Şienfıng'ın oğlu ve ardılı. Devleti onun adına annesi Tsişi yönetti. TO N G E R E N , fr. Tongres, Belçika'da (Limbourg) kent, arrondissement merke­ zi, Geer kıyısında, Campine’de; 29 800 nüf.



—Tar. Romalılar zamanında, Bavay ve Köln arasında konak yeri olan Tongeren önemli bir rol oynadı. Franklar (IV. yy.), Normanlar (881) tarafından yıkıldı. Brabantlılar (1212) ve Fransızlar (1677) tara­ fından da yağmalandı. TO N G G U , Kuzey Kore'de Mançurya’nın güneyinde arkeolojik yer; 427'ye kadar Koguryo krallığı’nın yönetim merkezi. Ay­ nı dönemin çin mezarlarını anımsatan ha­ reket dolu resimlerle (tören alayları, av sahneleri, dansçılar vb.) süslü eski mezar­ larıyla tanınır. T O N G H A K a. 1859'da Çoe Çe-u’nun kurduğu bağdaştırmacı kore dini. — ANSİKL. Bu dindeki tüm öğretiler, dört yerel dinden (şamanlık, [ş/nkyo], konfuçiusçuluk, buddhacılık ve hıristiyanlık) alın­ dı; tapma törenleriyse katoliklikten esinlen­ di. 1864'te din kurucusu idam edildi ve grubun başındaki ardılları da, japon düş­ manı etkinlikleri nedeniyle ya asıldı ya da tutuklandı. 1905'te akım, çon dogyo (Gö­ ğün yolu derneği) adını aldı ve japon iş­ gal birliklerine karşı terörist bir eyleme gi­ rişti. Bu eylem, korkunç misillemelere yol açtı. Tonghak dinine bağlı olanların sayı­ sı, yaklaşık 2 milyon olarak tahmin edil­ mektedir. T O N O H U A , Çin'in kuzey-doğu kesi­ minde kent, Cilin'in D.'sunda; 312 400 nüf. (1990). Demir-çelik. Kâğıt. Elektrikli gereçler yapımı. T O N G U Ç (İsmail Hakkı), türk eğitimci ve köy enstitülerinin kurucusu (Silistre, Bul­ garistan, 1897 - Ankara 1960). İstanbul Er­ kek öğretmen okulu'nu bitirdikten (1918) sonra Almanya'da Ettlingen öğretmen okulu'na girdi. Savaş nedeniyle yarıda ka­ lan öğrenimini savaştan sonra yeniden Al­ manya'ya giderek tamamladı 1919-1926 arası Eskişehir, Konya, Ankara, Adana Öğretmen okullarında ve Ankara Orta öğ­ retmen okulu'nda resim-iş öğretmenliği yaptı. Milli eğitim bakanlığı Pedagoji mü­ zesi müdürü (1926-1935), İlköğretim ge­ nel müdürü (1936-1946) olarak çalıştı. Son görevindeyken köy* enstitülerinin kurul­ masına öncülük etti (1940). Talim terbiye heyeti üyeliği (1947), Ankara Atatürk lisesi resim öğretmenliği (1949) yaptı ve bu gö­ revinden emekliye ayrıldı (1954). Başlıca yapıtları: Mürebbinin ruhu ve muallim ye­ tiştirme meselesi (1931), iş ve meslek ter­ biyesi (1933), Almanya maarifi (1934), Köy­ de eğitim (1938), Canlandırılan köy (1938), ilköğretim kavramı (1946), Eğitim yoluyla canlandırılacak köy (1947), iş eğitimi ilke terine göre hazırlanmış öğretmen ansik­ lopedisi (1949), Öğretmen ansiklopedisi ve pedagoji sözlüğü (1953), Pestalozzi ço­ cuklar köyü (1960). [-* Kayn ] T O N G U Ç , soyadı Yaşar, türk karikatür­ cü (İstanbul 1932). 1952'den başlayarak karikatürlerini Akbaba, Dolmuş, Tet gibi dergilerde, Yön, Vatan, Yeni ortam gibi ga­ zetelerde yayımladı. Knokke-Heist (Belçi­ ka) Spor karikatürleri yarışması büyük ödülü'nü (1972), Nasrettin Hoca uluslara­ rası karikatür yarışması başarı ve özel ödüllerini (1979) kazandı. Çizgifilm türüne de ilgi duyan sanatçının, Amentu gemisi nasıl yümdü-(Sezer Tansuğ ile, 1970), Ya­ şa Don Kişot (1972) vb. çalışmaları çeşitli ödüllere değer görüldü. Sülüname (1969) ve Tonguç (1983) adlı karikatür albümleri basıldı. TO N G U R A K a. El sant. At arabaların­ da eğri ağaca, develerin kuyruğuna, da­ var ya da köpeklerin boynuna takılan kü­ re biçiminde çan. T O N G Z H İ - TONGCI. Tonl-D ebrâ-Fanconl cendrom u, ra­ şitizm, cücelik ve böbrekteki kıvrımlı borucukların lezyonundan ileri gelen poliüri, glukozüri ve aşırı fosfatürinin bir arada bulunduğu çekinik karakterde, soydan geçme hastalık. T O N İF İK A S Y O N a. (fr tonification).



Tonkin Akupunk.GÜÇLENDİRME’nin eşanlamlısı.



T O N İK a. (ing. tonic water, tonik su'yun kısa adı). Acı portakal esansı ve kınakına özütü içeren soda tipi. T O N İK sıf. (fr. tonique). Ted. GÜÇLENDİRİCİ'nin eşanlamlısı.



—Kozmet. Tonik losyon, yüz ve boyun ba­ kımında cildi güçlendirmek amacıyla kul­ lanılan hafifçe büzücü losyon. —Nörobiyol. Kas tonusuna ilişkin olan. |j Etkinliği sürekli olan ya da uyarı devam et­ tiği sürece düzenli olarak süren olguya ya da anatomik yapıya denir. (Bk. ansikl. böl.) ♦ a. 1. Güçlendirici ilaç. —2. Güçlendi­ rici losyon, —ANSİKL. Nörobiyol. Duyular bakımın­ dan alıcılar ikiye ayrılır: yalnız uyarı deği­ şikliklerini algılayan fazlı alıcılar, bir de bunlara karşıt olan ve elektrik etkinliği du­ yu uyarısı boyunca hep aynı kalan alıcı­ lar (tonik alıcılar). Sinir sisteminde tonik nöronların düzenli ve sürekli bir elektrik et­ kinliği vardır, buna karşılık fazlı nöronların etkinliği kısa dalgalar halinde olur. Düzen­ lilikleri ve süreklilikleri ile belirgin bazı iş­ levlere de “ tonik'' denir: hareket karşıtı olarak bir duruşun sürdürülmesi, aynen korunması, tonik bir etkinliktir. T O N İK a. (fr. tonique). Müz. DURAK’ın eşanlamlısı.



T O N İK A R D İY A K a. (fr, tonicardiaque' tan). KARDİYOTONİK'In eşanlamlısı.



TONİLATO a, (Ital. tonnellata’üan). De­ nize. 1. Bir geminin alabileceği yükü be­ lirtmede kullanılan, 1 tona eşit birim. (Bk. ansikl. böl.) —2. Güverte altı tonilatosu. gemilerin tonaj güvertesi altındaki kapalı bölümlerin 1 0 0 ayak küp hesabıyla belir­ lenen hacim tonu. || Hacim tonilatosu, ge­ milerin hacmini ölçmede kullanılan, 10 0 ayak küpe, yani 2,83 m3’e eşit uluslarara­ sı hacim birimi. || Navlun tonilatosu, belirli bir yükün ağırlık ya da hacmini gösteren miktar. (Elde edilen miktarın, malın gide­ ceği ülkeye göre değişen navlun ücretiy­ le çarpımı, taşıma ücretini verir.) —ANSİKL. Denize. Tonilato bir hacim ölçü­ südür. Eskiden gemilerin sığası taşıyabil­ dikleri varil sayısına göre belirleniyordu; bu nedenle de tonilatonun kökeni varille­ re yerleştirilmiş yükleri (şarap, sıvı yağ, rin­ ga balığı vb.) taşıyan gemilerin sığasını hesaplamaya dayanır. Türkiye'de, navlun tonilatosu, yükün 1 tonluk bölümü 1 m3'ten daha büyükse, ağırlık yerine hacim üzerinden hesapla­ nır. Yükün 1 tonu 1,4 m 3 geliyorsa, nav­ lun ücreti yükün hacim olarak ölçülen ra­ kamıyla çarpılır. Aynı yükün navlun toni­ latosunun değeri, bir ülkeden diğerine ve genellikle, aynı ülke içinde, seyir rotasına ve limanlara göre değişir. TONİLATOLUK Say sıf. Denize. Bir ge­ minin tonilato kapasitesini belirtmek için kullanılır: 1 000 tonilatoluk gemi. T O N İN A , Ocosingo (Meksika) vadisin­ de maya arkeolojik yeri, ilk klasik dönem­ den (i.S. 250-650) başlayarak iskân edi­ len yerleşme, en parlak çağını tüm vadi­ ye egemen olduğu son klasik dönemde (650-950) yaşadı. Tören merkezinin en önemli yapıları, yedi teras halinde düzen­ lenmiş akropoliste bulunur. Bu bütünün önündeki meydanın çevresinde, dağınık biçimde başka yapılar yükselir. Tonlnâ ya­ kınlarında özellikle konutların bulunduğu düzlükler ortaya çıkarılmıştır. T O N K A a. (guyana dilinde söze.). Az ya da çok damarlı, oldukça ince dokulu, sa­ rı renkte, sert ve çok ağır bir odun veren ve odunu kakmacılıkta, torna ve kaplama işlerinde kullanılan tropikal Amerika ağa­ cı. (Dipteryx cinsi.) ♦ a. Tonka tanesi. (Tonka, içerdiği kumarln nedeniyle vanilya ya da yeni biçilmiş ot kokusu verir. Enfiye tütününe koku ver­ mede ve parfümcülükte kullanılır.) [Buna TONKA b a k la s i da denir.]



TO N -K İLO M ETR E a. (fr. tonne-kılometre'den). Dy. Bir tonluk bir yükü, bir kilo­ metrelik bir uzaklığa taşımaya denk dü­ şen işletme ölçüsü birimi. «T O N K İN , Vietnam’ın kuzey kesiminde bölge. Tonkin, Söng Koi (Kızıl ırmak) ve ır­ mağı çevreleyen dağları İçine alır. Sınırla­ rı, Vietnamlılar'ın Söng Koi deltasında başlayan tarihsel yayılma alanlarıyla ça­ kışır. COĞRAFYA Irmağın K.’indeki orta yükseklikte dağ­ lar, K.'den G.’e doğru uzanan vadilerle parçalanır. Söng Lö (Duru Dere) ve kolla­ rı, Çin’e ulaşma olanağı veren yollardır. Delta yakınında Along toyundaki klreçtaşları, dünyada bir başka benzerine rastlan­ mayan karstlı bir yer biçimi sergiler. G.’de, dağlar daha yüksektir ve daha az geçit verir. Söng Koi ile Söng Da (Kara ır­ mak) arasında K.-B.’dan G.-»’ya doğru uzanan granitli uzun sırtta, Vietnam’ın en yüksek doruğu Fan SI Pan (3 142 m) bu­ lunur Diön Blân Phu çanağı, tek önemli çöküntüdür. Bol muson yağışı alan bu dağlar, karı­ şık bitki örtüleri ve yozlaşmış çam orman­ larıyla kaplıdır. Buralarda vletnamlı olma­ yan halklar yaşar: 800 m yükseltiye kadar Manlar, 1 800 m'ye kadar Mlaolar (birbi­ rine karışmayan yarı göçebe halklardır). Manlar ve Miaolar, yakılarak açılan tarla­ larda "ray" (pirinç, mısır, manyok) tarım yaparlar, manda, sığır ve domuz yetiştirir­ ler ve ormanın gerilemesine yol açarlar. Yerleşik olan Taylar, vadilerin tabanında sulu pirinç tarlaları açmışlardır ve yılda İki kez ürün kaldırırlar. Nüfus yoğunluğu, en­ der olarak km2’de 1 0 kişiyi aşar. Söng Koi ovası, toprakla dolmuş bir çö­ küntü havzasıdır. Alçak (denizden 500 km uzaklıkta 80 m) olan bu ova, ırmağın yol açtığı düzensiz ve şiddetli taşkınların teh­ didi altındadır. Debisi, ağustosta ya da ey­ lülde 30 000 m3 /sn'ye (nisanda saniyede 700 m3’e iner) çıkabilir ve su seviyesi bir günde 11 m yükselebilir. Tropikal bataklık orman, hemen hemen yok olmuştur. Nüfusun büyük bölümü ovada toplanır. 160 0 0 0 km2’lik bir alan kaplayan delta­ da nüfus yoğunlukları km2'de 600 kişiyi aşar ve ırmağın ağzına yaklaşıldıkça da­ ha da artar. Burası, İ.Ö. III. yy.'dan beri yal­ nızca Vietnamlılar’ın yaşadığı bir alandır. Yapımına X. yy.’da başlanan 2 000 km'llk bir bent ağı, en şiddetli taşkınlara karşı gö­ rece bir korunma sağlar. Bu ağ, zahmetli bir sulu pirinç tarımına da olanak verir. 300 000 hektarlık bir alansa fransız hima­ ye döneminde sulama olanağına kavuş­ muştur. Demokratik cumhuriyet hüküme­ ti elektrik pompalarının sayısını artırmış­ tır. Pirinç tarlaları, ova yüzölçümünün üç­ te ikisini kaplar; büyük bölümünde yılda iki kez ürün kaldırılır: "5. ay pirinci" ve "10. ay pirinci". Ama; gübre kullanılmaması nedeniyle verim oldukça düşüktür (hek­ tarda 23 kental). Sanayi ve kentsel etkin­ likler Nam Dinh, Haiphong ve özellikle de Hanol çevresinde toplanmaktadır. TARİH Daha Yontmataş çağının sonunda, böl­ geye insan yerleşti. Ardından burada, Vi­ etnam halkı oluştu. Çok sonradan Yünnan’dan İnen dağlılar (Taylar, Manlar ve Mlaolar) artülkeye yerleşirlerken Vietnam­ lIlar, çeltik ekimi yaptıkları deltayla yetin­ diler. İ.Ö. III. yy.'dan başlayarak Tonkin’de çin uygarlığı yayıldı ve İ.Ö. 208'e doğru çinli general Cao Tuo (annam dilinde TrlSu Da), Nam Vıet krallığı’nı kurdu. Her iki Guang'ı (Guangşi ve Guangdong), Kızıl ırmak deltası ya da Tonkln'l ve Kuzey Annam'ı kapsayan bu krallık, İ.Ö. 111'de Çin'e katıldı. Ülkenin güney sınırında gelenek­ lerini benimseten Çinliler, burayı An Nan ("Barışlandırılmış Güney") olarak adlan­ dırdılar. 968'de Dai Co Viât adıyla (1054'te



Dai Viêt oldu) Çin tarafından bağımsızlığı 11599 tanınan Tonkin-Kuzey Annam topluluğu, Çampa ve Khmer imparatorluğu'nu isti­ la eden Vietnam halkının hareket üssü du­ rumuna geldi. Ancak 1545’ten sonra Dai Viöt’ln kıyı boyunca yayılması, krallığın trinh senyörlerinin egemenliğindeki Kuzey (Tonkin ve Kuzey Annam) ve Nguyên ai­ lesinin yönettiği Güney (Orta ve Güney Annam, Koşinşin) arasında bölünmesine yol açtı. 1677'de zafer kazanan Nguyên ailesi, kesin bağımsızlığını sağladı. XVII. yy.'da Hung Yên'de, daha sonra Hanoi'de yerleşen portekiz, hollandalı ve İngiliz tüccarların gidip geldikleri Tonkin, cizvit Alexandre de Rhodes (1624-1645), ardından (1666'dan başlayarak) Yabancı misyonlar derneğl’nin papazları tarafın­ dan hırlstlyanlaştırıldı. XVIII. yy.’da artan zulümlere rağmen, sağlam hırlstiyan top­ luluklar kuruldu. Güney’den gelen lây Son asilerinin zaferi, naip Trinh Khol'nln İntihama (1786) ve Lêler hanedanının devrilmesine (1789) yol açarken, ayaklan­ ma önderlerinin en genel olan Nguyên Huê, Pekin'in verdiği Annam kralı unva­ nıyla Kuzey'de iyice yerleşti. Güney naip­ leri ailesinden Nguyên Anh, Hanoi ve Tonkin’i İşgal etti, Vietnam ulusunu yeniden birleştirdi (1802) ve imparator Gla Long adını alarak, Pekin tarafından Vietnam hü­ kümdarı olarak tanındı. Fransızlar’ın Koşinşin'e girmelerine karşı koymak duru­ munda kalan üçüncü ardılı Tu Duc’un (1848-1883) karşılaştığı güçlüklerden ya­ rarlanan Lê hanedanı yandaşları Tonkin' de ayaklandılar (1861). Bu durum Tu Duc’u Fransızlar İle görüşmelere girişmek zorun­ da bıraktı. Doudart de Lagrée ve Francis Garnier’nin yolculuğu fransız hükümetine, Kızıl ırmak vadisinin Güney Çin'e en İyi gi­ riş yolu olduğunu gösterdi (1866-1868). Ancak o sırada Tonkin, Çin’den kovulan Karabayraklılar ve Sarıbayraklılar’ın (eski Talping asker ve partizanları) yakıp yıkma­ ları ve hırlstiyan İnançları ya da Lêler'e kar­ şı bağlılıkları yüzünden Huê mandarinle­ rinin yetkisini kabul etmeyen yerlilerin ta­ kındıkları tavır dolayısıyla karışıklık İçin­ deydi. Çin Yünnan ordusunun silah ge­ reksinimini karşılamak İçin Kızıl ırmak'tan yararlanan (1871) silah kaçakçısı Jean Dupuis, karşısında bu annamlı yöneticileri buldu ve bu yöneticiler Koşinşin amiral valisinin hakemliğini istediler. Bu sorun­ la görevlendirilen Francis Garnier, manda­ rinlerin düşmanlığıyla karşılaştı ve HanoI’yl ele geçirdi (20 kasım 1873), ancak Huê hizmetine geçen Karabayraklılar tarafın­ dan öldürüldü (21 aralık 1873). Fransızlar Hanol, Haiphong ve Qui Nhon'u ticaret­ lerine açan 1874 antlaşmasfyla yetlndllerse de, annamlı yöneticilerin kötü niyeti, yeTonkin, Hoa Binh bölgesinde bir köy



Tonkin ni bir müdahaleye yol açtı. Deniz albayı Rivière, Hanoi’yi ele geçirdi (25 nisan 1882) ve Karabayraklılar ile savaşırken öl­ dü (19 mayıs 1883). Huê sarayı, transız protektorasını tanıdı (ağustos 1883) ve Tonkin için özel bir yönetim kabul etti (ha­ ziran 1884). Buna göre Tonkin eyaletleri, fransız sömürge valileri tarafından yöne­ tileceklerdi. Ancak 15 ağustos 1883'te deltanın işgaline başlayan general Bouët’nin sefer birliği, Karabayraklılar’a karşı savaşmaları sırasında, Annam imparato­ runun izniyle Yukarı Tonkin'i istila eden Çinlilerle karşılaştı. Çin birlikleri geri püs­ kürtüldü ve Pekin onları geri çekmeye söz verirken (Birinci Tiencin antlaşması, 11 mayıs 1884), ikinci Huê antlaşması'yla Fransızlar'a her eyalete bir sömürge vali­ si yerleştirmek izni verildi (6 haziran 1884). Ancak fransız ve çin orduları Bac Lê’de karşılaştı ve savaş yeniden başladı. Lang Son'daki başarısına rağmen Çin, sonun­ da fransız protektorasını kabul etmek zo­ runda kaldı (ikinci Tiencin antlaşması, 9 haziran 1885). Bununla birlikte, Gallieni ve Lyautey gibi usta yöneticiler bile, Yukarı Tonkin'i ancak uzun yıllar sonra barışa kavuşturabildiler. Annam ve Tonkin genel valisi Paul Bert (1886), Tonkin için annamca kinh luoc de­ nilen bir kral naipliği makamı kurdurdu. Sonradan bu makamı kaldıran Paul Doumer (1897), aynı zamanda eyalet düzeyin­ de doğrudan yönetime doğru bir geliş­ meyi de destekledi. 1887’den başlayarak Çinhindi birliği’nin ayrılmaz bir parçası du­ rumuna gelen Tonkin, Fransızlar'ın teknik yardımlarından yararlandı. Hanoi'de bent­ leri sağlamlaştıran, Doumer köprüsünü kuran Fransızlar, Yünnan demiryolunun döşenmesine giriştiler, çeltik tarlalarını ge­ nişlettiler, maden ocaklarını (Hon Gai kö­ mür madeni) ve sanayiyi geliştirdiler. An­ cak bağımsızlık yanlısı aydınlar, ayaklan­ ma girişimleri için onca zaman karışıklık içinde yaşayan bu ülkeyi seçerek 1908 (Dé Tham'ın desteğiyle tüm Tonkin’e ya­ yılan ayaklanma) ve 1930 (devrimci eği­ limli Vietnam Ulusal partisi'nin öncülük et­ tiği Yên Bai ayaklanması) ayaklanmaları­ na yol açtılar, ikinci Dünya savaşı'na ka­ dar düzen, sert bir bastırmayla sağlandı. 22 eylül 1940'ta Japonlar tarafından işgal edilen ve üslerine elkonan Tonkin, 10 mart 1945'te bağımsızlığı ilan edilen Vietnam'a katıldı. Çinliler tarafından işgal edildi (ey­ lül 1945 - mart/nisan 1946), general Leclerc tarafından geri alındı. Kasım-aralık 1946'da Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’yle bozuşmadan sonra Tonkin, Fransa' ya karşı savaşımın merkezi durumuna gel­ di. 21 temmuz 1954 bırakışmasından Vi­ etnam'ın yeniden birleşmesine kadar, Ku­ zey Vietnam'ın en önemli bölgesini oluş­ turdu. (-* Ç İN H İN D İ, V İE TN A M .)



11600



T O N K İN k ö rfe zi, Güney Çin denizi’nde körfez, Tonkin kıyılarıyla Annam (Viet­ nam), Leicou yarımadası ve Hainan ada­ sı (Çin) arasında; girişte genişliği 240 km; uzunluğu 400 km; derinliği 100 m. Along koyu, körfezin girintisinde, Haiphong'un K.’indedir. Başlıca limanlar: Ha/pöong (Vi­ etnam) ve Beihai (Çin).



bindirmeli yalancı kubbe



TO N LA M A a. Sesbil. 1. Cümlede ve sözcede temel frekans ve melodinin de­ ğişimlerinin anlamlı işleyişi. — 2 . Ünlüle­ rin yükseklik değişimleriyle nitelenen ve ses tellerinin titreşim ritmindeki değişim­ lerinden kaynaklanan gırtlaksı tondaki te­ mel frekansın değişiklikleriyle belirlenen cümlenin müzikal devinimi. (Bk. ansikl. böl.) —3. Tonlama özellikleri, akustik özel­ likler kuramında pes * tiz, bemolleşmiş r* bemolleşmemiş ve diyezleşmiş * diyezleşmemiş karşıtlıklarını oluşturan özel­ likler. — A N S İK L . Sesbil. Sözün tonlarını ve me­ lodisini nitelemek için tonlama kavramının kullanılmaya başlanılması XVIII. yy.'ın son­ larına rastlar. Günümüzde, tonlama, sesbirimlerle birlikte, anlatım biçiminin ince­ lenmesinden kaynaklanan ve çeşitli dilsel



işlevlerinin sesbirimlerle sözcüklerin üs­ tündeki birimlerde ortaya çıktığı soyut, ne­ densiz ve ayrık birimlerden oluşan bir prozodi dizgesini belirtir. Tonlamanın sözdizimsel ve anlamsal işlevleri üstüne yapı­ lan yeni çözümlemeler, bu olguyu bir an­ latım biçimiyle bir içerik biçimini birleşti­ ren bir gösterge gibi ele alma olanağı ver­ miştir. Tonlama artık dilbilim incelemelerin­ den dışlanan bir olgu gibi ele alınmamak­ tadır. Soyut bağıntılar dizgesi olan tonlama, fiziksel olarak temel frekansın (Hz ile öl­ çülür) zamansal değişimleriyle gerçekle­ şir. Bu değişimler, gırtlaktaki kasların etkin­ liğiyle ve hançere altı basının evrimiyle de­ netlenen ses tellerinin titreşim ritmine bağ­ lıdır. Örneğin fransızca il neige?"kaı yağı­ yor mu?" soru tonlamabirimi somut olarak cümle bitiminde temel frekansın hızlı artı­ şıyla gerçekleşir, oysa il neige'de “ kar yağıyor" olumluluk tonlamabirimi yukardakinin tersi bir süreçle gerçekleşir. Temel frekans, tonlama. ı ceK akustik paramet­ resini oluşturmaz. Tonlama incelemesin­ de, süre, yeğinlik ve duraklar da göz önünde tutulmalıdır. Çünkü tonlamanın fi­ ziksel tözü birçok parametreyi işe karıştı­ rır. Deneysel sesbilgisinde, temel frekans ve yeğinlik çözümlemeleri, bu parametre­ lerin örneksemeli ya da sayısal görünüm­ lerini elde etmeye yarayan elektronik ay­ gıtlarla yapılır. Temel frekansın değişimle­ ri kulak tarafından, tonlamanın işitsel tö­ zünü oluşturan yükseklik ve ezgi değişim­ leri olarak algılanır. TO N L A M A B İLİM a. Sesbilgisinin, ton’ lamanın özelliklerini ve işlevlerini inceleyen bölümü. TO N L A M A B İR İM a. Sesbil. En küçük tonlama birimi; birbirlerine bağlı prozodi özellikleri bütününün birleştirilmesiyle ta­ nımlanır (± yüksek; + yükselen, ± uzun vb.). TO N L E S A P (“ büyük göl" anlamında khmer dilinde söze.), Kampuçya'da göl, K.'deki Dangrek dağlarıyla G.’deki Cardamom dağları arasındaki çanakta; 2 700 - 10 000 km2. Kasım-haziran arasında 1-3 m derinliğindeki gölün suları, 112 km uzunluğunda, aynı adlı bir boşaltma ka­ nalıyla Mekong'a doğru akar. Göl, en bü­ yük yüzölçümüne ve derinliğe (10-16 m) yazın, yağmur mevsiminde ulaşır. Bu dö­ nemde akıntının yönü ters döner: suları yükselen Mekong’un sularının bir bölümü Tonle Sap'a akar; bu sırada balıkçılık çok canlıdır. TO NLU sıf. 1. Sesbil. Vurguyu taşıyan ünlü ya da hece için kullanılır. —2. Tonlu vurgu, hem yükseklik, hem de yeğinlik vurgusunu ya da dinamik vurguyu belir­ ten deyim. TO N L U K sıf. Say. sıf. + tonluk, belirti­ len ton oylumunda olan: Dört tonluk bir kamyon. T O N L U LU K a. Opt. Kromatik tonluluk, çeşitli renkleri (mavi, yeşil, sarı vb.) ayırt etmeyi sağlayan ve “ baskın dalga boyu" fiziksel büyüklüğünün yaklaşık psikoduyumsal karşılığı olan görsel duyum niteli­ ğiT O N N A a. Yumş. bil. Sıcak denizlerde yaşayan, ince ve iri kavkılı karındanbacaklı yumuşakça. (Parlak renkli kavkısı geniş ağızlı, kısa sargılıdır. Kretase toprakların­ dan başlayarak fosillerine rastlanır. Doliidae familyasının örnek tipi.) TO N G FİB R İL a. (fr. tonofibrille). Dokubil. Hücre iskeletinde yer alan ve bazı hüc­ re içi bağlantıların yapısına giren çok in­ ce sitoplazma lifçiği. TO NO O R AF a. (fy. tonographe). Oftalmol. Kornea üzerine konulan ve bir gra­ fik kayıt sistemine bağlı bir sonda yardı­ mıyla birkaç dakika süreyle göz içi basın­ cını anında ölçmeye yarayan aygıt. (Böylece göz ön odasındaki sulu sıvının akma­ daki direnç derecesi anlaşılabilir.)



TO NO O R AFİ a. (fr. tonographie). Oftalmol. Göz içi basıncının fonografla kayde­ dilmesi. T O N O LİZ a. (fr. tonolyse). Biyol. Ortam­ daki geçişme (osmoz) gerilimi değişimle­ rinin neden olduğu hücre bozulması. (Hipertonik bir çözeltide alyuvarın suyu bo­ şalır ve alyuvar plazmoliz nedeniyle bu­ ruşur; kuvvetli bir hipotonik çözeltide su alarak şişer, genişler ve sonunda çatlar; buna hemoliz denir.) TO NO M ETRE a. (fr tonomĞtre'den). Oftalmol. Göz içi basıncını ölçmeye yarayan aygıt. —Anal. kim. Molar kütleleri tonometri yön­ temiyle belirlemeye yarayan aygıt. TO N O M E TR İ a. (fr. tonomötrie). Oftalmol. Tonometre aracılığıyla göz içi basın­ cının ölçülmesi. —Termodin. Doymuş buhar basınçlarını ölçerek çözeltilerin incelenmesi. (Bk. an­ sikl. böl.) — A N S İK L. Termodin. Sabit sıcaklıkta içine uçucu olmayan bir madde katıldığında bir çözücünün doymuş buhar basıncı azalır; buharın maksimum basıncındaki Ap/p göreli azalması, çözülenin t kütlesel fitre­ siyle doğru, M molar kütlesiyle ters oran­ tılıdır: Ap/p = k-TİM (Raoult yasası). K kat­ sayısı, yani tonometrik katsayı çözücüye bağlıdır ve onun molar kütlesinden çok az farklıdır. Bu yasa, yalnız elektrolit olmayan seyrettik çözeltiler için geçerlidir. Tonometri molar kütlelerin belirlenmesinde kullanı­ lır, ancak bu alanda daha çok kaynamaölçüm ve donmabilimden yararlanılır. TO N O PLA ST a (fr. tonoplaste). Canlı hücrede kofulu sınırlayan çok ince sito­ plazma çeperi. TO NO TOPİ a. (fr. tonotopie). Nörobiyol. Sinir sisteminin çeşitli işitsel aktarma nok­ talarından geçen sesin tonal yüksekliğinin ifadesi. (Kokleanın her bölgesi belirli bir tonaliteye yanıt verir; bu nedenle, koklea sinirinin her bir lifi kokleanın ayrı bir ye­ rinde bulunduğundan tonotopisel bilgiler iletir. Bu tonotopiye, başta alt dördüz çı­ kıntılar ve şakak işitsel korteksi olmak üze­ re, çeşitli işitsel aktarma yerlerinde rastla­ nır.) T O N O Z a. (yun. tholos, kubbe'den). Mim. ve inş. 1. Çeşitli öğeleri örerek (taş, tuğla), uygun birleştirmelerle bir araya ge­ tirerek (ahşap, metal) ya da betonu kalıp­ layarak oluşturulan ve inşa edilmiş bir me­ kânı örten kemerli yapı. (Bk. ansikl. böl.) — 2. Tonoz geçmesi, daha yüksek bir to­ nozu dik ya da eğik kesecek biçimde ko­ numlandırılmış yatay ya da abanık beşik tonoz. || Beşik tonoz, birbirine koşut iki du­ vara oturan tek eğrilikli tonoz. (Bk. ansikl. böl.) || Bindirmek tonoz, iskele kurulmadan ve kalıp yerleştirilmeden, alçı dolgulu tuğ­ lalarla inşa edilen tonoz. || Kendini taşıyan tonoz, hiçbir gergi kemeri olmadan, yal­ nız biçiminin rijitliğiyle kararlı bir yapıya ka­ vuşan, betonarme, metal ya da plastik to­ noz. (Tek silindir ya da koni biçiminde ya da çift eğrilikli küre, konoit, paraboloit, hi­ perbolik, elipsoit, hiperboloit olabilir) || Ma­ nastır tonozu, yamuk ya da eğrisel üçgen­ ler biçiminde beşik tonoz parçalarından oluşan ve kare, dikdörtgen ya da çokgen bir tabana oturan tonoz. —Balıkç. Birbirine eklenerek uzatılan bü­ yük ağın her bir parçası. (Tonoz genişçe bir alana yayılmış balıkları avlayabilmek amacıyla kullanılır.) || Tonoz şamandırası, bir yüzer ağın konumunu gösteren şa­ mandıra. —Denize. Tonoz atmak, gemiyi istenilen yönde tutmak ya da baştan karaya yanaş­ tırmak için kıçtan tonoz demiri atmak. || To­ noz demiri, tel halata bağlı olarak gemi­ nin kıç tarafından atılan ve göz demiriyle birlikte gemiyi istenilen yönde tutmaya ya­ rayan demir. || Tonoz üzerinde saldırmak, manevra sahası dar alan mevkilerde kıç­ tan demir atarak geminin pruvasını iste­ nilen yöne çevirmek.



tonus layarak taş yontma ve ¡şleme sanatının (stereotomi) gelişmesi ve dökme demir donatıların bol bol kullanılması, tonoz bi­ çimlerine büyük çeşitlilik katarken, bu dö­ nemde denenen çözümler yüksek bedel­ lere mal oldu. Yeniklasiklerle birlikte ste­ reotomi eski önemini bir ölçüde yitirdi. XIX. yy. sonuna kadar, özellikle sanat ya-



11601



TONOZLAR IK



manastır tonozu (BH, İki yarım beşik tonoz olan AH ile CH’nın kesiştiği yerde, girintili bir yarım köşedir) takviye kemerleriyle güçlendirilmiş beşik tonoz (Conques'ta Sainte-Foy kilisesi, XI. yy.) —AN SİKL Mim. ve inş. Birtaşocağının ya



da tünelin üst kütlelerine destek olmak gi­ bi uç bir uygulama bir yana bırakılırsa, bir tonozun ana işlevi bir mekânı örtmektir. Bir köprü gözünde ya da tonozlu bir döşeme­ de bile, taşınan yükler, kemerde olduğu­ nun tersine, tonozun ağırlığından azdır. Demek ki, taşıyıcı olan art aylamaları ve örgü düzenleri bakımından tonozlara da­ ha çok benzeyen küresel ve tonoz bingi­ leri birer kemer gibi düşünmek gerekir. Ahşap olarak yapıldıklarındaysa, eğrisel strüktürler gerçek kemerler ve tonozlardır. Kemer taşlarıyla örülen, hatta bindlrmeli olarak yapılan her türlü tonoz, uygun bir profil içine alınması gereken itme.kuvvetleri uygular. Kütleyi hafifleterek, karma bi­ çimlere başvurararak ya da donatılar kul­ lanarak bu kuvvetleri azaltmak gerekir. Sı­ nır durumda tonoz, tuğla ya da betonar­ me ince bir kabuğa dönüşecektir. Demek ki, tonozları sınıflandırırken, hem biçimsel özelliklerini, hem de yükleri aktarma ve ta­ şıma durumlarını göz önüne almak gere­ kir. Biçimleri açısından bakıldığında tek ya da çift (örneğin halka tonoz) eğrilikli basit tonozlar ve merkezi (manastır tonozundan kubbe'lere kadar) ya da tersine, bir ekse­ ne göre yönlendirilmiş, haçvari (çeşitli çapraz tonozlar, yelpaze tonozlar) bileşik tonozlar ayırt edilir. Beşik ya da sivri, kal­ kık, parabolik, zincir eğrisi biçiminde, at nalı gibi basık olan profil, duruma göre, düz, eğri ya da abanık bir beşik tonoz, bir kubbe vb. yaratacaktır. Bu biçimlerin hepsi, uygun nitelikli ge­ reçlerin geliştirilip kullanılmasıyla gerçek­ leştirilebilmiştir. Başlangıçta tonozlar, çiğ tuğlalarla ve kalıp kurulmadan örülürdü (beşik tonozlar ya da kubbeler). Alçılı piş­ miş tuğla kabukların kaburgalarla bütün­ leştirilerek kullanılması, Romalılar'ın kalın tonozlar yapmasını sağladı; oysa, aynı dö­ nemde, Akdeniz dünyası yalnızca kuru taşlarla örülen bindirmek kubbeyi tanıyor­ du (örneğin, mykenai mezarlarının yalan­ cı kubbeleri). Tonozun kemer taşlarıyla örülmeye başlaması, ahşap bir kalıp ya­ pımını gerektirdi (roman üslubundaki kili­ seler, hiç değilse yan satımlarında kâgir çapraz tonoz kullanımını yaygınlaştırdılar). XII. yy/da Fransa'da, düz ya da döner çapraz tonoz yapımında sivri kemer çap­ razlarının kullanılması, hem kalıptan, hem de taş yontma işçiliğinden tasarruf sağlı­ yordu; bu tonoz biçimi, benzersiz es­ neklikte kafesli çözümler geliştirilmesine yol açtı. Buna karşılık, XVI. yy.'dan baş-



çapraz tonoz (BH, geçmesiyle oluşan, çapraz bir koldur)



pılarında başyapıtlar mühendislerce yara­ tıldı; mimarlarsa, seramik ya da lifli alçı lev­ hadan perde tonozlarla yetindiler. XX. yy.’a gelindiğinde betonarme, kemerli bir kalıp içinde biçimlendirilen kabuk ve tonozla­ rın atılım yapmasına olanak verdi ve bi­ çimler çeşitlenip zenginleşti. • Beşik tonoz. Bir beşik tonozun ekseni başlangıç düzlemine dikse, bu tonoz düz, değilse eğridir; bu eksen yatay değilse, beşik tonoz abanık ya da rampa tonoz, eğriselse, halka ya da döner tonoz adını alır. Eksen hem abanık, hem de dönerse, tonoz heliseldir. Aynı alçaklıkta İki beşik to­ nozun birbirine saplanması durumunda köşeli beşik tonoz elde edilir (bu durum­ da, sırt bölümünde kesişme çizgisi ma­ nastır tonozunda olduğu gibi çukur, karın bölümündeyse, çapraz tonozda olduğu gibi çıkıntılıdır).



küresel bingi üzerinde kubbe (tek başına kubbenin yarıçapı O 'C ' = 0 'H ' dir)



w küresel bingili kubbe (yarıçap örtüsü 0 B = 0 C " = 0 C '= 0 C " ’ B A 'C ' küresel bingisini kapsar)



T O N O Z L A M A K g. f. Denize. Bir gemi­ yi, bir demir yerinden bir başka demir ye­ rine getirmek için, tonoz demirini istenilen yöne atıp gemiyi lava ederek İlerlemek. TO N S B E R G , Norveç’ in güney kesimin­ de liman kenti, Vestfold’un merkezi, Tonsberg fiyordu kıyısında, Oslo fiyordu yakı­ nında; 9 100 nüf. Ticaret merkezi. Deri iş­ leme. Bira fabrikası.



düz beşik tonoz



TO N S T E İN a. (alm. Tonstein. Ton, kil ve Stein, taş’tan). Kırığı kavkı biçiminde açık renkte, göl kıyılarında biriken ve maden kömürü dizilerinde işaret düzeyleri oluş­ turan katılaşmış killi tortul kayaç, TO N S U Z sıf. Sesbıl. Vurgusuz bir hece ya da ünlü için kullanılır.



çift köşeli çapraz tonoz ( / H f tavan oluşturur) yelpaze tonoz (A 'H B ' tavan oluşturur)



T O N T İN a. (fr. tontine, bulucusu Italyan Lorenzo Tonti'nın adından). Tic. huk. Or­ takların ödedikleri aidat tutarının, belirli bir tarihte bu ortaklardan sağ kalanlara öden­ mesi esasına dayanan sigorta sözleşme­ si. (Türk tic. k.'na göre bu tür sigorta söz­ leşmeleri geçersizdir [md. 1333].)



abanık beşik tonoz



TO NTO N sıf. Tkz. Çok şirin, sevimli, tatlı bir kimse için kullanılır: Çok tonton bir ço­ cuk. Tonton bir ihtiyar. TO N U S a. (lat. tonus, yun. tonos, germe eylemi, gerilim). 1. Nörobiyol. Dinlenme anında her iskelet kasının içinde bulundu­ ğu gerginlik durumu. (Bk ansikl. böl.) —2. Dinamizm, canlılık, enerji, gerilim. — A N S İK L . Nörobiyol. Kas tonusu kasın edilgin bir çekilmeye karşı gösterdiği di­ renç demektir. Deney hayvanında hare­ ket siniri kesilince direnç kaybolur. Bu di­ renci, etkinliği tonik olan motonöronların kumanda ettiği bazı kas liflerinin sürekli kasılma etkinliği sağlar. Motonöronların tonik-boşalımının sür­ mesini sağlayan etmenler şunlardır: 1 . başta gama halkası alıcıları olmak üze­ re, vestlbulum ve deri alıcılarını da kap-



helisel beşik tonoz



tonus sayan duysal yollardan kaynaklanan ref­ leks etkiler; 2 . hayvanda omuriliğin kesilmesiyle göz­ lenen tonus azalmasının da gösterdiği gi­ bi, soğanilik ve köprüde bulunan ağsı ci­ sim gibi yüksek merkezlerden gelen etki­ ler. Tonik işlev organizmanın bazı konum­ larda (yerçekimine direnç gibi) kalmasını ve anlamlı bir hareketle sonuçlanan ha­ reket etkinliklerine kasların hazır olmasını sağlar.



11602



T O N U S ->



A lt in y a y la .



Tonya, Trabzo.n’un Tonya ilçesi ve çevre­ sinde oynanan horon türü bir halk oyunu. (D. Karadeniz bölgesinde yaygındır.) T O N Y A , Doğu Karadeniz bölümünde Trabzon iline bağlı ilçe; 14 752 nüf. (1990); 265 km2; 16 köy. Merkezi, Trab­ zon'un 56 km B.-G.-B.’sında' Tonya, 11 058 nüf. (1990). Hayvancılık.



TOPLAR



T O N Y U K U K , göktürk bilgesi ve komu­ tanı (660-725). Kendi yazıtında anlatıldığı­ na göre, çevresine topladığı savaşçılarla bağlı bulunduğu çin yönetimine karşı ayaklanan Kutluğ Kağan’ın hizmetine girdi (680) ve Doğu Göktürk devletinin yeniden canlanıp bağımsızlığını kazanmasında (682) önemli bir rol oynadı; bunun sonu­ cu olarak da Kutluğ un danışmanlığına ve ordunun başkomutanlığına getirildi. Ordu­ nun başında, önce Türkler ce kutsal sa­ yılan Ötüken üzerine yürüdü ve burasını ellerinde tutan Oğuzlar’ı yenerek denetim altına aldı (683); daha sonra Çin seferine çıktı; onlarla yaptığı 9 savaş sonunda Pekin’in K.-B.’sına kadar olan tüm bölgeleri topraklarına kattı (687). Kutluğ Kağan ölünce (691), yerine geçen kardeşi Kapağan tarafından veliaht Bögü ve Bilge ile birlikte, ordu komutanı olarak Maveraünnehir’i ele geçirmekle görevlendirildi. Sağdaklar kendiliğinden göktürk yöneti­ mine girdikten (702) sonra çok zengin ga­ nimetle başkent Ûtügen’e döndü. Çinliler’ le yapılan Mingşa savaşı’nda (706) uygu­ ladığı yöntemlerle büyük bir çin ordusu­ nun yok edilmesini sağladı. Kırgızlar la anlaşarak Göktürkler’e başkaldıran Çikler ve Azlar'ı denetim altına aldı (709); üzeri­ ne yürüdüğü Kırgızlar’ı yenerek toprakla­ rını ellerinden aldı (710). Ancak, ikinci Az i ayaklanmasını bastıramadığından görev­ den alındı (715). Kapağan’ın oğlu ve ar­ dılı olan Bögü öldürüldükten (716) sonra tahta çıkan Bilge tarafından baş danış­ man olarak yeniden göreve getirilen Tonyukuk, Uygurlar ın Çinliler ve Basmiller’ le birleşerek bunların Göktürkler’e saldır­ malarını büyük bir ustalıkla engelledi (719); üzerlerine gönderdiği güçlü bir orduyla bozguna uğratılan Çinlilerle 10 yıllık bir barış antlaşması yaptı (725) ve ba­ ğımsızlık istemiyle ayaklanan Onoklar’la uğraşmaya girişeceği sırada öldü. T O N Z O S . Tar. coğ. Tunca nehrinin Antikçağ’dakı adı.



voleybol lopu



T O O K E (John HORNE), İngiliz siyaset adamı ve filolog (Londra 1736 - Wimble­ don 1812). Radikal siyasetçi; Wilkes’in ya­ nında Parlamento reformu ve muhalefe­ tin hakları İçin mücadele etti. Amerikan sömürgeleri davasını da destekledi, bu yüzden 1778’de bir yıl hapse mahkûm ol­ du, Diversions of Purley (Purley eğlence­ leri) [1786-1806] adlı filoloji yapıtında dili, donmuş bir biçim olmaktan çok tarihsel gelişmenin bir ürünü olarak ele aldı.



rugby topu



hentbol topu



futbol topu



basketbol topu



T O O K E (Thomas), Ingiliz tüccar, iktisat­ çı ve tarihçi (Petersburg 1774 - Londra 1858). Serbest mübadele taraftarıydı. Başlıca yapıtı: History of Prices and of the State of the Circulation During the Years 1793-1856 (1793-1856 yılları arasında fiyat­ ların ve dolaşım durumunun tarihi) [1838 -1857], T O O M E R (Jean), amerikalı zenci yazar (Washington 1894 - ay. y. 1967). Hikâ­ ye ve şür karışımı bir özdeyiş kitabı olan Cane’i.(1923) yazdı. Essentials (1931) ve Portage Potential (1932) adlı yapıtlarında ırk ayrımına karşı çıkarak bölünmeyi iste­ meyen İnsanların yazarı olmayı hedefledi­ ğini ortaya koydu. TO O R O P (Johannes Theodoor, Jan — denir), hollaridalı ressam ve desinatör (Poervoreco, Cava, 1858 - Lahey 1928). 1874’te Hollanda’ya geldi. Bu ülkede sim­ geciliğin başlıca temsilcisidir. 1880-1882 arasında Amsterdam akademisi’nde, ar­ dından Brüksel’de öğrenim gördü. Brük­ sel’de Ensor İle tanıştı, ilk çalışmalarında izlenimciliğin (1883’te Fransa’yı ziyaret etti) ve 1885 te Londra'da tanıdığı Whlstler’in araştırmalarının etkisi görülür. 1886'da yenilzlenimclllği benimsedi (Baştan çıkarma. Kröller-Müller müzesi, Otterlo); daha son­ ra, Redon ve Rops'un etkisiyle simgecili­ ğe yöneldi. Simgeciliği modern style'in çizgisel anlayışıyla yorumladı (Üç gelin, pastel, 1893, ay. y.). 1900’den sonra Van Gogh'un etkisiyle daha çeşitli renkler kul­ lanmaya başladı. Kübizmden de etkilen­ di. Yaşamının son yıllarında hemen he­ men yalnızca dinsel konuları işledi (Nijmegen’deki bir kilise İçin vitraylar). — Kızı CHARLEY (Katwijk 1891 - Bergen 1955), Bergen’e yerleşti, 1930'a doğru, Alman­ ya'daki Neue Sachlichkeit’a yakın bir üs­ lup benimsedi. Anıtsal bir nitelik taşıma­ larına karşın yapıtlarında, figürlerin ayrın­ tıları titiz bir gerçekçilikle İşlenmiştir (Dost­ lar yemeği, 1932-33, Boymans müzesi, Rotterdam). TOOW OOMBA, Avustralya’da (Queens­ land) kent, Avustralya cordillerası'nın ba­ tı yamacında; 64 000 nüf. Ticaret ve tu­ rizm (yakınlarında ulusal park) merkezi. Demiryolu onarımı. Besin sanayileri. TOP, -pu a. 1. Oyun İçin kullanılan, üstü deri, kauçuk ya da plastikle kaplı zıplayabılen küre. —2. Birçok spor dalında kul­ lanılan (tenis, masa tenisi, futbol, basket­ bol vb.) ve boyutları, ağırlığı, türü, nitelik­ leri o spor dalının kurallarına göre deği­ şebilen küre. —3. Topla oynanan herhan­ gi bir oyun: Hadi, top oynayalım. —4. Ki­ mi aygıtlarda bulunan küre biçiminde paıça: Kantarın topu. —5. SU. Kundak ve namlu gibi ana parçalardan oluşan elde taşınmaz ağır ateşli silah. (Bk. ansıkl. böl.) — 6 . iyelik ekleriyle kullanıldığında, bir topluluğu oluşturan kimselerin, bir arada duran şeylerin tümü: Topunuzun canı ce­ henneme. Topu birden şangır şungur ye­ re düştü. — İ . Kumaş, kâğıt vb. şeylerin belli bir miktardaki bağı: Bu kâğıtların to­ pu ne kadar? — 8 . Top atmak, topu at­ mak, iflas etmek. |j Top atsan duymaz, İyi­ ce sağır; uykusu çok ağır. || Top gibi gür­ lemek, gür ve gürültülü bir sesle konuş­ mak, seslenmek. || Top gibi patlamak, bir haberden söz ederken, birdenbire, şaşır­ tıcı, beklenmedik anda duymak. || Top bi­ rinde (olmak), topu ilk atma hakkı, önce­ lik hakkı onda (olmak). || Top top, öbek ha­ linde; birçok. || Top tüfek, çeşit çeşit silah || (Bir yeri, bir kimseyi) topa tutmak, bir ye­ re topla art arda ateş etmek; bir kimseye kızıp öfkelenerek kırıcı ve incitici sözler söylemek. || Top yekûn — TOPYEKÛN. || To­ pu atmak, sınıfta kalmak (arg.). || Topu to­ pu, az olan bir şeyin tümü: Topu topu iki metre kalmış. || Topun ağzında, tehlikeye en yakın yerde: Topun ağzında olan sensin, sen düşün. —Ask. Top arabası, eskiden sahra topla­ rının üzerine oturtularak taşındığı tekerlekli araç. (Günümüzde devlet büyüklerinin c e



naze törenlerinde naaşın taşınmasında kullanılır.) Top çavuşu, bir topun kullanı­ mından Sorumlu rütbeli asker, top müret­ tebat komutanı. || Top mürettebatı, bir to­ pun ya da ağır bir silahın kullanımından sorumlu askerlerden oluşan küçük birlik. || Tanzim topu, tanzim atışlarının gerçek­ leştirilmesinde esas alınan ve diğer top­ ların da ona gere dizildiği, mevzilenmiş batarya topu. —Ask. denize. Top komutanı, savaş gemi­ lerinde bir top bataryasında görevli asker­ lere komuta eden, bataryanın bakım, ona­ rım vb. İşlerinden sorumlu subay ya da astsubay. || Top lombarı, eski savaş gemi­ lerinde, top namlularının çıkması için ge­ mi bordasına açılmış dört köşe delik. || Top mesafe aleti, bir savaş gemisinin yüksek bir yerine yerleştirilmiş, top mesafe aleti kulesi denilen bir atış merkezinden gemi toplarına uzaktan kumanda etmeyi sağ­ layan düzenek. (Bk. ansikl. böl.) || Baş ya da pruva topu, gemi ekseni yönünde ile­ riye doğru ateş etmek için bir geminin pruvasına yerleştirilmiş top. || Kıç ya da pu­ pa topu, dümen suyu yönünde, geriye doğru ateş etmek için bir geminin pupa­ sına yerleştirilmiş top. —Ask. tar. Top arabacıları, Kapıkulu top­ çu ocağı’na bağlı olan ve büyük topları muharebe alanına taşımakla görevli as­ kerlerle bunların bağlı bulunduğu ocağa verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Ekmekç. Top deliği, odun yakılan ek­ mek fırınlarında, fırının önünde bulunan ve dumanın çıkmasını sağlayan baca. (Bu baca, yakıtın alev ve dumanının fırın çev­ resini dolaştıktan sonra fırın ağzından çık­ masını sağlayacak biçimde düzenlenmiş­ tir.) —El sant. Çiçek topu, yapma çiçekçilik­ te, hazırlanıp bir araya getirilmiş taç yap­ raklarına verilen ad. —Nalbantl. Perçinden sonra pürüzlü tır­ nak kenarlarını törpülemek için kullanılan 15 cm yüksekliğinde, 7-8 cm çapında si­ lindir ağaç parçası (kimi yörelerde baba ve sivri kütük de denir). [Eşanl, TOKAÇ. TA­ KOZ]



—Oy. Bilardo ve rulet gibi oyunlarda kul­ lanılan fildişi top. —Sil. Top gövdesi, topun ağızdan (fem) kuyruk bölümüne kadar olan parçası. || Top kama kılıfı, bir topun kamasını çamur ve tozdan koruyan kılıf. || Top kundağı, muylular yardımı İle namluyu çeşitli yön­ lere çevirmeye ve hedefe yöneltmeye ya­ rayan ahşap ya da metal destek. || Top kuyruğu, top namlusunun dip bölümün­ deki oval ya da küre biçiminde parça. || STop mermisi, topla atılan, genellikle sivri uçlu silindir biçiminde, çapı 2 0 mm'ye eşit ya da daha büyük mermi. (Eşanl. OBÜS.) [Bk. ansikl böl.] || Otomatik ya da maki­ neli top, bir kundak, bir araç ya da bir havataşıtı üzerine monte edilmiş, çapı 2 0 mm'ye eşit ya da daha büyük otomatik bir silaha 1970’ten sonra verilen ad. || Uçak topu, seri atışlı, çapı en az 2 0 mm olan ve hava kuvvetlerinin İkinci derecede bir saldırı silahını oluşturan makineli top. (Bk. ansikl. böl. Ask. havc.) || Dik ateşli top, ilk hızı az, namlusu kısa ya da orta uzunluk­ ta, birkaç mermi yolu bulunan ve birkaç barut hakkı olan top. || Kaval topu, mücefl (namlu içi) yivsiz, yuvarlak gülle atabilen, kale kuşatmalarında ve savaş gemilerin­ de kullanılan ağızdan dolma bir tür top. |j Sürat topu, altı kişi tarafından kullanılan, tekerlekleri öteki toplardan büyük olan toplara verilen ad. || Şayka topu, şayka adlı savaş gemilerinde kullanılan, küçük orta ya da büyük olmak üzere üç boyda ya­ pılan, mermer gülle atan bir tür top. || Zemburekli ya da zemberekli top, hayvan sır­ tında taşınan, ateşleme düzeneği zembe­ rekli bir tür küçük top. (XV. yy. sonuna de­ ğin osmanlı ordusunda kullanılan toplar­ dandır.) —Sil. ve Savunm. Ateş topu, nükleer bir patlamayla birlikte atmosferde görülen ışık olayı. (Çok küçük bir hacim İçinde açı­ ğa çıkan büyük enerji kısmen ışımalıdır,



top bu ışımayı soğuran hava akkor hale ge­ lir. Saniyenin milyonda birkaçı kadar bir süre içinde, çapı, saniyeden daha az bir zamanda birkaç yüz metreye ulaşan bir ışık küresi oluşur. Hacim öyle bir duruma gelir ki, basınç ve sıcaklık oldukça azalır ve ateş topu yok olur. Yalnız bir şok dal­ gası varlığını sürdürür ve gitgide etkisini yitirerek havada yayılmaya devam eder. Patlama yere yakın ya da çok yüksekte gerçekleşirse, ateş topu küresel biçimini yitirir. — Spor. Top kapmak, kim i takım sporla rın­ d a (fu tb o l, b a ske tb o l, ru g b y vb.), karşı ta ­ kım d a n o y u n c u la r a ra la rın d a paslaşırlarken to p u ele g e çirm e k, to p a sa h ip olm ak. || Top sürmek, fu tb o l, b a s k e tb o l ve h e n t­ b o ld e o y u n c u n u n to p ko n tro lü n ü k a y b e t­ m e d e n ve to p a art a rd a k ü ç ü k d a rb e le r vu ra ra k to p la birlikte ilerlem esi. (DRİPLİNG d e den ir.) || Top sürücü, to p s ü re n y a d a iyi to p s ü re n oyu n cu . || Top tekniği, fu tb o l­ d a o y u n c u n u n to p la oyn a m a , to p a hakim olm a , to p u iste d iğ i g ib i k u lla n a b ilm e b e ­ cerisi.



—Tekst, istenilen boyda kesilmek üzere özel bir kartona ya da tahtaya sarılmış ku­ maş. || Top başı, kumaş topunun başı ve sonu. (Top başlarına, başka renk ya da cins iplikle 5-6 cm genişliğinde özel bir işaret konularak, kumaşın cinsi, uzunluğu, genişliği ve markası belirtilir.) ♦ sıf. 1. Biçimi yuvarlak olan şey için kul­ lanılır: Top sakal. Top kandil. —2. Say. sıf. + top, kumaş, kâğıt vb. bir şeyin miktarı­ nı top sayısıyla belirtir: iki top kadife. Üç top kâğıt. —Ağ. yet. Top ağaç, gövdesi belli bir yük­ seklikte kesilerek dallandırılan ağaç. (Ke­ sik yerin çevresinde çıkan sürgünlerden sık sık faydalanmak amacıyla yapılır: sö­ ğüt ve karaağaç top ağaç şeklinde bulu­ nur.) — ANSİKL. Ask. denize. Top mesafe aleti. Gemilerde, İkinci Dünya savaşı'na kadar kullanılan bu düzenek, topların yakınına yerleştirilen ve biri atış hattını, öteki hede­ fin doğrultusunu belirten iki alıcıya atış öğelerini iletirdi. Batarya topçuları da ni­ şan kulesinden gelen komutları uygular­ dı. Günümüzde bu sistemin yerini, top ba­ taryalarına doğrudan kumanda eden bir uzaktan kumanda* sistemi almıştır. —Ask. havc. Bir uçağa top yerleştirme dü­ şüncesi Birinci Dünya savaşı'ndan önce­ ki yıllara dayanır (\foisin uçağına 37 mm'lik bir topun takılması). Savaş sırasında, ko­ mutan Faure’un toplu uçakları önermesi­ ne karşın, o dönemin uçaklarının yapısal dayanıksızlığı bu tasarının gerçekleşme­ sini geciktirdi, 1916'da Breguet’nin yaptı­ ğı toplu uçak başarısızlığa uğradı. Guynemer'in çabalarıyla toplu SPAD’ın (per­ vane şaftına yerleştirilmiş 37 mm’lik top) ortaya çıkması için 1917'yi beklemek ge­ rekiyordu. iki savaş arasında, toplarla donatılmış av uçaklarının yerini makineli tüfeklerle si­ lahlandırılmış çok kişilik uçaklar aldı. An­ cak uçak hızlarının artışı, metal uçak ya­ pımının yaygınlaşması ve küçük çaplı si­ lahların kötü balistiği, daha etkili imha gü­ cüne sahip daha ağır silahlar gerektirdi. Bu nedenle de, çapı 20 mm'ye eşit ya da daha büyük toplar yeğlendi (2 0 mm'lik Oerlikon ya da Hispano-Suiza, 23 mm'lik Madsen). Böylece savaş öncesi ingilizler, Fransızlar ve Almanlar toplarla donatılmış av uçak filoları kurdular. ikinci Dünya savaşı bu süreci, bir yan­ dan av uçaklarıyla ağır bombardıman uçaklarına karşı daha etkili olarak savaş­ mak, öte yandan tanklara karşı savaşta hava araçlarını geliştirmek amacıyla hız­ landırdı. Almanlar, av önleme uçaklarına, müttefiklerin dörtmotortu uçaklarına kar­ şı çok etkili olan büyük çaplı silahlar (2 0 mm'lik MG 151/20, 30 mm'lik MK 103 ve MK 108) yerleştirdiler. Zırhlılara karşı kul lanılan silahların çapları da büyüdü (37 mm'lik toplarla silahlandırılmış Junkers 87, 40 mm’lik toplarla donatılmış Hurricane, 75 mm'lik top taşıyan Henschel 129).



Havadan havaya güdümlü mermilerin ortaya çıkışı, özellikle hız konusunda.kay­ dedilen gelişmeler uçak toplarının sonu­ nu hazırladı. Bununla birlikte, 1967 ve 1973 İsrail-Arap çarpışmalarında toplarla donatılmış av uçakları kullanıldı Günümüzde, kısa erimli havadan hava­ ya güdümlü mermilerin ulaştığı gelişme düzeyi bu tür düelloları git gide az kulla­ nılır hale getirmektedir. Toplarla donatıl­ mış av uçaklarının çoğu, diğer savaş araçları tükendiğinde başvurulacak en son araçtır. Fransızlar 30 mm, ingilizler ve Amerikalılar 20 mm, Ruslar ise 23 mm çapındaki topları kullanırlar. 30 mm'lik fransız topu DEFA, ilk bakışta çok zayıf ola­ rak kabul edilen 7 sn'lik bir atış süresine sahiptir. Ancak, her şeye rağmen hava çarpışmalarındaki atış olanağının birkaç saniyeyi aşmadığı göz önüne alınmalıdır; bu da günümüzde kullanılan topların yük­ sek atış hızını açıklar: 30 mm'lik DEFA için dakikada 1 2 0 0 atış, amerikan yapı­ sı Vulcan için dakikada 6 000 atış. Uçak topu, her zaman tanksavar savaşının vaz­ geçilmez bir parçasıdır. Bu nedenle de, taktik destek uçağı Fairchild A-10'un 30 mm’lik GAU-A 8 topu dakikada 2 000 - 4 000 atış yapabilecek şekilde gelişti­ rilmiştir. Bugün, Türk hava kuvvetleri'nin elinde bulunan uçaklar 20 ve 30 mm'lik toplara sahiptir. 20 mm’lik toplar F-5, F-100 ve F-104 uçaklarında bulunur ve dakikada 1 800 - 3 000 atış yapabilir. F-4 uçakları İse 30 mm'lik çoknamlulu toplara sahiptir ve dakikada 3 000'den fazla atış yapar. —Sil. Top mermisi. Başlangıçta "top mer­ misi" sözcüğü, içi dolu “ gülle"lerin tersi­ ne, içi boş (çukur) mermiler için kullanı­ lırdı. Çukur mermiler ilk olarak XV. yy.'ın başında ortaya çıktı; birbirine yapışık iki yarımküreden oluşan bu mermiler kimi kez namlu içinde patlardı. 1510'da, tek parça halinde dökülmüş top mermileri yapıldı. Obüs denilen özel bir topla atılan bu merminin, namlu içine yerleştirilmesini ve ateşlenmesini kolaylaştıran bir taşıyıcısı vardı. Fransa'da, Louis XIV döneminde denenen misketti top mermileri, İngiliz ge­ nerali Shrapnel (1761-1842) tarafından ya­ pıldı. XIX. yy.'ın ortasında yivli topların be­ nimsenmesi, sivri uçlu silindir biçiminde mermilerin kullanılmasına yol açtı ve bun­ ların tümüne "top mermisi” adı verildi. Top mermisi, çelikten ya da çelikli dök­ me demirden bir zar ile içindeki imla hak­ kından oluşur, yalnız zırh delici top mer­ milerinin içi, eski gülleler gibi doludur. Mermilerin bir ya da birkaç metal çemberi vardır; bunlar mermiye dönüş hareketi ve­ rir, gaz kaçmasını önlemek için gerekli zor­ lamayı sağlar, merminin merkezini belirtir ve doldurma sırasında mermiyi sabit tu­ tar. Tahrip top mermileri, patlama sırasında kopan parçalarla etkili olur. Tahrip top mermisi, bir dip tablası ile atış sırasındaki fiziksel koşullara dayanacak kadar kalın çeperli bir gövdeden oluşur; top mermi­ sinin başlığında, merminin hedefe çarpar çarpmaz ihtiraklı ya da gecikmeli olarak patlamasını sağlayan bir tapanın vidalan­ dığı bir yuva bulunur. Başlangıçta dökme demirden yapılan top mermileri, kalıpla­ ma ve tornalama yoluyla çelikli dökme de­ mirden, dövme ya da kalıpta dövme yo­ luyla çelikten elde edilebilmiştir. Günü­ müzde, doğrudan işlenebilir metal patla­ yıcılar denenmektedir. Misketti top mermi­ leri, başlangıçta, çok kalın dökme demir­ den yapılmış bir gövdeden oluşuyordu; bu gövdenin içinde de, erimiş kükürtte ka­ rıştırılmış küre biçiminde kurşun misket­ ler vardı. Parça tesirli top mermisinden sonra (1880), çelik misketti top mermisi or­ taya çıktı (1891); bu merminin imla hakkı arkadaydı, atış sırasında oluşan patlamay­ la misketler yeni bir itim kazanıyor ve böy­ lece, mermi gövdesi küçük bir namlu gö­ revi yapıyordu. Tahrip top mermisi ve mis­ ketti top mermisi, özellikle açık arazide bu­



lunan düşmana karşı kullanılıyordu. 1885’te, kara barut yerine melinitin kulla-' nılması, tahrip top mermilerinin çeper ka­ lınlığının azaltılmasını, imla hakkının ve böylece de gücünün artırılmasını sağla­ dı. Zırh delici top mermileri'nın içleri dolu, çekirdekleri sert çeliktendir. Dip tapalı top



11603



h a r e k e t l i n a m lu



Creusot-Loıre belgesine göre



yumuşak suyla besleme (soğutma sistemi)



toplam ağırlık: 1 7 1 kule ağırlığı: 13,5 t çap: 100 mm yüzeyde etkili erim : 12 000 m hava erimi 10 sn ’de 6 000 m atış hızı dk'da 90 alış namlu dayanıklılığı: 3 000 alıç manevra açısı: - 1S° den +80°*ye



otomatik cephane ikmali yapan ana sıra



mermileri'nın başlıkları doludur ve çeper­ leri kalındır; barut hazneleri küçük hacimli olan bu mermilerin gecikmeli bir dip ta­ pası vardır. Zırh delici ve dip tapalı top mermileri, genellikle yumuşak çelikten ya­ lancı bir başlık taşır. Atışın izlenmesini ko­ laylaştırmak için de, bir iz düzeneğiyle do­ natılabilir ya da renkli kimyasal bir bileşim taşıyabilirler. Bu iki top mermisi tipi, zırh­ lara, tahkimatlara ve siperdeki düşmana karşı kullanılır. Sis top mermileri, temel maddesi, çe­ şitli boyarmaddeler eklenmiş ya da eklen­ memiş fosfor olan bir bileşimle doludur; bu bileşim mermilere yangın çıkarıcı ve sis oluşturucu bir etki sağlar. Bu mermiler, düşman gözetleme yerlerini körletmek, işaret vermek, hedef göstermek ya da dost kıta hareketini gizlemek için kullanı­ lır. Aydınlatıcı top mermileri, merminin pat­ lamasıyla serbest kalan ve yanan paraşütlü tapalardan oluşur. Özel top mermileri -ya da özel imla haklı top mermileri- kim­ yasal ya da bakteriyolojik imla haklı top mermilerine karşılık gelir. Zehirli gaz içe­ ren top mermileri, patlamayla birlikte çev­ reye, solunumu zorlaştıran, deride kabar­ cıklar oluşturan, sinirleri bozan vb. savaş gazları yayar. 1916'dan 1935'e kadar (Etyopya seferi) gözde olan bu top mermile­ ri, İkinci Dünya savaşı'nda kullanılmamış­ tır. Nükleer imla haklı top mermileri, 1953’te, ABD tarafından, kundağı motor­ lu 280 mm'lik bir obüsle denenmiştir. Gü­ nümüzde bu top mermileri 203 mm'lik cephaneler arasında yer alır. İlk modeli içi dolu zırh delici top mer­ misi olan tanksavar top mermileri türün­ de, delme gücünü iyileştirmek için çeşitli çözümler ileri sürülmüştür, ikinci Dünya savaşı’nın sonunda ortaya çıkan düşük çaplı top mermisi, kendisini namluya yer­ leştiren etek ve taşıyıcılarla fırlatılabilir. Dü­ şük çaplı top mermisinin son modeli, 105 mm'lik (AMX 30 tankı) ya da 90 mm'lik (AML Panhard ailesinden zırhlı araçlar) toplarda kullanılan tanksavar mermisidir. Ayrıca, merminin dönme hareketinden, bilyalı rulmanlar sayesinde imla hakkı za­ rar görmeyen ve etkisini sürdüren çukur imla haklı mermiler de vardır. Bu dönme hareketi, yivleri fazla eğimli olmayan nam­ luların küllanılmasıyla azaltılabilir Atışta iyi



100 MM'LİK BİR BEMİ TOPUNUN EKORŞESİ



G. I. A. T. belgesine göre



çekirdek



105 mm'lik



105 mm ’lik tahrip top mermisi



90 m m ’lik kuyruklu tahrip top mermisi



71



105 mtn’lik sis top mermisi



105 m m ’lik tanksavar top mermisi



çeşitli top mermisi tipleri 1. Tapa; 2, Çelik gc 3. Patlayıcı 4. Bakır çember 5. Bağlama bile 6. Sızdırmazlık kılıtı 7. Su; 8. Ateşleyici tüpü 9. Fosfor 10. Naylon tıkaç 11. Kuyruk takımı 12. Namlucuk 13. Ön bilezik 14. Fırlatma takozu 15. Kaydırışı çember 16. iz düzeni.



bir duyarlılık sağlamak için top mermisi­ ne bir kuyruk takımı eklenir; bu takım, top mermisini mermi yolu üzerinde kararlı ha­ le getirir Ayrıca, plastik imla haklı tanksa­ var top mermileri de vardır: bu mermiler patlamadan önce zırh üzerinde ezilir. Verimlerini artırmak, top ve cephane açısından bir ağırlık kazancı elde etmek İçin, kimi mermilere atış anında değil, mermi yolu üzerinde ateş alan ek bir im­ la hakkı yerleştirilir. Son olarak, özitimli top mermileri, patlayıcı yüklü bir gövde ile bir füzeatar rampasından ya da düz atım ya­ taklı bir namludan çıkan mermiye hareket veren İtici tapadan oluşur. Ağırlığın azaltılması ve kullanım kolay­ lığı konusunda, günümüzde özyanmalı kovanlarla kusursuz atışlar amaçlanmak­ tadır. —Askı tar. Başlangıçta, osmanlı ordusun­ da, topları İstenilen yere taşımak İçin bü­ yükbaş hayvanlarla çekilen arabalar kul­ lanılır, askerler de halatlarla arabaya yön verirlerdi. Bu görevlilerin bağlandığı Top arabaları ocağı XV. yy.'da kuruldu. Oca­ ğa önceleri Acemi ocağı'ndan asker alı­ nırdı. İstanbul'un Şehremini semtindeki kışlalarda barınan top arabacıları, görev süreleri geldiğinde taşradaki kalelere gön­ derilirlerdi. Top arabacıları ocağı mensup­ ları araba yapıcılar ve bunları kullananlar olarak ikiye ayrılırdı. Arabalar Tophane’de yapılır, koşum hayvanları Ahırkapı'da ye­ tiştirilirdi. Top arabacılarının en yüksek rüt­ beli komutanına arabacıbaşı denirdi. —Sil. • Tarihçe. XVI. ve XVII. yy.’da Avru­ pa'da toplara genellikle avcı kuşların ad­ ları veriliyordu: çavlı, kerkenez, bozdoğan vb. XVIII. yy.'ın başında, elde taşınmayan ateşli silahları belirtmek İçin "top" sözcü­ ğünü kesin olarak İlk kullanan Valliöre'dlr. Uzunlukları 20 kalibreden fazla olanlara uzun top; 10 İle 2 0 kalibre arasında olan­ lara kısa top\ 6 İle 8 kalibre arasında olan­ lara da havan deniyordu. Uygulamada, yatık mermi yollu atış yapanlara top, hem yatık mermi yollu, hem de dik mermi yol­ lu atış yapanlara havantopu denir. Ayrıca, yalnızca çapı 2 0 mm ya da daha fazla olanlara "top" adı verilir. XV. yy.'a kadar toplar, birbirine kaynak­ la birleştirilen ve demir bileziklerle tuttu­ rulan madeni çubuklardan oluşuyordu. Taş gülleler atan bu toplar, İlk hızı saniye­ de 1 0 0 m kadar olan 1 0 atış yaptıktan sonra parçalanıyordu. Namlu içi düz ve kaygan olan döküm topların, daha sonra da dökme tunç topların İmal edildiği XV. yy.’da büyük bir aşama yapıldı. Merminin İlk hızı 300 m/sn’ye yükseldi; bu toplar parçalanmadan önce yüz kadar atış ya­ pabiliyor ve erimleri birkaç yüz metreye ulaşıyordu. Topun bir ucu kapalıydı ve bir kama düğmesiyle sona eriyordu; ateş, ka­ maya yakın bir yerde açılan falya deliği ka­ nalıyla silaha ulaşıyor; tevcih, kundak ve



muylularla, buna dayanan namlu arasına olarak düzenlenmiştir. Bu tepki, gazların bir takoz koyarak, bir gez ve arpacık yar­ merminin dip tablasına yaptığı baskıyı gi­ derir, geri tepme ortadan kalkar, fakat to­ dımıyla gerçekleştiriliyordu. XVII. yy.'da Gustaf Adolf, dövülmüş demirden, nam­ pun gerisinde tehlikeli bir alan ve güçlü lusu katranlı bir iple sarılarak güçlendiril­ bir ışıma meydana gelir. Havanlar İse hâ­ miş olan ve tümü deriyle kaplı, İsveç tipi lâ piyade ağır silahı olarak kullanılmakta­ dır. denilen hafif bir top kullandı. XVIII. yy.'da Valllöre, top uzunluğunu 25 280 mm'lik atom topu (1953), yalnızca 2 -2 0 kt’luk nükleer başlıklı mermiler at­ kalibre, yükü ise güllenin yarı ağırlığı ola­ rak saptadı. Grlbeauval, bronz maden sa­ mak üzere ABD'de tasarlandı. Kasası İç lastikli tekerleklerle donanmış çift dingilli nayisinin gelişimi sayesinde topların uzun­ iki şaryo üzerine bindirilerek taşınır. Nük­ luğunu ve direncini artırdı. Fakat XIX. yy.'ın leer yüklerin küçültülmesi sayesinde artık ortalarına kadar, topların erimleri artmadı­ böyle mermiler 203 mm'lik havan topu ve ğı gibi (1 0 0 0 m), atışlar da pek İsabetli 155 mm'lik toplardan atılabildiği için bu değildi. 1858 yılında La Hitte, silindir biçi­ minde sivri mermiler kullanarak, topların top kullanılmaz oldu. Güdümlü ya da telgüdümlü mermilerin isabetinin artırılma­ İsabet ve erimini (2 000 m) artırdı. Kurşun kanatçıklar, ağızdan doldurulan mermiye sı da, karada kullanılan uçaksavar ve tank­ yivler boyunca yön veriyordu. Kamadan savar topları gibi büyük çaplı topların or­ dolan çelik toplarıyla prusya topçuları, tadan kalkmasına yol açtı. 1870'te fransız topçularını geride bıraktı. 1960'tan beri balistik, laboratuvarlarında gerçekleştirilen hafif gazlı top, birbiri­ 1876'da Fransa'da çelik kullanılarak, bu tipten Lahlttolle’ün 95 model (1875'ten iti­ ne içeriden bağlı İki namludan oluşur. Or­ baren) ve 1877’den İtibaren 90'dan 220 ta çaplı birinci namluda, plastik bir pisto­ modele kadar Bange sistemi toplar imal nu iten barut ateşlenir. Bu piston, barutu edildi. Namluyu arkadan destekleyen de­ sıkıştırarak, küçük çaplı ikinci namluya 10 mir çemberler, namludaki basıncın ve 0 0 0 m/sn’lik bir hıza ulaşan küçük bir mer­ böylece erimin artmasını sağlıyordu. miyi süren hidrojen ve helyum kitlesini iter. 75 modelden sonra alman ordusunda Yüksek bir hızla hareket eden bir mermi­ yaygınlaşan 97 modeli seri atışlı İlk top, nin deviniminden doğan olaylar, mermi­ 1914-1918 yılları arasında büyük bir geli­ lerin gerilerinde bıraktıkları maddenin şim gösterdi. 400 ve 520 mm gibi en bü­ İyonlaşması, uzay araçlarının göktaşları­ yük çaplara ulaştı, hatta demiryollarının na karşı korunması gibi benzer durumlar­ üzerine oturtuldu, iki dünya savaşı arasın­ la birlikte incelenebilir. da, olası bir seferberlik düşünülerek top­ • Teknoloji. Bir top dört ana bölümden lar daha da geliştirildi. Yüksek nitelikli çe­ meydana gelir. liklerin kullanımı, çemberlerden vazgeçil­ —Mermiyi fırlatmaya yarayan namlu: mesine ve tek parça namluların gerçek­ namlunun arka bölümü, devingen bir par­ leştirilmesine olanak verdi. Her ne kadar çanın etkisiyle atış sırasında ezilen plas­ Amerikalılar hâlâ 175 ve 203 mm'lik top tik bir tıkaç ya da bir duy sayesinde su ge­ kullanmaya devam ediyorsa da (Ruslar çirmez olan vidalı menşurl bir kamayla ka­ da aynı çapları kullanır), Fransa'da özel­ palıdır. Kamanın emniyet ve ateşleme ter­ likle 25 km azami erimleriyle 155 mm'lik tibatları vardır. Merminin arka haznesinde toplar tutulur. Tank üzerine monte edil­ bulunan barut, ateşleme sırasında tutu­ miş, çapları 90 İle 120 mm arasında de­ şup patlar ve namlu İçinde çemberiyle ğişen toplar da yaygınlaşmıştır. Uçaksa­ güdülen ve genellikle eğik yivler yoluyla var savunması için de yalnızca küçük dönerek itilen mermiyi devinime geçirir. çaplı toplar kullanılır: 20 mm’lik F1 salkıNamlu, kalın bir arka bölüm ve gittikçe in­ matan top (çok maksatlı) ve AMX 13 ka­ celen bir ön bölümden oluşur: ön bölüm­ sa üzerinde, çapları 30 mm ile 57 mm de ağız freni olabilir. arasında değişen çlftnamlulu top (bazı —Kundak, tekerlekler, bir ya da birkaç ok ülkelerde çoknamlulu). _ ya da tırtıllı bir kasa yoluyla yere dayanır. Tanksavar savaşı için) koni biçimli ve (Zırhlı araçlarda bunun yerini kule alır.) (çok çabuk yıpranan) Gerlich topundan Çokoklu topta, küçük bir döner kundak sonra Almanya ve diğer ülkelerde 1939 bulunur. Kundak (küçük kundak ya da ku­ -1945 yıllarında 82 mm'lik ağır tanksavar le), namluyu, namlunun içinde geri tepti­ topları kullanıldı: fakat günümüzde yalnız­ ği beşik ya da bileziği ve oynak bağlantı ca, genellikle jeep üzerine monte edilen parçasından oluşan salınımlı kitlenin muy­ geri tepmesiz 106'lık top kullanılmaktadır. lularını taşır. Geri tepmesiz toplar 1942 yılında orta­ —Oynar bağlantı kısmı, geri tepme gücü­ ya çıktı: namlu arkaya doğru geniş bir bo­ nü sınırlayarak atışta dengeyi sağlar Hid­ ruyla açılır, gazların büyük bir bölümü, ko­ rolik bir freni (salkımatan toplar için sürvanın dibindeki plastik rondelanın parça­ tünmell) ve sıkışmış gazlı ya da yaylı bir lanmasından sonra ya da kovanda açılan toplayıcıyı İçerir Bir yandan geri tepen kıs­ deliklerden çıkarak bu borudan geçit bu­ mını oluşturduğu namluya, diğer yandan lurlar. Zaten kama da bu amaca uygun kundağın oturduğu beşiğe bağlanır. Oy-



Çanakkale savaşlan'nda kullanılan “ Kahraman nefer Seyyid" adlı top (Krupp, 1889)



darbzen şahı top osmanlı yapısı (XV. yy.)



Askeri müze, İstanbul



Rumelihisarı, İstanbul



2 4'luk Vallıere sistemi top (XVIII y y )



12’llk Grıbeauval sistemi top (XVIII. yy.) cephane sandığıyla birlikte



dem iryolu üzerinde hareket edebilen 320 m m 'lik ağır top (1917)



155 m m 'lik B ofo rs FH-70 modeli ısveç topu (halen kullanılmaktadır)



75 m m ’lik lastik tekerlekli top (İkinci Dünya savaşı)



30 m m 'lik Gepod GE amerikan uçak topu döner mekanızmalı Gatlıng sistemi (günümüzde kullanılmaktadır)



bir jeep üzerine monte edilebilen 106 m m 'lik gerıtepmesi7 top (günümüzde kullanılmaktadır)



nar bağlantı kısmı geri tepme gücünü so­ ğurur ve yavaş yavaş kundağa iletir; geri tepen bölüm, geri tepmeden sonra durur ve ilk durumuna döner; bu hareket hid­ rolik (ya da sürtünmeli) bir fren ve namlu­ nun geri hareketi sırasında darbe vurma­ sını önlemeye yönelik bir amortisörle ya­ vaşlatılır. Frenin geri tepmesi değişkendir: silahın yerinden oynamamasını sağlamak üzere, yatay konumda en fazla; atış açısı­ nın büyüdüğü durumlarda, kamanın ze­ mine ya da şasiye vurmasını önlemek



üzere en azdır. Muyluları aynı amaçla be­ şiğin gerisine getirince, salınan kütleyle kundak arasına bir dengeleyici (pnömatik ya da yaylı, zırhlı araçlardaysa hidro­ lik) eklemek gerekir. —Nişan düzeneği ya da tevcih aleti, nam­ lunun optik bir gonyometreyle tevcihini sağlar; bu gonyometrenın üzerinde, topun konumu ne olursa olsun, dikey ekseni tut­ turmaya yarayan bir yön düzeltme aleti vardır; tanksavar atışları için de gonyomet reye taksimatlı bir dürbün eklenir. Tevcih



şahi top osmanlı yapısı (XV. yy.)



Dolmabahçe, İstanbul



aletinin bir işlevi de namlunun eğim açı­ sını saptamaktır; bu işlem dereceli bir si lindir ve bir seviye aleti yardımıyla, salınan kütleye tespit edilmiş gözetleme aletinin yuvasına geçen bir dişli hareket ettirilerek yapılır. • Osmanlılar'öa topun ilk kez ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemektedir; ancak Kemal paşazade, Tevarih-i âl-i osman adlı yapıtında, bir başka kaynağa da­ yanarak, osmanlı ordusunda topun ilk kez Rumeli'nin fethinde kullanıldığını belirt­ mektedir. XIV. yy.’da ateşli silahlarda ba­ rutun kullanılmaya başlamasıyla toplar büyük önem kazanmıştır. Topçu ocağı’nın Murat I döneminde kurulduğu, Kosova savaşı’nda (1389) top kullanıldığı, Murat I, Bayezlt I (Yıldırım) ve-Murat ll’nin sefer­ lerinde seyyar dökümhaneler kurulup, ka le önlerinde top döküldüğü kaynaklarda belirtilmektedir Mehmet ll'nin (Fatih) Istan bul kuşatması sırasında, Edirne'de dök türülmüş değişik çaplarda birçok ağır top kullanılmıştır. Saruca Sekban, Muslihittin Usta ve macar usta Urban'ın çalışmala rıyla dökülen bu toplardan birine şahi" adı verilmiş, bu ad daha sonra uzun erimli



XVIII. YV.’DAN BU YANA TOPUN GELİŞİMİ



TOP



bir topun şematik kesiti



top büyük toplar için kullanılır olmuştur. İstan­ bul’un alınmasından sonra Topçu ocağı daha da genişletilmiş, Galata surlarının dı­ şında, Kılıçalipaşa camisl'nin yakınında (bugün Tophane) Topçu ocağı kışlaları ve top dökümhaneleri kurulmuştur. Osman­ lI topçuluğu Süleyman I (Kanuni) döne­ minde en yüksek düzeyine ulaşmış, top­ hane yenilenmiş, top döküm tekniği ge­ liştirilmiştir. Osmanlı ordusunda yabancı ustalardan ve topçulardan yararlanılması da süregelmiştir: Murat IV’ün Bağdat se­ terinde Italyan, hollandalı ve Ingiliz topçu­ ları hizmet görmüş, Mustata III dönemin­ de Baron de Tott osmanlı topçuluğuna önemli katkılarda bulunmuştur. Selim III tophaneyi yeniden düzenlemiş, Mühendlshanel berrü hümayun’u kurdurmasıy­ la, osmanlı ordusunda İlk modern topçu sınıfı oluşmuştur. Osmanlı toplan XIV.-XIX. yy. ortalarına değin kaval topu da denilen yivsiz toplar türündendl. Balyemez 1 bacaluşka" ya da badaluşka, ejderdehan', kolonborna' ya da kolonborno gibi ağır toplardan çok, daha hareketli, hafif ve orta ağırlıkta olan darbzen" yeğleniyordu (hafif topların Bayezlt II döneminde ya da biraz daha ön­ ce kullanılmaya başlandığı sanılmaktadır). Selim l'in (Yavuz) Suriye ve Mısır seferle­ rinde kullandığı darbzenlerin Rldaniye ve Mercldabık savaşlarının kazanılmasında çok etkili olduğunu arap yazarlar bildirir. Çakaloz* ya da şakaloz da hafif türden bir toptu. Osmanlılar'ın Malta kuşatmasında kullandıkları bacaluşka, söylentiye göre 180 kental ağırlığındaydı ve bir kental ağır­ lığında demir gülleler atıyordu. İspanyol topçu Collado, osmanlı toplarının ölçüsüz ve kusurlu olduğunu, ancak yüksek nite­ likte metalden yapıldığını belirtmiştir. XVII. yy.'dan başlayarak Avrupa'da top döküm tekniği gelişmiş, meydan savaşlarında ve kale kuşatmalarında sahra tahkimatlarına önem verilmiştir. XVIII. yy.'da Avrupa top­ çuluğunda gözlenen sistemli gelişme kar­ şısında osmanlı topçuluğu geri kalmıştır. AvrupalI yazarlar, 1683-1699 Türk-Avusturya savaşı sırasında hâlâ çok farklı çap, ağırlık ve boyutlarda top kullanıldığını bil­ dirirler. Günümüzde Türk silahlı kuvvetleri’nde kullanılan toplar ağırlıklarına göre hafif (115 mm'den küçük çaplı), orta (115 mm’den büyük çaplı), ağır (2 1 0 mm’den büyük çaplı) gibi türlere ayrılır.



11606



topakev Türk ve İslam eserleri müzesi İstanbul



T O P (Refik Osman), türk futbolcu ve spor yazarı (Beşiktaş, İstanbul, 1897 - ay. y. 1957). Futbola Beşiktaş Valldeçeşme ta­ kımında başladı. Kaleci olarak kurtarışla­ rı, yer tutuşlarıyla döneminin en İyi kale­ cisi olarak kendisini kabul ettirdi. Uzun yıl­ lar Beşiktaş’ta oynadıktan sonra İttahatspor, Altınordu, istanbulspor, Galatasaray ve Fenerbahçe takımlarının kalesini koru­ du; yeniden Beşiktaş’ta yer aldı. 1 kez milli formayı giydi. Futbol yaşamını sürdürür­ ken Türkiye’de devletin spor politikasını eleştiren bir yazısı nedeniyle süresiz boy­ kotla cezalandırıldı. Futbolla İlgisinden do­



layı Top soyadını aldı ve aynı adda bir spor dergisi yayımladı. Bir süre Beşiktaş’ ta antrenörlük yaptı (1940-1945). T O P b o ğ a z ı, Amanoslar üzerindeki Be­ len geçidini aşarak İskenderun’u Antak­ ya’ya bağlayan karayolunun, Amlk ovası­ na İnmek İçin İzlediği dar vadideki kesi­ mi. Mısırlı İbrahim Paşa toplarını buradan geçirdiğinden bu ad verilmiştir. T O P d a ğ ı -► K a r t a v İ n d a ğ ı. TO P E B E G Ü M E C İ a. Güney Afrika’da ve Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen ve ebegümeci çiçeklerine benzeyen ge­ nellikle mor çiçekler açan otsu bitki. (Yap­ rakları mızrağımsı ya da el ayası biçimin­ de ve uzun saplıdır. Birçok türü seralarda ya da limonluklarda yetiştirilir.) [Bil. a. Sphaeralcea; ebegümeclglller familyası.] TOPAÇ a. (top'tan top-aç). 1. Oy. Armut biçimli, ucu sivri, genellikle üzerine sarı­ lıp ansızın boşaltılan bir ip ya da bir yay yardımıyla dönen oyun aracı. (Bk. ansikl. böl.) —2. Toparlak sepet ya da küçük kü­ fe. —3. Topaç gibi, toplu, sağlıklı ve canlı çocuklar İçin kullanılır. —Ballst. Topaç hareketi, dönme hareke­ tiyle dengelenmiş bir merminin kendi ağır­ lık merkezi çevresinde yaptığı hareket. (Eşanl. CAYROSKOPİK HAREKET.) —Denize. Bir küreğin, tutamaç ile kürek boğazı arasında kalan bölümü. —Seram, iri silindir ya da dikdörtgen priz­ ma biçiminde hamur kütlesi. (Kullanılma­ dan önce yoğrulup dövülür ve küçük par­ çalara [topak] ayrılarak biçimlendirilir.) —Sıh. tes. Tenekeci topacı, bir yuva aç­ mak İçin, kurşun ya da bakır boruların ağ­ zını genişletmeye yarayan, bakır ya da sert ağaçtan alet. —Sirk. Akrobatın, düşey olarak kendi çev­ resinde dönerek yaptığı akrobatik sıçra­ yış. —ANSİKL. Topaç genellikle ağaçtan yapılır ve üzeri boyanır. Plastikten olanları da var­ dır. Sivri ucuna geçirilmiş metal pim üze­ rinde döner. Topacı en uzun çevirme, çi­ zilen bir çizgi ya da dairenin içinde dön­ dürme vb.’ye dayanan çeşitli topaç oyun­ ları vardır.



turarak tanelerin kendi aralarında birbir­ lerini İtmesini sağladığından asitler ya da bazlar genellikle topak giderici etkenler olarak kullanılır.) || Topak giderme, daha önceden topaklaşan bir kolloidin tanele­ rini birbirinden ayırma. —Metalürj. Topaklama işlemiyle elde edi­ len küresel katı madde. (-» PELET.) || Bile­ şiminde arıtma cürufu bulunan demir ya da dökme demir kütlesi; pudlaj sırasında sıcak dövme yoluyla uzaklaştırılır. || Eri­ mekte olan bir cevher içinde ya da sıvı metal potası İçinde oluşan İyice erimemiş madde yığışımı. —Orm san. Sıkıştırılarak topaklaştırılmış talaş. (Odun talaşı topağı yakıt olarak kul­ lanılır.) —Seram. Seramik işçisinin çark tablası­ nın ortasına oturttuğu hamur parçası. || Hamur topunun parçalara ayrılmasıyla or­ taya çıkan, taslağı çıkarılacak parçanın büyüklüğündeki hamur kütlesi. —Sütç. Tereyağı topağı, perakende satış için hazırlanmış tereyağı parçası. (Bunun yerini şimdi giderek kalıp halinde paket­ lenmiş tereyağı parçası almaktadır.) —Şahine. Topak yapmak, bir kuş sözkonusu olduğunda, besinler kursağında yu­ mak halinde topaklandığı için yuttuğunu sindirememek. —Şarapç. Topak kırma, İki presleme ara­ sında şırahanede biriken cibre topakları­ nı parçalama işlemi. —Tarım ve Pedol. Toprağın mineral par­ çacıklarıyla (kumlar ve limonlar) kolloidal çimentoların (killer, humustu malzemeler, demir ve alüminyum hidroksitler) bütün­ leşmesiyle oluşan ve makroskopik düzey­ de toprağın yapısını belirleyen temel öğe. (Topakların biçimi ve boyutu malzemenin türüne, içerdiği nem oranına ve uğradığı gerilmelere göre değişir.) —Tekst. Yanlış İşlem sonucu, taraklama sı­ rasında oluşan yün yumağı. ♦ sıf. Yuvarlanarak topak biçime sokul­ muş şey İçin kullanılır: Bir topak tereyağı. —Etnogr. Topak ev -> TOPAKEV. —Mad. oc. Topak kömür, üretim sırasın­ da meydana gelen ya da öğütmeyle el­ de edilen İnce kömür tozlarını yakmak ya da koklaştırmak amacıyla kullanmak İçin topak haline getirilmiş kömür. (Topaklaştırma İşlemi, kömürün niteliğine göre bir katkı maddesi [örneğin kömür katranı, küspe vb ] kullanarak ya da hiç katkı mad­ desi kullanmadan, sıcakta ve basınç et­ kisiyle gerçekleştirilir.)



TO PA K a. 1. Yufka açmak İçin avuç İçin­ de yuvarlanarak biçim verilen hamur par­ çası. —2. Bu biçimdeki şey: Kömür topa­ ğı. Yağ topağı. —3. Yöre. Şişe ya da ka­ deh. —Blyol. Solunum topağı, mltokondrilerln TO P A K Ç IK a. Yerbil. Çoğunlukla dışkı İç zarının herhangi bir noktasında toplan­ kökenli, görünür yapısı olmayan 0 ,2 mış olan solunum enzimleri zinciri. (Kara­ mm'den küçük kireçli topak. ciğer hücrelerinde, mitokondri başına bu topaklardan 5 000 -15 000 tane sayılmış­ ■ T O P A K E V a. Etnogr. Orta Asya, Türkis­ tır.) tan, Afganistan, Türkmenistan ve Kazakis­ —Cerr. Başta fıtık sargıları olmak üzere, tan’daki kimi göçebe türk boylarının ya­ vücudun bir kısmını sıkıştırmaya yarayan şadığı, tepesi kubbe görünümlü yuvarlak yastık. (Topak, bir aygıt aracılığıyla yerin­ çadır. (Yurt da denir.) de tutulur.) —ANSİKL. Topakev, biri çevre duvarları, —Cev. hazl. Cevher topağı, genellikle er­ öteki tavan olmak üzere İki parçadan olu­ gitme (sinterleme) başlangıcında elde edi­ şur. Çevre duvarları, katlanabilen, birbir­ len, İnce taneli demir cevheri yığışımı. (Toz lerine ince kayışlarla bağlanmış çubuklar­ halindeki manganez cevheri için de aynı dan oluşur ve gerilince çapraz bir kafes terim kullanılır.) biçimini alır. Bunların altı ya da yedisi bir —Ekmekç. Hamurda ya da ekmekte bu­ araya geldiğinde 5-6 m çapında bir me­ lunan pıhtılaşmış un. kân oluşturur. Çadırın tepesinde yaklaşık —Flzs. kim. Topaklaşma İşlemine uğratıl­ 2 m çapında yuvarlak bir açıklık bulunur. mış bir asıltı İçinde Van der Waals kuvvet­ Tünlük adı verilen bu açıklık havalandır­ lerinin etkisine bağlı olarak birbirlerine mayı sağlar, kötü havalarda keçeyle örtü­ gevşek şekilde yapışmış parçacıklardan lür. Deliğin etrafında, tepeyi oluşturan yu­ oluşan yığışım. (Buna yumak da denir.) varlak çerçeveye çangarak* denir. Çan—Kâğ. san. Üretim sırasında kâğıt yap­ garak ve yan duvarlar kilim, keçe vb. ile rağının kopmasına yol açabllen ve özel­ örtülüp kolanlarla bağlanır. Çadıra eşik likle İnce kâğıtlarda, ışığa tutulduğu za­ denilen kapıdan girilir. Kapının karşısında, man görülebilen aşırı bir kalınlık meyda­ heybe, çuval, bohça vb.'nin konduğu ye­ na getiren lif yığışımı. || Kâğıt hamurunun re tör adı verilir. hazırlanışı sırasında, yetersiz parçalanma T O P A K L A M A a. Topaklamak eylemi. sonucu hamur ya da kâğıt üzerinde gö­ —Cev. hazl. Cevherleri katı, birbirine ya­ rülen İri lif parçalan. (Eşanl. LOKMA.) pışık ve taşınabilir hale getirecek pişirme —Kim. Topak giderici, topaklaşmayı gi­ İşleminden önce, öğütülmüş cevheri, ıs­ dermeye yarayan etken madde, (incele­ lak, plastik topaklar ya da “ İşlenmemiş nen kolloit taneleri üzerinde yükler oluş­



Topal Osman topaklar" biçiminde hazırlamaya dayanan teknik. TO PA K LA M AK g. f. Bir şeyi topaklamak, toz ya da küçük parçalar duru­ mundaki şeyleri topak biçiminde birleştir­ mek. ♦ topaklanmak edilg. f. ve dönşl. f. To­ pak durumuna gelmek ya da getirilmek. —Patol. Seröz, kanlı vb bir sıvı sözkonusu olduğunda, damarlardan çıkarak boş­ luklarda ya da dokularda birikmek. —Tekst. Bir dokumadan ya da örmeden söz ederken, yüzeyinde, mekanik ya da elektrostatik kaynaklı küçük hav topakla­ rı oluşmak. TO PA K LA N M A a. Topaklanmak eyle­ mi. —Bes. san. Toz halinde depolanmış bir ürünün depodan akarak düzenli çıkışını önleyen topak oluşumu. —Boyac. Kısmen ya da tamamen donma­ sı sonucu bir ürünün (boya, vernik) kulla­ nılmaz duruma glemesi. —Hematol. Trombosit topaklanması, trombositlerin birbirlerini etkileyerek yığın oluşturmaları olgusu. (Bk. ansikl. böl.) —Sil. Barut topaklanması, barut taneleri­ nin topaklaşması. (Barutun kimyasal tep­ kimeye girmesi sonucu, kovanın metal bö­ lümü üzerinde topaklanmaların oluşma­ sını engellemek için fişek kovanlarının içi cilalanır.) —Tekst. Yün ya da sentetik kimi dokuma ve örmelerin yüzeyinde, giyerken meyda­ na gelen sürtünme sonucu küçük elyaf to­ paklarının oluşması. —A ns İk l . Hematol. Trombosit topaklan­ ması, in vivo, damar yırtıkları üzerinde trombosit çivisi ya da beyaz tıkaç oluşma­ sını sağlayarak yırtıkların kapanmasına ya­ rar. Bu olgu iki evrede gerçekleşir: birinci evrede, bir indükleyicinin, özellikle kollagenin etkisiyle geçirgen bir tıkaç oluşur (trombositler yeniden dolaşıma dönebile­ ceği için bu evreye geri dönüşlü evre adı verilir); ikinci evrede, trombositlerin içer­ diği ADP açığa çıkar ve tıkaç kapanır (geri dönüşsüz evre). Trombosit topaklanması, in vitro, çeşitli topaklaştırıcılar katıldıktan sonra agregometri ile incelenir. TO PA K LA N M A K -



TOPAKLAM AK.



TO PA K LA ŞM A a. Fizs. kim. Bileşen parçacıklarının bir araya toplanması sonu­ cu kolloidal asıltıların uğradığı dönüşüm. (Eşanl. Y U M A K LA Ş M A .) [Bk. ansikl. böl.] —Karb. kim. Topaklaşma gücü, BA Ğ LA N ­ M A ' Gücü nün eşanlamlısı. —Tip. Topaklaşma tepkimeleri, bazı plaz­ ma globülinlerinin, uygun ayıraçlarla topaklaşmasını sağlamaya yarayan ve çe­ şitli hastalıkların tanımlanmasında kullanı­ lan tepkimeler. (Bk. ansikl böl.) —A ns İk l . Fizs. kim. Topaklaşma, pıhtılaş­ madan önceki evreyi oluşturur ve kolloi­ dal asıltıdaki parçacıkların kendi araların­ da herhangi bir kaynaşma olmaksızın meydana getirdiği bir kümelenme, bir yığışmadan ibarettir. Bu parçacıklar yine ay­ rı ayrı bulunurlar, ancak birbirlerine göre yer değiştiremezler. Topaklaşma genellikle çıplak gözle izlenebilir: sistemin bulanık bir görünümü vardır. Topaklaşma, ayrıca tersinir bir olaydır, çünkü uygun kimyasal bir işlemle parçacıklar birbirinden uzak­ laştırılarak saydam sıvı yeniden elde edi­ lebilir. —Tip. Topaklaşma tepkimeleri. Kullanılan ayıraçlara göre değişir. Özellikle karaciğer hastalıklarında (karaciğer iltihapları, siroz­ lar), tüberkülozda ve çok sayıda iltihap kö­ kenli hastalıklarda kullanılır. Frenginin serolojik teşhisi, frengili kişinin kanındaki an­ tikorların (reajin) bir ayıraçla (antijen) çökeltilmesi tepkimeleridir. Az çok deneysel yollarla hazırlanmış olan antijene ve kul­ lanılan yönteme göre değişiklik gösterir. Hastalığın gidişini izlemeye yarayacak ka­ dar nitel ya da nicel olabilir. Frenginin teş­ hisinde kullanılan başlıca topaklaşma tep­ kimeleri şunlardır: Kahn, Kline, Meinicke,



Vernes, Rein-Bossak, V.D.R.L., V.D.R.L. karbon tepkimeleri. Bu tepkimeler bağı­ şıklık ve hemoliz tepkimelerine göre da­ ha az özgüldürler. TO PA K LA Ş M A K gçz. f. Fizs. kim. Bir madde sözkonusuysa, topaklaşmaya uğ­ ramak. TO P A K LA Ş TIR IC I a. Metalürj. Isıl ya da kimyasal bir etkimeyle bir döküm ku­ muna yapışma gücü kazandıran bağlayı­ cı. TO PA K LA Ş TIR M A a Cev. hazl. Cev­ herleri konsantrasyon aygıtlarında işleme­ yi kolaylaştırmak için uygulanan hazırla­ ma yöntemi. — A N S İK L. Cevherleri hazırlama sırasında uygulanan çeşith yöntemler (kırma, öğüt­ me, eleme, ayıklama, yüzdürme) içinde topaklaştırma, genellikle metalürjik kon­ santrasyon aygıtlannda gerçekleştirilen iş­ lemlerden önceki son evreyi oluşturur. Bu işlemin birçok yararı vardır: ince ürünleri (cevher tozları, yani, gazlı konsantrasyon aygıtlarında oluşan tozlar) gerikazanma, yüklere iyi bir homojenlik verme, zararlı elementlere (su, sülfür, karbondioksit) uy­ gulanan bir ilk elemeyle cevheri zengin­ leştirme. Topaklaştırma işlemi sırasında, topaklaştırılacak ürünlerin cinsine ve da­ ha sonra uygulanacak metalürjik işlemin (yüksekfırında işlenen demir cevherleri, bakır ve nikel cevherleri) niteliğine göre birçok yçntemden yararlanılır. • Izgara üzerinde topaklaştırma. Bu yön­ temde, cevher, yanıcı madde (toz katılmış ürün) ve gerektiğinde, bağlayıcı işlevi gö­ ren eriyici madde karışımı halinde ızgara üzerine yerleştirilir ve yakılır. Bunların tü­ mü, birkaç santimetre kalınlığında bir kat­ man halinde, ızgaralar tarafından emilen kuvvetli hava akımının dolaşım etkisiyle çok yüksek bir sıcaklıkta (demir cevher­ leri için 1 000 °C) kavrulur. Bu işlem sıra­ sında, aynı anda birçok değişik tepkime (kuruma, yanma, yükseltgenme, sinterleme) meydana gelir Topaklaştırma işlemin­ de başlıca iki tip aygıt kullanılır: sürekli bir zincirden oluşan Dwight-Lloyd ızgarası ve kesikli işlemede kullanılan, iner kalkar plaka-kutulu, Greenawalt aygıtı. • Döner fırında topaklaştırma. Dışarıdan gazla ısıtılan, 90 cm uzunluğundaki dö­ ner Smidth fırınında ürünler yakıt katkısı olmadan, sürekli topaklaştırma işlemin­ den geçirilir. • Briketleme. Bu yöntemde, gerek basınç­ la, gerek döner tamburlarda üretilen bri­ ketler ya da topaklar, 80 m uzunluğunda­ ki tünel fırınlarda pişirilerek, istenilen kohezyon kıvamına getirilir; dıştan ısıtma ya­ nıcı gazların ters akımıyla sağlanır. (-» PELETLEME.) • Seçici topaklaştırma. Yüzdürme yönte­ mine benzeyen bu yöntem, kimi mineral­ lerin nispeten iri parçacıklarını konsantre etmede kullanılır. Bu parçacıklar, elverişli bir tepkenin seçici etkisiyle, yüzebilmek için çok yoğun olan, ancak içerdikleri ganglardan gravimetri yoluyla ayrılabilen oldukça hafif susevmez agregalar oluştu­ rur. TOPAKLAŞTIRM AK g. f. Cev. hazl. Bir cevherin en küçük öğelerini birbirlerine yapışık parçalar haline getirmek. T O P A K L I, Nevşehir'in Avanos ilçesine bağlı bucak; 12 985 nüf. (1990); 5 köy. Merkezi Topaklı, 2 061 nüf. (1990). T O P A K LI h ö yâk . Arkeol. Nevşehir’in Avanos ilçesi Topaklı bucağında höyük. Höyük’te 1966-1967'de Prof. Pierro Merigg, 1968-1976'da da Prof. Luigi Polacco yönetiminde gerçekleştirilen kazılarda, erken Bizans döneminden İlk Tunç çağ a uzanan yerleşim katmanları saptandı, 24 yapı katı ortaya çıkarıldı. Höyüğün en üst katında VI.-VII. yy.'lardan bir mezarlık ile yunan haçı planında bir kilise kalıntısı bu­ lundu. Mezarlarda cam boncuklardan gerdanlıklar, altın, gümüş ve tunç küpe­ ler, dinsel nitelikli gerdanlıklar, cam eşya­



lar ele geçti. Bizans katmanının altında düzenli dizilmiş yapılardan oluşan bir yer­ leşme belirlendi, seramikler, ağırşaklar, tezgâh ağırlıkları vb. ele geçti (I.O. I. - İ.S. I. yy.’lar). Dört yapı katından oluşan Hellenistlk dönem katmanında, hemen he­ men tüm yerleşmelerde yangın ve dep­ rem izlerine rastlandı (bu afetlerden ko­ runmaya çalışan insan iskeletleri bulun­ du), çeşitli ev eşyaları, seramikler ortaya çıkarıldı. VIII. kattan sonra megaron planlı evler belirlendi. XVI. katta kerpiçten sur duvarları, XVII. kattaysa destek duvarla­ rıyla güçlendirilmiş oldukça büyük bir sur­ la karşılaşıldı. Yaklaşık İ.Ö. 600-500'e tarihlendirılen bu evrede geometrik motifli, parlak kırmızı renkli seramikler de vardır. XIX.-XXIV. katlar Hitit ve ilk Tunç çağ dö­ nemlerini kapsar (hitit üslubunda kaplar, surlar).



11607



TOPAL sıf. ve a. Bacağındaki bir sakat­ lık nedeniyle topallayan bir kimse, bir hay­ van için kullanılır. —Sey. oy. Topal oyunu, iç Anadolu böl­ gesinde, özellikle Sivas, Ankara, Çankırı ve çevresinde yaygın bir köy seyirlik oyu­ nu. (Bk. ansikl. böl.) ♦ sıf. 1. Topallayan, sakat olan bacak için kullanılır: Topal bacağını sürükleyerek yürümek. —2. Ayaklarından biri daha kı­ sa olan şey için kullanılır: Topal masa. To­ pal sandalye. —3. Topal eşekle kervana karışmak, katılmak, olanaklarının sınırlı ve yetersiz olmasına karşın büyük işler yapanların arasında yer almaya yelten­ mek. — ANSİKL Sey. oy. Oyuncular, gelin, da­ mat, sağdıç, topal ve köyün hatırlı bir ki­ şisi olmak üzere beş kişidir Topalın elin­ de kaşıklar vardır, oynaması istenince aya­ ğının sakat olduğunu söyler. Gelin baca­ ğına üfleyince iyileşir, birlikte oynamaya başlarlar. Damat, gelini kıskanır ve sağdıç­ la birlikte onu kaçırır. Topal yere düşer, yat­ tığı yerde, izleyiciler para attıkça oynar. Si­ vas'ın Suşehri ilçesi ve çevresinde kına geceleri ve düğünlerde kadınlar tarafın­ dan oynanan başlıca seyirlik oyunlardan­ dır ve birçok çeşitlemesi vardır. —Tar. telm. Dünyayı bir körle bir topal yö­ netiyor, Ankara' savaşı'ndan (1402) son' ra Timur, tutsak alınarak karşısına getiri­ len Yıldırım Bayezit'e bakıp gülmeye baş­ lar. Padişah, ona tutsak düşmüş bir hü­ kümdar karşısında gülmeyi yakıştırama­ dığını söyleyerek bunun nedenini sorun­ ca, Timur da şu yanıtı verir: “ inan ki tut­ saklığına değil, dünyanın yönetimini senin gibi bir körle benim gibi bir topala bıra­ kan Allah’ın akıl almaz işine gülüyorum." Bu söz, halk arasında yayılarak, beden­ ce sakatlığı olduğu halde önemli görev­ lerde bulunan devlet adamları için telmih yollu kullanılagelmiştir. TOPAL a. Müz. Türk halk müziğinde ser­ best ritimli ve resitatif nitelikteki söz bölü­ mü bittikten sonra, melodisi oyun havası­ na geçen koşma. TO PA L İZ Z E T P A Ş A - İZZET MEH­ MET Paşa Darendeli, Topal. t o p a l M e h m e t P a ş a - M ehmet Paşa Topal. (T O P A L O S M A N , Osman Ağa da de nır, türk milis komutanı (Giresun 1883 - An­ kara 1923). Giresunlu Hacı Mehmet Efendi'nln oğlu. Gönüllü olarak katıldığı Bal­ kan savaşı'nda Çatalca cephesindeki çar­ pışmalarda on beş yerinden yaralanarak sağ bacağından sakat kaldı (1912) ve bu nedenle Topal lakabıyla anıldı. Birinci 1 Dünya savaşı'nda kendisine bağlı 100 ka­ dar adamıyla gönüllü olarak Kafkas cep­ hesindeki muharebelere de katıldı. İzmir' in Yunanlılar tarafından İşgal edilmesin­ den (15 mayıs 1919) sonra Karadeniz böl­ gesinde oluşturduğu gönüllülerle Pontos çetelerine karşı çatışmalara girişti. Erzu-



Topal Osman



Topal Osman 11608



rum kongresi'nden sonra belediye baş­ kanlığı yaptığı Giresun'da Ulusal kurtuluş savaşı’nı desteklemek amacıyla buyru­ ğunda 5 000 kişilik bir silahlı güç topladı. Mustafa Kemal'in muhafız birliğinin başı­ na getirildi (11 kasım 1920). Koçgiri' ayaklanması'nın bastırılmasında (6 mart - 17 haziran 1921) önemli rol oynadığı gibi ko­ mutasındaki 47. Alay'la Sakarya meydan savaşı’na (23 ağustos -12 eylül 1921) ka­ tıldı ve yararlık gösterdi. Mustafa Kemal'i aşırı biçimde eleştiren Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey'i tuzağa düşürerek boğdurdu (27 mayıs 1923). TBMM'de geniş yankı­ lar uyandıran olaydan sonra teslim olma­ makta direnen Topal Osman, hükümet kuvvetlerince sıkıştırıldığı Ayrancı bağla­ rındaki evinde silahlı çatışma sonucu öl­ dürüldü.



TO PA R K H O S a. (yun. söze.). Antik. Bir toparkkhia'nın yöneticisi.



TöfPAL O S M A N P A Ş A - OSMAN PA­



TO PA R LA M AK g. f. 1. Şeyleri toparla­ mak, onları bir araya getirmek: toplamak: Masanın üstündeki kâğıtları toparlar mı­ sın? Eşyaları toparlamak. —2. Bir yeri to­ parlamak, oradaki dağınıklığı gidermek, orayı düzenlemek; toplamak: Evi toparla­ mak. —3. Dikkatini, ilgisini vb. toparla­ mak, bir noktada yoğunlaştırmak: Bir türlü dikkatini toparlayamıyor. —4. Düşüncele­ rini toparlamak, dağınık haldeki düşünce­ lerini belli bir noktada birleştirmek, belli bir düzene sokmak. —5. Kafasını toparla­ mak, düşünebilir duruma gelmek: Biraz bekle, kahve işemeden kalasını toparlayamıyor. — 6 . (Kendini) toparlamak, iyileş­ mek, sağlığına kavuşmak; bir şaşkınlığın bir üzüntünün etkisinden kendini kurtar­ mak: Hastamız artık kendini toparladı. Bu olaydan sonra bir türlü kendim toparlayamadı. —7. Sözü bir sonuca bağlayıp bi­ tirmek: Süremiz az kaldı, söyleyecekleri­ nizi toparlayın.



ŞA Topal.



T O P A LA K -



KARATOPALAK



Y O P A L A R ya da Y O P ALAR , çın kay­ naklarında Tabgaçlar'a verilen ad. (-> TABGAÇ DEVLETİ.)



Urallar'dan (Rusya) çıkarılan topaz (boy: 7 cm)



topçu neferi



TOPALLAMA a. Patol. 1. Topallamak eylemi. (Topallama birçok nedene bağlı olabilir: kötü kemik kaynaması, bacağın doğuştan ya da edinsel kısalığı, doğuş­ tan kalça çıkığı vb.) [Eşanl. AKSAKLIK.) —2. Yürüyüşün bazı işlevsel değişiklikle­ rine verilen ad. —3. Aralıklı topallama, bir­ çok adım yürüdükten sonra ortaya çıkan, durunca dinen ve yürümeye başlandığın­ da yeniden gelen ağrılara bağlı topalla­ ma. (Dolaşım yetersizliğine bağlı bir iskemik durumun sonucunda gelişir ve atar­ damar iltihaplarında görülür.) || Omurilik kökenli aralıklı topallama, herhangi bir ağ­ rı duyulmaksızın, bir süre yürüdükten son­ ra ortaya çıkan ve dinlenince geçen, bir ya da iki bacağın ani gevşemesi ya da ha­ reket yetersizliği. (Bu belirti genellikle bas­ kı yapan bir omurilik lezyonunun alame­ tidir.)



T O P A R K K H İA a. (yun. toparkkhia, topos, yer ve arkhe, komutanlık'tan). Antik. Hellenistik dönemde Mısır'da nomos'un alt bölümü. TOPARLACIK sıf. 1. Çok yuvarlak, yusyuvarlacık. —2. Kısa boylu ve şişman bir kimse için kullanılır: Toparlacık bir kadın. TO PARLAK sıf. 1. Top biçiminde olan, yuvarlak şeyler için kullanılır: Toparlak yüz­ lü bir adam. —2. Toparlak hesap -» YU­ VARLAK* HESAP. || Toparlak sayı, rakam -* YUVARLAK* SAYI, RAKAM.



TOPARLAKÇA sıf. Oldukça ya da biraz toparlak. TO PARLAM A a. Toparlamak eylemi.



T O P A L L A M A K gçz. f. 1. Bir kimse ya da bir hayvan sözkonusuysa, bacağında­ ki sakatlık ya da bir rahatsızlık nedeniyle vücudunu bir yana doğru, diğer yerden daha çok eğerek yürümek: Sağ ayağı to­ pallıyor. Bu hayvan neden topallıyor? Hafif topallamak. —2. Bir iş sözkonusuysa, yo­ lunda gitmemek, aksamak.



♦ toparlanmak dönşl. f. 1. Kendine gel­ mek, kendine çekidüzen vermek: Onun ölümünden sonra bir türlü toparlanama­ dı. Artık toparlan, kendine bak biraz. Ha­ di toparlan da gezmeye gidelim. — 2 . Sağlığı düzelmek: Günden güne toparla­ nıyor. —3. Toparlanıp gitmek, ölmek: Adam üç günün içinde toparlanıp gitti (tkz.). ♦ toparlanm ak edilg. f. Bir araya geti­ rilmek, düzenli, toplu bir duruma sokul­ mak: Eşyalar toparlanmış, demek yakın­ da taşınıyorlar.



TOPALLAYIŞ a. Topallamak eylemi ya da biçimi.



TO PA R LA N IŞ a. Toparlanmak eylemi ya da biçimi.



TO PA LLIK a. Yürümedeki aksama.



TOPARLANMA a. Toparlanmak eylemi. —Ask. Yeniden toparlanma, dağılan bir­ liklerin ve askerlerin belirli bir yerde tek­ rar bir araya gelmeleri: Düşman saldırısın­ dan sonra birliklerin yeniden toparlanma­ ları kolay olmadı. —Metalürj. KENDİNE GELM E’ nin eşan­ lamlısı.



T O P A L O Ö L U (Ahmet), türk siyaset adamı (Kadirli 1914 - ? 1981). Siyasal bilgiler fakültesi'ni bitirdikten (1940) son­ ra çeşitli ilçelerde kaymakamlık ve İstan­ bul Emniyet müdür yardımcılığı görevle­ rinde bulundu (1952-1954). DP Adana milletvekili olarak TBMM'de yer aldı (1954-1957). Hatay valiliği yaptı (19571960). AP'den Adana milletvekili seçildi (1961-1980). Bu süre içinde İsmet İnönü kabinesinde İçişleri (1961-1962), Suat Hayri Ürgüplü kabinesinde Gümrük ve tekel (1965), Süleyman Demirel kabine­ sinde Milli savunma bakanı (1965-1971) olarak görev aldı.



TO PA R LA N M A K - TOPARLAMAK. TOPATAN a. Kabuğu genellikle sarı, eti gevşek dokulu, turuncu renkli ve kokulu olan uzun biçimli, erkenci bir kavun türü. (Marmara, Batı ve Güney Anadolu bölge­ lerinde yetiştirilir. Pek dayanıklı olmadığın­ dan uzağa taşımaya elverişli değildir, ya­ kın çevrede tüketilir.)



Y O P A L O Ğ L U (ihsan), türk mühendis ve B TO PA Z a. (fr. topaze; yun. topadzos' siyaset adamı (Kilis 1915). Yüksek öğre­ dan). Miner. Formülü AI2SiO„F 2 olan flunimini İsviçre’de Zürich Federal teknik üniorlu alüminyum silikat; ortorombik sistem­ versitesi'nde yaptı (1944). Türkiye'ye dön­ de kristalleşen kahverengi soluk sarı renk­ dükten sonra uzun yıllar devlet hizmetin­ te değerli, sert bir taştır. (Çok kolay dilinir; de çalıştı. Türkiye Petrolleri anonim ortak­ zümrüt, beril, grena ¡süleymantaşı) ve ku­ lığı genel müdürlüğü görevindeyken siya­ varsı çizer. Ticarette en değerli olanları sete atıldı (1966). 1975'e değin CHP Gi­ Brezilya topazlarıdır.) resun senatörlüğünde bulundu. Birinci —Kuşbil. Tüylerindeki bakır parıltılarından Erim hükümetinde Enerji ve tabii kaynak­ dolayı bazı Amazon ormanı kolibrilerine lar bakanı olarak yer aldı (1971). verilen ad.



T 3P A L TI a. Eskiden bir kentin kale top­ larının koruması altında olan yerlerine ve­ rilen ad; bir kentin yakın çevresi.



TO PA ZO LİT a. (fr. topazolite). Miner. Açık sarı ya da yeşil renkte andradit gre­ na türü.



TOPAN a. Zool. KEFAL’ in e şa n la m lısı.



T O P B A Ş a Tokat yöresinde yetiştirilen açık rekli, orta boy yapraklı, yavan ve tatlı içimli tütün çeşidi.



TO P A R A K B A L IK Ç IL a. Yazın Batı Av­ rupa’da yuva yapıp yavru çıkaran ve kışı Afrika'da geçiren küçük balıkçıl. (Bil. a. Ardeola ralloldes; balıkçılgiller familyası.)



TO PB A ŞB ALIK a KEFAL'ın eşanlamlı­ sı.



T O P B IÇ A K a. Mak. san. ve Marangl. Bir kenarı, kesici bir yarığı bulunan, çembersel halka biçiminde çelik takım. (Topbıçaklar, topbıçak aynaları denen yuvar­ lak aynalar üzerine bağlanır. Takımın bi­ lenme biçimi ve ayna üzerindeki konumu hücum açısını belirler. Bu takıma bileme sırasında değişmez bir profil verilir. Zıva­ na dili uçan makinelerde, çoğu kez topbıçak aynaları kullanılır.) T O P Ç A M , Ordu'nun Mesudiye ilçesine bağlı bucak; 5 712 nüf. (1990); 13 köy. Merkezi Topçam (esk. Gebeme), 2 298 nüf. (1990). T o p ç a m b a ra jı, Aydın ilinde Madran suyu üzerinde kurulu baraj. 1984'te işlet­ meye açıldı. Sulama ve taşkından koru­ ma amacıyla yapılan barajın gövdesi toprak dolgu tipinde; su toplama hacmi 80,5 milyon m3, göl alanı 4,20 km2, sula­ __ ________ ma alanı 4 980 hadır. TO P Ç U a. 1. Topları, cephanelerini ve topların taşınmalarını ya da çekilmelerini sağlayan taşıtları kullanmakla, muharebe meydanında da piyade ve zırhlı birlikleri ateşleriyle desteklemekle görevli askeri sı­ nıf. —2. Topçu sınıfında görev yapan as­ ker. —3. Arg. iflas eden ya da iflas ede­ ceği düşünülen kimse. — 4. Arg. Sınıfta kalmış öğrenci: O bu yıl da topçu. —Ask. Topçu irtibat subayı, savaşta piya­ deye destek sağlayacak olan topçu birli­ ği ile iletişimi kurmak üzere, piyade birli­ ğinde görevlendirilen topçu subayı. (Gön­ derildiği birliğin karargâhında topçu ko­ mutanının temsilcisi ve topçulukla ilgili da­ nışmandır.) || Ağır topçu, eskiden büyük çaplı (1 2 0 mm ve yivli toplar için daha faz­ la) toplara sahip topçu kuvveti. || Dağ top­ çusu, eskiden topları katır sırtında taşına­ bilecek şekilde parçalara ayrılabilen top­ çu kuvveti. || Deniz topçusu, savaş gemi­ lerine yerleştirilen tüm top gereçlerini kul­ lanmakla sorumlu topçu kuvveti. || Hava topçusu, hava ordusuna alt üslerin hava savunmasını yapmakla görevli topçu kuv­ veti. || Sahra topçusu, eskiden sahra bir­ liklerine destek sağlamakla görevli topçu kuvveti. —Ask. havc. Hava savunma topçusu, gü­ nümüzde uçaksavar topçusuna verilen ad. —Ask. tar. Topçu ocağı, osmanlı ordusun­ da Kapıkulu ocağı'na bağlı olan ve top yapımı, topun savaşta kullanılmasıyla gö­ revli ocak. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ask. tar. • XIV.-XVII. yy. Batı'da top sözcüğü XIV. yy.’a kadar mancınık (ok ve gülle mancınığı vb.) anlamına geliyor­ du. ilk toplar (XIV. yy.'ın kısa ve uzun mancınıkları) isabetsiz ve kısa erimli (50 -10 0 m), baklava biçiminde temrenli ok­ lar ve gülleler atıyordu. XV. yy.'da silahın eğim açısını değiştirerek erimi artırma­ ya olanak veren kundaklar ortaya çıktı. Önceleri taş gülleler, 1450'lere doğru kur­ şun gülleler, daha sonra da dövme demir fırlatan çeşitli mancınıklar yapıldı. XVI. yy.'da bomba ve havantopu icat edildi ve toplar tek bir çapta birleştirildi. Topçu sı­ nıfı ancak XVII. yy.’ın sonunda askeri bir birlik durumuna geldi. 1732’de Valliâre, çapların sayısını 5 ola­ rak sınırlandırdı (24, 16, 12, 8 ve 4'lük). Gribeauval, topları hafifletip kısalttı ve da­ ha devingen ve kullanışlı bir duruma ge­ tirdi. Onun sisteminde, sahra topları (12, 8 ve 4’lük toplar; 6 pusluk havan topları) ve muhasara ve kale topları (24 ve 16'lık toplar) vardır. Bu topların atım hızı daki­ kada 2-5 atış, erimleri ise birkaç yüz met­ redir. Gribeauval, hartuç, yükseliş tambu­ rası, çeşitli arazilerde hareketi kolaylaştı­ ran top arabalarını ve cephane arabala­ rını icat etti. Valliâre’in eski sistemini savu­ nanlarla, taktik planda topçunun devin­ genliğini savunan yenilikçi Guibert ve Gri­ beauval okulunu savunanlar arasında bü­ yük bir tartışma başladı. 1829 yılında Valöe'nin geliştirdiği sis­ temde, üzerine topçu erlerinin bindiği ve top ya da mühimmat arabasının (iki teker-



GİAT belgesine göre



lekli) bağlandığı bir ön kısım vardır; bağ­ daşık ve manevraya elverişli bir birlik olan topçu bataryası bundan böyle sürücüler­ den ve topu kullanmaktan sorumlu erler­ den oluştu; bakım taşıtları da (döküm ve malzeme arabaları) aynı şekilde hareket­ liydi. Yiv ancak 1858 yılında topa uygu­ landı. Turpin tarafından melinitin bulunu­ şu, 1885'ten itibaren karabarut dolduru­ lan obüslerden çok daha güçlü infilak edi­ ci obüslerin yapılmasını sağladı. 1887'de dumansız B barutunun bulunmasıyla se­ ri atış yapma olanağı doğdu. Déport, sonra da Sainte-Claire Deville' in topa uzun geri tepme ilkesini uygula­ yarak hidropnömatik fren denilen topla­ yıcı fren takımını gerçekleştirmesiyle 1897'de modern toplar ortaya çıktı. 1914 -1939 arasında ağır toplar, özellikle de yüksek güçte ağır toplar yapıldı. Bu top­ ları çekmek için çekiciler ve çapları 400 -520 mm'ye varan demiryolu üzerinde ilerleyebilen ağır toplar imal edildi. Siper savaşı, havanların doğmasına, uçakların ortaya çıkışı da uçaksavar top­ larının doğmasına yol açtı. Toplar artık bir­ likte kullanılmaya ve hektar başına düşen ton miktarı hesap edilmeye başlandı. Mü­ himmat taşıyan katarların ilerleyişindeki gecikmeler, büyük saldırıların düzenlen-



özellikleri uzunluk: 10,09 m genişlik: 3,15 m toplam ağırlık: 37 t mürettebat: 4 kişi



155 m m 'lik top



11609



r— NBC korunmalı kule



12,7 mm ’lik ya da 7,62 mm ’lik makineli tüfek



toplayıcı takım



cephane bölm esi (42 top mermisi



atış freni



nişan dürbünü sis bombasıatar



kovan iletim şaryosu



155 mm'lik fransız AU Fi topu GCT motorlu



(atış hızı yüksek) hizmete girişi: 1981 azami erimi: 23,5 km



AM X-30 tank kasası yatak yolu



TOPÇU SINIFI SİLAHLARI



nişan aleti



Breda Meccanica S. p. A.



Hohne atış alanında (Alm anya) atışa hazır durum da 105 m m ’lik İn g iliz sahra topları mesi için elverişli bir zemin hazırlıyordu. Topçunun piyadeyle irtibatı o dönemde üzerinde en çok durulan konulardan bi­ riydi. Gene o dönemde atış tanzimi için gözetleme uçaklarından yararlanıldı. Açık kuyruklu kundaklar da iki dünya savaşı arasında yaygınlaştı. 105’lik topların (1935 ve 1936 modeller) yatay atış alanı 60°’ye ulaştı. Fakat en büyük gelişme topların hareket gücünün artması oldu. • 1939-1960 ikinci Dünya savaşı'nda her iki taraf da topçu sınıfından büyük ölçü­ de yararlandı. Otomatik topun ortaya çı­ kışı, topçu birliklerin savaşta tank birlikle­ rini izlemesine, özitimli mermilerin kullanı­ mı da, yoğun atışların yapılmasına olanak verdi. Telsiz irtibatının geliştirilmesi ve yay­ gınlaştırılması, her taburda irtibat ve gö­ zetleme kolunun, daha sonra da hafif gö­ zetleme uçaklarının (1954'ten sonra ger­ çekleştirilecektir) kullanılması, topçuya, desteklediği birliklerin gereksinimine gö­ re ateş gücünü o anda uyarlama olanağı sağladı. Savaştan sonra küçük (40 mm) ve orta çaplı (90, bazen 120 mm) uçaksavar top­ ları kullanılmaya devam edildi; fakat gü­ dümlü karadan havaya füzelerin gelişimi, bunların sonlarının pek uzak olmadığını göstermektedir. Aynı şekilde, delici ve çukur imla haklı obüslerde gerçekleştirilen gelişmelere karşın, ikinci Dünya savaşı'nda ortaya çı­ kan birçok tanksavar topunun (8 8 PAK' lar gibi) arkası gelmedi. Günümüzde tank­ savar savunması, gelişimi 60’lı yıllarda hız­ lanan güdümlü füzelerle sağlanmaktadır.



1953’te ortaya çıkan ve Ruslar’ın da benzerini yaptığı 280 mm'lik amerikan nükleer topu”, bir süre Honest John füze­ leriyle rekabet etti. • 1960'tan sonra. Seri halde atılan roket­ lerin isabetinin artması, 2 0 km’ye kadar doyurma atışları gerçekleştirmekte (tüke­ tilen cephanenin fazlalığı nedeniyle çok masraflıdır) topçuya yeni olanaklar sağla­ dı. Fakat nükleer yüklerin küçültülmesi, klasik toplarla atılan 203, 175 ve 155 mm' lik obüslerin bu yüklerle donatılması müm­ kün olduğu halde, güdümlü füzelerin isa­ betinin çok büyük bir artış göstermesi, bü­ yük çaplı topların kullanımından kesin ola­ rak vazgeçilmesine neden oldu. Tespit araçlarının gelişimi, topların, atış yaptık­ ları anda yerlerini ve varlıklarını ortaya çı­ kardığı için, topların yer değiştirme zorun­ luluğu vardır. Hareketli silahların yararı bu­ rada kendini gösterir. Örneğin fransız taktik nükleer silah sis­ temi Plüton, AMX 30 dizisinden bir fırlat­ ma kasası üzerinde tek bir mermi taşıyan bir füzeatardır; 2 0 kt'luk güdümlü mermiyi 1 0 0 km'ye atabilir (her türlü nükleer sila­ hın kullanım kısıtlamalarıyla). Amerikan Lance, sovyet Frog ve Scud füzeatarları (bazıları istendiği kadar nükleer ya da kim­ yasal mermi atabilir) Plüton kadar, bazen de daha fazla erime sahiptir. Topçu sınıfı atış'ın hazırlanmasını ve idaresini kolaylaştıran gelişmiş araçlara kavuşmuştur. • Deniz topçusu. Baş ve kıç kasaraları donatan hafif toplar biçiminde XIV. yy.1 da ortaya çıkan deniz topçusu, XVII.



İtalyan donanmasına ait 70 modeli Breda Botors uçaksavar topunun (kulede otomatik çift namlu) atışı (çap: 70 mm, azami erim: 3 5004 000 m)



AMX 30 kasası üzerinde transız Plüton taktik nükleer füzesi (azami erimi 120 km; nükleer gücü 10-25 kt) Aérospatiale



topçu 11610



topçubaşı



Cengiz Topel



Zacharias Topeüus J. A. Acke'nin bir portresinden ayrıntı



yy.'da asıl biçimini buldu ve 250 yıl boyun­ ca pek değişikliğe uğramadı. Muhasara toplarına benzer bir biçimde kundak üze­ rinde bulunan donanma toplan, birkaç yüz metreye kadar dolu gülleler atıyordu. Toplar (12, 18, 24 ve 36), 485 gramlık bi­ rimlerle ifade edilen güllenin ağırlığıyla adlandırılır. Kırım savaşı sayesinde deniz topçusu kesin bir gelişme gösterdi. Büyük donanmalar, kuyruktan doldurulan ve git­ tikçe artan mesafelere infilak edici obüs­ ler atan yivli toplan benimsediler. Zırhlı sa­ vaşı, 1875’ten sonra 450 mm’ye ulaşan çapların sürekli artışıyla gelişimini sürdür­ dü. Yine de, iyi bir yanma sağlamak için, yavaş yanan barutun, daha sonra duman­ sız barutun benimsenmesi, topların ağzı­ nın uzatılması, isabet ve erime zarar ver­ meden çapların azaltılmasını sağladı. 1914'te deniz topçusu, 280-380 mm'lik toplarıyla (zırhlı gemilere karşı düşünülen) büyük bir topçu birliğini ve 160-164 mm'lik toplarıyla (hafif gemilere ve torpidobotla­ ra karşı) bir savunma topçu birliğini kap­ sıyordu. iki dünya savaşı arasında bu topçu sı­ nıfı çok önemli gelişmeler gösterdi, ilk hız­ lar, erimler, atım adetleri arttı. Toplar her geminin üzerinde geniş bir atış alanı ve mürettebat için iyi bir koruma sağlayan kulelere yerleştiriliyor ve güverteye yerleş­ tirilen hafif toplar basit bir örtüyle korunu­ yordu. Fakat en önemli gelişimler atış ida­ resinde kaydedildi. Percy Scott tarafından bulunan ve 1913'ten 1916'ya kadar Royal Navy'de yaygınlaştırılan uzaktan tevcih sistemi, yerini, yan ve yükseliş komutları­ nın doğrudan kule ve toplara iletildiği uzaktan komuta sistemine bıraktı. ikinci Dünya savaşı’nda çaplar yarışı, 406'lık amerikan ve özellikle 1 380 kg'lık mermileri 40 000 m'ye atan 457’lik japon toplarının ortaya çıkışıyla devam etti. Fa­ kat en çarpıcı olay, 1941-42 yıllarında müt­ tefik gemilerinde yaygınlaşan atış idare ra­ darının işin içine girmesidir. Radar, gece­ leri ya da sisli havalarda atışa ve topların sürekli olarak hedef üzerine tevcihine ola­ nak verir. En önemli değişiklikler topların kullanı­ mında oldu. Uçak gemilerinin ana gemi (capital ship) olarak kullanılmaya başlan­ masıyla birlikler arasında topçu çatışma­ sı azaldı. Büyük Okyanus ya da Avrupa' daki ortak harekâtlarda, yüksek infilak gü­ cü olan obüsler atan deniz topçusu, kıyı savunma taarruzu ve köprü başı savun­ masında büyük başarı gösterdi. Ama de­ niz topçusu, asıl 1943'ten sonra hava sa­ vunma alanında belirleyici bir rol oynadı. Savaşın başlangıcında etkisiz gibi görü­ nen deniz topçusu, 20, 40 ve 127 mm'lik toplarla kendini gösterdi. Bu toplar, 1944' ten sonra yakın erim toplarıyla donan­ mış mermiler atmak için kullanıldı. Bu önemli uçaksavar savunması ancak bu şekilde, Japonlar'ın gemilere yaptığı sal­ dırıları ve kamikaze akınlarını kırmayı ba­ şardı. Gene de topçu sınıfının durumu sava­ şın sonunda pek belirgin değildi. Büyük toplardaki gelişmeye karşın, nakliye gemi­ sinden artık vazgeçilmiştir ve o da ağır kruvazörlerin çoğu gibi kullanımdan kalk­ mak üzeredir. Uçaksavar topçu sınıfı ise, 57 ya da 76 mm'lik yeni topların ortaya çıkmasına karşın, ilk kez Almanlar'ın 1943’ te kullandığı ve uçaklar tarafından men­ zilleri dışından atılan güdümlü havadan denize füzelerle karşı karşıya kaldı. Tü­ müyle ortadan kalmasa da deniz topçu­ sunun artık denizden denize ya da deniz­ den havaya füzelerle donanmış gemiler­ de önemli bir işlevi yoktur. Karaya yapılan atışlarda amerikan donanması, uçaksavar topçusunun son çaresi olarak kruvazör­ lerde 203 ya da 152 mm'lik büyük toplan ve T27 ya da 76 mm'lik topları bulundur­ maktadır Aynı eğilim 100, 76, 45,37 mm'lik seri atışlı otomatik toplarla diğer tüm do­ nanmalardan gözlenir. Yine de Styx ya da Exocet türü denizden denize güdümlü mermilerin ortaya çıkışı, radarlara ve kü­ çük bir bilgisayara bağlı yüksek atım hızı olan (dakikada 3 000 atım) çoknamlulu hafif topların yeniden gündeme gelmesi­



ni ve kullanılmasını sağlamıştır. • Topçu ocağı. Yeniçeri ocağı ile aynı dö­ nemde kurulduğu varsayılan Topçu oca­ ğı, top dökenler ve top kullananlar ol­ mak üzere iki bölümden oluşmuştu. Top­ çu ocağı’nın kışlaları ile top dökümhane­ si Galata suru dışında, günümüzde Top­ hane denilen semtteydi. "Rihteciyan" ya da "rihtegân-ı top” denilen dökümcüler, her türlü topu burada dökerlerdi. Ayrıca, gereksinim duyulduğu zaman İstanbul dı­ şında da tophaneler kurulurdu. Topçu ocağı’nın en yüksek rütbeli komutanı “ sertopi” de denilen topçubaşı idi. Dö­ kümhanelerin amiri olan dökmecibaşı (serrihtegân) da ona bağlıydı, ocağın topçubaşıdan sonraki en yüksek rütbeli görevlisiydi. Bayrağı sarı-kırmızı olan oca­ ğın top kullanan bölümü ise Yeniçeri ocağı’nda olduğu gibi, ağa bölükleri ve ce­ maat ortaları biçiminde, örgütlenmişti. Ocağın askeri görevlilerinden başka "top­ hane nazırı” ve “ tophane emini" adlı iki sivil görevlisi de vardı. Bunlardan topha­ ne nazırı, buradaki imalat ve harcamalarla ilgili olarak devlete karşı sorumluydu. Top­ hane emini, harcamalarla ilgili kayıtları tu­ tardı. XVII. yy.'dan sonra Batı’daki geliş­ melere ayak uyduramayan Topçu ocağı'nda düzenlemeler yapılmaya başladı. Mus­ tafa III, fransız uzman getirterek Topçu ocağı’nın yanında bir de Sürat’ topçuları örgütü kurdu (1774). Mahmut II ise, 1826' da Yeniçeri ocağı ile birlikte Topçu ocağı’nı kapatarak yerine Tophane örgütünü kurdu. T O P Ç U (Osman Fevzi), türk din ve siya­ set adamı, nakşibendi şeyhi (Erzincan 1862 - ? 1939). Medrese öğrenimi gördü, müdderislik, müftülük yaptı. Birinci dö­ nem ikinci meşrutiyet meclisi'nde Erzin­ can milletvekiliydi (1908-1912). Kurtuluş savaşı'nı destekledi, Erzurum kongresi' ne Erzincan delegesi olarak katıldı ve He­ yeti temsiliye üyeliğine seçildi. Birinci meclis’te Erzincan milletvekilliği yaptı (1920 -1923). 1 TO PÇ U B A ŞI a. Ask. tar. Topçu ocağı' nın en yüksek rütbeli komutanı. — ANSİKL. Topçu ocağı'na bağlı top ya­ pımcılarının ve her tür topu kullanan top­ çuların komutanı olan topçubaşına "sertopi” de denirdi. Bozuk topların onarılma­ sı, topların sefere hazırlanması, bunların geçeceği yolların onarımı, topçuların ye­ tiştirilmesi, top ambarları ile cephanelik­ lerinin yönetimi başlıca görevleriydi. Za­ man zaman top arabacılarının da amirli­ ğini yapan topçubaşı, İstanbul’un Gala­ ta, Tophane ve Beyoğlu gibi semtlerinin güvenliğinden de sorumluydu. 1832’den sonra görevini Tophane müşirliğine dev­ reden topçubaşılar, içi kürk kaplı kırmızı çuha kaftan, sarı çizme giyerler, yeşil çu­ hadan kalafat takarlardı. T O P Ç U Ç İÇ E â i a. Dünyanın sıcak böl­ gelerinde yetişen karşıt yapraklı, bireşeyli çiçekli otsu bitki. (200 tür; bil. a, Pilea; ısırgangiller familyası.) —ANSİKL. Havai fişek otu denen bir topçuçiçeği türüne (Pilea muscosa) seralar­ da rastlanır; bunun çiçekleri açılma sıra­ sında ansızın çiçektozlarını fırlatır. Çinhindi



kökenli bir başka türü daha (R cadieri) gü­ zel bir süs bitkisi olarak bahçelerde yetiş­ tirilir. TO PÇ U K Ö Y , rumca Aghios Andronikos, KKTC’de Gazi Mağusa ilçesine bağlı köy. T O P Ç U L A R , İstanbul'da, Haliç kıyısın­ da semt; Eyüp Düğmeciler ile Demirkapı -Rami arasında yer alır. Kentin, özellikle dokuma sanayisinin yoğun olduğu kesim­ leri ndendir. TO P Ç U LU K a. Ask. Top kullanma işi ve sanatı. T O P E K A , ABD’de kent. Kansas'ın mer­ kezi, Kansas kıyısında; 119 880 nüf. (1990). Yönetim ve ticaret merkezi. Taşıt lastiği. Çelik. Besin sanayileri. TO P E K TO M İ a. (fr. topectomie). Nörol. Psikoşirürjide kullanılan ve kodeksin bazı alanlarının (ön-alın, corpus callosum çev­ resi) çıkarılmasını öngören ameliyat. T O P E L (Cengiz), türk asker (İzmit 1934 - Lefkoşa 1964). Harp okulu'nu piyade teğmeni olarak bitirdi (1955). Hava sınıfı­ na ayrılarak Kanada'ya havacılık eğitimi­ ne gönderildi (1956-1957). Merzifon, son­ ra Eskişehir Ana jet üssü'nde görevlendi­ rildi; rütbesi yüzbaşılığa yükseldi (1963). EOKA'nın türk köylerine karşı giriştiği top­ lu kıyımı önlemek için düzenlenen caydır­ ma harekâtında, bir uçuş grubunun komu­ tanı olarak gittiği Kıbrıs üzerinde uçağı dü­ şürüldü. Paraşütle atlayıp yaralı olarak kurtulduysa da, tutsak eden Rumlar’ca ertesi gün hastanede öldüğü açıklandı. Cenazesi Türkiye'ye getirildi. Anısını yaşatmak için Türkiye’nin çeşitli kentlerinde kimi alan, cadde ve okullara adı verildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk havacı savaş şehididir. 1 T O P E Ü U S (Zacharias), İsveççe yazan finlandiyalı yazar (Kuddnâs 1818 - Sipoo 1898). Helsingfors Tidningor’un editörü (1842-1860) olan bu romantik yazarın deği­ şik türdeki yapıtları arasında ona büyük ün kazandıran Fleurs de la lande (fr. çev.) [3 cilt, 1845, 1850, 1853] gibi birçok lirik şiir kitabı yer alır. Avrupa'daki çocuk edebiyatı geleneğini kuzeye kaydıran geniş bir ma­ sallar dizisi (Lâsning för bam, 8 cilt, 1865 -1896) ve uzun süre Finlandiya okullarında okutulan gözde okuma kitabı Nötre pays’yi (fr. çev.) [1875] yazdı. Yurtseverliği ve hıristiyan idealizmi birçok kuşağı etkiledi. Fin­ landiya ve İsveç tarihinden esinlenerek yaz­ dığı Fâltskârns berâttelser (4 cilt, 1853 -1867) adlı romanesk bir yapıtı vardır TO PH A N E a. Ask. Bronz ve döküm top­ ların yapıldığı atölye. —Kur. tar. Tophane müşiri, Osmanlılar'da Tophane'nin en büyük amiri. (Bu görev 1832’de meydana getirildi. Galata ve Bey­ oğlu semtlerinin güvenliğinden de Topha­ ne müşiri sorumluydu; Zaptiye nezareti kurulduktan sonra bu görev kendisinden alındı. Tophane müşiri, Meclisi vükela'nın doğal üyesiydi.) T O P H A N E , İstanbul'da, Boğaziçi'nin Avrupa yakasında semt, Karaköy ile Salıpazarı arasındadır; adını daha Mehmet II (Fatih) döneminde burada kurulan, Süley-



Tophane Melling’in gravürü (XIX. yy.)



M m arkeoloji enstitüsü, İstanbul



man I (Kanuni) ve Selim III dönemlerinde geliştirilen ünlü tophaneden alır OsmanlI döneminde Tophane Galata'dan başlaya­ rak, Fındıklı'ya değin uzanan kıyı kesimi­ ni kapsıyordu. Evliya Çelebi burada bağ­ lık, bahçelik saray ve yalılarla (Sadrettinzade. Melek Ahmet Paşa, Ebu Sait yalıla­ rı), tekkeler ve mesire yerleri bulunduğu­ nu yazar. Murat III döneminde Mimar Sinan’a Kılıçalipaşa* külliyesi yaptırıldı (1580). Siyavuş Paşa bir çeşme (1632), Mustafa Paşa da bir çeşme ile sebil (1636) inşa ettirdi. Tophane" ya da Mahmut I çeş­ mesi, Nusretiye* camisi ve sebili (1823 -1826) de bu kesimdedir. Kıyıda tophane­ ye gerekli gereçlerin getirilmesi ve topla­ rın taşınması için iki iskele kurulmuştu. Günümüzde Tophane'ye rıhtım ve ant­ repolar yaptırıldı. Semt oturma yeri özelli­ ğini yitirerek büyük iş hanlarının yer aldı­ ğı önemli bir iş merkezine dönüştü. Tophane ya da Tophane-I am ire, Os­ manlIlar döneminde İstanbul’da topların döküldüğü ve saklandığı yer Günümüz­ de de Tophane" diye anılan semtte Fatih Sultan Mehmet tarafından kuruldu (1453). Daha önceleri burada bir Apollon tapına­ ğı ile bir manastır bulunduğu söylenir. Ka­ nuni Sultan Süleyman döneminde (1520 -1566), denize yakın bir alandaki Topçu­ lar kışlası ile birlikte Tophane de yıktırıla­ rak yeniden yaptırıldı. Tophane'nin amiri, topçubaşıydı. XIX. yy.'a kadar Tophane, zaman zaman onarım gördü, yenilendi. En önemli onarımlar Selim III (1789-1807) ve Mahmut II (1808-1839) dönemlerinde yapıldı. Tophane, Osmanlılar'ın son za­ manlarında Tophanei amire idadi sanayi alayları adı altında etkinliğini sürdürdü. Günümüze ulaşan Fatih ve Kanuni dö­ nemlerinden kalma iki dökümhane, Askeri müze'nin deposu olarak kullanılmaktadır. ■ Top han e ç e ş m e s i ya da M a h m u t I ç e ş m e s i, İstanbul'da Tophane semtin­ de meydan çeşmesi; Mahmut I dönemin­ de mimar Mehmet Ağa’ya yaptırıldı (1732). Mermer işlemeleriyle dikkati çeken dört cepheli çeşmenin her cephesinde geniş bir mihrap içinde musluk ve yalak, bun­ ların yanlarında da mihrabiyeler yer alır. Aralara vazolar içinde kabartma çiçekler işlenmiştir Çeşmeyi dönemin ünlü şairle­ rinin beyitlerinden oluşan yazı frizleri do­ lanır. Küçük kubbecikli on altı kuleyle çev­ rili merkezi kubbe ve oymalı geniş saçak­ lar günümüzde onarılmıştır. T o p h an e İs k e le s i, OsmanlIlar döne­ minde İstanbul'da Tophane'ye araç-gereç ve top taşımak amacıyla aynı adla anılan rıhtıma kurulan iskele. Seferden dönen donanma, genellikle bu iskele açıkların­ da demirler, kente gelen elçiler ve yabancı üst düzey görevlileri bu iskeleden karşı­ lanıp uğurlanırlardı. XVIII. yy.'ın sonların­ da büyük kayıkçı teknelerinin yararlanma­ ları için rıhtıma ikinci bir iskele daha ku­ ruldu. Günümüze iki iskeleden de iz kal­ mamıştır. To ph ane k a s rı, İstanbul'un Tophane semtinde kasır. Kasrın yerinde önceleri Tophane-i amire ocaklarının su gereksini­ mini karşılayan bir sarnıç bulunuyordu. Ahmet III döneminde sarnıcın üzerine bir kasır kurduruldu. Zamanla ortadan kalkan bu yapının yerine Selim III Topçubaşı ile kalemi için küçük bir bina inşa ettirdi; Mahmut II döneminde bu yapı yenilendi. Talimhane ya da Nusretiye kasrı olarak da anılan bu yapı 1867'de yandıktan sonra Müşiriyet yalısı adıyla yeniden inşa edil­ di. Osmanlı-Yunan savaşı'na son veren İstanbul* konferansı burada toplandı (1897). Islahat-ı maliye komisyonu bu ya­ pıda çalışmalarını sürdürdü (1901). Lozan antlaşması'ndan sonra kasır, Boğazlar komisyonu'nun çalışmalarına ayrıldı. Uzun süre Malul gaziler yurdu olarak değerlen­ dirilen yapı, 1980’lerden sonra Mimar Si­ nan üniversitesi’ne bağlandı. Tophane ta b y a la rı, Selim III dönemin­ de (1789-1807) İstanbul'da Tophane sem­



tinde kurulan tabyalar. Bu tabyalardan atı­ lan toplarla padişahın gezileri, şehzade­ lerin doğumları, elçilerin İstanbul’a geliş ve ayrılışları, bayram günlerinin başlangıç ve bitişleri halka duyrulurdu. Tabyalardan günümüze iz kalmamıştır. To ph anei â liy e ve c e rra h h a n e i m a m u re -* C E R R A H H A N E İ AMİRE. TO Pİ a. Amerika'da yaşayan, kahverengi -kızıl renkli, mavimsi parıltılı antilop. (Bil. a. Damaliscus korrigum; boynuzlugiller fa­ milyası, Hippotraginae oymağı.) T O P İK a. (fr. topique). Dilbil. Sözcenin, üstüne bir şeyler söylenen, tema olarak verilen bölümü; Y O R U M ’ u n karşıtı. (Hint -avrupa dillerinde, topik özneyle, yorum da yüklemle karışır.) —Eczc. Haricen kullanılan ve koruyucu (talk), yumuşatıcı (lapa), pekiştirici (formol) ya da yapıştırıcı (kolodyon) olabilen ilaç. (Dıştan kullanılan veteriner topiklerl, sıvı ya da yumuşak kıvamlı olup, deri üzerine uygulanan kan çekici İlaçlardır.) —Mant. ve Bel. Aristotelesçi gelenekte, ortak değer’ ler'in öteki adı. —Psikan. Uzaysal bir düzeni olan bir ay­ gıt olarak ruhsal işleyişin kuramsal tasa­ rım biçimi. (Bk. ansikl. böl.) — A n s İK L . Psikan. Freud, ruhsallığı öğe­ lerin genellikle çok çatışmalı dinamik bir etkileşimi olarak tasarlamak zorunluluğu karşısında, bu öğeleri uzayda yer alan ruhsal bir aygıt" olarak tasarlamayı öner­ di ve 1900'de öğeleri bilinçdışı, algı-bilinç, önbilinç ve sansür olan bir ilk topik oluş­ turdu. 1920'deS. Freud, ikinci bir topikte o, üstben, ben ve gerçeklik öğelerini de ekleyerek birinci topiği düzeltti. Bu iki to­ pik, birbirlyle tam olarak örtüşmez. T O P İK a. Mutf. Nohut, patates, tahin ve soğanla yapılan bir tür meze. (Patates ve nohut haşlandıktan sonra kabukları çıkar­ tılıp ezilir ve tahinle yoğurulur. Zeytlnyağıyla yumuşatıldıktan sonra parçalara ayrılıp yassıltılır ve ortasına soğan, karabiber, kimyon ve çamfıstığı karışımı konarak be­ ze sarılır ve kısa bir süre haşlanır. Bir er­ meni yemeğidir.) Topika, Aristoteles'in Organon'unda, ortak değerler kuramının incelendiği bö­ lüm. T O P İK L E Ş TİR M E a. (topik'ten). Dilbil. Bir cümle kurucusunu topik yapma işle­ mi; cümlenin kalan bölümü yorumdur. (Gördüğüm Oktay'dı cümlesinde "Oktay" topikleştirilmiştir.) T O P İL T Z İN Q U ETZA LC O A TL, Tula nın rahip-kralı (doğm. 947); Mlxcoatl'in oğlu, Toltekler’in başı. Çoğu kez koru­ yucusu Quetzalcôatl ile karıştırılır, tarih­ sel ve mitolojik rolleri iç içe girmiştir. Tezcatlipoca -savaş tanrısına adanmış rahip­ ler sınıfının olasılıkla en yüce rahibi- ta­ rafından yenildi ve sürgün edildi. Birçok efsaneye göre, Kukulcân adı altında Yucatân'a gidip yerleşti; maya-toltek uygar­ lığının gelişmesine katkıda bulundu. “ Bir kamış” adı verilen bir takvim yılında do­ ğu tarafından geleceğini bildirdi. Daha sonra, ispanyollar “ Bir kamış" denilen yılda doğudan geldiler: bu rastlantının zaferlerine katkısı kuşkusuz çok büyük oldu. T O P K A N D İL a Camilerde, merkezi kubbeye asılan büyük kandil. T O P K A P I, İstanbul'da Fatih ilçesine bağlı semt, adını buradaki blzans kara surlarının büyük kapısından alır. Bizans döneminde Hagios Romanos olarak anı­ lan bu kapı Mevlanakapısı (Mevlevihane) İle Şulukule kapısı arasındadır. Murat II’ nln İstanbul kuşatmasında, ağırlık merkezi Topkapı kesimiydi (1422). Fatih Sultan Mehmet de 5 nisan 1453'te otağını Topkapı’nın karşısına kurdurmuştu. Takkeciibrahimağa camisi (1591), Karaahmetpaşa külliyesi (1558) bu kesimdedir. Topkapı günümüzde yoğun bir sanayi bölgesi­ dir; Avrupa ve Anadolu yönündeki kara­



yolu ulaşımının başlangıç noktasını oluşturan otogar buradadır. Topkapı g e n ç le r m ah fili, 1925'te Bican (Bağcıoğlu), Müçteba (Ör) ve arka­ daşları tarafından kurulmuş olan tiyatro topluluğu. Çoğu kendi yazdıkları piyesle­ ri sahneleyen topluluk, etkinliklerini üç yıl kadar sürdürdü. Talat Artemel, Hadi Hün gibi sonradan ün yapan sanatçılar da, ilk kez bu toplulukta sahneye çıkmışlardır. Topkapı sa ray ı, İstanbul'da Sarayburnu sırtlarında saray kompleksi. İstanbul’ un 1453'te fethinden sonra ilk osmanlı sa­ rayı Beyazıt'ta, bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde yaptırılmıştı (Saray-ı atik, Eski saray). Kısa bir süre son­ ra kaynaklarda Saray-ı cedid-i amire ola­ rak geçen ve hem Marmara'ya, hem de Boğaziçi'ne hâkim bir konumda yer alan Yeni saray, bugünkü adıyla Topkapı sara­ yı inşa edildi (1475-1478, Hammer tarihi' ne göre 1468). Yaklaşık 400 yıl Osmanlı imparatorluğu’nun yönetim merkezi olan Topkapı sarayı, 1853'ten sonra bu işlevi­ ni Dolmabahçe sarayı'na bırakmış, bura­ da yalnızca eski padişahların aileleri otur­ muştur. Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç ana bölümden ve art arda dört avluyu çevreleyen köşkler, kasırlar, cami­ ler, divanlar, devlet daireleri, kütüphane­ ler, koğuşlar, mutfaklar, çeşmeler ve bah­ çelerden oluşan, çeşitli dönemlerde ger­ çekleştirilen eklemelerle günümüzdeki durumuna ulaşan bu saray dış yapılarıy­ la birlikte yaklaşık 700 000 mJlllk bir ala­ nı kaplar. Bu alanda daha önce Byzantion kentinin akropolisi, roma-blzans kenti­ nin kalıntıları, deniz yönünde saray ve ki­ liseler vardı. Geç Blzans döneminde zey­ tinlik haline getirilen bu kesimin deniz yö­ nündeki bizans surlarına, Fatih Sultan Mehmet döneminde 1 400 m uzunluğun­ da, 28 kule ile berkitilmiş Sur-ı sultani ek­ lendi. Bu surların dördü kara tarafında (Otlukkapı ya da Ahırkapı, Demlrkapı, Soğukçeşme kapısı, Babıhümayun), üçü de­ niz yönünde (Topkapı ya da Toplukapı, Değirmen kapısı, Balıkhane kapısı) olmak üzere yedi büyük kapısı vardı; bunların aralarında da ayrıca küçük kapılar bulu­ nuyordu. Sur-ı sultani üzerindeki Alay* köşkü Gülhane parkının köşesindeki burç­ lardan biri üzerine yapılmıştı. Bu köşk 1810'da empire (ampir) üslupta yenilen­ miştir. Ayasofya yanındaki Babıhümayun adlı anıtsal taçkapıdan (1478) Topkapı sarayı' nın birinci avlusuna (Alay meydanı, Birin­ ci mahal, birinci yer) girilir, iç İçe iki kapı İle küresel bingili bir kubbeden oluşan bu taçkapının üstünde Fatih Sultan Mehmet döneminde bir köşk vardı. Birinci avluda önceleri sarayın dış hizmetlerini gören oduncular ve odun depoları, hasırcılar ve koğuşları yer alıyordu. Girişin sağında bü­ yük bir hastane, fodla fırınları, denize doğ­ ru limonluklar, cebehar.e depoları ve cebehane meydanı, Otlukkapı’dan başlaya­ rak Sirkeci'ye doğru kıyıda çeşitli dönem­ lerde yaptırılmış köşkler ve kasırlar yer alı-



Tophane çeşmesi (1732)



yordu. Bu yapılar arasında tarihsel bir sı­ Topkapı sarayı planı ra ile Çinili köşk, ishakpaşa köşkü, BayeH. Ektem-F. Akozan’ın zit II köşkü ya da Yalı köşkü, İncili köşk ya Topkapı sarayı kitabından (1982) da Sinanpaşa köşkü, Mermer köşk, Se­ petçiler köşkü, Bostancıbaşı köşkü, Gülhane kasrı, Şevkiye köşkü ya da Yeni köşk, Hasanpaşa köşkü ve son olarak Abdülmecit döneminde eklenen Mecidiye köşkü belirtilebilir. Babıhümayun'un solunda Ayairini kili­ sesi, darphane vardır. Darphane'nln ya­ nındaki yokuşun başında Koz bekçileri ka­ pısı bulunur. Daha ilerde Gülhane parkı ve İstanbul arkeoloji müzeleri yer alır. Bu kesimdeki Çinili* köşk (Sırça köşk, Sırça saray) Fatih dönemi üslubunu yansıtan en TOPKAPI SARAYI eski ve önemli anıtlardandır (1473). XV. yy. çinilerinin en güzel örnekleriyle süslü olan bu yapı ortası kubbeli, haç biçimi dört eyvanlı geleneksel planıyla da ilgi çeker. Babıhümayun'dan dar bir yolla Topkapı sarayı'nın ana girişi sayılan Babüsselam'a varılır (Ortakapı). Yanlarında sekiz­ gen kulelerin bulunduğu bu kapının 1524’ te Kanuni Sultan Süleyman döneminde İsa Mehmet tarafından yapıldığını göste­ ren yazıtı vardır. Kapının iki yanında Mah­ mut II ve Mustafa lll’ün tuğralarının bulun­ Babüssaade duğu onarım yazıtları yer alır. Bu kapının T. Allom'un gravürü (XIX. yy.) dışında idam edilenlerin başlarının ibret 'o ji enstitüsü, İstanbul için teşhir edildiği bir taş (seng-i ibret) ve S.



bunun yanında da Cellat çeşmesi bulun­ maktadır. Babüsselam'dan Birun'a (Divan meydanı, dış avlu, ikinci mahal, ikinci yer) geçilir. Birun’un sağ yanında Dolap oca­ ğı, revakların ardından yirmi kubbeyle ör­ tülü saray mutfakları yer alır (kaynaklara göre bu mutfaklarda on beş bin kişiye ye­ mek hazırlanabiliyordu). Selam II döne­ minde büyük bir yangın geçiren mutfak­ lar 1574'te Mimar Sinan tarafından yeni­ lenmişti. Bunların sağında Aşçılar cami­ si, Aşçılar koğuşu, solundaysa Helvaha­ ne bulunur. Birun'un solunda, yokuşlu bir yoldan sarayın Raht hazinesi'ne inilir. Beşirağa camisi bu çukur alandadır. Ayrıca Zülüflü baltacılar koğuşu, Hasahırlar ka­ pısı, revakların sağında Harem dairesi'nin Arabalar kapısı bu kesimdedir (Harem'in ayrıca Kuşhane kapısı ve Gülhane parkı yönünde Şal kapısı denilen iki girişi daha vardır). Arabalar kapısı'nın yuvarlak ke­ meri üzerinde Murat III döneminden 1588 tarihli yazıt yer alır. Meydanın solunda, Arabalar kapısı'nın yanındaki Kubbealtf (Divanı hümayun) önü geniş revaklı, üç kubbeli bir yapıdır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yap­



tırıldığı sanılan bu binanın iç ve dış beze­ meleri Ahmet III dönemindendir. Haftanın belirli günlerinde vüzera burada toplanır ve devlet işlerini görüşürdü, padişah da sadrazamın oturduğu yerin üstündeki ka­ fesli bölümden toplantıları izlerdi. Ayrıca halkın istekleri, başvuruları da burada din­ lenirdi. Kubbealtı'nın ardında 31,5 m yük­ sekliğinde, kare planlı, iki katlı, sivri külahlı bir gözetleme kulesi vardır. Bu kulenin taş konsollara kadar olan alt bölümü XVI. yy.'da, sütunlarla süslü üst bölümü ise 1819/1820'de Mahmut II döneminde yap­ tırılmıştır. Kubbealtı'nın bitişiğindeki iç ha­ zine (bugün müzenin silah bölümü) Tarih-i Afa'ya göre XV. yy.'dandır (sekiz kubbeli iç hazine’nin altındaki demir kapaklı bö­ lümlerde paralar saklanıyordu). Kubbealtı'nın ardında Kızlarağası dai­ resi, Şehzadeler mektebi, Musahiban ve Hazinedar daireleri, Haremağaları daire­ si, Karaağalar camisi, şadırvan, Dolaptı kubbe (Harem taşlığı), Harem muhafızla­ rı Baltacılar koğuşu, en arkada da Cariyeler hastanesi yer alır. Haremağaları ve Kızlarağası dairelerini geçtikten sonra va­ rılan büyük tunç kapı Harem'in asıl girişi-



genel görünüm



dir. Yaklaşık 150 m uzunluğunda, 75 ila 85 m genişliğinde olan bu bölüm, dört ya­ nı duvarlarla çevrili, kendi içinde çok sa­ yıda avlulu, belli bir plana bağlı kalın­ maksızın yapılmış çok girift bir mekândır. K.-B., yani Haliç tarafında yüksek sur gibi duvarlar, K.'de "Fil bahçesi” ve "incirlik"e dayanan duvarlar, K.-D.’da Enderun du­ varları ve silahhane ile divan yeri, G.'de Baltacılar koğuşu yönündeki meşkhane bu bölgenin sınırlarını oluşturuyordu. Di­ van ve Enderun meydanlarını birbirinden ayıran duvarın yönü boyunca Harem iki­ ye ayrılıyordu. Burada farklı işlevlere ay­ rılan yerler zamanla yer değiştirmiş, Harem'in büyümesiyle mabeyn de büyümüş ve G.'e kaymıştır. Harem dairesi'nin yapım tarihi kesinlik kazanmamıştır, ancak Fatih Sultan Mehmet döneminde kimi basit bö­ lümlerin tasarlandığı düşünülmektedir (Valide taşlığı çevresindeki yapıların Harem'in en eski bölümü olduğu sanılmak­ tadır). Murat III döneminde Mimar Sinan Harem’e büyük eklemeler yapmış, yer ka­ zanmak amacıyla yeni binalar var olan set ve terasların önüne eklenen ayaklar üze­ rine oturtulmuştur. Bu tarihlerde Murat III köşkü’nün içine ve önüne büyük havuz­ lar eklenmiştir. Mehmet IV döneminde Ha­ rem kâgir olarak yeniden inşa edilmiştir (1666). Ahmet III, Mahmut I, Osman III, Abdülhamit I ve Selim III dönemlerindeki eklemeler genellikle konsol ve furuşlara oturtulan mekânlardır (Osman III taşlığı asma bahçe biçimindedir), iç mekânlar harem halkının artmasıyla gittikçe bölün­ müş, asma ve ara katlarla yer kazanılmış, böylece yapının özgün biçimi tümüyle yok olmuştur. ikinci avludan bir köşe



Babüsselam'ın karşısındaki üçüncü ka­ pı çok çeşitli adlarla anılır: Babüssaade, Akağalar kapısı, Enderun kapısı vb. Önün­ de bir sundurma ve sağlı sollu revaklar bulunan bu kapının yanlarında XVIII. yy.' dan duvar resimleri vardır. Ayrıca kapı Ab­ dülhamit I döneminde bir talik yazıt ve Mahmut ll’nin kendi eseri olan bir besme­ le ile süslüdür. Üçüncü avluya (Enderun avlusu, üçüncü mahal, üçüncü yer) geçiş bu kapıyla sağlanır. Babüssaade’nin tam karşısındaki Arzodası* Fatih Sultan Meh­ met dönemindendir. Geniş saçaklı, çev­ resi revaklı yapı, günümüzdeki biçimini 1856 yangınından sonra geçirdiği onarırrilarla almıştır. Osmanlı padişahları Arzodası’ndaki kubbeli, gösterişli tahta oturur (1595'te Mehmet III yaptırdı), yabancı el­ çileri kabul ederlerdi. Arzodası'nın hemen arkasında, XVIII. yy. osmanlı mimarlığının güzel örneklerin­ den biri olan Ahmet* III kütüphanesi ya da Enderun kütüphanesi yer alır. Babüssaade ya da Akağalar kapısı’nın sağında Seferli koğuşu vardır. Dikdörtgen planlı, tonozlu ve düz çatılı iki büyük me­ kândan oluşan bu koğuşun önünde, ye­ şil somaki sütunlu bir revak bulunur. Yapı günümüzdeki biçimini Ahmet III dönemin­ de almıştır (1719). Seferli koğuşu'ndan bir­ kaç basamakla Hazinei hümayun'un re­ vakına inilir. Devşirme sekiz kalın sütunun taşıdığı, yuvarlak kemerli, düz bir çatıyla örtülü olan revakın ardında dört büyük oda ve büyük bir hayat yer alır. Birinci oda Selim II döneminde Mimar Sinan'a yaptı­ rılmıştır. Tayyarzade Ata Bey’in Tarih-ı Ata adlı yapıtına göre öteki üç oda ve hayat Fatih Sultan Mehmet döneminde Enderun hâzinesi ya da Hazinei hümayun olarak



ikinci avlu Melling'in gravürü (1819)



üçüncü avlu (Enderun) Levni’nin minyatürü (XVIII, yy.)



Alman arkeoloji enstitüsü, İstanbul



Topkapı sarayı müzesi kütüphanesi, İstanbul



inşa edilmiştir. Fatih köşkü olarak da anı­ lan bu odalar anıtsal taçkapılarıyla dikka­ ti çekerler. Sağ tarafta ayrıca Enderun mektebi ve meşkhane yer alır. Hazinei hü­ mayun'un yanında kiler (günümüzde ona­ rılarak müdüriyet haline getirildi) ve Hasodalar koğuşu bulunmaktadır. Bu bölüm­ ler onarımlar ve kimi değişikliklerle özgün biçimini yitirmiştir. Enderun avlusunun sol köşesinde, Hazinei hümayun’un (Fatih köşkü) karşısındaki Hasoda’nın (Hırkai sa­ adet dairesi) yapım tarihi tartışmalıdır: ki­ mi sanat tarihçiler burasının Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi’nden getirdiği Kutsal emanetler için yaptırıldığını öne sürerken, kimileri de yapının bir bölümünün Fatih Sultan Mehmet döneminde var olduğu görüşündedir. Kare planlı, iki katlı yapı, bi­ rer kubbeyle örtülü dört mekândan olu­ şur. Alt kat ise tonoz örtülüdür. Hasoda' nın Haliç’e bakan cepheleri on bir kubbeli revakla çevrilidir. Ahmet III kütüphanesi'nin solunda Ağa­ lar camisi, bunun ardında da Harem ya­ pılarının devamı yer alır (Altın yol, Valide taşlığı, Validesultan odası, Valide hama­ mı, Abdülhamit Un yatak odası, Selim 111' ün odası, Osman III köşkü, Havuzlu as­ ma bahçe, Hünkâr hamamı, Hünkâr so­ fası, Ahmet I kütüphanesi, Ahmet lll'ün yatak odası, Veliaht dairesi, Çeşmeli so­ fa, Ocaklı sofa, Başkadın ve Kadınlar da­ iresi, Taht kasrı vd.). Valide ve ikballer taş­ lıkları arasındaki Murat* III köşkü (1578), Sultan Murat'ın yatak odası olarak da bi­ linir. Mimar Sinan'ın yapıtı olan ve sarayın en ilginç bölümlerinden birini meydana getiren bu köşkün alt katı yazlık, üst katı kışlıktır. Enderun avlusunun ardında, Sarayburnu yönünde, Dördüncü avlu (Dördüncü mahal, dördüncü yer) bulunur. Bahçeli köşklerin yer aldığı bu bölüme eskiden Ki-



Revan köşkü (1636)



Enderun: Arzodası Ahmet II! kütüphanesi W, H. Barlett’in gravürü (1839)



Alman arkeoloji enstitüsü, İstanbul



!S . O r



İ



sünnet odasının çini dış duvar panolarından biri



zümrüt kabzalı hançer (XVII. yy.)



TOPKAPI SARAYI MÜZESİ



katlık çeşmibülbül (XVIII. yy.)



• % " > .:• -



ler koğuşunun altındaki merdivenli geçıtten ulaşılıyordu. Avlunun sağında Esvap odası, daha aşağıda Sofa camisi (1808, onarım 1858), barok ve empire (ampir) üslupta Mecidiye köşkü (daha önce ye­ rinde Çadır köşkü vardı), ortada Hekim­ başı kulesi (Lale kulesi), barok üsluptaki Karamustafapaşa köşkü (Sofa köşkü) var­ dır. Murat IV’ün Bağdat ve Revan sefer­ lerinden sonra yaptırdığı Bağdat' (1639) ve Revan* (1636) köşkleri de bu avluda­ dır. Her iki yapı da mimarileri ve zengin süslemeleriyle XVII. yy. osmanlı sanatının seçkin örneklerindendir. Bağdat köşkü’ nün terasının yanındaki dört İnce metal sütuna oturan kubbeyle örtülü iftariye ka­ meriyesi 1640’ta Sultan İbrahim tarafın­ dan yaptırılmıştır. Biraz daha solda, 1641 tarihli Sünnet odası yer alır. Şehzadelerin sünnet edildiği bu küçük yapı duvarlarını kaplayan tek parça XVI. yy. çini levhaları, küçük çeşmeleri ve pencerelerini dolanan uzun kasidesiyle ilgi çeker. Topkapı sarayı'na bağlı yapılar Atatürk’ ün buyruğu İle onarılarak müzeye dönüş­ türülmüş ve halka açılmıştır. (-> Kayn.) Topkapı sa ray ı m ü zes i, İstanbul’da Topkapı sarayı yapılar kompleksinde açı­ lan müze (3 nisan 1924). Sarayı oluşturan çeşitli yapıların onarımından sonra ger­ çekleştirilen yeni bir düzenlemeyle sergi­ lenen yapıtların zenginliğiyle, dünyanın sayılı birkaç müzesinden biridir. Osmanlı imparatorluğu'nun tarihi boyunca fetihler sonucu elde edilen, yabancı ülkelerce ar­ mağan olarak gönderilen ya da sarayın Ehil hiref örgütü’nce gerçekleştirilen çok değerli yapıtlar imparatorluğun son dö­ nemlerinde Hazinei hümayunda kısıtlı öl­ çüde sergilenmiş, ancak iradei seniye (pa­ dişah izni) ile gezilebilmiştl. Müzenin zen­ gin koleksiyonları ayrı bölümler halinde düzenlenmiştir. Saray mutfaklarında ser­ gilenen binlerce çin ve japon porseleni dönemlerine göre sıralanmıştır; bunlar Song (960-1279), Yüen (1280-1368) ve Ming (1368-1644) dönemlerini kapsar. Gü­ müş yeşili ve ateş kırmızısı sırlı seladonların en ince ve gösterişli örnekleri Ming dönemlndendir. Japon porselenleri İse çoğunlukla XVII.-XVIII. yy.’lardandır. Mut­ fakların beşinci ve altıncı salonlarında ser­ gilenen avrupa porselenleri XVIII.-XIX. yy. fransız, rus, alman ve avusturya yapıtların­ dan oluşur. Bu bölümde ayrıca XVII.-XIX. yy. venedik, bohemya ve İrlanda kristal­ leri bulunmaktadır. Yedinci salonda türk ve avrupa işi gümüşler, Abdülhamit ll'nin tah­ ta çıkışının 25. yılında gönderilen arma­ ğanlar ve tombak mutfak eşyaları yer alır. Helvahanede XVI.-XIX. yy.'lardan çok çe­ şitli mutfak eşyası sergilenmektedir. Seferli koğuşu padişah giysilerine ayrıl­ mıştır. Osmanlı döneminde, ölen her pa­ dişahın giysileri bohçalanıp etiketleniyor ve Hazinei hümayun’un bir bölümünde saklanıyordu. Günümüzde sergilenen bu giysiler arasında Fatih Sultan Mehmet’in, Genç Osman'ın, Abdülaziz’in kaftanları da vardır. Bu bölümün arkasında ipek sa­ ray seccadeleri ve şehzadelere alt giysi­ ler bulunmaktadır



Kubbealtı



Ahmet I tahtı (XVII. yy.)



Müzenin en ilgi çeken bölümlerinden biri Hazinedir. Dört ayrı salonda sergile­ nen hazine eşyaları paha blçilemeyecek değerdedir. Bunlar çoğunlukla altından yapılmış, elmas, yakut, zümrüt, İnci vb. İle süslenmiştir. Ancak İmparatorluğun geri­ leme döneminde hazine eşyasının bir bö­ lümü sikke darbında kullanılmış, bir bö­ lümü İse satılmıştır. Sergilenen altı bin ka­ dar yapıt arasında padişah sorguçları, kı­ lıçlar, kalkanlar, ok-yay torbaları, tahtalar, yeşim taşından kaplar, yazı takımları, mu­ rassa hançerler, oyun takımları, zümrüt as­ kılar, asalar, bastonlar, kandiller, nargileler vb. bulunmaktadır. Bunlar arasında her yıl Surre alayı İle Kâbe'ye gönderilen 46 kilo ağırlığında som altından yapılmış ve bin­ lerce pırlanta He süslü İki şamdan dikkati çeker. Binlerce zümrüt, yakut ve inci ile bezenmiş Nadirşah* tahtı, 8 6 kırat değe­ rinde elmas ve 49 pırlanta ile süslü Kaşık­ çı* elması, kabzasında üç iri zümrüt bu­ lunan Topkapı hançeri, ceviz üzerine al­ tınla kaplı ve 1 475 elmas, 1 210 yakut, 520 zümrütle bezenmiş Altın* beşik, altın kaplamalı ve 954 topazla süslü Tören* tahtı ya da Bayram tahtı bu bölümün en seçkin örneklerindendir. Hazine bölümü­ nü zenginleştiren bu yapıtların önemli bir kesimi Selim l’in (Yavuz) İran seferinden dönüşünde ganimet olarak getirilmişti. Tayyarzade Ata Bey’ln Tarih-ı Ata (Ata ta­ rihi) adlı yapıtında, Selim l'ln getirdiği bu hâzinelerle Enderun ve Harem hazînele­ rinin dolduğu, Selim l’in buyruğuyla bun­ ların onun adıyla mühürlendiği yazılıdır. Günümüzde de Hazine bölümünün kapı­ ları törenle açılıp kapanmakta, müzenin



özel mührüyle mühürlenmektedlr. Müdüriyet yapısının solundaki Padişah portreleri bölümünde Osman l'den baş­ layarak tüm padişahların portreleri sergi­ lenmektedir. Bu tabloların kimileri dönem­ lerinde, bir bölümüyse belgelerdeki ta­ nımlara göre sonradan yapılmıştır. Bu sa­ lonun alt katında geçici sergiler düzenlen­ mektedir. Padişah portrelerinin yanında­ ki Saatler bölümünde XVII-XIX. yy.’lardan çeşitli osmanlı saatleri sergilenmektedir. Değişik formları ve teknik özellikleri ile İl­ gi çeken bu saatlerin bir bölümü ustaları­ nın imzasını taşımaktadır. Sergilenen sa­ atler arasında XIX. yy.’dan iskelet saatler, altın üzerine mine işlemeli, değerli taşlar­ la süslü cep saatleri, duvar saatleri ve bib­ lo saatler vardır. Müzenin en önemli bölümlerinden biri Kutsal emanetlerin (Emanat-ı mukadde­ se) bulunduğu Hasoda ya da Hırkai saa­ det dairesi’dlr. Bu bölümde Hz. Muham­ met ve dört halife ile ilgili kutsal eşyalar sergilenmektedir (Hz. Muhammet’in yayı, halife Osman ve Ömer, Ebubekir ve Ali’ nin kılıçları, Osman'ın ceylan derisi üzeri­ ne yazılmış Kuran'ı, som altından Haceriesvet mahfazası vd.). Hasoda içinde ayrı bir odada altın bir sandıkta, yedi kat deri içinde Hz. Muhammet’in hırkası korun­ maktadır. Selim I (Yavuz) döneminde ge­ tirilen Kutsal emanetler arasında ayrı bir odada sergilenen Hz. Muhammet'in bir mektubu, mührü, kılıçları da yer alır. Ağalar camisi Osmanlı döneminden ka­ lan değerli elyazmalarına ayrılmıştır (yak­ laşık 24 500 elyazması). Bunlar çeşitli dö­ nemlerden minyatürleri ve ünlü osmanlı



mavi-beyaz porselen tabak Van-ll dönemi (1573-1619)



mücevher kakmalı miğfer (XVII. yy.)



hazır duruma getirmekle görevli birlik. || TO PLA M a. Bir toplamanın sonucu: iki Toplama bölükleri, muharebe alanındaki sayının toplamı. hasta ve yaralıların geriye gönderilmesi —Arit. a ve b gibi iki doğal (aynı biçimde için, onları toplanma yerlerine getirmekle sırasıyla iki bağıl, iki oransal, iki gerçek, iki karmaşık) sayının toplamı, M nin (sıra­ ■görevli motorlu sıhhiye bölüğü. || Toplama sıyla Z nin, D nin, O nün, R ya da C nin), kampı, ya düşman milliyetten sivil halkla­ toplama işlemiyle elde edilen (a, b) nin rın, ya etnik veya dinsel azınlıkların ya da görüntüsüne eşit elemanı. (1 0 dan küçük adi mahkûm veya siyasal tutukluların or­ doğal sayılar için, çeşitli toplamlar ilkokul­ du ya da polis gözetiminde toplandıkları da öğrenilir ve toplama işleminin tekniği kamp. (Bk. ansikl. böl. Tar.) || Tahliye için herhangi iki doğal sayının toplamını he­ toplama, arazide bulunan yaralıların kal­ saplamaya olanak verir, genişletme ile de dırılmasını, ilkyardım istasyonuna taşınma­ Z, D, Q, İR ya da C nin elemanlarının sını ve ayırmadan sorumlu sıhhiye birliği­ toplamı hesaplanır.) ne götürülmesini içeren işlem. —Ceb. Değişmeli bir K cismi üzerindeki —Bors. Hisse senedi toplama, bir şirke­ bir E vektör uzayının E, ve E2 gibi iki alttin denetimini ele geçirmek için o şirkete uzayının toplamı ya da toplam uzayı, ait hisse senetlerini kıymetler borsasında E,U E 2 nin doğurduğu vektör altuzayı ya­ -ya da anlaşarak- sistemli bir biçimde sa­ ni, x ,e E , ve x ,e E 2 olmak üzere E nin tın alma işlemi. x, + x 2 biçiminde yazılabilen elemanları­ —Dilbil. Bir sözlükte, yalın terimle türev­ nın kümesi. (Bu kavram E nin altuzaylalerini, türevlerin anlamsal açıdan yalın te­ rından oluşan bir aileye genelleştirilir.) rime bağlı olduğu ölçüde, bir araya getir­ —istat. Toplam değişimin ayrışımı, y ile meye dayalı sunuş biçimi. gösterilebilecek gözlem değerlerinin, or­ —El sant. Tek parça bakır kap yapımın­ talamadan sapmalarının karelerinin top­ da, dipten başlayıp ağıza doğru çıkarak kabı oluşturma. lamının ( V [y - y ] 5),"modelden dolayı



Selim H'nin kaftanı (XVI. yy.)



— İStat. -



hattatlarının yazılarını içermektedir. Tüm bu elyazmaları Yeni kitaplık adı altında bi­ limsel araştırma yapanlara açık bulun­ maktadır. Kubbealtı yanındaki iç hazine günü­ müzde müzenin silah bölümünü oluştur­ maktadır. Bu bölümde VII.-XX. yy.'lar ara­ sında kullanılmış arap, İran, memluk ve özellikle türk silahlarından zengin bir ko­ leksiyon sergilenmektedir, (Bayezit II, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Ka­ nuni Sultan Süleyman’ın kılıçları, türk, İran, kafkas miğferleri, Mahmut II döneminden tüfekler, sedef ve mercan kakmalı taban çalar, İran, türk alemleri, tuğları, XVIII. yy.'dan çakmaklı türk tüfekleri, çeşitli avrupa kılıçları, japon zırhı ve kılıcı vd.). Sarayın Has ahır bölümü saltanat ara­ balarına ayrılmıştır. OsmanlI döneminde­ ki büyük yangınlar yüzünden altın, gümüş ve değerli taşlarla süslü saltanat arabala­ rından günümüze ulaşan çok az örnek bulunmaktadır. Sergilenenler XVIII. yy. so­ nu ve XIX. yy.'dan kalanlardır (Abdülhamit H'nin saltanat arabası, Pertevniyal Sultan'ın arabası, eyerler, gemler, kamçılar, üzengiler vb. koşum takımları). Ib p k a p ı sarayı m üzast a n d an ın kü­ tü p h an e si - AHMET III KÜTÜPHANESİ. T o p k a p ı f iş e s a n a y ii a y , sınai cam kap üretiminde uzmanlaşmış, Türki­ ye Şişe ve cam fabrikaları aş’ye bağlı sanayi kuruluşu. 1969'da İstanbul'da iş­ letmeye açıldı. Ana ürünü olan sınai cam kap üretiminin yanında çeşitli tiplerde kavanozlar da üretmektedir. Sermayesi 149 milyar TL, toplam varlıkları 717 mil­ yar TL'dir. 1992 sonunda toplam üretimi 170 000 ton olan kuruluşun satışları 528 milyon TL, dışsatımı 11 739 328 dolar olarak gerçekleşmiştir. Kuruluşta 1992' de 1 026 kişi çalışmaktaydı. T O P K A R IN A R D IÇ K U Ş U a



Zool



BOZBAKKAL'ın eşanlamlısı.



TO PK Ö M Ü R a. Karb. kim. Konutlarda kullanılan, sıkıştırılarak yumurta biçimin­ de topaklaştırılmış kömür. (Topkömürler, daha çok antrasit ya da gevrek taşkömürünün İnce parçaları ile tozlarından elde edilir.) [Eşanl. BRİKET] TO PLA a. Üç parmaklı1 diren. TO PLAÇ a. Elektron. Yarı-iletken bir tekkristalin (germanyum ya da silisyum) uy­ gun biçimde katkılanmasıyla oluşturulmuş bir tranzistorun en uçtaki bölgesi. (Toplaç ve taban, normal olarak tıkalı olan bir ek­ lem oluşturur. Bu eklem, taban-verici ek­ leminden bir akım geçtiğinde iletken ha­ le gelir; bu durumda toplaç akımı, tabanverici akımından onlarca kez daha yeğin­ dir: buna "tranzistor etkisi" adı verilir.) [Eşanl. KOLEKTÖR ]



değişim" ve "kalıntı” adı verilen iki bile­ şene ayrılması: Toplam değişim = Model­ den dolayı değişim + Kalıntı. (Bk. ansikl. böl.) —Küm. kur. Toplama denen bir işlemle donatılmış bir kümenin iki a ve b elema­ nının toplamı, (a, b) İkilisinin toplama ile elde edilmiş a + b ile gösterilen görüntü­ sü. (Cebirde iki uygulamanın, iki kümenin, iki matrisin, iki polinomun vb. toplamı ta­ nımlanır.) —Mant. Mantıksal toplam, iki ya da daha çok kavramın tüm kaplamı. || İki formülün mantıksal toplamı, bu iki formülün ayrık­ lık eklemi. —Mat. Toplam alma. Birçok niceliğin top­ lamının yapıldığı işlem, —Mat. çözlm. Yakınsak bir (u„) serisi için, S „= +...+U ile tanımlı (S„) serisinin yaklaştığı S sayı­ sı. || Toplam fonksiyon, değerlerini bir top­ lama ile donatılmış bir uzaydan alan iki f ve g fonksiyonu için: f + g : x - f(x)+g(x) ile tanımlanan fonksiyon. [Herhangi sayı­ daki fonksiyona genelleştirilebilir. fn fonk­ siyonları



^ te y r



A ^JS T U R Y A



w ie n e r- .



NeUStadt^ ¿ ( V c A R i £ T A £



dırmak: Sudan geçerken eteklerini topla­ mak. Masa örtüsünü toplamak. Yatağı ge­ ce serer, gündüz toplardı. — 6 . Bir şeyi bir şeyle toplamak, sayıları, nicelikleri, sayı­ labilir şeyleri toplamak, onları birbirlerine katarak tek bir sayıda birleştirmek, bir top­ lama işlemi yaparak toplamını hesapla­ mak: Bir sütundaki sayıları diğer bir sütundakilerle toplamak. Aylık harcamaları­ nı not edip toplamak. Bir testteki evet ve hayır cevaplarını ayrı ayrı toplamak. —7. İnsanları toplamak, onları belli bir amaç­ la ya da ortak görüşteki kimseleri ortak bir eyleme katılmaları için bir araya getirmek: A.kşam yemeği için birkaç dostu topla­ mak. Bilgi vermek için kurum çalışanları­ nı toplamak. Asker toplamak. Grev için sendika başkanlarını toplamak. — 8 . Bir kurulu, bir komisyonu vb. toplamak, üye­ lerini bir araya getirmek. —9. Bir şeyleri toplamak, bir bütün oluşturmaları için bir araya getirmek: Bir başvuruda bulunmak için gerekli belgeleri toplamak. Delil top­ lamak. — 10. Bağış, vergi vb. toplamak, vermek isteyenlerden ya da vermeye yü­ kümlü olanlardan onu almak: Felaketze­ deler için bağış toplamak. — 11. Şeyleri (bir yerde, bir şeyde) toplamak, belli bir amaçla dağınık halde bulunan şeyleri bir bütün içinde bir araya getirmek, birleştir­ mek: Şiirlerini, yazılarını bir kitapta topla­ mak. — 12. Bir şeyi (soyut) [bir şeyde, bir şey halinde] toplamak, onu kısaltılmış bi­ çimde sunmak, fazlalığını atarak ona bir yoğunluk kazandırmak; özetlemek: Öykü­ yü iki sayfada toplamak. Düşüncelerini kı­ sa ve çarpıcı bir özet halinde toplamak. — 13. Bir yetiyi, bir niteliği toplamak, bir şeyi başarmak için onu bir noktada yo­ ğunlaştırmak: Tüm dikkatini, gücünü top­ lamak. Enerji toplamak. — 14. İlgi, sevgi vb. toplamak, onu elde etmek, kazanmak: Son filmi büyük ilgi topladı. — 15. Bir mik­ tar para toplamak, biriktirmek ya da bu­ lup buluşturmak: Üç beş kuruş toplayıp bir ev satın almak. — 16. Tkz. Bir kimseyi (bir yerden) toplamak, onu bulunduğu yerden alıp götürmek: Onu sürekli barlar­ dan, meyhanelerden toplarlardı. Polis dün gece bütün serserileri topladı. —17. Yağ­ mur, kar toplamak, hava durumundan söz ederken, yağışa hazırlandığı izlenimini vermek (nesnesiz de kullanılır): Güneş kar topluyor. — 18. Kendini toplamak, kendi­ ne çekidüzen vermek; bir acının, bir yıkı­ mın etkisinden kendini kurtarmak; topar­ lanmak. — 19. Bir özelliği, bir niteliği ken­ dinde toplamak, çeşitli öğeleri kendinde birleştirmek; onları kendinde taşımak: Bü-



,



Polonya oenel hükümeti ilhaklar



5



Alsace-Lorame U Luksemburg Grandukluğu



NAZİ TOPLAMA KAMPLARI (1933-1945)



toplam ak 11618



tün güzellikleri kendinde toplayan b ir in­ san. —Ask. Ateşleri hedef üzerine toplamak.



etkisiz hale getirmek ya da tahrip etmek amacıyla atışları aynı hedef üzerinde bir­ leştirmek. —Balıkç. Balığı toplamak, genellikle yem serperek balığı av alanına çekmek. —Bine. Bir biniciden söz ederken, İstedik­ lerini yaptırabilmek için bir atı ele, dizgi­ ne almak. —El sant. Yapma çiçekçilikte, çiçeğin ay­ rı ayrı hazırlanan parçalarını birleştirmek. —Mat. Toplamını yapmak. —Matbaac. Dizgici İçin, düzeltmenin pro­ valar üzerinde işaretler yardımıyla belirt­ tiği düzeltme, yer değiştirme, ekleme, çı­ karma gibi İşlemleri uygulamak. || Sayfa toplamak, bir sayfayı oluşturan öğeleri bir araya getirmek. —Oto. Direksiyonu toplamak, sağa ya da sola kırılmış olan direksiyonu düz duruma getirmek (nesnesiz de kullanılır). |j Arabayı toplamak, gerekil onanımı yaparak iyi ça­ lışır hale getirmek. —Oy. Oyun masasına sürülmüş tüm pa­ rayı kazanmak. || Kâğıtları toplamak, ma­ sadaki kâğıtları, yeniden dağıtmak üzere düzenlemek için yerden almak. || Topu toplamak, bilardoda, topa ötekilerin yanı­ na geri gelmesini sağlayacak biçimde vurmak. —Saraç. Yapılan işin tamamlanması için, çeşitli bölümlerini bir araya getirmek. —Bir parçanın kenarlarını kıvırıp yapıştırmak. —Zool. Besin toplamak, bazı böcekler, özellikle işçi arılar sözkonusu olduğunda, çiçek çiçek dolaşarak çiçektozu ve balözü almak. ♦ gçz. f. 1. Kilo almak, şişmanlamak: Son gördüğüm den bu yana biraz topla­ mışsın. —2. Çıban, yara vb. sözkonusuy-



sa, irinlenmek, iltihaplanmak. to p la n m a k dönşl. f. 1 . Bir yerde bir araya gelmek, bir topluluk oluşturmak: Yönetim kurulu haftada b ir toplanır. Bura­ da m erhum u anm ak için toplanm ış b ulu ­ nuyoruz. Eski arkadaşlar her yıl aynı g ü n ­ de b u restoranda toplanırız. — 2 . Bir yer­ de birikmek, bir yere yığılmak: Saçaklar­ dan akan su bu çukurda toplanır. — 3 .



Öğeleri bir araya gelmek, sıkışmak, bü­ züşmek. —4. Kendine çekidüzen ver­ mek; toparlanmak: M ü dü r odaya girince hem en toplandı. — 5 . Taşınmak, gitmek üzere eşyalarını toplamak; hazırlanmak: Toplandık, yarın taşınıyoruz. — 6 . Sağlığı­ na, eski gücüne kavuşmak: Bir hafta ateş­ ler içinde yattı, çok zayıfladı. — Üzülme, birkaç gün içinde toplanır. —Bine. Toplanmış at, doğru olarak dizgi­



ne dayanmış, baş ve boynu yükselmiş, art kısımları İleri doğru sürülmüş at. ♦ to p la n ılm a k edilg. f. Kişilerden söz ederken, bir araya gelinmek: Geniş bir sa­ londa toplanıldı.



♦ to p la n m a k edilg. f. 1. Tek tek alın­ mak; bir araya getirilmek, biriktirilmek; bir­ leştirilmek: Toplanan çamaşırları katlayıp kaldırmak: Ç öpler uzun zam andır toplan­ madı. Delillerin toplanması uzun sürdü. — 2 . Çiçek, meyve, sebze vb. sözkonusuysa, devşlrilmek: Kirazlar henüz toplan­ madı. — 3 . Düzgün, derli toplu hale geti­ rilmek; katlanmak; kaldırılmak: Sofra top­ landı m ı? Ev toplandı. ~ 4 . Sayılardan, ni­



celiklerden söz ederken, birbirine eklene­ rek toplamı bulunmak: Toplanabilen bi­ rimler. —5. Bağış, vergi vb. alınmak: Top­ lanan vergilerin kullanımı. Felaketzedeler için yardım toplanacak. — 6 . Bir noktada yoğunlaştırılmak: Bütün dikkatler onun üzerinde toplandı.



♦ to p la şm a k işt. f. 1. Bir araya gelmek; üşüşmek: Hastanın başına toplaşmayın. — 2 . Öğeleri bir araya gelmek, büzüşmek, sıkışmak. toplatm ak ettirg. f. 1. Bir şeyi (bir kim­



seye) toplatmak, onların toplanmasını, kal­ dırılmasını sağlamak: Ç öpleri toplatmak. Ceza olarak öğrencilere yerdeki kâğıtları toplatmak. — 2 . Meyve, sebze çiçek vb. toplatm ak, onların toplanmasını, devşlrilmeslni sağlamak. — 3 . Bir yeri, b ir şeyi (bir kimseye) toplatmak, orayı düzenletmek, dağınıklığını gidertmek: Odayı çocuklara toplatm ak -—4 . Bağış, yardım toplatmak, onun alınmasını sağlamak. — 5 . Gazete, kitap, dergi, plak vb. toplatmak, onun bü­



tün nüshalarını, kopyalarını vb. herhangi b’lr biçimde piyasadan almak. ♦ to p la tılm a k edilg. f. Toplatmak eyle­ mine konu olmak. TO PLA M A LI sıf. Küm. kur. Toplama ile gösterilen, toplama gösterilişini kullanan. TO P L A N A B İL İR sıf. Mat. çözlm. Kimi kez, ( x „ ) „ « n ailesinin toplanabildiği bir (uğ serisi İçin kullanılır. (Bu durum daha çok, serinin yakınsak olduğunu söylemekle İfa­ de edilir.) —Topol. Toplanabilir aile, bir G birleşmeli ayrık topoloji grubununU/he,eleman ai­ lesi, öyle ki, G nin aşağıdakfozelliği bulu­ nan bir S elemanı vardır: 0 ın VV dolayı, EJ0 (sonlu)Cl/J 0 ı içeren I nin VJ parça­ sı, İS -



x,)ev G sabına varmaktadır. Euler, tasarıyı daha x —x ~ ’ bilinçli bir biçim de ele alıyor ve (1735'te uygulaması süreklidir (Benzer biçimde to­ Petersburg'da Königsberg köprüleri probpolojik halkadan söz edilir.) || Topolojik ser­ temi'rv bir konum geom etrisi (geom etri­ best vektör ailesi, bir E topolojik vektör nin, yalnızca konum belirlem ekle ve bu uzayının (e,),e | vektör ailesi, öyle ki V ie I, konum dan çıkan özellikleri araştırmakla uğraşan bölümü) örneği olarak ortaya atı­ e,, (e,)i £ I—j/j. ailesinin d oğ urduğu E nin vektör altuzayının yapışmasına ait değ il­ yor. Görünüm şekildeki gibi olduğuna g ö ­ dir. (Bir aile topolojik serbestse, bu aile ser­ re, sorulan soğu şöyleydi: bir kişi her köp­ besttir. Karşıtının doğru olması için, aile­ rüden bir kez, am a yalnızca bir kez g e ­ nin sonlu olması gerektir.) || Topolojik ta­ çebilir mi? Euler, problem lem in çözüm ü ban, topolojik bir vektör uzayının, topolo­ olm adığını gösteriyor. 1750'de Berlin Bi­ jik serbest ve topolojik doğurucu vektör limler akademısı’ne Euler, ifadesi belir­ ailesi. (Sonlu boyutlu, ayrılır bir Banach siz olm akla birlikte konum çözüm lem esi ' uzayı için topolojik taban kavramının ta­ ne varan bir teorem sunuyor; bu ünlü ban kavramıyla ilişkisi yoktur.) || Topolojik K + Y = A + 2 bağıntısıdır, burada K bir çokvektör uzayı, İR ya da € üzerinde bir vek­ yüzlünün köşe açılarının sayısını, A ayrıt­ tör uzayı yapısıyla, ayrıca da aşağıdaki çif­ ların sayısını, F de yüzlerin sayısını gös­ termektedir, Euler çokyüzlüleri sınıflamak te koşulu gerçekleyen bir topolojiyle d o ­ natılmış E kümesi: için bu sayılardan yararlanmıştır. XIX. yy. E x E -* E ortasına kadar, topolojinin tarihi, pratik ba­ (x, y ) - x + y kım dan Euler teoreminin tarihiyle, onun uygulaması ve art arda yaptığı açıklamalarıyla ve çok sa­ yıda tanıtlamalarıyla iç içe girer. İlk kez IRxE (ya da C x E ) — E (a, x ) ~ a - x "to p o lo ji" sözcüğüne J. B. lis tln g *'d e rastlanır (1836). O topoloji "geom etrik yer uygulaması süreklidir. —Ruhbil. Topolojik bellek eğitm e yönte­ bağıntılarının nitel yasalarının incelenm e­ mi, akılda tutulacak anıları daha iyi koru­ si” olarak göstermiştir. F. Möbius* şekil­ yabilm ek için onları iyi bilinen ve iyi yapı­ leri oluşturan elem anlar arasında bir eş­ lanmış yerlerdeki anılarla birleştirmeye da­ leme kurarak onları karşılaştırır. O tarihten yanan yöntem. sonra topoloji, birbiri içinde biçim değiş­ tirebilm esi (fizik bakım ından) zorunlu ol­ TOPOLOVGRAD, türkç Kavaklı, G -D mayan soyut küm elere uygulanabiliyor. Bulgaristan'da küçük kent. Sakar kütlesi­ M öbius "tem el bağım lam a" adıyla eşyanin K eteklerinde, Türkiye sınırından yak­ pı uygulaması getirdi ve çizgiler ile yüzey­ laşık 30 km uzaklıkta. lerin (iki yanlı) bundan çıkan sınıflamasını TOPOMETRİ a. (fr. topométrie). Bir ha­ inceledi. XIX. yy.’ın ortasına doğru, yakın zama­rita öğelerinin ölçüm yoluyla belirlenmesi amacıyla, özellikle arazide yapılan işlem­ na kadar matematikçilerin uğraşmayı bı­ lerin tümü. (Eşanl. y e r ö l ç ü m .) rakmadıkları bir problem ortaya çıktı; bu —A n Sİk l . Topometrı işlemleri arazide, ya­ Francis Guthrie'nin De M organ'a sordu­ tay ve düşey açıların ölçülerek uzaklıkla­ ğu dört renk problem idir: bunda, düzlem rın bulunmasını, büroda ise, topografik ya üzerinde (ya da küre üzerinde) çizilmiş ge­ da fotogram etrik kanavalarda kullanılan lişigüzel alınan bir haritayı, iki komşu ül­ birçok noktanın koordinatlarının ve yük­ ke aynı renkten olm am a koşuluyla boya­ seltilerinin hesaplanmasını kapsar. D oğ­ mak için, dört rengin yeterli olduğunu ta­ rudan uzunluk ölçüm lerinde bir uzunluk nıtlamak sözkonusudur (1976'da amerikalı etalonu kullanılır: dekam etre ya da ışık iki araştırıcı, bilgisayar kullanarak bu sa­ dalga boyu (jeodimetre), elektromanyetik nıyı ortaya koymayı başardılar. [ — RENK­ dalga boyu (tellürometre). Ölçülen tüm LENDİRME.]) Riemann'ın çalışmaları, XIX. eğik uzunlukların yataya ve karşılaştırma yy.’ın topolojideki araştırmalarına kuvvetli yüzeyine indirgenm esi gerekir. Gösterim bir itme verdi. Bir yüzeyi iki farklı parçaya sistemi ayrıca bir doğrusal bozulm a geti­ ayırmak için gerekli kapalı eğri sayısı rir. Dolaylı ölçümler telemetre ya da bir üç­ 2 p + 1 olduğuna göre, yüzeyin p türünden genin öğelerinden yararlanılarak ve eğim yararlanarak o, kapalı yüzeyleri sınıfladı. düzeltmesi, paralaktik yöntem uygulana­ Riemann için, topolojik bakım dan eşde­ rak yapılır. Yatay düşey açıların ölçümü bir ğer iki yüzeyin (kapalı) türleri besbelli ay­ takeometre ya da teodolitin yatay ya da nıdır. E. Betti, bağlantılılığı bütün genelli­ düşey dairesi üzerinden gerçekleştirilir. ğiyle ayırt etmeye çalışarak, her boyut Planımetride kullanılan başlıca yöntemler için, Betti sayısı denen (boyut olarak ileri kestirme, geriden kestirme, kutupsal 2 p + 1 e eşit) bir bağlantılılık sayısı getir­ yöntem ve poligon geçkisidir. di. XIX. yy. sonuna doğru, gerçekten in­ celenen yüzeyler, yalnızca kapalı yüzey­ TOPONİM a. (fr, toponyme). Dilbil. YER ler idi. Genel ve sistemli bir ilk kuramın ya­ ADl'nın eşanlamlısı. zarı Henri Poincare, atılımını XX. yy. baş- . larında yapan, o tarihten beri gelişmesi et­ * TOPOR (Roland), Polonya asıllı transız desinatör ve yazar (Paris 1938). 1962 de kin olarak sona erm em iş cebirsel topolo­ Panique grubunu kurdu; edebiyat ve ç i­ jinin gerçek kurucusu olarak düşünülebi­ zim yönlerinin birbirine girdiği çalışm ala­ lir. Topolojinin bugünkü başlıca uzantıları (denklemler kuramında çok sayıda uygu­ rında, saçma, ama şiirsel bir kara mizah lamaları bulunan cebirsel ya da devşırımgeliştirdi: romanlar ve tiyatro oyunları, re­ sel topoloji) ve diferansiyel topolojidir. sim albüm leri ve resimli m etinler (Panic [1965], /a Vérité su r M ax Lam pın [Max TOPOLO JİK sıt. (fr. topologıque ) Topol. Lampın hakkındakı gerçek, 1968], Topor 1. Topolojiye ya da bir topolojiye ilişkin. Ft. toxicologie [Topor R. toksıkolojı, 1971], — 2 . Üzerinde bir topolojinin tanım landı­ Rêves d e ¡o u r (Gündüz düşleri, 1975], 7oğı bir uzay için kullanılır. —3. Topolojik alt p orla n d [1977]), René Laloux ile birlikte uzay, bir E topolojik uzayının, kendi topo­ yaptığı çizgifilmler (Planète sauvage [Vah­ lojisi tarafından yaptırılmış topolojiyle d o ­ şi gezegen, 1968-1973]). natılmış P parçası. ¡| Topolojik d oğurucu vektör ailesi, bir E topolojik vektör uzayı­ T O PO ZERO gö lü , Rusya'ya bağlı Karelya Özerk C um huriyeti'nde göl, faz­ nın, doğurduğu vektör altuzayının tüm E la sularını Pongoma aracılığıyla Onega ye eşit olduğu vektör ailesi. (E = {o ) ise, 0 körfezine boşaltır; 986 km 2 Balıklavalar. nın doğurucu olduğunu söylemek uygun



TOPPİNG a (ing. topping: top, doruk, tepeden). Kim. m ü h . T E P E 'D E N A L M A 'n ın eşanlamlısı. — Petr. san. Ham petrole uygulanan birin­ cil dam ıtm a ya da atmosfer damıtması. TOPRAK a. 1. Tellürik bir gezegenin ka­ buğundaki yüzeysel tabaka: Ay toprağı. — 2 . Yerkabuğunun, yapısına ya da bitki üretici niteliklerine göre değerlendirilen yüzey tabakası: Kalkerli toprak, verimli top­ rak. (Bk. ansikl. böl. Tarım.) — 3. Bir kim ­ seye ait olan, sınırları belirlenmiş alan; ara­ zi: Toprak sahibi olmak. Toprak satın al­ mak. — 4. Tarımsal nitelikleri açısından ele alınan ekilen biçilen alanlar: Verimli top­ raklar. — 5. Kırsal yaşam ve etkinlikler; bu etkinliklerin temel öğesi olarak ele alınan yerler: Toprak ürünleri. Toprağın değerlen­ dirilmesi. — 6 . Denizin ve gökyüzünün karşıtı olarak kara: Toprağa ayak basmak. — 7. Yerkürenin, coğrafi, ulusal, bölgesel vb. açıdan ele alınan kara yüzeyinin kap­ ladığı alan: Vatan toprağı. Doğduğu top­ raklara geri dönmek. — 8 . Arg. Bozuk eroin, esrar, afyon vb. — 9. Toprak doyur­ sun gözünü - G Ö Z 'Ü N Ü TOPRAK DOYUR­ SUN. || Toprak bile kabul etmez, çok kötü ve günahkâr olarak bilinen kimseler için söylenir. || Toprak olmak, göm üldükten sonra çü rüyü p to p ra ğa karışmak; ölmek. || Toprak paklar, aşırı ölçüde kötü olduğu, kötülüklerinin ancak ölüm üyle son bula­ bileceği düşünülen bir kim se için söyle­ nir. || Toprak rengi, sarıya ya da yeşile ba­ kan kahverengi, bu renkte olan şey için kullanılır; haki. || Toprağa bakmak, bir kim­ seden söz ederken, ölüm ü yakın görün­ mek. || Toprağa girmek, ölmek, gömülmüş olmak. || (Bir kimseyi) toprağa vermek, ölen bir kimseyi göm m ek. || Toprağı bol olsun, müslüman olmayan bir ölüden söz ederken, "ruhu sükûnet içinde olsun” an­ lamında söylenir. || Toprağı çekmek, sürek­ li oturduğu bir yerden ayrılarak kısa bir sü­ re kalmak am acıyla gittiği yerde ölmek:



Köydeki annesini görmeye gitmişti, orada öldü, demek toprağı çekmişi. || Toprağına ağır gelmesin, ölm üş bir kimsenin kötü yönlerinden söz edileceği zaman kullanı­ lır. || Kâbe toprağı, halk arasında İstanbul'a göre Ü sküdar ve ötesi için kullanılır. — Balist. Toprak açısı, toprak hattıyla ya­ tay düzlem in oluşturduğu açı. — Bayınd. Toprak betonu, kille birbirine bağlanan ince çakıl ve kumlardan oluşan beton. || Stabilize toprak, granülometrisini değiştirme, donatı ekleme, kurutma, sı­ kıştırma, bağlayıcı ya da çöktürücü bir ürün katm a yoluyla nitelikleri iyileştirilmiş alan. — B ü y ü c . Toprak falı — REMİL. — Der. hast. Toprak rengi deri iltihabı, ba­ cakların iç tarafında noktalar halinde purpuralar ile kendini belli eden deri hastalı­ ğı. R enklendirm enin nedeni hemosiderinin birikimidir. (Çok zaman bu hastalığa süreğen bir toplardam ar yetersizliği ya da bir bacak ülseri eşlik eder.) — Din tar. Vaat edilmiş toprak (Arz-ı m ev’ ut), Mısır'daki tutsaklıkta ibraniler'e vaat edilen ataların toprağı; Filistin. || Kutsal top­ rak (Arz-ı mukaddes), İsa'nın doğumu, ya­ şamı ve ölüm üyle kutsallık kazanan böl­ ge — Elektrotekn. Potansiyeli referans olarak alınan iletken gövde. (Eşanl. ŞASİ.) || Her noktadaki elektrik potansiyeli, uzlaşma gereği sıfıra eşit alınan iletken zemin. || Toprağa bağlı, düşük empedanslı iletken (kimi kez toprak bağlantısı da denir). || Top­ rak akımı, bir iletkenle toprak arasındaki kaçak akımların ve kapasitif akımların tü­ mü. || Toprak devresi, zemin potansiyelin­ de olması gereken noktaları, aralarında ve topraklama noktalarına birleştiren iletken­ ler kümesi. || Toprak hattı, toprakla bir bağ­ lantı kurmaya yarayan, toprağa göm ülü iletken ya da iletkenler kümesi. (Toprak hatlan kişileri elektrik kaçaklarına karşı g ü ­ venceye almak, hatları ve donanımları ko­ rum ak amacıyla kurulur; korumanın etkin­ liği, topraklam a hatlarının direncine bağ ­



lıdır; daim a küçük olması gereken bu d i­ rencin kabul edilebilir en büyük değeri, donanımının nötr hattının, toprağa d o ğ ­ rudan bağlı olmasına ya da olmamasına göre değişir.) —Giz. bil. Verimliliğin, dişilliğin simgesi; eril ve bilinçli çatışmaların simgesel yeri olan göğün karşıtı. — Hırist. Serpm e toprak, kilise tarafından aforoz edilenlere karşı uygulanan ve ce­ setlerini kutsanmış bir toprak olan mezar­ lığın dışında, kır ortasında toprak ya da taşlarla örtmeye dayanan göm m e biçimi. — Huk. Toprak hukuku, toprak üzerinde­ ki mülkiyet rejimini, toprağın işletilmesiy­ le ilgili usulleri (ortakçılık, yarıcılık, kiracı­ lık v b ) düzenleyen hukuk dalı. — İnş. ve Bayınd. Toprak işleri, toprakları yerinden oynatm a, kazma, yığm a gibi iş­ lemlere verilen genel ad. (Bk. ansikl. böl.) — isi. huk. Toprak kadısı ya d a toprak na­ ibi. araziye ilişkin davaları yerinde çözüm ­ leyip, arazi sınırlarını belirleyen kadı ya da naip. — Kim. N ad ir topraklar, lantanitlere ve bunların oksitlerine verilen genel ad. (Bk. ansikl. böl.) — Kim. müh. Yüzde tutm a yoluyla arıtma işlemlerinde kullanılan ya da katalizör ola­ rak yararlanılan kil, lekeci kili boksit ya da bir başka doğal toprak. || Etkinleştirilmiş toprak, sülfürik asitle işleme ya da kalsine etme yoluyla yüzde tutm a özellikleri geliştirilmiş toprak. (Genel olarak rnontm orillonit sınıfı killerden [bentonit] elde edilir ve etkin kil olarak bilinir.) — Metalürj. Kalıp toprağı, toprak, kil ya da kil bakım ından ço k zengin silisli-killi kum, çok ince kıyılmış saman, taşkömürü ya da kok tozundan oluşan, dökümcülükte, dön­ dürmek kalıplama işlem lerinde ya da bü­ yük boyutlu kalıpların yapım ında kullanı­ lan karışım. — Miner. ve Kim. Eskiden birer element olarak kabul edilen itriya, alüm in, silis gi­ bi kuru, tatsız, kokusuz, kararlı ve suda çö­ zünmeyen metal oksitlere verilen ad. || A l­ kali topraklar, baryum hidroksit, kireç, magnezya, stronisya. || Ç öm lekçi toprağı, su katm adan işlenebilen beyaz ya da renkli yum uşak kil. || Kahverenkli Köln top­ rağı, boyacılıkta kullanılan linyitli kil. || Ker­ p iç toprağı, kerpiç yapım ında kullanılan sarı renkli balçık. || Kırmızı toprak, kalkerli toprakların yüzeysel bozunmaları sonun­ da oluşan kırmızı kil. || Kizelgur toprağı -» KİZELGUR, TRİPOLİ. || Magnezyumtu toprak -> MAGNEZYA. || Nocera ya da Um bria toprağı, Um bria'dan çıkarılan (adını bura­ dan alır) hidratlı doğal dem ir III oksit. (Bo­ yacılıkta kullanılan kızıl kahverenkli bir aşı boyasıdır.) || Porselen toprağı, yıkandığın­ da kaoleni veren taneli kil. |j Siena topra­ ğı, bileşim indeki dem ir ve m anganez ok­ sitlerden dolayı kahverengimsi kırmızı-sarı bir rengi olan kil. || Yeşil topraklar, pirok­ senler ile kimi killerin bozunması sonun­ da oluşan bileşikler; bu bileşikler gerçek­ te bileşim lerinde demir bulunan magnez­ yum, kalsiyum, alüminyum, potasyum ve sodyum silikatlardır. Bazik boyarm addeleri bağladıklarından boyacılıkta kullanılır­ lar. — Nalbantl. Toprak yüzü, nalın toprağa değen yüzü. | —Pedol. Atttaki anakayacın, atmosferin ve canlı varlıkların etkisiyle fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçler sonunda değişikliğe uğramasıyla oluşan gevşek ve çeşitli ka­ lınlıkta yüzeysel doğal oluşuk. (Toprağın yüzeyi, tarım uzmanlarının ekenek olarak adlandırdıkları bölüm dür ve çoğunlukla, insan eylemiyle derin biçim de etkilenmiş­ tir.) [Bk. ansikl. böl.] || Toprak iklimi, mev­ simsel sıcaklık, hidrom orfi, havalanma, kısmi C 0 2 basıncı (atmosferdeki kısmi basıncın yüz katına erişebilir) koşullarıyla ayırt edilen toprak içi iklim. (Toprak iklimi büyük toprak tiplerini belirler ve açıklar, belli bir toprağı tarımsal ve belli bir bitki­ ye göre özelliklerini değerlendirm eye ya­ rar.) || M illi toprak — LİM ON. —Seram. Kundukviran ya. da Kundukören



toprağı, Kütahya’nın Kundukviran yöresin­ de bulunan ve seram ik yapımında kulla­ nılan bir tür kaolen. (Aynı yöreden elde edilen kuma da Kundukviran kum u d e ­ nilir.) — Tar. işlenmemiş topraklar (rusçada Tselinnıye zemti), eski SSCB'de yoğun bir "tarıma açm a" kampanyasına konu olan topraklar (1954-1960). [Hruşçev'in başlattığı bu işlem, Kazakistan, Povoljiye, Ural ve Sibirya'daki 42 milyon hektar işlenmemiş ya da boş bırakılmış topra­ ğın değerlendirilm esiyle sonuçlandı ] —Tarım. Toprağı kabartmak, genç bitkile­ rin ekim ve büyüme koşullarını iyileştirmek am acıyla toprağı parçalam ak. || Açık tar­ la toprağı, açıkta işlenen toprak (kapalı yer, örtü altı, sera toprağı karşıtı olarak). [| Ç ürük toprağı, toprakla ya da eylemsiz m a dd e l^; ile mayalanmış ya da mayalan­ maya elverişli organik m addelerin karışı­ mı. (Çürük toprağı, meyve ve çiçek bah­ çelerinde kullanılır.) || Funda toprağı -* fu n d a . || İnce toprak, 2 mm'lik elekten ge­ çebilen toprak. || Kara toprak, çernozyom. || K ireçle toprak ıslahı, toprağın asitliliğini düzeltm ek ya da önlem ek am acıyla kul­ lanılan iyileştirme yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) || Oyuklu toprak, köklere zararlı, to­ humların çimlenmesine engel olan büyük boşluklarla dolu toprak. (Bu toprak tıkız­ laşsın diye merdanelenir.) || Tarım topra­ ğı, ekim e elverişli toprak. —Tarıms. ikt. Toprak reformu, toprağın kul­ lanımı ve mülkiyeti konusunda sosyal gruplar arasında var olan ilişkilerde yapı­ lan hızlı değişiklik. (Bk. ansikl. böl.) |{ Top­ rakların parçalanması, bir arazinin, bir böl­ genin ço k sayıda parsellere bölünmesi. — Uluslarar. huk. Toprak esası, bir devlet vatandaşlığının kazanılmasında, doğum yerini esas alan ilke (Toprak esası türk hu­ kukunda istisna olarak, kimi koşullarla ka­ bul edilmiştir. Konuyla ilgili Vatandaşlık k.'nun 4. m addesi şöyledir: Türkiye’de do­ ğan ve vatandaşlığını ana ve babasından doğum la kazanamayan çocuklar doğum ­ larından başlayarak türk vatandaşıdırlar.) —Yağ. mad. Toprakla işleme, rengini aç­ m ak üzere bir yağa renk giderici toprak katma. || Kullanılmış toprak, yağ ve renk giderici m addeleri soğurm uş ve bu m ad­ deler bakım ından doym uş toprak. || Renk g id e rici toprak, yağ üretim inde ham yağ­ ların rengini açm akta kullanılan toprak. (Buna ağartma toprağı d a denir.) [Bk. an­ sikl. böl.] sıf. Topraktan yapılmış: Toprak testi. Toprak dam. Toprak çanak. — Bayınd. Toprak yol, hiç yabancı gereç katılmadan ya da çok az katılarak gerçek­ leştirilen trafik yolu. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Bayınd. Toprak yol, doğal to p ­ rağın kuru olarak ya da ıslatıldıktan son­ ra sıkıştırılmasıyla elde edilir. Lastikli taşıt­ ların yol üzerinde g id ip gelmesi, yolun kendiliğinden sıkışmasını sağlayabilir, an­ cak, bu durum da, çoğu kez, süspansi­ yonların rezonansına bağlı olarak kapla­ ma yüzeyinde dalgalanm alar biçim inde kendini gösteren bir aşınma ortaya çıkar, — inş. ve Bayınd. ister toprak, ister taş ol­ sun, bir arazinin doğal engebesini değiş­ tiren tüm işlemlere toprak işleri denir. Sı­ radan uygulam alarda mekanik kürekler, kazıcılar, yükleyiciler, buldozerler, skreyperler, greyderler, sıkıştırıcılar ve toprağı taşım ak için dam perli kamyonlar kullanı­ lır. Ç ok önemli toprak işleri sözkonusu ol­ duğunda. çekm e kepçeli, kovalı ya da te­ kerlekli ekskavatörlerden yararlanılır. — Kim. N adir topraklar. Elementlerin d ö ­ nemli sınıflandırılmasında, 57'den 71 nu­ maraya dek ardışık olarak sıralanan 15 elemente "n a d ir toprak m etalleri" adı ve­ rilir. Bunlar lantan, seryum, praseodimyum, neodim yum , prom etyum , sam ar­ yum, europiyum , gadolinyum , terbiyum , disprosyum, holmiyum, erbiyum, tulyum, itterbiyum ve lutesyumdur. Çok yakın özel­ likler taşıdığından skandiyum ile itriyum da genellikle bu grub a sokulur.



toprak 11628



BİYOKLİMATİK KUŞAKLAR VE KUŞAKSAL TOPRAKLAR



itriyum'lu topraklar’dır.



Bu metaller, cevherlerinde çoğu kez bir arada bulunur. Bunları arı duru m d a ayrı olarak elde etm ek ço k zordur. Bununla birlikte oksalatlarının asit ortam da ço k az çözünmesi nedeniyle öteki elementlerden toplu olarak ayırmak kolaydır. N adir toprak m etallerinin en önemli cevherleri monazit, bastnaezit ve ksenotim dir; elde edildikleri kaynaklara ve tuz­ larının çözünürlük derecelerine göre iki ana grub a ayrılırlar; ilki lantan, seryum, praseodimyum, neodimyum, prometyum ve sam aryum u kapsayan seryumlu* top­ raklar; İkincisi terbiyum (europiyum , ga­ dolinyum, terbiyum ) ve erbiyum grubu (disprosyum, holmiyum, erbiyum, tulyum) ile itterbiyum ve lutesyumdan oluşan



Bu elementlerin tüm ü çok zayıf elektro­ negatif, metalleri ise güçlü indirgenlerdir, iyonlarının normal yükseltgenme derecesi IH'tür; ancak kimilerinin daha yüksek (ser­ yum: IV) kimilerinin dfe d aha düşük (eu­ ropiyum , itterbiyum, sam aryum : II) bir yükseltgenm e derecesi vardır. Bu metal­ lerin tuzları ile oksitleri, tek başlarına ay­ rılm alarında yararlanılan ço k değişik önemli kimyasal özellikler gösterirler. • Elde edilişi. Gravimetri, yüzdürme, man­ yetik ayırma vb. gibi yöntemlerle zengin­ leştirilen nadir toprak cevherleri, daha sonra öğütülerek kimyasal topkim elere sokulur; monazit genellikle sıcakta sod­ yum la, bastnaezit kavurm a işleminden



önce ya da sonra hidroklorik asitle işlenir Cevherleri yüksek sıcaklıkta klorürleştirici kavurma işlemine uğratıldığında mişmetal üretim inde kullanılan susuz bir klorür verir. Birbirinden değişik, ço k çeşitli ayırma yöntemleri vardır; ancak en etkili olanları, iki evreye aynı anda uygulanan­ lardır: sıvı-katı evre (bölümsel çöktürm e ve kristallendirm e ya d a iyon değiştirme); sıvı-sıvı evre (çözücüyle özütleme). Nadir toprak metalleri, ergime sıcaklıklarının çok yüksek olması ve güçlü indirgen özellik­ ler taşıması nedeniyle ço k zor elde edilir­ ler. Üretimlerinde, ya eriyik halindeki tuz­ larının elektrolizinden ya d a metalotermi yönteminden (özellikle kalsiyumla indirge­ me) yararlanılır.



dönencesi.



ekvator



)!ak dönencesi dağlık b ö lg e le r



ç o l v e y a r ıç ö l k u ş a k la n



P h. D u c h a u fo u r’ a göre, Pet (M asson, 1983) \



I.



BİYOKLİMATİK KUŞAKLAR VE KUŞAKSAL TOPRAKLAR katları oluşturan etkenler ve katların oluşum I



bitki örtüsü______________________toprak______ so ğu k ç ö lle r



|



v e tu n d ra



L—



i v e t u r b a la r



I



re çin e li ku zey orm a nı (tayga)



—-



ı m in e ra lli ka ba to p ra k la r



ılıman ve ya rıkarasa l b ö lg e le rd e ya praklı ağa ç orm a nı k ıt a s a l v e t r o p ik a l y a r ık u r a k b o z k ır



a sitli H 20 ± don



YÜKSELTGEME-İNDİRGEME



I p o d z o lla r



H 20 + ç o k asitli h u m u s (mor)



ÇÖZÜNM E + G Ö ÇLER



k ü lre n g i A 2 ve a lio tli B katları



i ka h ve re n g i v e /ya da I yıkan m ış to p ra k la r



H 20 + az a sitli ya da ya nsız h u m u s (m ull)



M İN E R A L A Y R IŞ M A S I (M İKALI S O N Ü R Ü N K İL L E R İ)



k a tla r A ^ k illi -h u m uslu to p ra kla r, B: d e m ir ve



H ? 0 + k ire ç li k a lın h u m u s (p R 7 y a d a d a h a çok)



K Ö K K Ü B E D E Z A Y IF A Y R IŞ M A



|........ı e ş h u m u s lu t o p r a k la r I ... : I ( ç e r n o z v o m v e a k r a b a la r ı)



A k d e n .z o r m a n la r ı v e y a r ı t r o p ik a l o r m a n la r



l—



. fe r S ia ntjk t o p r a k la r



t ro p ik a l k u r u o r m a n la r v e s a v a n l a r



L



e k v a t o r o r m a n la r ı v e n e m li t r o p ik a l



|



.J



«j d e m irli t o p r a k la r



y



1 /i li r t n l / c i K I / 4 r n l / c ı f K î r l i A i -A



d e r in le r d e k a r b o n a t ç ö k e lm e si



H 2O + H C 0 3 - v e o r t a la m a s ıc a k lı k : 1 5 ° C tan a z



Y A N S IZ Y A D A A Z A S İT L İ K U V V E T L İ A Y R IŞ M A . K IZ A R M A (K İL L E R + D E M İR O K S İT L E R )



killi B k atı (m o n tm o rillo n it) ' / . SIK s lk k ir e ç li k a b u k



H2 0 + H C 0 3 - v e o r t a la m a s ıc a k lı k : 1 5 ° C ’ tan ç o k



...... _ Y O Ğ U N A Y R IŞ M A



........... B k a tı: k ille r (k ao lin it) + d e m i r o k s it



M İM P R A I1 PR İM u Î tÇd ™ i-Ti TA M H ID R 0 L IZ I



o k sitli B k atı ( a lü m in y u m v e d e m ir o k s itle ri) ± K a o lin it



y a ğ ış : 1 0 0 0 m m ’d e n a z



s a v a n la r



] la te ritli t o p r a k la r ....... " '



H 20 + H C 0 3 - v e o r t a la m a s ı c a k lık : 2 0 ° C ’ t a n ç o k k ı s a k u r a k m e v s im



II. YEREL KOŞULLAR VE KUŞAKİÇİ TOPRAKLAR ö z e l b itk i ö r t ü s ü



t u z lu t o p r a k la r " " l h id r o m o r f t o p r a k la r — S jy a h t r o p ik a l k ille r ( v e r t is o lla r )



s o d y u m iy o n u



=>



Y Ü K S E L T G E M E -İN D İR G E M E m o n tm o r illo n it kili



toprak • Kullanım alanları. Cam ve seramik sa­ nayisi, nadir toprakların en önemli kulla­ nım alanlarından biridir. Seryum oksit, ca­ mın perdahlanm asında ve tıbbi optikte (düzeltici camlar) kullanılır, çünkü yüksek enerjili ışınımlara dayanıklı (X ya d a 7 -ışınları) ço k parlak camların üretilmesini sağlar. Ayrıca nadir toprak metallerinin ok­ sitleri, iyonlarının erguvan kırmızısı rengin­ den dolayı dekoratif cam yapım ında kul­ lanılır. Lantanit oksitler emay sanayisinde de büyük miktarda tüketilir; bu oksitlerden ya donuklaştırıcı olarak ya da çeşitli pig ­ m entlerin elde edilm esinde ham m adde olarak yararlanılır, ancak bunların özellik­ le seram ik sanayisinde büyük bir önemi vardır: em aylar ve ateşe dayanıklı kapla­ malar, ateşleme bujileri, dielektrik sera­ mikler vb. Ayrıca yüksek sıcaklıkta iletken­ liğim koruyan ve yükseltgenlere karşı iyi bir dayanım gösteren ısıtıcı elemanların bileşim ine girerler. Aydınlatma sanayisi, lantanitlerin özgül tayf özellikleri nedeniyle nadir toprak m e­ tallerinin kullanımında önemli bir pazar oluşturur. Lantanitlerin oksitleri ile bunla­ rın flüorürleri, uzun yıllardan beri projek­ törlerde yeğin elektrik arkı veren köm ür­ lerin üretim inde kullanılmaktadır (sinema sanayisi). Lantanitlerin (özellikle europiyum), aydınlatma lam balarında ışılparçacıklar olarak kullanımını da özellikle belirt­ m ek gerekir. Europiyum la etkinleştirilmiş itriyum vanadatın, renkli televizyon ekra­ nı yapım ında katodik ışıldama malzeme­ si olarak kullanılması, 60'lı yıllarda nadir toprakların işletilmesinde önemli bir atılım başlattı. G ünüm üzde başka taşıyıcı m al­ zemelerle birlikte kullanılan europiyum, az bulunur tayf özellikleri gösterir. Aynı özel­ liklerden kimi laserlerde neodimyumla yo­ ğun ışık elde etmekte yararlanılır. Katalizör sanayisi, lantanitlere, özellikle petrol krakingi alanında yadsınamayacak yeni bir pazar açmıştır. N adir toprak m e­ tallerinden hazırlanan katalizörler, polimerleştirme, hidrojenlem e vb. gibi pek çok tepkim ede kullanılır. Bunlardan ayrıca oto­ mobillerde egzos gazlarının zararını azalt­ mayı sağlayan artyanma" işlemlerinde ya­ rarlanılır (egzos gazlarını temizleme). Metalürjistler, lantanit metallerini, kimi özelliklerini iyileştirmek için demirdışı diğer metallerle alaşım halinde kullanırlar. Bir lantan-seryum-neodimyum alaşımı olan mişmetal, oksijen ve kükürde büyük ilgi gösterdiğinden dökme demir ve çeliklerin açlaştırılmasında işe yarar. Kobaltın lantanitlerle oluşturduğu alaşımların manyetik özelliklerinden yararlanılarak, kalıcı ve g üç­ lü mıknatıslar elde edilir, itriyum-demir ya da itriyum-alüminyum grenaları, yüksek fre­ kanslı dalgaların işlenmesinde kullanılır, in ce dilimler halinde doğranmış galyum ve gadolinyum tekkristallerinden ferrimanyetik nadir toprak filminin (birkaç /im kalınlı­ ğında) epitaksisinde taban tabaka olarak yararlanılır; çünkü ferrimanyetik nadir top­ raklar bilgisayar belleği olarak kullanılma­ larını sağlayan manyetik kabarcıklanma olayı gösterirler. — Pedol. • Evrim ilkeleri. Toprak, kayaç mi­ nerallerinin, ortam etkenlerinin etkisiyle yavaş yavaş değişimlere uğraması sonu­ cu ortaya çıkan katmanlardan ya da kat­ lardan oluşur. Toprak, yüzlerce ya da bin­ lerce yılla, yüzlerce binyıl arasında süren birçok aşam ada doğ a r ve gelişir. Bir to p ­ rağın tarihi, atmosferle temas halindeki ka­ yacın fiziksel çözülm esiyle başlar (I. evre) ve m ineral maddeye uygun bitki örtüsü­ nün yavaş yavaş yerleşmesiyle sürer (II. evre). Böylece ilksel toprağın C ve A kat­ ları aynı anda oluşur: C, çözülme m adde­ si, ya d a toprağın anakayacı; A, bitki kök­ lerinin yerleştiği ve kökkürenin biyolojik et­ kinliğinin g örüldüğü organo-m ineral kat. Zamanla, toprak profili derinleşir, ayrışma ve C ve A katlarından malzeme göçü so­ nucu B katları farklılaşır. Toprak yavaş ya­ vaş olgunluk evresine ve bitki-hum us -toprak ekosisteminin kararlılığı (III. evre) evresine denk düşen denge profiline ya



2. Topraklar ve doğal ortamların denge­ si. Biyokütle yaratan bitkilerden, insan ta­



d a klimaksa doğ ru evrimleşir. Bu evrim, genel etkenlere (biyoklima ve bitki örtüsü) rafından kullanılmayan biyokütle artıklarını ve/ya d a yerel koşullara (anakayaç ve to­ dönüştüren canlı hayvan organizmalarıyla pografya) bağlıdır, insan da toprağın tari­ m ikroorganizm alardan oluşan karasal hinde önemli bir etken olabilir (bozulma). ekosistemler, toprakta biyolojik döngüleri Toprağın bu oluşum evreleri ya da topiçin gerekli besleyici öğeleri, suyu ve m i­ rakoluşum süreci sırasında toprağın bile­ neral elementleri bulurlar. Yani toprak ya­ şenleri ve belirgin özellikleri farklılaşır: kil şamın dayanağıdır; yeryüzündeki yaşa­ mineralleri, ya da killer, hidroksitler, demir mın sürekliliğini ve insan çevresinin niteli­ ve alüm inyum oksitler, çözelti haldeki ya ğini belirler. Bitki örtüsüyle toprak arasın­ d a değiştokuş edilebilen iyonlar, son ola­ daki büyük doğal dengelerin bozulması, rak da bitki artıklarından ve canlı organiz­ su kaynakları, arazilerin kararlılığı ve at­ m alardan kalan organik m adde (mikrop mosferin niteliği gibi çevre koşullarını ciddi ya da fauna kökenli biyokütle). biçim de bozar. Ayrıca, fiziksel, kimyasal ve Toprağın bileşenleri, ya da koloitleri, biyolojik özellikleriyle toprak, insanın yol anakayadaki birincil minerallerin zararına gelişir; bunların ayrışmaya karşı en direnç­ . açtığı kirlenmelerde (konut ve özellikle sa­ nayi artıkları) arıtıcı filtre olarak çok önemli li bölümü toprağın kaba öğelerinde ya da bir rol oynar. iskeletinde bulunur. Böylece, yoğunluğu 2. Pedoloji ve maden kaynakları. Yatakbi2,65’e yakın, genellikle kütlesel bir kayaç lim ya da yararlı metallerin derişim inin in­ olan ayrışmamış ilksel malzeme, görünür celenm esi, pedolojik mekanizm aların yoğunluğu 1,8 ile (C katı) 0,7 (organomiönem ini ortaya koyar; jeolojik zamanlar neral katlar) sınır değerleri arasında d e ­ boyunca bu mekanizmalar, bazı m aden ğişen, gözenekli bir ortam olan toprağı ya­ yataklarının oluşum unu sağlayabilmiştir. ratır. Toprağın temet fizikokimyasal özellik­ Kimi demir, alüminyum (boksitler) ve öbür leri bu evrime doğrudan bağlıdır: yapı (ya metaller (Yeni Kaledonya’daki nikel, G a­ d a topaklar halinde birleşme tarzı); hava bon ’d a m anganez) yatakları bu yolla g e ­ ve su kapasitesi; mineral elementlerin de­ lişmiştir. ğiştokuş kapasitesi; biyolojik etkinlik. 4. Daha önceki iklimlerin ve geçmiş uy­ Bitki göz önüne alındığında bu özellik­ garlıkların tanığı olarak toprak. Yeni jeo­ ler toprağın verimini koşullandırır; toprak lojik birikintiler altında göm ülm üş olan ya hem fiziksel bir dayanak, hem de besle­ da fosil topraklar, paleoklim aların izlerini yici elementlerin kaynağıdır; besleyici ele­ taşır. Fosilleşmeyle az çok değişm iş to p ­ mentler, toprak koloitleriyle (kil-humus rak kalıntıları bulunabilir; bu kalıntılar takompleksi) toprak çözeltisi arasında d e ­ rihlendirildiğinde çok eski dönem lere ait ğiştokuş edilerek kökler tarafından özüm ­ oldukları (örn. senozoyık) ya da buzullaşlenebilecek bir biçim alır. maarası ve Tarihöncesi gibi daha yeni dö­ • Toprakların incelenmesi. Analitik belir­ nem lerden günüm üze ulaştıkları anlaşıl­ leme ve harita envanteri. Pedoloji, toprak­ mıştır. ları fiziksel ve kimyasal çözüm lem elerle —Tarım. Tarım topraklarında, toprağı sür­ belirler; böylece toprağı, evrim derecesi­ me. "eke n e k" demlen işlenmiş toprak ne göre (sınıflama) tanımlar ve onun orparçasının hom ojenleşm esini sağlar. Bit­ ganomineral verimini saptar. (-» PEDOLO­ kisel artıklarla ve gübre ile zenginleşen bu Jİ, DOKU, YAPI. ASİTLİK ve S O Ğ U R U C U ' tabaka, fazla humus yüklü olduğu için da­ KOMPLEKS.) Toprakların küçük ölçekli ha­ ha siyahtır. Bu tabaka canlı bir ortamdır. rita envanteri, yeryüzündeki büyük toprak Ekilebilir tabakanın altında az ya da çok tiplerinin, biyoklim a kuşaklarına ve orta­ kalın bir toprak, daha altta ise ana kaya mın genel etkenlerine göre sıralanışını bulunur. Toprağın fiziksel, kimyasal ve bi­ gösterir. En büyük ölçekli toprak haritala­ yolojik özellikleri, üzerinde yetişen ürün­ rının (1/100 0 00 ile 1/5 000) daha çok uy­ ler açısından ço k büyük önem taşır. gulamaya yönelik işlevleri olabilir: toprak • Gözeneklilik, işlenmiş topraktaki katı ta­ zenginliklerinin değerlendirilm esi, kırsal alanların bölgesel ve yerel düzenlem e necikler arasında kalan boşluklar, toplam planları (arazi elverişliliği) gibi. hacmin aşağı yukarı yarısını kaplar. En bü­ • Dünyadaki başlıca toprak tipleri: Kuşak­ yük gözeneklerde su, yerçekim inin etki­ sa! ve kuşakiçi topraklar. Yerkürenin bü­ sinde kalır ve süzülerek yukarıdan aşağı yük biyoklimatik kuşaklarındaki topraklar, ya iner. Büyük gözeneklerin toplamı makiklim ve bitki örtüsüyle denge halindedir: rogözenekliliği oluşturur. Büyük gözenek­ bunlar iklim klimaksları, ya da kuşak to p ­ ler suyla dolu değilse toprağın içindeki raklarıdır. Özel yerel koşullar (topografya, havayla doludur. Makrogözenekliliği oluş­ kayaç) daha küçük alanlarda kuşakiçi top­ turan daha ince gözeneklerde (30 /ım'den rakları, ya da yerel klimaksları belirler. aşağı) su, buharlaşınca ya da kökler ta­ • Toprakların insanın hizmetinde kullanıl­ rafından emilinceye kadar kılcallıkla tutu­ ması. 1. Topraklar ve tarım. Toprakların el­ lur. Gözeneklilik, toprağın sıkışıklığına ve verişliliği. değerlendirilmesi ve korunma­ yapısına göre değişir. sı. Binlerce yıldan beri insan tarafından iş­ • Fiziksel bileşim ya da doku. Toprağın ka­ lenen topraklar, her toprağın elverişliliği­ tı bölüm ü % 1,5 ila % 5 oranında organik ne uygun ve akıllıca seçilmiş değerlendir­ m adde ve % 95 ila 99 oranında mineral m e tekniklerinden yararlanılarak koruna m adde içerir; tanecikler ya da topaklar bilen hatta iyileştirilebilen bir verimlilik po­ halindeki bu nesne parmakların arasında tansiyeli gösterir. Tarım arazileri ve tarım ufalanıp ayrılabilir. Tanecik ölçüm üyle bü­ -orman-kırsal bölge dengeleri genellikle tün m ineral temel tanecikler belirlenebilir. insanoğlunun fiziksel ölçütlere (derinlik ve 2 m m 'den büyük kum ve çakıl toprağın doku), arazinin topografik konumuna gö­ etkinliğine tam katılmaz. Bütün analizler re, toprağın elverişliliği ve kullanımı konu­ için, yalnız 2 mm'lik elekten geçebilen "in ­ sunda öteden beri yaptığı yeğlemeyi yan ce to p ra k " kullanılır. Tanecikler uluslara­ sıtır. Tarım pedolojiden önce gelmiştir, top­ rası bir ölçeğe göre sınıflandırılır (Bk. say­ rağın değerlendirilm esinde yapılan kimi fa 11630'daki tablo). hatalar bununla açıklanabilir, çünkü pek Taneciklerin dağılımı topraklara göre çok toprak bozulmuş, daha sonra da ikli­ ço k değişir ve her toprağın fiziksel ana­ min etkisiyle' (sellenme ve rüzgârla aşınım) lizle anlaşılabilen dokusunu m eydana g e ­ yok olmuştur. Günümüzde ise, toprağın el­ tirir. Bu doku, toprağın bütün özelliklerinverişliliğini ve değerini daha doğ ru sap­ _ de kendini gösterir: örneğin, kil ile kaba tamaya yarayan pedoloji yardımıyla akıl­ kıjfnun tamamen birbirine karşıt özellikler cı düzenlem e planları yapılmakta ve böy­ taşıdığı herkesçe bilinir. lece yoğun tarım ve koruma alanlarıyla Bir toprak üstün olan öğesine ya da üretim orm anları ve korum a alanları (or­ öğelerine göre adlandırılır: killi toprak, killi manlık ya da ormansız) arasındaki temel -kum lu toprak, çakıllı toprak, kumlu ayrım ortaya konmaktadır. Kırsal bölgele­ -humustu toprak. rin bu biçim de düzenlenmesine dayanan • Yapı. Bir toprağın dokusu, içerdiği kal­ politikalar sonucu, tarım sistemleri en iyi ker ve organik maddeler, yapıyı oluşturan düzeye ulaşmakta ve toprak zenginlikleri topacıkların oluşum unu ve düzenlenm e­ korunabilmektedir.



l i 629



P Dutil-İ N. R A. Châlons



çöl kenarında eski toprak kalıntısı (rüzgâr açınımı) [sıcak çöl iklimi bölgeleri] t» "-»



İKLİMLER, TOPRAKLAR VE BİTKİ ÖRTÜLERİ



sini (biçim, büyüklük ve konum) belirler. Mil ve kum taneciklerinin birbirine yapışa­ rak topacıklar oluşturmasında ve bu topacıkların kesek halinde birleşmesinde esas rolü koloit denen çok İnce parçacıklar, kil ve hum us parçacıkları oynar. Ancak kal­ siyum bulunduğu takdirde y.umaklaşan bu koloitler bir araya gelerek bir kil-humus kompleksi oluştururlar. Bu nedenle, toprağın iyileştirilmesine yarayan kalker ve humus tarlanın yıllarca nadasa bırakılmasıyla birlikte, toprağın ya­ pısını İyileştiren ve özellikle hep bir karar­ da kalmasını sağlayan en etkili m addeler­ d ir (hep bir kararda kalması dem ek onun yağmurun etkisine karşı direnci demektir; yağm ur topraktaki topacıkları ufalayarak dağıtır ve toprağı yüzeyde sıkıştırır: tıkız­ lık olgusu). • Su. Toprağa düşen su üç yol izleyebilir: 1. bir kısmı toprağa işler, mikrogözeneklerde kılcallıkla tutulur ve topraktaki su re­ zervini oluşturur; 2. bir kısmı, toprağı geçerek sürükleyebil­ diği maddelerle, özellikle mineral tuzlar­ la, (nitratlar, sülfatlar, kireç, m agnezyum vb.) birlikte derinlerdeki su tabakalarına ulaşır; 3. toprak geçirgenliğinin soğurmaya ola­ nak verm ediği su fazlası yüzeyde kalır ve eğimi izleyerek akar: erozyona neden olan sel suları. Yerçeklmiyle toprağa sızan ya d a bu­ harlaşarak uçan sudan arta kalan su, ya­ ni tarlanın tutabildiği su miktarı, toprağın yapısına ve dokusuna göre değişir: 100 g ince toprak için 8 ila 30 g. Bu suyun bir kısmı, bitkilerce kullanılabilir, buna “ kul­ lanılabilir rezerv” denir; kalan kısmı to p ­ rağa sıkıca yapışmış olduğundan kullanı­ lamaz. Bu iki kısım arasındaki sınır bitki­ lerin, “ sürekli solma noktası“ olarak ta­ nımlanır. • pH. Bu ölçüt, topraktaki kalsiyum mik­ tarına bağlı olarak toprağın m uhtaç oldu­ ğu kireç miktarını hesaplamaya yarayan ve onun asit, baz ya da nötr karakterini gösteren bir ölçüttür. Kalsiyum oranı to p ­ rağın yapısı bakımından olduğu kadar, kimyasal nitelikleri üzerinde de etkili oldu­ ğundan toprağa yeterli bir kalsiyum d ü ­ zeyi sağlanması gereklidir. Bunun için top-



-in c e to p ra k -



kil



mil ya da ince mil



çok ince kum . ya da kaba mil



ince kum



kaba kum



çakıllar



rak, ortama göre 6 ila 7,5 arasında olan bir nötralite sınırında tutulmaya çalışılır. Doğal olarak, sularla yıkanma yüzün­ d en durm adan kireç kaybettiği için to p ­ rağa zaman zaman (örneğin her üç ya da altı yılda bir) kireçli m addeler (kireç, öğü•tülm üfklreçtaşı ve eriyebilir kalsiyum kar­ bonat içeren diğer m addeler) ve kireçli g übreler verm ek gerekir. • Kil-humus bileşiminin emici gücü. Bu bi­ leşimin negatif elektrik yüklü koloitleri po­ zitif İyonları, yani katyonları (H + , Ca2*, M g2* , NH 4, K + vb.) ve kalsiyum köprü­ lerinin yardım ıyla fosforlu anyonları (PO 3 - ) tutar. Böylece, topraktaki çözelti ile sözkonusu bileşim arasında sürekli bir alış-veriş kurulur; bu iki faz arasında dolaşan iyon­ ların tüm üne özüm lenebilir m addeler d e ­ nir, çünkü bunlar bitkilerin kökleriyle her zaman alınabilir. Böylece, toprak mineral elemanları (örneğin, gübre ile gelenleri) tutabilir ve bitkilerin hiç değilse kısmen kullanabilmesi için koruyabilir. • Organik maddeler. Özellikle bitkisel ar­ tıklardan (kök, sap, gübre, yaprak ve to p ­ rağa göm ülen ya da yüzeyde kalan diğer artıklar) kaynaklanır. "S erbest organik m a dde" denen onda birlik bir kısım, ev­ rim halindeki, yani henüz tam değişim e uğram am ış artıklardan meydana gelir Geri kalanı, çok değişik kökenli, çürüm üş m addelerin bir karışımı olan "ba ğ lı orga­ nik m adde", yani humustur. Böylece, hu­ mustaki C/N (karbon/azot) oranı, ekilen topraklarda 10, saplarda 50 dolayındadır. Bu dem ektir ki, m ikroorganizm aların bit­ kisel artıklara saldırısı sırasında, bu m ad­ delerdeki karbonun °/o 8 0 'i C ö 2 olarak açığa çıkmaktadır. Değişiklikliğe uğrayan bu organik m addeye "b a ğ lı" denir, ç ü n ­ kü topraktaki mineral koloitlerle (kil) kar­ maşık bir bileşim oluşturur. Buna, toprak m ikroplarına karşı gösterdiği büyük di­ renç nedeniyle “ kararlı hum us” adı veri­ lir: gerçekten de bu hum us her yıl % 1 oranında (% 0,5 ila 2 arası) mineralleşir ve bileşenlerini, özellikle azotu m ineral tuz­ lar halinde salıverir. • Biyolojik etkinlik. Toprak, bitkiler için bir­ çok canlı organizm anın yaşadığı bir "y e ­ tişm e o rta m fd ır. Ekilen ya da yabani bitki tohumları ora­ da çim lenir ve kök salar. Kökler toprağın özelliklerine sıkı sıkıya bağlı olm akla bir­ likte onlar da toprak üzerinde güçlü bir et_ki yaratır. Birçok bitkinin kökleri, özgül bak­ terilerle (baklagillerin nodozitelerindeki rhi­ zobium ) ortakyaşama (simbiyoz) girişir, bir kısmı da topraktaki bazı m antarlarla mikoriz denen ortaklıklar kurar. Toprağın mikroflorası yüzeydeki suyosunlarını, mantarları, aktinomisetleri ve



bakterileri kapsar. Bunların çoğu, organik maddelerin humuslaşma ve mineralleşme d ön güsünde rol alır. Çoğalmaları taze m addelerin (sap, gübre, çeşitli organik ar­ tıklar ve katkılar) gelişiyle önem li ölçüde artar. Bitkilerin köklerinin yanıbaşındaki flora köklerden gelen değişik m addelerin de katkısıyla ç o k b o ld u r; bu bölg e ye "rizosfer” denir. Topraktaki fauna ço k çeşitlidir, ama bunlar arasında en önem li rolü yersolucanları oynar; solucanlar toprağın geçir­ genliğini ve yapısını iyileştirir. Bir hektar toprakta bunlardan bir tona kadar bulu­ nabilir. Bir çayırın toprağındaki fauna (birhücreliler, solucanlar, eklembacaklılar, kem ir­ genler) oradaki canlılar âlem inin % 20'si dolayındadır; geri kalan da yarı yarıya bir yandan mantarlarla suyosunlarından, öte yandan bakterilerle aktinomisetlerden olu­ şur. Topraktaki canlıların tüm üne birden “ edafon" denir. Edafondaki eklem bacak­ lılar küçük, ince, uzun yapılı türlerdir; bun­ larda eklentiler yüzeydeki türlere göre az gelişmiştir; gözleri küçülm üş ya d a körel­ miş, vücut pigmentsizleşmiştir. Solunum organları az gelişm iştir ya da yoktur, so­ lunum için gaz alışverişi bütün vücut yü ­ zeyiyle sağlanır. • Kireçle toprak ıslahı için, kalsiyumlu



yıkanmış fersiyalitli toprak (kireçtaşı birikimli) [Akdeniz ve subtropikal iklim bölgeleri]



yüzeyi doymuş hidromorf toprak (tünemiş yeraltı suyu): psödogley (Atlas okyanusu kıyısında ılıman ildim bölgeleri)



toprak S o u c h ie r - C . N . R . S . . N a n c y



donla parçalanmış sert kireçtaşı üstünde kalsimagnezyumlu toprak: humustu rendzina (Senanque manastırı yakınında [Fransa]) [Atlas okyanusu kıyısındaki ılıman iklim bölgeleri] m addeler kullanılır: kalsiyum karbonat (ki­ reçleme), kalsiyum oksit ya da hidroksit (sönmüş ya da sönmemiş kireç vb.) ya da dolom i gibi üç bileşenli bir karışım. Magnezyumlu kalkerler de, m agnezyum ve kalsiyum karbonat gibi temel ıslah m a d ­ deleri içeren bileşenlerdir. —Tarıms. ikt. Toprak reformu'nun en be­ lirgin görünüm ü, genellikle, bazı g rup la ­ ra (büyük toprak sahipleri) ait toprakların başka gruplara (toprağı olmayan köylüler ya da tarım işçileri) devridir. Fakat, 1789 devrimi sırasında Fransa’da feodal ayrıca­ lıkların ve toprak köleliğinin kaldırılması yönünde alınan kararlara benzer kararlar da, tarımsal em eğin yarattığı zenginlikle­ rin dağılım mekanizmalarını kökünden et­ kilediği ölçüde, bir toprak reformu sayılır. Köylülerin sosyal adalet isteklerini karşıla­ mayı amaçlayan bu tür kararlar, varlığını sürdürm ekte direnm ekle ekonom inin g e ­ lişmesini engelleyen derebeylik sisteminin ortadan kaldırılmasına hizmet etti. Buna benzer kararlar, örneğin yüzyılımızın b a ­ şında Meksika'da, Birinci Dünya savaşı’ ndan sonra Doğu Avrupa'da ve 1960'a d oğ ru İran’da da uygulam aya konuldu. Bu tür önlem lerde ve genel olarak bü­ tün toprak reformlarında asıl görev Devlet’e düşer; kırsal yörelerde hızlı ve köklü değişikliklere elverişli politik ve sosyal g üç­ lerden destek alan Devlet, tarımsal yapı­ ların değişimini hızlandıran m addi ve ka­ nuni düzenlem eler yapar. Devlet, bu ko­ nuda, ço ğu kez, yaşam koşullarına katla­ namayan köylülerin baskısı altında hare­ ket eder. Nitekim bunun bir örneği yakın geçmişte Bolivya'da görüldü. Bazı durum ­ larda toprak reformu, "Yukarıdan aşağı­ ya d o ğ ru " olur; ilerici bir rejim büyük top­ rak sahiplerinin zararına ve fakir köylünün yararına olarak, kansız bir devrim yapmak kararı alır (1969'dan sonra Peru'da o ld u ­ ğ u gibi). Bir toprak reformu sırasında toprakla­ ra elkonulması ve bunların başkalarına devri, yeni üretim birim leri kurulmasıyla olur. Bu üretim birimleri, üç tipte olabilir: aile işletmeleri, kooperatifler, devlet çiftlik­ leri. Birincisinde, büyük m ülkler bireysel parçalara bölünür; kapitalist ekonomili ül­ kelerde en çok görülen tip budur, çünkü birçok küçük işletme sahibinin ortaya çık­ ması iktisadi gelişm e için zorunlu iç piya­ sa genişlemesini gerçekleştirir ve kırsal bölgelerde siyasi istikrarın korunmasına



katkıda bulunm ak gibi bir avantaj sağlar, ikinci durum da, latifundialar parçalanm a­ yarak, o lduğu gibi, emekçilerin toplu hal­ de yönettikleri kooperatiflere devredilir. Üretim araçlarının daha iyi kullanılmasını ve işin rasyonelleştirilmesini sağlayan bu formül, giderek daha sık uygulanm akta (Peru'da olduğu gibi) ya da doğrudan doğruya em ekçiler tarafından istenip ha­ yata geçirilm ektedir (1974 devrim i'nden sonra Portekiz'de olduğu gibi). Nihayet, en seyrek rastlanan üçüncü bir çözüm yo­ lu da, bazı tarımsal üretim sektörlerinin doğrudan doğruya devlet tarafından üstlenilmesidir; böylece devlet, toprakların ve sermayenin sahibi olur ve içinde ücretli iş­ çilerin çalıştığı üretim birim leri kurar. Bu farklı toprak reformu türleri kapitalist eko­ nomili ülkelerde uygulandığında sistemin temellerini etkilemez. Önemli değişiklikle­ rin sözkonusu olmasına rağmen, bunlar tarımla ve toplum un tarım kesimiyle sınır­ lı kalan değişikliklerdir. Bu değişikliklerin başlıca iki işlevi vardır: birincisi, bir azın­ lık olan b üyük mülk sahiplerinin tekelin­ deki topraklarda yaşayan ve sayısı gittik­ çe artan yoksul bir nüfusun baskısı sonu­ cu ortaya çıkan sosyal gerginlikleri azalt­ mak; İkincisi de, gelişmeyi hızlandırmak için üretim güçlerine serbestlik sağlamak­ tır. D emek ki, her toprak reformu sosyal adalet am acıyla ekonomik gelişme am a­ cını bağdaştırm a yönünde yapılan bir gi­ rişimdir. Sosyalist rejim lerde toprak reformlarıy­ la ilgili hükümler, bütün ekonomiyi kap­ sayan planlanmış bir kararlar cümlesinin parçasını oluşturduğundan, kapitalist ül­ kelerde gerçekleştirilen reformlara karşıt b ir “sosyalist toprak reform u"ndan söz edilebilir; çünkü kapitalist ülkelerde yapı­ lan toprak reformları piyasa mekanizma­ larının hâkim olduğu bir ekonomi çerçe­ vesi içinde gerçekleştiğinden, tarım sek­



töründe sosyalist üretim ilişkilerinin kurul­ ması, bu m ekanizm alarca engellenir. Bir toprak reformunun gerçekleştirilme­ si sırasında Devletler genellikle iki büyük sorunla karşılaşırlar. Bu sorunlardan birin­ cisi, eski büyük toprak sahiplerine tazmi-



lateritli topraklar: ûueensland'da boksitli kal (Avustralya'nın kuzey-doğu'su)



S o u c h ie r - C .N .R .S ., N a n c y



Madagaskar’da lateritli toprakların aşımını [nemli ekvatoral ve tropikal iklim bölgeleri]



karbonatlı kayaçlar üstünde kalsimagnezyumlu toprak: Champagne (Fransa) yakınında tebeşirli arazi (Atlas okyanusu kıyısında ılıman İklim bölgeleri)



nat ödenm esi: İkincisi de yeni toprak sa­ hiplerinin araçlarla donatılmasıdır. Tazmi­ nat sorunu çeşitli yollardan çözümlenebilir ve büyük ölçüde toprak sahiplerinin Dev­ let cihazı içindeki güçlerine bağlıdır. Ola­ ğanüstü durum larda, herhangi bir tazmi­ nat ödenm eden zoralım yoluna da gidile­ bilir. Tazminat ödem e durum unda ise -ge­ nellikle böyle yapılır-, Devlet bu tazm ina­ tın yalnız köylülerce değil de ulusça kar­ şılanmasını isteyebileceği gibi, köylüleri al­ dıkları toprağın bedelini taksit taksit ö de ­ mekle yükümlü de tutabilir. Benim sene­ cek çözüm yolu köylü sınıfının politik ağır­ lığına bağlıdır. Mülksüzleştirilen toprak sa­ hiplerine ödenecek tazminat tutarı çok yüksek ise, bunun bütçeye getireceği yük nedeniyle toprak reformu tehlikeye düşe­ bilir. ikinci soruna, yani araçlar sorununa ge­ lince, bu, toprak reformunun başarısında temel rol oynar, çünkü zorunlu olarak hal­ kın en yoksun katmanlarından gelen to p ­ rağın yeni sahiplerinin ya da yeni kullanı­ cılarının em ek etkinliğini geliştirecek d ü ­ zenlemelerle birlikte gitm ediği takdirde, toprakların devri, tek başına, yetersiz kal­ maya mahkûm bir önlemdir. Bu nedenle, toprakla ilgili önlemlerle birlikte daima üre­ tim araçları ve üretim faktörleri edinmeyi kolaylaştırıcı, köylülerin eğitim ini geliştiri­ ci ve teknik yardım sağlayıcı program lar da uygulamaya konur. Buradan anlaşıla­ cağı gibi, toprak reformları kırsal kesimin geliştirilmesini amaçlayan genel politika­ larla giderek daha çok bütünleşmektedir. Türkiye'de toprak mülkiyeti ve tasarruf biçimleriyle ilgili sorunlar OsmanlIlar d ö ­ nemine kadar uzanır. Devlet mülkiyetine dayanan Osmanlı toprak düzeni XVII. ve XVIII. yy.’da bozulmaya başlamış ve 1826'da tımar sisteminin kaldırılmasıyla topraklar üzerindeki devlet mülkiyeti yeri­ ni giderek özel mülkiyete bırakmıştı. Öte yandan, 1858'de çıkartılan Arazi kararnam esi'yle özel mülkiyet ve miras sınırları­



nın genişletilmesi, mültezimlerin uygula­ dıkları ağır vergi yükümlülükleri ve yaygın bir tefecilik gibi nedenlerle küçük çiftçile­ rin satm ak zorunda kaldıkları topraklar âyan denilen büyük toprak sahiplerinin el­ lerinde yoğunlaşm aya başlamıştı. 1912 -1913 kısmi tarım sayımı bu dönem deki toprak dağılımı konusunda kabaca da ol­ sa bir fikir vermektedir: devlet ve vilayet salnam elerine dayandırılarak yapılan bu sayıma göre, OsmanlIlar döneminde, köy­ lü ailelerinin °/o Tini oluşturan kesim, to p ­ rakların % 3 9'unu işleyen büyük toprak sahipleriydi. Toprakların % 26'sını işleyen orta ve zengin köylü aileleri ise toplam köylü ailelerinin °/o 4'ü iken, ailelerin °/o 87'sinin toplam topraklarda °/o 35 payı vardı: topraksız köylü aileleri de (80 0 0 0 aile) toplam köylü ailelerinin % 8 'ini oluş­ turmaktaydı. Öte yandan, OsmanlIlar dö­ neminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da tımar sistemi uygulanmamış ve bu bölge­ lerdeki beylere ve aşiret reislerine içişle­ rinde özerklik verildiği için bunların to p ­ raklar üzerindeki hakları yasallaşmıştı. Ni­ tekim bu bölgeler, Cum huriyet dönem in­ de de büyük toprak m ülkiyetinin en g ü ç ­ lü olduğu yöreler olmuştur. Cumhuriyet'in ilanından sonra, 1926'da, kabul edilen M edeni ka nu n la tarım toprakları için ayrı bir statü getirilm em iş ve genel olarak ta­ şınmaz mallara uygulanan hüküm ler ta­ rım topraklan için de geçerli sayılmıştır. Cumhuriyet dönem inde toprak sorunu ilk kez 1924'te hazırlanan Bütçe kanunu'nda devlet arazilerinin topraksız köylülere 1 0 yıllık taksitlerle satılabilmesi yolundaki uy­ gulam ayla gündem e gelmiştir. Bunu, 1929'da D o ğ u d a n sürgün edilen büyük toprak sahiplerinin arazilerinin kamulaştırılarak topraksız ailelere ve göçerlere da­ ğıtılması, 1934'te çıkartılan §510 sayılı İs­ kân kanunu uyarınca yapılan toprak da­ ğıtımı izlemiş, ancak, bunlar dar kapsamlı birer girişim olarak kalmışlardı. Toprak da­ ğıtımıyla ilgili iki önemli yasa 1945’te çı­



b ir to p ra ğ ın ev rim i 1. evre



II. evre



III. evre



E tke n le r



a tm o s fe r (ya ğ m ur, sıcaklık, rü zg âr)



ye rle şe n b itk i ö rtüsü (kö kkü re)



klim a k s b itk i ö rtü sü (d ö kü n tü + kö kküre)



M e k a n izm a la r



fiz ik s e l çö zü lm e



ilkse l b iyokim ya sal a yrışm a



b iyo kim ya sa l ayrışm a + m a d d e göçü



P ro fille r ve ka tla r



ka yaç -» C katı K A B A M İN E R A L TO P R A K



ka tlar: A - C -* A(B )C G ENÇ TO PRAK



A-B -C katları K L İM A K S T O P R A K



T o prak



İLE R L E Y E N DİZİ (b iyo stazi) G E R İL E Y E N DİZİ (aşırıaşınım : je o lo jik ve / ya d a insan ın n ed en o ld u ğ u aşınım )



kartılan “ Çiftçiyi topraklandırm a kanunu” (ÇTK) olmuştur. T B M M d e b üyük tartış­ malarla çıkartılan bu yasayla kamu hizme­ tinde kullanılmayan devlet topraklarının, vakıflara, özel idare ve belediyelere ait topraklar ile geniş tarım toprakları olan yerlerde özel m ülklerin 5 0 0 0 d ad a n , dar topraklı yerlerde ise 2 0 0 0 d a d a n fazla olan bölüm lerinin, ortakçı, kiracı ve tarım işçilerince işletilen topraklarda d a daha alt sınırlara kadar olan toprakların kamulaş­ tırılması hükm ü getirilmiştir. ÇTK, 1973'e değin 26 yıl süreyle uygulam ada kalmış, bu süre içinde 153 588 da’ı kamulaştırı­ lan alan (% 35,3’ü özel kişilerin, % 52,7'si vakıfların, °/o 1 2 ’si özel idare ve belediye­ lerin) olm ak üzere 432 117 aileye 22 297 000 da toprak dağıtılmıştır. Bu dağıtım da ortalam a olarak her aileye 51,6 da toprak düşm ekle birlikte, bu büyüklük bölgeler arasında önem li farklılıklar göstermiştir. Öte yandan, ÇTK, dağıtılacak toprakların bir çiftçi ailesine yeterli işletme genişliğin­ d e verilmesini ö ng ördüğü halde, uygula­ m ada "kısm i topraklandırm a" adıyla bu ölçünün altında toprak dağıtılmış, ayrıca bu miktar da yasanın yürürlükte kaldığı



ılıman bölgelerde yapraklı ağaç ormanı (Sarthe'da (Fransa) Berce meşe ormanı) süre içinde giderek küçülmüştür. Bu yasay­ la toprak dağılımı yapılan köy sayısı Türkiye' deki toplam köylerin % 15'l dolayında (5 326 köy) olmuştur. ÇTK gereğince yapılan toprak dağıtımı uygulama süresi içinde ilki 21 nisan 1961'de 63 sayılı genelge ile 1966’ya kadar; İkincisi ise 13 eylül 1972'de 4726/29234 sayılı genelge ile iki kez dur­ durulmuş, 1973'te ise tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır Bu ilk toprak reformu deneme­ sinin gerek 26 yıl gibi uzun bir süreye ya­ yılmış olması, gerek iktidarların bu yasanın uygulamasını önemli ölçüde savsaklama­ sı zaten yetersiz olarak çıkartılan yasanın giderek yozlaşmasına ve uygulamasının başarısız olmasına neden olmuştur 27 ma­ yıs 1960'tan sonra yeniden gündem e ge­ len toprak reformu konusu Milli birlik komi­ tesi ve Kurucu meclis’te ele alınmış, 1960 -1971 yılları arasında bu konuda birçok ta-



Souchier-C. N. R. S., Nancy



kahverengi orman toprağı (Atlas okyanusu kıyısındaki ılıman iklim bölgelerinin toprağı ve bitki örtüsü) sarı hazırlanmıştır. Taşanlardan ilk üçü d ö ­ nem in Tarım bakanı Osman Tosun baş­ kanlığında bir komisyon tarafından, öte­ kiler işe 1962de Cavit Oral, 1963’te Meh­ m et izmen, 1964-1965'te Turan Şahin, 1965'te Turhan Kapanlı, 196 6 d a TIP m il­ letvekillerinden bir grup, 1968de Bahri D ağdaş ve 1970’te llhami Ertem tarafın­ dan hazırlanmıştır. Ancak; bunlardan yal­ nızca TİP milletvekillerinin hazırladıkları ta­ sarı ile Turan Şahin'in 1965'te hazırladığı tasarı TBM M 'ye kadar gelebilmiştir. 12 mart 1971’den sonra, Nihat Erim hüküme­ tince çıkartılması tasarlanan yeni bir to p ­ rak reformu yasasına hazırlık olm ak üze­ re Bakanlar kurulu’nca "Toprak reformu­ nun temel ilkeleri ve stratejisi" adlı bir bro­ şür yayımlanmış; bunun hemen ardından "Toprak reformu ön tedbirler kanunu tasarısı” Meclis'e sunulmuş, bu arada, Konya milletvekili Bahri Dağdaş "Tarım ve toprak reformu kanun teklifi" adıyla M ec­ lis'e başka bir tasarı getirmiştir. Temmuz 1972'de “ Ön tedbirler yasası", haziran 1973'te de 1757 sayılı "Tarım ve toprak re­ form u yasası” çıkartılmıştır. Bölgesel uy­ gulamanın öngörüldüğü 1757 sayılı yasa, Souchier-C. N. R. S., Nancy



1973'te TBM M 'nin önerisi ve Bakanlar kurulu'nun kararıyla Urfa ilinin toprak ve ta­ rım reformu bölgesi ilan edilm esiyle yal­ nızca bu ilde uygulanmıştır. Bu yasanın uygulam ada kaldığı 5 yıllık süre içinde toprak alm ak için başvuran 75 700 aile­ nin istem bildirgelerinden 10 507'si ince­ lenerek 5 404'ü kabul edilm iş; Urfa'da 1 613 aileden 1 616 000 da alan kamulaştı­ rılmış, bunun ise yalnızca 230 000 da’ı da­ ğıtılmış, kalan 1 336 000 da alanın büyük bölüm ü eski sahiplerine düşük fiyatlarla kiralanmıştır. Toprak ve tarım reformu ya­ sası için 19 ekim 1976’d a Anayasa m ah­ kemesi yeni bir yasa hazırlanmadığı tak­ dirde bir yıl sonra yürürlüğe girm esi ko­ şuluyla biçim yönünden iptal kararı ver­ miştir. 10 mayıs 1977'de Resmi gazete'üe yayımlanan iptal kararı, yeni bir yasa ha­ zırlanmadığı için 10 mayıs 1978'de yürür­ lüğe girmiştir. Bu tarihten sonra ise to p ­ rak reformu konusunda önemli bir girişim olmamıştır. —Yağ. mad. Renk giderici topraklar. Bun­ lar, anorganik kuvvetli bir asitle işlenen ya d a 400 °C 'ın altındaki bir sıcaklıkta kuru­ tularak etkinleştirilen doğal silisler ya da silikatlardır. Rengi açılacak yağların ağır­ lığına göre bu topraklardan genellikle °/o 0,5 - 3 oranında kullanılır. Bunların yağ üzerindeki etkileri, eser m iktarda da olsa yağlarda bulunan pigmentleri (karotenler), renkli yükseltgenm e ürünlerini ve sabun­ ları yüzde tutmakla sınırlı değildir. Etkime­ leri sırasında ayrıca peroksitlerin ayrışma­ sı, doymamış asitlerin sınırlı eşlenikliği vb. gibi ikincil kimyasal tepkim eler de görü­ lür.



lb p r a k (la Terre), Emile Zola’nın romanı (1887), R ougon-Macquarf dizisinin on beşinci cildi. Toprak, Jean M acquart'in ki­ şiliğiyle "aile"nin hikâyesine oldukça yapay b ir biçim de bağlanmıştır; konu, Beauce' taki topraklarına alabildiğine bağlı olan ve arazisini genişletm ek için işi cinayete ka­ dar vardıran Fouan ailesinin temsil ettiği köylü dünyasıdır. Aşırı cim riliği lirik bir ha­ vada veren bu yapıt, tepkiler yaratmış ve Bonnetain, Rosny, R M arguerite, Lucien Descaves ve G. Guiches tarafından imza­ lanan "B eşlerin bild irisi"n e yol açmıştı.



T O P R A K (M ehm et Sabri), türk siyaset adamı (Turgutlu 1877 - İstanbul 1938). Hukuk m ektebi'ni bitirdi. Osmanlı mecllsi'nde (1912, 1914-1918) ve TB M M 'de (1923 -1938) Manisa milletvekili olarak bulundu. Üçüncü ismet İnönü hüküm etinde Tarım bakanlığı yaptı (1925-1927).



■ T O P R A K (Burhan Ümit), türk sanat ta­ rihçisi, yazar (Demirci, Manisa, 1906 - İs­ tanbul 1967). İzmir Erkek lisesi'ni (1924), Sorbonne Üniversitesi felsefe bölüm ü'nü (1929) bitirdi. Türkiye’ye döndükten son­ ra Sanayii nefise m ektebi'nde (Devlet gü­ zel sanatlar akademisi) sanat tarihi öğret­ meni, Namık İsmail'in ölüm ü (1935) üze­ rine de aynı kurumda m üdür oldu. 1948 e 'd e ğ in süren bu görevi sırasında akade­ m ide bölüm şefliğine getirdiği Léopold Lévy, Louis Sue, Rudolf Belling, Bruno Taut gibi yabancı uzmanlar aracılığıyla öğretim -eğitim yöntemlerini yenileştirme­ ye önem verdi. Akadem i yangınından (1948) sonra müdürlükten ayrılmasına kar­ şın, ders vermeyi sürdürdü. A nd ré Gide' den (D ar kapı (la Porte étroite], 1931), Epiktetos'tan (Düşünceler ve sohbetler, 1937), Louis H ourticp'ten (Sanat şaheser­ leri, 1940-1941), Gaston M igeon’dan (İs­ lam sanatları, 1943) yaptığı çevirilerin ya­ nı sıra, üç ciltlik Yunus Emre divanı'nı ya­ yımladı (1933-1934). Çeşitli yazılarını ve çevirilerini içeren Ballar balımı buldum (1940) ve Sanal tarihi (1960) adlı kitapları da vardır.



T O P R A K (Öm er Faruk), türk şair (İstan­



kahverengi orman toprağı



bul 1920 - ay. y. 1979). İstanbul Üniversi­ tesi hukuk fakültesi’ndeki öğrenim ini ya­ rıda bıraktı. Milli eğitim bakanlığı neşriyat m üdürlüğü'nde (1945), daha sonra emek­ li olana kadar Petrol ofisi'nde (1947-1972)



çalıştı. 1940 kuşağının toplum sal gerçek­ çi şairlerindendi. Savaşsız, Sömürüşüz, ö zgür bir dünya özlemini yansıttı. Halk şi­ irinin bazı olanaklarından, halk sözlerin­ den yer yer yararlandı. Şiirleri (Dağda ateş yakanlar [1955], Susan Anadolu [1968] vd.) ölümünden sonra bir arada yayımlan­ dı (Tüm şiirleri [1980]). Anılarını Duman ve a/ev (1968) kitabında anlattı; gözlemleri ve tanık olduğu olaylar Tuz ve ekmek (1973) rom anına malzeme oluşturdu. 1980'de anısına Toprak şiir ödülü verilmeye baş­ landı.



podzol ve reçineli kuzey ormanı (tayga) [kuzey iklim bölgelerinin toprağı ve bitki örtüsü]



T O P R A K (Işık), türk tiyatro oyuncusu ve yönetmeni (İstanbul 1939). Devlet konservatuvarı tiyatro bölüm ü’nü bitirerek (1962) Devlet tiyatrosu'na katıldı. Leonce ile Lena, VVoyzeck, Huzur çıkmazı vb. oyunlar­ da sahneye çıktı. 1964-1968 arasında çaA. Guckerl-I.N.P.L.



Burhan Ümit T e p i



karasal bozkır toprağı: kestane rengi çernozyom (kara iklimi bölgeleri)



Toprak hşmalarını AST’ta sürdürdü; Godot'yu



beklerken, Gizli ordu, Ölü canlar, Küçük burjuvalar vb. piyeslerde oynadı. Yeniden Devlet tiyatrosu'na döndü. Arturo Ui’nin önlenebilir yükselişi’ ndeki rolüyle Ankara



11634



Sanatsevenler d erneği'nin en başarılı er­ kek oyuncusu ödülünü aldı (1979). Sevgi­



li doktor, Babayiğit, Müfettiş, Rumuz Goncagül vb. oyunlan sahneye koydu. Ib p r a k birliğ i (Land League), XIX.



Toprakkale



6



TO PR A K B A STI a. Ayakbastı.



T O P R A K K A Y A , Aksaray ın merkez il­



TO P R A K B İL İM a. PEDOLOJİ'nin e ş a n ­



çesi, merkez bucağına bağlı belde; 985 nüf. (1990).



lam lısı.



T O P R A K B İÜ M C İ a. PEDOLOG’un eş­ anlamlısı.



"TO P R A K BİTLE R İ a. Ç ok büyük öngö-



yy.'da İrlanda’d a kurulan birlik. 1850'de kurulan bir Çiftçi hakları birliği, üç F isti­ yordu: fair rent (kabul edilebilir kira koşul­ ları), fixity of tenure (kira sözleşmesinin ko­ runması) ve free sale (kira hakkını satma özgürlüğü). M ichael D avitt'in Toprak bir­ liği (1879) tarafından yeniden ele alınan bu program, 1881 Land Acf'ıyla kısmen ger­ çekleştirildi.



ğüslü, çiğneyici ağızlı, paurometabol, çok küçük bedenli (2-3 mm) böcekler takımı. (Kanatlar, varsa, uzundur, sonra düşer. Bu böcekler bitkisel kırıntılar arasında, kabuk­ ların altında, term itlerin terk ettikleri delik­ lerde yaşar. Takımın bir tek cinsi [Zorotypus) ve bu cinsin'yirm i kadar türü vardır; hepsi Asya, Am erika ve Afrika'nın sıcak bölgelerinde yaşar. Bil. a. Zoraptera: Blattopteroidea üsttakımı.)



Ib p r a k m a h s u le rl ofisi (TMO), tüzel­



T O P R A K -B İT Ü M a. Bayınd. ince öğe ­



kişiliği olan, çalışm alarında özerk ve so­ rum luluğu sermayesiyle sınırlı bir iktisadi devlet teşekkülü. İlgili olduğu bakanlık, Ta­ rım orman ve köyişleri bakanlığıdır. 1938’ de kurulan TMO, 8 haziran 1984 tarihli ve 233 sayılı kanun hükmünde kararname ile yeniden düzenlendi. Kuruluş amacı ülke­ de tahıl fiyatlarının üreticiler açısından nor­ m alin altına düşmesini, tüketiciler açısın­ dan ise aşırı derecede yükselmesini ö n ­ lemek; bu ürünlerin piyasasını düzenleyi­ ci önlemler almak ve gerektiğinde Bakan­ lar kurulu kararıyla, tahıl dışında baklagil­ ler ve yağlı tohum larla ilgili olarak verile­ cek görevleri yürütmektir. Başlıca görev­ leri: etkinlik alanına giren ürünlerin, her yıl tür, çeşit ve yerlerine göre saptanacak fi­ yatlarla alım ve satışlarını yapm ak ve g e ­ rekli stoklarla bu ürünlerin piyasalarında istikrar sağlamak; gerekli görülen durum ­ larda çalışma konusuna giren ürünleri dış piyasalardan satın almak, yurtiçinden sa­ tın aldığı ürünlerin gerekirse yurtdışında satışını yapmak; buğdayı sınırlı türlere ayırmak ve ticari amaçlara göre standart tiplere varabilmek için yetiştirilen buğday­ ları ilgili b ulunduğu bakanlığın isteği ve önerisi ve Bakanlar kurulu'nun kararıyla fiyat farkı ile satın almak; satın almış ol­ duğu ürünlerin koruma, kurutma, temiz­ leme, ilaçlam a ve ayırma işlemlerini ya­ pabilmek üzere inşa edilmiş ya da edile­ cek olan silo ve ambarları İşletmek vb. TMO'nun Merkez kuruluşu Yönetim kuru­ lu ve Genel müdürlük'ten; Ana hizmet b i­ rimleri Alım muhafaza dairesi, iç ticaret dairesi, Dış ticaret dairesi, Mali işler dai­ resi, Araştırma planlama bilgiişlem daire­ si, Personel ve eğitim dairesi, Teknik iş­ ler dairesi, Tahıl depolam a projesi daire­ si, Haşhaş ve alkoloid işleri dairesi ve İdari işler dairesi başkanlıklarından olu­ şur. Kuruluşun taşra örgütünde 12 bölge müdürlüğü, 73 şube m üdürlüğü ve 246 ajans müdürlüğü bulunmaktadır (1993). TMO’nun Güneş sigorta taş, M igros taş, Ankara Halk ekmek fabrikası, Yem sana­ yii aş vb. kuruluşlarda iştirakleri vardır.



ler içeren, uygun nitelikte bir toprağa stabilizasyon sağlamak için akışkanlaştırılmış bitüm katılarak elde edilen gereç. (Püs­ kürtm e ve karm a işlemi genellikle topra­ ğın bulunduğu yerde gerçekleştirilir; bu­ nu, ürünü düzlem e ve sıkıştırma işlemleri İzler, ince çakıllar içeren bir toprağa bitüm katılmasıyla, genellikle santralda üretilen kaplanm ış bir gereç elde edilir.)



T O P R A K A L T I, -nı sıf. Toprağın altında



köy. Merkezi Toprakkale, 1 993 nüf. (1990). Toprakkale kalıntısı.



yer alan, doğal zenginlikler için kullanılır; yeraltı.



TO PRAK-BOYA a. Boyac. Tonları g e ­ nellikle yapay pigm entlerinkinden daha az canlı olan ve kayaların basitçe fiziksel işlemlerden geçirilmesiyle elde edilen do­ ğal mineral pigmentlerin genel adı; büyük b ir kısmı killere yakın m ineraller üzerine bağlanm ış dem ir oksitlerden oluşur.



T O P R A K B Ö C E â ia İL L E R a. Böcbil. KOŞARKINKANATLIGİLLER familyasının eş­



TO P R A K K A ZA N O İLL E R a. Afrika'da yaşayan kemirgenler familyası. (Toprakkazangiller, derin ve yaygın yeraltı dehlizle­ rinde yaşar, buralardan nadiren ayrılırlar; oralara biriktirdikleri soğanlarla, köklerle beslenirler; Somali ve Rodezya'da yaşa­ yan 5 cins, yirm iye yakın tür. Bil. a. Bathyergidae. O klukirpim siler alttakımı.)



TO P R A K K U R D U O İLLE R a Böcbil. KUKUMAVPERVANEGİLLER familyasının eş­



anlamlısı.



TO PR A K LA M A a. Topraklamak eylemi. — Elektrotekn. Bir aygıtın bir bölüm ünü toprağa bağlam a işlemi. —Tarım. Sürmeye elverişli kalınlığını ve do­ layısıyla verimini artırmak için tarlayı ek bir toprak tabakasıyla kaplama.



TO P R A K LA M A K g. f. Bir yeri toprak­ lamak, üzerini toprakla doldurm ak ya da örtmek. —Tarım. Bir parsele toprak serperek yay­ mak. • to p ra k la n m a k edilg. f. 1 . Üzerine toprak dökülm ek; toprakla kirlenmek. — 2 . işleyip geçim ini sağlayabileceği bir toprağa sahip olmak. • to p raklan d ırm ak'ettirg. f. Bir kim se­ yi, İşleyip geçinebileceği kadar toprağa kavuşturmak.



TO P R A K LA N D IR M A a. Topraklandır­ m ak eylemi.



TO P R A K LA N D IR M A K - TOPRAKLA



anlamlısı.



T O P R A K Ç A U K a. El. sant. -



2



HALİ­



MAK.



KI LİMİ.



TO PR A K LA N M A K - TOPRAKLAMAK.



TO PR A K Ç IL sıf. Zool. Toprakta yaşayan



TO P R A K LI sıf. 1. içine toprak karışmış



hayvan türü için kullanılır.



ya da üzerine toprak bulaşmış olan. — 2 . Ekecek toprağı olan kimse için kullanılır.



TO PR A K -Ç İM E N TO a. inş. ve Bayınd. Ç im ento ve su katılarak uygun bir biçim ­ d e sıkıştırılmış doğal toprak. (Toprak, ye­ rinde ya d a taşınarak işlenebileceği gibi, toprak-çim ento santralda da hazırlanabi­ lir.)



T O P R A K L I, Adana'nın Karataş ilçesi



T b p ra k k a l« , Arkeol. Van'ın 2 km kadar



rın oluşumu ve evrimi. —ANSİk l . Toprakoluşum, biyosferin etki­ sindeki karasal mineral ortam da taşküre malzemesinin uğradığı fiziksel, sonra da kimyasal değişimlerin (ya da ayrışmaların) tüm ünü kapsar. • Toprak oluşturucu etkenler. Toprak oluş­ turucu etkenler iklim, ana kayaç, bitki ör­ tüsü ve topografyadır (akaçlama ve hidrom orflyle bağıntılı olarak); bu çeşitli et­ kenler belli bir zaman dilimi (ya da topra­ ğın yaşı) boyunca kendini gösterir, bu ba­ kımdan doğal biyoklim atik ya d a insanın neden olduğu değişikliklere (bitki örtüsü­ nün ve buna bağlı olarak toprakların bo­ zulması) uğrayabilir.



K.-D.’sunda urartu kenti; Rusa II dönem in­ de Rusahinili adıyla kurulm uştu (İ.Ö. VII. yy.). Urartular'ın ikinci başkenti olan bu yerleşm ede ilk kazılar 1879-1880’de Brltish M useum adına C aptain Clayton yö­ netimindeki bir İngiliz ekibince gerçekleş­ tirildi; anıtsal Haldi tapınağı'nın kimi kalın­ tıları ortaya çıkarıldı; buluntuların bir bö­ lüm ü Brltish M useum ’a gönderildi. 1898' d e C. F. Lehm arın-Haupt ve W. Belek yö­ netim indeki alman arkeoloji grubu yeni­ den kazılara başladı, Haldi tapınağı’nın te­ melleri, d epo yapıları ortaya çıkarıldı, de­ m ir ve tunçtan silahlar, aletler, süs eşyala­ rı ve çeşitli çanak çöm lekler ele geçti (bunlar arasında üzeri motifli tunç şamdan ile tahtında oturan tanrıça ve onun ö nün­ d e ayakta duran kadın figürlü altın m adal1 yon önemlidir). Daha sonra I. A. Orbeli (1911-1912), N. J. M arr (1916), K. Lake (1938) yörede araştırmalar yaptı; Toprak­ kale kazıları A. Erzen tarafından sonuçlan­ dırıldı (1959-1977). Dörtgen planlı Haldi tapınağı'nın tem e­ linde ele geçen altın ve güm üş levhalar­ la, aslan ve boğa kabartmalı, tunçtan a da k kalkanları urartu m aden sanatının gelişmişliğini yansıtır Ayrıca Rusa II ve Ru­ sa lll’e ait yazıtlar vardır. Bunların yanı sı­ ra en ilgi çeken yapı, içinde pek ço k kü­ pün bulunduğu şarap deposudur. D epo­ nun yanındaki ana kayaya oyulm uş sar­ nıçlar da urartu su mimarlığının önemli ör­ nekleridir. Toprakkale'nin B.'sında Meherkapı* denilen yerde İ.Ö. IX. yy.'dan bir urartu kutsal alanı ile kaya yazıtı saptan­ mıştır.



T O P R A K K A L E , A dana’nın Osmaniye ilçesine bağlı bucak; 13 093 nüf. (1990);



merkez bucağına bağlı köy; 170 nüf. (1990). Yakınında Roma dönem inden ya­ pı kalıntıları vardır.



TO PR A K O LU ŞU M a. Pedol. Toprakla­



• Toprak-bitki sisteminin işleyiş ilkeleri. Yüksek bitkiler, beslenmeleri için gerekli olan biyolojik çevrimi sürdürm ek için kul­ landıkları güneş enerjisini aktarıp dönüş­ türm ekte (emel derecede önem li bir rol oynarlar: kökle soğurm a -canlıyığın üreti­ mi- toprağa geri verme. Toprağa dökü n ­ tü ve kök halinde geri verilen bitkisel küt­ le, toprak faunasının vazgeçilmez aracısı olan canlı organizm alar ve özellikle mik­ roorganizm alar tarafından hum usa dö­ nüştürülür. Döküntüleri ve kökleriyle bitki­ ler, m ikroorganizm alar ve humus, kayaçlarda ve topraklarda bulunan mineraller üzerinde özgül bir ayrışma etkisi yapar. Perkolasyon çözeltileri de humuslarda olu­ şan biyolojik, bitkisel ve m ikrobik metabolitleri (mineral, bikarbonik, nitrik asitler ve ço k sayıda asit, indirgen ve kompleks ya­ pıcı organik bileşikler) taşıyarak bu ayrış­ mayı etkiler. • Toprağın farklılaşması ve süre. Toprağın oluşumu C katından başlayarak A katının az çok m ineral ortam a katılmış organik



topuk m addeler ve KOKierın etkisiyle giderek farklılaşmaya başlar; daha sonra B m ine­ ral katları kil, hidroksit, çözünmeyen orga­ nik bileşikler gibi m addelerin önce ayrış­ ması, sonra birikm esiyle farklılaşır. Farklı­ laşma süreciyle evrim, toprak profilinin tam anlam ıyla gelişmesine, biyoklimatik koşullar ve istasyon ortamıyla dengeye ulaşmasına kadar sürer Demek ki, topra­ ğı belirleyen şey, bitki-mikroorganizma-mineral ortam üçlüsünün karmaşık etkileşi­ m idir; bu etkileşim sonucunda dengeye ve önceden betimlenen olayların bileşke­ sine ulaşılır. • Biyolojik çevrim ve ayrışma. Bu işleyiş şeması ve bitki örtüsü-humus-toprakoluşum ilişkisi genelleştirilerek büyük biyoiklimsel bölgelere ve bu bölgelerin iklimsel bitki örtülerine göre dünya topraklarının kuşaksal bir dağılımı önerilebilir; bunlar “ iklimsel klimakslar” denen kuşaksal top­ raklardır. Bununla birlikte, bu kuşaksallık yasasının istasyon koşullarına, anakayaca, topografyaya ve akaçlamaya bağlı pek ço k istisnası vardır; iklim özelliklerini geri planda bırakan bu koşullar, bu özel ortam­ da görülen özel bitki örtülerinin, örneğin turbalıklardaki bitkilerin ya d a kireçli kayaçlar üstündeki kalsifil bitkilerin ortaya çıkm asına neden olur (bu topraklara, ku­ şaksal topraklara ya da iklimsel klimakslara karşıt olarak, istasyon klimaksları ya da kuşakiçi topraklar denir). Son olarak, to p ­ rağın dengesi, gerek iklimsel değişiklik­ lerden dolayı bitki örtüsünün değişmesi (Erhard'ın biyoaşınaşınım kuramı), gerek­ se toprakların fizikokimyasal ve biyolojik bakım dan bozulmasına ve buna bağlı olarak mekanik aşınımına neden olan in­ san etkisi sonucu değişebilir. Nitekim, At­ las okyanusu kıyısındaki ormanın bozul­ ması, orm an topraklarının fundalık podzollarına dönüşmesine yol açmıştır; A B D ’ de rüzgâr aşındırması ve sellenme sula­ rı, A m e rika d a doğal bitki örtüsü bozulan preri topraklarının tahribine neden olmuş­ tur.



tesi'ni bitirdi (1966). Bir süre Zongul­ dak'ta serbest avukatlık ve belediye meclisi üyeliği yaptı. AP’ye girdi, il ve ilçe teşkilatlarında çeşitli görevler aldı. 1977' de AP Zonguldak milletvekili seçildi. Devlet bakanlığı yaptı (1979-1980). 1986 ara seçim lerinde ve 1987 genel seçim le­ rinde DYP Zonguldak milletvekili seçildi. 1991'de DYP Bartın milletvekili olarak meclise girdi ve seçim sonrası kurulan hükümette Milli eğitim bakanlığı görevini üstlendi (1991-1993). 1993 mayısında Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı ol­ masıyla boşalan DYP genel başkanlığına aday olduysa da, olağanüstü kongrede gerekli oyu sağlayamadı.



TOPTAN İÇERİ-TOPTAN O IŞAR1 a Tavukç. Büyük çapta yum urta tavuğu ya da et pilici üretim inde uygulanan üretim sistemi. —ANSİk l . B u sistemin temeli, kuluçkadan aynı zam anda çıkan civcivlerin aynı yer­ de bakılıp büyütülm eleri ve aynı zam an­ d a hizmete (yumurta) ya da besiye sokul­ maları, kimisi hâlâ bol yum urta verse ya d a besi tutmamış olsa da hepsinin aynı zam anda kesime verilmesidir. Aynı anda toptan boşalan kümes kolayca temizlenir, dezenfekte edilir. Temiz bir çevrede baş­ latılan bakım ve yem lem ede beraberlik sağlanır, aynı yaşta olan hayvanlarda aşı vb. önlem lerle hastalıklar etkin bir kontrol altına alınır.



TOPTANCI



sıf. ve a. PERAKENDECİ'ye karşıt olarak, toptan satış yapan tüccar için kullanılır.



♦ a. Tic. Toptancılık işi yapan tüccar. (Toptancı, malları üretim yerinden ya da fabrikadan alarak depolar ve dağıtımını yapar.) — 2. Toptancı fiyatı, büyük miktar­ larda alınıp satılan mallara, özellikle to p ­ tancı ticarette yapılan alışverişlere uygu­ lanan fiyat. || Yarı toptancı, yarı toptancılık işleri yapan tüccar.



TOPTANCILIK



a. Toptan yapılan ticaret. —Tic. Ürünlerin imalatçıdan büyük miktar­ larda satın alınması ve perakendeci tüc­ carlara b üyü k m iktarlarda satılması. || Ya­ rı toptancılık, toptan satıcılıkla perakende satıcılık arasında yer alan ticaret türü.



TOPRAKSIZ sıf. 1.



içinde ya da üzerin­ de toprak bulunmayan. — 2. Ekecek to p ­ rağı olmayan kimse için kullanılır. — Çiçekç. Topraksız fidan, yerinden çıka­ rılmış kökleri çıplak bitki.



Topraktepe.



Arkeol. Sivas kalesi'nin bulunduğu tepede höyük; kaleye dikile­ ce k anıtın yerini hazırlama çalışmaları sı­ rasında saptandı. Türk tarih kurum u’nca höyükte yapılan kazılarda, osmanlı ve Sel­ çuklu buluntularının altında, hitit katmanı (I.Ö. II. binyıl ortaları) ortaya çıkarıldı. Bu katm anda Alacahöyük, Boğazköy, Alişar örneklerine benzer çeşitli çanak çöm lek­ ler ele geçti. Bu buluntular hitit kültürünün yayılma alanının Sivas'ı da kapsadığını gösterir.



TOP-Ü Ç EVG Â N TOPUK a.



T O P R A K T E P E , Sultan dağlarının K.-B. ucunda, kütlenin en yüksek doruğu 610 m).



(2



Topraktol höyüğü. Arkeol.



İsparta'da, Beyşehir gölünün B.'sında höyük. J. Mellaart tarafından saptanan höyük yörenin Son Bakırtaş dönemi yerleşmelerindendir.



T O P S Ö Ö Ü T , Malatya'nın merkez ilçe­ si merkez bucağına bağlı belde; 3 836 nüf. (1990).



TOP-SPİN



a. (ing. söze.). Masatenisinde, aşağıdan yukarıya doğru yapılan, to­ pun etki ve hızını artıran vuruş. (TOP da denir.)



TOPTAN be 1 . Hep birlikte, toplu olarak; Odayı toptan terk ettiler. Toptan karar vermek. — 2. Tümüyle, tamamıyla: Yaptığı acemice konuşmalarla, seçilme şansını toptan yitirdi.



topluca:



♦ sıf. Perakende'ye karşıt olarak, toplu­ ca, b üyük m iktarda yapılan: Satışlarınız



toptan mı? Bir malın toptan fiyatı.



T O P T A N (Köksal), türk siyasetçi (Rize 1943). İstanbul Üniversitesi hukuk fakül­



.







ÇEVGÂN.



1. insan ayağının arka ve alt kısmı. — 2. Ûkçe: Ayakkabının topuğu kaç santim? — 3. Ç orabın to p u ğa gelen bö­ lümü. —4 . Topuk çalmak, ayakların çıkın­ tılı olan iç kemiklerini yürürken birbirine çarpm ak. || Topuk çatlatmak, aşırı ölçüde hızlı gitmek. || Topuk demiri -* TOPUKDEMİRİ. j| Topuğuna basmak, bir kimsenin ardı sıra gitmek, onu çok yakından izle­ mek. || Topuklarına kadar, aşıkkemiklerine değin: Topuklarına kadar suya girmişti. —Al. tak. Bir kamanın iri ucu. — Balıkç. D enizin d ibinde bulunan bazı arazi kıvrımlarına verilen ad. — Bine. Topuk çalmak, dörtnal ya da sü­ ratli yapan bir atın ön ya da art ayaklarını birbirine vurdurması. (Bu durum da ayak­ lar zedelenir ve yaralanır Topuk çalmanın başlıca nedenleri genç, yaşlı olmak, yor­ gunluk, antrenm an eksikliği ya da kötü nallamadır.) — Denizbil. SlöLlK'ın eşanlamlısı. — Denize. Belli bir derinliği olan deniz di­ binin, bir tüm sek meydana getirecek bi­ çim de aniden yükselmesiyle oluşan sığ­ lık. || Direk, çubuk, seren vb. donanım la­ rın alt ucu. || Topuk atlamak, bir gem iden ya da tekneden söz ederken, bir sığlığa sürtünerek geçm ek. || Topuk vurma, bir sığlıktan geçerken omurga topuğunun di­ bine vurması. || Dümen topuğu, metal ge­ mi inşaatında, düm en bodoslamasının, düm en anası oturtulan alt bölümü. || Ma­ tafora topuğu, mataforaların gem iye bağ­ landığı bölüm. || Omurga topuğu, bir g e ­ mi om urgasının, kıç taraftaki ucu. — Fiz. ted. Topuk travması, yere kötü bas­ ma sonucunda gelişen topuk zedelenme­



si. (Zedelenm e kemik lezyonları biçim in­ de olabilir (topukkemiği kırığı), am a daha ç o k kiriş lezyonları biçim inde olur [taban aponevrozunun topukkem iğine tutunm a düzeyinde altta ya da Aşil kirişi düzeyin­ d e arkada).) — inş. Metal bir çatıda, derz örtüsünün al­ tını ya da şeridin serbest kenarını tam am ­ layan parça. || Metal bir parça üzerinde kı­ sa dirsek. — M ad. oc. Yeraltındaki bir üretim boşlu­ ğu tavanının göçm esini önlem ek için, ge­ çici ya d a sürekli olarak yerinde bırakılan cevher yatağı kesimi. (Bk. ansikl. böl.) || Topuk inceltme, topuktaki cevherin bir bö­ lümünün kazıyla çıkarılması. || Topuk takvi­ yesi, topukların çevresini dolgu ya da g ö ­ çü k malzemesiyle sağlamlaştırmaya d a ­ yanan işlem. (Üstteki arazide bazı kırılma­ lar ve çökm eler olsa bile takviyeli topuk­ lar arazi yükünü taşıyabilir.) || Örme topuk, üretim sırasında çıkan taşların, tavan ta­ ban taşı arasındaki boşluğa yığılmasıyla elde edilen topuk. (Eskicien, alçıtaşı, kireç­ taşı gibi inşaat malzem elerinin çıkarıldığı yeraltı ocaklarındaki boşluklar, taş duvar­ larla tahkim edilirdi.) — Mak. san. Bir yüzeyde, dayanak ya da büte görevi yapan çoğu kez koşutyüzlü çı­ kıntı. || Topuk yatağı, DÜŞEY* YATAK'ın eş­ anlamlısı. — Mim. ve Süslem. sant. Uçları düşeye yaklaşan S biçim inde profili olan bileşik silme. (Düz topuk, üstte dışbükey, altta iç­ bükeydir.) [TERS ARMUDİ SİLME de denir.) —Organol. Yayda, kıl tutamını değnek­ ten uzak tutan tahta ya da fildişi parçası. || Lütiyecilikte, bir telli çalgı sapının, yanlı­ ğ a yapışık olan arka bölümü. — Patol. Topuk ağrısı, topukta duyulan ve ço ğu zaman yürümeyi engelleyen ağrı. (Eşanl. TALAUİ.) [Bk. ansikl. böl.) — Spor. Topuk mekanizması, kayak spo­ runda ayakkabının topuğunu kayağa bağ­ layan emniyet tutturucusunun arka bölü­ mü. || Topuk pası, vuruşu, futbolda, topa topukla yapılan vuruş (genellikle bir pas verm e biçim inde olur). —Tar Kırmızı topuk, XVII. yy.'da Fransa sa­ ray çevrelerinde giyilen ve bir soyluluk be­ lirtisi olan kırmızı topuklu ayakkabı. —Tarönc. Ç akm aktaşından aletlerin, elle kavranmasını sağlayan yontulmamış d ip kısmı. || Bronz baltalarda, sapın takıldığı bölüm. —Vet. Topuk çalma ya da topuk vurma, atlarda ve sığırlarda, hayvanın, yürürken bir ayağını yerdeki öteki ayağına çarpa­ rak onu yaralaması. —Zool. Atgillerde ve gevişgetirenlerde ba­ cakların incikle bukağılık arasında kalan ve ana bilek ya da tarakkem iğinin ilk parm akkem iği ve iki büyük susamsı kemikle yaptığı eklem e dayanan bölge. || Amniyonlu om urgalılarda bileğin arka bölüm ü (iskeleti topukkem iğidir). [Sürüngenlerle kuşlarda aşıkkemiği ile topukkem iği birbiriyle kaynamıştır ve ayakbileği ayakbileği-kaval eklem iyle ayak tarağı arasına ek­ lemlenir; memelilerde, eklemlenme, bir yandan kavalkemiği ile aşıkkemiği arasın­ da, öte yandan kamışkemiği ile topukke­ miği arasında olur; topukkem iği tümseği, top u ğu n dayanağı olarak Achille kirişine yapışır. Topuk insan ve ayı gibi ayak taba­ nına basarak yürüyen om urgalılarda an­ cak yere basar.) —ANSİKL. Mad. oc. Eskiden, cevher ka­ zısı genellikle en kolay kazılan kesimler­ de gerçekleştirildiği için, arada kalan cev­ her topuklarının yatay kesitleri rasgele b i­ çim ler alırdı. Cevher kazı oranlarının de­ ğişken, genellikle de yüksek olduğu bu düzen; üretim boşluklarının uzun süre ka­ rarlı kalmasına olanak vermiyordu. G ünü­ m üzde topuklar, daim a düzgün geom et­ rik şekiller (kare ya da dikdörtgen) halin­ de oluşturulm akta ve boyutları, stabilite hesaplarıyla bulunan dayanma sürelerine göre belirlenmektedir. Düşey kesitte, topuklar kare ya da dik­ dörtgen ya da bitişik odalar kemerlendiğin d e lale biçim inde olabilir, iki üretim



11635



topuk yüzüyle zarkemik ile eklemleşir. Aşil kirişi topukkem iğinin arka-üst bölüm üne yapı­ şır ve ayağa arkaya bükülm e hareketleri­ ni yaptırır.



11636



T O P U K L A M A K g. f. Bir hayvanı topuk­ lamak, onu topukla sertçe dürtm ek: t'ola koyulmak için atlarını topukladılar. kare to p u k la r



TO P U K LU sıf. 1 . Topuğu olan ya da to ­ puğu belirtilen bir nitelikte olan. — 2. Yük­ sek ökçeli: Topuklu ayakkabı, çizme, ter­



lik. T O P U K S U Z sıt. Topuğu olmayan ya da ökçe yüksekliği ço k az olan:



Topuksuz



ayakkabı.



topuklar (marten ocağı)



y ü k se k to p u k la r



T O P U K T A U A N L IL A R a. Parmaklara basarak yürüyen ve üstçenede 3 çift kesicidişi bulunan, gevişgetirenlere yakın, çiftparmaklı memeliler alttakımı. (Bu alttakımda yalnız, develerle lamaları kapsayan devegiller familyası bulunur. Bil. a. Tylo-



poda.) T O P U R a. Kestanenin dikenli olan dış kabuğuna halk arasında verilen ad. yassı top u klar



T O P U S K O , Hırvatistan’da ünlü kaplı­ ca merkezi, Glina vadisinde.



T O P U T a. Kim. Kimyasal bir tepkim e so­ nucu çözeltide çözünm ediği için katı ola­ rak ayrılan, ağırlık etkisine ve parçacık bü­ yüklüğüne bağlı olarak tortu durum unda dibe çöken katı madde, çökelti.



la le b iç im li to p u kla r



T O P U Z a. 1. Bükülerek, tepede, ense­ nin üstünde ya d a altında to p biçim inde toplanm ış saç. — 2 . Bir şeyin elle kullan­ maya yarayan to p biçim indeki çıkıntısı:



Kapının, pencerenin topuzu. Bastonun to­ puzu. — 3. Topuz gibi, tıknaz, kısa boylu.



zincirli topuz Ordu müzesi, Paris



boşluğunu ayıran yassı topuklara (geniş­ —Ağ. yet. Taş çekirdekli meyve ağaçların­ liği yüksekliğinden en az beş kez daha da bulunan, genellikle ertesi yıl meyve to­ çok) “ basık to p u k " adı verilir. m urcuğuna dönüşecek olan ve ağaç buTopuklar, yeraltında olduğu gibi bırakı­ danırken alıkonması gereken kısa, sivri labilir; boyutları, kayacın dayanımına ve dalcık. bulundukları derinliğe bağlı olarak belir­ — Denize. Ulusal bayramlarda, işaret san­ lenen ço k kesin koşullara uygun olarak caklarıyla birlikte ya da yalnız olarak g e ­ tespit edilmelidir. mi direklerinin tepesine çekilen ulusal Bir cevher yatağından azami verim el­ bayrak. de edebilm ek için, önceden bırakılmış — Esk. sil. A ntikçağ’dan başlayarak ateşli olan topuklar kısmen ya d a tam am en alı­ silahların bulunuşuna değin yaygın olarak nabilir. Bu durum da, zayıflamış yapımın kullanılmış, dem ir saplı, yuvarlak başlı bir stabilitesinl sağlam ak için ya açılan boş­ tür silah. (Bk. ansikl. böl.) || Topuz başı, to­ luklar doldurulur ya da arazinin denetimli puz ya d a gürzde, sapın (gönder) ucun­ bir biçim de oturmasını sağlamak için ara­ da yer alan, yaralama ve parçalam a işle­ da kalan topuklar dinam itlenerek göçervine sahip, küre biçim inde metal parça. tilir. — Mim. G öm m e ayak, kubbe feneri, tırab­ — Patol. Topuk ağrıları genellikle, topukzan başı gibi öğelerin üst bölüm ünde yer kemiği ile taban arasında bulunan Aşil sis­ alan küre. || Topuz çatı, kare planlı bir ya­ tem indeki değişim lere bağlıdır. Taban-topının üstünü örten ve bir noktada birleşen puk ağrıları’nda ağrı tabanda duyulur ve dört sağrıdan oluşan çatı. üzerine basınca ortaya çıkar, iki nedenden —Saraç. Eski türk eyerlerinde önkaşın or­ ileri gelir: çoğu zam an yum uşak kısımlar­ tasındaki çıkıntı. da travmadan doğan adi taban-topuk ağ­ ■ —Sil. Zincirli topuz, şövalyelerin zırhlarını rısı; guttan ya da ankilozlu spondilartritparçalamaya yarayan ve bir zincirle bir sa­ ten doğan iltihaplı topuk ağrıları. Arka to­ pa bağlanm ış bir kütleden oluşan saldırı puk ağrıları ise Aşil kirişinin ve ekli seröz silahı. (Topuz kütlesinin üzerinde diken bi­ keselerin lezyonlarına bağlıdır. çim inde sivri uçlar vardır.) [XI.-XVI. yy.] —Şapkac. Bir şapka ayaklığının ya da bir T O P U K O E ltâ İR İ a. Kapı menteşelerinin askı çengelinin, şapkanın konmasına ya­ altta kalan erkek parçası. rayan yuvarlak üst kısmı. TO PU K B Ö V EN sıf. ve a. 1 . Etekleri to ­ —Zool. Bir organın ucundaki şişkin kısım. puklara değin uzanan ve yürüdükçe to­ (Gündüzkelebeklerınin duyargaları topuz puklara çarpan giysi için kullanılır. — 2 . uçludur. Duyarga topuzu değişik sayıda Etekleri yere değin uzun kadın entarisi. eklem den oluşur.) TO P U K K E M İĞ İ a. Ayağın alt ve arka — ANSİKL. Esk. sil. Dem irden yapılmış, kısmında bulunan kemik. güçlü darbelere sahip arap, ıran ve türk —ANSİKL. Topukkemiği topuk çıkıntısını topuzları birbirine benzer. Türk topuzları oluşturur ve vücut ağırlığının b üyük bir arasında pirinç ve güm üşten yapılmış ör­ kısmını taşıyarak, taban kubbesine d es­ neklere de rastlanmaktadır. Süvariler to­ tek sağlar; üst yüzeyle aşıkkemiği ile ön puzlarını eyerin solunda taşırlardı ve bun­ lar piyadelerinkine göre daha ağırdı. Türkler'e özgü bir silah olan salık’ da bir tür topuz ya da gürzdür. Şeşper de bir topuz k am ışkem ığı türüdür. k a valkem ığı a ş ıkke m iğ i ka yıkkem ığı



T O P U Z (Hıfzı), türk gazeteci (İstanbul 1923). Yükseköğrenimini İstanbul Hukuk fakültesi'nde (1948) tamamladı. Merkezi Strasbourg'da bulunan Uluslararası g a ­ zetecilik eğitim merkezi nden diplom a al­ d ı'v e doktorasını yaptı. 1 0 yıla yakın bir süre Akşam gazetesinde çalıştıktan son­ ra UNESCO genel sekreterliğine bağlı



haberleşm e dairesinde görev aldı (1959), aynı dairenin yöneticiliğine geti­ rildi (1969). TRT genel m üdür yardımcılı­ ğı yaptı (1975). Tü Basın yayın yüksek okulu'nda öğretim görevlisi (1991), BRT genel danışmanı (1993) oldu. Yazı ve rö­ portajları Vatan. Öncü, Cumhuriyet vb. süreli yayınlarda çıktı. Kongo’da kurtuluş savaşı (1965), Kara Afrika (1971), 100 soruda türk basın tarihi (1973), Televiz­



yon, radyo, basın ve afişle seçim savaş­ ları (1977), Cumhuriyetin beş dönemeci (1984, Hüsamettin Ünsal'la) Dumumba (1987) vb. adlı yapıtları vardır.



TOPUZ



(Ali), türk siyaset adamı (Çayeli 1932). ITÜ Mimarlık fakültesi’ni bitirdi. CHP İstanbul il başkanlığı, İstanbul millet­ vekilliği (1973-1980), İmar iskân (1974), Köylşleri ve kooperatifler (1977, 19781979) bakanlıkları yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kesintiye uğrayan si­ yasi hayatı yeniden başlayınca SODEP’te (daha sonra SHP’ye dönüştü) yer aldı. İs­ tanbul milletvekili olarak görev yaptı (1987-1991). CHP yeniden açılınca bu partiye geçti (1992). T o p u z b e n d i, İstanbul'da Belgrat or­ manında, Belgrat çayı üzerinde kurulu bent. Sultan Osman II dönem inde tuğla set olarak inşa edildi (1619/1620). Os­ man II bendi, Karanlık bendi, Kömürlü bendi adlarıyla da anılır, içm e suyu sağ­ lamak amacıyla yapılan bendin tem el­ den yüksekliği 8,60 m, kret uzunluğu 64,50 m, su toplam a hacm i 70 000 m 3'tür. İSKİ tarafından işletilmektedir.



TOPUZCUK



a. Zool. D eğişik biçimde, am a daim a yuvarlak olan ve bir organın ya da bir organizm anın yüzeyinde çıkıntı yapan tüm sek. (Eşanl. Y U M R U C U K .)



TO P U ZD U Y A R O A U LA R a Duyarga ları birer topuzla son bulan yassıkabuklukınkanatlıların eski adı. T O P U Z L U sıf. 1. Saçını topuz yapmış kadın için kullanılır. — 2. Topuzu olan nes­ ne için kullanılır: Gümüş topuzlu baston.



T OP UZ LU



(Cemil), türk hekim (İstanbul 1866 - ay. y. 1958). Askeri tıbbiye'yi çok genç yaşta yüzbaşı rütbesiyle bitirdi (1886); Paris'te cerrahi uzmanı oldu (1887 -1890). Haydarpaşa hastanesi'nde opera­ tör, fibbiye'de müderris yardımcısı ve m ü­ derris olarak görev yaptı. Türk-Yunan sa­ vaşı (1897) sırasında yaralanan 2 000'i aş­ kın askerin ameliyatını b üyük bir özveriy­ le gerçekleştirdiği ve ölüm oranının yüz­ de üç düzeyinde kalmasını sağladığı için rütbesi ferikliğe (korgeneral) yükseltildi (1898). A bdülham it H'nin oğluna başarılı bir ameliyat yaptığı için rütbesi padişah­ ça m üşirliğe (mareşal) yükseltildi (1905). 1908 m eşrutiyeti'ndeki düzenlem ede rüt­ besinin miralaylığa indirilmesi üzerine as­ kerlikten istifa etti, iki yıl sonra da Tıbbiye' deki görevinden emekliye ayrıldı. 1911 yılı ortalarında İstanbul belediye başkanlığı­ na atandı, üç buçuk yıl kaldığı bu görev­ de kentin yiyecek gereksinim ini karşıla­ mak. yolsuzlukları önlemek, Gülhane parkı’nın halka açılması, atlı tramvayın yeri­ ne elektrikli tramvayın çalıştırılması, yolla­ rın genişletilip ağaçlandırılması, özellikle de Darülbedayi-i osmani adlı konservatuvarın kurulması gibi konulara önem ver­ diyse de, ittihatçılarla anlaşamayarak gö­ revden ayrıldı (ekim 1914). İstanbul'un ingilizler'ce İşgali sırasında dokuz ay kadar ikinci kez belediye baş­ kanlığı, ayrıca Dam at Ferit kabinesinde Nafıa vekilliği yaptı (1920), Paris'te topla­ nan barış konferansına osmanlı delegas­ yonu üyesi olarak katıldı, ancak İstanbul'a d önünce hüküm etten ayrıldı ve yaşamı boyunca başka resmi görev kabul etme­ di. Türkiye'de çağdaş cerrahinin kurucusu olduğu gibi şehircilik çalışmalarının da ön­ cülerinden olan Cemil Topuzlu'nun başlı­ ca yapıtları: Seririyatı cerrahiye (1896), 32



sene evvelki, bugünkü, yarınki İstanbul



80 yıllık hatıralarım (1951).



(1944),



Topuzlu bend i —



Mahm



ut



l



b e n d i.



TO P U Z Z A M B A K a. Pasifik ülkeleri kö­ kenli olan sıcak ya da ılık sera bitkisi. (Bazı türlerde 10 m yüksekliğe erişebilir. Çiçek­ leri beyaz, küçük, tek tek ya da dal ucun­ d a toplu bulunur. Birçok türü süs bitkisi olarak yetiştirilir. Bil. a. Cordyline; zambak­ giller familyası.)



T O P Y E K Û N sıf., be. (top ve ar. yek ü n 'd a n ). Eksiksiz olarak; tam am en, büsb ü tü n : Topyekûn savaş. Topyekûn



savaşmak. Bir işi topyekûn sona erdir­ mek. TO O U EP A LA , Peru'da (M oquegua yö­



rın boşluğunun üst kısmındaki organlara ulaşabilm ek am acıyla göğ ü s çeperinin, diyaframın ve karnın yarılması.



TO R A K O M ETR İ a. (fr. thoracometne). 1. G öğüs kafesinin ölçülmesi. — 2. Dölüt büyümeyi anlam ak ve izle­ m ek için, ekografi aracıyla dölütün göğüs kafesinin önden arkaya ve enine çapları­ nın ölçülmesi.



torakometrisi,



TO RA K OPLA STİ a. (fr. thoracoplastie). Cerr. Alttaki bir akciğer kaverninln sönm e­ sini sağlam ak am acıyla az ya da ço k sa­ yıda kaburganın kesilmesi. (Eskiden ak­ ciğer vereminin tedavisinde kullanılan bu yöntem, günüm üzde ancak bazı istisnai durum larda gerekli olmaktadır.)



netim bölgesi) madencilik merkezi, Moquegua'nın G.-D.'sunda. Bakır, demiryoluyla ilo'ya taşınır.



TORAKOTOMİ a. (fr. thoracotomie). Gö­



TO R sıf. Yörs. 1. Henüz eğitilm em iş ya­



thoraks'tan).



bani hayvan için kullanılır; torlak. — 2. Toy, acemi bir kimse için kullanılır; torlak. — 3. Ürkek, çekingen, utangaç.



TO R a. Yörs. Sık örgülü balık ağı.



Yörs.



♦ sıf. müş.



Sık örgü, ağ şeklinde örül­



TOR a. (gaelce söze.). Jeomorfol. Ayrıt­ ları yuvarlaklaşmış, harabe görünüm ün­ de ve dekam etre boyutunda bloklardan oluşan geom etrik yığın. (Granitli kayaçlarda görülen bu olay artık sağlam kayaçları saran alteritlerin dökülm esinden kay­ naklanır [sellenme akma, hatta rüzgâr sü­ pürm esinin etkisiyle].)



TO R a. (fr. tore). Ceb. ve Geom. slMİT'in eşanlamlısı.



TOR a. (fr. sıf. fors'dan). Bayınd. Tor çeli­



ği,



soğukta burularak esneklik sınırı ve da­ yanımı yükseltilmiş özel beton çeliği. (Çap­ ça karşıt iki helisel nervürü vardır ve helis adımı çapın on katına eşittir. Tor çeliği, düz yuvarlak çeliklere göre betona daha İyi yapışır.) [B U R U L M U Ş Ç E LİK de denir.]



TO R



-



Tora -»



Thor. TO RA H,



TO RA D ELF a. (fr. thoradelphe). Biyol. Birbirlerine göbekten yukarı kısımlarından yapışık İki gövdeden oluşan ucube.



To rah ya d a ib r a (ibranice tora, yasa), İbrani Kutsal Kitabı'nın ilk beş kitabı. M u­ sa'nın yasalarını içerdiği için bu adla anı­ lır. ( -* T e v r a t . )



TO R A K a. Köm ürleştirilecek ağaçla ya d a pişirilecek tuğlalarla doldurulan ve dı­ şı çam urla sıvanan kümbet.



TO RA K O D İD İM a. (fr. t.horacodidyme). Biyol. Birbirine göğüsten ve gövdenin alt kısmından yapışık çift ucube.



TO RAKO-FRENO -LAPAROTOM İ a



thoraco-phröno-laparotomie).



TO R A K S a. (fr. thorax; lat. thorax; yun. Böcbil. Böceklerde, baş ile karın arasında kalan, yer değiştirm e ek­ lentilerini, ayakları ve kanatları taşıyan, gö­ ğüs diye adlandırılan beden bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —Zool. Bazı eklembacaklılarda, başın he­ men arkasında bulunan ve yer değiştirme ayaklarını taşıyan, göğüs adıyla da bilinen beden bölüm ü (örneğin kabukluların pe-



reyonu). Böcbil. Böceklerin toraksı, her biri bir çift ayak taşıyan ve önden arkaya doğru sırasıyla protoraks (öngöğüs), mezotoraks (ortagöğüs) ve metatoraks (artgöğüs) adı verilen üç halkadan oluşur, iki çift kanadı bulunan böceklerde, bu kanat­ ların birinci çifti mezotorakstan, ikinci çifti metatorakstan çıkar. Sineklerde, metatoraksta yalnızca dengelikler bulunur. G ü­ nüm üzde yaşayan böceklerde protoraksta hiç kanat bulunmaz; buna karşılık Bi­ rinci Zaman'da yaşamış Paieodictyoptera' larda protoraks kanatçıkları vardı. — A N S İK L.



TO R A M A N sıf. ve a. Tombulca ve iri ya­ pılı; genç irisi:



Toraman bir delikanlı.



TO R A N A a. (kemer, tonoz anlam ında



T O R A Ç A L A R , özellikle Orta Sulavesi bölgelerinde yerleşen ve bazen dağlarda, bazen vadilerde yaşayan birçok grubu bir araya getiren endonezya halkı. Toplumsal örgütlenm eleri, kazık temeller üzerindeki uzun evlerde oturan ve her biri ayrı bir ik­ tisadi ve törensel b irliği sim geleyen g e ­ niş aileye dayanır. Köy konfederasyonla­ rı, yetkesini halk ve azatlı köleler üzerin­ d e kullanan bir şefler m eclisi tarafından yönetiliyordu. G e çim lik ekonom ileri, ya­ kılarak açılan ve sulanan tarlalarda ya­ pılan tarıma, balıkçılığa, avcılığa ve m an­ da yetiştiriciliğine (sim gesel statü) daya­ nır. H ollan d a işgali b üyü k kültürel ve özellikle dinsel dönüşüm lere yol açtı; şam anlığa, atalara tapm aya ve aşamalandırılm ış b ir ruhlar tapınağıyla yaratıcı bir tanrıya (Güneş, Bereket) derin bir saygı gösterm eye dayanan geleneksel dinleri­ ne, Kuran kuralları ve protestan uygula­ m alar eklendi.



(fr.



ğ üs kafesinin cerrahi olarak açılması.



Cerr. Ka­



sanskritçe söze ). Üzerinde çokdilim li bir dekor ya da tonoz bulunan giriş sundur­ ması. (Hint kaynaklı inceleme kitapları, toranaları bezemelerinin türüne göre üç ti­ pe ve kemerin bir kapı, bir duvar ya da ayaklarla ilişkili olmasına göre üç sınıfa ayırır. Torana düzenlemeleri çoğu kez dik­ kate değ e r niteliktedir: Şunga sanatında [İ.Ö. I. yy. - ¡.S. I. yy ], Sanci'dekl stupa 1 y a d a ortaçağ sanatında [IX.-XI. y y ] Bhubanesvar'da, M odhera’da vb.)



T O R A S E N TE Z a. (fr. thoracentese) Plevra boşluğunun göğüs çeperinden ge­ çilerek iğneyle boşaltılması. (U ygulam a­ da buna plevra ponksiyonu denir.)



TORBA a. 1. Türlü m addelerden yapıla­ bilen, değişik boyda ve üstten açılan kü­ çü k çuval: Torbanın dibi delindi. Naylon torba; ne işe yaradığını gösteren bir tam ­ layanla kullanılabilir: Çamaşır torbası. Çöp torbası. — 2 . Bu torbanın içeriği: Buranın betonlanması için üç torba yeter. — 3. Tor­ ba kadro, yetkililerin gerektiği durum lar­ d a kullanması için saklı tutulan kadrola­ rın tümü. || Torbada keklik — ÇANTA’ DA K EK LİK || (Bir şeyi) torbaya koymak, elde etmek, sağlam ak (tkz ). —Ambal. Besin maddelerinin, ticari ürün­ lerin am balajlandığı kâğıt, plastik, d oku ­ m a torba. || Esnek bir m addeden (kâğıt, jüt, pamuk, plastik zarlar, örülm üş plastik ipler, çeşitli karma malzeme vb.) yapılmış, hazır am balajlam a aracı. || Plastik torba presi, bir rezistansın ısısıyla, bir çift plas­ tik yaprağı kaynaklayarak kapalı plastik ambalajlar yapmaya yarayan elektrikli ay­ gıt. —Anat. Erbezi torbası, apışarasının ön ta­ rafında, kamışın altında bulunan ve erbezlerinl içeren kese. (Bk. ansikl. böl.) || Tor­ ba bağı, erbezini torba derisinin iç yüzü-



J.-L. Nou



ne bağlayan lifsi yapı. || Torba derisi, torbanın kendisi ve dış yüzü. . —Ask. Kum torbası, sahra istihkâmını kap­ lamak ya da geçici tahkim at yapm ak için kullanılan içi kum dolu torba. || Malzeme torbası, bir birlikte yiyecek maddelerini ya da bazı gereçleri taşımak için kullanılan bez torba. (Askerlerin şahsi torbalarına sırt çantası denir.) — Balıkç. Trol ağında küçük kurnaya veri­ len ad. —Ciltç. Kitap kapları taşlanırken, deriden önce, kapağa iki taraflı yapıştırılan kâğıt. (Körüklü kitaplarda körük buna yapıştırılırdı.) —Çiçekç. Plastik torba, başka yere dikil­ m ek istenen bir fidenin köklerini ve onunla birlikte çıkarılan toprağı taşımak için kul­ lanılan plastik kese. — Denize. Yeni açılan bir yelkene rüzgâr dolmasıyla oluşan şişkinlik. || Loça torba­ sı, güverte loçalarını tıkamada kullanılan, içi kıtık dolu branda bezinden torba. — Eğl. ve Spor. Kampçı torbası, kamp ku­ rarken yatma takımlarının üzerine konan su geçirm ez ve yalıtkan örtü. — Esk. spor. Çuval ya da abadan yapılan ve içine ok konulan mahfaza. — E(r eşy. Toz torbası, bir emici elektrik sü­ pürgesinin gövdesinin içinde ya da dışın­ da bulunan ve emilen tozların toplandığı sağlam bez ya da kâğıt torba. — Kur. tar. Torba oğlanları, Osm anlılar'da Acemi ocağı'na yazılarak inşaat, taşım a­ cılık ve denizcilikle ilgili işlerde çalıştırılan­ lara verilen ad. — Mutf. Torba yoğurdu — YOĞURT. —Spor. Kum torbası, boksörlerin çalışmak için vurdukları içi kum dolu, tavana asılı torba. —Su ür. Delikli torba, doğ a d a kendi orta­ m ında yetiştirme tekniğinde, içine istirid­ ye konan ve suyun girip çıkması için üze­ rinde sayısız delik bulunan plastik torba. ♦ sıf. 1. Torba biçim inde olan. — 2. Say. sıt. + torba, bir torbanın alacağı miktarı belirtir: Üç torba çimento. — Balıkç. Torba ağ, uçlarından biri bir çe ­ şit cep biçim inde kapalı olan, 1 0 ila 1 2 m u zunluğunda ağ. — Giy. Torba elbise, yakadan başlayıp düm düz aşağı inen bol ve kesintisiz elbi­ se. — Marokene. Torba çanta, fermuarlı, bir ya



Sanci'deki (Hindistan) stupa Tin kuzey taranası



markisi), transız devlet adamı ve diplomat (Paris 1665 - ay. y. 1746), Charles Colbert' in oğlu. Fransız d iplom asisinin yönetici­ si, K onsey'de Ispanya kralı C arlos ll'n in vasiyetinin kabul edilm esinden yana çıktı (1700); ispanya Veraset savaşı sırasında, Louis XIV tarafından, m üttefik devletler­ le barış görüşm elerini yürütm ek için Lahey'e g ön d e rild i (mayıs 1709), m üttefik­ ler isteklerini kabul etm edi, d ah a son­ ra Londra hazırlık çalışm aları (1711) ve U trecht ve Rastatt antlaşm alarıyla (1713 -14) so nu çla na n görüşm eleri yürüttü. Kral naipliği konseyi danışm anı oldu (1715); 1721'de N aip tarafından görev­ den uzaklaştırıldı. T O R S A a. Göçm en ya da yerleşik yaşa­ yan küçük penguen. (Bil. a. Atça torda; p enguengiller familyası.)



Scala t



ı i - i - i — l ;.



lorceııo aan oır gofunum arka planda katedral (VII.-XI.yy.) ve sağda Santa Fosça kilisesi (XI. yy.)



Toreello Meryem ile İsa (XII. yy. sonu) ve on İki havan (XI. yy. sonu ■XII. yy. başı) katedral absidasının mozaikleri



da iki saplı, şişkin biçimli ve genellikle bir katlama sonucu elde edilen bayan çan­ tası. — A N S İK L . Anat. Erbezi torbası bir orta çizgiyle iki parçaya bölünm üş olan uzun­ ca sarkık bir kese biçimindedir. Üst üste birçok tabakadan oluşur: 1 . deri (en dış­ ta); 2 . dartos, ince kırmızı b ir kılıftır, deri­ nin iç yüzünü kaplar; iki parçanınki orta çizgide birbiriyle birleşerek ara bölmeyi oluşturur; 3. sperrnatik fasya, dam ar ve si­ nirleri taşır; 4. kas tabakası, sperm a kor­ donun etrafından erbezlerine uzanan lif­ lerden oluşur; 5. sperrnatik iç fasya; 6 . seröz kılıf, torbaların peritondan gelen taba­ kasıdır.



—Ağ. yet. Bir fidanın kök kısmını toprağı ile birlikte torbaya koymak. ♦ to rb a la n m a k dönşl. f. Bir şeyden söz ederken, gevşeyip sarkm ak: Göz altları,



gerdanı torbalanmak. Etekliğinin arkası torbalanmış. — Denize. Bir yelkenden söz ederken, iyi­ ce gerilm em esı ya da direğe bağlanan rüzgâr üstü yakasının rüzgâr altı yakasın­ dan uzun olması nedeniyle rüzgârla şiş­ mek. ■