Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi [4] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

@ T



TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ Bağlarbaşı, Kısıklı caddesi 7



Üsküdar - 81180 İstanbul



Tel: .(1) 341 07 92 (4 hat) Fax : (1) 334 95 88 M O D E M : (1) 343 31 09 Dağıtım ve Pazarlama TÜRKİYE DİYANET VAKFI VAKIF YAYINLARI İŞLETMESİ Klodfarer caddesi 14



Sultanahmet - 34400 İstanbul



Tel: (1) 516 07 39 - (1) 516 22 23 Fax : (1) 516 22 30



L D O D J



İSLÂM 0



CİLT 4 ÂŞIK Ö M E R - BÂLÂ KÜLLİYESİ



İstanbul 1991



®



© 1992



Her hakkı mahfuzdur. Yazı ve fotoğraflar kaynak gösterilmeden kullanılamaz.



BASKI : Ali Rıza Başkan Güzel Sanatlar Matbaası A. Ş. Yenibosna/ İstanbul



TÜRKİYE



DİYANET



VAKFI



Sahibi Türkiye Diyanet Vakfı



idare Meclisi Dr. TAYYAR ALTI KULAÇ Prof.Dr. İSMAİL E. ERÜNSAL Prof.Dr. BEKİR TOPALOĞLU Doç.Dr. M. SAİMYEPREM



Genel Sekreter Mehmet Ali SARI



İNCELEME HEYETİ



Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU (Başkan) Dr. Ahmet ÖZEL (Başkan Yardımcısı) Prof.Dr. Ömer Faruk AKÜN Dr. Tayyar ALTI KULAÇ Nihat AZAMAT Doç.Dr. Mustafa ÇAĞRICI Sargon ERDEM Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL Prof.Dr. Semavi EYİCE Prof.Dr. M. Yaşar KANDEMİR Prof.Dr. Hayreddin KARAMAN Doç.Dr. Mahmut KAYA Doç.Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Prof.Dr. Metin TUNCEL Y.Doç.Dr. Abdullah UÇMAN Doç.Dr. Mustafa UZUN Prof.Dr. Hakkı Dursun YILDIZ



M a d d e Tesbit ve İç Kontrol



Fuat GÜNEL Kasım KIRBIYIK



TEKNİK REDAKSİYON SORUMLUSU Sekreter İmlâ



Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU Doç.Dr. Metin YURDAGÜR İsa KAYAALP Doç.Dr. Mustafa ÖZKAN Y. Doç. Dr. Muhammet YELTEN



Teknik Kontrol



Y.Doç.Dr. Hasan AKSOY Dr. Azmi BİLGİN



Bibliyografya



Mehmet AYKAÇ Saffet KÖSE İsmail ÖZBİLGİN Recep USLU



YAYIN MÜDÜRÜ Grafik Dizgi



Tashih



Resimleme



Fotoğraf BİLGİ İŞLEM SORUMLUSU Operatörler



Ahmet YILMAZ M. Nazif GÜLER (Şef) Oğuz KALLEK Nedim GÜNEY (Şef) Süleyman ÖZEL Yılmaz SAMANCI Hüseyin Hilmi KURTULMUŞ (Şef) Mehmet GÜNYÜZLÜ Osman SEVİM Abdülkadir ŞENEL Enis KARAKAYA / M . A . (Şef) Ahmet AKMAN Dr. Hüsamettin AKSU Selçuk UYGUN Doç.Dr. M. Saim YEPREM Mustafa AFACAN Ender BOZTÜRK Fazlı DURMUŞ Mustafa DURSUN Ufuk YELEN Coşkun YILDIRIMTÜRK



KÜTÜPHANE ve DOKÜMANTASYON SORUMLUSU



Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL



KÜTÜPHANE ve DOKÜMANTASYON



Ayhan AYKUT (Müdür Vekili)



Kütüphane



Dokümantasyon



SİPARİŞ ve TAKİP



Madde Takip Sorumlusu MUHASEBE PERSONEL ve İDARÎ İŞLER DAĞITIM ve PAZARLAMA



Recep YILMAZ (Şef) Selahattin ÖZTÜRK Nedret TOPÇU Ali Yücel YÖRÜK M. Birol ÜLKER (Şef) Yüksel ÇATAL Aziz Köken Cemal TOKSOY Ayhan AYKUT (Müdür) Sabahattin YENİCE (Şef) Sabahattin AKAR Metin ALTINOK Hikmet UYSAL Ferman KARAÇAM Erdal İŞCAN (Müdür) Yakup KAHRAMAN (Müdür) Hüseyin Emin ÖZTÜRK (Müdür) İsmail KARAHAN (Müdür Yardımcısı) Abdurrahman TAŞKALE (Müdür Yardımcısı)



MERKEZ İLİM ve REDAKSİYON HEYETLERİ ÜYELERİ Y.Doç.Dr. Hasan AKSOY (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Ömer Faruk AKÜN (Türk Dili ve Edebiyatı) Nurettin ALBAYRAK (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Tayyar ALTIKULAÇ (Tefsir) Doç.Dr. M. Akif AYDIN (Fıkıh) Y.Doç.Dr. Halis AYHAN



Fuat GÜNEL (Dinler Tarihi)



Dr. Azmi ÖZCAN



Prof.Dr. Ekmeleddin İHSANOĞLU



Y.Doç.Dr. Nuri ÖZCAN



(İlimler Tarihi) Prof.Dr. Yusuf HALAÇOĞLU (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



(İslâm Sanatları/Mûsiki) Dr. Ahmet ÖZEL (Fıkıh)



Doç.Dr. Ömer Faruk HARMAN (Dinler Tarihi)



Doç.Dr. Mustafa ÖZKAN



Prof.Dr. Mehmet İPŞİRLİ (Türk Tarihi ve Medeniyeti)



Mehmet Ali SARI



Cengiz KALLEK (Fıkıh)



(İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Doç.Dr. M. Yaşar KANDEMİR Nihat AZAMAT



(Türk Tarihi ve Medeniyeti)



(Hadis)



(Tasavvuf)



(Türk Dili ve Edebiyatı)



(Tefsir) Y.Doç.Dr. Muhittin SERİN (İslâm Sanatları/Hat) Prof.Dr. Ahmet TOPALOĞLU (Türk Dili ve Edebiyatı)



Doç.Dr. Mustafa KARA Doç.Dr. Mustafa L. BİLGE (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Y.Doç.Dr. İdris BOSTAN (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Doç.Dr. Mustafa ÇAĞRICI (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Prof.Dr. Nihad M. Çetin (Arap Dili ve Edebiyatı) Dr. Davut DURSUN (İslâm Ülkeleri Coğrafyası) Doç.Dr. Feridun EMECEN (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Sargon ERDEM (İslâm Sanatları/Müteferrik) Y.Doç.Dr. Muhammed EROĞLU (Tefsir) Dr. Özkan ERTUĞRUL (İslâm Sanatları/Mimari) Prof.Dr. İsmail E. ERÜNSAL (Türk Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Semavi EYİCE (İslâm Sanatları/Mimari) Prof.Dr. Mustafa FAYDA (İslâm Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



(Tasavvuf)



Prof.Dr. Bekir TOPALOĞLU (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



Doç.Dr. Hayreddin KARAMAN (Fıkıh)



Y.Doç.Dr. Tevfik Rüştü TOPUZOĞLU (Arap Dili ve Edebiyatı)



Doç.Dr. Mahmut KAYA (İlimler Tarihi, İslâm Düşüncesi ve Ahlâk)



Prof.Dr. Metin TUNCEL



Dr. Huiûsi KILIÇ



Y.Doç.Dr. Zülfikar TÜCCAR



(Arap Dili ve Edebiyatı) Rıza KURTULUŞ (İslâm Ülkeleri Coğrafyası, Fars Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Günay KUT (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. İlhan KUTLUER (İslâm Düşüncesi ve Ahlâk) Prof.Dr. Cevdet KÜÇÜK (Türk Tarihi ve Medeniyeti) Prof.Dr. M. Orhan OKAY (Türk Dili ve Edebiyatı) Dr. Salim ÖĞÜT (Fıkıh) Doç.Dr. Mustafa ÖZ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



(İslâm Ülkeleri Coğrafyası)



(Arap Dili ve Edebiyatı) Prof.Dr. Günay TÜMER (Dinler Tarihi) Y.Doç.Dr. Abdullah UÇMAN (Türk Dili ve Edebiyatı) Doç.Dr. Süleyman ULUDAĞ (Tasavvuf) Doç.Dr. Mustafa UZUN (Türk Dili ve Edebiyatı) Doç.Dr. Yusuf Şevki YAVUZ (Kelâm ve Mezhepler Tarihi) Prof.Dr. Tahsin YAZICI (Fars Dili ve Edebiyatı) Doç.Dr. M. Saim YEPREM (Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



Doç.Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN (İslâm Tarihi ve Medeniyeti)



Prof.Dr. Hakkı Dursun YILDIZ



Doç.Dr. Abdülkadir ÖZCAN



Doç.Dr. Metin YURDAGÜR



(Türk Tarihi ve Medeniyeti)



(İslâm Tarihi ve Medeniyeti)



(Kelâm ve Mezhepler Tarihi)



GENEL KISALTMALAR TTK



İstanbul



s.



Sayfa



Üniversitesi



salt.



Saltanat yılları



k.



Kitap



s.nşr.



sadeleştirilmiş neşir



Kar.



Karton (Arşiv)



st.



Saint



Atatürk



krş.



Karşılaştırınız



str.



Satır



Üniversitesi İlahiyat



Ks.



Kısım (Arşiv)







Selçuk Üniversitesi



Aşağıya bakınız



Ktp.



Kütüphane,



sy.



Sayı







Ankara Üniversitesi



Fakültesi



kütüphanesi



şş.



Şehinşahî



DTCF



Dil veTarih-



a.e.



Aynı eser



a.g.e.



Adı geçen eser



Coğrafya



AK



Arazi Kanunnâmesi



Alm.



Almanca



Fakültesi Erzurum



a.mlf.



Aynı müellif



Ar.



Arapça



aş.bk.



EAÜİF



a.y.



Aynı yer



AY



Arapça Yazmalar



b.



Bin, İbn Başbakanlık



BA



İÜ



Türk Tarih Kurumu



tür.yer.



Türlü yerde,



TY



Türkçe



birçok yerde Yazmalar UÜ



Uludağ Üniversitesi



Editör



Lat.



Latince



T



Türkçe



vb.



Ve benzeri



Edebiyat



İv.



Levha



tah.



Tahminî



Ve devamı



Fakültesi



m.



Milâdî



TBMM



Türkiye Büyük



vd. v.dğr.







Erciyes



md.



Madde



m.ö.



Milâttan ö n c e



Evr.



Üniversitesi Evrak (Arşiv)



m.s.



Milâttan sonra



ed. Ed.Fak.



Arşivi



Millet Meclisi TC



Ve diğerleri, diğer nâşir



Türkiye



veya naşirler



Cumhuriyeti



VGMA



Vakıflar



bibi.



Bibliyografya



bk.



Bakınız



Far.



Farsça



MS



Manuscript



TDK



Türk Dil K u r u m u •



Genel M ü d ü r l ü ğ ü



bl. bs.



Bölüm



fas.



Fasikül







Marmara



TMK



Türk M e d e n î Kanunu



Arşivi



Basım, baskı, tab'



Fr.



Fransızca



Üniversitesi



trc.



Tercüme,



vr.



c.



Cilt



FY



Farsça Yazmalar



nr.



Numara, sayı



tercüme e d e n



vs.



Vesaire



çz.



Çizim



Gr.



Grekçe



nşr.



Neşreden



Türkiye R a d y o ve



Yıl



d.



Doğum, doğumu



h.



Hicrî



Televizyon K u r u m u



yyk.bk.



der.



Derleyen, derleme



hak.



Hakkında



Or.



Oriental



Tarihsiz



Zrf.



Zarf (Arşiv)



DİA



Türkiye



haz.



Hazırlayan



ö.



Ölümü,



Topkapı



— •



Diyanet Vakfı



hk.



H ü k ü m (Arşiv)



DİE



TRT



(Tahkik eden) ts. • TSM



ö l ü m tarihi



İslâm



hş. Hz.



Hicrî-şemsî Hazreti



Pr.



Paragraf



Ansiklopedisi Devlet İstatistik



İbr.



ibrânîce



rs.



Resim



Enstitüsü



İng.



İngilizce



Rus.



Rusça



TSMA



Rûmî



Yukarıya bakınız .... baskısından ofset



Sarayı Müzesi



yayımı devam ediyor



Topkapı Sarayı



Önce/sonra



Müzesi Arşivi TSMK



Varak



... _ ...



Topkapı Sarayı Müzesi K ü t ü p h a n e s i



(yayım yeri) İki yerde yayımlanıyor



BİBLİYOGRAFYA KISALTMALARI AA Aylık Ansiklopedi, İstanbul 1944-50.



AAS



Abdülkâhir el-Bağdâdî,



M u h a m m e d Abdülhay b. Abdülkebîr el-Kettânî,



Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Esmâ' ue'ş-şıfât, Kayseri Râşid Efendi Ktp., nr. 497 (Fotokopisi DİA Ktp.).



Fihrisu l-fehâris ve'l-esbât ue mu' cemul-me' âcim ue'l-meşthât ue'l-müselselât (nşr. İhsan Abbas), l-III, Fas 1347 — Beyrut 1402/1982.



Asian and Africarı Studies, Jerusalem 1965 —



AAS Brat. Astan and African Bratislava 1965 —



Abdülhay el-Kettânî, Fihristi 'l-fehâris



Studies, A b d ü l h a y el-Kettânî,



et-Terâtîbü'(- idâriyye c



Abbâdı, Fukahâ'ü'ş-Şâfl iyye Ebû Âsim M u h a m m e d b. A h m e d el-Herevî el-Abbâdî, Tabakâtul-fukahâ'i'ş-Şâfi'iyye (nşr. G. Vitestam), Leiden 1964. A b b a s b. i b r a h i m ,



el-Tlâm



Abbas b. İbrahim, el-i'lâm bi-men halle Merrâküş ve Ağmât mine'l-a'lâm (nşr. A b d ü l v e h h â b b. Mansür), I-X, Rabat 1974-83.



Abdülazîz el-Buhâri, Keşfü'l-esrâr Abdülazîz b. Ahmed b. M u h a m m e d el-Buhârî, Keşfü'l-esrâr calâ Usuli'l-Pezdeuî, 1-1V, İstanbul 1308. '



Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü 'l-hauâtır Nüzhetü'l-hauâtır ue behcetü'l-mesâmı ue'n-neuâzır (nşr. Ebü'l-Hasan Ali en-Nedvî), I-VIII, Haydarâbâd 1350-90/1931-70.



M u h a m m e d Abdülhay b. Abdülkebîr el-Kettânî,



el-Esma'



A b d ü r r e z z â k es-San'ânî,



ABr.



A b d ü l k a d i r el-Ayderüsî.



Aclûnî.



en -Nûrü 's -safir



Abdülkadir el-Bağdâdî,



Hizânetü'l-edeb



Ana Britannica,



İstanbul 1986 —



Keşfü'l-hafâ'



İsmâil b. M u h a m m e d el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ* ue müzîlü'l-ilbâs 'amme'ştehere mine'l-ehâdîş c alâ elsineti'n-nâs (nşr. A h m e d el-Kalâş), I II, Haleb, ts. (Mektebetu t-Türâsi'l-İslâmî); Beyrut 1351-52.



Abdülkadir b. Ömer el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb ue lübbû lübâbi Usâni'l-'Arab (nşr. Abdüsselâm M. Hârün), 1X11, Kahire 1967.



Adıvar, İlim ue Din



Abdülkadir el-Bağdâdî,



Adıvar. Osmanlı



Hizânetü'l-edeb



(Bulak)



Abdülkadir b. Ömer el-Bağdâdî, Hizânetü'l-edeb ue lübbü lübâbi lisânil'l-'Arab, I-IV, Bulak 1299.



Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim (Kazancıgil) Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim (haz. Aykut Kazancıgil — Sevim Tekeli), İstanbul 1982 (geliştirilmiş 4. bs.).



el-Muşannef Ebû Bekir Abdürrezzâk b. H e m m â m b. Nâfî' es-San'ânî, el-Musannefinşr. Habîbürrahman el-A'zamî), I-XI, Beyrut 1971-75; 1 4 0 3 / 1 9 8 3 (2. bs.).



et- Terâttbu 7- idâriyye (Nizâmü'l-hükûmeti'n-nebeuiyye), I II, Rabat 1346 — Beyrut, ts. (Dâru 1-Kitâbi'l-Arabî).



Abdülkadir b. Şeyh b. Abdullah el-Ayderûsî, en-Nürüs-sâfir 'an ahbâri'l-karni'l-'âşir, Beyrut 1405/1985.



ve'ş-şıfât



Abdülhak Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ue Din, İstanbul 1944; 1969; 1987.



Af. O Archiu für Orientforschung, Wien 1923 -



Ahbâr Mecmu ca Anonim, Ahbâr Mecmü'a fî fethi' I-Ende lüs (nşr. İbrahim el-Ebyârî), Kahire - Beyrut 1401/1981.



Ahbârü'd-devleti's-Selcûkiyye Ali b. Nâsır ei-Hüseynî [?], Ahbârü'd-deuleti's-Selcükiyye (nşr. M u h a m m e d İkbal), Lahor 1933; Beyrut 1404/1984.



Ahbârü'd-deületi'sSelçûkiyye (Lugal) Ali b. Nâsır el-Hüseynî [?], Ahbârü'd-deuleti's-Selçükiyye (trc. Necati Lugal), Ankara 1943.



Ahlvvardt, Verzeichnis



Türklerinde



İlim



Abdülhak Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Paris 1939; İstanbul 1943, 1970.



VVilhelm Ahlvvardt, Verzeichnis der Arabischen Handschriften der Königlichen Bibliothek zu Berlin, I X, Berlin 1887-99.



A h m e d b. H a n b e l ,



el-'İlel (Koçyiğit) Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'l-'llel ve ma'rifetü'r-ricâl (nşr. Talat Koçyiğit — İsmail Cerrahoğlu), MI, İstanbul 1987. A h m e d b. H a n b e l , el- cIlel (Vasiyyullah) Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'l-'llel ve ma'rifetü'r-ricâl (nşr. Vasiyyullah b. M u h a m m e d Abbas), I-III, Beyrut-Riyad 1408/1988.



Al



Ali Şır Nevâı, Nesâyim Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü'l-mehabbe min şemâyimı'l-fütüvve (haz. Kemal Eraslan), İstanbul 1979. Âlî, Menâkıb-ı Hüneruerân Âlî Mustafa Efendi, Menâkıb-ı Hünerverân (nşr. İbnülemin M a h m u d Kemal), İstanbul 1926. Âlüsî, Rûhu'l-me'ânî Şihâbüddin Mahmûd el-Âlûsî, Rûhu'l-me 'ânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l'azîm ve's-seb'i'l-mesânî, İ-XXX, Bulak 1301.



Ars Islamica, Michigan, 1-16, 1934-51.



AM



AION



AM NS Asia Majör (new series), Leipzig / Wien 1949 —



Asia Majör, Leipzig, 1-10, 1924-35.



Annali Puplicazioni dell'Istituto üniversitario Orientale di Napoli, Napoli 1940 AIsL Annales lslamologiques, Le Caire 1954 — Aksarâyî,



Müsâmeretü'l-ahbâr



Kerîmüddin el-Aksârâyl, Müsâmeretü'l-ahbâr ve müsâyeretü'l-ahyâr: Moğollar Zamanında Türkiye Selçukluları Tarihi (nşr. Osman Turan), Ankara 1944. A k y ü z , Modern



Türk



Edebiyatı



Kenan Akyüz, Modem Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923), Ankara 1979. Alâeddin es-Semerkandı, Mîzânü'l-uşûl Alâeddin Muhammed b. Ahmed es-Semerkandl, Mîzânü'l-uşûl fî netâ'ici'l-'ukül (el-Muhtaşar) (nşr. Muhammed Zeki Abdülber), Katar 1404/1984. A l b a y r a k , Osmanlı



Ulemâsı



Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, I-V, İstanbul 1980-81.



Amasya Târihi Hüseyin Hüsâmeddin [Yasar], Amasya Târihi, I-IV, İstanbul 1327-30 (IV. cildin bakiyyesi, İstanbul 1935). Âmidî, Gâyetü'l-merâm Seyfeddin el-Âmidî, Gâyetü'l-merâm fî'ilmi'l-kelâm (nşr. Hasan M a h m û d Abdüllatîf), Kahire 1391/1971. Âmidî, el-İhkâm Seyfeddin el-Âmidî, el-lhkâm fî usûli'l-ahkâm, I-IV, Kahire 1387/1968; Beyrut 1405/1985. Âmidî, el-Mübln Seyfeddin el-Âmidî, el-Mübîn fî şerhi me cânî elfâzi'l-hukemâ' ve'l-mütekellimîn (nşr. Hasan M a h m û d eş-Şâfiî), Kahire 1403/1983. Â m i d î , el-Mü" telif Ebü'l-Kâsım Hasan b. Bişr el-Âmidî, el-Mü' telif ve'1-muh.telif fî esma'i'ş-şu'arâ' ve künâhüm ve elkâbıhim ve ensâbihim ve ba'zı şi'rihim (nşr. F. Krenkow), Kahire 1354 — Beyrut 1402/1982.



Ali Haydar Efendi (Küçük), Dürerü'l-hükkâm şerhu Mecelleti'l-ahkâm, I-IV, İstanbul 1330.



Âmilî, el-Keşkül Bahâeddin el-Âmilî, el-Keşkül (nşr. Tâhir Ahmed ez-Zâvî), I-II, Kahire, ts. (Dâru İhyâil-kütübi'l-Arabiyye).



Ali b. M e d î n î , el- 7 / e i ( A z a m î )



Âmiri,



Ali Haydar,



Dürerü'l-hükkâm



Ali b. Abdullah el-Medînf, 'İlelü'l-hadîs ve ma'rifetü'r-ricâl (nşr. Muhammed Mustafa el-A'zamî), Beyrut 1972. Ali b. M e d î n î , el- cIlel (Kal'acî) Ali b. Abdullah el-Medînl, c İlelü'l-hadîs ve ma'rifetü'r-ricâl (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), Haleb 1400/1980. Ali S e v i m , Selçuklular



Tarihi



Ali Sevim, Biyografilerle Selçuklular Tarihi: tbnü'l-Adîm, Bugyetü't-taleb fî tarihi Haleb (Seçmeler), Ankara 1982.



er-Riyâzü'l-müstetâbe Yahya b. Ebû Bekir el-Âmirî, er-Riyâzü'l-müstetâbe fîcümleti men revâfi'ş-şahîhayn mine'şsahâbe (nşr. Ömer Hacle), Beyrut 1974; 1979 (2. bs.).



Ancien Testament Anelen Testament (Traduction Decumenique de la Bible), Paris 1980. AO Açta Orientalia, Copenhagen 1923 —



AOH Açta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaricae, Budapest 1950 —



AQR Asiatic Quarterly London 1886 —



Revieıv,



Arel, Türk Musikisi H. Sadettin Arel, Türk Musikisi Nazariyatı Dersleri, İstanbul 1968. A r i s t o , Mâ



Ba'de't-tabî'a



Aristo, Mâ Ba'de't-tabî'a: Metaphysica (İbn Rüşd, Tefslru Mâ Ba'de't-tabî'a içinde, nşr. S. J. Maurice Bouyges), I-IV, Beyrut 1973-86.



Ar.O Archiü Orientalni, Praha 1929 — Ar.Ott. Archivum Ottomanicum, Den Hague 1969 — Ar.S Arabian Studies, London 1974 —



Artuk, fslâmî Sikkeler Kataloğu İbrahim Artuk — Çevriye Artuk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Teşhirdeki İslâmî Sikkeler Kataloğu, I II, İstanbul 1970-74. AsAf. Asian Affairs, London 1970 —



Attâr, Tezkiretü'l-evliyâ* Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü'l-euliyâ*, Tahran 1346.



ACİİFD Ankara üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1952 — Avfî,



Lübâb



Muhammed b. Muhammed el-Avfî, Lübâbü'l-elbâb (nşr. E. G. Browne — Muhammed Kazvînî), London 1902-1906.



A cyânü'ş-Şı ca Muhsin el-Emîn, A'yânü'ş-Şî'a (nşr. Hasan el-Emîn), I-XI, Beyrut 1403/1983. AYB Azerbaycan Yurt Bilgisi, İstanbul 1932-34. Ayn Ali, Kavânîn-iÂl-i Osmân Ayn Ali Efendi, Kavânîn-i Âl-i Osmân der Hulâsa-i Mezâmîn-i Defter-i Dîvân İstanbul 1280 — İstanbul 1979.



Âsitâne Tekkeleri Âsitâne-i Aliyye ve Bilâd-ı Selâse'de Kâin El'ân Mevcüd ve Muhterik Olmuş Tekkelerin İsim ve Şöhretleri ve Mukâbele-i Şerife Günleri Beyân Olunur, İstanbul 1256.



A y n Ali, Risâle-i



 ş ı k Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ Âşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ or Tezkere of 'Âşık Çelebi (nşr. Ğ. Meredith-Owens), London 1971.



Bedreddin el-Aynî, el-Binâye fîşerhi'l-Hidâye, I-X, Beyrut 1400-1401/1980-81.



 ş ı k p a ş a z â d e , Târih Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1332.  ş ı k p a ş a z â d e , Târih (Atsız) Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, Tevârîh-i Âl-i Osmân (Osmanlı Tarihleri I, s. 77-318, nşr. Çiftçioğlu, N. Atsız), İstanbul 1949.  ş ı k p a ş a z â d e , Târih (Giese) Die Altosmanische Chronik des 'Âs ıkpasazâde (nşr. Fr. Giese), Leipzig 1929 — Osnaburg 1972. A t â Bey, Târih Tayyarzâde Atâ Bey, Târih, I-V, İstanbul 1292-93. A t â î , Zeyl-i Şekâik Nev'îzâde Atâullah (Atâî), Hadâiku'l-hakaik fî tekmileti'ş-Şekâik, İstanbul 1268 — (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.



ATB Askerî Tarih Bülteni, Ankara 1978 -



Vaztfehorân



Ayn Ali Efendi, Risâle-i Vazîfehorân ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osmân (Kavânîn-i ÂI-i Osmân içinde) İstanbul 1280 — İstanbul 1979. Aynî,



el-Binâye



Ayvansarâyî, Hadîkatü 'l-ceuâmi' Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi', I-II, İstanbul 1281. Ayvansarâyî, Mecmûa-i Tevârîh Hüseyin Ayvansarâyî, Mecmûa-i Tevârîh (nşr. Fahri Ç. Derin - Vahid Çabuk), İstanbul 1985. Ayvansarâyî, Vefeyât-ı



Selâtin



Hüseyin Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn ve Meşahîr-i Rical (nşr. Fahri Ç. Derin), İstanbul 1978. Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârt Eserleri I Ekrem Hakkı Ayverdi v.dğr., Avrupa'da Osmanlı Mi'mâriEserleri: Romanya, Macaristan, İstanbul 1977. Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârt Eserleri //-/// Ekrem Hakkı Ayverdi v.dğr., Avrupa'da Osmanlı Mi'mârî Eserleri: Yugoslavya, İstanbul 1981. Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mârî Eserleri IV Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa'da Osmanlı Mi'mâri Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul 1982.



Ayverdi, Fâtih Devri Hattatları Ekrem Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Hattatları ve Hat Sanatı, İstanbul 1953. Ayverdi, Fâtih



Devri



Mi'mârîsi



I



Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Mi'mârî Çağının Menşei Osmanlı Mi'mârîsinin İlk Devri: 630-805 (1230-1402), İstanbul 1966. Ayverdi, Osmanlı



Mi'mârîsi



II



Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri: 806-855 (1403-1451), istanbul 1972. Ayverdi, Osmanlı Mi'mârîsi III-IV Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mi'mârisinde Fâtih Devri: 855-886 (1451-1481), İstanbul 1973-74. c Azîmâbâdı, Avnü'l-ma'büd Muhammed Eşref b. Emîr — M u h a m m e d Şemsü'l-Hak b. Emîr, 'Avnü'l-ma'bûd (nşr. Abdurrahman M u h a m m e d Osman), [-XIV, Medine 1388-89/1968-69.



BA Başbakanlık Arşivi, İstanbul. BA, HH Başbakanlık Arşivi, Hatt-ı



Hümâyûn.



BA, K K Başbakanlık Arşivi, Kâmil Kepeci Tasnifi. BA, MAD Başbakanlık Arşivi, Mâliyeden Müdevver



Defterler.



BA, MD Başbakanlık Arşivi, Mühimme Defteri. BA, TD Başbakanlık Arşivi, Tahrir Defteri.



OOW Franz Babinger, Die Geschichtsschreiber der Osmanen und Ihre W6rke, Leipzig 1927. Babinger,



Babinger (Üçok) Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri (trc. Coşkun Üçok), Ankara 1982. B â b ü r , Vekâyi'



B a n a r l ı , RTET Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı İstanbul 1971-79.



B a ğ d a d î , el-Fark



Ömer Lutfi Barkan, XV ve XVI ncı Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları: Kanunlar I, İstanbul 1943.



(Abdüihamîd)



Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak (nşr. M. Muhyiddin Abdüihamîd), Kahire, ts. (Mektebetü Dâri't-Türâs). B a ğ d â d î , el-Fark



(Kevserî)



Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-fırak (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1367/1948. Bağdâdî, üşûlü'd-dîn Abdülkâhir el-Bağdâdî, Usûlü'd-dîn, İstanbul 1346. B a h r ü l u l ü m el-Leknevî.



W. Barthoid, İslâm Medeniyeti Tarihi (îzah, düzeltme ve ilâvelerle tercüme ve neşreden M. Fuad Köprülü), İstanbul 1940. Barthoid,



Türkistan



W. Barthoid, Moğol İstilasına Kadar Türkistan (haz. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1981.



Bâkıllânî, t'câzü'l-Kur'ân M u h a m m e d b. Tayyib el-Bâkıllânî, i'câzü'TKur'ân (Süyûtî, el-İtkin içinde), I-II, Kahire 1318.



B a y u r , Türk İnkılâbı Tarihi Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, I-III, Ankara 1940.



Bâkıllânî,



Bedevi, Mevsû calü 'l-müsteşrikîn Abdurrahman Bedevî, Mevsû' atü'l-müsteşrikin, Beyrut 1984.



B a y u r , Hindistan



Tarihi



(Müneccid)



(Rıdvan)



Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu'l-büldân (nşr. Rıdvân M u h a m m e d Rıdvan), Kahire 1932. Beliğ, Güldeste İsmâil Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ue Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân, Bursa 1302. Beliğ,



Nuhbetü'l-âsâr



İsmâil Beliğ, Nuhbetü'l-âsâr li-Zeyli Zübdeti'l-eş'âr (nşr, Abdulkerim Abdulkadiroğlu), Ankara 1985. Bell, el-Fıraku'l-İslâmiyye Alfred Bell, el-Fıraku'l-lslâmiyye fi'ş-şimâli 'l-ifrîkî (trc. Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1969; 1981 (2. bs ).



BEO Bulletin d'etudes Orientales Institut Français de Damas, Damas-Beyrouth 1931 —



Behcetî, Bâkıllânî,



el-tnşâf M u h a m m e d b. Tayyib el-Bâkıllânî, el-lnşaffî esbâbi l-hilâf (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1382/1963.



Merâkid-i Mu'tebere-i Üsküdar Behcetî İsmail Hakkı Üsküdârî, Merâkid-i Mu'tebere-i Üsküdar (nşr. Bedii N. Şehsuvaroğlu), İstanbul 1976.



Bâkıllânî, et-Temhîd ( E b ü R î d e ) M u h a m m e d b. Tayyib el-Bâkıllânî, et-Temhîd fi'r-red 'ale'l-Mülhideti'lMu'attıla ue'r-Râfiza ve'l-Havâric ve'l-Mu'tezile (nşr. M a h m û d M. Hudayrî — M. A b d ü l h â d î E b ü Rîde), Kahire 1366/1947.



Bekri,



Bâkıllânî, et-Temhîd (İmâdüddin) M u h a m m e d b. Tayyib el-Bâkıllânî, et-Temhîdü'l-evâ il ve telhîşü'd-delâ' il (nşr. İ m â d ü d d i n Ahmed Haydar), Beyrut 1407/1987. Baklî, Meşrebü'l-ervâh Rüzbihân-ı Baklî, Kitâb Maşrab al-arvâh (nşr. Nazif M. Hoca), İstanbul 1974.



(Arat! B a k l î , Şerh-i Şathiyyât Rûzbihân-ı Baklî, Şerh-i Şathiyyât (nşr. H. Corbin), Tahran 1360 h ş . / 1 9 8 1 .



B â c ı , Ihkârn



B a l t a c ı , Osmanlı



(Cebbûrî)



Medeniyeti



Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, I-III, Ankara 1940.



İ'câzü'l-Kur"ân (Sakr) M u h a m m e d b. Tayyib el-Bâkıllânî, İ'câzul-Kur' ân (nşr. Seyyid A h m e d Sakr), Kahire 1954; 1963; 1972.



B e l â z ü r i , Fütüh



Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu'l-büldân (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), I-III, Kahire 1956-60. B e l â z ü r i , Fütüh



B a r t h o i d , İslâm



Fevâtihu'r-rahamût Bahrülulüm el-Leknevî (Abdülali Muhammed el-Ensârî), Fevâtihu'r-rahamût bi-şerhi Müselİemi's-sübût (el-Müstasfâ içinde), I-II,"Bulak 1324.



Gâzî Zâhirüddin M u h a m m e d Bâbür, Vekayi: Babur'un Hâtıratı (trc. ve nşr. Reşit Rahmeti Arat), I-II, Ankara 1943-46.



Ebü'l-Velld Süleyman b. Halef el-Bâcî, İhkâmü'l-fuşûl fî ahkâmi'l-uşûl (nşr. Abdullah M u h a m m e d el-Cebbûrî), Beyrut 1409/1989.



Târihi, l-II,



B e l â z ü r i , Fütüh (Fayda) Ahmed b. Yahyâ el-Belâzürî, Fütûhu'l-büldân (trc. Mustafa Fayda), Ankara 1987.



Kanunlar



Barkan,



Mi'mârîsi



Ekrem Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Mi'mârîsi, İstanbul 1953; 1970 (genişletilmiş baskı). Ayverdi, Osmanlı



B â c ı , Ihkâm (Türkî) Ebü'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî, ihkâmul-fuşûl fî ahkâmi'l-uşûl (nşr. A b d ü l m e c î d Türkî), Beyrut 1407/1986.



Câhid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.



Medreseleri



Description



Ebû Ubeyd el-Bekri, Description de l'Afrique septentrionale (trc. Baron d e Slane), l-II, Cezayir 1911-13; Paris 1965. Bekri,



B e r k i , Vakfa Dair Istılah ve Tâbirler Ali H i m m e t Berki, Vakfa Dair Yazılan Eserlerle Vakfiye ve Benzeri Vesikalarda Geçen Istılah ve Tâbirler, Ankara 1966. Beyânî, Hoşnüvîsân Mehdî Beyânî, Ahvâl ü Âsâr-ı Hoşnüvîsân, I-IV, Tahran 1363 hş.



el-Mesâlik Işârâtü'l-merâm



Ebû Ubeyd el-Bekrî, Kitâbü'l-Mesâlik ve'l-memâlik (nşr. Baron d e Slane), Cezayir 1857; 1910-13; Parts 1965 (2. bs.).



Beyâzîzâde,



Bekri, M u c c e m



B e y h a k ı , el-Esmâ' ve'ş-şıfât A h m e d b. Hüseyin el-Beyhakl, Kitâbü'l-Esmâ' ve's-sıfât, Beyrut 1405/1984.' '



Ebü Ubeyd el-Bekrî, Mu'cem me'sta'cem min esmâ' i'l-bilâd ve'l-meuâzi' (nşr. Mustafa es-Sekkâ), I-IV, Kahire 1364/1945.



Beyâzîzâde Ahmed Efendi, işârâtü'l-merâm min'İbârâti'l-İmâm (nşr. Yûsuf Abdürrezzâk), Kahire 1369/1949.



Beyhakî,



el-Esmâ' Belâzüri, Ensâb A h m e d b. Yahyâ el-Belâzürî, Ensâbü'l-eşrâf, I (nşr. M u h a m m e d Hamîdullah), Kahire 1959; II (nşr. M u h a m m e d Bakır el-Mahmûdî), Beyrut 1974; III (nşr. Abdülazîz ed-Dürî), Beyrut 1398/1977-78; IV/I (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1400/1979; IV/A (197D-IV/B (nşr. M. Schloessinger), Kudüs 1938; V (nşr. S. D. F. Goitein), Kudüs 1936.



ve'ş-şıfât



(İmâdüddin)



A h m e d b. Hüseyin el-Beyhakî, Kitâbü'l-Esmâ' ve'ş-şıfât (nşr. İ m â d ü d d i n A h m e d Haydar), I-II, Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 . Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ A h m e d b. Hüseyin el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, I-X, Haydarâbâd 1344. B e y h a k î , Târih



(Behmenyâr)



İbn FundukAli b. Zeyd el-Beyhakî, Târih-i Bey hak (nşr. A h m e d Behmenyâr), Tahran 1317 hş. ; 1361 hş.



B e y h a k ı , Târih ( H ü s e y n î ) İbn Funduk Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Târîh-i Bey hak (nşr. Kârî Seyyid Kelîmullah Hüseynî), Haydarâbâd 1968.



Tetimme İbn Funduk Ali b. Zeyd el-Beyhakî, Tetimme-i Şıvânü'l-hikme (nşr. M u h a m m e d Şâfi'), Lahor 1351. Beyhaki,



el-Fetâoâ İbnü'l-Bezzâz el-Kerderî, C el-Câmi u'l-vecîz (el-Fetâva'l-Hindiyye içinde), IV-VI, Bulak 1310. Bezzazı,



BGA Bibliotheca Geographorom Arabicorum (ed. M. J. d e Goeje), 1-VIII, Lugduni Batavarum. BIE Bulletirı de l'Institut Le Caire.



d'Egyptien,



BIFAO Bulletirı de l'Institut Fmnçais d'Archeologie Orientale, Le Caire-Paris 1902 — Bilmen, Kamus Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islâmiyye ve Istılâhatı Fıkhıyye Kamusu, I-VI, istanbul 1949-52; I-VII1, İstanbul 1985.



Tarihi Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I II, İstanbul 1973-74. Târthu'l-edeb



Blochet, Catalogue Edgard Blochet, Catalogue des manuscrits turcs-Bibliotheque Nationale, Paris 1923-33. Bosvvorth, islâm Devletleri Tarihi C. E. Bosvvorth, İslâm Devletleri Tarihi Kronoloji ve Soykütüğü El Kitabı (trc. Erdoğan Merçil — M e h m e t İpşirli), İstanbul 1980.



GAL C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur, I-II, Leiden 1943-49. Brockelmann,



B r o c k e l m a n n , GAL (Ar.) Târîhu'l-edebi'l- cArabî, I-VI, Kahire 1983.



Suppl.



C. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur Supplementband, I-III, Leiden 1937-42. Brovvne, A



BS Balkan Studies, Thessaloniki 1960 — BSE Ençiklopedia.



BSMES British Society for Middle Studies, London 1976 —



Eastern



BSOAS Bulletin of the School of Oriental and African Studies, London 1917 — BTTD Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, İstanbul 1967 Buck,



Hand-list



E. G. Brovvne, A Hand-list ofthe Muhammadan manuscripts, including ali those ıvritten in the Arabic character, preserved in the library of the üniversity of Cambridge, Cambridge 1900.



Kıvâmeddin Feth b. Ali el-Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra ve nuhbetü'l-' Clşra (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1889.



(Danâvî)



B u h â r î , ed-Du cafâ'



(Zâyed)



M u h a m m e d b. İsmail el-Buhârî, Kitâbü'd-Du'afâ 3 i'ş-şağîr (nşr. M u h a m m e d İbrâhim Zâyed), Beyrut 1406/1986. Buhârî, et-Târîhu'l-kebîr M u h a m m e d b. İsmail el-Buhârî, Kitâbü't- Târihi' l-kebîr (nşr. Abdurrahman b. Yahya el-Yemânî v.dğr.), I-IX, Haydarâbâd 1360-80/1941-60. Buhârî,



et-Târîhu'ş-sağır



M u h a m m e d b. İsmail el-Buhârî, et-Târîhu'ş-şağîr (nşr. M a h m û d tbrâhim Zâyed), I-II, Kahire 1396-97/1976-77. Buhûtî, Keşşâfü'l-kınâ' Mansûr b. Yûnus el-Buhûtî, Keşşâfü'l-kınâ c can metni'l-İknâ' (nşr. Hilâl Musaylihî Mustafa Hilâl), I-IV, Beyrut 1402/1982.



Burhân-ı Kâtı' Tercümesi M u h a m m e d Hüseyn-i Tebrîzî, Tibyân-ı Nâfi' der Terceme-i Burhân-ı Kâtı'(trc. Âsim Efendi), İstanbul 1268. Büceyrimî,



Tuhfe



Süleyman el-Büceyrimî, Tuhfetü'l-habîb 'alâ şerhi'l-Hatîb, I-IV, Beyrut 1 3 9 8 / 1 9 7 8 . '



BÜD Boğaziçi Üniversitesi İstanbul 1973 -



Dergisi,



C e l â l z â d e . Tabakâtii



'l-memâlik



Celâlzâde Mustafa Çelebi, Tabakâtü'l-memâlik ve derecâtü'l-mesâlik (nşr. P. Kappert), Wiesbaden 1981.



CEMOTI Bündârî,



Zübdetü'n-Nusra



(Burslan)



Kıvâmeddin Feth b. Ali el-Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra ve nuhbetü'l-'üşra: Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi (trc. Kıvâmeddin Burslan), İstanbul 1943.



DM



Büstânî,



Butrus el-Bustânî, Da'iretul-ma'ârif, I-XI, Beyrut 1876-1900.



Büyük



Türk



Klâsikleri



Büyük Türk Klâsikleri (Ötüken Neşriyat), I X, İstanbul 1985-90. BZ



Cahiers d'etudes sur la Mediterranee Orientale et le monde TurcoIranien, Paris. el-Cerh



ve't-ta'dîl



İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve't-ta'dîl, 1-IX, Haydarâbâd 1371 : 73/1952-53. Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân Ebû Bekir A h m e d b. Ali er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmul-Kur'ân, I-III, İstanbufl 335-38.' Cessâs,



Ahkâmü'l-Kur'ân (Kamhâvî) Ebû Bekir A h m e d b. Ali er-Râzî el-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân (nşr. Muhammed es-Sâ'dık Kamhâvî), I-V, Beyrut 1405/1985. C e v â d Ali,



Byzantinische Zeitschrift, München 1892 —



Synonyms



Cari Darling Buck, A Dictionary ofSelected Synonyms in the Principal Indo-European Languages, London 1949.



M u h a m m e d b. İsmail el-Buhârî, Kitâbü'd-Du ca/â 5 i'ş-şağîr (nşr. Bûrân ed-Danâvî), Beyrut 1404/1984.



R. Blachere, Târihu'l-edebi'l-'Arabî (trc. İbrâhim el-Kîlânî), Dımaşk 1 3 5 7 / 1 9 5 6 ; 1973; 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



B r o c k e l m a n n , GAL



B r o v v n e , Persiarı Literatüre E. G. Brovvne, A History ofPersian Literatüre under Tartar Dominion, Cambridge 1920.



Bolşaya Sovetskaya



Zübdetü'n-Nusra



Bündârî,



E. G. Brovvne, A Literary History ofPersıa, I-IV, Cambridge 1924.



B u h â r î , ed-Du cafâ3



B i l m e n , Tefsir



Blacîıere,



LHP



Brovvne,



C â h i z , el-Beyân



ve't-tebyîn



el-Mufaşşal



Cevâd Ali, el-Mufassal fî târîhi'l-'Arab kable'l-İslâm, I-IX, Beyrut 1968-72. Cevdet,



Ma'rûzât



A m r b. Bahr el-Câhiz, el-Beyân ve't-tebyîn (nşr. A b d ü s s e l â m M. Hârün), 1-IV, Kahire 1388/1968.



A h m e d Cevdet Paşa, Ma'rûzât (nşr. Yusuf Halaçoğlu), İstanbul 1980.



C â h i z . Kitâbü



Ahmed Cevdet Paşa, Târih, I-XII, istanbul 1309.



Cevdet,



'l-Hayeoân



A m r b. Bahr el-Câhiz, Kıtâbü'l-Hayevân (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), 1-VI1, Kahire 1357-67/1938-47 — Beyrut 1 3 8 8 / 1 9 6 9 .



Târih



Cevdet, Tezâkir A h m e d Cevdet Paşa, Tezâkir (nşr. M. Cavid Baysun), I-IV, Ankara 1953-57.



CAJ Central Asiatic Journal, Wiesbaden - Den Hague 1955 — Câmî,



Nefehât



Abdurrahman-ı Câmî, Nefehâtü'l-üns min hazarâti'l-kuds (nşr. Mehdî Tevhîdî Pür), Tahran 1337 hş. C â m î , Nefehât



(İbrâhim)



Abdurrahman-ı Câmî, Nefehâtü'l-üns min hazarâti'l-kuds (nşr. Kâdî İbrâhim — Molla Nureddin), Haydarâbâd 1279/1862. C â m î , Nefehât



(Lees)



Abdurrahman-ı Câmî, Nefehâtü'l-üns min hazarâti'l-kuds (nşr. W. Nassau Lees), Leknev 1323/1905. CAS



Central Asian Survey, Oxford.



Cevherî,



es-Şıhâh



İsmail b. H a m m â d el-Cevherî, eş-Şıhâh: Tâcü'l-luğa ve sıhâhu l-'Arabiyye, Kahire 1376-77/1956-57. Cezîrî, ei-Mezâhibü 'l-erba ' a Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkh 'ale'l-mezâhibi'l-erba'a, I-V, Kahire 1392 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr). Cezîrî,



el-Mezâhibü'l-erba



c



a (Kahire)



Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkh'ale'l-mezâhibi'l-erba I-V, Kahire, ts. (Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî). C h e j n e , Müslim



'a,



Spain



Anvvar G. Chejne, Müslim Spain, Its History and Culture, Minnesota 1974.



CDTA



CHln.



Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (haz. iletişim Yayınları), I-X, İstanbul 1983.



A Comprehensiue History of India, I-XII, New Delhi 1970-85. CHIr.



Cebertî, Âcâ'ibü'l-âşâr



The Cambridge History of Iran, I-Vi, Cambridge 1968-86.



Abdurrahman b. Hasan el-Cebertî, Târîhu'acâ'ibi'l-âsâr fi't-terâcim ve'l-ahbâr, I-III, Beyrut, ts. (Dârü'l-Fâris).



CHIs. The Cambridge History of islam, I/A-B, II/A-B, Cambridge 1970.



c



Clauson,



Dictionary



Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford 1972.



CT Cultura Turcica, Ankara 1964 — Culnet Vital Cuinet, La Turquie d'Asie, Paris 1892.



Derdîr,



Medeniyyet-i İslâmiyye Corcî Zeydan, Medeniyyet-i İslâmiyye Târihi (trc. Zeki Mugâmiz), I-V, İstanbul 1328-30.



Ebü'l-Berekât Ahmed ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-kebîr calâ Muhtasarı l-İmâm Halîl (Haşiye 'ale'ş-Şerhi'l-kebîr içinde), l-IV, Kahire 1328.



Devhatü



Târih



C. Z e y d a n ,



Corcî Zeydan, Târihu 't-temeddüni'l-İslâmî (nşr. Hüseyin Mü'nis), I-V, Kahire 1902; 1958.



Fuhûlü'ş-şu'arâ'



Cumahî,



M u h a m m e d b. Sellâm el-Cumahî, Tabakâtü fuhüli'ş-şu'ara (nşr. M a h m û d M u h a m m e d Şâkir), [-11, Kahire 1394/1974. Cumahî, 3



Fuhûlü'ş-şu'arâ (Beyrut) M u h a m m e d b. Sellâm el-Cumahî, Tabakâtü fuhûli'ş-şu' arâ' (nşr. loseph Hell),'Beyrut 1402/1982. Cumahî,



Fuhûlü'ş-şu carâ' (Leiden) M u h a m m e d b. Sellâm el-Cumahî, Tabakâtü fuhûli'ş-şu'ara' (nşr. Joseph Hell), Leiden 1916. Ahvâlü'r-ricâl İbrâhim b. Ya'küb el-Cûzcânî, Ahuâlü'r-ricâl (nşr. Subhî el-Bedrî es-Sâmerrâî), Beyrut 1405/1985.



Buğyetü'l-mültemis



Dabbî,



Ahmed b. Yahyâ ed-Dabbî, Buğyetü'l-mültemis fî târihi ricâli ehli'l-Endelûs (nşr. F. Codera — J. Ribera), I-III, Madrid 1885 — Kahire 1967.



DACL Dıctionnaire d'Archeologie Chretienne et de Liturgie, I-XXVII, Paris 1907. Dağıstânî, Fihrist Ali Hilmi Dağıstânî, Fihristü'l-kütübi't-Türkiyyeti'lmeucûde fi'l-kütübhâneti'lHidîviyye, Kahire 1306.



Cüzcânî,



Cürcânî, Haşiye Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Haşiye c alâ şerhi Muhtasari'l-müntehâ li'bni'l-HâcibJ-lİ, Bulak 1316. C ü r c â n î , Şerhu 'l-Meoâkıf Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şerhu'l-Meuâkıf, I-II, İstanbul 1292. Cüveynî, el-Burhan İmâmü'i-Haremeyn Abdülmelik ei-Cüveynî, el-ESurhân fî usûli'l-fıkh, I-II (nşr. Abdülazîm ed-Dîb), Katar 1399. C ü v e y n î , el-İrşâd (Muhammed) İmâmü'i-Haremeyn Abdülmelik el-Cüveynî, el-İrşâd (nşr. M u h a m m e d Yûsuf Mûsâ — Ali A b d ü l m ü n ' i m Abdüihamîd), Kahire 1 3 6 9 / 1 9 5 0 . C ü v e y n î , el-İrşâd ( T e m î m ) İmâmü'i-Haremeyn Abdülmelik el-Cüveynî, el-İrşâd (nşr. Esad Temîm), Beyrut 1405/1985.



Danişmend,



Kronoloji



İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, I-IV, İstanbul 1947-55. D â r e k u t n î , ed-Du



'afâ'



Ali b. Ömer ed-Dârekutnî, Kitâbü'd-Du'afâ' ve'l-metrûkîn (nşr. Subhî el-Bedrî es-Sâmerrâî), Beyrut 1406/1986. Dâvüdî,



Tabakâtü'l-müfessirîn



M u h a m m e d b. Ali ed-Dâvûdî, Tabakâtü 'l-müfessirîn (nşr. Âli M u h a m m e d Ömer), I-II» Kahire 1392/1972.



DB 2 J a m e s Hastings, Dictionary of the Bible (second edition), Edinburgh 1963.



DBS Dictionnaire Supplement,



de la Bible: Paris 1985.



DCR A Dictionary of Comparatioe Religion, London 1970. DDl,



C ü v e y n î , Târîh-i



Cihângûşây



Atâ Melik el-Cüveynî, Târîh-i Cihângûşây (nşr. Mirza M u h a m m e d Kazvînî), I-II, Leiden-London 1912-16. Cüveynî,



Târîh-i



Cihângûşây



(Öztürk)



Atâ Melik el-Cüveynî, Târih-i Cihanguşay (trc. Mürsel Öztürk), 1-111, Ankara 1988. C. Z e y d a n , Âdâb Corcî Zeydan, Târihu âdâbi'l-luğati'l-'Arabiyye, Beyrut 1983. C. Z e y d a n . Âdâb (Dayf) Corcî Zeydan, Târihu âdâbi'l-luğati'l-'Arabiyye (nşr."Şevki Dayf), Kahire 1957.



eş-Şerhu'l-kebîr



C. Z e y d a n .



Doğu Dilleri, Ankara üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dil ve Edebiyatları Araştırmaları Enstitüsü, Ankara 1964 DEFM Dârülfünun Mecmuası,



Edebiyat Fakültesi İstanbul 1916-33.



Delîlü'l-Halîc (Coğrafya) J. G. Lorimer, Delîlü'l-Halîc: el-Kısmü'l-coğrâfî(txc. ve nşr. Mektebetü Sâhibi's-Sümüv Emîri Devleti Katar), I-VII 11908). Delîlü'l-Halîc (Târih) J. G. Lorimer, Delîlü'l-Halîc: el-Kısmü't-târîhî (trc. ve nşr. Mektebetü Sâhibi's-Sümüv Emîri Devleti Katar), I-VII |1914|.



7-meşâyih



Ahmed Rifat Efendi, Deuhatü'l-meşâyih maa zeyl, İstanbul, ts. — İstanbul 1978. D e v l e t ş a h , Tezkire Devletşah, Tezkiretuş-şu'arâ' (nşr. E. G. Browne), l-II, Leiden 1901. D e y l e m î , Mezhebü



DM/ Dâ 'iretü 'l-ma 'ârifi 'l-İslâmiyye, Kahire 1933 DMT Dâ'iretü'l-ma'ârif-i Teşeyyu' (zîr nazar: A h m e d Sadr — Kâmuran Fânî — Bahâeddin Hurremşâhî), Tahran 1369 — D o e r f e r . TME1Y G. Doerfer, Türkische und Mongolische Elemente İm Neupersischen, 1-IV, Wiesbaden 1963-75.



'l-Bâlıniyye



M u h a m m e d b. Hasan ed-Deylemî, Beyânü mezhebi'l-Bâtıniyye ue butlânih (nşr. R. Strothmann), İstanbul 1939.



DOL Dictionary of Oriental (ed. Jaroslav Prûsek), I-III, London, ts.



DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1988 -



D o z y , Spanish



DİFM Dârülfünun Mecmuası,



İlâhiyat Fakültesi İstanbul 1925-33.



Dlhhudâ, Luğatnâme Ali Ekber Dihhudâ, Luğatnâme, Tahran 1346 hş. Dihlevî, Bustânü'l-muhaddisîn Abdülazîz b. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Bustânül-Muhaddisîn (trc. Ali O s m a n Koçkuzu), Ankara 1986. Dîneverî.



Literatures



islam



Reinhart Dozy, Spanish İslam: A History of the Moslems in (trc. F. Griffin Stokes), London 1913; 1972.



Spain



DR E. Royston Pike, Dictionnaire Religions (trc. Serge Hutin), Paris 1954.



DSB Dictionary of Scientific New York 1981.



deş



Biography,



DTC Dictionnaire de Theologie Catholique, Paris 1939.



el-Ahbârü't-tıoâl



Ahmed b. Dâvûd ed-Dîneverî, el-Ahbârü't-tıvâl (nşr. A b d ü l m ü n ' i m Âmir), Kahire 1960 — Bağdad, ts. (Mektebetü'l-Müsennâ).



Dîoânü lugâti't-Türk Kâşgarlı Mahmûd, Dîuânü Lugâti't-Türk (nşr. Kilisli Muallim Rifat), I-III, İstanbul 1333-35; Tıpkıbasım, Ankara 1941. Dîvânü lugâti't-Türk (Dankoff) M a h m û d al-Kâsgarl, Compendium of the Turkic Dialects (D'uuân Luğat at-Turk), Edited with Introduction and Indices by Robert Dankoff in Collaboration with J a m e s Kelly, Harvard, Cambridge, Mass., I-III, 1982-85. Dîoânü lugâti't-Türk Tercümesi Kâşgarlı Mahmûd, Diuânü Lûgati't-Türk (trc. Besim Atalay), I-III, Ankara 1939-41. D i y a r b e k r î , Târihu 'l-hamîs Hüseyin b. M u h a m m e d ed-Diyarbekrî, Târîhu'l-hamîs fî ahvâli enfesi'n-nefîs, l-II, Kahire 1283.



DMBİ Dâ' iretul-ma'ârif-i Büzürg-i İslâmî, Tahran 1367 hş. — DMF Dâ 'ire-i Ma'ârif-i Fârsî, Tahran 1345 hş. —



DTCFD Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1942 Dûmî, Nüzhetü'l-hâtır Abdülkadir b. Ahmed ed-Dümî ed-Dımaşkî, Nüzhetü'l-hâtıri'l- câtır şerhu Kitâbi Ravzati'n-nâzır ue cenneti'l-münâzır, l-II, Beyrut, ts. (Dârü'l-Kütübi'l-ilmiyye).



DÜİFD Dokuz Eylül Üniversitesi ilâhiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 1983 — Düsûkl c Hâşiye ale'ş-Şerhi'l-kebîr M u h a m m e d b. Ahmed ed-Düsükî, c Hâşiye aie'ş-Şerhl'l-kebîr'alâ Muhtasari'l-İmâm Halîl, I-IV,"Kahire 1328.



Düuel-i İslâmiyye Halil Edhem [Eldem], Düvel-i İslâmiyye, İstanbul 1927.



EAm. The Encyclopaedia Americana, I-XXX, New York 1928. EAÜİFD Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum 1983 — EB Etudes Balkanlgues,



Sofia 1964 —



E b e r h a r d , üzak



Doğu



Tarihi



Wolfram Eberhard, En Eski Devirlerden Zamanımıza Kadar üzak Doğu Tarihi, Ankara 1957; 1986.



E b û Z e y d el-Kureşî, Cemhere (Hâşimî) Muhammed b. Ebü'l-Hattâb el-Kureşî, Cemheretü eş câri'l-'Arab fi'l-Câhiliyye ve'l-lslâm (nşr. M u h a m m e d Ali el-Hâşimî), I-II, Dımaşk 1 4 0 6 / 1 9 8 6 (2. bs.).



EBr. Encyclopaedia Britannica, I-XXIII, Chicago 1972. E b û Bekir İbnü'l-Arabî, Ahkâmü 'l-Kur 3ân Ebû Bekir M u h a m m e d b. Abdullah b. Arabf, Ahkâmü'l-Kur'ân (nşr. Ali M u h a m m e d el-Bicâvî), I-IV, Kahire 1 3 9 4 / 1 9 7 4 . E b û Bekir İbnü'l-Arabî,



el- cAoâşım (Tâlibî) Ebû Bekir M u h a m m e d b. Abdullah b. Arabî, el-'Avâşım mine'l-kavâşım fî tahkiki mevâkıfi'ş-şahâbe (nşr. Â m m â r C. et-Tâlibî), Cezâyir 1 3 9 4 / 1 9 7 4 . E b ü Bekir İbnü'l-Arabî,



el- cAoâşım (Hatîb) Ebû Bekir M u h a m m e d b. Abdullah b. Arabî, el-'Avâşım mine'l-kavâşım fî tahkiki mevâkıfi'ş-şahâbe (nşr. M u h i b b ü d d i n el-Hatîb), Kahire 1371; 1399. E b û Bekir İbnü'l-Arabî,



el- cAoâşım (Istanbûlî) Ebû Bekir M u h a m m e d b. Abdullah b. Arabî, el-'Avâşım mine'l-kavâşım fî tahkiki Mevâkıfi'ş-şahâbe (nşr. M u h i b b ü d d i n el-Hatîb, hadislerin tahrici ve ta'lîk M a h m û d M e h d î el-İstanbûlî), Kahire 1405. E b û Hilâl el-Askerî,



Cemhere



Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü Cemhereti'l-emsâl (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl — A b d ü l m e c î d Katâmış), I-II, Kahire 1 3 8 4 / 1 9 6 4 . Ebü Nuaym,



Hilye



Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü'l-evliyâI-X, kahire 1394-99/1974-79. E b û Ubeyd,



el-Emvâl



Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbü'l-Emvâl (nşr. M u h a m m e d Halîl Herrâs), Kahire 1401/1981. E b û Ya'lâ,



el-Ahkâmü's-sultâniyye Ebû Ya'lâ M u h a m m e d b. Hüseyin el-Ferrâ, el-Ahkâmü's-sultâniyye (nşr.'Muhammed H â m i d el-Fakkî), Kahire 1357/1938. Ebü Yûsuf,



el-Harâc



El 2



Suppl.



(İng.)



The Encyclopaedia of islam Supplement, Leiden 1980 — Eln. Encyclopaedia of India (nşr. P. N. Chopra — Prabha Chopra), I-II, Delhi 1988.



Târih



Ebü'l-Ferec,



İbnü'l-İbrî Ebü'l-Ferec, Târih (trc. Ö . Rıza Doğrul), I-II, Ankara 1945-50.



Elr. Encyclopaedia Iranica, London 1985 —



Ebü'l-Ferec el-lsfahânî, el-Eğânî



EJd. Encyclopaedia Judaica, Jerusalem 1972-78.



Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan el-İsfahânî, Kitâbü'l-Eğânî, I-XIV, XVI, Kahire 1927; XV, XVII-XXIV (nşr. A b d ü s s e l â m M. Hârûn — Abdülkerîm el-Azbâvîv.dğr.), Kahire 1970-74 (Dâru 1-Kütübi'l-Mısriyye). Ebü'l-Fidâ, el-Muhtaşar, İmâdüddin İsmail b, Ali, Kitâbü'l-Muhtasar fî ahbâri'l-beşer, I-IV, Kahire 1325. Ebü'l-Fidâ,



E b ü ' l - H ü s e y i n el-Basrî, el-Mu ctemed Ebü'l-Hüseyin M u h a m m e d b. Ali el-Basrî,



Kitâbü'l-Mu'temed fî uşüli'l-fıkh (nşr. M u h a m m e d Hamîdullah), l-II, Dımaşk 1383-85/1964-65. EDİ Edebiyat Dil İncesenet, Bakü 1978 -



de la Foi,



EFAD Atatürk Üniversitesi Fakültesi Araştırma Erzurum 1970 — E f l â k î , Ariflerin



Edebiyat Dergisi,



Menkıbeleri



'l-



c



ârifîn



Ahmed Eflâkî, Menâkıbü'l-'ârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), I-II, Ankara 1959-61.



EH Etudes Historiques,



E l m a l ı l ı , Hak



Dini



Elmalılı M u h a m m e d Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili: Yeni Meâlli Türkçe Tefsir, I-IX, istanbul 1935-39; I-X, İstanbul 1979.



Menâkıbü'l-kudsiyye Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye fî menâsıbi'l-ünsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal — A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984. EMDC Encyclopedie de la Musique et Dictionnaire du Conservatoire, 1-XI, Paris 1912-31. E m î r B â d i ş â h , Teystr M u h a m m e d Emîn b. M a h m û d el-Buhârî, Teysîrü't-Tahrîrşerh 'alâ Kitâbi't-Tahrîr, I-IV,' Kahire 1350-51/1932.



Düstûrnâme Düstürnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil (Ymançl), İstanbul 1928; Mükrimin Halil [Yınanç], Dusturname-i Enverî: Medhal, istanbul 1930. Enverî,



Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (trc. Tahsin Yazıcı), MI, İstanbul 1984; 1987. E f l â k î , Menâkıbü



EJd. Suppl Encyclopaedia Judaica Supplement, XVII, Jerusalem 1982.



Elvan Çelebi,



Târih,



İmâdüddin İsmail b. Ali, Târîhu Ebi'l-Fidâ, I-IV, İstanbul 1286 (Bir önceki ile aynı kitaptır).



EF Encyclopedie Paris 1967.



I-XVI,



Sofia 1960 —



El The Encyclopaedia of islam (first edition), I-V, Leiden 1913-36.



E n v e r î , Düstûrnâme (Melikoff) Le Destan d'ümur Pacha (nşr. irene Melikoff-Sayar), Paris 1954.



ER The Encyclopedia of Religıon (ed. Vergilius Ferm), New York — ERE Encyclopaedia of Religıon and Ethics, I-XIII, Edinburgh 1979-80. Ergun, Antoloji Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Musikisi Antolojisi, I-II, İstanbul 1942-43.



Eş'arî, el-lbâne Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, el-İbâne 'an uşûli'd-diyâne Azbe, er-Ravzatü'l-behiyye Haydarâbâd 1322. E ş ' a r î , el-İbâne



(Ebû içinde),



(Arnaût)



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, el-İbâne 'an uşûli'd-diyâne (nşr. Abdülkâd'ir el-Arnaüt), Dımaşk - Beyrut 1401 / 1 9 8 1 ; Riyad 1400. Eş'arî, el-lbâne (Fevkıyye) Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, el-İbâne 'an uşûli'd-diyâne (nşr. Fevkıyye Hüseyin Mahmûd), Kahire 1987.



el-Lüma c



Eş'arî,



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, el-Lüma' fi'r-red 'alâ ehli'z-zeyğ ve'l-bida' (nşr. Abdülazîz İzzeddin es-Seyrevân), Beyrut 1408/1988. E ş ' a r î , Makalât



(Abdülhamîd)



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, Makalâtü'l-İslâmiyyîn ve'htilâfüTmuşallîn (nşr. M. Muhyyiddin Abdülhamîd), Kahire 1 3 8 9 / 1 9 7 0 . Eş'arî, Makâlât



(Ritter)



Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn ve ihtilâfü'l-musallîn (nşr H. Ritter), ' Wiesbaden 1 3 8 2 / 1 9 6 3 . Ethe,



Catalogue



Hermann EthĞ — Eduard Sachau, Catalogue of the Persian, Turkish, Hindustani and Pushtu Manuscripts in the Bodleian Library, I-II, London 1899; Oxford 1930.



Catalogue of the Persian Manuscripts Hermann EthĞ, Catalogue of the Persian Manuscripts in the Library of India Office, Oxford 1903; London 1980. Ethe,



E t h e , Târîh-i



Edebiyyât



Hermann EthĞ, Târîh-i Edebiyyât-ı Fârsî(trc. Rızâzâde Şafak), Tahran 1337 hş.



Eün. Encyclopaedia Universalis, I-XX, Paris 1980. EÜSBFD Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi İzmir 1980 -



Dergisi,



Evliya Ç e l e b i , Seyahatnâme Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I-VI, İstanbul 1314-18; VII-X, İstanbul 1928-38. E z g i , Türk



Musikisi



Ebû Yûsuf Ya'küb b. tbrâhim, Kitâbü'l-Harâc (nşr. M u h i b b ü d d i n el-Hatîb), Bulak 1302 — Kahire 1397.



El 2 (Fr.) Encyclopedie de l'Islam (nouvelle edition), Leiden 1954 —



E r g u n , Türk Şairleri Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul 1936-45.



Subhi Ezgi, Nazarî-Amelî Türk Musikisi, I-IV, İstanbul 1933-53.



EI 2( İ n g . ) The Encyclopaedia of islam (new edition), Leiden 1954 —



Erünsal,



E b û Zeyd el-Kureşî,



EzrakI, Ahbâru Mekke (Melhas) M u h a m m e d b. Abdullah el-Ezrakl, Ahbâru Mekke ve mâ câ'e fîhâ mine'l-âsâr (nşr. Rüsdî Sâlih Melhas), I-II, Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9 .



Cemhere (Fâûr) Muhammed b. Ebü'l-Hattâb el-Kureşî, Cemheretü eş'âri'l-'Arab fi'l-Câhiliyye ve'l-lslâm (nşr. Ali Fâûr), Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 .



El 2 Suppl. (Fr.) Encyclopedie de l'Islam Supplement Leiden 1980 —



Türk Kütüphaneleri Tarihi II İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimat'a Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988.



Ezrakî,



el-Fetâva



Ahbâru Mekke (Wüstenfeld) M u h a m m e d b. Abdullah el-Ezrakî, Ahbâru Mekke ue mâ câ'e fthâ mine'l-âsâr (nşr. F. Wüstenfeld), I-III, Göttİngen 1275.



el-Fetâva'l-Hindiyye, I-VI, Bulak 1310.



Fahreddin er-Râzî. İ'tikâdât (Neşşâr) M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, / =tikâdâtü fırakı'l-müslimîn ue'l-mûşrikîn (nşr. Ali S â m î en-Neşşâr), Kahire 1 3 5 6 / 1 9 3 8 . Fahreddin er-Râzî,



rtikâdât( Sa'd) M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, İ'tikâdâtü fırakı'l-müslimtn ue'l-müşriktn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd — Mustafa el-Hevârî), Kahire 1398/1978. Fahreddin er-Râzî,



Levâmi c u 'l-beyyinât M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, Levâmi' u'l-beı^yinât şerhu esmâ'illâhi te âlâ ue's-sıfât, Beyrut 1404/1984.



Levâmi'u'l-beyyinât (Sa'd) M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, Levâmi'u'l-beyyinât şerhu esmâ'illâhi te âlâ ve'ş-şıfât (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd), Kahire 1396/1976. el-Mahşûl M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, el-Mahşûl fî 'ilmi uşûli'l-fıkh (nşr. Tâhâ Câbir Feyyaz el-Ûlvânî), 1/1 -3-11/1-3, Riyad 1399-1401/1979-81. Fahreddin er-Râzî,



Fahreddin er-Râzî,



Tefsîr



M u h a m m e d b. Ömer er-Râzî, Mefâtîhu'l-ğayb (et-Tefsîrü'l-kebîr) (nşr. M. Muhyiddin A b d ü i h a m î d ) , I-XXXII, Kahire 1934-62. Fârâbî, ihşâ'ü'l-'ulûm Ebû Nasr M u h a m m e d b. M u h a m m e d el-Fârâbî, ihşâ'ul-'ulûm (nşr. O s m a n M u h a m m e d Emîn), Kahire 1350/1931.



indeks



Güstav Flügel, Kaşf al-Zumın Lexicon Bibliographicum et Encyclopaedicum I-VII (nşr. Vetre), London 1835-58.



Fârsî,



işrîn,



Münşeât Feridun Ahmed Bey, Münşeâtü's-selâtîn, I-II, İstanbul 1274-75. F e r i d u n Bey,



ve't-târih Ebü Yûsuf Ya'küb ei-Fesevî, Kitâbü'l-Ma'rife ve't-târih (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), I-III, Bağdad 1974-76.



Gazzâlî, el-Müstaşfâ Ebu Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, el-Müstasfa fî'ilmi'l-usûl, l-II, Bulak 1324.



el-Kevâkibü's-sâ 3ire



Gazzî,



Muhammed b. Muhammed el-Gazzî, el-Kevâkibü 's-sâ' ire fî a'yâni'l-mi'eti'l-'âşire (nşr. Cebrâîl S. Cebbür), I-III, Beyrut 1945-59; 1979 (2. bs.).



GDAAD İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1972 -



FO Folia Orientalia,



Krakow 1959 —



GEW Hjalmar Frisk, Griechisches etymologisches W6rterbuch, I-III, Heidelberg 1973. Frisk,



Gabriel,



Voyages



Albert Gabriel, Voyages archeologiques dans la Turquie Orientale, Paris 1940. Gallâb,



el-Büldânü'l-lslâmiyye



M u h a m m e d Seyyid Gallâb — Hasan Abdülkadir Salih — M a h m û d Şâkir, el-Büldânul-İslâmiyye ve'lekalliyâtü'l-müslime fî'âlemi'lmu'âşır, Riyad 1 3 9 9 / 1 9 7 9 .



G a z z â l î , İhyâ3



Ferid V e c d î , DM



Fesevî, el-Ma'rife



Handschriften



Güstav Flügel, Die arabischen, persisehen und türkischen Handschriften des Kaiserllch-Königlichen Hofbibliothek zu Wien, I-III, Wien 1865-67. F l ü g e l , Keşfü'z-zunûn



Mi'yarü'l-'ilm Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, Mi'yârü'l-'ilm fî fenni'l-mantık (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1960 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Endelüs). Gazzâlî,



İhyâ 3 Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, İhyâ'ü'ulûmi'd-dîn, I-İV, Kahire 1332.



Tezkire Fatîn Davud, Tezkire-i Hâtimetü'l-eş'âr, İstanbul 1271.



Ferid Vecdî, Dâ' iretü'l-ma 'ârifi'l-karni'l-' I-X, Beyrut 1971.



Flügel,



(Beyrut)



Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, İhyâ'ü 'ulûmi'd-dîn, I-İV (V: Mülhak), Beyrut 1402-1403/1982-83; Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife). Gazzâlî, el-İktişâd Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, el-İktisâd fi'l-i'tikâd, Beyrut 1403/1983. Gazzâlî,



Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Müzesi Yazmalar Kataloğu, I-III, Ankara 1967-72. G ö v s a , Türk



el-Kâmûsü'l-muhit Fîrûzâbâdî Ebü't-Tâhir, el-Kâmûsü'l-muhît, Beyrut 1406/1986.



Gazzâlî,



Fatîn,



Ferheng-i Fârst M u h a m m e d Muîn, Ferheng-i l-VI, Tahran 1342 hş.



Fîrûzâbâdî,



Katalog



Gölpınarlı,



Ebü Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, el-Menhûl (nşr. M u h a m m e d Hasan Heyto), Dımaşk 1 4 0 0 / 1 9 8 0 .



FME Ahmed Ateş, istanbul Kütüphanelerinde Farsça Manzum Eserler, İstanbul 1968.



Fahreddin er-Râzî,



el-Menhûl



Gazzâlî,



'l-Hindiyye



el-Makşadü'l-esnâ



Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, el-Makşadü'l-esnâ fî şerhi esmâ'illâhi'l-hüsnâ, Beyrut, ts. (DârüT-KütübiT-ilmiyye). Gazzâlî, el-Makşadü'l-esnâ (Fazluh) Ebû Hâmid M u h a m m e d el-Gazzâlî, el-Makşadü'l-esnâ fî şerhi esmâ 3 illâhl'l-hüsnâ (nşr. Fazluh Şehâdej, Beyrut 1971; 1982.



GelD Gelişme Dergisi/Studies in Development: Orta-Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara 1973 — Geographie



d'Aboulfeda



Joseph — Toussaint Reinaud, Geographie d'Aboulfeda: Allgemeine Einleitung und französisch Übersetzung des Taqwîm al-buldân uon Abül-Fidâ ' (gest. 732 H./1331 n. Chr.), I; Geographie d'Aboulfeda: Traduite de l'Arabe en Francais, II/1 (trc. I. T. Reinaud); II/2 (trc. M. Stanislas Guyard), Paris 1883 — Frankfurt 1985 (nşr. Fuat Sezgin). Gibb,



HOP



E. J. W. Gibb, A History of the Ottoman I-VI, London 1900-1909.



GJ The Geographical London 1893 Glasnik



Poetry,



Journal,



VIS



Glasnik Vrhovnog Islamskog Starjesinstva u SFRJ, Sarajevo. GMfİS E. J. W. Gibb Memorial New Serieş, London.



Meşhurları



İbrahim Alâeddin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İstanbul, ts.



Gr.E La Grande Encyclopedie, Paris, ts. 11891 'den önce], Gr.IPh. Grundriss der Iranischen Philologie (nşr. W. Geiger - E. Kuhn), I-II, Strassburg 1895-1904 — 1974. GSAI Giornale della Societa Italiana, Roma.



Asiatica



GSE Great.Soviet Encyclopeadia, New York 1982. Gülzâr-ı



l-XXXII,



Savâb



Nefeszâde İbrâhim, Gülzâr-ı (nşr. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1939.



Savâb



Güzelhisârî, Menâfi c u 'd-dekâyık Mustafa b. Muhammed Güzelhisârî, Menâfi'u'd-dekâyık fî şerhi Mecâmi'i'l-hakâyık, İstanbul 1303.



Habbâzî, el-Muğni Ebû M u h a m m e d Ömer b. M u h a m m e d el-Habbâzî, el-Muğnî fî uşûli'l-fıkh (nşr. M. Mazhar Beka), Mekke 1403. Habeşî,



el-Fikrü'l-İslâmi fı'l-Yemen Abdullah M u h a m m e d el-Habeşî, Mesâdirü'l-fikri'l-İslâmî fi'l-Yemen, Beyrut 1408/1988. Hadtkatü 7- vüzerâ Osmanzâde Ahmed Tâib, Hadîkatü'l-vüzerâ, İstanbul 1271 — Freiburg 1969. Hâdimî, Mecâm/Cu'l-hakâyık Ebü Saîd el-Hâdimî, Mecâmi' u'l-hakâyık (Menâfi 'u'd-dekâyık içinde), İstanbul 1303. H a f â c î , Reyhânetü



7- elibbâ



£ J. W. Gibb Memorial Series, London.



Şihâbüddin Ahmed b. M u h a m m e d el-Hafâcî, Reyhânetü'l-elibbâ ve zehretü'l-hayâti'd-dünyâ (nşr. Abdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), l-II, Kahire 1386/1967.



Gökbilgin,



Hâkim,



GMS



Ma crifetü 'ulûmi'l-hadis Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma'rifetü 'ulûmi'l-hadîs (nşr. Seyyid Muazzam Hüseyin), Haydarâbâd 1935 — Medine Beyrut 1397/1977.



Edirne ve Paşa Livâsı M. Tayyib Gökbilgin, XV-XVI Asırlarda Edirne ve Paşa Livası. Vakıflar-Mülkler-Mukataalar, İstanbul 1952. G ö k b i l g i n , Rumeli'de



Yürükler



M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli'de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İstanbul 1957.



Hâkim, el-Müstedrek Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek 'ale's-Sahîhayn, I-IV, Haydarâbâd 1334-42İ



H a k î m et-Tirmizî, Hatmü'l-eoliyâ' Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizf, Kitâbü Hatmi'l-evliyâ' (nşr. Osman İsmail Yahya), Beyrut 1965.



H a m m e r , HEO J. von Hammer, Histoire de TEmpire (trc. Hellert), I-XVIII, Paris 1835-41.



Ottoman



Hammer, Halebî, İnsânü'l-'uyûn Nûreddin el-Halebî, İnsânul-'uyûn fî sîreti'l-emîni'l-me* mûn: es-Sîretü'l-Halebiyye, 1-111, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife).



Staatsuerfassung Staatsoerıoaltung J. von Hammer, Des osmanischen Staatsverfassung Staatsverwaltung, Wien 1815.



und



Reiches und I-II,



Halîfe b. Hayyât, et-Tabakât (Ömerî) Halîfe b. Hayyât, Kitâbü't-Tabakât (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerij, Riyad 1402/1982.



Hânbâbâ, Fihrist Hânbâbâ Muşâr, Fihrist-i Kitâbhâ-yi Çâpî-yi Fârsî, I-V, Tahran 1350-53 hş.



Halîfe b. H a y y â t , et-Tabakât (Zekkâr) Halîfe b. Hayyât, Kitabü't-Tabakât (nşr. Süheyl Zekkâr), MI, Dımaşk 1966-67.



Habîbü's-siyer Gıyâseddin b. Hüsâmeddin (Hândmîr), Habîbü's-siyer fîahbâri efrâdi'l-beşer, I-IV, Tahran 1342 hş.



Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (Ömerî) Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (nşr. Ekrem Ziyâ el-Ömerî), Necef 1386/1967.



Hânsârî, Ravzâtü'l-cennât Muhammed Bâkır el-Hânsârî, Ravzâtü'l-cennât fi'l-ahvâli'l'ulemâ* üe's-sâdât, I-VIII, Tahran 1367 hş.



Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (Zekkâr) Halîfe b. Hayyât, et-Târîh (nşr. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1967-68. Halîmî, el-Minhâc Hüseyin b. Hasan ei-Halîmî, el-Minhâc fî şu'abi'l-îmân (nşr. Hilmi Muhammed Fûde), I-III, Beyrut 1399/1979. Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları ve Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ), İstanbul 1981. H a m î d u l l a h , İslâm Peygamberi Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ - Said Mutlu), I-II, İstanbul 1969; (trc. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1980. Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Tuğ) Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1411/1990. H a m m e r (Atâ Bey) J. von Hammer, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye (trc. Mehmed Atâ), I X, İstanbul 1329-37; XI, İstanbul 1947.



Hândmîr,



H a r â ş î , Şerhu Muhtasarı Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah el-Harâşî, Şerhu Muhtasan Halîl, I-VIIİ, Bulak 1318."



Halîl



Katalog



Hasan Duman, İstanbul Kütüphaneleri Arap Harfli Süreli Yayınlar Toplu Katalogu 1828-1928, İstanbul 1406/1986. H a s a n İ b r â h i m , İslâm Tarihi Hasan İbrâhim Hasan, İslâm Tarihi (trc. İsmail Yiğit v.dğr.), I-VI, İstanbul 1985-86. H a t î b , Târîhu Bağdâd Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (Medînetü's-selâm), I-XIV, Kahire 1349/1931 — Medine, ts; Beyrut, ts.



Târihi



H a m m e r , GOD J. von Hammer, Geschichte der osmanischer Dichtung, Pesth 1836-38. H a m m e r , QOR J. von Hammer—Purgstail, Geschichte des osmanischen Reiches, I-X, Pesth 1827-33; I-IV, Pesth 1834-35;(nşr. H. Duda), I-IV, 1963-64.



Hayyât, el-İntişâr Abdürrahim b. Muhammed el-Hayyât, Kitâbü'l-İntişâr ve'r-red 'alâ İbni'r-Râvendî el-mülhid (nşr. H. S. Nyberg), Beyrut 1957. Hazrecî, Hulâşatü Tezhîb Safiyyüddin Ahmed b. Abdullah el-Hazrecî, Hulâşatü Tezhibi Tehzîbi'l-Kemâl fî esmâ* i'r-ricâl (mukaddime Abdülfettâh Ebû Gudde), Bulak 1301 — Beyrut 1399/1979.



HBH Halk Bilgisi Haberleri, İstanbul 1929-42.



H i t t i , İslâm Tarihi Philip K. Hitti, Siyâsi ve Kültürel İslâm Tarihi (trc. Salih Tuğ), I-IV, İstanbul 1980-81.



Herevî, Menâzil Hâce Abdullah-ı Herevî, Menâzllü's-sâ'irin ileThakkı'l-mübîn, Kahire 1908.



HK Halk Kültürü (Derleme-Araştırma), İstanbul 1984 -



Herevî, Menâzil (Revân) Hâce Abdullah-ı Herevî, Menâzilü's-sâ'irîn ile'l-hakkı'l-mübîn (nşr. Revân Ferhâdî), Tahran 1361 hş. Herevî, Tabakât Hâce Abdullah-ı Herevî, Tabakâtü 'ş-şûfiyye (nşr. M u h a m m e d Server Mevlâyî), Tahran 1362. Heysemî, Mecma'u'z-zevâ*id Ebü'l-Hasan Nûreddin el-Heysemî, Mecma'u'z-zevâ" id ve menba'u'l-fevâ'id, I X, Beyrut 1967 (2. bs.).



H a r î r î z â d e , Tibyân Harîrîzâde Kemâleddin, Tibyânü uesâ*ili'l-hakâ'ik fî beyânı selâsili't-tarâ'ik, I-III, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 430-432. Hasan D u m a n ,



Hediyyetü 'l- carifin Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü'l-'ârifîn esmâ'ü'lmü'ellifîn ve âsârü'l-muşannifîn, I (nşr. Kilisli Muallim Rifat — İbnülemin M a h m û d Kemal); II (nşr. İbnülemin M a h m û d Kemal — Avni Aktuç), İstanbul 1951-55 — Tahran 1387/1967.



Hezârfen, Telhîsü'l-beyân Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü'l-beyân fî Kavânîn-i Âl-Î Osmân, Paris, BibIiotheque Nationale, Mss Turcs 40.



HI Hamdard Islamicus, Karachi 1977 Hidâyet, c Mecma u'l-fuşalm Rızâ Kulı Han Hidâyet, Mecma'u'l-fuşahâ' (nşr. Müzahir Musaffa), Tahran 1336 hş. Hidâyet, Ravzatü'ş-şafâ Rızâ Kulı Han Hidâyet, Ravzatü's-safâ-yı Hâsırî, I-VIII, Tahran 1338-39 hş. H i d â y e t , Riyâzü'l-



'arifin



Rızâ Kulı Han Hidâyet, Riyâzü'l- 'ârifîn (nşr. Mîr Alî-yi Gurgânî), Tahran 1344 hş. Hifiıî, Muştalahât Abdülmün'im el-Hifnî, Mu 'cemü mustalahâti's-sûfiyye, Beyrut 1 4 0 0 / İ 980.' Himyerî, er-Ravzü'l-mCtâr Muhammed Abdülmün'im el-Himyerî, Kitâbü'r-Ravzi'l-mi'târ fî haberi'l-aktâr (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1975.



History of India History of India (ed. A. V. Williams lakson), I-IX, New Delhi 1987. I: R. C. Dutt; II; V. A. Smith; III-IV: S. Lane-Poole; V: H. M. Elliot; VI-VII; W. W. Hunter; VIII: A. C. Lyall; IX: A. V. VVilliams Jakson.



HJAS Harvard Journal ofAsiatic Studies, Cambridge, Mass 1936 —



HM Hayat Mecmuası, Ankara 1926-29. Hoca Sâdeddin, Tâcü't-teoârîh Hoca Sâdeddin Efendi, Tâcü't-tevârîh, I-II, İstanbul 1279-80.



HOr. Handbuch Leiden.



der



Orientalistik,



HS Works Issued by the Hakluyt Society, London. HSBBD Hacettepe Sosyal ve Beşerî Bilimler Dergisi, Ankara 1969 — Hudarî, Muhâdarât (Abbâsiyye) Muhammed Hudarî Bek, Muhâdarâtü târîhi'l-ümemi'lİslâmiyye: ed-Devletü'l- 'Abbâsiyye, Kahire, ts. (Dârü'l-Fikri'1-Arabî); Beyrut, ts. (Dâru 1-Fikr), (Dârü'l-Ma'rife). Hudarî, el-Muhâdarât (Emeviyye) Muhammed Hudarî Bek, Muhâdarâtü târîhi'l-ümemi'lİslâmiyye: ed-Devletü'l-Emeviyye, I-II, Kahire, ts. (Dârü'l-Fikri'l-Arabî); Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr), (Dârü'l-Ma'rife)



Hudûdii'l-^âlem (Minorsky) Hudiıd al-'Alam: The Regions of the World (trc. V. Minorsky, ed. C. E. Bosworth), London 1970. Hudûdü'l-'âlem (Sutûde) Hudûdü'l-'âlem mine'l-meşrık ile'l-mağrib (nşr. Minûçihr-i Sutûde), Tahran 1340 hş. el-Hulelü 's-sündüsiyye Muhammed b. Muhammed el-Endelüsî, el-Hulelü's-sündüsiyye fi'l-ahbâri't-Tûnisiyye (nşr. M u h a m m e d Habîb el-Heyle), I-III, Beyrut 1985. Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (Jukovski) Ebü'l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (nşr. Jukovski), Tahran 1979. Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb (Uludağ), Ebü'l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü'l-mahcûb: Hakikat Bilgisi (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982.



HÜEFD Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1983 — Hüseyin Vassâf. Sefine Hüseyin Vassâf, Seftne-i Evliyâ-yı Ebrâr, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2305-2309. H ü s e y i n V a s s â f , Sefine (Akkuş) Hüseyin Vassâf, Seftne-i Evliya (s. nşr. Mehmet Akkuş — Ali Yılmaz), I, İstanbul 1990 -



Tabakâtü'ş-Şâfi'iyye Ebû Bekir b. Hidâyetullah el-Hüseynî, Tabakâtü'ş-Şâfi' iyye (nşr. Âdil Nüveyhiz), Beyrut 1979 (2.bs.); 1 4 0 2 / 1 9 8 2 (3. bs.). Hüseynî,



HZb. Historijski Zbornik,



İbn Âbidîn. Nesemât M u h a m m e d Emîn b. Âbidîn, Nesemâtü'l-eshâr, İstanbul 1300.



ibn Beşküvâl,



IS



İbn  b i d î n .



Islamic Studies, Karachi 1962 —



M u h a m m e d Emîn b. Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, l-V; Tekmiletü Hâşiyeti İbn 'Âbidîn, V / l - 2 ; Takrîrü'r-Râfi'î, V1I/1-2, Kahire 1272-1324.



Fethu'l-muğis



ISIS An International Reuiew Devoted to the History of Science and Its Cultural Influences, Pennsylvania 1913 —



Nauk



SSSR,



IAN Tu.rk.SSSR Izvestiya Akademiya Nauk Turkmenskoy SSSR., Aşkâbâd. IBLA Revue de l'Institut des Belle s Lettres Arabes, Tunis 1937 — IC



İslâm Ansiklopedisi, 1-X1II, İstanbul 1940-88. İBA İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, I, İstanbul 1981.



el-Kâmil Abdullah b. Adî el-Cürcânî, el-Kâmil fîzu ' afâ' i'r-ricâl (nşr. Lecne minei-muhtassîn), I-VIII, Beyrut 1404-1405/1984.



İbn A b d ü l b e r ,



Behcetü'l-mecâlis



el-İstfâb İbn Abdülber en-Nemerî el-Kurtubl, el-İstfâb fî ma' rifeti'l-aşhâb (el-İsâbe içinde), 1-IV, Kahire 1328. İbn A b d ü l b e r ,



İ b n A b d ü l b e r , el-Kâft İbn Abdülber en-Nemerî el-Kurtubî, el-Kâft fîfıkhi ehli Medtneti'l-Mâlikî (nşr. M. M u h a m m e d Uhayd el-Morîtânî), I-II, Riyad 1 3 9 8 / 1 9 7 8 ; 1400/1980 (2. bs.).



Islamic Culture, Haydarâbâd 1927 — ibn Abdülhakem,



IDB The Interpreter's Dictionary of the Bible, I-IV, New York-Nashville 1962. IDB Suppl. The Interpreter's Dictionary of the Bible Supplementary Volume, Nashville 1988. IJMES International Journal of Middle East Studies, London-New York 1970 IJTS International Journal of Turkish Studies, Madison-Wisconsin 1979 — IOS Israel Oriental Studies, Tel Aviv 1971 IP Istoriçeski Prezgled, Sofia. /Q



The Islamic Quarterly, London 1954 —



İbn  b i d î n ,



lA



İbn Abdülber en-Nemerî el-Kurtubf, Behcetü'l-mecâlis ve ünsü'l-mücâlis (nşr. M u h a m m e d Mürsî el-Hûlî), I-II, Kahire 1962.



IAN Kaz. SSR Izvestiya Akademiya Nauk Kazahskoy SSR, Alma Ata.



Reddü'l-muhtâr



Reddü'l-muhtâr (Kahire) M u h a m m e d Emîn b. Âbidîn, Reddü'l-muhtâr 'ale'd-Dürri'l-muhtâr; I-VI; Hâşiyetü Kurreti uyûni'l-ahyâr tekmiletü Reddi'l-muhtâr, VII-VIII, Kahire 1386-89/1966-69.



Isl.



Zagreb.



Izvestiya Imperatorskoy Akademii Nauk, Petrograd. IAN Az.SSR Izvestiya Akademii Nauk Azerbaydjanskoy SSR, Bakü 1960 -



IAN SSSR Izvestiya Akademiya Moskva-Leningrad.



Ir.S Iranian Studies, New York-Los Angeles 1968 —



Irâki,



Der İslam, Berlin 1910 -



IAN



Voyages Voyages d'Ibn Batoutah (nşr. ve trc. C. Defremery et B. R. Sanguinetti), 1-IV, Paris 1853-58.



ibn Âbidîn, Mecmu ca tü 'r-resâ'il M u h a m m e d Emîn b. Âbidîn, Mecmû'atü resâ'ili İbn'Âbidîn, İstanbul 1325.



İbn B a t t û t a ,



Zeynüddin el-lrâkî, Fethu'l-muğis (nşr. M a h m û d Rebî'), I-IV, Kahire 1 3 5 5 / 1 9 3 7 ; 1 3 8 8 / 1 9 6 8 ; 1408/1988.



Fütûhu Mışr (Âmir) Abdurrahman b. Abdullah b. Abdülhakem, Fütûhu Mışr ve'l-Endelüs (nşr. A b d ü l m ü n ' i m Âmir), Kahire 1960.



İbn Adî,



ibn Arrâk,



Tenzîhü'ş-şerî'a



Ali b. M u h a m m e d el-Arrâk, Tenzîhü'ş-şerî'ati'l-merfû 'a 'ani'l-ehâdîsi'ş-şenî'ati'l-meuzû'a (nşr. A b d u l v e h h â b Abdüllatîf — Abdullah M u h a m m e d es-Sadîk), I-II» Kahire 1378; Kahire, ts. (Mektebetüi-Kahire). İbn Asâkir,



el-Mu ccemü'l-müştemil Ali b. Hasan b. Asâkir, el-Mu'cemü'l-müştemil'alâ zikri esmâ'i şüyûhi'l-e' immeti'n-nebel (nşr. Sekîne eş-Şihâbî), Dımaşk, ts. (Dârü'l-Fikr). İ b n A s â k i r , Târîhu Dımaşk İbn Asâkir Ali b. Hasan ed-Dımaşkl, Târîhu Medîneti Dımaşk, 1-X1X, A m m a n , ts. (Dârü'I-Beşîr) (tıpkıbasım). ibn Asâkir,



Târîhu



Dımaşk



(Faysal)



Ali b. Hasan b. Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk, Dımaşk 1402-1404/1981-84.



ibn A b d ü l h a k e m ,



İbn Asâkir.



Fütûhu Mışr (Torrey) Abdurrahman b. Abdullah b. Abdülhakem, Fütûhu Mışr ve ahbâruhâ (nşr. Charles C. Torrey), Leiden 1922.



Tebyînü kezibi'l-müfteri Ali b. Hasan b. Asâkir Tebyînü kezibi'l-müfteri fîmâ nüsibe ile'l-İmâm Ebi'l-Hasan el-Eş'arî (nşr. M. Zâhid Kevserî), Dımaşk 1347 — Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9 ; 1404/1984.



ibn Abdürabbih,



el- ctkdü'l-ferîd Ebû Ömer Ahmed b. M u h a m m e d b. Abdürabbih, el-'İkdul-ferîd (nşr. A h m e d Emîn v.dğr.), I-VII, Kahire 1393/1973.



İbn B a t t û t a ,



İbn B a t t û t a , İbn A b d ü ş ş e k ü r , Müsellemü 's-sübût Muhibbullah b. Abdüşşekür el-Bihârî, Müsellemü'ş-şübût fî uşûli'l-fıkh (Fevâtihu'r-rahamût ile el-Müstasfâ içinde), I-II, Bulak 1324.



Seyahatnâme



M u h a m m e d b. Abdullah b. Battûta, Seyahatnâme (trc. Mehmed Şerîf), MI, İstanbul 1333-35.



Tuhfetü'n-nüzzâr



M u h a m m e d b. Abdullah b. Battûta, Tuhfetü'n-nüzzâr fî ğarâ' ibi'l-emşâr ve 'acâ'ibi'l-esfâr: Rihletü İbn Battûta (nşr. Ali el-Mün'tasır), I-II, Beyrut 1401-1405/1981-85.



es-Sıla



Halef b. Abdülmelik b. Beşküvâl, Kitâbü'ş-Şıla fî târîhi e'immeti Endelüs ve'ulemâ ihim ve muhaddisîhim ve fukahâ'ihim ve üdebâ'ihim (nşr. İzzet el-Attâr), Kahire 1955. İbn Bîbî, el-Evâmlrü 'I- 'alâ' iyye Nâsırüddin Hüseyin b. M u h a m m e d b. Bîbî, el-Evâmirü'l-'alâ' iyye fi'l-umüri'l- 'Alâ' iyye (nşr. A d n a n S. Erzi), Ankara 1956. İbn Düreyd,



el-İştikâk



M u h a m m e d b. Hasan b. Düreyd, el-İştikâk (nşr. A b d ü s s e l â m M. Hârûn), Kahire 1 3 7 8 / 1 9 5 8 . İbn E b ü Usaybia, e



üyûnü'l-enbâ 3



Muvaffakuddin İbn Ebû Usaybia, 'üyûnü'l-enbâ' fî tabakâti'l-etıbba' (nşr. Nizâr Rızâ), Beyrut 1965. İbn Emîrü'l-Hâc,



et-Takrir



İbn Emîrü'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, I-III, Bulak 1316.' İbn Fazlullah el-ömerî,



Mesâlik İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebsâr fî memâliki'l-emsâr (nşr. Fuat Sezgin), 1-XXVI1, Frankfurt 1 4 0 8 / 1 9 8 8 (tıpkıbasım). ibn Fazlullah el-ömerî.



Mesâlik (Eymen) İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebsâr fî memâliki'l-emsâr (nşr. Eymen Fuâd Seyyide), Kahire 1985. ibn Fazlullah el-Ömerî.



Mesâlik (Krawulsky) İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebsâr fî memâliki'l-emsâr: Kabâ'ilü'l'Arab (nşr. Krawulsky Dorothea), Beyrut 1985. ibn Fazlullah el-Ömerî.



Mesâlik (Muhammed) İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebsâr fî memâliki'l-emsâr (nşr. M u h a m m e d b. Ali b. Hasan), Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 . ibn Fazlullah el-Ömerî,



Mesâlik (Taeschner) İbn Fazlullah el-Ömerî, Mesâlikü'l-ebsâr fî memâliki'l-emsâr (nşr. Fr. Taeschner), Leipzig 1929; Wiesbaden 1968. İbn Ferhün, ed-Dîbâcü 'l-müzheb İbn Ferhûn Burhâneddin İbrâhim b. Ali b. M u h a m m e d , ed-Dîbâcü'l-müzheb fîma'rifeti a 'yâni 'ulemâ' i'l-mezheb (nşr. M u h a m m e d el-Âhmedî), Kahire 1329-30; Kahire, ts. (Dârü't-Türâs).



Tehzîbü't-Tehzîb



îbn Fürek,



İbn Hacer,



Mücerredü'l-makâlât İbn Fürek, Mücerredi! makâlâti'ş-Şeyh Ebi'l-Hasarı el-Eş'art (nşr. Danieİ Gimaret), Beyrut 1987.



İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, I-XII, Haydarâbâd 1325-27/1907-1909.



İbn Habîb, el-Muhabber M u h a m m e d b. Habîb el-Hâşimî, el-Muhabber (nşr. ilse Lichtenstadter), Haydarâbâd 1361 / 1 9 4 2 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Âfâkı'l-cedîde). İbn Habîb, el-Münemmak M u h a m m e d b. Habîb el-Hâşimî, Kitâbü'l-Münemmak fî ahbâri Kureyş (nşr. Hurşîd Ahmed), Haydarâbâd 1 3 8 4 / 1 9 6 4 — Beyrut 1 4 0 5 / 1 9 8 5 . İbn Hacer,



ed-Dürerü'l-kâmine



İbn Hacer el-Askalânî, ed-Dürerul-kâmine fta'yâni'l-ml'eti's-sâmine, I-IV, Haydarâbâd 1348-50/1929-31. İ b n H a c e r , Fethu'l-bârî



(Hatîb)



İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-bârî bi-şerhi Şahîhi'l-Buhârî (nşr. M u h i b b ü d d i n el-Hatîb — M. Fuâd A b d ü l b â k I — Kusay M u h i b b ü d d i n el-Hatîb), I-XIII, Kahire 1407/1986-87. İ b n H a c e r , Fethu'l-bârî



(Sa'd)



İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-bârî bi-şerhi Şahîhi'l-Buhârî (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa'd v.dğr.), I-XXVIII, Kahire 1 3 9 8 / 1 9 7 8 . İbn Hacer,



trıbâ'ü'l-ğumr



İbn Hacer el-Askalânî, inbâ' ü'l-ğumr bl-enbâ 'i'l- cumr (nşr. Abdullah b. A h m e d el-Alevî — M u h a m m e d Sâdıkuddin el-Ensârî), Haydarâbâd 1387-96/1967-76 — Beyrut 1 3 8 7 / 1 9 6 7 ; 1 4 0 6 / 1 9 8 6 (2. bs.).



el-lşâbe İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi's-sahâbe, Kahire 1328. İ b n Hacer,



İ b n H a c e r , el-tşâbe



I-IV,



(Bicâvî)



İbn Hacer el-Askalânî, el-İşâbe fî temyîzi'ş-şahâbe (nşr. Ali M u h a m m e d el'-Bicâvî), I-VIII, Kahire 1390-92/1970-72. İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü'l-Mîzân, I-IV, Haydarâbâd 1329-31.



el-Metâlibü'l- câliye İbn Hacer el-Askalânî, el-Metâlibü'l- câliye (nşr. Habîbürrahman el-A'zamî), I-IV, Küveyt 1 3 9 3 / 1 9 7 3 . İ b n Hacer,



İbn Hacer,



Takrîbü't-Tehzîb



İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü't-Tehzîb (nşr. A b d ü l v e h h â b Abdüllatîf), I-II, Kahire 1380 — Beyrut 1395/1975. İ b n Hacer,



Takrîbü't-Tehzîb (Avvâme) İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü't-Tehzîb (nşr. M u h a m m e d Avvâme), Beyrut 1408/1988.



İbn Haldun, el- clber Abdurrahman b. M u h a m m e d b. Haldûn, Kitâbü'l-'Iber ue dîvânü'l-mübtede' ve'l-haber..,, I-VII, Bulak 1284 — Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9 . İbn Haldûn, Mukaddime Abdurrahman b. M u h a m m e d b. Haldûn, Mukaddimetü İbn Haldûn (nşr. Ali Abdülvâhid Vâfî), I-III, Kahire 1401. İbn Haldûn, Şifâ'ü's-sâ'il Abdurrahman b. M u h a m m e d b. Haldûn, Şifâ'ü's-sâ'il (nşr. M u h a m m e d b. Tâvît et-Tancî), Ankara 1958. İ b n H a l l i k â n , Vefeyât İbn Hallikân EbüT-Abbas A h m e d b. M u h a m m e d , Vefeyâtü'l-a'yân ue enbâ'ü ebna'i'z-zamân (nşr. İhsan Abbas), I-VIII, Beyrut 1968-72.



Şûretü'l-arz Ebü'l-Kâsım b. Havkal en-Nasîbî, Kitâbü Sûreti'l-arz (nşr. M. J. d e Goeje), Leiden 1938-39. İbn Havkal,



İ b n Hayr,



İbn H a z m , el-Muhallâ İbn Hazm Ebû M u h a m m e d Ali b. Ahmed, el-Muhallâ (nşr. A h m e d M u h a m m e d Şâkir), I-XI, Kahire, ts. (Mektebetü Dâri't-Türâs). İbn Hibbân, Kitâbü'l-Mecrühîn M u h a m m e d b. Hibbân, Kitâbü'l-Mecrühîn mine'l-muhaddişîn ue'd-du'afâ' ue'l-metrûkîn (nşr. M a h m û d İbrahim Zâyed), I-II, Haleb 1395-96/1975-76. İbn H i b b â n , Meşâhîr M u h a m m e d b. Hibbân, Kitâbü Meşâhîri' ulemâ'i'l-emşâr (nşr. M. Fleischhammer), Wiesbaden 1959. İbn H i b b â n ,



es-Şikât



M u h a m m e d b. Hibbân, Kitâbü's-Sikât, I-IX, Haydarâbâd' 1393-99/1973-79. İbn H i ş â m ,



es-Sîre



Abdülmelik b. Hişâm, es-Sîretun-nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekkâ v.dğr.), I-IV, Kahire 1375/1955. İbn Hurdâzbih, el-Mesâlik oe'l-memâlik Ubeydullah b. Abdullah b. Hurdâzbih, el-Mesâlik ue'l-memâlik (nşr. M. I. de Goeje), Leiden 1889; 1967.



Fehrese



M u h a m m e d b. Hayr el-İşbîlî, Fehrese mâ reuâhu 'an şüyûhıh... (nşr. Franciscus Codera — j. Ribera Tarrago), Sarakosta 1893 — Kahire 1382/1963.



İ b n İ s h a k , es-Sîre M u h a m m e d b. İshak, Sîretü İbn ishâk (nşr. M u h a m m e d Hamîdullah), Rabat 1967 — Konya 1 4 0 1 / 1 9 8 1 . İ b n İyâs,



Bedâ'i'u'z-zühür



İbn Hayyân, el-Muktebes Ebû Mervân Hayyân b. Halef b. Hayyân, el-Muktebes min enbâ'i ehli'l-Endelüs (nşr. M a h m û d Ali Mekkî), Beyrut 1393/1973.



İbn İyâs M u h a m m e d b. Ahmed el-Hanefî, Bedâ 'i'u'z-zühür fî vekâ'i'i'd-dühûr (nşr. M u h a m m e d Mustafa), I-V, Kahire 1383/1963.



İbn Hazm, Cemhere İbn Hazm Ebû M u h a m m e d Ali b. Ahmed, Cemheretü ensâbi'l-'Arab (nşr. A b d ü s s e l â m M. Hârûn), Kahire 1982 — Beyrut 1403/1983.



İ b n İzârî, el-Beyârıü'l-muğrib İbn İzârî el-Merrâküşî, el-Beyânü'l-muğrib fî ahbâri'lEndelüs ue'l-Mağrib, I-II (nşr. Reinhard Dozy), Leiden 1848-51; III (nşr. E. Levi Provençal), Paris 1930; IV (nşr. İhsan Abbas), Beyrut 1983.



İbn Hazm,



Cevâmi cu's-sîre



Ebû M u h a m m e d Ali b. Ahmed, Ceuâmi'u's-sîre ue hamsü resâ'ili uhrâ (nşr. İhsan A b b a s — Nâsırüddin Esed), Kahire 1956.



İ b n K a y y ı m el-Cevziyye, f clâmü'l-muvakkı cîn İbn Kayyim el-Cevziyye, lâmü'l-muuakkı'în c an rabbi'T câlemîn (nşr. M. M u h y i d d i n Abdüihamîd), I-IV, Kahire 1374/1955. İ b n K a y y i m el-Cevziyye,



Zâdü'l-me'âd İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd fî hedyi hayri'l- 'ibâd (nşr. Şuayb el-Arnaût — Abdülkadir el-Arnaût), I-V, Beyrut 1 4 0 1 / 1 9 8 1 . İbn Kemal, Teuârîh-iÂl-i Kemalpaşazâde Ahmed, Teuârîh-i Âl-i Osmân (nşr. Şerafettin Turan), I. Defter, Ankara 1970; II. Defter, Ankara 1983; VII. Defter, Ankara 1957. İ b n Kesîr,



el-Bidâye



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, I-XIV, Kahire 1351-58/1932-39.



Kışaşü'l-enbiyâ'



İ b n Kesîr,



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Kısasul-enbiyâ', I-II, Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 . İbn Kesîr, en-Mihâye



İ b n H a z m , el-Faşl İbn Hazm Ebû M u h a m m e d Ali b. Ahmed, el-Faşl fi'l-milel ue'l-ehuâ' ue'n-nihal, I-V, Kahire 1317-21 — Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 .



el-Beyânü'l-muğrib (Kettânî) İbn İzârî el-Merrâküşî, el-Beyânü'l-muğrib fî ahbâri'l-Endelüs ve'l-Mağrib: Kısmü'l-Muuahhidîn (nşr. M. İbrâhim el-Kettânî — M u h a m m e d b. Tâvît — M u h a m m e d Zenîber — Abdülkadir Zimâme), Beyrut 1406/1985.



İ b n H a z m , el-Faşl ( U m e y r e ) İbn Hazm Ebû M u h a m m e d Ali b. Ahmed, el-Faşl fi'l-milel ue'l-ehuâ' ue'n-nihal (nşr. M. İbrahim Nasr — Abdurrahman Umeyre), I-V, Riyad Cidde 1402/1982.



İbn Kâdî Şühbe, Tabakâtü'ş-Şâfi'iyye Ebû Bekir Ahmed b. M u h a m m e d b. Kâdî Şühbe, Tabakâtü'ş-Şâfi'iyye (nşr. Âbdüİhalîm Hân), [-IV, Beyrut 1407/1987.



(Ebû Abye)



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Kitâbü'n-Nihâye eui'l-Fiten ve'l-melâhim (nşr. M u h a m m e d Fehîm Ebû Abye), MI, Riyad 1968. İ b n Kesîr, en-Nihâye (Zeynî) İsmâil b. Ömer b. Kesîr, Kitâbü'n-Nihâye eui'l-Fiten ve'l-melâhim (nşr. Tâhâ M u h a m m e d ez-Zeynî), 1-11, Kahire 1 3 8 9 / 1 9 6 9 . İ b n Kesîr,



es-Sîre



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, es-Sîretü'n-nebeuiyye (nşr. Mustafa Abdülvâhid), I-IV, Kahire 1964-66 — Beyrut 1 3 9 6 / 1 9 7 6 . İ b n Kesîr,



Tefsir



İsmâil b. Ömer b. Kesîr, TefsîrüTKur'ânl'l'azîm (nşr. M u h a m m e d İbrâhim el-Bennâ v.dğr.), I-VIII, Kahire 1 3 9 0 / 1 9 7 1 . İbn K u d â m e ,



İ b n İzârî,



Osmân



el-Muğnî



Abdullah b. A h m e d b. Kudâme, el-Muğnî, I-XIV, Beyrut 1392-93/1972-73. İbn K u d â m e , el-Muğnî (Herrâs) Abdullah b. A h m e d b. Kudâme, el-Muğnî(M. Halîl Herrâs), MX, Kahire, ts. (Mektebetü İbn Teymiyye). İbn K u d â m e el-Makdisî, Ravzatü'n-nâzır M u h a m m e d b. A h m e d b. Kudâme el-Makdisî, Ravzatü'n-nâzır ve cennetü'l-münâzır fî uşûli'l-fıkh c a/â mezhebi'l-imâm Ahmed b. Hanbel (Dûmî, Nüzhetü'I-hâpr içinde), I-II, Beyrut, ts. (Dârül-Kütübil-ilmiyye).



İbn K u d â m e el-Makdisî, ' Ulemâ' ü'l-hadîş M u h a m m e d b. Ahmed b. Kudâme el-MakdisT, Tabakâtü 'ulemâ'i"i-hadîs (nşr. Ekrem el-Büşî — İbrâhim ez-Zeybak), I-IV, Beyrut 1409/1989. İbn Kuteybe, el-Ma'ârif(Sâvî) Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, el-Ma 'ârif (nşr. M u h a m m e d İsmâil es-Sâvî), Kahire 1353/1935. İbn Kuteybe, el-Ma'ârif (Ukkâşe) Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, el-Ma' ârif (nşr. Servet Ukkâşe), Kahire 1960. İbn Kuteybe, eş-Şi'r ve'ş-şu'arâ' Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, eş-Şi'r ue'ş-şu'arâ' (nşr. A h m e d M u h a m m e d Şâkir), Kahire 1322 — Beyrut 1964. İbn K u t e y b e , eş-Şi'r ue'ş-şu'arâ' ( d e Goeje) Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, eş-Şi'r ue'ş-şu'arâ' (nşr. M. J. d e Goeje), Leiden 1902. İbn Kuteybe,



'Uyûnü'l-ahbâr



Abdurrahman b. Müslim b. Kuteybe, Kitâbü 'Uyûrti'l-ahbâr; I-IV, Kahire 1343-49/1925-30. İbn Kuteybe, c üyûnü'l-ahbâr (Tavîl) Abdurrahman b. Müslim b. Kuteybe, Kitâbü 'Uyûrti'l-ahbâr (nşr. Yûsuf Ali Tavîl — Müfîd M u h a m m e d Kumeyha), I-IV, Beyrut 1406/1986. İbn K u t l u b o ğ a ,



Tâcü't-terâcim



Kasım b. Kutluboğa, Tâcü't-terâcim fî tabakâti'l-Hanefiyye, Bağdad 1962. İbn M â k û l â , el-ikmâl Ali b. Hibetullah b. Mâkûlâ, el-İkmâl fî ref' i'l-irtiyâb 'ani'lmü' telef ve'Tmuhtelef mirıe'l-esmâ' üe'l-künâ ue'l-elkâb, I-VI (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî), Haydarâbâd 1381-86/1962-67; VII (nşr. Nâyif el-Abbâs), Beyrut 1976. ibn Manzûr, Muhtaşaru Târihi Dımaşk Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Muhtaşaru Târîhi Dımaşk (nşr. Rûhiyye en-Nehhâs — Riyâz A b d ü l h a m î d — M u h a m m e d Mutî' el-Hâfız v.dğr.), I-XX1X, Dımaşk 1404-1409/1984-88. İbn Mencüye, Ricâlü Şahîhi



İbn Miskeveyh, Tehzîbü'l-ahlâk Ahmed b. Muhammed b. Miskeveyh, Tehzîbü'l-ahlâk ue tathîrü'l-a'râk (nşr" İbnul-Hatîb), Kahire 1398. İ b n N ü c e y m , el-Bahr Zeynüddin İbn Nüceym, el-Bahrü'r-râ' ik şerhu Kenzi'd-dekâ' ik, I-VII; Tekmiletü l-Bahri'r-râ' ik, VIII, Kahire 1311. İbn Rüşte, el-A'lâku'n-nefîse Ebû Ali Ahmed b. Amr, Kitâbü'l-A'lâkı'n-nefîse (nşr. M. I. de Goeje), Leiden 1967. İbn R ü ş d , Bidâyetü'l-müctehid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafîd, Bidâyetü'l-müctehid ue nihâyetü'l-mukteşıd, I-II, İstanbul 1333. İbn Rüşd, Tefsıru Mâ Ba' de't-tabî'a Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Hafîd, Tefsîru Mâ Ba'de't-tabî'a (nşr. S. 1. Maurice Bouyges), 1-IV, Beyrut 1973-86. İ b n Sa'd, et-Tabakât Muhammed b. Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-IX, Beyrut 1388/1968. İ b n S a î d el-Mağribî, el-Muğrib Ali b. Mûsâ b. Muhammed b. Saîd el-Mağribî, el-Muğrib fî hule'l-Mağrib (nşr. Şevki Dayf), I-II» Kahire 1978-80. İbn Semure, Fukahâ' ü'l-



Yemen



İbn Semure el-Ca'dîel-Yemenî, Tabakâtü fukahâ' İ'l-Yemen (nşr. Eymen Fuâd Seyyide), Kahire 1377/1957 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Kalem). İbn Seyyidünnâs, cCfyûnü'l-eşer İbn Seyyidünnâs el-Ya'murî, 'Uyûnü'l-eser fî fünûni'l-meğâzî ue'ş-şemâ'il oe's-siyer, I-II, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife); Beyrut 1402/1982 (3. bs.). İbn S î n â , el-lşârât Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, el-İşârât ue't-tenbîhât (nşr. Süleyman Dünyâ), Kahire 1959. İbn Sînâ, el-Mebde' Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, el-Mebde' ue'l-me'âd (nşr. Abdullah-ı Nûrânî), Tahran 1363 hş./1984.



Ahmed b. Ali b. Mencûye el-İsfahânî, Ricâlü Sahîhi Müslim (nşr. Abdullah el-Leysî), I-II, Beyrut 1407/1987.



İ b n S î n â , eş-Şifâ 5 Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şifâ': el-İlâhiyyât (1) (nşr. G. C. Anawati — Saîd Zâyed), Tahran 1343.



İbn Miskeveyh, Tecâribü'l-ümem Ebû Ali Ahmed b. M u h a m m e d b. Miskeveyh, Kitâbü Tecâribi'l-ümem: The Eclipse of the Abbasid Caliphate (nşr. ve trc. H. F. Amedroz), I-VI1, Oxford 1920-21.



İ b n S î n â , eş-Şifâ 5 (1) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şifâ' el-Fennü'l-euuel min cümleti'l- ilmi'r-riyâzî (1): üsûlu l-hendese (nşr. A b d ü l h a m î d Sabre — Abdülhamîd Lutfî Mazhar), Kahire 1976.



Müslim



İ b n S î n â , eş-Şifâ' (2) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şıfâ' el-Fennus-şânî fi'r-riyâziyyât: el-Hisâb (2) (nşr. A b d ü l h a m î d Lutfî Mazhar), Kahire 1975.



İbnü'l-Adîm, Buğyetü't-taleb Kemâleddin Ebü'I-Kâsım Ömer İbnü'l-Adîm, Buğyetü't-taleb fî târîhi Haleb: Selçuklularla İlgili Haltercümeleri (nşr. Ali Sevim), Ankara 1976.



İ b n S î n â . eş-Şifâ' (3) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şifâ' el-Mantık (3): el-'İbâre (nşr. Mahmûd el-Hudayrî), I-II, Kahire 1390/1970.



İbnü'l-Adîm, Zübdetü'l-haleb Kemâleddin Ebü'I-Kâsım Ömer İbnü'l-Adîm, Zübdetü'l-haleb min târîhi Haleb (nşr. Sâmî ed-Dehhân), Dımaşk 1951-68.



İbn S î n â , eş-Şifâ' (4) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şifâ' er-Riyâziyyât{4): 'İlmul-hey'e (nşr. Muhammed Rıza Medver — İmam İbrâhim Ahmed), Kahire 1980.



İbnü'l-Arabî, Fuşûş Muhyiddin M u h a m m e d b. Ali el-Arabî, Fusûsü'l-hikem ue huşûşü'l-kelim, Kahire 1329.



İbn S î n â , eş-Şifâ3 (6) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şifâ' et-Tabfiyyât (6): en-Nefs (nşr. G. C. Anawati — Saîd Zâyed), Kahire 1394-95/1974-1975. İ b n S î n â . eş-Şifâ' (8) Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ, eş-Şıfâ' et-Tabî'iyyât (8): el-Hayeuân (nşr. Abdülhalîm Muntasır — Saîd Zâyed — Abdullah İsmâil), Kahire 1390/1970. İbn Şebbe, Târîhu 'l-Medîneti 'l- m ünevoere Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe, Târîhu'l-Medîneti'l-münevoere: Ahbârü'l-Medîneti'n-nebeuıyye (nşr. Fehîm M u h a m m e d Şeltût), I-IV, Cidde 1 3 9 9 / 1 9 7 9 ; 1402. İbn Tağrîberdî, el-Menhelü'ş-şâfî Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, el-Menhelü'ş-şâfî ve'Tmüsteufî ba'de'l-uâfî(nşr. M u h a m m e d M u h a m m e d Emîn — Saîd Abdülfettâh Âşûr), I-IV, Kahire 1984-85. İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire fî mülûki Mısr ue'l-Kâhire, I-XI1, Kahire 1956; XIII (nşr. Fehîm M. Şeltût), Kahire 1970; XIV (nşr. Cemâl Muhriz — Fehîm M. Şeltût), Kahire 1972; XV (nşr. İbrâhim Ali Tarhan), Kahire 1972; XVI (nşr. Cemâleddin eş-Şeyyâl — Fehîm M. Şeltût), Kahire 1972. İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire (Popper) Ebü'l-Mehâsin Yûsuf b. Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire fî mülûki Mısr ue'l-Kâhire (nşr. W. Popper), I-VII, Berkeley 1909-29. İ b n Teymiyye, M e c m u ' atü'r-resâ 3 il Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalîm b. Teymiyye, Mecmû'atü'r-resâ'il ue'l-mesâ'il (nşr. M. Reşîd Rızâ), I-V, Beyrut 1403/1983. İbn Teymiyye, Mecmû cu fetâuâ Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalîm b. Teymiyye, Mecmû'u fetâuâ, I-XXXVII (nşr. Abdurrahman b. Muhammed), Riyad 1381-86.



İbnü'l-Arabî, Fuşûş (Afîfî) Muhyiddin M u h a m m e d b. Ali el-Arabî, Fuşûşü'Thikem ue husûsü'l-kelim (nşr. Ebü'l-Ulâ el-Afîfî), Kahire 1946. İbnü'l-Arabî, el-Fütûhât Muhyiddin M u h a m m e d b. Ali el-Arabî, el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye fî ma'rifeti'l-esrâri'l-mâlikiyye ue'l-melekiyye (nşr. Osman Yahyâ — İbrâhim Medkûr), I-VIII, Kahire 1392-1402/1972-82. İbnü'l-Cevzî, ed-Du'afâ' Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Kitâbü'd-Du'afâ' ue'l-metrûkîn (nşr. Ebü'l-Fidâ Abdullah el-Kâdî), I-III, Beyrut 1406/1986. İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, el-Muntazam fî târihi'l-mülûk ue'l-ümem (nşr. F. Krenkow), Haydarâbâd 1357-59/1938-40. İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Nüzhetü'l-a'yüni'n-neuâzır fî 'ilmi'l-uücûh ue'n-nezâ'ir (nşr. M. Abdülkerîm Kâzım er-Râzî), Beyrut 1404/1984. İbnü'l-Cevzî, Şıfatü'ş-şafoe Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Şıfatü'ş-şafue (nşr. Mahmûd Fâhûrî — M u h a m m e d Kal'acî), I-IV, Haleb 1969-73. İbnü'l-Cevzî, Telbîsü Iblîs Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Telbîsü İblîs (nşr. M u h a m m e d Münîr ed-Dımaşkî), Kahire 1368. İbnü'l-Cevzî, el-Vefâ Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, el-Vefâ bi-ahuâli'l-Mustafâ (nşr. Mustafa Âbdülvâhid), I-II, Kahire 1 3 8 6 / 1 9 6 6 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife). İbnü'i-Cevzî, Zâdü'l-mesîr Abdurrahman b. Ali b. Cevzî, Zâdü'l-mesîr fî' ilmi't-tefsîr (nşr. M u h a m m e d Züheyr eş-Şâvîş — Şuayb, Abdülkâdir el-Arnaüt), I-1X, Dımaşk 1384-88/1964-68. İbnü'l-Cezerî, Gâyetü'n-nihâye Ebü'l-Hayr M u h a m m e d el-Cezerî, Gâyetü'n-nihâye fî tabakâti'l- kurrâ' (nşr. G. Bergstraesser), Kahire 1351-52/1932-33.



İbnü'l-Cezerî, en-Neşr Ebü'l-Hayr M u h a m m e d el-Cezerl, en-Neşr fi'l-kırâ'âti'l-'aşr (nşr. Ali M u h a m m e d ed-Dabbâ'), Kahire, ts. İbnüİ-Esîr, el-Kâmil Ali b. M u h a m m e d b. Esir, el-Kâmil fi't-târîh (nşr. C. J. Tornberg), I-XIII, Leiden 1851-76 — Beyrut 1399/1979. İbnü'l-Esîr, el-Lübâb Ali b. M u h a m m e d b. Esir, el-Lübâb fî tehzîbi'l-Ensâb, I-III, Kahire 1357-69 — Beyrut, ts. (Dâru Sâdır). İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe Ali b. M u h a m m e d b. Esir, Üsdü'l-ğâbe fî ma'rifeti's-sahâbe, I-V, Kahire 1285-87. İbnü'l-Esîr, üsdü'l-ğâbe (Bennâ) Ali b. M u h a m m e d b. Esir, Üsdü'l-ğâbe fî ma'rifeti'ş-şahâbe (nşr. M u h a m m e d İbrâhim el-Bennâ v.dğr.), I-VII, Kahire 1390-93/1970-73. I b n ü ' l - E z r a k el-Fârikl, Târîhu Meyyâfârikın Ahmed b. Yûsuf İbnü'l-Ezrak, Târthu Meyyâfâriklrı ve Âmld (nşr. Bedevî Abdüllatîf Avad), Kahire 1959; Beyrut 1974. İbnü'l-Fakih, Kitâbü'l-Büldân Ebü Bekir Ahmed b. M u h a m m e d el-Hemedânî, Kitâbü'l-Büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1967. İbnü'l-Hâcib,



İbnü'l-Hümâm, et-Tahrîr Kemâleddin M u h a m m e d b. Abdülvâhid b. H ü m â m , et-Tahrîr (et-Takrîr ve't-tahbîr içinde), I-III, Bulak 1316.' İbnü'l-İmâd, Şezerât Abdülhay b. Ahmed İbnü'l-İmâd, Şezerâtü'z-zeheb fî ahbâri men zeheb, I-VIII, Kahire 1350-51. lbnü'l-Kâdî, Dürretü'l-hicâl Ahmed b. M u h a m m e d el-Kâdî, Dürretü'l-hicâl fî esmâ' i'r-ricâl: Zeylü Vefeyâti'l-a'yân (nşr. Muhammed el-Ahmedî Ebü'n-Nür), I-III, Kahire 1390/1970. Ibnü'l-Kelbî, Cemhere (Abdüssettâr) Hişâm b. M u h a m m e d el-Kelbî, Cemheretü'n-neseb (nşr. Abdüssettâr A h m e d Ferrâc), I-II, Küveyt 1403/1983. İ b n ü ' l - K e l b î , Cemhere (Nâci) Hişâm b. M u h a m m e d el-Kelbî, Cemheretü'n-neseb (nşr. Nâci Hasan), Beyrut 1407/1986. İ b n ü ' l - K ı f t î , lhbârü'l- c



İbnü'l-Kıftî, İhbârü'l-'ulemâ' (Lıppert) Ali b. Yûsuf el-Kıftî, Kitâbü İhbâri'l-'ulemâ' bi-ahbâri'l-hükemâ': Târîhu'l-hükemâ' (nşr. J. Lippert), Leipzig 1903.



el-lhâta Lisânüddin İbnü'l-Hatîb, el-İhâta fî ahbâri Gırnâta (nşr. M u h a m m e d Abdullah İnân), I-IV, Kahire 1393-98/1973-78.



İbnü'l-Kıftî,



Inbâhü'r-ruvât



Ali b. Yûsuf el-Kıftî, Inbâhü'r-ruvât'a/â enbâ' i'n-nuhât (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), I-IV, Kahire 1369-93/1950-73.



İbnü'l-Hatîb,



İbnü'l-Hümâm,



Fethu'l-kadîr



Kemâleddin M u h a m m e d b. Abdülvâhid b. H ü m â m , Fethu'l-kadîr, I-VII; Netâ' icü'l-efkâr fî keşfi'r- rumûz ue'l-esrâr, VIII-X, Kahire 1389-92/1970-72. İbnü'l-Hümâm, Fethu 'l- Aradır ( B u l a k ) Kemâleddin M u h a m m e d b. Abdülvâhid b. H ü m â m ,



Fethu'l-kadîr, I-VI; Netâ' icü'l-efkâr fî keşfi'r-rumûz ve'l-esrâr, VII-VIII, Bulak 1315-18. İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr (Kahire) Kemâleddin M u h a m m e d b. Abdülvâhid b. H ü m â m ,



Fethu'l-kadîr, I-VI; Netâ' icü'l-efkâr fî keşfi'r-rumûz ve'l-esrâr, VII-IX, Kahire 1319.



İbnüi-Murtazâ, Tabakâtü 'l-Mu' tezile Ahmed b. Yahyâ b. Murtazâ, Kitâbü Tabakâti'l-Mu'tezile (nşr. S. D. Wilzer), Wiesbaden 1961. İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü 'l-evliyâ' Ömer b. Ali İbnü'l-Mülakkın, Tabakâtü'l-evliyâ' (nşr. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1393/1973. İbnü'n-Nedîm,



İbnü'n-Nedîm,



el-Fihrist (Teceddüd) İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri'l'ulemâ' i'l-muşannifîn mine'l-kudemâ' ve'l-muhaddişîn ve esmâ' i kütübihim (nşr. Rızâ-Teceddüd), Tahran 1391/1971. 'ülûmü'l-hadîs Osman b. Abdurrahman İbnü's-Salâh, ' ülûmü'l-hadîş (nşr. Nûreddin Itr), Beyrut 1972; Dımaşk 1404/1984 (3. bs.). İbnü's-Salâh,



İbnü's-Sübkî, C Cem u'l-cevâmı Tâceddin Abdülvehhâb b. Ali es-Sübkî, Cem'u'l-cevâmi' (Hâşiyetü '1- 'Attâr içinde), I-II, Kahire, ts."



ulemâ'



Ali b. Yûsuf el-Kıftî, Kitâbü İhbâri'l-'ulemâ' bi-ahbâri'l-hükemâ'; Târîhu'l-hükemâ', Kahire 1326; Kahire, ts.



Müntehe'l-vuşûl



Ömer b. Hâcib, Müntehe'l-vuşûl ve'l-emel fî 'ilmeyi'l-usûl ve'l-cedel, Beyrut 1405/1985.



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist (Şüveymî) İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri'l-'ulemâ' i'lmuşannifîn mine'l-kudemâ' ve'l-muhaddişîn ve esma' i kütübihim (nşr. Mustafa eş-Şüveymî), Tunus 1405/1985.



el-Fihrist



İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri'l-'ulemâ 'i'lmuşannifîn mine'l-kudemâ' ve'l-muhaddisîn ue esmâ'i kütübihim, Beyrut 1398/1978. İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist (Flügel) İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist fî ahbâri'l-'ulemâ 'i'lmuşannifîn mine'l-kudemâ' ve'l-muhaddişîn ue esmâ'i kütübihim (nşr. G. Flügel), Leipzig 1872.



İ b n ü l e m i n , Hoş Sadâ İbnülemin M a h m û d Kemal İnal, Hoş Sadâ, İstanbul 1958. İbnülemin,



Son Asır Türk Şairleri İbnülemin M a h m û d Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, I-XII, istanbul 1930-41. İ b n ü l e m i n , Son Hattatlar İbnülemin M a h m û d Kemal İnal, Son Hattatlar, İstanbul 1955. İ b n ü l e m i n , Son Sadrıazarnlar İbnülemin M a h m û d Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazarnlar, I-IV, İstanbul 1940-53. İ b r â h i m Rifat Paşa, Mir'âtü'l-Haremeyn İbrâhim Rifat Paşa, Mir' âtü'l-Haremeyn ev er-Rahalâtü'l-Hicâziyye ve'l-hac ve meşâ'iruhü'd-dîniyye, I-III, Kahire 1344/1925. İbşîhî, el-Müstetraf M u h a m m e d b. Ahmed el-İbşîhî, el-Müstetraf fî külli fennin müstezraf (nşr. Müfîd M u h a m m e d Kumeyha), I-II, Kahire 1379; Beyrut 1403/1983. İclî, es-Şikât Ahmed b. Abdullah el-İclî, Târîhu's-şikât (nşr. Abdülmu'tî Emin Kal'acî), Beyrut 1405/1984. İdrîsî, Şıfatü'l-Mağrib M u h a m m e d b. Abdullah b. İdrîs, Şıfatü'l-Mağrib ue arzü's-Sûdân (nşr. R. Dozy — M. |. de Goeje), Leiden 1968.



İFM İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1940 IİFD Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Erzurum 1975 —



Dergisi,



İlmiyye Salnamesi llmiyye Salnamesi, İstanbul 1334. el-tmâme üe's-siyâse İbn Kuteybe [?], el-İmâme ve's-siyâse (nşr. Tâhâ M u h a m m e d ez-Zeynî), I-II, Kahire 1387/1967. İsfahânî, Beyânü'l-Muhtaşar Şemseddin Mahmûd b. Abdurrahman el-İsfahânî, Beyânü'l-Muhtaşar şerhu Muhtasarı Ibni'l-Hâcib (nşr. M u h a m m e d Mazhar Bekkâ), Cidde 1406/1986. İsferâyînî, et-Tebşîr ( H û t ) Ebü'l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebşîr fi'd-dîn ve temyîzi'l-fırkati'n-nâciye 'ani'l-firakı l-hâlikîn (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1403/1983. İsferâyînî, et-Tebşîr (Kevserî) Ebü'l-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebşîr fi'd-dîn ve temyîzi'lfırkati'n-nâciye 'ani'l-fırakı'l-hâlikîn (nşr. M. Zâhid Kevserî), Kahire 1359. İskender Bey Münşî, Târîh İskender Bey Münşî, Târih-i 'Âlem'ârâ-yı'Âbbâsî (nşr. Irec Efşâr), I-III, Tahran 1313-14 hş.; 1333-35 hş. (2. bs.); 1350 hş.



İsLMed. İslâm Medeniyeti, İstanbul 1967 — İsmet, Tekmiletü'ş-Şekâik Fındıklılı İsmet Efendi, Tekmiletü'ş-Şekâik fî hakkı ehli'l-hakâik (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989. İsnevî, Nihâyetü's-sül Abdürrahîm b. Hasan el-İsnevî, Nlhâyetus-sûl fî şerhi Minhâci'l-usûl, I-IV,' Kahire 1343.' İsnevî, Tabakâtü'ş-Şâfi'iyye Abdürrahîm b. Hasan el-İsnevî. Tabakâtü'ş-Şâfi' iyye (nşr. Abdullah el-Cübûrî), Bağdad 1391/1970; Riyad 1400/1980. İsnevî, et-Temhîd Abdürrahîm b. Hasan el-İsnevî, et-Temhîd fî tahrîci'l-fürû' 'ale'l-uşûl (nşr. M u h a m m e d Hasan Heyto), Beyrut 1400/1980, 1404/1984 (ilaveli ve gözden geçirilmiş 3. bs.).



lst.A İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1958-74.



I-XI,



l s t a h r î , Mesâlik (Abdülâl) İbrâhim b. M u h a m m e d el-İstahrî, Mesâlikü'l-memâlik (nşr. M u h a m m e d Câbir A b d ü l â l — M u h a m m e d Şefîk Garbol), Kahire 1961. İstahrî, Mesâlik (de Goeje) İbrâhim b. M u h a m m e d el-İstahrî, Mesâlikü'l-memâlik (nşr. M. ). d e Goeje), Leiden 1827; 1967.



istanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli (nşr. Ö . Lutfi Barkan — E. Hakkı Ayverdi), İstanbul 1970. İTA İslâm-Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1941-48.



JAS Journal ofAsian New York.



Studies,



JASB Journal and Proceedings of the Asiatic Society of Bengal, Calcutta 1905 JE The Jeıoish Encyclopedia, New York 1902. JESHO Journal of the Economic and Social History of the Orient, Leiden 1957 — JIMMA Journal Institute of Müslim Minority Affairs, London 1979 JNES Journal of Near Eastern Chicago 1942 -



Studies,



I-II,



JPHS Journal of the Pakistan Historical Society, Karachi 1953 —



İTED İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1953 —



JRAS Journal of the Royal Asiatic Society, London 1833 —



İzâhu'l-meknûn Bağdatlı İsmâil Paşa, İzâhu'l-meknûn fi'z-zeyl 'alâ Keşfi'z-zunûn 'an esâmi'l-kütüb ve'l-fünûn (nşr. Kilisli Muallim Rifat — Şerefeddin Yaltkaya), I-II, İstanbul 1945-47. İzmirli,



Yeni İlm-i Kelâm İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1339-40 r./1341-43.



JRCA Journal of the Royal Central Asian Society, London, 1-55, 1914-69. JRGS Journal of the Royal Geographical Society, London. JSFOu. Journal de la Societe FinnoOugrienne, Helsinki. JSS Journal of Semitic Studies, Manchester 1956 —



JA Journal Asiatique, Paris 1822 —



JTS , Journal of Turkish Studies/ Türklük Bilgisi Araştırmaları, Harvard, Massachussets 1977 —



JAAS Journal of Aslan and African Studies, Leiden 1966 -



Kadîhân, el-Fetâvâ Fahreddin Hasan b. Mansûr el-Özcendî, el-Fetâua'l-hâniyye (el-Fetâva '1-Hindiyye içinde), I-III, Bulak 1310.



K a r a t a y , Arapça



K a r a t a y , Arapça



Tertîbü'l-medârik Müsâ ez-Zehebî Ahmed b. Osman, Tertîbü'l-medârik oe takrîbü'l-mesâlik li-ma'rifeti a'lâmi mezhebi!-İmâm Mâlik (nşr. A h m e d Bekîr Mahmûd), I-III, Beyrut 1387-88/1967-68. K â d î İyâz,



K a l k a ş e n d ı , Me 3 âşirü 7 - i n â f e A h m e d b. Ali el-Kalkaşendî, Me* âsirü'l-inâfe fî me'âlimi'l-hilâfe (nşr. Âbdüssettâr A h m e d Ferrâc), I-III, Küveyt 1964 — Beyrut 1980. Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ Ahmed b. Ali el-Kalkaşendl, Subhu'l-a'şâ fî sınâ'ati'l-inşâ I-XV,' Kahire 1910-20. Kalkaşendî,



Şubhu'l-a



'şâ



(Şemseddin)



A h m e d b. Ali el-Kalkaşendî, Subhu'l-a 'şâ fî sınâ'ati'l-inşâ i-iv; VII, X-XIV (nşr. M u h a m m e d Hüseyin Şemseddin); V (nşr. Nebîl Hâlid Hatîb); VI, VIIÎ-IX (nşr. Yûsuf Ali Tavîl), Beyrut 1407/1987.



KAM Kubbealtı Akademi İstanbul 1972 -



Mecmuası,



Kamus Tercümesi Fîrüzâbâdî, Ebü't-Tâhir, el-Okyânusü'l-basît fî tercemeti'l-KâmûsiTmuhît (trc. Âsim Efendi), I-III, İstanbul 1230-33; I-IV, İstanbul 1304-1305.



el-Muğnî Kâdî Abdülcebbâr b. Ahmed, el-Muğnî fî ebuâbi't-tevhîd ve'l-'adl (nşr. Tâhâ Hüseyin — İbrâhim Medkürv.dğr.) I-XX, Kahire, ts. — 1 3 8 5 / 1 9 6 5 (ed-Dârü'l-Mısriyye).



JAH Journal ofAsian History, Wiesbaden 1967 JAK Jahrbuch der asiatisehen Leipzig 1924 — JAL Journal ofArabic Leiden 1970 -



Kunst,



Kidî Abdülcebbâr, el-Muhît Kadı Abdülcebbâr b. Ahmed, el-Muhît bi't-teklîf (nşr. Ömer Seyyid Azmî — A h m e d Fuâd el-Ehvânî), Kahire, ts. (ed-Dârü'l-Mısriyye).



Basmalar



Fehmi Edhem Karatay, İstanbul üniuersitesi Kütüphanesi Türkçe Basmalar Kataloğu, İstanbul 1956. K a r a t a y , Türkçe Yazmalar Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu, I-II, İstanbul 1961. Kâsânî, Bedâ'i c Ebû Bekir b. Mes'ûd el-Kâsânî, Bedâ* i'u's-sanâ* i' fî tertîbi'ş-şerâ'i', I-VII, Kahire 1327-28. Kâşânı, Iştılâhâtü'ş-şûfiyye Abdürrezzâk b. Ahmed el-Kâşânî, Iştılâhâtü'ş-şûfiyye (nşr. M. Kemâl İbrâhim v.dğr.), Kahire 1981.



Cihannümâ



Fezleke



Kâtib Çelebi, Fezleke-i Târîh, I-II, İstanbul 1286-87. K â t i b Çelebi, Tuhfetü'l-kibâr Kâtib Çelebi, Tuhfetü'l-kibâr fî esfâri'l-bihâr, İstanbul 1141 (2. bs.); 1329.



Körösi Csoma-Archivum, Budapest 1921-41. Kehhâle,



llmü'l-mûsikî



Demetrius Cantemir, Kitâb-ı' İlmü'l-Musiki' alâ Vechi'l-Hurüfât (nşr. Yalçın Tura), I-İII fas., İstanbul 1976.



Mûsikîsi



M. Ekrem Karadeniz, Türk Mûsikîsinin Nazariye ue Esasları, Ankara 1983. K a r a l , Osmanlı Tarihi Enver Ziya Karal, Osmanlı V-VİII, Ankara 1947-62.



A'lâmü'n-nisâ 3



Ömer Rızâ Kehhâle, lâmü'n-nisâ' fî'âlemeyi'l-'Arab ve'l-İslâm, I-IV, Beyrut 1404/1984. Kehhâle,



Mu' cemü'l-mü' ellifîn Ömer Rızâ Kehhâle, Mu'cemü'l-mü 'ellifîn: terâcimü musannifi'l-kütübi'l-'Arabiyye, 1-XV, Dımaşk 1376-81/1957-61 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî).



Tarihi,



Literatüre,



JAOS Journal of the American Oriental Society, New Haven, Connecticut 1843 —



K a r a t a y , Türkçe



KCs.A



'l-lslâmt



A h m e d Atıyyetullah, el-Kâmûsü'l-islâmî, Kahire 1383/1963 -



K a r a d e n i z , Türk



Yazmalar



Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Farsça Yazmalar Katalogu, İstanbul 1961.



K â t i b Çelebi,



Kâmûsü 'l-a 'lâm Şemseddin Sâmi, Kâmüsü'l-a'lâm, I-VI, İstanbul 1306-16/1888-99.



Kantemiroğlu,



K a r a t a y , Farsça



Kâtib Çelebi, Cihannümâ, İstanbul 1145.



Kâdî Abdülcebbâr,



JAfr.H Journal of African History, Cambridge 1960 —



Yazmalar



Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Katalogu, 1-IV, İstanbul 1962-69.



K â t i b Çelebi,



Kâmûs-ı Türkî Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1317.



el-Kâmûsü



Basmalar



Fehmi Edhem Karatay, istanbul üniversitesi Kütüphanesi Arapça Basmalar Alfabe Katalogu, İstanbul 1951.



Kâdî Abdülcebbâr,



K a r a m a n , İslâm



Şerhu'l-CIşûli'l-hamse Kâdî Abdülcebbâr b. Ahmed, Şerhu'l-üşûli'l-hamse (nşr. Abdülkerîm Osman), Kahire 1 3 8 4 / 1 9 6 5 .



Hayreddin Karaman, Mukayeseli islâm Hukuku, I, İstanbul 1974; İl (1982); III (1987); İstanbul 1986-87 (I-III).



Hukuku



Kelâbâzî, Ricâlü



Şahîhi'l-Buhârî



A h m e d b. M u h a m m e d el-Kelâbâzî, Ricâlü Şahîhi'l-Buhârî: el-Hıdâye ve'l-irşâd fîma'rifeti ehli'ş-şikât ve's-sedâd ellezîne ahrece lehümü 7- Buhârî fî Câmi'ih (nşr. Abdullah el-Leysî), I-II, Beyrut 1407/1987.



Kelâbâzı, et-Ta'arruf Muhammed b. İbrâhim el-KelâbâzI, Kitâbü't-Ta 'arruf li-mezhebi ehli't-taşavuuf, Kahire İ960. Kelâbâzî, ef-7acarru/'(Nevâvî) Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, Kitâbü't-Ta'arruf li-mezhebi ehli't-taşauuuf (nşr. M a h m û d Emîn en-Nevâvı), Kahire 1400/1980. K e p e c i o ğ l u , Bursa Kütüğü Kâmil Kepecioğlu, Bursa Kütüğü, I-IV, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 4519-22.



Keşfü'z-zunûn Kâtib Çelebi, Keşfü'z-zunûn 1 ân esâmi'l-kütüb ve'l-fünûn (nşr. Kilisli Muallim Rifat — ŞerefeddinYaltkaya), 1-11, İstanbul 1360-62/1941-43. Kettânı, er-Risâletü'l-müstetrafe Muhammed b. Ca'fer el-Kettânî, er-Risâletü'l-müstetrafe (nşr. M u h a m m e d ei-Müntasır), Dımaşk 1383/1964. K ı n a l ı z â d e , Tezkire Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü'ş-şuarâ (nşr. İbrahim Kutluk), I-II, Ankara 1978-81. Kindî, Resâ'il Ya'küb b. İshak el-Kindî, Resâ* ilü'l-Kindî el-felsefiyye (nşr. M. A b d ü l h â d î Ebû Rîde), Kahire 1950-53. Kindî, el-Vülât oe'l-kudât Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Kindî, Kitâbü Vülâti Mısr, Beyrut 1407/1987. Kindî, el-Vülât oe'l-kudât (Guest) Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Kindî, Kitâbü'l-Vülât ue Kitâbü'l-Kudat (nşr. Rhuvon Guest), Leiden - London 1912; 1964. Kindî, el-Vülât ve'l-kudât(Nassâr) Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Kindî, Vülâtü Mışr (nşr. Hüseyin Nassâr), Beyrut 1379/1959. Kip, TSM Saz Eserleri Tarık Kip, TRT Türk Sanat Musikisi Saz Eserleri Repertuuarı, Ankara 1981. Kip, TSM Sözlü Eserler Tarık Kip, TRT Türk Sanat Musikisi Sözlü Eserler Repertuuarı, Ankara 1979. Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü 'l-Kur 3 ân Ali b. Muhammed el-Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü'l-Kur* ân (nşr. Mûsâ M u h a m m e d Ali — İzzet Ali îdAtıyye), I-IV, Kahire 1974-75; Beyrut 1405/1985.



Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi Vasfi Mahir Kocatürk, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1970.



Koksal, İslâm Tarihi ( M e d i n e ) M. Âsim Koksal, islâm Tarihi: Hz. Muhammed (a.s.) ue İslâmiyet, Medine Devri, I-XI, İstanbul 1987. Koksal, İslâm Tarihi (Mekke) M. Asım Koksal, İslâm Tarihi: Hz. Muhammed (a,s.) ve İslâmiyet Mekke Deuri, I-VII, İstanbul 1987.



Koçi Bey, Risâle (Aksüt) Koçi Bey Risalesi (haz. Ali Kemâlî Aksüt), İstanbul 1939. Koçi Bey, Risâle (Danışman) Koçi Bey Risalesi (haz. Zuhuri Danışman), Ankara 1985.



Köprülü, Araştırmalar Köprülüzâde M. Fuad, Türk Dili ue Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1934. Köprülü, Edebiyat



Konyalı, Akşehir İbrahim Hakkı Konyalı, Akşehir, Tarihi-Turistik Kılauuz, İstanbul 1945. Konyalı, Alanya İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya, İstanbul 1946. Konyalı, Erzurum Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ue Kitâbeleriyle Erzurum Tarihi, İstanbul 1960. Konyalı, İstanbul Âbideleri İbrahim Hakkı Konyalı, İstanbul Âbideleri, İstanbul 1940. Konyalı, İstanbul Sarayları İbrahim Hakkı Konyalı, İstanbul Âbidelerinden istanbul Saray lan, İstanbul 1942. Konyalı, Karaman Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Âbideleri, İstanbul 1967.



Araştırmaları



I



M. Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1966; 1989 (2. bs.). Köprülü, Edebiyat Araştırmaları II M. Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları (nşr. Orhan F. Köprülü), istanbul 1989. K ö p r ü l ü , İlk Mutasavvıflar Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1919. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi Köprülüzâde Mehmed Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1926.



Tarihi



Konyalı, Üsküdar Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleriyle Üsküdar Tarihi, I-II, İstanbul 1976-77.



KOr. Kunst des Orients, Wiesbaden 1950 —



Küleynî, el-üşül mine'l-Kâft Muhammed b. Ya'küb el-Küleynî, el-CIsûl mine'l-Kâft (nşr. Ali Ekber el-Gaffârî), I-II, Beyrut 1401. Kütübî, Fevâtü'l-Vefeyât Muhammed b. Şâkir el-Kütübî, Fevâtü'l-Vefeyât ve'z-zeyli'aleyhâ (nşr. İhsan Abbas), 1-V, Beyrut 1973-74.



L â m i î , Nefehât Tercümesi Abdurrahman b. Ahmed el-Câmî, Nefehâtü'l-üns (trc. Lâmiî Çelebi), İstanbul 1289 — İstanbul 1980.



Latîfî, Tezkire Latîfî, Tezkire-i Lattft (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1314.



K u d â m e b. Ca'fer, el-Harâc ( d e G o e j e ) Kudâme b. Ca'fer el-Bağdâdî, el-Harâc ve sınâ'atü'l-kitâbe (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1889.



Konyalı, Şerefli Koçhisar İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Şerefli Koçhisar Tarihi, İstanbul 1971.



Kütü'l-kulûb,



KSIV Kratkie Soobşeniya Instituta Vostokouedenia AN SSSR, Moskva - Leningrad 1951 —



Konyalı, Konya Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya 1946.



Tarihi



Kütü'l-kulûb Ebû Tâlib el-Mekkî, Kahire 1961.



Lane, Lexicon Edvvard VVilliam Lane, An Arabic-English Lexicon, I-VIII, London 1863-93 — Beyrut 1980.



KSz. Keleti Szemle, Budapest 1900-27.



Konyalı, Niğde Aksaray İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Niğde Aksaray Tarihi, I-III, İstanbul 1974-75.



Kuşeyrî, er-Risâle (Uludağ) Abdülkerîm b. Hevâzîn el-Kuşeyrî, Kuşeyrt Risâlesı: Tasauuuf İlmine Dair (trc. Süleyman Uludağ), istanbul 1980.



K ö p r ü l ü , Türk Saz Şairleri M. Fuad Köprülü, Türk Saz Şairleri, İstanbul 1940.



Konyalı, Konya Ereğli'si Tarihi İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Ereğli'si Tarihi, İstanbul 1970.



Konyalı, Mimar Koca Sinan'ın Eserleri İbrahim Hakkı Konyalı, Mimar Koca Sinan'ın Eserleri, İstanbul 1950.



Kuşeyrî, er-Risâle Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye (nşr. Abdülhalîm Mahmûd — M a h m û d b. Şerîf), l-II, Kahire 1972-74.



K u d â m e b. Ca'fer, el-Harâc (Zebîdî) Kudâme b. Ca'fer el-Bağdâdî, el-Harâc ve sınâ' atü'l-kitâbe (nşr. Muhammed Hüseyin ez-Zebîdî), Bağdad 1981. K u m m î , Gülistân-ı Hüner Kâdî Ahmed Münşi-i Kummî, Gülistân-ı Hüner (nşr. A. S. Hânsârî), Tahran 1352 hş. Kureşî, el-Cevâhirü'l-mudiyye Abdülkâdir b. Muhammed b. Muhammed el-Kureşî, el-Cevâhirü'l-mudiyye ft tabakâti'l-Hanefiyye (nşr. Âbdülfettâh Muhammed Hulv), I-III, Kahire 1393-99/1973-79. K u r t u b î , Tefsîr Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi'l-Kur*ân (nşr. Ebû İshak İbrâhim), I-XX, Kahire 1386-87/1966-67.



Leknevî, el-Fevâ'idü'l-behiyye Muhammed Abdülhay el-Leknevî, el-Fevâ*idü'l-behiyye ft terâcimi'l-Hanefiyye (nşr. M. Bedreddin Ebû Firâs), Kahire 1324. Leknevî, er-Ref ve't-tekmil Muhammed Abdülhay el-Leknevî, er-Ref' ue't-tekmtl fi'l-cerh ue't-ta'dtl (nşr. Âbdülfettâh Ebû Gudde), Beyrut 1407/1987 (3. bs.). Levend, Divan Edebiyatı Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı: Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul 1943. Levend, Gazavatrıâmeler Agâh Sırrı Levend, Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey'in Gazavât-nâmesi, Ankara 1956. Levend, Türk Edebiyatı Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1973.



Tarihi



Levvis, Modern Türkiye'nin Doğuşu Bernard Levvis, Modern Türkiye'nin Doğuşu (trc. Metin Kıratlı), Ankara 1970; 1984 (2. bs.).



Lingııa Franca H. R. Kahane and A. Tietze, The Lingua Franca in the Leoant. Turkısh Nautical Terms of Italian and Greek Origin, Urbana 1958.



M a l a t î , et-Tenbîh oe'r-red M u h a m m e d b. Ahmed el-Malatî, et-Tenbîh ue'r-red, Beyrut 1388/1968. Marsigli,



Lisânü'l-'Arab İbn Manzûr, Lisanü'l-'Arab, I-XV, Bulak 1299-1308 — Beyrut, ts. (Dâru Sâdır). Lutfî,



Târih



Ahmed LutfT, Târih, istanbul, I-VIII, 1290-1328; IX-XIII (nşr. Münir Aktepe), İstanbul 1984-89.



Ma'sum Ali Şah, Tarâ' iku'l-hakâ* ik (nşr. M u h a m m e d Ca'fer Mahcüb), I-III, Tahran 1339-45 hş.



Ma a'l-Mektebe Abdurrahman Utbe, Ma 'a'l-Mektebeti'l-'Arabiyye, Beyrut 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



Terâcimü'l-mü*ellifîn M u h a m m e d Mahfûz, Terâcimü'l-mü' ellifîne't-Tûnisiyyîn, I-V, Beyrut 1402-1406/1982-86. Mahfûz,



Mahlûf. Şeceretü'n-nûr Abduh M u h a m m e d b. M u h a m m e d Mahlûf, Şeceretun-nûri'z-zekiyye fî tabakâti'l-Mâlikiyye, I-II, Kahire 1349 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Kitâbi'l-Arabî).



Tarihi



M a h m û d Esad, İslâm Tarihi: Tarih-i Din-i İslâm (haz. A h m e d Lütfi Kazancı — O s m a n Kazancı), İstanbul 1983. M a h m û d Ş ü k r î el-Âlûsî,



Bulûğu'l-ereb M a h m û d Şükrî el-Âlûsî, Bulûğu'l-ereb fî ma'rifeti ahvâliT-'Arab (nşr. M u h a m m e d Behçet el-Eserî), I-III, Kahire 1342. Makdisî,



Ahsenü't-tekâsîm M u h a m m e d b. Ahmed el-Makdisî, Ahsenü't-tekâsîm fî ma ' rifeti'l-ekâlîm (nşr. M. J. d e Goeje), Leiden 1877. Makdisî, Kitâbü'l-Bed' ve't-târîh Mutahhar b. Tâhir el-MakdisT, Kitâbü'l-Bed" ve't-târîh (nşr. e l e m e n t Huart), I-VI, Paris 1899-1919 — Bağdad, ts. (Mektebetü'l-Müsennâ). Makkarî, Nefhu't-tîb Ahmed b. M u h a m m e d el-Makkarî, Nefhu't-tîb min ğusni'l-Endelüsi'rratîb (nşr. İhsan Abbas), I-VIII, Beyrut 1388/1968. Makrîzî,



Ebü'l-Hüseyin Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ, Mu'cemü mekâyîsi'l-luğa (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), l-VI, Kahire 1389-92/1969-72.



MES Middle Eastern Studies, London 1964 — MESA Bulletin Middle East Studies Association Bulletin, New York 1967 -



MIDEO Melanges de l'lnstitut Dominicain d'Etudes Orientales du Caire, Le Caire 1954 — MIFD Melanges de l'lnstitut Français de Damas, Beyrouth 1929 — Miftâhu künûzi's-sünne Wensinck, Miftâhu künûzi's-sünne (trc. M. F. Abdüibâkı), Lahor, ts. — Beyrut 1403/1983. Mir'ât-ı



Tarâ'ik



M a s u m Ali Ş a h ,



c



M a h m û d E s a d , İslâm



Osmanlı İmparatorluğunun Askerî Vaziyeti Graf Marsigli, Osmanlı İmparatorluğunun Zuhur ue Terakkisinden İnhitatı Zamanına Kadar Askerî Vaziyeti (trc. M. Nazmi), İstanbul 1934.



Mekayîsü'l-luğa



el-Hıtat



Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Kitâbü'l-Mevâ'iz ve'l-i'tibâr bi-zikri'l-hıtat ue'l-âsâr, I-Il,Bulak"l270, Makrîzî, Kitâbü's-Sülûk Ahmed b. AH el-Makrîzî, Kitâbü's-Sülûk li-ma'rifeti düueli'l-mülûk (nşr. M. Mustafa Ziyâde), I-II, Kahire 1939-58.



M a t r a k ç ı N a s u h , Sefer-i



Irâkeyn



Nasuh-i MatrakI, Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn (nşr. Hüseyin G. Yurdaydın), Ankara 1976. M â t ü r î d î . Kitâbü 't- Tevhîd Ebû Mansûr M u h a m m e d el-Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), Beyrut 1970 — İstanbul 1979. Mâtürîdî, Te'oîlât Ebû Mansûr M u h a m m e d ei-Mâtürîdî, Te 'uîlâtü Ehli's-sünne: Tefsîrü'l-Mâtürîdî, I (nşr. İbrâhim Avazeyn — Seyyid Avazeyn), Kahire 1391/1971. Mâverdî, el-Ahkâmü's-sultâniyye Ebü'i-Hasan Ali b. M u h a m m e d el-Mâverdî, el-Ahkâmü 's-sultâniyye, Beyrut 1405/1985.



MDAFA Memoires de la Delegation archeologiqüe française en Afghanistan, Paris 1942 — ME Mecelletü'l-Ezher, Kahire 1355/1936, VII (I-VI. ciltler Nûrü'l-İslâm ismi ile yayımlanmıştır, Kahire 1349/1930 - 1354/1935). M e c d î , Şekâik Tercümesi Taşköprizâde, Hadâiku'ş-Şekâik (trc. M e h m e d Mecdî Efendi), istanbul 1269; (nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.



Mecelle Mecelle-i Ahkâm-ı



Adliyye.



Mecelle-i ümûr-ı Belediyye Osman Nuri [Ergin], Mecelle-i ümûr-ı Belediyye, I-V, İstanbul 1330-38. Mecmûa-i



Cevâmi'



Hacı İsmâil Beyzâde Osman Bey, Mecmûa-i Cevâmi', İstanbul 1304.



MEJ The Middle East Journal, Washington 1947 -



Mes'üdî, Mürûcü'z-zeheb (Abdüihamîd) Ali b. Hüseyin el-Mes'ûdî, Mürûcü'z-zeheb ve me' âdinü'l-cevher (nşr. M. Muhyiddin Abdüihamîd), I-IV, Kahire 1367/1948 — Beyrut 1384-85/1964-65. Mes'üdî, Mürûcü'z-zeheb (Meynard) Ali b. Hüseyin el-Mes'ûdî, Mürûcü'z-zeheb ve me'âdlnü'l-cevher: Prairies d'Or (trc. ve nşr. Barbier de Meynard), I-IX, Paris 1861-77. Mes'üdî,



et-Tenbîh



Ali b. Hüseyin el-Mes'ûdî, et-Tenbîh ve'Tişrâf (nşr. M . ) . de Goeje), Leiden 1894 — Beyrut 1981. Mevlânâ, Mesneoî Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevf (trc. Veled İzbudak), 1-VI, İstanbul 1942. Mevsılî, el-lhtiyâr Abdullah b. M a h m û d el-Mevsılî, el-lhtiyâr li-ta'lîli'l-Muhtâr, l-V, İstanbul 1987. Meydânî, Mecma'u'l-emsâl (Abdüihamîd) Ahmed b. M u h a m m e d el-Meydânî, Mecma'u'l-emşâl (nşr. Muhammed Muhyiddin Abdüihamîd), I-II, Dımaşk 1 3 9 3 / 1 9 7 2 (3. bs.). Meydânî,



Mecma'u'l-emşâl (Ebü'1-Fazl) Ahmed b. M u h a m m e d el-Meydânî, Mecma'u'l-emşâl (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), l-IV, Kahire 1977-79. Mez,



el-Hadâretü



'l-İslâmiyye



Adam Mez, el-Hadâretü'ilslâmiyye fi'l-karni'r-râbi'i'l-hicrî (trc. Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde), I-II, Kahire 1 3 6 0 / 1 9 4 1 ; 1 3 7 7 / 1 9 5 7 (3. bs.). M . F. A b d ü l b â k î ,



Hakikat



M a h m û d Celâleddin Paşa, Mir'ât-ı Hakîkat, I-III, İstanbul 1326-27.



Mir'ât-ı Hakîkat (Miroğlu) M a h m û d Celâleddin Paşa, Mir'ât-ı Hakîkat: Târihî Hakîkatların Aynası (s. nşr. İsmet Miroğlu), 1-III, İstanbul 1983. Mir'âtü'l-Haremeyn Eyyûb Sabri Paşa, Mir'âtü'l-Haremeyn (Mir'ât-ı Mekke-Mir'ât-ı MedîneMir'ât-ı Cezîretü'l-Arab), I-III, İstanbul 1301-1305. Mîrhând, Ravzatü'ş-şafâ' Mîrhând M u h a m m e d , 3 Ravzatü'ş-şafâ fî sîreti'l-enbiyâ' ve'i-mülûk ve'l-hulefâ' (nşr. A b b a s Pervîz), Tahran 1338 h ş . / 1 9 5 9 . Mizzî,



Tehzîbü'l-Kemâl



Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî, Tehzîbü'l-Kemal fî esmâ" ir-rleâl (nşr. Beşsâr Avvâd Ma'rûf), I-XV, Beyrut 1 4 0 2 / 1 9 8 2 -



MK Millî Kültür (nşr. Kültür Bakanlığı), Ankara 1977 — ML Meydan-Larousse Büyük ve Ansiklopedi, I-XII, İstanbul 1969-73.



Lügat



MM Musiki Mecmuası, İstanbul 1948 MMİADm. Mecelletü Mecma'i'l- cilmiyyi'l'Arabi bi-Dımaşk, Dımaşk 1921-68.' MMİIr. Mecelletü Mecma'i'l' ilmiyyi'l-' Irâkî, Bağdad 1950 — MMLA Mecelletü Mecma'i'l-luğati'l'Arabiyye, Kahire 1935 —



Mu'cem



M u h a m m e d Fuâd Abdülbâkî, el-Mu'cemü'l-müfehres li-elfâzi'l-Kur' âni'l-Kerîm, Kahire 1950.



MMLADm. Mecelletü Mecma'i'l-luğati'l'Arabiyye bi-Dımaşk, Dımaşk 1969 -



MFOB Melanges de la Faculte Orientale de Beyrouth, Beyrouth 1906 -



MMLAÜr. Mecelletü Mecma'i'l-luğati'l'Arabiyye el-ürdünî, A m m a n 1978 -



MMMA (Kahire) Mecelletü Ma'hedi'l-mahtûtâti'l'Arabiyye, Kahire 1 3 7 5 / 1 9 5 5 MMMA (Kuveyt) Mecelletü Ma'hedi'l-mahtûtâti'l'Arabiyye, Küveyt 1 3 7 6 / 1 9 5 6 -



Musavver Dâiretü'l-maârif Ali Seydî — Ali Reşâd Mehmed İzzet — A. Feuillet, Musavver Dâiretü'l-maârif, I, İstanbul 1 3 3 2 / 1 9 1 3 ; II, 1333.



MO Le Monde Orientale, üppsaia, 1-35, 1906-47. MOG Mitteilungen zur Geschichte, I-IV, Wien 1921-22.



Murâdî, Silkü'd-dürer M u h a m m e d Halil el-Murâdî, Silkü'd-dürer fî a'yâni'l-karni'ssânî'aşer, I-IV, Bulak 1301 — Bağdad, ts. (Mektebetü'l-Müsennâ).



osmanischen



Müslim Peoples Müslim Peoples (nşr. Richard V. Weekes), I-II, Westport-Connecticut 1984.



M o l l a Hüsrev, Molla Hüsrev, Mir* İstanbul 1317.



Mir'ât âtü'l-usûl,



MR The Maghrib Revieıv,



London.



MSOS Mitteilungen des Seminars für orientalische Sprache an der Friedrich-Wilhelms Unioersitât zu Berlin, Berlin 1898 —



I-V,



Târîhi'l-'ulûmi'lHaleb.



el-Mu "cemü'ş-şûfî Suâd el-Hakîm, el-Mu'cemü'ş-şûfî el-hikme fî hudûdi'l-kelime, Beyrut 1401/1981. Hulâşatü'l-eşer



M u h a m m e d Emin el-Muhibbî, Hulâşatü'l-eşer fî (terâcimi) a'yâni'l-karni'l-hâdî'aşer (nşr. Mustafa Vehbî), I-IV, Kahire 1284 — Beyrut, ts. (Dâru Sâdır). Muhibbî,



Nefhatü'r-Reyhâne



M u h a m m e d Emîn el-Muhibbî, Nefhatü'r-Reyhâne ve reşhatü tılâ 1 i'l-hâne (nşr. Âbdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), I-V, Kahire 1387-89/1967-69. Muhibbî, Zeylü Nefhati'r-Reyhâne M u h a m m e d Emîn el-Muhibbî, Zeylü Nefhati'r-Reyhâne (nşr. Âbdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), Kahire 1 3 9 1 / 1 9 7 1 . Muhyî-yi Gülşenî, Muhyiddîn-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrâhîm-i (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1982.



Tuhfe



Müstakimzâde,



Müstevfî, Nüzhetü'l-kulûb (Siyâkî) Hamdullah Müstevfî, Nüzhetü'l-kulûb (nşr. M u h a m m e d Debîr Siyâkî), Tahran 1336 hş.



MÜİFD Marmara üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul 1983 — Feyzü'l-kadîr M u h a m m e d Abdürraüf el-Münâvî, Feyzü'l-kadîr şerhuTCâmi' i's-sağir, I-VI, Kahire 1357 — Beyrut, ts.' (Dârü'l-Ma'rife); Beyrut 1 3 5 7 / 1 9 3 8 . el-Kevâkib M u h a m m e d Abdürraüf el-Münâvî, el-Kevâkibü'd-dürriyye fî terâcimi's-sâdeti'ş-şûfiyye (nşr. M a h m û d Hasan Rebî), I-II, Kahire 1 3 5 7 / 1 9 3 8 . Münâvî,



M ü n e c c i d , Mu



'cem Selâhaddin el-Müneccid, Mu'cemü'l-mahtûtâti'l-matbû I-V, Beyrut 1968".'



'a,



Müneccimbaşı, Sahâifü'l-ahbâr A h m e d Dede Müneccimbaşı, Câmi' ü'd-düvel (trc. A h m e d N e d î m : Sahâyifû'l-ahbâr), I-III, İstanbul 1285.



Merıâkıb Fihrist Ahmed-i Münzevî, Fihrist-i Nüshahâ-yi Tahran 1349" hş.



Hattî-yi Fârsî,



NDB Nouveau Dictionnaire Levey (Suisse).



Biblique,



Nebhân,



Kerâmâtü'l-evliyâ*



Nebhânî,



Müstevfî,



Nefîsî, Târîh-i



Târîh-i Güzîde (Browne) Hamdullah Müstevfî, Târîh-i Güzîde



Saîd-i Nefîsî, Târîh-i Nazm u Neşr derlrân ve derZebân-ı Fârsî I-II, Tahran 1344 hş.



Târîh-i



Güzîde



(Nevâî)



Hamdullah Müstevfî, Târîh-i Güzîde (nşr. Abdülhüseyn-i Nevâî), Tahran 1336-39 hş. MÜTAD



MV.A el-Mevsû' atü'l'Arabiyyetü'l-müyessere, Kahire 1965.



I-II,



Mv.F el-Mevsû 'atü'l-fıkhiyye, Küveyt 1 4 0 4 / 1 9 8 3 Mv.Fİ Mevsû'atü'l-fıkhi'l-islâmî (Mevsû'atü Cemâl'Abdinnâsır), I-XVI, Kahire 1386-1400. Mo.Fs. el-Mevsû'âtü'l-Filistîniyye, I-IV, Dımaşk 1984. Mo.M el-Mevsû'atü'l-Mağribiyye li'la'lâmi'l-beşeriyye ve'l-hadâriyye, I-II, Rabat 1976-81. MW The Moslem World, Hartford, Connecticut 1911 —



Münzevî,



Gülşenî



NBD J. D. Douglas (nşr.), The Neuı Bible Dictionary, Leicester 1976.



Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî, Câmi'u kerâmâti'l-evliyâ' (nşr. İbrâhim Utve İvaz), I-II, Kahire 1381/1962.



Marmara üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1984 —



Münâvî,



Târih



Mustafa Naîmâ, Târih, I-VI, İstanbul 1280 (çerçeveli); 1281-83.



Nüzhetü'l-kulûb (Strange) Hamdullah Müstevfî, Nüzhetü'l-kulûb (nşr. G. Le Strange), Leiden 1915 — Tahran 1362.



(nşr."E. G. Browne), Leiden 1910.



M ü c â h i d , Tefsir Mücâhid b. Cebr, Tefsîru Mücâhid (nşr. A b d u r r a h m a n Tâhir b. M u h a m m e d ) , I-II, Doha 1976.



Naîmâ,



Müstevfî,



M u t t a k i el-Hindî,



Kenzü 7- c ummâl Alâeddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-'ummâl fî süneni'l-akvâl ve'l-ef'âl (nşr. Bekrî Hayyânî — Safvetus-Sekâ), I-XVI, Beyrut 1 3 9 9 / 1 9 7 9 ; 1 4 0 5 / 1 9 8 5 (5. bs.).



NAA Narodi Azii i Afriki, Moskva 1961 —



İslâm Anayasa ve İdare Hukuku M u h a m m e d Fâruk en-Nebhân, İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları (trc. Servet Armağan), İstanbul 1980.



Müstevfî,



MTM Millî Tetebbûlar Mecmuası, İstanbul 1915.



Muhibbi,



et-Tahkik



Hasan el-Mustafavî, et-Tahkîk fî kelimâti'l-Kur' âni'l-Kerîm, I-VI, Tahran 1360 hş.



M ü b e r r e d , Nesebü 'Adnan Ebüî-Abbas M u h a m m e d b. Yezîd el-Müberred, Nesebü 'Âdnân ve Kahtân (nşr. Abdülazîz el-Meymenî), Kahire 1936.



MT Materiala Turcica, Bochum 1975 —



MTUA Mecelletü 'Arabiyye,



Mustafavî,



Müsned Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I-VI, Kahire 1313.



Süleyman Sâdeddin Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn (nşr. İbnülemin M a h m û d Kemal), İstanbul 1928.



M o l l a Hüsrev,



Dürerü 7hükkâm Molla Hüsrev, Dürerü'l-hükkâm ft şerhi Gureri'l-ahkâm, I-II, İstanbul 1310; 1329.



Münzirî, et-Tekmile Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî, et-Tekmile li-vefeyâti'n-nakale (nşr. Beşşâr Avvâd Ma'rûf), I-IV, Beyrut 1401/1981 (2. bs.).



MWBR Müslim World Book Leicester 1981 —



Revieıv,



N e s â î , ed-Du



Nazm



c



u



Neşr



afa



Abdurrahman b. Şuayb en-Nesâî, Kitâbü'd-Du'afâ* ve'l-metrûkîn (nşr. Bûrân ed-Danâvî — Kemal Yûsuf el-Hût), Beyrut 1405/1985. Nesefi,



Tebşıratü'l-edille



Ebü'l-Muîn en-Nesefî, Tebşıratü'l-edille fi'l-kelâm, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2907. Neşri,



Cihannümâ (Taeschner) Cihannümâ: Die altosmanische Chronik des Mevlânâ Mehemmed Neschrî (nşr. Fr. Taeschner), I-II, Leipzig 1951-55. Neşri, Cihannümâ



(Unat)



Neşrî Mehmed, Kıtâb-ı Cihan-Nümâ. Neşrî Tarihi (nşr. F. Reşit Unat — M. Altay Köymen), I-II, Ankara 1949-57. Nevbahtî,



Fıraku'ş-Şî'a



Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî, Kitâbü Fıraki'ş-Şî'a (nşr. Hellmıit Ritter), İstanbul 1931. Nevevî,



el-Mecmu



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmû': Şerhu'l-Mühezzeb, I-IX; Tekmiletü's-Sübkî, X-XII; Tekmiletü Necîb el-Mutî'î, XIII-XX, Beyrut, ts. (Dârü'l-Fikr). Nevevî, Şerhu Müslim Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim b. el-Haccâc, I-XVIIİ, Kahire 1347-49/1929-30; 1392/1972.



Radloff, Versuch



RGG



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî el-Minhâc fî şerhi Şahîhi Müslim b. el-Haccâc{İrşâdü's-sârî içinde), I-X, Bulak 1304-1306 — Beyrut, ts.



Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333-42 — Heppenheim, Bergstrasse 1971.



W. Radloff, Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte, I-IV, Sanktpeterburg 1893-1911.



Die Religion in Geschichte un Gegemüart, I-VII, Tübingen 1957-62 — 1986.



(Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî).



OsmAr.



RAfr.



Nevevî, Tehzlb



Osmanlı Araştırmaları/ The Journal of Ottoman İstanbul 1980 -



Nevevî, Şerhu Müslim



(Bulak)



Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, Tehzîbü'l-esmâ* ve'l-luğât (nşr? F. Wüstenfeld), I-II» Göttingen 1242 — Beyrut, ts. (Dârü'l-Kütübii-ilmiyye).



Nîsâbûrî, Garâ' ibü'l-Kur*



Osmanlı



Müellifleri



RH



Studies,



Reuue Hlstorique, Paris 1876 —



Revue Africaine, Alger / Paris 1856 -



RHD



Râgıb el-isfahânî, el-Müfredât Ömer Ferrûh, Târîhu 'l-edeb



ân



Ömer Ferrûh, Târihu'l-edebi'l-'Arabî, Beyrut 1981-84.



I-VI,



Hüseyin b. M u h a m m e d b. Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fîğarîbi'l-Kur 'ân (nşr. M u h a m m e d Seyyid Kîlânî), Kahire 1 3 8 1 / 1 9 6 1 .



Revue d'Histoire Paris 1887 —



Diplomatique,



RHM Reuue d'Histoire Tunus.



Maghrebine,



RHR



Nizâmeddin en-Ntsâbûrî, Garâ' ibul-Kur' ân ve reğâ*ibü'l-furkân (Taberî, Tefsir içinde, İbrâhim Utve İvaz), I-XXX, Kahire 1381-91/1962-71.



Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Bayburtlugil) Hasan b. Ali b. İshak et-Tûsî, Siyâsetnâme: STyerü'l-mülûk (trc. Nurettin Bayburtlugil), İstanbul 1981.



Özeğe, Katalog



Râsânen, Versuch



M. Seyfeddin Özeğe, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, I-V, İstanbul 1971-80.



Martti Râsânen, Versuch eines etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen, Helsinki 1969.



öztuna, BTMA



Râşid, Târih



Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, l-II, Ankara 1990.



Râşid Mehmed Efendi, Târih, I-V, İstanbul 1282.



Râvendî, Öztuna, TMA



Râhatü'ş-şudür



Reuue de l'Histoire des Paris 1880 -



religions,



RHSE Revue Historique du Sud-Est Europeen, Bucarest.



Ri Revista Istorica Romana, Bucureşti 1931 —



Catalogue



Rieu,



T. Yılmaz Öztuna, Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, l-II, İstanbul 1969-76.



M u h a m m e d b. Ali er-Râvendî, Râhatü's-sudûr ve âyetü's-sürûr (nşr. M u h a m m e d İkbal), London 1921.



Pakalın



Râvendî, Râhatü's-sudûr



Rieu, Catalogue of the Persian Manuscripts



Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul 1946-56.



M u h a m m e d b. Ali er-Ravendî, Râhatü's-sudûr ue âyetü's-sürûr (trc. A h m e t Ateş), l-II, Ankara 1957-60.



PAOS



RCAJ



Proceedings of American Oriental Society.



Royal Central Asian London 1963 —



NO



Peçuylu İbrâhim, Târih



RD



Der Neue Orient, Berlin 1917 —



Târîh-i Peçevî, I-II, İstanbul 1281-83 — İstanbul 1980.



Rûznâmçe Defterleri (İstanbul, Şer'iyye Sicilleri).



Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Çavdaroğlu) Hasan b. Ali b. İshak et-Tûsî, Siyâsetnâme: STyerü'l-mülûk (trc. M. Şerif Çavdaroğlu), İstanbul 1954.



Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen) Hasan b. Ali b. İshak et-Tûsî, Siyâsetnâme: STyerü'l-mülûk (trc. M. Altay Köymen), Ankara 1982.



Nüveyhiz, Mu 'cemii'l-müfess



Wilhelm Pertsch, Die Arabischen Handschriften der Herzoglichen Bibliothek zu Gotha, I-V, Gotha 1878-92.



Pezdevî,



Kenzü'l-uşûl



Fahrü'l-İslâm Ali b. M u h a m m e d el-Pezdevî, Kenzü'l-usûl (Keşfü'l-esrâr içinde), I-IV, İstanbul 1308.



OA Orientalisches Archiv, I-III, Leipzig 1910-13.



O Ar t Oriental Art, London 1955 —



general



Ph.TF Philologiae Turcicae Fundamenta, I-II, Wiesbaden 1959-64.



Mouredgea d'Ohsson, Tableau general de TEmpire Ottoman, I-VII, Paris 1791-1824.



Prilozi za Orijentalnu Sarajevo 1950 —



OLZ



Prz.Or.



Orientalistische Llteraturzeitung, Leipzig/Berlin 1898 -



Przeglad Orientalistyczny, Warszawa 1948 —



POF Filologiyu,



OM RAA



Oriente Moderno, Roma 1921 —



Oruç b. Âdil. Tevârîh-i Âl-i



Journal,



La Revue de l'Academie Damas 1921-68.



Osmân



Oruç b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i (nşr. Fr. Babinger), Hannover 1925.



Osmân



Arabe,



Revue des Deux Paris 1831 —



Mondes,



RLC Comparee,



RMM Revue du monde musulman, Paris, 1-66, 1907-26.



RO Rocznik Orientalistyczny, Krakow/Warszawa 1914 —



RE Paulys-Wissowa, Real-Encyclopâdie der classischen Altertumsutissenschaft, Stuttgart - München 1894 —



REB Revue des Etudes Paris 1943 -



P. Charles Rieu, Catalogue of the Persian Manuscripts in the British Museum, I-III, London 1879-83; Suppl, 1895.



Reuue de la Litterature Paris 1921 —



RDM Pertsch, Gotha



irin



Âdil Nüveyhiz, Mu'cemü'l-müfessirîn min sadri'l-İslâm hatte'l-'asri'l-hâzır, Beyrut 1403/1983.



d'Ohsson, Tableau



(Ateş)



P. Charles Rieu, Catalague of the Turkish Manuscripts in the British Museum, London 1888.



Byzantines,



Ronart, CEAC Stephan and Nandy Ronart, Concise Encyclopedia of Arabic Civilisation, Amsterdam 1959.



RRH Reuue Roumaine Bucarest.



d'Histoire,



REl Revue des Etudes Paris 1927 —



lslamiques,



RESEE Revue des Etudes Sud-Est Europeennes, Bucarest 1963 —



Reşahât



Tercümesi



Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifi, Reşahât-ı Aynü'l-hayât (trc. M. Şerif el-Abbâsî), İstanbul 1291.



RAAD



Reyhânetü



'l-edeb



Revue de l'Academie Arabe de Damas, Damas 1969 -



Muhammed Alî-yi Müderris-i Tebrîzî, Reyhânetü'l-edeb, I-IV, Tahran 1328-33 hş.



RS Revue semıtique d'epigraphie d'histoire ancienne, Paris, 1-22, 1893-1914.



et



RSO Rivista degli Studi R o m a 1907 —



Orientali,



RT Reuue Tunisien, Tunis 1906-42.



Runciman,



Haçlı Seferleri Tarihi Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi (trc. Fikret Işıltan), I-III, Ankara 1986-87.



R y p k a , HIL J. Rypka, History of Irarıian Literatüre, Dordrecht 1968. R y p k a , 1LG J. Rypka, Iranische Literaturgeschichte, Leipzig 1959.



Ebüî-Kâsım Saîd b. A h m e d el-Endelüsî, Tabakâtü'l-ümem, Kahire, ts. (Matbaatü M u h a m m e d M u h a m m e d Matar). S â k ı b Dede,



SA Celâl Esat Arseven, Sanat Ansiklopedisi, İstanbul 1943-52.



I-V,



el-Fethu'r-rabbânî A h m e d b. Abdurrahman es-Sââtl, el-Fethur-rabbânî li-tertîbi Mûsnedi'l-imâm Ahmed b. Hanbel eş-Şeybâni ve ma cahû Kitâbü Bulûği'l-emânî..., I-XXIV, Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî). el-Bidâye



A h m e d b. M a h m û d es-Sâbûnl, el-Bidâye fî usûlü'd-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), Dımaşk 1399/1979. Sadrüşşerîa,



el-Tavzîh



Sadrüşşerîa Ubeyduilah b. Mes'ûd, et-Tavzîh fî halli ğavâmizi't-Tenkih (Teftâzânî, et-Telvih içinde), I-II,' Kahire 1377/1957.' Sadrüşşerîa, Tenkih Sadrüşşerîa Ubeyduilah b. Mes'ûd, Tenkihu'Tuşül (Teftâzânî, e't-Telvîh içinde), I-II, Kahire 1377/1957,



Edebiyyât Zebîhullah Safâ, Târîh-i Edebiyyât der Jrân, I-V, Tahran 1332-64 hş. Şafâ,



S a f â , Genc-i



Sühan Zebîhullah Safâ, Genc-i I-III, Tahran 1969. S a f â , Gencîne-i



Sühan,



Safedî,



c Salebî, Arâ 3isü'l-mecâlis Ebû İshak A h m e d b. M u h a m m e d es-Sa'lebî, 'Arâ 3 isü'l-mecâlis: Kısasü'l-enbiyâ Kahire 1301.



SAr. Sovetskaya Arkeologiya, Moskva 1936 Sarton,



Tezkire Tezkire-i Sehî, İstanbul 1325.



SBAW Sitzungsberichte der Bayerischen Akademie der Wisseschaften zu Wien.



S e h î , Tezkire (G. K u t ) Heşt Bihişt The Tezkire by Sehi Beg, An Analysis of the First Biographical Work on Ottoman Poets with a Critical Edition Based on Ms. Süleymaniye Library, Ayasofya O. 3545 by Günay Kut. HarvardCambridge, Massachussets 1978.



Sehî,



Introduction George Sarton, Introduction to the History of Science, I-III, London 1962; New York 1975.



SBFD Siyasal Bilgiler Fakültesi Ankara.



Selânikî,



Dergisi,



SBPAW Sitzungsberichte der Preussischen Akademie der Wissenschaften zu Berlin.



Dimension



of



islam



Annemarle Schimmel, Mystical Dimension of İslam, North Carolina 1975.



el-Vâfi



Sâgânî,



el-Cem c beyne'ş-Şahîhayn Radıyyüddin es-Sâgânî, el-Cem' beyne'ş-Şahîhayn (nşr. Eşref b. Abdülmaksûd), Beyrut 1 4 0 9 / 1 9 8 9 .



Schimmel,



Tasavvufun Boyutları Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları (trc. Ender Gürol), İstanbul 1982. SE Sovetskaya Etnografla, Moskva - Leningrad 1932 — Seâlibı,



Sahnün, el-Müdevvene Abdüsselâm b. Saîd et-Tenûhî, el-Müdevvenetü'l-kübrâ, I-VI, Kahire 1324.



Tezkiretü'l-bünyân



Sâî Mustafa Çelebi, Tezkiretü'l-bünyân (haz. Sadık Erdem), İstanbul 1988. Sâî,



S e h â v î , el-İ'lân bi't-tevbîh M u h a m m e d b. Abdurrahman es-Sehâvî, el-İ'lân bi't-tevbîh li-men zemme't-târîh (nşr. Fr. Rosenthal), Beyrut, ts. (Dârü'I-Kütübi'l-ilmiyye).



SAO Studia et Açta Orientalia, Bucarest 1958 —



Mystical Sühan,



Selâhaddin Halîl b. Aybeg es-Safedl, Kitâbü'l-Vâfî bi'l-vefeyât (nşr. İhsan A b b a s — Ş ü k r î Faysal), I-XXII, Wiesbaden 1981-82.



Sâî,



Sehâvî, Fethu'l-muğis M u h a m m e d b. Abdurrahman es-Sehâvî, Fethu'l-muğis şerhu Elfiyeti'l-hadîs, I-III, Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



Târih



Selânikî Mustafa Efendi, Târih, İstanbul 1281 — Freiburg 1970. S e l â n i k î , Târih (İpşirli) Selânikî Mustafa Efendi, Târih (nşr. Mehmet İpşirli), I-II, İstanbul 1989.



Schimmel,



Sühan



Zebîhullah Safâ, Gencîne-i I-VI, Tahran 1348-62 hş.



Bezlü'l-mechüd



Halîl Ahmed es-Sehârenfûrl, Bezlü 'l-mechûd fî halli Ebî Dâvûd, I-XX, Kahire 1 3 9 3 / 1 9 7 3 — Beyrut, ts. (Dârü'I-Kütübi'l-ilmiyye). Sehâvî, ed-Dav'ü'l-lâmı M u h a m m e d b. Abdurrahman es-Sehâvî, ed-Dav*ü'l-lâmı liehli'l-karni't-tâsf, I-XII, Kahire 1353-55.



Sefine



Mustafa Sâkıb Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, Kahire 1283.



Sââtî,



Sâbflnî,



Sehârenfürî,



Saîd el-Endelüsî, Tabakâtü 'l-ümem



Tezkiretü'l-ebniye



Sâî Mustafa Çelebi, Tezkiretü'l-ebniye, Mensur kısım, Bâb-ı Sânî, nr. 50 (nşr. Rıfkı Melül Meriç, Mimar Sinan Hayatı, Eseri I: Mimar Sinan'ın Hayatına, Eserlerine Dair Metinler), Ankara 1965.



Yetîmetü'd-dehr



Ebû Mansûr es-Seâlibî, Yetîmetü'd-dehr fî mehSsini ehli'l- 'aşr (nşr. Müfîd M u h a m m e d Kumeyha), I-V, Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



SEER The Slavonic and East European London 1922 —



Selâvî,



el-Ensâb



Abdülkerîm b. M u h a m m e d es-Sem'ânî, el-Ensâb, I-VI (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Yemânî), Haydarâbâd 1961-66; VII-VIII (nşr. M u h a m m e d Avvâme), Dımaşk 1976; IX (nşr. M u h a m m e d Avvâme — Riyâzî Murâd), Dımaşk 1979; X (nşr. Âbdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), Dımaşk 1979. Sem'ânî,



Revieıv,



Sefınetü 'r-rüesâ A h m e d Resmî, Sefînetü'r-rüesâ, İstanbul 1269. Sefınetü 'l- vüzerâ Mehmed Hafîd, Sefînetü'l-vüzerâ (nşr. İsmet Parmaksızoğlu), İstanbul 1952.



Vefâ*ü'l-vefâ



Senhûrî,



Meşâdirü'l-hak



Abdürrezzâk A h m e d es-Senhûrî, Mesâdirü'l-hak fi'l-fıkhl'Tİslâmî, I-VI, Kahire İ954-60.' Serahsî,



el-Mebsüt



Şemsüleimme es-Serahsî, el-Mebsût, I-XXX, Kahire 1324-31. Serahsî,



el-üşül



Şemsüleimme es-Serahsî, el-Usül (nşr. Ebü'l-Vefâ el-Efgânî), I-II, Haydarâbâd 1372 — Beyrut 1973. Serkîs,



Muccem



Yûsuf Elyân Serkîs, Mu'cemü'l-matbû'âti'lve'l-mu'arrebe, I-II, Kahire 1928-30.



'Arabiyye



Serrâc, el-Lüma c Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma' (nşr. A b d ü l h a l î m M a h m û d — Tâhâ Abdülkâdir Server), Kahire 1960. S e r t o ğ l u , Tarih Lügati Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986. S e z g i n , GAS Fuat Sezgin, Geschichte des arabischen Schrifttums, I-IX, Leiden 1967-84. S e z g i n , GAS (Ar.) Fuat Sezgin, Târîhu't-türâsi'l-'Arabî, Riyad 1403-1404.



I-V,



Kitâbü'l-lstikşâ



Şehâbeddin Ahmed es-Selâvî, Kitâbü'l-İstikşâ li-ahbâri'ddüveli'l-mağribi'l-akşâ (nşr. Ca'fer en-Nâsırî — M u h a m m e d en-Nâsırî), I-IX, Dârülbeyzâ 1954-56. Sem'ânî,



Semhûdî,



Ali b. Abdullah es-Semhüdî, Ve/a 'üT-vefâ bi-ahbâri dâri'l-Muştafâ, I-II,"Kahire 1326.



el-Ensâb (Bârûdî) Abdülkerîm b. M u h a m m e d es-Sem'ânî, el-Ensâb (nşr. Abdullah Ö m e r el-Bârûdî), I-V, Beyrut 1408/1988. Sem'ânî, et-Tahbîr Abdülkerîm b. M u h a m m e d es-Sem'ânî, et-Tahbîr fi'l-mu 'cemi'T kebîr (nşr. Münîre Nâci Sâlim), I-II, Bağdad 1 3 9 5 / 1 9 7 5 .



SF Servet-i Fünün, İstanbul 1891-1928; 1929-43 (yeni harf). S ı b t İbnü'l-Cevzî,



Mir 'âtü 'z-zamân Sıbt İbnü'l-Cevzî, Mir* âtü'z-zamân fî târîhi'l-a 'yân, Haydarâbâd 1371/1951" Sıddîkî,



Hadis Edebiyatı Tarihi M u h a m m e d Zubayr Sıddiqi, Hadîs Edebiyatı Tarihi: Menşei Tekâmülü, Hususiyetleri ve Tenkîdi (trc. Yusuf Ziya Kavakçı), İstanbul 1966. SIr. Studia Iranica, Paris. Sicill-i Osmâni Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, I-IV, İstanbul 1308-15 — Heppenheim, Bergstrasse 1971. Silâhdar,



Nusretnâme (Altınay) Silâhdar Mehmed Ağa, Nusretnâme (haz. A h m e d Refik Altmay), I-II, İstanbul 1928.



Silâhdar, Nusretnâme (Parmaksızoğlu) Silâhdar M e h m e d Ağa, Nusretnâme (haz. İsmet Parmaksızoğlu), I-III, İstanbul 1966-69. S i l â h d a r . Târih Silâhdar M e h m e d Ağa, Târih, I-II, İstanbul 1928.



so



Sübkî, Cem'u'1-cevâmi' Tâceddin İbnü's-Sübkî, Cem'u'l-cevâmi' fî usûli'l-fıkh, Kahire 1937.



Studia Orientalia, Helsinki 1925 — SOF Süd-Ost Forschungen, München 1936 —



Sübkî,



S o l a k z â d e , Târih Solakzâde M e h m e d Hemdemî, Târih, İstanbul 1297. S p u l e r , Iran



İstanbul 1911-25.



ST Sovetskaya Tyurkologiya, Bakü 1970 SLA Studia Albanica,



Tiran 1964 —



STAD Sanat Tarihi Araştırmaları istanbul 1987 — St.B Studia Balcanica, Steingass,



Dictionary



F. Steingass, Persian-English London 1892.



Tabakât



er-Ravzü'l-ünüf



Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, er-Ravzü'l-ünüf fî şerhi's-Sîreti'nnebeviyye li'bni Hişâm (nşr. Abdurrahman el-Vekîl), I-VII, Kahire 1387-90/1967-70. Sülemî, Tabakât M u h a m m e d b. Hüseyin es-Sülemî, Tabakâtü ş-şûfiyye (nşr. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1389/1969.



Dergisi,



Sofia 1970 —



Dictionary,



St.I Studia Islamica, Paris 1953 — Stoddard,



Hâzirü'l-'âlemi'l-Islâmî Lothrop Stoddard, Hâzirü'l'âlemi'l-İslâmî (trc. Accâc Nüveyhid, nşr. Şekib Arslan), I-IV, Kahire 1 3 4 3 / 1 9 2 5 ; 1 3 5 2 / 1 9 3 3 ; Beyrut 1 3 9 1 / 1 9 7 1 ; 1 3 9 4 / 1 9 7 4 (4. bs.).



S ü y û t î , Buğyetü 'l-ouât Celâleddin es-Süyûtî, Buğyetü'l-vu ât fî tabakâti'l-luğaviyyîn ve'n-nuhât (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), I-II, Kahire 1384/1964. Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara Celâleddin es-Süyûtî, Hüsnü'l-muhâdara fî (ahbâri) Mışr ve'l-Kâhire (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), I-II, Kahire 1387/1967. S ü y û t î , el-İtkân Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fl'ulümi'l-Kur'ân, Kahire 1318. S ü y û t î , el-İtkân



Celâleddin es-Süyûtî, el-Müzhir fî'ulümi'l-luğa ve envâ'ihâ (nşr. M u h a m m e d A h m e d Câdelmevlâ v.dğr.), I-II, Kahire, ts. (Dâru İhyâi'l-kütübii-Arabiyye). Süyûtî, Tabakâtü 'l-huffâz ( L e c n e ) Celâleddin es-Süyûtî, Tabakâtü'l-huffâz (nşr. Lecne minei-ulemâ), Beyrut 1403/1983. Süyûtî, Tabakâlü'l-huffâz (Ömer) Celâleddin es-Süyûtî, Tabakâtul-huffâz (nşr. Âli M u h a m m e d Ömer), Kahire 1393/1973.



Tedrîbü'r-râvî



Süyûtî,



Tâceddin İbnü's-Sübkî, Tabakâtü'ş-Şâfi ciyyeti'l-kübrâ (nşr. M a h m û d M u h a m m e d et-Tanâhî — Abdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), I-X, Kahire 1383-96/1964-76. Süheylî,



SR



el-lbhâc



Ali b. Abdülkâfî es-Sübkî İbnü's-Sübkî, el-ibhâc fîşerhi'l-Minhâc (nşr. Şaban M u h a m m e d İsmâil), I-II, Kahire 1401-1402/1981-82. Sübkî,



Moğolları



Berthold Spuler, Iran Moğolları, Siyâset, İdare ve Kültür-İlhanlılar Devri 1220-1350 (trc. Cemal Köprülü), Ankara 1957.



Sebılürreşâd,



S u t e r , Die Mathematiker Heinrich Suter, Die Mathematiker und Astronomen der Amber u n d Ihre Werke, Leipzig 1900; New York 1972. Suyolcuzâde. Devhatü'l-küttâb Suyolcuzâde Mehmed Necîb, Devhatü'l-küttâb (nşr. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1942.



SM Sırât-ı Müstakim, istanbul 1906-11.



el-Müzhir



Süyûtî,



S u b h î , Târih Subhî Mehmed, Târih, İstanbul 1198.



l-II,



(Beyrut)



Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fî'ulümi'l-Kur'ân, l-II, Beyrut 1407/1987.



S t o r e y , Persian Literatüre C. A. Storey, Persian Literatüre A Bio-Bibliographical Suruey, I-II, London 1927-39.



S ü y û t î , el-ltkân (Bugâ) Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fî 'ulümi'l-Kur'ân (nşr. Mustafa Dîb el-Bugâ), l-II, Beyrut 1407/1987.



STY istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Yıllığı, İstanbul 1964 -



S ü y û t î , el-ltkân (Ebü'l-Fazi) Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fî 'ulümi'l-Kur'ân (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), I-IV, Kahire 1 3 8 7 / 1 9 6 7 ; 1405/1985.



Celâleddin es-Süyûtî. Tedrîbü'r-râvî fî şerhi Takrîbi'n-Nevevî (nşr. A b d ü l v e h h â b Abdüllatîf), I-II, Kahire 1379/1959. S)/ Sovetskoe Vostokovedenie, Moskva - Leningrad 1940 —



Ş a f i î , Ahkâmü'l-Kur'



ân



M u h a m m e d b. İdrîs eş-Şâfiî, Ahkâmü'l-Kur' ân (nşr. Ebû Usâme İzzet el-Attâr), Kahire 1371/1952 — Beyrut 1400/1980. Şâfıî,



er-Risâle



M u h a m m e d b. İdrîs eş-Şâfiî, er-Risâle (nşr. A h m e d M u h a m m e d Şâkir), Kahire 1359/1940. Şâfıî, el-üm M u h a m m e d b. İdrîs eş-Şâfiî, el-Üm, I-VII, Bulak 1321-26.



Ş e h r i s t â n î , el-Milel (Vekîl) M u h a m m e d b. Abdülkerîm eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-nihal (nşr. Abdülazîz M. el-Vekîl), I-Iİ, Kahire 1388/1968. Şehristânî, Nihâyetü'l-ikdâm M u h a m m e d b. Abdülkerîm eş-Şehristânî, Nihâyetü 7- ikdam fî'ilmi'l• kelâm (nşr. A. Guillaume), London 1934. Şem'dânîzâde, Müri't-tevârih Şem'dânîzâde Fındıkiılı Süleyman, Müri't-tevârih, İstanbul 1338. Şem'dânîzâde, Müri't-tevârih (Aktepe) Şem'dânî-Zâde Fındıklık Süleyman Efendi Tarihi Müri't-tevârih (nşr. Münir Aktepe), 1 -111, İstanbul 1976-81. Şengel, İlâhîler Ali Rıza Şengel, Türk Mûsikîsi Klâsikleri: İlâhîler (nşr. Yusuf Ömürlü), I-IV, İstanbul 1979-82. Şerefeddin, Zafernâme (Abbasî) Şerefeddin Ali Yezdî, Zafernâme (nşr. M. Abbâsî), Tahran 1336. Şerefeddin,



Zafernâme (Urumbayev) Şerefeddin Ali Yezdî, Zafernâme (nşr. A. Urumbayev), Taşkent 1972. Şerhu'l-'Akideti't-Tahâviyye Ali b.' Ebü'I-İz, Şerhu'l-'Akîdeti'tTahâuiyye (nşr. M. Nâsırüddin el-Elbânî), Kahire, ts. (Dârü'l-Fikri'l-Arabî). Şeşen,



Târih Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi, Târih, I-IV, İstanbul 1291. Şânîzâde,



Şa'rânî,



et-Tabakât



Abdülvehhâb b. Ahmed eş-Şa'rânî, et-Tabakâtü 'l-kübrâ, I-İI, Kahire 1373/1954. Şâtıbî,



Fihrisü mahtütât Ramazan Şeşen — Cemil Akpınar — Cevat İzgi, Fihrisü mahtûtâti'ttıbbi'l-İslâmî fî mektebâti Türkiyâ: Türkiye Kütüphaneleri İslâmî Tıp Yazmaları (Arapça, Türkçe ve Farsça Kataloğu) (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1984.



el-rtişâm



İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İ'tişâm (nşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332 — Kahire, ts. (el-Mektebetü't-Ticâriyyetu 1-kübrâ). Şâtıbî, el-Muvâfakât İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât fî usüli'ş-şerî'a, I-IV, Kahire, ts. (el'-Mektebetu tTicâriyyetü'l-kübrâ). Ş e h b e n d e r z â d e , İslâm



Tarihi



Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi (haz. Ziya Nur), İstanbul 1974; 1982. Ş e h r i s t â n î , el-Milel ( K î l â n î ) M u h a m m e d b. Abdülkerîm eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-nihal (nşr. M. Seyyid kîlânî), I-II, Kahire 1381/1961.



Şevkânî,



el-Bedrü't-tâlı



M u h a m m e d b. Ali eş-Şevkânî, el-Bedrü't-tâli', I-II, Kahire 1348. Şevkânî,



Irşâdü'l-fuhül



M u h a m m e d b. Ali eş-Şevkânî, İrşâdü'l-fühûl ilâ tahkîkıl-hakkı min 'ilmi'l-usûl, Beyrut, ts. (DârüT-Ma'rife). Ş e v k â n î , ISeylü 'l-evtâr M u h a m m e d b. Ali eş-Şevkânî, Neylü 'l-evtâr şerhu Münteka'l-ahbâr min ehâdîşi seyyidi'l-ahyâr, I-VIII, Kahire 1 3 9 1 / 1 9 7 1 . Ş e v k i Dayf,



Târîhu'l-edeb



Târîhu'l-edebi'l-'Arabî, I-VI, Kahire, ts. (Dârü'l-Maârif).



Şeybî,



eş-Sıla



Kâmil Mustafa eş-Şeybf, eş-Şıla beyne't-taşavvuf ve't-teşeyyu', Bağdad 1964; Kahire 1969; Beyrut 1982.



Vekâyiu'l-fuzalâ Şeyhi Mehmed Efendi, Vekâyiu'l-fuzalâ (nşr. Abdülkadir Özcan), I-III, İstanbul 1989. Şeyhî,



T a b e r î , Tefsir M u h a m m e d b. Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-beyân fî tefsîri'l-Kur' ân, I-XXX, Kahire 1321. T a b e r î , Tefsir ( B u l a k ) M u h a m m e d b. Cerîr et-Taberî, Câmi'u'Tbeyân fî tefsîri'l-Kur'ân, I-XXX, Bulak 1323-29 — Beyrut 1406-1407/1986-87. T a b e r î , Tefsir



Şikârî A h m e d ,



Karaman Tarihi Şikârîzâde A h m e d Efendi, Karaman Tarihi (haz. Mesut Koman), Konya 1946. Şîrâzî,



el-Mühezzeb



Ebû İshak İbrâhim eş-ŞTrâzI, el-Mühezzeb fîfıkhi'l-imâm eş-Şâfi'î, I-II, Kahire 1379/1959-60. Şîrâzî, Şerhu'l-Lüma c Ebû İshak İbrâhim eş-ŞIrâzI, Şerhu'l-Lüma' (nşr. A b d ü l m e c î d Türkî), I-II, Beyrut 1 4 0 8 / 1 9 8 8 . Şîrâzî, Tabakâtü'l-fukahâ' Ebû İshak İbrâhim eş-ŞîrâzI, Tabakâtü'l-fukahâ', Beyrut, ts. (Dârü'l-Kalemj. Şîrâzî,



et-Tebşıra



Ebû İshak İbrâhim eş-ŞîrâzI, et-Tebşıra fî uşûli'l-fıkh (nşr. M u h a m m e d Hasan Heyto), Dımaşk 1 4 0 3 / 1 9 8 3 . Şirbînî, Muğni'l-muhtâc Şemseddin M u h a m m e d b. Ahmed eş-Şirbînî, Muğni'l-muhtâc ilâ ma'rifeti me'ânîelfâzi'l-Minhâc, I-IV, Kahire 1958 — Dımaşk, ts. (Dârü'l-Fikr).



ŞM Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1956 — Şiikûn, Farsça-Türkçe



Lügat



Ziya Şükûn, Farsça-Türkçe Lügat: Gencinei Güftâr: Ferhengi Ziya, I-II, İstanbul 1944-46; (veya) I-III, İstanbul 1984.



TA Türk Ansiklopedisi, I-XXXIII, Ankara 1943-86. Tabakâtü



'l-Hanâbile



İbn Ebû Ya'lâ, Ebü'l-Hüseyin, Tabakâtü'l-Hanâbile (nşr. M u h a m m e d H â m i d el-Fakkl), I-II, Kahire 1371/1952. T a b e r î , Târîh ( d e G o e j e ) M u h a m m e d b. Cerîr et-Taberî, Târîhu'r-rusül ue'l-mülûk (nşr."M.). d e Goeje), I-III, Leiden 1879-1901. T a b e r î , Târîh



(Ebü'1-Fazl)



M u h a m m e d b. Cerîr et-Taberî, Târîhu'r-rusül ue'l-mülûk (nşr. M u h a m m e d Ebü'1-Fazl), I X, Kahire 1960-70 — Beyrut, ts. (Dâru Süveydân).



(Şâkir)



M u h a m m e d b. Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-beyân fî tefsîri'lKur'ân (nşr. M a h m û d M u h a m m e d Şâkir — A h m e d M u h a m m e d Şâkir), I —, Kahire 1955-60.



Taşköprizâde,



Teftâzânî, Şerhu'l-'Aka'id Sa'deddin Mes'ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Şerhu'l-'Akâ'id, İstanbul 1315.



eş-Şeka'ik



Taşköprizâde, eş-Şekâ'iku'nnu'mânîye fî'ulemâ'i'ddevleti'lOşmânîye (nşr. A h m e d Subhi Furat), İstanbul 1 4 0 5 / 1 9 8 5 .



Teftâzânî, Şerhu'l-Makâşıd Sa'deddin Mes'ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, I-II, İstanbul 1277'.



TCTA Tanzimat'tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (haz. iletişim Yayınları), I-VI, İstanbul 1985. TCYK istanbul Kütüphaneleri TarihCoğrafya Yazmaları Katalogları Türkçe Tarih Yazmaları, I. fas. 1-10, İstanbul 1943-51.



Teftâzânî,



I:



Tâcü'l-'arüs M u h a m m e d Murtazâ ez-Zebîdl, Tâcü'l-'arûs min cevâhiri'lKâmûs-Şerhu'l-Kâmûs, I X, Kahire 1306-1307.



TD İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul 1949 -



TAD Ankara Üniversitesi Dil ue Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 1963 —



TDA Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1979 —



T a h â v î , Şerhu



Me'âni'l-âşâr



Ebû Ca'fer A h m e d b. M u h a m m e d , Şerhu Me câni'l-âsâr (nşr. M. Seyyid Câdelhak), 1-IV, Kahire 1388/1968.



Takvîmü's-sinîn Gazi A h m e d Muhtar Paşa, Takvîmü's-sinîn, İstanbul 1331.



Tanpınar,



Türk Edebiyatı Tarihi A h m e t Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1956; 1985 (6. bs.). TAnz. Türkologische Wien 1975 et- Ta



TDe. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, Ankara 1965 —



TDEAr. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları, İzmir 1982 TDED İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı İstanbul 1946 -



Dergisi,



TDEK Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976.



'rifât



ve Coğrafya



TDl. Türk Dili, Ankara 1951 — Lügati



Ali Cevâd, Memâlik-i Osmâniyye'nin ve Coğrafya Lügati, I-IV, İstanbul 1313-17



Târih



Taşköprizâde, Mevzûâtü'l-ulûm Taşköprizâde, Mevzûâtü'l-ulûm (trc. Kemâleddin M e h m e d Efendi), I-II, İstanbul 1313.



Tecrid



Tercemesi



Ahmed ez-Zebîdî, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, I-III (trc. A h m e d Naim); IV-XII (trc. Kâmil Miras), Ankara 1970.



TED İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1970 -



Taşköprizâde,



Miftâhu



's-sa



c



âde



Taşköprizâde, Miftâhu's-sa'âde ve mişbâhu's-siyâde (nşr. Â b d ü l v e h h â b Ebü'n-Nür — Kâmil Kâmil Bekrî), I-III, Kahire 1968.



Teftâzânî,



Keşşâf



Tehânevî,



M u h a m m e d Ali b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfü ıstılâhâti'l-fünûn, I-II, Kalküta 1862 — İstanbul 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



Tehzîbü'l-luğa Ebû Mansûr el-Ezherî, Tehzîbü'l-luğa (nşr. A b d ü s s e l â m M. Hârün — M u h a m m e d Ali en-Neccâr), I-XV, Kahire 1384-87/1964-67. Temîmî, et-Tabakâtü's-seniyye Takiyyüddin b. Abdülkadir et-Temîml, et-Tabakâtü's-seniyye fî terâeimi'l-Hanefiyye (nşr. Âbdülfettâh M u h a m m e d el-Hulv), I-IIIRiyad 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



Teşrifât-ı Kadîme Esad Efendi, Teşrifât-ı Kadîme, İstanbul, ts. — İstanbul 1979. TEt.D Türk Etnografya Ankara 1956 -



Dergisi,



Texier, Küçük



Asya



Charles Texier, Küçük (trc. Ali Suad), II-III, İstanbul 1339-40.



Asya



TF



Anzeiger,



Seyyid Şerif el-Cürcânî, Kitâbü't-Ta 'rîfât, İstanbul 1327.



Tarih



TDAY Belleten Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1953 -



TDEA Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1976 -



T a n ı ş ı k , İstanbul Çeşmeleri İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, I-II, İstanbul 1943-45.



et-Telvih



Sa'deddin Mes'ûd b. Ömer, et-Telvîh fîhakâ'ikı't-Tenkîh, I-II, Kahire 1 3 7 7 / 1 9 5 7 .



Hâşiye



Sâdeddin Mes'ûd b. Ömer, Hâşiye calâ şerhi Muhtaşari'l-müntehâ li'bni'l-Hâcib, I-II, Bulak 1316.



Türk Folkloru, İstanbul 1979 — TFA Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul 1949-79.



I-XIX,



TFAr. Türk Folkloru Araştırmaları (nşr. Kültür Bakanlığı), Ankara 1981 — TFAY Belleten Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1975 THA Yıllık Türk Halkbilim Yıllığı, Ankara.



Araştırmaları



THTM Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul 1931-39. Thumb,



HS



Albert Thumb, Handbuch des Sanskrit, I-II, Heidelberg 1953.



Tİ Türâsü'l-insâniyye, Kahire 1971.



I-IV,



TlD



TTEM



Ege üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, İzmir 1983 -



Türk Tarih Encümeni İstanbul 1924-32.



Mecmuası,



TTK Belgeler TK Türk Kültürü, Ankara 1962 —



Türk Tarih Kurumu Ankara 1964 —



Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tahrir Defterleri, Ankara.



TKA Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1964 —



Türk Tarih Kurumu Ankara 1937 —



Belleten,



TTK Bildiriler Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara.



TTOK Belleteni TKDB Tfirk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, Ankara 1952 -



Turing (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu) Belleteni, İstanbul 1930 -



TM



TUBA



İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1925 -



Türklük Bilgisi Araştırmaları/ Journal of Turkish Studies, Harvard, Massachussets 1977 —



TMD



Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, I-II, İstanbul 1927-28; III-IV, İstanbul 1944-45.



TöGa. Toyö Gakuko,



Türkiye Maarif



Tarihi



Osman [Nuri] Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, I-V, İstanbul 1939-43; 1977.



Vekî',



Uluçay. XVIII. ve XIX. Asırlarda



M u h a m m e d b. Halef el-Vekî\ Ahbârü'l-kudât, I-III, Beyrut, ts. (Alemü'l-kütüb).



TöKiK Kiyo,



Türkiye Yazmaları Ankara 1979 -



Toplu



Uluçay, Padişahların M. Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları Ankara 1980.



Kadınları



Kataloğu,



Tomar-Halvetiyye



Tomar-Kadir iyye



TY Türk Yurdu, İstanbul 1911 —



TYDK



M. Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'den Kâdiriyye Silsilenâmesi, İstanbul 1338-40.



istanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu, l-IV, İstanbul 1947-76.



Tomar-Melâmîlik



ÜAJ Melâmîlik,



Üral-Altaische Jahrbücher, Berlin/Wiesbaden 1952 —



Ubeyd-i Zâkânı, Töre, İlâhîler Abdülkadir Töre, Türk Mûsikîsi Klâsiklerinden İlâhîler (nşr. Yusuf Ömürlü), V-VI, İstanbul 1984-85.



TP T'oung Pao, Paris 1890 —



Külliyyât



Külliyyât-ı'Ubeyd-i Zâkânî (nşr. Abbas İkbâl-i Âştiyânî), Tahran 1332 hş.



UZIVAN



Tyurkologiçesky Sbornik, Leningrad 1951 —



Teşkilâtı



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin ilmiye Teşkilâtı, Ankara 1965.



TSAB Turkish Studies Association Bulletin, Bloomington, Indiana.



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1941.



üngarische Jahrbücher, Berlin, 1-23, 1921-43.



Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi (Dizisi) (nşr. Genelkurmay Başkanlığı), Ankara.



ÜJE



TT



The Universal Jeıvish Encyclopedia, New York 1948.



Vestnik Moskovskogo üniuersitata, Seriya Vostokovedeniya, Moskva.



VOHD Verzeichniss der orientalischen Handschriften in Deuischland: Turkische Handschriften, Wiesbaden 1968 -



Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Deuletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara 1948.



Uzunçarşılı, Osmanlı



VValde, LEW A. VValde, Lateinisches Etymologisches Wörterbuch, I-II, Heidelberg 1965-72.



Webster's



Tarihi



Teşkilâtı



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1945.



Third



lVebster's Third Neıv International Dictionary of the English Language ünabridged, Springfield-Massachusetts 1981.



Wensinck, Mu 'cem A. J. Wensinck, el-Mu' cemü'l-müfehres li-e Ifâzi '(-hadîs i 'n - nebeuî, 1 -VIII, Leiden 1936-69.



WI Die Welt des Islams, Berlin/Leiden 1913 -



wo Die Welt des Orients, Göttingen 1949 -



İslâmiyye,



WZKM Vâkıdî, el-Meğazî



TSKT



Tarih ve Toplum, İstanbul 1984 —



Uzunçarşılı, Medhal



Uzunçarşılı, Saray



ÜJb.



Hasan b. M u h a m m e d el-Vezzân ez-Zeyyâtî, Vasfü İfrîkıyye (trc. M u h a m m e d Huccî — M u h a m m e d el-Ahdar), I-II, Beyrut — Rabat 1983.



v. Soden, AHW



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapukulu Ocakları, l-II, Ankara 1943.



Müntehab-ı Letâ'if-i 'Ubeyd-i Zâkânî (nşr. H. İsfahânî — M. Ferte), İstanbul 1303.



ÜDMİ



Vezîr İbnüî-Mağribî Ebü'I-Kâsım Hasan b. Ali, Kitâbü'l-İnâs bi-'ilmi'l-ensâb (nşr. İbrâhim el-Ebyârî), Kahire — Beyrut 1400/1980.



Wolfram von Soden, Akkadisches Handujörterbuch, I-III, Wiesbaden 1965-81.



Ubeyd-i Zâkânî, Müntehab-ı Letâ'if



ürdu Dâ'ire-i Ma'ârif-i Pencap 1964 —



Vezir el-Mağribî, el-lnâs



VMUV



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I-IV, Ankara 1947-59.



TS



Ahbârü'l-kudât



Vezzân ez-Zeyyâtî, Vasfü Ifrîkıyye



Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları



Tarih Vesikaları, İstanbul 1941-61.



Vakıflar Dergisi, İstanbul/ Ankara 1938 —



ve Kızları,



TV



M. Sâdık Vicdanî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye'den Halvetiyye Silsilenâmesi, İstanbul 1338-41.



M. Sâdık Vicdanî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye: İstanbul 1338-40.



Saruhan



M. Çağatay Uluçay, XVIII. ve XIX. Asırlarda Saruhan'da Eşkıyalık ue Halk Hareketleri, İstanbul 1955.



Uzunçarşılı, İlmiye



Tokyo.



Kenkyuyo



VD



Saruhan



M. Çağatay Uluçay, XVII. Asırda Saruhan'da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1941; 1944.



İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1937; 1969.



TÜYATOK Toyö Bunka Tokyo.



Uluçay. XVII. Asırda



Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri



TOEM Târîh-i OsmânîEncümeni Mecmuası, İstanbul 1910-23.



Ahmed Vâsıf Efendi, Mehâsinü'l-Ssâr ue hakâiku'l-ahbâr (nşr. Mücteba İlgürel), İstanbul 1978.



üçenie Zapiski Instituta Vostokovedenia AN SSSR, Moskva-Leningrad 1950 —



Türk Lügati Türk Musikisi Dergisi, İstanbul 1947-52.



Vâsıf. Târih (İlgürel)



M u h a m m e d b. A m r b. Müsâ, Kitâbü'd-Du'afâ' i'l-kebîr (nşr. A b d ü l m u ' t î Emîn Kal'acî), I-IV, Beyrut 1404/1984.



Belgeler,



TTK Belleten



TK, TD



Ukaylî, ed-Du 'a/a 3



M u h a m m e d b. Ömer el-Vâkıdî, Kitâbü'l-Meğâzî (nşr. M. Jones), I-III, London 1965-66.



Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes, Wien 1887 -



YA Vâsıf, Târih Ahmed Vâsıf Efendi, Târih, I-II, İstanbul 1219.



Yurt Ansiklopedisi Türkiye İl İl: Dünü, Bugünü, Yarını, I-XI, İstanbul 1981-84.



Y a h y â b. Â d e m , e l - H a r â c Yahyâ b. Âdem el-KureşT, Kitâbü'l-Harâc (nşr. A h m e d M u h a m m e d Şâkir), Kahire 1347; 1 3 8 4 / 1 9 6 4 (2. bs.). Yahyâ b. Maîn,



et-Târîh



Yahyâ b. Mafn, et-Târîh. (nşr. A h m e d M u h a m m e d Nur Seyf), I-IV, Mekke 1 3 9 9 / 1 9 7 9 .



Kitâbü'l-Büldân A h m e d b. İshak b. Ca'fer, Kitâbü'l-Büldân (nşr. M. Th. Houtsma), Leiden 1883. Ya'kübı,



Y a ' k ü b î , Kitâbü'l-Büldân



(Âyetî)



Ahmed b. İshak b. Ca'fer, Kitâbü'l-Büldân (trc. M u h a m m e d İbrâhim Âyetî), Necef 1957; Tahran 1964.



Târih Ahmed b. İshak b. Ca'fer, Târthu 7- Ya'kîıbî (nşr."M. Th. Houtsma), I-II, Leiden 1883 — Beyrut, ts. (Dâru Sâdır).



Zehebî,



Mecmûa-i Tekâyâ (Akbatu) Zâkir Şükrî Efendi, Mecmûa-i Tekâyâ (nşr. Şinasi Akbatu), İslâm Medeniyeti Mecmuası, 1V/3-4; V/l-2, İstanbul 1980-81.



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, el-Kâşif fî ma' rifeti men lehü rivâye fi'l-kütübi's-sitte (nşr. İzzet Ali Atıyye — M û s â el-Mûşâ), I-III, Kahire 1972.



Zâkir Şükrü,



Mecmûa-i Tekâyâ (Tayşi) Zâkir Şükrî Efendi, Die Istanbuler Dertuisch-Konvente und ihre Scheiche: Mecmua-i Tekâyâ (nşr. M. Serhan Tayşi — K. Kreiser), Freiburg 1980. ZAL Zeitschrift für arabische Lingulstlk, Wiesbaden 1978 —



Ya'kübî,



Yâküt,



Yâküt, el-Müşterik Y â k ü t el-Hamevî, Kitâbü 'l-Müşterik vaz'an ve'l-müfterik (nşr. F. Wüstenfeld),' Göttingen 1846 — Beyrut 1 4 0 6 / 1 9 8 6 .



Z e b î d î , 7/cd M u h a m m e d Murtazâ ez-Zebîdî, 'İkdü'l-cevheri's-şemîn (M. Tancî nüshası fotokopisi), DİA Ktp., nr. 4622.



Fihrist İhsan Yârşâtır, Fihrist-i Kitâbhâ-yı Çâpî ber Esâs-ı Fihrist-i Hânbâbâ Müşâr, Tahran 1352 hş. YM Yeni Mecmua,



İstanbul 1917-23.



YT Yeni Türk, İstanbul 1932-41. Y ü k s e l , Osmanlı



Mi'mârîsi



Zebîdî,



İthâfü's-sâde



M u h a m m e d Murtazâ ez-Zebîdî, İthâfü's-sâdeti'l-muttekîn bi-şerhi esrarı İhyâ'i'ulûmi'd-dîn, l-X, Kahire 1311. Zehebı,



V



İ. Aydın Yüksel, OsmanlıMi'mârîsinde II. Bâyezid- Yavuz Selim Devri (886-926/1481-1520), İstanbul 1983.



ZA Zeitschrift für Assyriologie, Berlin, 1-34, 1886-1922.



İthâfü'l-aşfiyâ 3 M u h a m m e d Murtazâ ez-Zebîdî, İthâfü'l-aşfiyâ' (M. Tancî nüshası fotokopisi), DİA Ktp., nr. 4618. Zebîdî,



Yârşâtır,



Ma'rifetü'l-kurrâ3 (Câdelhak) M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, Ma'rifetü'l-kurrâ 3i'l-kibâr'ale'ttabakât ve'l-âsâr (nşr. M. Seyyid Câdelhak), MI,"Kahire 1969.



ZAS Zentralasiatische Studien, Wiesbaden 1967 -



ZDMG Zeitschrift der Deutschen Morgenlândischen Gesellschaft, Leipzig /Wiesbaden 1846 —



sak'an



Zehebî,



M u h a m m e d b. Ahmed ez-Zehebî, Mîzânü'l-i'tidât fî nakdi'r-ricâl (nşr. Ali M u h a m m e d el-Bicâvî), I-IV, Kahire 1382/1963.



ZBalk. Zeitschrift für Balkanologie, Wıesbaden 1962 —



Mu'cemü'l-üdebâ 3 Y â k ü t el-Hamevî, Mu'cemü'l-üdebâ' (nşr. A h m e d Ferîd Rifâî), I-XX Kahire 1355-57/1936-38 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'î-Arabî).



Zehebî, Ma'rifetü'l-kurrâ3 (Beşşâr) M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, Ma' rifetü'l-kurrâ' i'l-kibâr 'ale't-tabakât ve'l-âsâr (nşr. Beşşâr Avvâd Ma'rûf v.dğr.), I-II, Beyrut 1 4 0 4 / 1 9 8 4 .



Zehebî,



Mu'cemü'l-büldân



Yâküt,



Z e h e b î , el-Kâşif (Lecne) M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, el-Kâşif fî ma' rifeti men lehü rivâye fi'l-kütübi's-sitte (nşr. Lecne mine'l-ulemâ'), I-III, Beyrut 1 4 0 3 / 1 9 8 3 .



Manuel E. de Zambaur, Manuel de geneologie et de chronologie pour l'Histoire de l'islam, Hannover 1927. Zambaur,



Y â k ü t el-Hamevî, Mu' cemü'l-büldân (nşr. F. Wüstenfeld), I-VI, Leipzig 1866-73.— Beyrut 1957.



el-Kâşif



Zâkir Şükrü,



A'lâmü'n-nübelâ 3



M u h a m m e d b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ 3 (nşr. Şuayb el-Arnaût v.dğr.), I-XX11I, Beyrut 1401-1405/1981-85. Z e h e b î , el- 'İber M u h a m m e d b. Ahmed ez-Zehebî, el-'İber fîhaberi menğaber (nşr. E b û Hâcer M u h a m m e d Saîd), I-V, Beyrut 1405/1985.



Zehebî,



Mîzânü'l-i'tidâl



el-Muğnî



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, el-Muğnî fl'd-du'afâ3 (nşr. Nûreddin Itrj, I-II, Haleb 1391/1971. Zehebî,



el-Müştebeh



M u h a m m e d b. Ahmed ez-Zehebî. el-Müştebeh fi'r-ricâl: esmâ'ühüm ve ensâbühüm(nşr. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire 1962. Zehebî,



Tezkiretü'l-huffâz



M u h a m m e d b. A h m e d ez-Zehebî, Tezkiretü'l-huffâz, I-IV, Haydarâbâd 1375-77/1955-58 (3. bs.). Zemahşerî,



el-Fâ'ik



M u h a m m e d b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Fâ'ik fî ğarîbi'l-hadîş (nşr. Ali M u h a m m e d el-Bicâvî — M u h a m m e d Ebü'l-Fazi), I-IV, Kahire 1971.



Z e m a h ş e r î , ef-Keşşâ/(I



Âşık Ömer divanının Hüseyin Ayvansarâyî tarafından istinsah edilen nüshasının ilk ve son sayfası



'^«İ-VV,^ ^cv-t»!



| -, i



(Konya



i: W-j-i;^-. ^



j



I



Meviânâ Müzesi Ktp., Müzelik Eserler, nr. 99)



şiirini taklit cereyanı yüzünden saz şiirinin eski saflığı ve dili farkedilir şekilde bozulmuştur. Geriye bırakmış olduğu 2000'den fazla şiirle Türk edebiyatının en çok yazan şairlerinden biri olarak tanınan Âşık Ömer hece vezniyle söylediği şiirlerde daha başarılıdır. Âşık Ömer divanının en önemli iki yazmasından biri Konya Mevlâna Müzesi Müzelik Eserler bölümünde bulunan, Hüseyin AyvansarâyFnin istinsah ettiği nüsha ile (Envanter nr. 99) şimdi Süleymaniye Kütüphanesi'nde bulunan (Hacı Mahmud Ef„ nr. 5097) İstanbul Yahyâ Efendi Dergâhı nüshasıdır. Ayrıca cönklerde de pek çok şiirine rastlanmaktadır. Şiirleri, hayatı hakkında geniş bir incelemeyle birlikte S. Nüzhet Ergun tarafından yeni harflerle de yayımlanmıştır (İstanbul 1936). BİBLİYOGRAFYA: Ahmet Tal 'at, Çankırı Şairleri, Çankırı 193132, I, 13; II, 120; Osmanlı Müellifleri, II, 212213; S. Nüzhet Ergun, Âşık Ömer: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1936; Köprülü, Türk Saz Şairleri, II, 253-314; a.mlf., "Âşık Ö m e r ' e A i d Bazı Notlar", HM, sy. 24 (1927); Naci Yengül, "Aşık Ömer'in Neşredilmemiş Şiirleri", HBH (1939), sy. 96; TDEA, I, 195-196. S



ABDÜLKADİR KARAHAN



r



ÂŞIK PAŞA



^



Mutasavvıf-şair, Garibnâme adlı tasavvufî eserin müellifi.



n



(ö. 7 3 3 / 1 3 3 2 )



670'te (1272) Kırşehir'de dünyaya geldi. Asıl adı Ali, mahlası Âşık'tır. "Paşa", "beşe" veya "başağa" diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, oğlu Elvan Çelebi'nin kaleme aldığı Menûkıbü'l-kudsiyy e fî menâsıbi'l-ünsİYYe'öe anlatılanlara dayanmaktadır. Buna göre dedesi Ebü'l-Bekâ Şeyh Baba İlyas b. Ali, XIII. yüzyılda Horasan'dan Anadolu'ya gelerek Amasya'ya yerleşmiştir. Ebü'l-Vefâ Hârizmî'nin tarikatına bağlı bir şeyh olup müridlerine Babaî denmektedir. Halifesi Baba İshak'la beraber tarihlerde Baba Resul İsyanı olarak anılan ayaklanmayı başlatmıştır. Elvan Çelebi'nin M e nâkıb'ma göre Baba İlyas bu isyanda yakalanıp Amasya Kalesi'ne kapatılmış,



1 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂŞIK PAŞA zindanda bulunduğu kırkıncı gün hücre-



lendirdi. Bir süre sonra Anadolu Valisi



sinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve



Timurtaş Paşa'nın veziri oldu. Bazı si-



Baba İlyas'ı alarak kaybolmuştur. Baş-



yasî olaylara karıştığı için Mısır'a git-



ka kaynaklarda ise isyan sırasında veya



ti. Amasya'ya geri dönerken Kırşehir'e



savaş alanında öldüğü veya idam edil-



geldiğinde hastalandı ve orada vefat



diği şeklinde bazı rivayetler yer almak-



e t t i (13 S a f e r 7 3 3 / 3 K a s ı m 1332). K ı r ş e -



tadır.



hir'de bulunan türbesi, kendisinin va-



Âşık Paşa'nın babası Muhlis Paşa, Ba-



siyeti üzerine şehrin kuzeydoğusunda



Menâkıb'a



bir tepede yapılmış olup bir de kitabe-



göre, isyan sırasında henüz kundakta



si vardır. Türbenin halk tarafından kut-



bir bebek olan Muhlis Paşa, ateşe veri-



sal sayılıp ziyaret edildiği hususunda



len Çat köyünden Şerefeddin adlı birisi



bütün kaynaklar müttefiktir. Elvan Çe-



tarafından kurtarılmış, yedi yaşında Mı-



lebi babasının dünya işlerine hiç karış-



ba Ilyas'ın en küçük oğludur.



•sil



tlıiiıs



l



l



i



f



i



ti&İfasmSJğ&fâSk^



Âşık Paşa'nın Garibnâme adlı eserinin ilk sayfası (Süleymaniye Ktp., Lâleli,



iŞbyg®



oiî/^ü'îi



nr. 1752)



sır'a götürülmüş, orada yedi yıl kaldık-



madığını, kendini bütünüyle tasavvufa



ber eserin Garibnâme'rım



tan sonra tekrar Anadolu'ya dönmüştür.



vererek bir velî hayatı yaşadığını kay-



alması, Âşık Paşa'ya ait olduğu fikrini



sonunda yer



Anadolu'ya dönünce hapsedilen Muhlis



deder. Şiirlerinde ve Garibnâme 'sinde



kuvvetlendirmektedir. 4. Hikâye. Elli do-



Paşa'nın 1273 yılına kadar olan hayatı



büyük ölçüde Yûnus Emre ve Mevlânâ



kuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Raif



karanlıktır. Bu tarihte Konya'yı ele ge-



tesiri hâkimdir.



Yelkenci'ye ait bir Garibnâme



nüshası-



nın sonunda bulunmaktadır. Bu mesne-



çirmiş, fakat altı aylık bir hükümranlık-



Eserleri. 1. Garibnâme. 730 (1330) yı-



tan sonra hâkimiyeti Karamanoğullan'-



lında kaleme alınan 12.000 beyitlik bu



vide bir müslüman, bir hıristiyan ve bir



na devretmiştir. Elvan Çelebi'nin nak-



mesnevi aruzun "fâilâtün fâilâtün fâı-



yahudinin başından geçenler anlatılmak-



lettiği bu rivayete Taşköprizâde ve Oruç



lün" kalıbıyla yazılmış olup on bölümden



tadır. s. Kimya



Bey'le birlikte Şikârrde de rastlanmak-



meydana gelmiştir. Bazı nüshaların so-



ait olduğu şüpheli görünen bu risâlenin



Risâlesi. Âşık Paşa'ya



tadır. Bütün bu kaynaklardaki ifadeler-



nunda Âşık Paşa'nın gazelleri de vardır.



bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphane-



den Muhlis Paşa'nın ilk Osmanlı Sultanı



Dinî, tasavvufî ve öğretici bir eser olan



si'nde (nr. 2889) bulunmaktadır. Son iki



Osman Gazi zamanında hayatta olduğu



ve halkı eğitmek maksadıyla Türkçe ola-



risâle A. S. Levend tarafından bir ara-



rak yazılan Garibnâme, Anadolu'da Türk



da yayımlanmıştır (TDAY Belleten 1954,



Âşık Paşa önce Süleymân-ı Kırşehrî'-



tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir



s. 265-276). 6. Risâle fî



den, daha sonra İlyas Paşa'nın halife-



dairesi çok geniş olmuş eserleden bi-



Eserin adına Osmanlı Müellifleri



lerinden Şeyh Osman'dan ders almaya



ridir. Sade dili dolayısıyla eser asırlar



da başka kaynaklarda rastlanmamak-



başladı. Muhlis Paşa'nın vasiyeti üzeri-



boyunca çok geniş bir okuyucu zümre-



tadır. F. Köprülü bu risâlenin incelenme-



sine hitap etmiştir. Bu sebeple kütüp-



den Âşık Paşa'ya mal edilemeyeceğini



anlaşılmaktadır.



ne Şeyh Osman, Âşık Paşa'yı kızı ile ev-



y e s i (Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 1752)



dışın-



hanelerde pek çok nüshası bulunan Ga-



söylemektedir. Eserin Süleymaniye Kü-



Türkiye'deki en iyi ve eski



tüphanesinde bulunan nüshasında (Fâ-



tarihli nüshaları Beyazıt Devlet (nr. 3633)



tih, nr. 5335) varak 107 a 'da "Âşık" mah-



ile Süleymaniye kütüphanelerindeki (Lâ-



lası geçmektedir. Ancak bu mahlası pek



leli, nr. 1752) yazmalardır. Prof. Mundy



çok kişinin kullandığı düşünülürse, ri-



nüshası olarak tanınan en eski tarihli



sâlenin Âşık Paşa'ya ait olduğu hususu



Raif Yelkenci nüshasının ise günümüz-



şüpheli görülebilir. Bununla birlikte ri-



de Londra'da Şark Dilleri Mektebi Kü-



sâlenin konusu ile Garibnâme'nin



tüphanesi'ne intikal ettiği bilinmekte-



düncü babının üçüncü "dâsitân'ı ara-



dir. z. Fakrnâme. Âşık Paşa'ya ait oldu-



sında yakın bir ilgi bulunduğunu da be-



ğu ancak son zamanlarda tesbit edilebi-



lirtmek gerekir. Ahmet Kutsi Tecer'in



len tasavvufî muhtevalı 161 beyitlik bir



hakkında bir inceleme yazısı yazdığı bu



ribnâme'nin



Aşık Paşa'nın Garibnâme adlı eserinin müzehhep zahriy-



beyâni's-semâ.



mesnevidir. Roma



(Biblioteca Gasana-



t e n s a Turca, nr. 2054) v e M a n i s a



(Mura-



diye Ktp., nr. 1153) kütüphanelerinde iki nüshası vardır. Eserde rengârenk bir kuş olarak tasvir edilen "fakr" sonunda Hz. Peygamber'i seçerek onda karar kılmaktadır. Mesnevi E. Jemma (Estatto dalla Rivista Degli Studi Orientali, s. 219-245) ve A. S. Levend (TDAY Belleten 1953, s. 205-253) tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır. 3. Vasf-ı Hâl. Otuz bir beyitten



dör-



risâle mensur olup içinde yer yer manzum



parçalar



bulunmaktadır.



Bursalı



Mehmed Tâhir'in Manisa'da gördüğünü söylediği risâlenin bir üçüncü nüshasının da Ankara'da Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi 320 numarada kayıtlı eski bir Garibnâme



nüshası sonunda



bulunduğu anlaşılmaktadır. Âşık Paşa'nın Garibnâme'de



yer alan



gazellerinden başka nazîre mecmuala-



ibaret olan bu küçük mesnevinin Roma



rında rastlanan toplam altmış yedi şii-



ve Manisa'da iki nüshası bilinmektedir.



ri S. N. Ergun ve değişik tarihlerde A.



Mesnevide şairin adı geçmemekle bera-



Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır (bk. bibi.).



2 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂŞIK PAŞA CAMİİ BİBLİYOGRAFYA:



Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal - A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984, s. LXiy-LXX, 100-132; Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi (nşr. Atsız), İstanbul [1972], s. 28; MecdI, Şakâik Tercümesi, s. 23; Şikârî, Karamanoğullan Tarihi (nşr. M. Mesut Koman), Konya 1946, s. 16; Osmanlı Müellifleri, 1, 109110; Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 232-236; a.mlf., "Âşık Paşa", İA, I, 701-706; Ergun, Türk Şairleri, 1, 129-144; Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961, s. 295346; a.mlf., "Âşık Paşa'nın Şiirleri", TM, V (1936), s. 87-101; A. Yaşar Ocak, XIII. Yüzyılda Anadolu'da Babatter İsyanı, İstanbul 1980, s. 159-161; Fahir İz - Günay Kut, Büyük Türk Klâsikleri 1, İstanbul 1985, s. 299-301; Ali Saim Ülgen, "Kırşehir'de Türk Eserleri", VD, II (1942), s. 254-261; Agâh Sırrı Levend, "'Âşık Paşa'nın Bilinmeyen İki Mesnevisi: Fakrnâme v e Vaşf-ı Hal", TDAY Belleten 1953, s. 205-253; a.mlf., " c Âşık Paşa'nın Bilinmeyen İki Mesnevisi Daha: Hikâye v e Kimya Risalesi", TDAY Belleten 1954 (1988), s. 265-276; E. Jemma, "II Fakrnâme' Libro Della Poverta di Âşıq Pasa", Estatto dalla Rivista Degli Studi Orientali, XXIX, Roma 1954, s. 219-245; A. Kutsi Tecer, "XV. Yüzyıla Ait Oyun-Raks Hakkında Mühim Bir Eser", TFA, 1/106 (1958), s. 1695-1696; 11/107, s. 1709-1712; III/108, s. 1723-1725; IV/110, s. 1754-1755; V/113, s. 1805-1808; VI/118, s. 1901-1902; Ali Alparslan, "Âşık Paşa'da Tasavvuf", TDED, XII (1963), s. 143-156; Sadettin Buluç, "Elvan Çelebi'nin Menâkıb-nâmesi", TM, XIX (1980), s. 1-6; Fahir İz, " c Âshık Pasha", El2 (İng.), I, 698-699. S



GÜNAY KUT



Tasavvufî Şahsiyeti. Âşık Paşa, kurucusu Baba İlyâs-ı Horasânî olan büyük ve nüfuzlu bir şeyh ailesinin XIV. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli temsilcisidir. Onun, zamanında Anadolu'da Vefâiyye tarikatının başı sıfatıyla tanınmış bir mutasavvıf olduğu muhakkaktır. Küçük yaştan itibaren adı geçen tarikat çevresinde, bu çevreye mensup mühim şahsiyetlerden İyi bir tasavvuf terbiyesi aldığı, oğlu Elvan Çelebi'nin bizzat kendi ifa-



delerinden anlaşılmaktadır (Menâkıbü'lkudsiyye, s .103). Âşık Paşa kendi tarikat çevresinde olduğu kadar, o devirde Kırşehir ve yöresinde yayılmış bulunan Hacı Bektâş-ı Velî, Şeyh Süleymân-ı Türkmânî ve Ahî Evran geleneklerine bağlı önemli kişilerle de münasebet kurmuş olmalıdır. Bilhassa Mevlânâ ve Sultan Veled'e ve bunların eserlerine büyük bir hayranlık duyduğu görülen Âşık Paşa'nın Mevlevîler'le de ilişkisi bulunduğu rahatça söylenebilir (İA, I, 703). Onun Kırşehir gibi XIII. yüzyıldan beri kuvvetli ilmî, fikrî ve edebî gelişmelere sahne olmuş bir merkezde yetişmiş bulunmasının tasavvufî şahsiyeti üzerindeki rolü şüphesiz büyüktür. Âşık Paşa burada, "muhtelif mahiyette dervişlik cereyanlarının ve fütüvvet prensiplerinin çok canlı ve kuvvetli bulunduğu bir sahada" fikirlerini yayarak hatırı sayılır bir müridler zümresi edindi (İA, I, 702-703). Bütün bunlara rağmen bir müddet sonra Âşık Paşa'nın bir taraftan Hacı Bektaş müridleri, diğer yandan da Şeyh Süleymân-ı Türkmânî ve Ahî Evran taraftarlarıyla rekabet etmek zorunda kaldığını düşünmek lâzım geliyor. Çünkü oğlu Elvan Çelebi bu baba yurdunu bırakıp sülâlenin kurucusu Baba İlyâs-ı Horasânî'nin mekânı olan Çorum ve Amasya arasındaki Mecitözü bölgesine yerleşmek zorunda kalmıştır. Âşık Paşa, XIII. yüzyılda en büyük temsilcisi Baba İlyâs-ı Horasânî olan Türk "heterodoks" İslâm anlayışının propagandacısı bir şeyh ailesinin Muhlis Paşa'dan sonra çeşitli siyasî ve kültürel sebeplerin tesiriyle tedricen Sünnîleşme yoluna girdiği bir devirdeki en önemli üyesidir. Kendisinin tasavvufî düşünceleri konusunda bir ölçüde en iyi belge, hiç şüphesiz Garibnâme adındaki meş-



hur mesnevisidir. İlk anda bu esere bakarak Âşık Paşa'nın tıpkı Mevlânâ gibi vahdet-i vücûd* mektebine bağlı Sünnî bir mutasavvıf olduğu görüşüne sahip olunmaktadır. Nitekim F. Köprülü bu yüzden onun, kendi zamanında Anadolu'da çok çetin bir tarzda sürüp giden Sünnî ve gayri Sünnî mutasavvıflar arasındaki mücadelede birincilere dahil bulunduğunu ve Garibnâme'yi bu yolda yazdığını söyler (İA, I, 704). Bu görüş genelde doğru olmakla birlikte, Âşık Paşa'nın, âyet ve hadislerle, çeşitli tasavvuf î eserlerden alınmış ahlâkî ve tasavvuf î öğütleri ihtivâ eden bu eserinin, içinde birtakım heterodoks kalıntıların bulunması ihtimalini ileri süren görüş (bk. El2 (Fr.), I, 720) karşısında sistemli ve derinlemesine tahliline gerek vardır. Elvan Çelebi'nin, Âşık Paşa'nın oğlu olması dolayısıyla, babasının tasavvufî yönünü salâhiyetle ve en iyi anlatması gereken birinci elden bir kaynak vazifesi göreceğini düşünmek elbette tabiidir. Ancak onun, adı geçen eserinde babasından büyük bir hayranlıkla bahsetmesine ve fevkalâde nefis mısralarla mistik bir tablo içinde onu tasvir etmesine rağmen, yukarıdaki meselenin aydınlanmasına yarayacak bir ipucu vermediğini belirtmek gerekir. Bununla beraber Elvan Çelebi, çizdiği bu mistik tablo ile velilik mertebesinin en üst basamağına ulaşmış büyük bir velîyi anlatmak istemektedir (Menâkıbü'l-kudsiyye, s. 100-132). Bu ise bir evlâdın babasına, bir müridin şeyhine olan bağlılık ve saygısının ifadesi olarak değerlendirilebilir. BİBLİYOGRAFYA:



Elvan Çelebi, Menâkıbü'l-kudsiyye (nşr. İsmail E. Erünsal — A. Yaşar Ocak), İstanbul 1984, s. LXIV-LXX, 100-132; M. Baudier, Histoire de la Religion des Turcs, Paris 1625, s. 209, 210; Hammer, GOD, I, 54; Gibb, HOP, I, 167 vd.; Hüseyin Hüsâmeddin [Yasar], Amasya Târihi, İstanbul 1327-30, I, 224; İstanbul 1329-32, II, 470-479; Cari Brockelmann, "Altosmanische Studien I: Die Sprache 'Âsyqpâsâs Paşa und Ahmedis", ZDMG, LXXIII (1919), s. 1-29; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa", İA, I, 701-706; Fahir İz, " c Âşhik Pasha", El2 (Fr.), I, 719-720. S



r



AHMET YAŞAR OCAK



ÂŞIK PAŞA CAMİİ



~



İstanbul'da Fâtih Külliyesi ile Haliç arasındaki yamaçta ^ XVI. yüzyıla ait cami ve müştemilâtı. ^ Fetihten sonra Fâtih'in mimarı Sinân-ı Atîk'ten dolayı Mimar Sinan mahallesi olarak adlandırılan bu yerde (bugünkü Haydar Mahallesi), Anadolu ve Rumeli'de



3



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASIK PASA CAMİİ Türk fetihlerinin işaret taşı gibi birkaç türbesi olan Sarı Saltuk'un da makamı bulunuyordu. Herhalde bu makamın yanında bir de zaviye yapılmış olmalıydı. Cami eskiden beri. türbesi Kırşehir'de bulunan tanınmış şair ve mutasavvıf Âşık Paşa'nın adıyla bilinmekte ise de doğrudan doğruya onunla bir ilgisi yoktur. Diğer taraftan caminin kimin tarafından ve hangi tarihte yaptırıldığı da çapraşık bir mesele halindedir. 9S3 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri'nden öğrenildiğine göre, Sarây-ı Atîk ağalarından Hüseyin b. Abdullah Ağa 898 Muharreminde (Kasım 1492) burada bir cami yaptırarak bu hayrata çeşitli yerlerde pek çok mülk ile Unkapanı civarında Üsküplü mahallesinde bir de çifte hamam vakfetmiştir. Sonradan 908 Cemâziyelâhirinde (Aralık 1502), 909 Rebîülevvelinde (Eylül 1503) ve 909 Recebinde (Ocak 1504) bu vakıf, aynı kişinin yeniden bağışladığı mülklerle zenginleşmiştir. Vakfiyeden anlaşıldığına göre caminin yanında bir de zâviye bulunuyordu. Ayvansarâyî ise Âşık Paşa Mescidi'nin (veya camii) her ne kadar bu adla şöhret bulmuş ise de gerçek kurucusunun Şeyh Ahmed Efendi olduğunu bildirir. Şeyh Ahmed Efendi, XV. yüzyıl içinde yaşamış olan ve Âşıkpaşazâde adı ile bilinen, tanınmış tarih yazarı Derviş Ahmed Âşıkî'den başkası değildir. Fethin hemen arkasından, eski ve yaygın geleneğe uyularak bir Bizans kilise harabesinin yerinde, Haliç'e hâkim bir yamaçta, Sarı Saltuk Baba adına bir makam ve bir zâviye kurulmuş olması muhtemeldir. Hatta belki de bu ilk basit tesis Derviş Ahmed Âşıkî'nin hayratıdır. XV. yüzyıl sonlarına doğru yapılan cami, Ayvansarâyî'nin Mecmûa-i Tevârîh'inde belirttiğine göre Enderun ağalarından Tavaşî Hüseyin Ağa tarafından yeni baştan inşa ettirilmiştir. Minberini ise Kanûnî Sultan Süleyman ile Sigetvar Seferi'ne katılan ve padişahın öldüğü günlerde (7 Eylül 1566) Peç'te (Peçuy) vefat ederek oradaki Kasım Paşa Camii hazîresine gömülen Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Efendi koydurmuştur. Yine Ayvansarâyî'den öğrenildiğine göre Hüseyin Ağa "müceddeden mescid-i şerifi bina eylemiştir". Ancak bütün bu bilgiler bu caminin tarihçesinin aydınlanmasına yetmemektedir. Çünkü Hüseyin Ağa'ya ait olması gereken türbenin kitabesinde 1783 gibi çoK geç bir tarih vardır. Bunun 1782 yangınından sonra yaptırılan



tamir ile ilgili olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. Hüseyin Ağa tarafından cami yeniden yaptırılırken belki Âşıkpaşazâde ile Seyyid Velâyet'in türbeleri de şimdi görüldükleri biçimde inşa edilmiştir. Âşık Paşa ailesinden pek çok kişinin gömüldüğü bu manzumenin zaviyesine bağışlanan vakıflar arasında 907 Cemâziyelâhirinde (Aralık 1501) yapılan bir tanesi dikkate değer. Bu, İstanbul'dan başka Dimetoka, Hayrabolu, Tire ve Denizli'den buraya gelirler ayıran Fatma Sultan'ın bağışıdır. Mezarı Bursa'da bulunan ve Sûfî Sultan Hatun olarak tanınan Fatma Sultan ise Padişah 11. Bayezid'in kızı ve Güzelce Hasan Bey'in zevcesidir. Bu hanım sultanın Âşık Paşa Zâviyesi'ne yaptığı bağışla ilgili bazı geç tarihli belgeler Topkapı Sarayı Arşivi'ndedir. Âşıkpaşazâde ailesinden Şeyh Seyyid Velayet, Muharrem 928 (Aralık 1521) tarihli vakfiyesiyle bu zâviyeye pek çok vakıf bıraktığı gibi Râbia Hatun'un 934 Cemâziyelâhirindeki (Mart 1528) vakfiyesinde Âşık Paşa Zâviyesi'ne ilâve ettirdiği sekiz hücrenin Mimar Sinan tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Bu kayıt da şaşırtıcıdır, çünkü o tarihte Sinan henüz mimarlık çalışmalarına başlamış bile değildi. Cami ve zâviyenin yanına, Âşıkpaşazâde'ye ait olarak bilinen bir türbeden başka, 874'te (1469-70) kızı Râbia Hatun ile evlenerek damadı olan müridlerinden Seyyid Velâyet için de bir türbe yapılmıştır. Âşıkpaşazâde tarihini yayımlayan Âlî Bey'e göre Râbia Hatun, Seyyid Velâyet'in zevcesi değil müridelerinden bir hanımdır. 1633 ve 1782 yangınlarında büyük ölçüde zarar gören manzume, sonuncu yangının hemen arkasından ihya edilmiş ve bu tamiri belirten 1198 (1783-84) tarihi caminin kapısı üstündeki bir âyetin altına konulmuştur. Son cemaat yerinin sol tarafına eklenen kare planlı küçük bir mekân ise Hüseyin Ağa'nın türbesi olmuştur. Mezar taşında yine 1198 tarihinin bulunması şaşırtıcıdır. Ayvansarâyî, Hüseyin Ağa'nın "...vefatında camiin taşrasında dergâhı kurbunda defn olunmuştur" dediğine göre, 1782 yangınında zarar gören bu kabir, bir yıl sonra yapılan büyük tamirde caminin bitişiğine eklenen bir türbeye konulmuş ve mezar taşına da tamir tarihi işlenmiş olmalıdır. Bütün manzume 1918'de büyük Cibali-Fatih yangınında bir kere daha yanmış, 1970'li yıllarda cami ve türbeler restore edilmiştir.



Âşıkpaşazâde manzumesinin merkezi olan cami, kare bir plana sahip, kurşun kaplı tek kubbe ile örtülü basit bir yapıdır. Önceleri üç bölümlü olduğu sanılan son cemaat yeri bugün mevcut değildir. Caminin beden duvarları muntazam iki sıra tuğla ve bir sıra kesme taştan olmak üzere inşa edilmiş, sonraki tamirlerde üst kısmı değişen minaresi de tamamen kesme taştan yapılmıştır. Yangınlar yüzünden caminin içinde ilk yapılışına ait hiçbir şey kalmamıştır. Caminin kıble tarafında tek kubbeli kare bir mekân halinde muntazam kesme taş cepheli türbe binası, tarih yazarı Derviş Ahmed Âşıkî'ye ait kabul edilmektedir. Bitişiğinde, üstü bir aynalı tonozla örtülü küçük türbede ise iki sanduka bulunmaktadır. Caminin önünden geçen dar sokağın karşı tarafında ise yine kubbeli kare bir bina biçiminde olan Seyyid Velâyet Türbesi bulunmaktadır. Bu da öteki gibi muntazam kesme taştan inşa edilmiş klasik Türk mimarisi üslûbunda bir yapıdır. Caminin etrafında ve Seyyid Velâyet Türbesi'nin yanında geniş hazîreler vardır. Caminin etrafındaki arazide bulunan ve bağışlanan vakıflardan çok saygı duyulan bir tesis olduğu anlaşılan zâviyetekkeden ise bugün görünürde bir iz yoktur. Dahiliye Nezâreti'ne ait bir nüfus sayımındaki kayıtlardan Emîrler, Seyyid Velâyet Hazretleri, Seyyid Velâyet adları ile anılan tekkede 1301'de (1883-84) biri erkek, üçü kadın olmak üzere dört kişinin oturduğu anlaşılmaktadır. Tekkenin en azından XX. yüzyıl başlarına kadar mâmur ve faal olduğu düşünülebilir. Büyük bir ihtimalle tekke de bu çevreyi harap eden 1918 yangınında yok olmuş, bir daha da ihya edilmemiştir. Caminin avlusunu sokaktan ayıran duvarda İstanbul'un en eski ve esas mimarisini koruyabilmiş nâdir çeşmelerinden biri bulunmaktadır. Çeşme Âşık Paşa sülâlesinden Şeyh Ahmed Efendi tarafından yaptırılmıştır. Üzerindeki Arapça kitabesinde 972 (1564-65) tarihi vardır. Kemerin iki yanındaki birer mısradan ibaret Türkçe kitâbede ise rakamla tarih olmadığından ebcedi değişik biçimlerde hesaplanabilmektedir. İ. Hilmi Tanışık bunu 987 (1579) olarak çözmüş, R. Ekrem Koçu ise tarihin ta'miye'li ve mücevher bir tarih olduğuna işaretle 976 (1568-69) rakamını çıkarmış, Fahri Derin ve Vahit Çabuk ise 978 (1570-71) tarihini bulmuşlardır. Tamamen kesme taştan yapılan, kemerinin kilit taşındaki



4



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂŞIK PASA TÜRBESİ ile cephesinde üç rozet süslemesi olan bu küçük eser İstanbul'un en eski çeşmelerinden biri olarak ayrıca değerlidir. Âşık Paşa Camii ve manzumesi Osmanlı devri Türk tarihinin önemli adlarının hâtırasını yaşatan tarihî bir eser olarak İstanbul'u süslemekte, fakat oldukça çapraşık tarihçesi ile de bunu tam olarak aydınlatacak bir araştırıcıyı beklemektedir. BİBLİYOGRAFYA: Âşıkpaşazâde, Târih, Giriş, s. h-yb; Ayvansarâyî, Hadtkatü'l-ceuâmi', I, 154-155; a.mlf., Mecmûa-i Tevârth (nşr. Fahri Ç. Derin — Vâhid Çabuk), İstanbul 1985, s. 109, 126, 275; a.mlf., Vefeyât-ı Selâtîn, s. 163; İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1943, I, 14, nr. 13; İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), s. 273-278; W. Müller - VViener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 369370 ve 519 (çeşme); R. Ekrem Koçu, "Âşıkpaşa Camii v e Âşıkpaşazâde Türbesi, Âşıkpaşazâde Çeşmesi", lst.A, II, 1148-1151. S



r



SEMAVİ E Y İ C E



ÂŞIK P A Ş A TÜRBESİ Büyük Türk mutasavvıf-şairlerinden Âşık Paşa'nın Kırşehir'deki türbesi.



Şehrin dışında, kuzeye doğru uzanan bir tepenin yamacında kurulmuş geniş bir mezarlığın içinde bulunan türbe, yan cephesindeki kitâbeden öğrenildiğine göre, 13 Safer 733'te (3 Kasım 1332) vefat eden Âşık Paşa için yaptırılmıştır. Kitabede Âşık Paşa, Şeyh Bâce olarak anıl-



Âşık Pasa Türbesi ve türbenin 733 (1332) tarihli inşa kitabesi - Kırşehir



mış, doğum ve ölüm tarihleri ise bazı kelimelerin ebced* değerlerinden çıkarılmıştır. 0 tarihlerde Kırşehir Eretnaoğullarfnın (veya Ertena) arazisi içinde bulunduğundan, bu türbenin de Eretnaoğulları'nın veziri ve Âşık Paşa'nın yeğeni Alâeddin Ali Şah tarafından yaptırılmış olabileceği bir ihtimal olarak ileri sürülmüştür. Saim Ülgen'e göre, türbe kubbesinin şekil olarak Kırgız çadırını andırması, bu eserin mimarının Horasan erenleriyle Anadolu'ya gelmiş Orta Asyalı bir Türk olabileceğini akla getirmektedir. Türbenin yanında Âşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birinin Âşık Paşa'nın babası Muhlis Paşa'nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka bir taşın da Âşık Paşa'nın oğlu Çan'a ait olduğu ileri sürülmekte ise de buradaki tarihi 4 Şevval 764 (17 Temmuz 1363) olarak okuyanlar olduğu gibi tarihin 964 (1557) olduğu da H. Baki Kunter tarafından ileri sürülmektedir. Kitabede Can b. Âşık Paşa adı okunduğuna göre ikinci görüşe katılmak zordur. Burada ayrıca Âşık Paşa'nın zevcesi Hâce Hatun'a ait olduğu iddia edilen bir mezar taşı daha görülmüştür. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Âşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazîre geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935'te ufak bir tamir görmüştür.



mıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bindirme tekniği kullanılmıştır. Türbe mekânının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bunların arasındaki pandantiflerle sekiz dilimli kubbeye geçiş sağlanmıştır.



Bazı vakıf kayıtlarından Kırşehir'de Âşık Paşa adına bir de zâviye olduğu anlaşılmaktadır. Halkın büyük saygı gösterdiği erenlerin türbeleri yanında zaviyeler kurulduğu düşünülecek olursa bu tesisin türbe yakınında bulunması gerekir. Ancak bugün çevrede bu hususu destekleyecek herhangi bir iz yoktur. C. Hakkı Tarım daha aşağıda mahalle içindeki bazı işlenmiş kalıntıların zaviyeye ait olabileceğini yazmaktadır.



Âşık Paşa Türbesi, simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseridir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu'da İslâmTürk yapı sanatının değerli bir örneğidir. Değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde yatan büyük Türk mutasavvıfı ve Anadolu Türk edebiyatının kurucularından biri olan Âşık Paşa'nın şanına uygun bir mahfaza teşkil etmektedir.



Âşık Paşa Türbesi'nin yan cephesi şehre bakacak bir biçimde yamaca yerleştirilmiştir. Tamamen mermerden olan yapının ön mekânını teşkil eden giriş holüne bu yan cephedeki süslü bir kapıdan girilir. Bu mekânın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir kenarı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden ibarettir. Âşık Paşa'nın sandukası tam ortada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olması gerekirse de bu husus araştırılma-



Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina ile süslenmiştir. Cephenin kenarında bulunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri kemerli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu nişin alt kısmında yayvan kemerli esas giriş bulunur. Cephelerin ortasındaki pencereler ise birer sivri kemer içinde açılmıştır. Esas türbe binasının dışında mahya hattı profilli bir silme ile belirtilmiştir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getirmekte olup bunun içinde kitâbe bulunmaktadır. 1965 yılında Kırşehir'de yaptığımız incelemeler sırasında Âşık Paşa Türbesi'nin ön mekânında yere döşenmiş iki parça halinde mermer bir levha bulmuştuk. Yere saplanacağı kısmı işlenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kısmında rûmî motiflerle bezenmiş bir madalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu.



BİBLİYOGRAFYA: Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihi üzerinde Araştırmalar, Kırşehir 1938, I, 86-89; a.mlf., Tarihte Kırşehri-Gülşehri, İstanbul 1948, s. 2930; Semavi Eyice, "Kırşehir'de H. 709 (1310) Tarihli Tasvirli Bir Türk Mezartaşı", Reşid Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, s. 215-216; Gordlevskij, "Kırşehir'de Âşık Paşa'ya A i t Bir Hâtıra", Comptes-Rendus de VAcademie des Sciences de l'URSS, I, Moskva 1927, s. 25-28; A. Sâim Ülgen, "Kırşehir'de Türk Eserleri", VD, II (1942), s. 258-260; H. Baki Kunter, "Kitabelerimiz", a.e., II (1942), s. 436; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa", İA, I, 703. B



SEMAVI EYİCE



5



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASIK VEYSEL kıh okuduktan sonra İstanbul'a giderek Hâfız Ahmed Şükrü ve yeğeni Hâfız İsmâil Hakkı Bayrî'den aşere* ve takrîb*, Varnalızâde Hâfız Ahmed Hamdî'den de İbnü' 1 - Cezerî' nin Tayyibetü 'n - Neşr'ini okudu.



ÂŞIK VEYSEL (1894-1973)



L



XX. yüzyıl Türk âşık şiirinin Türkiye'deki önemli temsilcisi.



J



Sivas'ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğdu. Yedi yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı yüzünden önce sağ gözünü, daha sonra da babasının elindeki övendirenin saplanması üzerine sol gö-



Âşık Veysel



zünü kaybetti. On yaşında saz çalmaya başladı. Önceleri her âşık gibi "usta malı" deyişler çalıp söyledi. Soyadı kanunundan sonra Şatıroğlu soyadını alan Âşık Veysel'i edebiyat dünyasına Ahmet Kutsi Tecer tanıtmıştır. A. K. Tecer'in ilk defa 5 Ocak 1931 'de düzenlediği ve on beş âşığın çağırıldığı Sivas Âşıklar Bayramı 'na katılanlar arasında Âşık Veysel de vardı. 1933'ten sonra, eski gezginci âşıklar gibi, elinde sazı ile hemen hemen bütün yurdu dolaştı. Bir ara köy enstitülerinde saz öğretmeni olarak da görev yaptı. İlk şiiri, Cumhuriyet'in 10. yıl dönümünde Atatürk için söylediği destandır. İlk şiir kitabı olan Deyişler 1944'te Ankara'da Halkevleri Genel Merkezi'nce yayımlandı. Şiirlerini daha sonra Sazımdan Sesler (1949) adlı kitapta topladı. Bütün şiirlerini bir araya getirdiği Dostlar Beni Hatırlasın (1970) ise son kitabıdır. 1952 yılında İstanbul'da adına büyük bir jübile düzenlenen Âşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından "ana dilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinden aylık bağlandı. Sağlığında, şiirlerini çalıp söylediği plakların yanında "Karanlık Dünya" adı ile kendisinin ve köyünün görüntülendiği bir de film yapıldı. 21 Mart 1973'te doğduğu köy olan Sivrialan'da öldü; aynı yerde toprağa verildi. Ölümünden sonra evi, içindeki bütün eşyaları ile korunarak müze haline getirildi. Ölüm yıl dönümlerinde köyünde yapılan törenlerle anılmaya başlandı. Halkla aydınlar arasında bir köprü kurmuş bulunan Âşık Veysel'in şiirleri konu bakımından epeyce zengin bir çeşitlilik göstermektedir. Yûnus'un etkisi altında kalarak söylediği şiirlerinde halk kültürünün mayasına karışan yönleriyle tasavvuftan izler bulunur. Aşk şiirlerindeki deyişleriyle bir yönden de Karacaoğlan'ın devamı gibidir. Şiirlerinde yer yer yöresinin ağız özellikleri de görülür.



Sazı ve sesi zayıf olan Âşık Veysel, âşıklık geleneğinin hikâye anlatma, muamma asma ve çözme, atışmalarda bulunma gibi yönlerine uyamamış olsa bile çağının radyo, fabrika, tren, füze gibi yeniliklerine kucak açan şiirleriyle kendinden önceki âşıklardan ilerdedir. Âşık Veysel, bir yanı ile sürdürdüğü âşık şiiri geleneğini ve yaşadığı çağı şiirlerinde ustaca bir araya getirmiştir. Diğer âşıkların Âşık Veysel için söyledikleri deyişler de bir kitapta toplanmıştır: Ölümünün Onuncu Yılında Âşık Veysel'e Deyişler (haz. Hayrettin İvgin — İrfan Ü n v e r N a s r a t t m o ğ l u , Ankara 1983). BİBLİYOGRAFYA:



İbrahim Aslanoğlu, Âşık Veysel, Sivas 1967; 0. Yaşar Oğuzcan, Âşık Veysel (Hayatı, Şiirleri ve Hakkında Yazılanlar), İstanbul 1972; Nejat Sefercioğlu — Aydın Kuran, Âşık Veysel Bibliyografyası, Ankara 1983; Milliyet Sanat Dergisi (Âşık Veysel Özel Sayısı), sy. 26, 30, İstanbul 1973; Sivas Folkloru (Âşık Veysel Özel Sayısı), sy. 4, Sivas 1973; TFA (Âşık Veysel Özel Sayısı), sy. 296 (1974); TA, XXX, 220-221; Fahir İz, " c Âshik Weysel", El2 Suppl. (İng.), s. 91. S



r



AYDIN OY



ÂŞIKKUTLU, Mehmet Rüştü



Mehmet Rüştü görev hayatına oldukça erken yaşlarda Uğurlu kasabası Merkez Camii'nde fahrî imam-hatip olarak başladı. 1936 yılında Uğurlu Kur'an Kursu öğreticiliğine, 1941'de Of merkez vâizliğine tayin edildi. Resmî görevini sürdürürken bir yandan da kıraat, fıkıh ve Arapça okuttu. 1976 yılında vâizlikten emekliye ayrıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı'nca Ankara ve İstanbul'da açılan hizmet içi eğitim kurslarında 1974-1979 yılları arasında, bütün rivayet ve tarikleriyle aşere okuttu. Tayyibetü'n-Neşr'i takrir etti. 28 Ağustos 1980'de tedavi için Trabzon'dan İstanbul'a giderken uçakta vefat eden Âşıkkutlu, doğduğu yer olan Uğurlu kasabasında defnedildi. Sahasında pek çok öğrenci yetiştiren Âşıkkutlu'nun kıraat konusunda Aşere Kaideleri, Takrîb Kaideleri, Tayyibe Tercümesi ve Tayyibe Şerhi adlı dört eseri vardır. Henüz basılmamış olan bu kitaplar Uğurlu'da vârislerinin elinde bulunan özel kitaplığındadır. BİBLİYOGRAFYA:



Tayyibe Şerhi adlı eserinin mukaddimesinde bulunan ve kendisi tarafından kaleme alınmış olan biyografisi; Of Müftülüğü Arşivi'ndeki özel dosyası; l. Lütfi Çakan, "Aşere, Takrîb v e T a y yibe Üstadı M . Rüştü Âşıkkutlu ile bir Mülâkat", Hakses Mecmuası, sy. 126, Ankara 1975, s. 16-18; "Kırâat İlmi'nin Büyük Üstadı M e h m e d Rüştü Âşıkkutlu V e f â t Etti", Diyanet Gazetesi, sy. 245, Ankara 1980, s. 14-15; Recep Akakuş, "M. Âşıkkutlu Hocamızın Ardından", a.e„ sy. 247 (1980), s. 4. r—ı SKİ E M İ N Â Ş I K K U T L U



1



(1901-1980)



(ö. 889/1484'ten sonra)



Son devir kıraat âlimi. ^ Of ilçesinin Uğurlu (Çifaruksa) kasabasında doğdu. Babası Ahmed Cemâleddin, annesi Hanîfe'dir. İlk öğrenimini kasabanın öğretmeni olan babasından yaptı, sonra aynı yerde hıfzını tamamladı. Muhitin tanınmış âlimlerinden Çalıkzâde Tâhir Efendi, Çalekli Dursun Feyzi Efendi ve Kâsımzâde Hasan Efendi'den Arapça, Bakkalzâde Paçanlı İsmail Hakkı'dan ferâiz dersleri aldı. İmtihanla Çifaruksa Medresesi'nin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken medreseler kapatılınca (1924) bir müddet daha Dursun Feyzi Efendi'den tefsir, akaid ve fı-



ÂŞIKPAŞAZÂDE



F



Osmanlı tarih yazarı.



^



Asıl adı Derviş Ahmed, mahlası ÂşıkTdir. Fakat daha çok büyük dedesi olan Âşık Paşa'ya nisbetle Âşıkpaşazâde adıyla anılır. Hayatı hakkındaki bilgiler hemen sadece yazmış olduğu Osmanlı tarihine dayanmaktadır. Kendi ifadesine göre 803 (1400) yılı civarında (Târih, s. 35) Amasya sancağının Mecitözü kazasına bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu. Küçük yaştan itibaren tekke çevresinde yetişti, çok gezdi ve zamanın ünlü şahsiyetleriyle tanıştı. Gençlik yıllarında bir müddet Geyve'de Yahşi (Keşfü'z-zunûn,



6 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



Â5İR I, 283'te Bahşi) Fakih'in evinde kaldı. Fet-



na kaynak olmuş, ancak XVI. yüzyıl Os-



karşılıklı olarak başka bir . oran tesbit



ret Devri'nin bazı olaylarına ve II. Mu-



manlı tarihçileri genellikle Neşrî'nin da-



edilmemişse % 10'du (bk. UŞÛR). BU ver-



rad'la Düzmece Mustafa arasındaki mü-



ha derli toplu olan eserini kullanmayı



ginin nisbeti onda bir (uşr — öşür) veya



cadeleye şahit oldu. Bir süre Konya'da



tercih etmişlerdir. Diğer taraftan, muh-



onun bölümleriyle (nısfu l-uşr % 5 r u b ' u ' l -



Sadreddin Konevî Zâviyesi'nde misafir



temelen Kâtib Çelebi'nin biraz hafife alan



uşr % 2,5) ifade edildiğinden bunları tah-



olarak kaldı ve Şeyh Abdüllatîf el-Kudsî'-



ifadesinden (Keşfü'z-zunûn, I, 283) dolayı



sil eden vergi memuruna da "onda bir-



den el aldı. 1437'de hacca gitti, dönüş-



uzun süre unutulan Tevârîh-i



t e Mısır'a uğradı. Daha sonra Paşa Yiği-



mân, gerçek ve modern mânada ilk defa



Âl-i



Os-



toğlu İshak Bey'in himayesinde bir müd-



Hammer tarafından kullanılmıştır. Ma-



det Üsküp'te kaldı. II. Murad'ın bazı se-



hiyeti itibariyle anonim Tevârîh-i



leri toplayan kimse" mânasında bu ad verilmiştir. Âşirin, bölgesinden geçen müslüman-



Âl-i



lardan aldığı ticarî mal vergisi aslında



ferlerine katıldı ve onun iltifatını kazan-



Osman'lardan pek farklı olmayan eser,



zekâttır. Bu yüzden ancak zekâtın di-



dı. Fâtih Sultan Mehmed'in, şehzadeleri



gerek muhtevası gerekse konuşma dili-



ğer şartları gerçekleşmiş ve o yılın ze-



Mustafa ve Bayezid'in sünnetleri müna-



ne yakın ve devrinin yazı dilini aksetti-



kâtı daha önce ödenmemişse alınırdı.



sebetiyle 1457 yılında Edirne'de yaptır-



ren sade üslûbu bakımından orta taba-



Buna göre âşir, kendi bölgesinden ge-



dığı şenliklere katıldı-, bu sırada Fâtih'-



ka ve özellikle askerî zümreler arasın-



çen gayri müslimlere ait ticarî malların



ten bazı ihsanlar gördü. 874'te (1469-



da okunmak üzere bir nevi halk destanı



uşûr vergisini, müslümanlara ait malla-



70) kızı Râbia'yı müridi Şeyh Seyyid Ve-



tarzında yazılmıştır. Anonim tarihlerden



rın da zekâtını tahsil eden bir kimse ola-



lâyet'le evlendirdi. Meşhur tarihini ta-



farklı özelliği ise Osmanlı padişahlarını



rak görev yapmıştır. Ticarî maksatla baş-



mamladığı 1484 yılında yaşı seksen beş



birer "mücahid gazi" olarak görmesi,



ka yerlere sevkedilmeyen zekâta tâbi



civarında idi. Onun büyük bir ihtimalle



devletin kuruluşunda ve bilhassa Anado-



her türlü malın ve ziraî mahsullerin ze-



bu tarihten sonra öldüğü kabul edilmek-



lu'da İslâmî Türk kültürünün yerleşme-



kâtı ise ayrı bir memur (âmil) tarafın-



tedir. Mezarı da muhtemelen İstanbul'-



sinde büyük rolleri olan "abdâlân-ı Rûm",



dan toplanmaktaydı (bk. ÂMIL).



da Haydar mahallesinde büyük dedesi



"gâziyân-ı Rûm" ve "bâciyân-ı Rûm" gi-



Âşık Paşa adına inşa ettirdiği cami ha-



bi ahî kuruluşları hakkında bilgiler ver-



zîresindedir.



mesidir. Esere yer yer serpiştirilen ve



Âşıkpaşazâde daha çok Tevârîh-i



Âl-i



Osmân adlı eseriyle tanınmaktadır. Hayatının sonlarına doğru yazmaya başladığı tarihinin Yıldırım Bayezid devrine kadar gelen kısmını Yahşi Fakih'in menâkıbnâmesinden, bu padişahın 1391'de Macarlar'la yaptığı savaşı Kara Timurtaş'ın oğlu Umur Bey'den, 1402'deki Ankara Savaşı'nı bu savaşta solak* olarak bulunan birinden nakletmiş, II. Murad ve Fâtih dönemlerini ise bizzat kendi gözlemlerine dayanarak kaleme



almıştır.



Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Fâtih devri sonlarına (eserin çeşitli yazmalarında



bitiş tarihi farklıdır) kadar gelen bu eserde konular bablar ve soru - cevap şeklinde



bir kısmı Ahmedî'nin



İskendernâme'-



sinden alınmış olan nazım parçalarının ise edebî bir değeri yoktur.



ABDÜLKADİR ÖZCAN



Çoğu yurt dışında olmak üzere ondan fazla yazma nüshası bulunan



lırken tam ehliyetli (bk. EHLÎYET) olması-



olduğu üzerinde de durulmuştur. Bir vergi memuru olarak âşirin ilk defa Hz. Peygamber zamanında mı, yoksa Hz. Ömer devrinde mi tayin edildiği kaynaklarda tartışmalıdır. Serahsî bu müesseseyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmekte ise de ikinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Ebû Yûsuf'un belirttiğine göre, Hz. Ömer zamanında ilk defa âşir olarak tayin edilen kimse ashaptan Ziyâd b. Hudayr'dır. Bazılarının sıhhatinde şüphe olmakla birlikte Hz. Peygamber'den, "Âşire rast-



temel ölüm tarihine bakılırsa 166. babdan eklenmiş olabileceği düşünülebilir.



âşirde bulunması gereken şartlar sayı-



sağlamaya muktedir olmasının gerekli



BIBLIYOGRAYFA:



ele alınmıştır. Müellifin yaşına ve muhdan sonraki kısımların başkaları tarafın-



liydi. Bundan dolayı fıkıh kitaplarında



nın yanında yol ve ticaret emniyetini



Âşıkpaşazâde, Târih, s. 35, 66, 79, 135, 139, 205; a.e. (Atsız), s. 79-80; Mecdî, Şakâik Tercümesi, s. 352; Keşfü'z-zunûn, I, 283; Ayvansarâyî, Hadtkatü'l-cevâmi', 1, 153; Osmanlı Müellifleri, III, 84; Hammer (Atâ Bey), I, 27; Babinger (Üçok), s. 38-42; Banarlı, RTET, I, 498499; V. L. MĞnage, "Osmanlı Tarihçiliğinin Başlangıcı" (trc. Salih Özbaran), TED, sy. 9 (1978), s. 227-240; M. Şâkir Olkütaşır, "Âşık Paşazade", İTA, I, 600-602; M. Fuad Köprülü, "Âşık Paşa-zâde", İA, I, 706-709; Fr. Taeschner, " cÂshik - Pasha - zade", El2 (Fr.), I, 720. H



Âşir aynı zamanda bölgesindeki yol ve ticaret emniyetini sağlamakla da görev-



larsanız onu öldürünüz" mânasında ve-



(j^UI )



Uşûr vergisini tahsil eden memur.



ya buna benzer anlamlara gelen hadisler rivayet edilmektedir (Ebû Ubeyd, s. ^



470; Müsned, IV, 234). İslâm hukukçuları bu hadislerin, Câhiliye devrinde Arap ve



Âşıkpaşa-



üç ayrı neşri vardır. Ese-



İslâm'ın ilk asırlarında, ticarî mal ve-



Acem memleketlerinde ticarî mallardan



rin ilk neşri Âlî Bey tarafından yapılmış-



ya bir nevi gümrük vergisi diyebileceği-



% 10 nisbetinde alınan, İslâmiyet'te ise



tır (İstanbul 1332). Bu neşirde eser 1502



miz uşûr vergisini tahsil eden kimseye



müslümanlar için °/o 2,5, zimmîler için



yılına, Friedrich Giese (Leipzig 1929) neş-



âşir denildiği gibi aşşâr da denilmekte-



de % 5'le sınırlandırılan bu vergiyi top-



zâde Târihi'nm



rinde 1492'ye kadar gelir. Atsız'ın yap-



dir. Şehirler veya milletlerarası ticaret



larken halka zulmeden, belirlenen bu



tığı neşir ise (İstanbul 1949) eserin 161



yollarının kavşak noktalarında, önemli



oranlardan fazlasını alan vergi memurları için vârit olduğu görüşündedirler (bk.



babını ve sadece Âlî Bey neşrinde bu-



geçitlerde görev yapan âşirler bölgelerin-



lunan "Fasıl" adlı son bölümünü ihtiva



den geçen ticarî mallardan, sahiplerinin



Serahsî, el-Mebsût,



eder. Yakın zamana kadar pek tanınma-



müslüman, z i m m î * veya müste'min ol-



470). Bu hadislerde, Câhiliye devrinde



yan Âşıkpaşazâde



II, 199; Ebû Ubeyd, s.



asıl öne-



masına göre değişen oranlarda vergi al-



benzer bir pazar vergisini (bâc) toplayan



mi, ilk standart Osmanlı tarihlerinden



maktaydılar. Kaynakların belirttiğine gö-



ve halkı ağır vergilerle bunaltan kimse-



biri olmasından gelir. Eser daha yazıl-



re bu oran müslümanlar için % 2,5, zim-



lerin kasdedilmiş olması da muhtemel-



dığı devirde Neşrî'nin



mîler için % 5 ve müste'minler için de



dir (bk. Ebû Ubeyd, s. 471, ayrıca bk. BÂC).



Târihi'nin



Cihannüma



sı-



7 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂSİR BIBLIYOGRAFYA:



di babasının bu arzusunu yerine getirmek için belirtilen yerde bir kütüphane



Lîsânü'l-'Arab, " c aşr" md.; Müsned, IV, 234; Ebû Yûsuf, el-Harâc, s. 145-146; Yahyâ b. Âdem, Kitâbul-Harâc (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1384, s. 168-169; Ebû Ubeyd, elEmval, s. 469-481; Serahsî, el-Mebsüt, I, 199 vd.; a.mlf., Şerhu's-Siyeri'l-kebtr (nşr. Abdülazîz Ahmed), Kahire 1971-72, V, 2133-2136, 21392157; İbn Âbidîn, Reddul-muhtar, II, 308-318; Yûsuf el-Kardâvî, Fıkhuz-zekât, Beyrut 1389/ 1969, II, 1089-1105; Mustafa Fayda, "Hz. Ömer v e Ticaret Malları Vergisi veya Uşûr", AÜİFD, XXV (1982), s. 169-178; a.e„ XXVI (1983), s. 327-334. m I ® MEHMET ERKAL



r



ÂŞİR EFENDİ Reiszâde Mustafa Âşir Efendi (1729-1804)



binası yaptırmış ve düzenlediği Şevval 1214 (Mart 1800) tarihli vakfiyesiyle de kendi adıyla anılan kütüphaneyi kurmuştur. Âşir Efendi vakfiyesinde daha önce Âşir Efendi'nin Pîrî Mehmed Paşa Dergâhı hazîresine nakledilen mezar taşı Fındıkzâde / istanbul



hazîresine defnedilmiş, daha sonra Molla Gürânî Mezarlığfna nakledilmiştir.



babasının kütüphane personeliyle ilgili olarak koyduğu esasları aynen muhafaza etmiş, ancak kendi sağladığı gelirle hâfızıkütüblerin ücretlerini arttırma ve onlara yardımcı olacak iki mülâzım tayin etme gibi birkaç değişiklik yapmıştır. Başlangıçta



Reîsülküttâb



Mustafa



Efendi'nin vakfettiği 1237 kitapla kurulan Âşir Efendi Kütüphanesi koleksiyonu daha sonraları Mustafa Âşir Efendi,



Bilgisi, dürüstlüğü, hayır ve hasenata



oğlu Rumeli kazaskeri Hafîd Efendi, Ka-



düşkünlüğü ile takdir edilen Âşir Efen-



sîdecizâde Süleyman Sırrı Efendi ve Âşi-



di ayni zamanda iyi bir hattattı. Bahçe-



refendizâde Mehmed Bahâeddin Efen-



kapı'da bugün kendi adıyla anılan cad-



di'nin yaptıkları kitap bağışlarıyla olduk-



dede bulunan konağının bahçesinde bir



ça zenginleşmiştir.



tâb Mustafa Efendi'nin oğludur. Tahsi-



kütüphane ve dârülkurrâ kurmuş, bu-



lini devrin tanınmış âlimlerinin yanında



raya görevliler tayin ederek bazı gelir-



tamamladıktan sonra 1744 yılında ruûs*



ler tahsis etmiştir. Ayrıca Kastamonu'da



imtihanını kazanarak çeşitli yerlerde mü-



bulunduğu sırada orada da hayır eser-



derrislik yaptı. Daha sonra kadılık mes-



leri yaptırmıştır. Günümüzde Süleyma-



Öğretim yanında hatim duası ve mevlid gibi bazı dinî faaliyetlerin de yapıldığı Âşir Efendi Kütüphanesi haftada beş gün açık bulunmaktaydı. Tatil günleri ise devrin diğer bazı kütüphanelerinde olduğu gibi salı ve cuma idi.



L



Kurduğu kütüphane ile meşhur olan Osmanlı şeyhülislâmı.



5 Ağustos 1729'da doğdu. Reîsülküt-



leğine geçti; 1768'de Yenişehr-i Fenar



niye Kütüphanesi'nin bir bölümünü oluş-



(Larissa), 1777'de Bursa, 1781'de Mekke,



turan kütüphanesinde bizzat kendisinin



1786'da İstanbul kadılıklarında bulun-



istinsah ettiği bazı yazmalar da bulun-



du. Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri-



maktadır.



nin önce pâye'lerini aldı, ardından bil-



de kurulan kütüphaneye, 1918 yılında da buradan Süleymaniye Kütüphanesi'-



BIBLIYOGRAFYA:



fiil 1788'de Anadolu, 1789'da da Rume-



Devhatü'l-meşâyih,



Âşir Efendi Kütüphanesi 1914 yılında Evkaf Nezâreti tarafından Sultan Selim'-



s. 166-177; Cevdet, Tâ-



ne nakledilmiştir. Bu kütüphaneye ait



li kazaskeri oldu. Ancak bir süre sonra



rih, VII, 286, 303-304; Sicill-i



azledildi. Şeyhülislâm Hamîdîzâde Mus-



Ilmiyye Salnâmesi, s. 560-561; Ibnülemin, Son



bünyesinde bulunan Âşir Efendi ve Reî-



tafa Efendi zamanında herhangi bir se-



Hattatlar, s. 500-503; Uzunçarşılı, İlmiye



sülküttâb Mustafa Efendi koleksiyonla-



bep gösterilmeksizin Kastamonu'da ika-



kilâtı, s. 260; IsLA, II, 1152-1153.



mete mecbur edildi. Hamîdîzâde'nin şey-



Osmânt, III, 281;



MEHMET İPŞİRLİ



hülislâmlıktan ayrılması üzerine 1791'de tekrar İstanbul'a döndü. 1793'te ikinci defa Rumeli kazaskerliğine getirildi. Bu



ÂŞİR EFENDİ K Ü T Ü P H A N E S İ



görevde bir yıl kadar kaldı, 30 Ağustos



İstanbul Bahçekapı'da XVIII. yüzyılda kurulan vakıf kütüphanesi.



1798'de şeyhülislâm oldu. III. Selim, Âşir Efendi'ye hitaben çıkardığı hatt-ı hümâyunda (Cevdet, VII, 303-304), kendisinden



Teş-



L



önce şeyhülislâm olan Dürrîzâde Ârif



I. Mahmud devri reîsülküttâblanndan



Efendi'nin görevini ihmal etmesi yüzün-



Mustafa Efendi, düzenlediği Cemâziye-



den azledildiğini, duyduğu güven sebe-



lâhir 1154 (Ağustos 1741) ve Safer 1160



biyle bu görevi kendisine verdiğini be-



(Şubat 1747) tarihli vakfiyeleriyle bütün



kitaplar halen Süleymaniye Kütüphanesi



rında bulunmaktadır. BIBLIYOGRAFYA: Reîsülküttâb Mustafa Efendi'nin h. 1154 ve h. 1160 tarihli vakfiyeleri, VGMA nr. 736, s. 201-208; nr. 738, s. 137-146; Âşir Efendi'nin h. 1214 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Âşir Efendi, nr. 473; Hafid Efendi'nin h. 1220 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 486; Âşir Efendizâde Mehmed Bahâeddin Efendi'nin h. 1250 tarihli vakfiyesi, Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 487; İsmail E. Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II: Kuruluştan Tanzimata Kadar Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri, Ankara 1988, s. 92-93, 120-121, 129, 144, 148, 182, 239, 244-245. ı—ı LI!L İSMAIL E . ERÜNSAL



lirtiyor ve ilmiye mesleğinde bir süre-



kitaplarını vakfetmiş, ancak Bahçekapı



den beri görülen bozukluğu gidermek



semtinde inşa ettirmeyi planladığı kü-



için çalışmasını istiyordu. Bundan dolayı



tüphaneyi yaptıramadan 1749 yılında öl-



onun şeyhülislâmlığı döneminde bu yol-



müştür. Mustafa Efendi yaptırmayı dü-



da bazı çalışmalar yapılmıştır. 11 Tem-



şündüğü bu kütüphanenin iki dersiâm,



lirini sağlıyor ve arkadaki küçük hazîre-



muz 1800'de şeyhülislâmlıktan azledil-



bir şeyhülkurrâ ve iki hâfızıkütübden olu-



de Âşir Efendi ile oğlu Hafîd Efendi ve



dikten sonra Bursa'ya gönderildiyse de



şan kadrosunu da kurmuş ve bunları



diğer aile mensuplarının kabirleri bulu-



kısa zaman sonra tekrar İstanbul'a dön-



geçici olarak Valide ve Mahmud Paşa



nuyordu.



dü; 29 Kasım 1804'te v e f a t etti. Cena-



camilerinde görevlendirmiştir.



zesi önce Eminönü civarındaki Bahçekapı'da kendi adıyla anılan kütüphanenin







M İ M A R İ . İlk yapılışında kütüpha-



nenin yanındaki büyük bir han onun ge-



Âşir Efendi ve Sultanhamam cadde-



Mustafa Efendi'nin oğlu III. Selim dev-



lerinin birleştiği köşede bulunan kütüp-



ri şeyhülislâmlarından Mustafa Âşir Efen-



hane, taş konsollar üzerine oturan gü-



8 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞİRET MEKTEB-İ HÜMÂYUNU lerin kontrol altında tutulmaları ihtiyacı, devletçe eski aşiret düzenlerinin bozularak kethüdâlıklar şeklinde teşkilâtlandırılmalarına ve ancak belli güzergâhlar içinde hareketlerine izin verilmesine yol açmıştır (ayrıca bk. KONAR GÖÇER). BİBLİYOGRAFYA:



Âşir Efendi Kütüphanesi Bahçekapı / istanbul



zel mimarili okuma odası ile dikkati çeker. Bu çıkmanın Eminönü tarafındaki küçük bir penceresinin yerleştirilmesinde gösterilen yapı ustalığı gerçekten zarif bir buluştur. Dış cepheleri taş ve tuğ-



AŞİRET



(



)



Göçebe topluluklara verilen genel ad.



la şeritleri halinde yapılmış olan bu binanın yanındaki han ile birlikte iyi bir rölövesi yoktur. Sadece kütüphanenin planı yayımlanmıştır. Bir merdivenle çıkılan L biçimindeki bir koridorun kısa kolu sonunda kitap deposu ve bu koridorun yanında iki küçük mekânı vardır. Koridorun uzun kolu yanında bulunan okuma salonunun ana mekânına, iki sütunla ayrılmış üç bölümlü bir giriş holünden geçilerek ulaşılır. Âşir Efendi Kütüphanesi'nde küçük ve büyük dört mekân aynalı tonozlarla örtülüdür. İki sütunla okuma salonundan ayrılan giriş kısminin üç bölümünden ortadaki kubbeli, yandakiler çapraz tonozlarla örtülmüştür. Ana koridorun sonundaki küçük hücre ise herhalde helâ olmalıdır. Altındaki kumaş mağazasının deposu olarak kullanılan okuma odasının tavan tonozunda üstleri badana ile kapatılmış olarak çiçekli kalem işi nakışlar 1960 yılında görülebiliyordu. Kütüphanenin taşınma sırasında Âşir Efendi ile evlât ve ahfadının mezarları da buradan alınarak Molla Gürânî hazîresine götürülmüş ve boşaltılan kütüphane binası dükkân olarak kiraya verilmiştir. BİBLİYOGRAFYA: Behçet Unsal, "Türk-Vakfı, İstanbul Kütüphanelerinin Mimarî Yöntemi", VD, XVIII (1984), s. 101 (plânı var); Ş. N. Bayraktar, "Âşirefendi Kütüphanesi", İst.A, II, 1154-1155. S



SEMAVİ EYİCE



r



AŞİRAN



i



(bk. HÜSEYNİ—AŞİRAN).



Aşiret Arapça bir kelime olup "kabile" karşılığı kullanıldığı gibi kabilenin altında daha küçük bir topluluğu da ifade etmektedir. Türkçe'de ise yaygın olarak göçebe unsurlar için kullanılmış, özellikle Osmanlılar döneminde boyun altında, cemaatin üstünde bir topluluğa ad olmuştur. Osmanlı kanunnâme ve belgelerinde genel olarak "konar göçer" veya "yörük" olarak kaydedilen teşekküller, yukarıdan aşağıya bir sıraya göre, boy (kabile, taife), aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Araplar'daki kabile teşkilâtında ise birkaç aşiretten bir fasîle, fasilelerden fahz, fahzlardan batn, batnlardan imâre, imârelerin birleşmesinden de kabile meydana gelmekteydi. Boyun idarî işlerinin boy beyi (Arap kabilelerinde şeyh)



tarafından yürütülmesine karşılık aşiretlerde bu görev mîr-aşiretlerce (aşiret beyi veya kethüda) yerine getirilirdi. Bazı durumlarda boy beyinin yetkisi dahilin-



Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskânı, İstanbul 1963, s. 13-14; Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı imparatorluğumda İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1988, s. 16-25; F. Sümer, "XVI. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak'da Yaşayan Türk Aşiretlerine Umumî Bir Bakış", İFM, XI (1952), s. 511; Mükrimin Halil Yınanç, "Aşiret", İA, I, 709-710; J. Lecerf, "'Aşhıra", El2 (İng.), I, 700; J. Chelhod, "Kabila", El2 (İng.), IV, 334-335. [Tl lifti YUSUF HALAÇOĞLU



r



AŞİRET MEKTEB-i H Ü M Â Y U N U Osmanlı Devleti'nde aşiretlere mensup çocukların eğitimi için II. Abdülhamid tarafından 1892'de İstanbul'da kurulmuş olan mektep.



Aşiret



Mektebi, Maarif







^



Nezâreti'ne



bağlı halka açık bir eğitim kurumu olmayıp önceleri imparatorluk dahilindeki Arap aşiretlerine mensup çocukların, daha sonra da diğer aşiretlerin çocuklarının kabul edilmeye başlandığı saraya bağlı özel bir eğitim müessesesi idi. Bu mektebin kuruluş gayesi, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Arap ve diğer aşiret reislerinin çocuklarını İstanbul'da sarayın nezâreti ve himayesi altında bulunan bir okulda toplayarak onlara Türkçe öğretmek, eğitim ve öğretimlerini sağlamak, aynı zamanda hilâfete, saltanata, Devlet-i Aliyye'ye ve Bâbıali'ye sadakatlerini arttırmak, bölgelerine döndüklerinde devlet için faydalı hizmetlerde



bulunmalarını



sağla-



maktı. Aşiret Mekteb-i Hümâyunu'nun kuruluşu birkaç sebebe dayanır. XIX. yüzyıl-



de olan aşiret beyinin tesbiti genellikle irsî bir hüviyet göstermektedir.



dan itibaren Avrupa devletlerinin, Os-



Göçebe hayatının bir gereği olarak da-



çerçevesinde, Balkanlar'daki gayri müs-



ha çok hayvancılıkla uğraşan aşiretler,



limlerden sonra Türk olmayan müslü-



manlı Devleti'ni parçalama faaliyetleri



bu bakımdan yerleşik ahaliyle iktisadî



man unsurları da tahrik ederek devlet-



bakımdan bir bütünlük teşkil etmişler-



ten koparmak ve bunlar üzerinde siyasî



dir. Yaylak ve kışlakları arasındaki hare-



ve iktisadî hâkimiyet kurmak istedikleri



ketleri, biraz da hayvanlarına otlak bul-



görülmektedir. Özellikle Araplar üzerin-



ma düşüncesinden doğmuştur. Bunun-



de yoğunlaştırılan bu faaliyetlere karşı



la beraber göçebe hayatlarının, merkezî



II. Abdülhamid, aşiret yapısının hâkim



otoritenin zayıflamasıyla başı boş telak-



olduğu bölgelerde aşiret reisleriyle sa-



ki edilebilecek bir tarza dönüştüğü ve



ray arasında kuvvetli ve müşahhas bir



bunun onların te'dib ve iskânları için bir



bağ kurma ihtiyacını hissetmiştir. Böyle



sebep teşkil ettiği görülmektedir. Aşiret-



bir bağın ise Aşiret Mekteb-i Hümâyu-



9 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞİRET MEKTEB-İ HÜMÂYUNU nu vasıtasıyla kurulabileceği, ayrıca mektepte okuyacak çocukların Türkçe öğrenerek Osmanlı kültürüyle daha yakından temasa geçecekleri ve kendilerinde Osmanlılık, Osmanlı birliği şuurunun gelişeceği düşünülmüştür. Mektebin kuruluşunun diğer bir sebebi de dinîdir. 1878 Berlin Antlaşması ile hıristiyan unsurların büyük kısmının devletten ayrılması, müslüman tebaayı çoğunluk durumuna geçirmiştir. Bunun üzerine 11. Abdülhamid içte ve dışta İslâmcı bir siyaset takip etmenin fazla bir mahzuru kalmadığını görerek artık halife veya hilâfet makamı etrafında İslâm birliğini kurmak istemişti. Böylece hem iç dayanışmanın hem de Avrupa'ya karşı İslâmlık şuurunun teşekkülü temin edilmiş olacaktı. Ayrıca bu mektepte okuyacak müslüman aşiret reislerinin çocukları İstanbul'a, halifeye, hilâfet



istanbul'da açılması kararlaştırılan Aşiret Mektebi hakkında Babıâli Meclis-i Mahsûs mazbatası



makamına ve Türkler'e ısındırılmış olacak, dolayısıyla Avrupalılar'ın



( B A , İrade-



Araplar



Meclis-i Mahsûs,



arasında yapmış oldukları milliyetçilik



L



nr. 5641, e k - 1 )



propagandasının tesiri azaltılacaktı. Diğer bir sebep ise idarîdir. Kuruluş ve gelişme devirlerinin aksine, XVIII ve XIX. yüzyıllarda merkezî idareden kopmuş ve devlet kontrolünden uzaklaşmış aşiretlerin tekrar kontrol altına alınarak merkezî idarenin yeniden kurulma-



r i l m i ş t i r (BA, İ r â d e - D â h i l i y e , nr. 101021).



iki yıllık programı daha sonra beş yıla



Mesele ayrıca Meclis-i Vükelâ'da da gö-



çıkarılmıştır. Ders programında Kur'an,



rüşülerek 20 Temmuz 1892 tarihli bir



ilmihal, lügat, hesap, imlâ, hat, ulûm-ı



mazbata ile mektebin nizâmnâmesi ve



dîniyye, İslâm tarihi gibi dersler olmak-



programı tesbit edilmiştir (BA, İrâde-Mec-



la beraber Türkçe, Osmanlı coğrafyası



lis-i M a h s û s , nr. 5641). S a d r a z a m C e v a d



ve tarihi eğitimine geniş yer verilmiştir.



Paşa'nın durumu padişaha



arzetmesi



Programda zamanla değişiklikler yapı-



üzerine II. Abdülhamid, Esmâ Sultan'-



larak Fransızca, usûl-i defter, hendese



ın oturduğu Kabataş'taki sarayı Aşiret



gibi yeni dersler de eklenmiştir. Bu prog-



yup mezun olacak çocuklar aşiretlerine



Mekteb-i Hümâyunu'na tahsis etmiştir.



ramıyla Aşiret Mektebi'nin ibtidâiye ve



döndüklerinde ve ileride aşiret reisi ol-



Aşiret Mektebi 4 Ekim 1892'de eği-



rüşdiye mektepleri seviyesinde olduğu



duklarında aşiretlerinin İstanbul'a sa-



tim ve öğretime açılmıştır. Mektebe Ha-



dakatini temin edeceklerdi. İşte bütün



lep, Suriye, Bağdat, Basra, Musul, Diyar-



bu sebeplerden dolayı Aşiret Mektebi'-



bekir, Trablusgarp vilayetleriyle Binga-



sı hedef tutulmuştur. İşte Aşiret Mektebi bu arzunun gerçekleşmesi için en iyi bir vasıta olacak, bu mektepte oku-



söylenebilir. Ancak bunlardan farkı, bir askerî mektep olmamakla birlikte askerî tâlim derslerinin de bulunmasıdır.



nin açılması kararlaştırılmış ve Yıldız Sa-



zi, Kudüs ve Zor sancaklarından dörder;



Başlangıçta sadece Arap aşiret reis-



rayı'ndan çıkan S Temmuz 1892 tarih-



Yemen ve Hicaz vilâyetlerinden beşer



lerinin çocuklarının tahsili için açılması



li bir yazıyla mektebin kurulması için



olmak üzere toplam elli öğrenci kabul



düşünülen Aşiret Mektebi'ne daha son-



Maarif Nezâreti'ne, okuyacak çocukların



edilmiştir. Aşiret Mektebi'nin her yıl öğ-



raki yıllarda Doğu Anadolu ve Arnavut-



gönderilmesi için de vilâyetlere emir ve-



renci alınarak kapasitesi arttırılmış ve



luk bölgelerindeki aşiretlerden de öğrenci kabul edilmiştir. Özellikle Doğu Anadolu aşiretlerinden Hamidiye süvari alayları teşkil edilmeye başlanınca Cıbranlı, Zilan, Celâlî, Şemskî gibi aşiretler kendi çocuklarının da Aşiret Mektebi'ne alınması için müracaatta bulunmuşlardır. Arnavut aşiretleri de aynı şekilde



M m ^ t f - T ^



...



-



> > i



*







%



istekte bulununca Arap aşiret çocuklaXX. yüzyıl başında Aşiret Mekteb-i Hümâyunu öğrencileri ( İ Ü Ktp., Albüm, nr. 90.835)



rının dışında da öğrenci kabulü yoluna gidilmiş, böylece Aşiret Mektebi bütün aşiretlere hitap eder duruma getirilmiştir. Bu mektepten mezun olan bazı çocukların Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiği de bilinmektedir (bk. SF, s. 244).



10 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞK nan'ın hayatına dair bir makalesi (nr. 2,



kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu



beğen-



4 Eylül 1324, s. 43-58) ile İbn Hâzım Fe-



soldurup zayıflatması ve bazan kurut-



Yatılı ve ücretsiz olan Aşiret Mektebi, öğrencilerin



verilen yemekleri



meyerek mektep idaresine karşı isyan



rid'in İmam Gazzâlî ile ilgili bir yazısı



ması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdi-



etmeleri üzerine Şubat 1907 tarihinde



(nr. 19, 8 Kânunusâni



ğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu



kapatılmıştır. Kapatılmasının gerçek se-



bunlar arasındadır.



bebi ise şüphesiz mektebin o günkü siyasî fikir akımlarının tesir sahası içine girmesi ve beklenen gayeye hizmet edemez hale gelmesidir. BİBLİYOGRAFYA: BA, İrâde-Dâhiliye, nr. 101021; BA, İrâde-Meclis-i Mahsûs, nr. 5641; Mahmud Cevad, Maârif-i ümümiyye Nezâreti Târihçe-i Teşktlât ve İcrââtı, İstanbul 1338, s. 338; Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1941, III, 975; Bayram Kodaman, Sultan II. Abdülhamid'in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul 1983, s. 97119; SF, nr. 380 (23 Haziran 1898), s. 244. 8



BAYRAM KODAMAN



(



L



sarartıp soldurduğu



yük bir kısmını daha önce dağılan Ser-



ekşi olan bir çeşit meyveye de uşuk de-



vet-i Fünûn edebî topluluğuna mensup



nilir (bk. Lisânü'l-cArab,



şair ve yazarların eserlerine geniş ölçü-



cü'l-carûs,



de yer vermesinden, yani bir nevi Ser-



" c aşk" md.).



vet-i



devamı gibi görünme-



Fünûn'un



sinden ileri gelmektedir. 10. sayıdan itibaren Cenab Şahabeddin'in başyazar olduğu dergide Said Hikmet'in Mâzî



ve



Âtı adlı dört perdelik piyesi ilâve olarak verilmiştir. Başlangıçtaki edebî ağırlığını sonuna kadar devam ettiren dergiye asıl hüviyetini kazandıran devrin tanınmış şair ve yazarları arasında şu isimler



Ahmed Hâşim, İsmail Safâ, Fâik Âli, Tah-



II. Meşrutiyet'ten sonra yayımlanan ilmî, edebî ve ahlâkî muhtevalı haftalık dergi.



sin Nâhid, Ruhsan Nevvâre, Ahmed Şuayb, Ali Cânib, Ömer Seyfeddin, Hüseyin Sîret, Hüseyin Suad, Raif Necdet, Celâl J



28 Ağustos 1324-26 Şubat 1324 (10 Eylül 1908-11 Mart 1909) tarihleri arasın-



da 26 sayı çıkmıştır. Kurucusu İbnü'sSırrî Mustafa Nâmık, mesul müdürü İbnü's-Sırrî A h m e t Cevdet'tir. II. Meşrutiyet'in ilânından sonraki hürriyet havası içinde yayın hayatına giren kısa ömürlü birçok dergiden farklı olarak burada şiir, hikâye, piyes ve musâhabe gibi edebî



Sâhir, Halide Sâlih (Edip), Satı (Bey), Emin Bülend, Kilisli Rifat, Müfit Râtıp. Bunlardan başka bazı sayılarda şu isimlere de rastlanır: Mustafa Nâmık, Ali Suad, Süleyman Fehmi, Safvetî Ziyâ, Süleyman Nesib, İsmail Müştak, Ferid Vecdî, İsak Ferera, Cemil Süleyman, Ali Kâmi, Server Cemal, İbrahim Alâeddin, Enis Avni, Hakkı Tarık, Âkil Koyuncu, Mehmed Âsim ve Halil Nihad.



türlerde çeşitli yazılara ve tiyatro tenkitleriyle kitap tahlillerine büyük ölçüde yer verilmiştir. Ayrıca Fransızca'dan çevrilen bir kısım makalelerin yanı sıra İslâm felsefesi ile ilgili bazı incelemeler ve sosyal muhtevalı çeşitli yazılar da ya-



BİBLİYOGRAFYA: M. İzzet Henden, 1908'de Çıkan Aşiyan, Bahçe, Kadın, Ceride, Misbah Dergileri üzerine Bir Araştırma (mezuniyet tezi, 1966), İÜ Ktp., nr. 4191; Hasan Duman, Katalog, s. 30; Nejat Sefercioğlu, "Âşiyan", TDEA, I, 200.



yımlanmıştır. Ahmed Şuayb'ın Ernest Re-



ABDULLAH UÇMAN



r



n



AŞK



(



)



j



Arapça aslı ışk olup sözlükte "şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin



kendisini



tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden



başka



güzel



,,c aşk"



" c aşk" md.; 7a-



md.; Kamus



Tercümesi,-



İslâmî literatürde aşk ilâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda kullanılmış, ilâhî aşka genellikle "hakiki aşk", beşerî aşka da "mecazî" veya "uzri aşk" denilmiştir. İlâhî aşk geniş ölçüde tasavvufta, kısmen de İslâm felsefesinde işlenmiş; İslâm felsefesinde ayrıca kozmik varlıklar hiyerarşisinde alttaki bir varlığın üstteki varlık veya varlıklara duyduğu arzu (şevk) ve sevgi de çoğu zaman aşk terimiyle ifade edilmiştir. Kelâma dair bazı kaynaklarda ise tasavvuftaki aşk anlayışı tenkit edilmiştir. Hem ilâhî hem de mecazî anlamda aşk edebiyatın ana temalarından birini oluşturmuş, bu kavram etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir. Ayrıca daha çok felsefî mahiyetteki bazı ahlâk kitaplarında mecazî aşkın kötülüğü ve zararları üzerinde durulmuştur. • T A S A V V U F . Kur'an ve sahih hadislerde aşk kelimesi g e ç m e z ; "sevgi" çoğunlukla hub ve muhabbet bazan da meveddet kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifade edilir. Allah sevgisinden çok Allah korkusuna ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.) yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nadiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivayetler vardır. Nitekim söylendiğine göre Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) Allah'ın, "Kulum bana, ben de ona âşık olurum" buyurduğunu belirtmiştir. Abdülvâhid b. Zeyd ise (ö. 177/793) peygamberlerden birinin, "Allah bana, ben de O'na âşık oldum" dedi-



Tasavvuf, İslâm felsefesi ve edebiyatta kullanılan geniş anlamlı bir terim.



L



görmeyecek



kadar



ona düşkün olması" anlamına gelir. Lüg a t kitaplarında aşk kelimesinin sözlük Aşiyan'ın 1. sayısının kapağı



duyguya



aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem



ret, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Câhid,



)



için bu



Derginin devri içinde asıl önemi, bü-



bulunur: Abdülhak Hâmid, Tevfik Fik-



i



ÂŞİYAN



1324, s. 168-174)



anlamının, aynı kökten olup "sarmaşık" anlamına gelen aşeka ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın



ğini söyler. Başka bir rivayette buna benzer bir söz Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî'ye (ö. 295/908) isnat edilmiştir. Baklî'nin naklettiğine göre (Şerh-l Şathiyyât, s. 165) Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî, "Ben Allah'a âşıkım, O da bana âşıktır" dediği için kâfir olduğuna hükmedilerek memleketinden kovulmuş, daha sonra idam edilmek üzere cellâdın önüne çıkarılmış ve son anda asılmaktan kurtulabilmiştir. Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere âlimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların



11



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



A$K büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine aşk kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar; Râbia el-Adeviyye (ö. 185/801), Bâyezîd-i Bistâmî (Ö. 234/848), Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö. 310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfîler genellikle aşk, âşık ve maşuk yerine hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir. Şer'î hükümlere titizlikle bağlı olduğu bilinen İbn Hafîf de (ö. 371/981) Allah sevgisinin aşk kelimesiyle ifade edilmesine uzun süre karşı çıkmıştır. Ancak onun Cüneyd-i Bağdâdî'ye isnat edilen aşkın mahiyetine dair bir risâleyi okuduktan sonra görüşünü değiştirdiği, hatta bu konuda bir de risâle yazdığı rivayet edilir. Hâris el-Muhâsibî, Hâce Abdullah elHerevî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, Ebû Nuaym, Abdülkerim el-Kuşeyrî, Hücvîrî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar, bunun yerine büyük önem verdikleri Allah sevgisi konusunu hub ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkik bu görüşünü şöyle açıklamıştı: Aşk aşırı sevgi yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O'nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O'nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz (bk. Risâle, s. 615). Bununla birlikte Kuşeyrî sofilerin Allah sevgisini aşk kelimesiyle ifade etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin "Muhabbet" bölümünü, "Âşıklar söyledikleri sözlerden dolayı kınanmazlar" cümlesiyle bitirir (a.e., s. 625).



Aşk kelimesinin dinî bir terim olarak kullanılmasını câiz gören sûfflerin dayandıkları bazı âyet ve hadisler vardır. Meselâ onlara göre, "İman edenler Allah'ı daha şiddetle severler" (el-Bakara 2/165) âyetindeki "şiddetli sevgi "den maksat aşktır. Diğer bir âyette de (etTevbe 9/24) müminlerin Allah'ı her şeyden çok sevmeleri gerektiği belirtilmiş-



tir. Hz. Peygamber Hz. Ömer'e, "Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsın" demişti (Buhârî, "îmân", 8-9; Müslim, "îmân", 67-70). Mu-



tasavvıflar bu mânaya gelen âyet ve hadislerden Allah'a ve resulüne âşık olmanın lüzumu mânasını çıkarmışlardır. Hücvîrî meşâyihin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar: Bir zümreye göre aşk sevgilisinden ayrı düşenin bir niteliğidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek caizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz, dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz. Hücvîrî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir (Keşfü'l-mahcûb, s. 401). Gazzâlî îhyâ'ü culûmi'd-dîn"m Allah sevgisi konusunu işlediği "Kitâbü'l-Mahabbe ve'ş-şevk ve'l-üns ve'r-rızâ" başlıklı bölümünde aşk kelimesine iltifat etmemiştir. Bununla birlikte o aynı eserin semâ konusu ile ilgili bölümünde Allah'ı seven, O'na âşık olan ve O'na kavuşma iştiyakı duyan kişinin semâmdan da söz etmekte ve bu semâm kişinin şevk, aşk ve sevgisini coşturacağını belirtmektedir. Gazzâlî'ye göre Allah'ı tanıyan O'nu sever. Tanıma (marifet) arttıkça sevgi de gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk halini alması, kulun marifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrak etmesinden ileri gelir; bu idrak arttıkça aşk da güçlenir. Nitekim Hz. Peygamberin Hira'da ibadete kapandığını gören Mekke müşrikleri, "Muhammed Tanrı'sına âşık oldu" demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah sevgisine hiçbir varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı duyulan sevgiye ancak mecaz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan, dolayısıyla ortaksız sevilebilen tek varlık Allah'tır (İhyâ\ II, 279-280). Çeşitli sebeplerden dolayı aşk kelimesini yaygın olarak kullanmaktan çekinen ilk sûfîlerin arasında coşkulu aşk halleri yaşayan pek çok sûfî vardı. Meselâ Serî es-Sakatî, derisi kemiklerine



yapışmış ellerini Cüneyd'e göstererek, "İşte muhabbet budur" demişti. Ona göre bir kimse, "ey ben olan sen" diyecek kadar benliğini sevdiğinde eritmedikçe muhabbeti tam ve mükemmel olamaz. Menkıbeye göre Semnûn Muhib de bir defasında muhabbetten o kadar etkili sözlerle bahsetmişti ki uçan bir kuş bu sözlerin cazibesine kapılarak onun önüne konmuş ve gagasını yere vura vura ölmüştü (Kuşeyrî, s. 619). Görüldüğü gibi bu rivayetlerdeki sevgi muhabbetten çok aşk haline uymaktadır. Başta Hallâc, Ebû Bekir eş-Şiblî ve Bâyezîd-i Bistâmî olmak üzere bazı mutasavvıflarda tam anlamıyla aşk hali mevcuttur. Tasavvuf tarihinde aşkı ilk defa ıstırap ve elem şeklinde anlayan ve bu tarzda tarif eden Hallâc Kitûbü't-Tavâsîrı'üe ilâhî aşkı pervane ve mum misaliyle anlatmıştır. Pervanenin mum ışığını görmesi "ilme'l-yakın", ona yaklaşıp hararetini hissetmesi "ayne'l-yakîn", ateşin içinde yanıp kül olması "hakka'l-yakîn"dir. Aşkın en son gayesi yana yakıla yok olmaktır. Aşk kavramına ilk defa kanı karıştıran da Hallâc'dır. İdam edilirkenelleri kesildiği zaman yüzünü kana bulamış, sebebi sorulunca, "Aşk ile kılınacak iki rek'at namazın abdesti kanla alınmazsa sahih olmaz" cevabını vermişti. Menkıbeye göre vücudundan akan kanlar yere Allah kelimesini yazacak şekilde akmıştı. Hallâc'a bundan dotayı "şehîd-i aşk" denilmiş, onun dert ve elem dolu aşk macerası bütün mutasavvıflara örnek olmuştur. Tasavvuf tarihinde aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak ciddi bir şekilde inceleyen sûfî Ahmed el-Gazzâlî'dir (ö. 520/1126). Bu sebeple o, tasavvufî aşka ağırlık veren sûfîlerce büyük kardeşi Ebû Hâmid el-Gazzâlî'den daha üstün tutulmuştur. Zira İmam Gazzâlî'nin tasavvufu ilim ve mârifet ağırlıklı olduğu halde kardeşi tasavvufta aşkı esas almıştır. Onun Sevânihu'l- cuşşâk (Seuânih fiT'ışk)



(Tahran 1322; İstanbul 1942)



adlı Farsça risâlesi özel olarak aşk konusunun işlendiği ilk eserdir. Aşkın özellikleri, belirtileri, tesirleri ve mertebelerinin kısa bölümler halinde ele alındığı bu risâlenin yaygınlık kazanmasından sonra aşk kavramı tasavvuf çevrelerince hararetle benimsendi. Ahmed el-Gazzâlî'nin yaşadığı dönemi takip eden üç asır ilâhî aşk edebiyatının altın çağı oldu. Ahmed el-Gazzâlî'yi bu yolda talebesi Aynülkudât el-Hemedânî (ö. 525/ 1 131) başarılı bir şekilde takip etti. Onun 1000



12



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞK beyitten meydana gelen Nüzhetü'lşâk v e nehzetü'l-müştâk'\



cuş-



ile bu saha-



nın en başarılı eserlerinden sayılan Temhıdât



(Tahran 1962) adlı eserleri aşka



dairdir. Levâ'ih'i



de (Tahran 1337 hş.)



bu sahanın önemli eserlerindendir. Senâî (ö. 525/ 1 131) aşk edebiyatına canlı ve cazip bir üslûp getirmiş, onu Ferîdüddin Attâr, Fahreddîn-i Irâkl, Mevlânâ ve Abdurrahmân-ı Câmî gibi büyük mutasavvıflar takip etmişlerdir. Senâî 576 beyitten meydana gelen (Gazne 1332 hş.) ve ve tarikatü'ş-şerî'a



zIşknâme'sinde



Hadîkatul-hakîka (Leknev 1887) ad-



lı eserinin sekizinci bölümünde aşk konusundaki görüşlerini etraflıca anlatmıştır. Özellikle aşk konusuna dair yazılan tasavvufî eserlerin en genişi, Rûzbihân-ı Baklî'nin (ö. 606/1209) cAbherü'l-z



âşı-



kın adlı kitabıdır. Baklî'nin bu eserinde sûfîlerin aşk konusundaki görüşleri gayet açık ve parlak bir üslûpla anlatılmış ve Hallâc'ın nûr-ı Muhammedî hakkındaki nazariyesinin bir devamı olmak üzere kâinatın yaratılışı aşk unsuru ile açıklanmıştır. Baklî, hadîs-i kudsî diye rivayet edilen ve tasavvuf çevresinde büyük ilgi gören, "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu yüzden âlemi yarattım" (bk. Aclûnî, 11, 132) anlamındaki sözde geçen "bilinmek"ten maksadın mârifet, "istemek"ten maksadın da muhabbet yani aşk olduğunu belirtir. Ona göre Allah'ın sevgiyle tecelli etmesinden âlem meydana gelmiştir. Bu ilk tecelliye "hakîkat-i Muhammediyye" de denir. Âlemin var olma sebebi Hz. Peygamberin hakikati yani Allah'ın ona olan ezelî aşkıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber'e "habîbullah" ve "mahbûb-i kibriyâ" denilmiştir. Baklî Hz. Peygamber'den seyyidü'l-âşıkîn,



ışşîkullah,



muhibbullah,



safiyyullah, habîbullah, bülbül-i aşk ve menba-ı aşk diye de bahseder. Hallâc'dan gelen ve Baklî'de güzel bir ifadesini bulan bu görüş daha sonra aşk konusunu işleyen mutasavvıfların hareket noktası olmuş, bütün âşık mutasavvıflar aşk konusundaki görüşlerini bu mihver etrafında geliştirmişlerdir. Bu görüşe göre âlem aşktan yaratıldığı için âlemdeki her zerrede aşkın izini ve yansımasını görmek zor değildir. Tasavvuftaki her şeyi kuşatan küllî ve umumi sevgiye buradan ulaşılmıştır. Bu telakkiye göre Allah Hz. Muhammed'e, Hz. Muhammed de Allah'a âşıktır. Mutasavvıflar ve velîler aşk konusunda Hz. Peygamberin bu halini ör-



nek almışlar, kendilerinin Hakk'ın âşıkı ve mâşuku olduklarına inanmışlardır. Baklî cAbherü'l-c âşıkın'üe aşkın beş çeşidinden bahseder.- Behîmî (hayvanî), tabiî, ruhanî, aklî, ilâhî aşk. Behîmî aşk ayyaş, günahkâr ve aşağılık kimselerin tanıdıkları nefs-i emmârenin eseri olup aslında hevâ ve hevesten ibaret olan aşktır-, şehveti ve nefsî arzuları tatmin etmeyi hedef alır. Mâkul ve meşrû çerçevede olmayan behîmî aşk kötü ve günahtır. Tabiî aşk, unsurlardaki letafetten hâsıl olan maddî ve cismanî bir aşk olup aklın ve ilmin hâkimiyetinde olmazsa kötüdür. Ruhanî aşk seçkinlerde (havas) bulunan, maddî ve mânevî güzelliklere karşı duyulan aşktır. Böyle bir aşka tutulan kimse kendisini şehvetten korursa bu aşk onu ârifler derecesine ulaştırabilir. Melekût âlemine çıkmak için merdiven vazifesi göreceğinden bu aşk makbul sayılmıştır. Aklî aşk ise melekût âleminde tecelli eden güzellikleri temaşadan hâsıl olur. İlâhî aşka buradan geçilir. İlâhî aşk aşkların en yücesidir. Sûfîler mâkul ve meşrû çerçevede kalması şartıyla her çeşit aşkı iyi sayar ve birinden öbürüne geçe geçe aşkların en yükseği olan ilâhî aşka ulaşmak isterler. Buna engel olduğu için şehvet, süflî arzular ve nefsânî isteklerin tesirinde kalan aşkı kötüler, bunun hevâ ve hevesten ibaret olduğunu söylerler. Başta Fuşûşul-hikem ve el-Fütûhâtul-Mekkiyye olmak üzere hemen bütün eserlerinde sevgi konusu üzerinde önemle duran İbnü'l-Arabî (ö. 638/1240), aşk kelimesini de ilgiyle karşılamakla beraber daha çok muhabbet terimini kullanmayı tercih eder. İbnü'l-Arabî'ye göre sevgi üç çeşittir: İlâhî muhabbet, ruhî muhabbet, tabiî muhabbet. Hem Allah'ın bize olan sevgisine hem de bizim O'na olan sevgimize ilâhî muhabbet denir. İlâhî muhabbet Allah'ın önce kendi zâtını, sonra bizi sevmesi olmak üzere iki türlüdür. Allah zâtını zâtı için zâtında sevmiştir. Şeyler (eşya) var olmadan evvel mutlak gayb olan zât-ı bârîde ayn'lar olarak mevcut olduğundan Allah'ın zâtını sevmesi aynı zamanda kendi dışındaki varlıkları da sevmesi demektir. Böylece varlıklar ezelde ilâhî muhabbete konu olmuştur. Bu varlıklar Allah'ın onlara olan muhabbetiyle yüklü olarak zuhûr ve tecellî suretiyle ortaya çıkarlar. Onun için hangi şekil ve surette görünürse görünsün her çeşit sevginin ilk ve hakiki kaynağı ilâhî muhabbettir. Ruhanî sevgi, sevenin sevdiği her



şeyi sadece sevgilisi için sevmesi ve sevgilisinin muradından başka hiçbir şey düşünmemesi, başka bir deyişle âşıkın kendi iradesinden fâni olarak mâşukun iradesiyle hareket etmesidir. Aşkın gayesi âşıkla mâşukun zatları yönünden birleşmeleridir. Ortada Allah'ın güzelliğinden ve O'na duyulan sevgiden başka bir şey bulunmadığından Allah'tan başkasını sevmek esasen mümkün de değildir. Nitekim O'ndan başkasına ibadet etmek de kabil değildir. Bu durumda Allah'tan başkasına ibadet aslında Allah'a ibadet mânasına geldiği gibi Allah'tan başkasını sevmek, güzellere ve güzel şekillere tutulmak da aslında Allah'ı sevmek mânasına gelir. Zira eşyada tecelli eden ve kendini gösteren yegâne güzellik O'nun güzelliğidir. İbnü'l-Arabî beşerî sevgiyi vahdet-i vücûd* esasına sâdık kalarak açıklamış ve böylece insan sevgisini ilâhî bir kaynağa bağlamıştır. Ona göre dünya güzelleri şeklinde tecelli eden Allah olduğu gibi âşıkın gözünden bu güzelliği temaşa eden de Allah'tır. Âşık, mâşuk ve aşk 0'dur."Kendi hüsnün hübiar şeklinde peydâ eyledin/Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin 1 Gerçi dilber kendidir hem giydi âşık kisvesin/Pes cemâl-i cilvesin kendi temenna kıldı Hak" gibi mısralarda hep bu çeşit aşk anlayışı anlatılmıştır. İbnü'l-Arabî ibadetin aslının da sevgi olduğunu söyler. Onun içindir ki sevgisiz ibadet makbul olmaz. Çünkü sevgi en yüce ibadettir. Aşk makamı mâbud olma makamıdır. Bir "sevgi dini"nden de (dînü'l-hub) bahseden İbnü'l-Arabî dininin de kıblesinin de sevgi olduğunu ifade etmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî açıkça aşk dininden bahsederek aşktan başka din ve mezhep tanımadığını ifade etmiştir. İbnü'l-ArabFden önce de başta "Sultânü'l-âşıkîn" diye meşhur olan İbnü'l-Fârız (ö. 632/ 1235) ve Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr (ö. 440/1049) olmak üzere birçok büyük mutasavvıf peygamberlerinin ve kıblelerinin aşk olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu inanç Yûnus Emre ve Niyâzî-i Mısrî gibi mutasavvıf Türk şairleri tarafından da dile getirilmiştir. İnanç farkı gözetmeden yetmiş iki millete bir gözle bakmayı, herkesi aşk dergâhına davet etmeyi sağlayan bu mânadaki sevgi telakkisidir. İbnü'l-Arabî maddeden Allah'a varıncaya kadar türlü varlıklara duyulan sevgiyi öz itibariyle bir saydığından bunlar arasında sadece zâhirde bir derece far-



13



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASK kı görür. Bu yüzden ayırım gözetmeksi-



kâyelerini ilâhî aşkın değişik bir biçimi



Mutasavvıflar ilâhî aşkla ilgili duygu ve



zin bütün seven ve sevilenlerde ilâhî sev-



olarak gören, bu âşıkları bir bakıma ör-



düşüncelerini daha çok teşbih ve tem-



ginin bir izini, bir aksini müşahede eden



nek alan Allah âşıkı mutasavvıflara göre



sillerle anlattıklarından tasavvuf edebi-



ârif, aşk ve muhabbeti Allah'ın bir sıfa-



bütün âlem aşk esasına göre kuruldu-



yatı bir mecazlar ve rumuzlar edebiyatı



tı olarak görür ve bu sıfatın O'nun gibi



ğuna ve çalıştığına göre bu esasla uyuş-



haline gelmiştir. Bazı hallerde bir man-



sonsuz olduğunu söyler. Bunun için aşk



mayan İblîs'in ve cehennem telakkileri-



zumenin ilâhî aşka mı, yoksa beşerî aş-



destanı sonsuza kadar anlatılacaktır.



nin değişik bir yorumu olması gerekir.



ka mı dair olduğunu anlamak çok zor-



Hallâc ile başlayan ve Ahmed el-Gaz-



dur.



Aşk ve muhabbete ne kadar büyük önem verirse versin İbnü'l-Arabi'nin ta-



zâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî ve



Aşk ve muhabbet kavramları edebi-



savvufunda ilim ve mârifet ağırlık kaza-



Attâr gibi mutasavvıflar tarafından ge-



yat, f e l s e f e ve tasavvuf çevrelerinde git-



nır. Halbuki Ahmed el-Gazzâlî, Aynülku-



liştirilen bu yeni yaklaşımda İblîs'in bü-



tikçe artan bir ilgiyle karşılanır ve özel-



dât el-Hemedânî, Senâî, Attâr, Rûzbi-



tün hal ve hareketleri onun Allah'a olan



likle tasavvufun hâkim ve aslî unsuru



hân-ı Baklî, İbnü'l-Fârız ve Celâleddîn-i



aşkıyla izah edilmiştir. Buna göre eğer



haline gelirken fıkıh ve kelâm âlimleri



Rûmî gibi mutasavvıflarda aşk ağırlık-



mâşuku uğrunda en büyük azaba kat-



meseleyi ciddi olarak ele almamışlardır.



tadır. Hatta bunlar nazarında her şey



lanmak aşk ise bunu en iyi şekilde İblîs



Bununla beraber aşk ve muhabbeti esas



aşktan ibarettir. Varlık hakkındaki açık-



yapmıştır (bk. Abdülhüseyin Zerrînküb, s.



alan bir tasavvuf anlayışının gelişmesini



lamaları tamamıyla aşka dayanır. Bun-



106-109). Peşinden cebirciliği de (bk. CEB-



ve yaygınlaşmasını sürekli olarak kay-



lar bir çeşit aşk metafiziği kurmuşlar-



RİYYE) getiren bu aşk çerçevesinde İb-



gıyla karşılamışlar, bazı hallerde konu-



dır.



lîs'in Allah'a âşık olduğunu iddia etmek



yu hafife almışlar ve O'ndan müstehzi



mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır.



ifadelerle bahsetmişlerdir. Ancak onla-



Necmeddîn-i Kübrâ el-Uşûlü'l-'aşere adlı risâlesinde mutasavvıfların üç yolu bulunduğundan bahseder: Ahyâr, ebrâr ve şüttâr. Şüttâr denilen sûfîler aşk, şevk, vecd, cezbe ve sekri esas almışlar, semâ âyinlerinde mûsiki ve raksla coşmuşlar, bu suretle aşk ve özlemlerini güçlendirmişlerdir. Mevlânâ'ya göre dünya konusunda aktif olan akıl Allah bahsinde hiçbir işe yaramaz. Dost aşkında aklı kurban etmek lâzımdır. Aşk konusunu ele alan mutasavvıflar akılla aşkı karşılaştırır ve aşkın akıldan üstün olduğunu ispatlamaya çalışırlar. Erzurumlu İbrâhim Hakkı'nın Mârifetnâme'smde (s. 416) bunun bir örneğini görmek mümkündür. Mutasavvıflar baştan beri akılla Allah'a



Tasavvufta Allah aşkını herkesin an-



rın mutasavvıfların aşk anlayışına karşı



layacağı bir tarzda anlatmak için birta-



ileri sürdükleri tenkit ve itirazlar son



kım benzetmeler yapılmış ve duyular



derece sathîdir.



âleminden misaller verilmiştir. Bunlar-



Eserlerinde aşk meselesine yer ver-



dan en önemlileri kadın, pervane-mum-



meyen kelâm âlimleri sonradan f e l s e f î



ateş, gül-bülbül ve bâde



misalleridir.



ve tasavvufî kaynaklardan faydalanarak



Baştan beri mutasavvıflar ya konusu



ahlâk ilmine dair yazdıkları eserlerde bu



kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve gazel-



konuya temas etmişlerdir. Meselâ Nasî-



leri ilâhî aşka uygulamışlar veya Attâr,



rüddîn-i Tûsî'nin Ahlâk-ı



Abdurrahmân-ı Câmî ve Mevlânâ'da ol-



Celâleddin ed-DevvânFnin Ahlâk-ı



duğu gibi ilâhî aşkı doğrudan



lâli'sinde



beşerî



Nâşırî'sinde, Ce-



ve Adudüddin el-îcî'nin



Ah-



' A d u d i y y e ' s i n d e muhabbet bah-



aşk şeklinde tasvir etmişlerdir. Fuzûlî'-



lâk-ı



nin Leylâ



sine birer alt bölüm ayrılmıştır. Kınalı-



zel



vü Mecnûn'u



örneklerinden



bunun en gü-



biridir. Bu



sebeple



konusu Allah aşkı olan gazel, kaside ve mesnevilerde dilberlerin yüz, göz, kaş,



zâde de Ahlâk-ı



Alâî'de



meseleyi on-



lar gibi ele almıştır. Aşk ve muhabbet meselesini



İslâmî



yanak, zülüf, gamze, boy, işve ve cilve



açıdan ele alıp inceleyen, tenkit ve münakaşasını yapan, dine uygun ve aykırı



ancak



gibi hoşa giden yanları, hal ve hareket-



sevgiyle olacağını savunmuşlardır. Mi'-



leri sembolik ve mecazi anlatım unsur-



şekillerini tesbit eden, birincisini savu-



racda söz konusu edilen Cebrâil aklı, ref-



ları olarak bol bol kullanılmıştır. Gül ve



nan, ikincisini reddedenler muhaddisler



ref aşkı temsil eder. Cebrâil Hz. Pey-



bülbül de mutasavvıfların en çok kul-



ve özellikle Hanbelî ve Zâhirî mezhep-



gamber'i bir .noktaya kadar götürebil-



landıkları



Bülbül



lerine mensup âlimler olmuştur. Konu



miş, daha ileri götürmesi için onu ref-



âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken aşk-



bunlar tarafından tamamıyla kelâmî bir



r e f e teslim etmişti. Demek ki Allah'a gi-



taki ıstırabı, bülbülün yanık nağmeleri



mahiyette ele alınmıştır. Aşk konusunu



den yolda akıl belli bir yerde durmak



âşıkın feryat ve figanıdır. Pervane ve



İslâmî açıdan ilk defa inceleyen, Zâhiriy-



zorundadır; bu noktadan itibaren insa-



mum misali de önemlidir. Mum ışığına



ye mezhebinin kurucusu Dâvûd b. Ali'nin



nı Allah'a götüren aşktır. Mutasavvıflar



âşık olan pervane bunun etrafında dur-



oğlu İbn Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 297/909),



aşk ile mânevî mi'rac yapılabileceğini



madan



kendisini



e z - Z e h r e (ez-Zühre) adlı eserinde (Chi-



söyler, kendilerinin böyle mi'racları bu-



ateşe atar, yanar ve böylece ateşte fâni



cago 1932) aşka dair birçok şiir naklet-



lunduğunu ileri sürerek buna "mi'râc-ı



olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi



miştir. İbn Dâvûd aşk ve sevginin esası-



muhabbet" veya "mi'râc-ı aşk" adını ve-



yanar ve sevgilisi uğrunda kendini f e d a



nı, şekillerini, türlerini, şartlarını ve ku-



rirler. İbnü'l-Fârız et-Tâ"



iyyetü'lrkübrâ



ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı



rallarını açıkladıktan sonra hem Eflâtun



kasidesinde sevgi ve aşk esasına daya-



kendinden geçiren ve aklı baştan alan



ve Galen'in (Câlînûs) konuyla ilgili fikirlerini aktarmış, hem eski Arap geleneğin-



varılamayacağını, O'na ermenin



misallerden



döner, en



biridir.



sonunda



nan kendi ruhî ve mânevî mi'racmı ga-



özelliğiyle şarap da ( m e y , b â d e ) aşk bah-



yet parlak bir üslûpla tasvir etmiş, aşk



sinde mutasavvıflar tarafından çok kul-



de sevgi ve aşkın yerini belirterek uzrî*



merdiveninde basamak basamak yük-



lanılmış, kadeh, sâkî ve meyhane gibi



ve afîf aşka temas etmiş, hem de ken-



selerek nasıl mâşukuna erdiğini ve on-



şarapla ilgili kelimelere geniş yer veril-



di görüşlerini anlatmıştır.



da fâni olduğunu anlatmıştır. Cemîl ve



miştir. Hatta İbnü'l-Fârız'ın konusu ilâhî



Büseyne, Kuseyyir ve Azze, İbn Hizâm



aşk olan meşhur kasidesinin adı



ve Afra, Mecnun ve Leylâ gibi aşk hi-



riyye'dir.



Ham-



İbn Hazm (ö. 456/1064) aşk ve sevgi konusunu ele aldığı



Tavku'l-hamâme



adlı eserinde aşkın sebebi, kaynağı ve



14



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞK gayesi konusunda filozofların görüşlerine katılmakla birlikte çağdaşlarının gözlemleriyle kendi görüşlerini geniş ölçüde söz konusu ederek bu sahanın en güzel eserlerinden birini ortaya koymuştur. Çok sert bir mizaca sahip olduğu için dili Haccâc'm kılıcına benzetilen İbn Hazm aşk ve muhabbet konusunu Tavku'lhamâme'öe son derece müsamahalı ve gerçekçi bir şekilde işler ve çok güzel psikolojik tahlil ve tasvirler yapar. Ancak gerek İbn Dâvûd gerekse İbn Hazm eserlerinde sadece beşerî aşk konusunu işlemişler, mutasavvıfların ilâhf aşk ve sevgi konusundaki fikirlerine temas etmemişlerdir. Buna karşılık Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ( ö . 597/1200), İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi Hanbelî âlimler bir taraftan mutasavvıfların bu konudaki görüşlerini ciddi şekilde tahlil ve tenkit etmişler, diğer taraftan konu ile ilgili kendi görüşlerini geniş olarak ortaya koymuşlardır. Genellikle onlar kelime ve kavram olarak "aşk"ı reddeder, yerine "muhabbet'i koyarlar. Onlara göre aşk şer'an da aklen de kötü, muhabbet ise hem din hem akıl yönünden faydalı ve güzel bir duygudur. İbnü'l-Cevzî Zemmü'l-hevâ3 (Kahire 1962) adlı eserinde en basit arzudan başlayıp aşka kadar varan bütün his ve heyecan hallerini geniş bir tahlil ve tenkide tâbi tutmuş, bunlardan dinî ve İslâmî olanlarla olmayanları tesbit edip şer'î hükümlerini tayin etmeye çalışmıştır. Ona göre aşk güzel suretlere meftun olmaktır (ışku's-suver). Cazip ve güzel suretlere düşkün ve tutkun olana "sûrî âşık" (âşıku'ssuver) denir. Suretler fâni olduğu gibi onlara bağlı olan aşk da fânidir. Nitekim çocuklar resim ve oyuncakları yetişkinlerden daha çok severler, eğitimle olgunlaştıkları zaman bu türlü şeylere fazla ilgi duymazlar. Eğitilen ve olgunlaşan insanlar suretleri sevme mertebesini geçerek zatları sevme mertebesine ulaşırlar. Bedenin güzelliğinden çok aklî ve ruhî güzelliği severler. Mücerret güzelliğe duyulan sevgiyi müşahhas güzellikle alâkalı sevgiye tercih ederler. Şekil ve suretten ziyade ilim ve rnârifetten hoşlanırlar. İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'e göre aşk insanı insan yapan aklı, fikri ve muhakemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali bir-



birine zıttır. Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve idrak halini yok eden aşk bir fazilet olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına fazilet. duygununun akla hâkim olmasına rezilet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hal olan aşk bu bakımdan makbul bir şey değildir. Gerek iradelerine hâkim olamayıp arzuların esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrak halini kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hatta daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat halidir. Halbuki fazilet ifratla tefrit arasında bulunan itidal halidir. Şu halde aşk bir fazilet değildir; zira hiçbir şeyin ifratı makbul değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir. Tasavvufî aşkın karşısında olan âlimler aşkı elem, ıstırap, uykusuzluk, iştahsızlık gibi patolojik tezahürlerle kendini belli eden, cinnet ve intihara kadar götüren ruhî ve bedenî hastalıklara yol açtığını dikkate alarak selim fıtrata da aykırı bulmuşlardır. İbnü'l-Cevzî aşk yüzünden intihar eden veya cinayet işleyen kimseler bulunduğunu belirterek çeşitli isimler sıralar ve örnekler verir (Zemmü'l-heüa, s. 458-465). Telbîsü İblîs'te de mutasavvıfların aşk anlayışını tenkit eden İbnü'l-Cevzî Şaydü'l-hâtır'da güzel aşk hikâyeleri anlatır. Ona göre muhabbet iyi bir duygu olmakla birlikte onun aşırı şekli olan aşk kötüdür. Zira aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Bu sebeple aşkla başlayan ve gerçekleri görmeme esasına dayanan birleşme ve beraberlikler ayrılık ve hüsranla neticelenir. Aşkı uğrunda katil olanlar, intihar edenler bulunduğu gibi bu yolda din değiştirenler de vardır. Aşkı, "nefsin kendisine zarar veren şe.yi sevmesidir" diye tarif eden İbn Teymiyye'ye göre aşk ruhî ve kalbî bir hastalıktır. Beden üzerindeki tesiri arttıkça cismanî bir hastalığa da dönüşebilir. Kendini aşka kaptıran hüsrana uğrar. Aşk bir irade bozukluğu ve hastalığıdır. Aşkı, mâşuku tasavvur etmekten hâsıl olan muhayyile bozukluğu olarak görenler de vardır. Aşk bir kemal hali olmadığı için Allah'ın vasfı değildir. Allah âşıktır veya mâşuktur denemez. Bu durumda kulun Allah sevgisi ancak muhabbet diye adlandırılabilir. İbn Teymiyye sûrî aşka da şiddetle karşı çıkmıştır. Zira aşk önce kişinin dinini ve namusunu, sonra aklını ve sıhhatini tahrip eder.



Ona göre kalp Allah'ı sevmek için yaratıldığından O'ndan başkasını kayıtsız şartsız olarak sevemez. Allah'ı ihlâsla sevdiği için Hz. Yûsuf Züleyha'ya âşık olmamıştı. Züleyha müşrik olduğu için Hz. Yûsuf a âşık olmuştu. Aşkın yegâne sebebi tevhid ve imandaki eksikliktir. Allah'tan korkmak ve O'na gönül vermek, O'ndan başkasına gönül vermeye engeldir. Sevginin önem ve gereğine işaret eden İbn Kayyim aşk konusunda İbn Teymiyye'yi takip eder. Ona göre konusu şekil ve suret olan sûrî aşk büyük bir belâ, korkunç bir âfettir, kalbi tahrip eder. Ruhu Allah'tan başkasının kulu ve kölesi haline getirir, esarete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna "kulun kölen olayım, kurbanın olayım" diye hitap eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek kişiyi o şeye bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sadece Allah'ın kulu olan ve sadece O'nun huzurunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi haline getiren ve kayıtsız şartsız onun iradesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiçbir faydası yoktur. Hak Teâlâ, "Hevâsını (aşkını) ilâhlaştıran kişiyi görmedin mi" (el-Câsiye 4 5 / 2 3 ) diyerek aşkın sapıklık olduğuna işaret etmiştir. Ona göre, "Müminler Allah'ı şiddetle severler" (el-Bakara 2 / 1 6 5 ) meâlindeki âyet, "Müminler Allah'ı müşriklerin putları sevdiklerinden çok daha fazla severler" mânasına gelir. Müşriklerin putları sevmeleri sahte, müminlerin Allah'ı sevmeleri samimi ve hakiki bir sevgidir. Âyette bu husus belirtilmiş olup bunun aşkla bir ilgisi yoktur. Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî'nin, "Ben Allah'a âşıkım, O da bana" sözü hakkında, "Bu Hulûliyye'nin sözüdür" demişti. İbn Kayyim de Nûrî'ye şiddetle hücum edereK aşk kelimesinin sadece cinsî sevgi ile ilgili hususlar için kullanıldığını, ayrıca Allah'ın sıfatlarının nakle dayandığını ve tevkıfî olduğunu belirtmiştir. Buna göre, "O sever" denilebilir ama "âşık olur" denilemez. İbnü'l-Cevzî, Gazzâlî'nin, "İlâhîler Allah'a âşık olanın aşkını pekiştirir" sözüne temas ederek, "Bu çirkin bir sözdür. 'Allah'a âşık oldum' demek vehim ve vesveseden başka bir şey değildir" demiştir. İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi müelliflerin tasavvufî aşka hücum ederek onu şiddetle reddetmeleri sırf bir tepkiden ibaret kalmamış, aşkı reddederken muhabbet unsurunu bü-



15



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASK tün genişliği ve derinliğiyle işlemişler ve



râr ve nuşûşü'l-ahbâr'Ğa



(I, 428) aşk ve



kuvvetli câzibesi Şîa'yı da tesiri altına



İslâm dininin bir sevgi dini olduğunu



muhabbet konusuna geniş yer ayırır, fa-



almakta gecikmediğinden çok geçme-



naklî delillere bağlı kalarak izah etmiş-



kat ilâhî aşktan bahsetmez.



lerdir. Öte yandan tabii bir şekilde ce-



den birçok Şiî müellif aşk meselesini sû-



İlâhî aşka yanaşmayan Mu'tezile mez-



fîlerin anladıkları tarzda benimsemişler-



reyan eden beşerî aşkı da anlayışla kar-



hebine mensup âlimler beşerî aşka sıcak



dir. Murtazâ, Razî, Şehîd es-Sânî, Bahâ-



şılamışlar, ancak bunun ifrata götürül-



bir ilgi duymuşlardır. Bilhassa Câhiz, Ri-



eddin Âmilî gibi Şiî fakih ve kelâmcıları-



memesi ve tabii sınırları içinde bırakıl-



sâle ii'l-cışk



re-



nın divanları âşıkane şiirler ve gazellerle



ması lâzım geldiğini ifade etmişlerdir.



sâ' ili'l-Câhiz, K a h i r e 1933, ü ç ü n c ü



risâle),



doludur. Daha sonra aşkı savunan Şiîler



Allah'tan, O'nun gazabından ve azabından korkmayı esas alan Hâricîler aşk



ve'n-nisâ3



Risâletü'l-kiyârı



(Mecmûcatü



(Mecmû'atü



Câhiz, K a h i r e 1926) ve



resâ'ili'l-



Mufâharatul-ce-



Hz. Ali'nin Nehcü'l-belâğa'daki,



"Bir



şeye âşık olanın gözünü o şey perdeler"



ve muhabbetten pek söz etmemişler-



vâri



( B e y r u t 1957) gibi ri-



sözüne dayanmışlardır. Küleynî, Ca'fer



dir. Mu'tezile ise genellikle f e l s e f î ve



salelerde beşerî aşk konusunu işlemiş-



es-Sâdık'tan naklen Hz. Peygamber'in,



beşerî aşka taraftar olmuş, mutasavvıf-



tir. Ebü'l-Hasan ed-Deylemî'nin naklet-



"İnsanların en üstünü ibadete âşık olan



tiğine göre Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf, Mu-



kimsedir" (a.e., I, 402) dediğini belirtir.



ammer b. Abbâd, Hişâm b. Hakem gibi



Kudsî bir hadiste de Allah'ı arayanın



ların Allah aşkını reddetmiştir. Zemahşerî, Mâide sûresinin 54. âyetini tefsir ederken, kulun Allah'ı sevmesini O'na itaat etmesi, rızâsını gözetmesi, gazabı-



ve'1-ğılmân



Mu'tezile âlimleri aşk meselesine müs-



O'nu bulacağı, bulanın O'nu tanıyacağı,



bet bakmışlardır.



tanıyanın seveceği, sevenin âşık olacağı



nı ve azabını gerektirecek hal ve hare-



Şîa'da aşk konusunda çok farklı fikir-



ve O'nun mâşuku olacağı, mâşukun kat-



ketlerden sakınması şeklinde izah eder.



lere rastlanır. Başlangıçta Ehl-i beyt'e



ledileceği ve diyetinin de Allah'a ait ola-



Ona göre Allah'ın kulunu sevmesi ise



şiddetli bir muhabbet anlayışını müda-



cağından bahsedilir (a.e., 1, 402). Fakat



amel ve ibadete karşılık olarak onu en



faa eden Şiîler ilâhî aşkı kabul etme-



Şiî âlimlerin bu hususta Hz. Peygamber



güzel şekilde mükâfatlandırması, böyle



mişlerdir. Zira onlardaki kuvvetli ve şid-



ve Ehl-i beyt'e istinat etmeleri isabetsiz-



kullarına yüksek makamlar vermesi, on-



detli Ehl-i beyt sevgisi sûfflerin söz ko-



dir. Zira ne Hz. Peygamber ne de Ehl-i



ları övmesi ve kendilerinden razı olması



nusu ettikleri dinî ve ilâhî aşkın yerini



beyt ilâhî aşk konusunda herhangi bir



mânasına gelir. Mu'tezile'ye göre mu-



kısmen tutuyordu.



beyanda bulunmamışlardır. Bu bakım-



ez-Ziyâretü'l-câmica



habbet budur. Mu'tezile, mutasavvıfla-



adlı esere bir şerh yazan Muhammed



dan Şiîler'in durumu sûfîlerinkine ben-



rın anladığı mânadaki dinî ve ilâhî aşkı



Takî el-Meclisî, Ehl-i beyt'i



zemektedir. Aşk meselesinin



Hanbelîler gibi şiddetle reddeder. Ze-



farz olduğunu ve bu sevginin en mükem-



Şiîler arasında ortak bir konu haline gel-



mahşerî ilâhî aşktan bahseden muta-



mel şeklinin aşk olduğunu belirtir. Ah-



mesi bu iki zümreyi birbirine yaklaştır-



savvıfları insanların en cahili, ilmin ve



med el-Ahsâî ise aynı esere yazdığı şerh-



mış ve kaynaştırmıştır. Aşka taraftar



âlimlerin azılı düşmanı, şeriat yolunun



t e Meclisî'nin görüşlerine şiddetle iti-



olan Şiîler Muhyiddin İbnü'l-Arabî, İbnü'l-



en menfur ve en rezil kişileri olarak



raz ederek en ileri ve aşırı noktaya ka-



Fârız, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Ah-



tavsif eder. Ona göre aşk ve muhabbeti



dar götürülen ve aşk adı verilen şeyin



med el-Gazzâlî gibi âşık Sünnî mutasav-



kendi dinleri olarak ilân eden mutasav-



şeytanca bir çılgınlıktan ibaret olduğu-



vıfların kuvvetli ve devamlı tesirinde kal-



vıflar, vaaz meclislerinde ve raks mey-



nu belirtir. Ona göre yüce Allah'ı en kuv-



mışlardır.



sevmenin



danlarında "şâhid" adını verdikleri oğ-



vetli ve en hararetli bir şekilde seven



BİBLİYOGRAFYA:



lanlar hakkında söylenen birtakım şar-



Hz. Muhammed ile Ehl-i beyt'i olduğu



Lisânü'l-'Arab,



kılar okunursa vecde gelmiş gibi ken-



halde onlar bu sevgilerini ifade etmek



dilerinden geçerek nâralar atarlar. Ze-



için ne hakikat ne de mecaz olarak aşk



mahşerî bunlara, "Allah, meclislerini ve



kelimesini kullanmamışlardır. Çünkü o



raksettikleri yerleri tarumar ederek vi-



zaman aşk sadece aşırı cinsî sevgiyi ifa-



Kahire 1933; a.mlf., Risâletü'l-kiyân



raneye çevirsin" diye beddua eder (el-



de ediyordu, hatta mala veya dünyaya



de), Kahire 1926; a.mlf.,



Keşşâf, 1, 647). Aynı müellif



âşık olmak gibi ifadelere bile rastlan-



ve'l-ğılmân,



mıyordu. Ahsâî'ye göre aşk sûfîlere has



ez-Zehre



Rebîcu'î-eb-



bir ibadet olup Allah bundan münezzehtir. Hz. Muhammed ve Ehl-i beyt'i-



Anadolu Halk



Resimleri,



İstanbul 1960, s. 4 9 )



Mu'cemuş-şûft,



Tâcul-'arûs, "'aşk" md.; el-



" c aşk" md.; Buharı, "îmân", 8-



9; Müslim, "îmân", 67-70; Câhiz, Risâle ve'n-nisâ'



(Mecmû'atü



Beyrut 1957; İbn Dâvûd ez-Zâhirî,



lâc-ı Mansûr, Kitâbü't-Tavâstn



(nşr. L. Massig-



non), Paris 1913; Serrâc, el-Lümas. lâbâzî, et-Tacarruf,



'alâ lâmi'l-ma'tûf



II, 99; Ebü'l-



Kitâbü'l-cAtfi'l-elifi'l-me'lüf (nşr. Jean — Claude Vadet),



Kahire 1962; a.mlf., Sîret-i Şeyhu'l-ekber 'Âbdillah



İbnü'l-Haftf



mel), Ankara 1955, s. 264; Ebû Nuaym, Hilye, VI, 165; İbn Hazm, Tavku'l-hamâme,



Allah'ın zikrinden uzak kaldığı için Allah



1349; a.e.: Güvercin Kanık), İstanbul



Gerdanlığı



Dımaşk



(trc. M a h m u t



1986; Kuşeyrî, er-Risâle,



615, 619, 625; Hücvîrî, Keşfü'l-mahcüb



s.



(nşr.



V. Jokovsky), Leningrad 1926, s. 401; Ca'fer b. Ahmed es-Serrâc, Meşâri'u'l-'uşşâk,



İstanbul



1301; Gazzâlî, İhyâ\ II, 279-280; III, 73, 100-



vuf hem de ilâhî aşk görüşüne itiraz et-



101; Ahmed el-Gazzâlî, SevânihuVuşşak



mişlerdir; ancak tasavvuf



H. Ritter, Aphorismen



cereyanının



Ebû



eş-Şîrâzî (nşr. A. Schim-



bu husustaki bir soruya, "Bazı kalpler



Şah, I, 400). Şiîler bu şekilde hem tasav-



86; Ke-



s. 109; İbnü'n-Nedîm, el-



Erdebîirnin de belirttiği gibi Şîa imam-



diye cevap vermiştir ( b k . M a s u m A l i



(a.e. için-



(nşr. A. R. Nykl), Chicago 1932; Hal-



Hasan ed-Deylemî,



onlara başka şeylerin sevgisini tattır-



içinde),



Müfâharatü'l-cevârî



Fihrist, s. 439, 442; Kütul-kulûb,



mış, yani başka şeylere âşık kılmıştır"



fi'l-'ışk



resâ'ili'l-Câhiz



etmek gerekir. Ahmed b. Muhammed



larını ifade etmişlerdir. Ca'fer es-Sâdık



(Malik Aksel,



md.;



nin makamını bu türlü şeylerden tenzih



ları sûfîlerin kendilerine düşman olduk-



Abdürreşid'in 'Ah minelaşk" tablosu



" c aşk"



" c aşk" md.; Kamus Tercümesi,



sûfîlerle



16



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



Über die Liebe),



(nşr. İstan-



AŞK bul 1942; Aynülkudât el-Hemedânî, Temhîdât, Tahran 1962; a.mlf., Levâ'ih (nşr. Rahim Fermâniş), Tahran 1337 hş.; Senâî, Hadîkatü'l-hakika ve tarîkatü'ş-şert'a, Leknev 1887; a.mlf., cIşknâme, Gazne 1332 hş.; Ahmed-i Câmî, Ünsü't-tâ* ibîn, Tahran 1350 hş., s. 33; Zemahşerî, Rebfu'l-ebrâr, Kahire 1292, I, 428; a.mlf., el-Keşşâf, 1, 647; Sühreverdî el-Maktûl, Mûnisul-'uşşâk (nşr. O. Spies — S. K. Khatak), Stuttgart 1934; a.e.: Mecmû'a-i Musannefât-ı Şeyhu'l-işrâk, Tahran 1377 hş., II, 268 vd.; İbnü'l-Cevzî, Zemmul-hevâ*, Kahire 1962, s. 458-485; a.mlf., Şaydü'l-hâtır, Beyrut, ts. (Dârü'l-Kütübi'l-ilmiyye); a.mlf., Telbîsü İblis, s. 165, 215, 237; Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 165 vd.; a.mlf., cAbherü'l-câşıkın (nşr. Muhammed Muîn — H. Corbin), Tahran 1981; Sühreverdî, 'Avâriful-ma'ârif, Beyrut 1966, s. 503; İbnü'lArabî, Fuşûş (Affîfî); a.mlf., el-Fütûhât, II, 422; a.mlf., Tuhfetü's-sefere ilâ hazreti'l-berere, Beyrut 1973; a.mlf., Tercümânü'l-eşvâk, Beyrut 1362; Necmeddîn-i Dâye, 'Akl u cIşk, Tahran 1344 hş.; a.mlf., Mirşâdul-'ibâd, Tahran 1353;Seyfeddin-i Bâharzî, Risâle-i'Işk, Tahran 1340; Fahreddîn-i Irâkî, Parıltılar (trc. Saffet Yetkin), İstanbul 1963; a.mlf., 'Jşşâknâme, Bombay 1939; İbn Teymiyye, Câmi'u'r-resâ'il, Cidde 1984, II, 238 vd.; İbn Kayyim el-Cevziyye, Ravzatü'l-muhibbtn ve nüzhetü'l-müştakın, Beyrut 1983, s. 15-16, 85, 130, 263; Lisânüddin. Ravzatü't-ta'rîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, I-II; Abdülkerîm el-Cîlî, el-İnsânü'l-kâmil, İstanbul 1300, I, 68; Nimetullah Velî, Muhabbetnâme, Tahran 1311; İbrâhim b. Hüseydâr-ı Hüseynî, Ravzatü'l-'uşşak ve nüzhetü'l-müştâk, Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1700; Sadreddin Ebülfeth Seyyid Muhammed, cIşk-ı Hakîki, Haydarâbâd, ts.; a.mlf., Vücûdu l-'âşıkin, Haydarâbâd, ts.; Abdurrahmân-ı Câmî, Eşi'atü'l-leme'ât, Haydarâbâd 1243; a.mlf., Muhabbetnâme, Tahran 1828; Hüseyin Baykara, Mecâlisü'l-'uşşak, Tahran 1268 hş.; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 589; Keşfü'z-zunûn, II, 1141, 1307; İsmail Hakkı Bursevî, Şerh-i üsulü'l-Aşere, İstanbul 1287; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ', II, 132; İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Mârifetnâme, İstanbul 1310, s. 416; Rıza Kulı Han Hidâyet, Tezkire-i Riyâzul-Cârifîn, Tahran 1305 hş.; Zeki Mübârek, Medâmi'u'l-'uşşâk, Kahire 1933; Ali b. Abdülhüseyin, Mi'râcü'l-muhabbe, Tahran 1315 hş.; Mecnûn Ali Şah,. Şemerâtul-'âşıkin, Tahran 1322 hş.; Abdülvelîhâb Gülşen b. Muhabbet, 'Akl u Cünûn, Tahran 1327 hş.; Tâhâ Abdülbâkî Sürür, Râbi'atul-'Adeviyye ve'l-hayâtü'rrûhiyye fi'l-İslâm, Kahire 1357/1957, s. 37 vd.; Ma'sum Ali Şah, Tarâ'ik, I, 400, 402; M. Asin Palacios, İbnul-'Arabt, hayâtühû ve mezhebüh (trc. Abdurrahman Bedevî), Kahire 1965, s. 237; Hassan Abdülhakîm, el-Hub ve'l-cemâl 'inde'l-'Arab, Kahire 1971; Muhammed Mustafa Hilmi, İbnü'l-Fâriz ve'l-hubbü'l-ilâhî, Kahire 1971; Kasım Ganî, Târîh-i Tasavvuf der hân, Tahran 1351 hş., s. 329; Ahmed Behçet, Bihârü'Thub cinde's-sûfiyye, Kahire 1979; Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ankara 1982; Mahmüd b. Şerîf, el-Hub fi'l-Kur'ân, Beyrut 1983; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Cüstücû der Taşavvuf-i îrân, Tahran 1367 hş., s. 106-109; H. Ritter, "Philologika VII", İsi, XXI (1933), s. 84-104 (Aşk ile ilgili eserlerin kısa tavsifleri); Ferid Vecdî, DM, VI, 476. nn İS



SÜLEYMAN ULUDAĞ







F E L S E F E . İslâm felsefe geleneğin-



de aşk kavramı eski Yunan felsefesinde olduğu gibi hem kozmolojik hem de ahlâkî bir muhtevaya sahiptir. Akıl, nefis ve cisim hakkındaki felsefî telakkilerin, gerek insan gerekse âlem konusunda getirilen açıklamalarda merkezî bir rol oynaması yüzünden, diğer birçok kavram gibi. aşk kavramı da İslâm felsefesinin ahlâkî-kozmolojik karakterini yansıtacak şekilde açıklanmıştır. Aşk kavramı etrafında eski Yunan filozoflarınca geliştirilen fikir ve yaklaşımlardan haberdar olan müslüman düşünürler, tevarüs ettikleri bu fikirleri işlemiş ve onlara kendilerine has bir form vermişlerdir.



elde mevcut en erken delili, Ebû Bekir er-RâzTnin et-Tıbbü'r-rûhânî adlı eserinde aşkı maddî hazlara düşkünlüğün bir tezahürü olarak değerlendiren ve âşık olanları şehvetlerinin esiri oldukları gerekçesiyle hayvanlardan aşağı gören fikirleridir. Sonraları Ebü'l-Ferec İbnü'lCevzî de RâzFninkiyle aynı adı taşıyan bir eserinde aşkı bir ruh hastalığı, sakınılması gereken bir iffetsizlik olarak değerlendirerek RâzFnin yaklaşımını devam ettirmiştir (İbnü'l-Cevzî, s. 8-9). İlk İslâm filozofu Ya'kûb b. İshak elKindFnin Risâle fî haberi içtimâ lâsiîe



ci'l-le-



başlıklı



'ale'r-rumûzi'l-'aşkıyye



bir risâle kaleme almış olması, aşk konusunun henüz erken tarihlerde Arap-



Aşk ve sevginin kozmolojik bir unsur



ça felsefî literatüre girdiğine işaret et-



olarak düşünülmesi Antikçağ'da önce-



mektedir (İbnu n - N e d î m , s. 319). Özellik-



likle Empedokles'in yazılarında görülür.



le İhvân-ı Safâ'nın Resâ'il'inde



Bu filozofa göre âlem, aşk ve nefret un-



nusuyla ilgili olarak ileri sürülen farklı



surlarının birleştirip ayrıştırdığı dönü-



felsefî görüşler, konuya duyulan ilginin



şümlü bir oluş ve bozulma sürecinden



canlı şekilde devam ettiğini gösterir. Re-



aşk ko-



sonra meydana gelmiştir. Bu süreç, dört



sâ'il'de



unsurun birleşip ayrılmasından başla-



talığı ve cinnet hali sayan fikirlerinin ya-



yarak insanların savaşıp barışmalarına



nı sıra Aristo'nun aşkı sevginin ifrat şek-



varıncaya kadar organik ve inorganik



li kabul eden görüşü (bk.



bütün varlıkları kuşatan geniş bir tesir



IX, 10. 5) nakledilerek aşka olumsuz tarz-



alanına sahiptir. Barış ve uyumun bir-



da yaklaşan felsefî görüşlere iştirak edil-



leştirici görünümüne ancak aşk âmilinin hâkim olmasıyla ulaşılır ve Empedokles bu etkiyi Tanrıça Afrodit'e nisbet eder. Bu filozofa göre cinsel birleşme dahi kozmolojik birleşmenin ne ölçüde etkili olduğu hakkında fikir veren tecrübî bir göstergedir. Empedokles'e ait bu fikirlerin bazı nüanslarla da olsa müslüman müelliflerce tanındığı ve tartışıldığı bilinmektedir. Yeni Eflâtuncu yorumlarıyla İslâm dünyasına giren bu fikirler, meselâ



Ebü'l-Hasan



el-Âmirî,



Ebû Süleyman es-Sicistânî ve Şehristânî gibi müelliflerin yazılarında değerlendirilmiştir (bk. Kraemer, s. 141-143).



Eflâtun'un aşkı bir tür ruh has-



'İlmul-ahlâk,



mediği belirtilir. İhvân'a göre aşk bir fazilettir; hatta Allah'ın yaratıklara bir lutfudur. Prensip olarak her sevgi duygusunun fıtrî bir gayesi vardır ve farklı gayeler sevgi duygusunun farklı konularda tezahür etmesini sağlar. Meselâ canlılardaki çiftleşme arzusunun gayesi neslin devamı, çocuk sevgisinin gayesi güçsüz ve bakıma muhtaç olan çocukların yetiştirilmesi, meslek ve sanat tutkusunun gayesi kamu yararı, ilim ve hikmet sevgisinin gayesi ise bilginin yaygınlaşması, insanların aydınlanması, bilginin kitaplar vasıtasıyla nesilden nesile aktarılması, din ve dünya işlerinin düzen-



Ancak İslâm filozoflarına aşk konu-



lenmesi vb.dir. Öte yandan insanlardaki



sunda ilham veren asıl metinler Eflâtun



zihnî farklılık sevgi duygusunun da fark-



ve Aristo'ya aittir. Her ne kadar Sym-



lı konulara yönelmesine yol açar. Meselâ



posium adlı diyalogu felsefî aşk kavra-



çocuklar süslü oyuncaklardan hoşlanır-



mının Eflâtun'daki tam bir ifadesi sayıl-



ken sıradan erişkinler bunların temsilî



malıysa da filozofun asıl



olmayan şekillerinden hoşlanır ve dünya



Phaidros'taki



fikirleridir ki İslâm dünyasında tanın-



nimetlerine yönelir; metafizik ilimleri



mış ve etkili olmuştur. Bu diyalogda aş-



tanıyan seçkin kimselerse ilâhî güzellik-



kın bir tür sapıtma, bir ruh hastalığı ola-



lere bağlanır. Bu yüzden İhvân'a göre



rak yorumlanması, ancak bu deliliğin



sevginin objesi benzerlik ve türdeşlik



cismânî ve ilâhî olmak üzere iki ayrı ka-



esasına göre belirlenir. Her nesne ken-



rakterde



olabileceğinin



vurgulanması



dine özgü varlık sınırı içinde kalan, ait



(bk. Phaidros, 2 3 l e , 2 4 2 e ) İslâm filozof-



olduğu varlık mertebesine uygun düşen,



larının dikkatini çekmiştir. Bu dikkatin



kendisiyle benzeşen gayelere yönelir. İn-



17



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASK san nefsi nebâtî, gazabî ve nâtık şeklinde ifade edilen melekelerine uygun düşen tatmin vasıtalarına bağlanırken semavî felekler de -canlı, akıllı birer varlık olmalarından dolayı- Allah'a duydukları aşk ile dönüşlerini sürdürürler. Aristo, "kendisi hareket etmeyen ilk hareket ettirici'nin felekleri harekete geçirişini, sevilenin seveni harekete geçirmesine benzetir. Metafizika'nm



"Lamb-



da" bölümünün yedinci faslında yer alan bu küçük benzetme, müslüman filozofların kaleminde esaslı



bir



kozmolojik



doktrin haline getirilmiştir. İhvân~ı Safâ'dan önce Fârâbî, Allah'ın tıpkı akılâkıl-ma'kül



oluşu



gibi



aşk-âşık-ma'-



şük olduğunu yazmış ve aşk kavramını sudûr nazariyesinin temeline yerleştirmişti (el-Medtnetü'l-fâzıla,



s. 54, 6 8 ) . Fâ-



râbî'nin bu görüşünü aynen benimseyen



S



İbn Sînâ ise bundan fazla olarak Risâle fî mâhiyyetii-'ışk



adlı eserini bu ko-



nuya ayırmıştır. Bu eserinde aşkı kemal fikriyle irtibatlandırmış ve bu kavramı gerek tabii gerekse insanî seviyede bir kemale erme iştiyakı olarak tanımlamıştır. Filozofa göre kemalin ilkesi "mutlak hayır" olan zorunlu varlık, noksanlığın ilkesi ise madde yani kemalden yoksun olmaktır. Söz konusu kemal-noksanlık yahut varlık-yokluk kutuplaşması bütün varlık tabakalarında tabii bir temayül uyandırır; aşk adını alan bu temayül, varlığın kendi sınırlarına ulaşmasını veya kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir tekâmül fikrine işaret eder. Aşkın insanı yükselteceği en üst kemal noktası "ilâhîleşmiş insan" mertebesidir. İslâm ahlâk felsefesinde genel olarak



taraftan



BİBLİYOGRAFYA: Aristoteles [Aristo],eİlmü'l-ahlâk (trc. A. Lütfı es-Seyyid), Kahire 1343/1924, IX, 10.5; Eflâtun, Phaidros (trc. Suut Kemal Yetkin — Hamdi Ragıb Atademir), İstanbul 1943, 231", 242e; Ebû Bekir er-Râzî, et-Tıbbü'r-rûhânî (Resâ'il felsefiyye içinde, nşr. P. Kraus), Kahire 1939 — Beyrut 1402/1982, s. 39-41; Fârâbî, el-Medînetü'l-fâzıla (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1986, s. 54, 68; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 319; İhvân-l Safâ, Resâ'il, Beyrut 1376-77/ 1957, III, 269-286; İbn Miskeveyh, Tehzîbü'lahlâk, s. 151; İbn Sînâ, Risâle fî mâhiyyeti'l5ışk (trc. ve nşr. Ahmed Ateş), İstanbul 1953, s. 1-19; İbn Rüşd, Tefsîru Mâ bacde't-tabfa, III, 1600-1606; İbnü'l-Cevzî, et-Tıbbü'r-rûhânî, Dımaşk 1348/1929, s. 8-9; Nasîrüddîn-i Tûsî, The Masirean Ethic (trc. G. M. Wickens), London 1964, s. 143-144; Abdurrahman Bedevî, Aristo 'inde'l-'Arab, Beyrut 1980, s. 176-177; Joel L. Kraemer, Humanism in the Renaissance of islam, Leiden 1986, s. 141-143; George Boas, "Love", The Encyclopedia of Philosophy (nşr. Paul Edwards), New York 1972, V, 89-94.. İLHAN KUTLUER



muhtevası



zenginleştirilirken



diğer taraftan da aşk gazelin en önemli ve belli başlı konularından biri haline getirilmiştir. Böylece "gazel-i



âşıkane"



adıyla anılan bir şekil ortaya çıkarak divanların en değerli şiirleri arasında yer almıştır. Daha sonraları aşk konusu her üç özelliğiyle Fars ve Türk edebiyatlarında ayrıca kıta, rubâî, tuyuğ ve mesnevilerde de ele alınmış, f a k a t Arap edebiyatında daha çok maddî yönüyle işlenmiştir. Bu gelişmenin tabii sonucu olarak Türk ş i irinde, sayılan bu şekillerin hepsi aşk konusunun işlendiği belli başlı formlar olarak divan, tasavvuf, tekke ve halk edebiyatlarında çeşitli türlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Aşk ve muhabbetin işlendiği hemen bütün dinî ve bazı lâdinî eserlerde aşk-ı hakîkî, mutlak aşk, aşk-ı ilâhî adlarıyla



E D E B İ Y A T , K Ü L T Ü R VE S A N A T . İs-



hep Allah aşkı kastedilmiştir. Âşığın bü-



lâm milletlerinin kültür ve edebiyatla-



tün merhalelerden geçerek sonunda ula-







rıyla İslâm sanatlarının hemen her da-



şacağı gerçek aşk budur. Manzum ve



lında bütün özellikleriyle aşk anlayışı-



mensur müstakil tasavvufî eserlerle ta-



nın çeşitli tesir ve tezahürlerini görmek



savvufî tevhidlerde yer alan aşk anlayışı



mümkündür. Bu tesir o kadar yaygındır



bu olmuştur. Gerçek aşka ulaşmak için



ki bazı araştırmacılar İslâm edebiyat ve



Hz. Peygamber'in de bu mânada sevil-



sanatına hâkim olan estetik anlayışını



mesi gerekir, buna "aşk-ı resül" adı ve-



"aşk estetiği" adıyla anmaktadırlar ( b k .



rilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in isim-



Ayvazoğlu).



lerinden biri de "habîbullah'tır (Allah'ın



Türk kültür, edebiyat ve sanatında da aşk konusu gerek mahiyeti gerekse işlenişi bakımından çok geniş bir rağbete mazhar olarak farklı sahalarda değişik eserlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Mahiyeti itibariyle mecazî-maddîbeşerî, felsefî ve tasavvufî-ilâhî-hakikî aşk olarak üç değişik özellikte ele alı-



Eflâtuncu akıl-tutku veya Aristocu fazi-



nan aşk konusu, bunlardan her birinin



let-rezilet doktrinlerinin sınırlarını sar-



müstakil veya iç içe işlendiği farklı şekil



san bir aşk kavramı söz konusu oldu-



ve türde edebî eserlerde ortaya kon-



ğunda itidal fikrinden fedakârlık edil-



muştur. Ancak Türk edebiyatının Arap



mediği görülür. Bu fikrin hararetli bir



ve Fars edebiyatlarıyla derin ve köklü



savunucusu olan büyük ahlâk filozofu



alâkası sebebiyle ortaya çıkan şekil ve



İbn Miskeveyh, aşkı Aristo'ya benzer şe-



türler, başta Arap şiiri olmak üzere her



kilde sevgide aşırılık şeklinde yorumla-



üç edebiyatın ortak izlerini taşımakta ol-



yarak aşkın haz düşkünlüğü şeklinin kö-



duğu için, konunun daha iyi anlaşılması



tü, iyilik tutkusu şeklininse iyi olduğu



bakımından kısaca bu alâkayı belirtmek



tarzında bir ayırıma gitmiştir. Aynı ah-



gerekir.



sevgilisi). Süleyman Çelebi



Mevlid'inde,



"Ey habîbim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam" derken Allah'ın ve bütün yaratılmışların Hz. Peygamber'e karşı bu mânadaki sevgisini ve duygularını dile getirir. Yûnus Emre'nin, "Aşkın ile âşıklar yansın yâ Resûlellah / İçip aşkın şarâbın kansın yâ Resûlellah" matla'lı gazel-ilâhisi de bu konuyu işleyen ve asırlarca çok tanınıp sevilmiş, pek çok kere de bestelenmiş bir şiirdir. Bu konu divan şairlerinin na'tlarında da işlenmiştir. Bir de tasavvuf ulularına ve tarikat kurmuş büyük mutasavvıflara karşı bağlılarının duyduğu sevgi ve muhabbeti dile getiren şiirler vardır ki bunları da aşk konusunun ele alındığı ikinci grup eserler arasında saymak gerekir.



lâk f e l s e f e geleneğine bağlı olan Nasî-



Eski Arap şiirinde kasîd veya kaside-



Türk edebiyatında aşk konusu müs-



rüddîn-i Tûsî ise şehvet düşkünlüğü şek-



nin nesib, tegazzül ve teşebbüb ( t e ş b î b )



takil olarak ele alındığı gibi bu edebiya-



lindeki aşkın bütün aşırılıkların en tahrip



adı verilen belli başlı bölümlerinde bil-



tın çeşitli mahsullerinde lafız ve mâna



edicisi olduğunu ısrarla belirterek itidal



hassa maddî ve beşerî aşk konusu iş-



sanatlarından faydalanılarak bilhassa tel-



fikrine daha çok ağırlık verdiğini göste-



lenmiştir ( g e n i ş bilgi için bk. Çetin, s. 70,



mih, teşbih, mecaz ve istiareler yoluy-



rir. Bu yaklaşımın felsefî disiplinler bün-



71, 74, 86). Fars şiirinde ise kasidenin bu



la kullanılmış, ayrıca mazmun ve remiz



yesinde gelişen İslâm ahlâk ilmindeki



bölümleri geliştirildiği gibi gazel adıyla



olarak da yaygın bir şekilde işlenmiştir.



ortak kabulü yansıttığı söylenebilir.



ayrı ve yeni bir şekil ortaya konmuş, bir



Daha çok tasavvufî-ilâhî ve maddî-be-



18



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASK şerî özellikleriyle ele alınan aşk konusunun zaman zaman da bilhassa yenileşme devri Türk edebiyatında felsefî bir yaklaşımla işlendiği görülmektedir. Özellikle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den başlayarak Yûnus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Dede Ömer Rûşenî, Niyâzî-i Mısrî, Seyyid Nizamoğlu Seyfullah, Nesîmî ve daha birçok mutasavvıf şairin manzum ve mensur eserleriyle gazel-ilâhilerinde tasavvufî özellikleriyle ele alınan aşk konusu, divan edebiyatının Şeyhî, Bursalı Ahmed Paşa, Necâtî, Zâtî, Hayâlî, Fuzûlî, Nailî, Nâbî ve Şeyh Galib gibi isimlerinin şiirlerinde ilâhî ve maddî-beşerî; Bâkî, Şeyhülislâm Yahyâ, Şeyhülislâm Bahâî, Nef'î ve Nedîm gibi şairlerde ise daha ziyade maddî-beşerî yönleriyle ele alınmıştır. Ancak bütün bu eserlerde maddî-beşerî-mecazî yönleriyle ele alınan aşk konusunun ilâhî-hakikî özelliklerle de içiçe olduğunu, hatta tamamen maddî görünenlerinde bile mahiyetinin tam anlaşılmasında kararsızlığa düşülebileceğini belirtmek gerekir. Konunun bu şekilde girift bir hal almasında "elmecâzü kantaratü'l-hakîka (mecaz hakikatin köprüsüdür)" anlayışı hâkim olmuştur. Divan ve tasavvuf edebiyatlarında mutlak hakikat olan Allah'a varmanın (vuslat) aşk ve akıl olmak üzere belli başlı iki yolu vardır. Âşık aşkı, zâhid ise aklı temsil eder. Maksada en kestirme ulaştıran, fakat en çetin olan aşk yoludur ve bu daima akılla çatışma halinde ele alınmıştır. Aşk yolunda daha ilk adımda başı vermek lâzımdır. Aşk dünya ilmiyle medresede kavranamaz. Fuzûlî'nin çok tanınmış, "Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kil ü kal imiş ancak" beyti bunun en meşhur ifadesidir. Akıl gönlü aşktan ayırmak ister, gönül ise aşka koşar, onu her şeye tercih eder. Bu yüzden âşık akla değil aşka uyar, aklı ve aklın meselelerini bir tarafa bırakır, aklın temsilcisi olan zâhidi de devamlı tenkit ederek aşkı zühde tercih eder. Her ne kadar âşık / sâlik önce şeriatın koyduğu sınırlara riayet ederek zühd ve takvâ ile hareket etmek mecburiyetinde ise de bu kâfi değildir. Zühd ve takvâ onu hakikate yöneltir; böylece dünyevî ihtiraslarına hâkim olduktan sonra şeriatın sınırları dışına çıkmadığı gibi makamların en yükseği olan aşk ve muhabbet makamına ulaşmayı hedef edindiğinden zühd ve takvâya da değer vermeyerek aşk, zevk, şevk ve keşif yolunu tutar. Ancak bu çileli bir yoldur, aşk yakıcı bir ateştir. Gönül gam, keder, sitem-i yâr ile harap ol-



mayınca aşk hazinesi ortaya çıkmaz. Âşıkın vücudu aşk ile dirilir, aşksız kalmak onun için ölümdür. Yûnus'un, "Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez" mısraı bunu ifade eder. Bu sebeple âşık aşktan ve aşk derdinden kurtulmak istemez. Fuzûlî'nin Leylâ ve Mecnûnda, Mecnûn'un Kabe'deki münâcâtının ifadesi olarak yer alan, "Yâ rab belâ-yı aşk ile kıl âşînâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni" matla'lı, aşk veya âşık duası adıyla anılan gazeli bu fikrin en güzel ve tanınmış ifadesidir. Allah âşıkları aşktan başka bir şeyle teselli bulamazlar. Bu bakımdan onlara göre aşk vâcip ve farzdır. Aşk yoluna giren ar ve namusunu yani benliğini, bu vehimden ibaret olan varlığını aşk denizine garketmelidir. Yûnus'un, "Âşık Yûnus mâşukuna vuslat bulunca mest olur / Ben şîşeyi çaldım taşa nâmûs u ân neylerem" beytiyle son bulan şiiri bu düşüncenin çeşitli yönleriyle anlatıldığı çok sevilmiş bir ifadesidir. Aşk o kadar yüce bir değerdir ki bu uğurda niceleri İbrâhim Edhem gibi tac ve tahtını yağmaya verip Hallâc-ı Mansûr ve Nesîmî gibi seve seve ölüme koşmuştur. Bundan dolayı Hallâc'a "şehîd-i aşk" adı verilmiştir. Onun macerası tasavvufî edebiyatta olduğu kadar divan edebiyatında da her yönüyle en geniş şekilde ele alınmış, âdeta tükenmez bir hazine gibi tekrar tekrar kullanılmış, telmih, teşbih ve mecazlar yoluyla olduğu kadar mazmun ve remiz olarak da zikredilmiştir. Hakiki aşk yoluna mecazdan girilir ve güzelden güzelliğe, fertten cemiyete, mazhardan zâhire, kuldan Hakk'a, diğer bir deyişle kesretten vahdete doğru bir seyir takip edilir. Bu bakımdan mecazi aşkın sembolü olan güzeller, mey, meyhane, mahbûb ve pîr-i mugan sadece bir vasıtadır. Ancak âşık/ sâlik bu yolla fenâfillâha erişince bir süre de olsa mâsivâya bağlandığı için nâdim olur, tövbe eder. Aşktan maksat vuslat bayramına erişip canını cânâna, mâşuka yani sevgiliye kurban etmektir. Şeyhî'nin, "Hâlât-ı aşka gerçi nihâyet denilmedi / Derd almak ibtidâdır ü can vermek intiha" beyti bunun veciz bir ifadesidir. Divan edebiyatında belli başlı özellikleri yukarıda belirtilen aşk konusunun işlendiği eserlerin başında Mevlânâ'nin bütün eserleriyle yine ona izâfe edilen cIşknâme adlı mesnevisini zikretmek gerekir. Bunlar Farsça olmakla birlikte çoğu manzum olarak Türkçe'ye de tercüme edilmiş ve daha sonraki şair ve edip-



lere şekil ve muhteva bakımından kaynaklık yapmıştır. Yûnus Emre'nin Divanı (nşr. A b d ü l b a k i Gölpmarlı, İstanbul l-II, 1943; Ill-IV, 1948); Âşık Paşa'nın Garibnâme'si (Beyazıt D e v l e t Ktp., nr. 3633; S ü l e y m a n i y e Ktp., Lâleli, nr. 1752); Eşrefoğlu Rûmî'nin Divan'ı (nşr. Âsaf H a l e t Çelebi, İstanbul 1943); Sinan Paşa'nın Tazarru'nâme'si (nşr. M e r t o l Tulum, İstanbul 1971); Dede Ömer Rûşenî'nin Neynâme'si (nşr. M u s t a f a Uzun, İstanbul 1990) hem bu tesir altında meydana gelmiş, hem de bu konuyu işlemiş ilk eserlerin belli başlıları arasında yer alır. Aşk konusunun işlendiği ikinci grup eserler, "iki kahramanlı aşk hikâyeleri" adı altında toplanabilecek olan çoğu maddî aşkı ve bu uğurda âşıkların başından geçen maceraları konu alan mesnevilerdir. En güzel örnekleri XIV, XV ve XVI. yüzyıllarda kaleme alınan bu eserler arasında Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn, Ferhad ü Şîrîn, Varaka ve Gülşah, Cemşîd ü Hurşîd, Vâmık u Azrâ, Süheyl ü Nevbahar en çok işlenen hikâyelerdir (aşk konulu mesnevilerin yüzyıllara v e şairlere g ö r e dağılımını v e r e n bir liste için bk. Ünver, s. 460). Bu mesneviler arasında, Kur'an'da "ahsenü'l-kasas" (kıssaların en güzeli) olarak nitelendirilen Yûsuf u Züleyhâ hikâyesi, benzerleri arasında en sevilmiş ve beğenilmiş olduğu için en çok işlenmiş olanıdır. Türk edebiyatında ilk örneği Ali tarafından "Kıssa-i Yûsuf" adıyla meydana getirilen bu mesnevinin diğer tanınmış örnekleri arasında, Anadolu sahasında, Şeyyad Hamza (nşr. Dehri Dilçin, İstanbul 1946) ile Darîr, Hamdullah Hamdi, Yahyâ Bey (nşr. M e h m e d Çavuşoğlu, İstanbul 1979) ve Kemalpaşazâde'nin eserleri sayılabilir ( g e n i ş bilgi için bk. Kavcar, s. 157 vd.). Bundan sonra en çok rağbet edilen aşk hikâyesi ise Leylâ vü Mecnûn olmuştur. Türk edebiyatında ilk defa Gülşehrî'nin Mantıku't-tayr'ı ile Âşık Paşa'nın Garibnâme'sinde aşk bahsi anlatılırken temas edilen bu konu, daha sonra on sekizinin eserleri elde olmak üzere yirmi dokuz divan şairi tarafından işlenmiştir. Bunlar arasında en tanınmış olanlar Ali Şîr Nevâî, Bihiştî Ahmed Sinan, Hamdullah Hamdi, Fuzûlî ve Atâî'nin eserleridir ( g e n i ş bilgi için bk. A g â h Sırrı L e v e n d , Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi). Fuzûlî'nin Leylâ ve Mecnûn'u benzerleri arasında en çok beğenilen ve aşk konusunu her yönüyle en güzel ifade eden bir şaheser olarak kabul edil-



19



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASK inektedir (nşr. N e c m e t t i n Halil Onan, İstanbul 1956). Divan edebiyatında aşk konusunu işleyen eserler arasında sözü edilmeden geçilemeyecek olan bir başkası da Şeyh Galib'e asıl şöhretini sağlayan, kendisinin de kaleme almakla övündüğü Hüsn ü Aşk't\r (nşr. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1968). Bütünüyle tasavvufî aşkı anlatan bu eserde, Hüsn'e vurulan Aşk, başından geçen çeşitli maceralardan sonra kendinden ayrı sandığı Hüsn'ü yine kendinde bulmuş, Aşk'ın Hüsn'den, Hüsn'ün de Aşk'tan başka bir şey olmadığını anlayarak vahdet sırrına erişmiştir. Aşk konusunu işleyen bu tanınmış mesnevilere ilmî neşirleri yapılmış Mehmed adlı bir şairin Işknâme'si (nşr. Ş e d i t Yüksel, Ankara 1965) ile Şeyhoğlu Mustafa'nın Hurşidnâme'sini de (Hurşîd ü Ferahşâd) ilâve etmek gerekir (nşr. H ü s e yin A y a n , Erzurum 1979). Aşk yenileşme devri Türk edebiyatında da ana tema olarak yerini almakla birlikte gerek şekil gerekse mahiyet olarak öncekinden farklı bir yapı ve gelişme göstermiştir. Batı edebiyatı tesiri altında birçok bakımdan yeni özellikler kazanan ve bilhassa Fransız romantiklerini taklit ederek eser vermeye başlayan bu dönemde aşk, kısmen eski edebiyattaki mesnevi ve halk hikâyelerinin yerini alan roman ve hikâyelerle, şiir ve tiyatroda vazgeçilmez bir unsur olarak yerini ve divan edebiyatındaki tasavvufî-hakikî yapısının dışındaki özelliklerini korumuştur. Nâmık Kemal'in ifadesiyle "kalbin hissiyyât-ı ulviyyesi" olan aşk, bu devrenin bütün ürünlerinde kadına duyulan maddî-beşerî bir alâka şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple daha realist bir mahiyet kazanan aşk, yaşanmış bir hayatın hâtırası etrafında şekillenip eskiye göre çok yeni ve zengin unsurlarla bezenmiştir. Ulaşılamayan ve daha çok hayalde yaşatılan bir sevgili ile ona kavuşma motifi yerini, acıtatlı yönleriyle beraberce yaşanılan, saadeti veya kederiyle hissedilen bir hayata, bunun getirdiklerine, bu hayatın ölüm ve ayrılık gibi sebeplerle sona ermesi üzerine çekilen çeşitli ıstırap ve hasret duygularına bırakır. Hatta denilebilir ki yenileşme devri Türk edebiyatının ilk eserlerinde aşk, devrin sosyal şartları ve meseleleriyle realizmin tesiri altında, âşıklar arasındaki hüsranın, acının sebebi olarak işlenir. Nâmık Kemal'in İntibah'\ (İstanbul 1876), Şemseddin Sâmi'nin Taaşşuk-ı Tal'at ve Fitnat'ı



(İstanbul 1873), Emin Nihad'ın Müsameletnâme'si (İstanbul 1871-1875) bu eserlerin ilk örneklerindendir. Daha sonra ise Sâmipaşazâde Sezâi'nin Sergüzeşt (İstanbul 1888) adlı romanı başlı başına ve daha ileri kademede bir yer tutar. Türk romanının gelişmesiyle konu daha değişik boyutlarda ele alınmış ve Aşk-ı Memnû, Mâi ve Siyah, Kırık Hayatlar, Eylül gibi eserler verilmiştir. Abdülhak Hâmid'in bilhassa tiyatroda îçli Kız (İstanbul 1875), Mâcera-yı Aşk (İstanbul 1873) ve diğer eserleri, aşkı bu edebiyatın yukarıda verilen ana özellikleri içinde ele alan dikkate değer örnekleri arasındadır ( g e n i ş bilgi için bk. Tanpmar, s. 517-592). Daha sonra günümüze kadar olan devrede aşk, şiir, romanhikâye ve tiyatroda yeni sosyal şartlara göre farklı işleyişlerle ifadesini bulmuştur. Halk edebiyatının ana temalarından biri ve belki de birincisi maddî-beşerî aşktır ve bu konu halk şiirinin bilhassa güzelleme, türkü ve mâni gibi türlerinin büyük bir kısmıyla âşık adı verilen saz şairlerinin anlatıp geliştirdiği halk hikâye ve masallarında işlenmiştir. Türk folklorunun en önemli unsurlarından olan türkü ve mânilerde yer alan aşkın, sevgiliye karşı duyulan sonsuz muhabbetin çok veciz, samimi ve içli bir şekilde, âdeta kutsal bir duygu olarak dile getirildiği görülmektedir. Aşk ( ı S ^ t ) kelimesinin eski yazı ile yazılış özelliğinden hareketle, "üç harf, beş nokta" rumuzuyla da ifade edilen bu mefhumun halk şiirinde kullanılışına güzel bir örnek, Bayburtlu Celâlî'nin gerdek gecesi karısına hitaben yazdığı güzellemede yer alır: "Üç harf beş noktadan aldık hesâbı / Seni bana yazmış ezel kitâbı / Şimden geri kaldır yüzden nikâbı / Hânemiz erkânı sen safâ geldin". Leylâ ile Mecnûn ( Ö z e ğ e , III, 967), Emrah ile Selvihan, Âşık Garip ( Ö z e ğ e , I, 83), Kerem ile Aslı ( Ö z e ğ e , II, 861), Tâhir ile Zühre ( Ö z e ğ e , II, 569) ve benzeri halk hikâyelerinin de en belirgin özelliği aşkın ön planda oluşudur. Oldukça tekâmül etmiş ve hemen hemen platonik bir mahiyet kazanmış bir aşk anlayışına sahip bu hikâye kahramanlarının devamlı hicran içinde yandıkları, vefakâr bir sevgi ile yaşadıkları ve ekseriyetle de sevgililerine kavuşamadan öldükleri görülür. Yer yer tasavvufî anlayışın da belirgin olarak ön plana çıktığı bu hikâyelerin hemen hepsinde beşerî bir duygu olarak yer alan aşkın çok defa kaderle



karşı karşıya geldiği ve çatıştığı görülmektedir. Ayrıca, kullandıkları şekil ve türler bakımından halk edebiyatının içinde değerlendirilen Bektaşî ve AleVî zümrelere ait şiir, nefes, nutuk ve tercümanlarda da aşk konusu en çok işlenen tema olmuştur. Fakat bunlarda gerek tasavvuf î gerekse beşerî olarak Sünnî inanışın Allah ve Hz. Peygamber'e yönelttiği aşk anlayışının yerine, hemen sadece Hz. Ali'ye ve Ehl-i beyt'e duyulan aşırı ve sonsuz sevginin konu edildiği görülmektedir. Konuşma ve yazı dilinde aşk. ile ilgili atasözü, deyim ve çeşitli şekillerde yapılmış eski ve yeni birçok unsur bulunmaktadır. "Aşk olmayınca meşk olmaz, aşk u şevk, aşk odu, aşk u meşk, aşk deryası, aşka düşmek, aşka gelmek, pîr aşkına, aşk-bâz, aşk-bâzî, behişt-i aşk, âşiyân-ı aşk, aşk-perver" gibi ilk bakışta karşılaşılan kelime, deyim ve terkiplerin sayısı 100'ün üzerindedir. Tezhip ve minyatürlerle halk resimlerinde de aşk konusuna geniş yer verilmiştir. Klasik süsleme sanatlarından olan tezhip ve minyatürde çok kullanılan bir kenar suyu motifi "aşk yolu" adıyla meşhurdur. Bilhassa maddî aşkı konu edinen manzum ve mensur birçok eser, özellikle hamseler çok sanatkârane minyatürlerle süslenmiştir. Bunlar arasında, İslâm milletlerinin edebiyatlarında en büyük aşk hikâyesi kabul edilen Leylâ ile Mecnûn'un aşkını anlatan yazma eserlerdeki çeşitli sahneler önemlidir (meselâ bk. Çağman-Tanındı, rs. 11, 16, 17, 22, 45, 48). Halk resimlerinde de maddî aşk konusunu işleyen hikâye ve masallar aynı şekilde resimlendirilmiştir (bk. D e r m a n , s. 20-40, rs. 1-180). Minyatürlere göre gerek teknik gerekse muhteva bakımından çok basit olan ve genellikle yapanı belli olmayan bu resimlerin en önemli yanı, konunun halkın içinden geldiği gibi ve aşk anlayışının bütün özelliklerinin birbirinin içinde girift bir şekilde ifadesini bulduğu hayalî, remzî, hatta tılsımlı şekillerle resmedilmiş olmasıdır. Aşk konusunun halk arasında nasıl anlaşıldığının en belirgin örneklerinden biri olan bilhassa "âh minel aşk" yazılı levha-resimlerin gergef ile işlenmişleri evlerde, ayna üzerine yapılmışları kahvelerde, boyalı, boyasız el ile çizilmişleri, taş basmaları, yaldızlıları, sülüs ve ta'lik hattıyla veya dallardan yapılmış (hatt-ı ş e c e r î ) yazılarla yazılmışları da dükkânlarda görülürdü. Aşk derdine tutulanla-



20



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞKÂBÂD rı temsil eden çift gözlü "he" harfinin insan gözüne benzetilen gözlerinden akan derya misali yaşlar ( s e y l â b - ı aşk) bir göl veya deniz meydana getirmekte, diğer taraftan da Ferhad veya Mecnûn gibi aşktan dolayı dağlara düşmüş bir âşığın halini anlatmak maksadıyla dağların üzerine resmedilmiş ve kendisi de şekliyle bir dağı andıran ve dağ başına benzeyen bu harfin tepe noktasından tüten dumanlar âşığın aşk elinden yanıp tutuştuğunu, dumanının göklere çıktığını gösterir. Bu yazı-resimlerin hemen hepsinde genellikle ta'lik hattıyla yazılmış, "Âh minel aşk ve hâlâtihî, ahraka kalbî bi-harârâtihî" (Âh bu aşktan v e hallerinden, ateşi kalbimi y a k t ı ) beyti ve konuyla ilgili başka manzum ve mensur ifadeler yer almaktadır (bk. A k s e l , s. 49, 52-55). Aşk konusu Türk mûsikisinde de önemli bir yer tutmaktadır. Maddî aşkın terennüm edildiği şarkılar başta



olmak



üzere çeşitli formdaki lâdinî eserler arasında, bazan ilâhî aşkın da ifade edildiği gazel formunun ayrı bir yeri vardır. Dinî mûsikinin tekke mûsikisi kolunda da başta Mevlevî âyinleri olmak üzere na't, durak, ilâhi, tevşîh ve bilhassa irticalen okunan kasideler konunun işlendiği belli başlı formlardır. Bu eserlerde ele alınan aşk esas itibariyle tasavvufîilâhîdir. Fakat n a ' t ve tevşîhlerde Hz. Peygamber'e ve tarikat pirlerine karşı duyulan aşk ve muhabbet de dile getirilmiştir. Mevlevî âyinleri güfteleri itibariyle genellikle Hz. Mevlânâ'nın ilâhî aşkı işleyen âşıkane gazelleriyle,



Meşne-



vf'sinden seçilnniş bu konudaki beyitlerin bestelenmesinden meydana geldiği için hemen tamamen aşk konusunu işler. Bunlar arasında, "Beste-i Kadîm" adıyla tanınan ve ilk üç Mevlevî âyininden biri olan hüseynî âyininde yer alan ve daha sonra pek çok âyinde de tekrar edilmiş olan, güftesi Mevlânâ'ya nisbet edilen,



BİBLİYOGRAFYA:



Ahal Teke adıyla anılan vahalar bölgesi-



Dihhudâ, Luğatrıâme, s. 264-271; Eşrefoğlu Rûmî, Eşrefoğlu Divanı (nşr. Âsaf Hâlet Çelebi), İstanbul 1943; Sinan Paşa, Tazarru'nâme (nşr. Mertol Tulum), İstanbul 1971, s. 187-215; Fuzûlî, Leylâ İle Mecnun (nşr. Necmettin Halil Onan), İstanbul 1956, s. 1-8; Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk (nşr. Abdülbâki Gölpmarlı), İstanbul 1968, s. 27; Emin Nihad Bey, Müsameratname: Gece Hikayeleri (haz. M. İsmet Uzun), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser: 20); A. Nihat Tarlan, İslâm Edebiyatında Leylâ ve Mecnun Mesnevisi (doktora tezi, 1922), Türkiyat Araştırma Merkezi, nr. 1; a.mlf., Şeyhî Divanını Tedkik, İstanbul 1964, s. 4-7, 9, 2126; Mevlevi Âyinleri (İstanbul Konservatuarı Neşriyatı), İstanbul 1934, VI, 270-271 (notası), 277 (güftesi); Haydar Tolun, Aşk Edebiyatı, Bursa 1936; Pertev Naili Boratav, Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği, Ankara 1946, s. 85; Tanpınar, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 5-10, 270-272, 280-281, 289-290; Agâh Sırrı Levend, Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leylâ ve Mecnûn Hikâyesi, Ankara 1959, s. 1-7, 370-383; a.mlf.. Divan Edebiyatı, s. 24; Bedri Noyan, Aşk Risalesi, Aydın 1959; Malik Aksel, Anadolu Halk Resimleri, İstanbul 1960, s. 49, 52-56; a.mlf., " Â h Minelaşk Yazı-Resim... Tabiat", TFA, sy. 213 (1967), s. 4378-4381; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 70, 71, 74, 80, 86, 89; Özeğe, Kataloğ, 1, 83; II, 569, 861; III, 967; E. Kemal Eyüboğlu, On üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973-75, I, 20-25; II, 31-32; Filiz Çağman — Zeren Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslâm Minyatürleri, İstanbul 1979, rs. 11, 16, 17, 22, 45, 48; Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ankara 1982; a.mlf., İslâm Estetiği ve İnsan, İstanbul 1989, s. 38-53, 97-105; Nejat Muallimoğlu. Deyimler, Atasözleri, Beyitler ve Anlamdaş Kelimeler, İstanbul 1983, s. 35-40; Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Galib: Seçmeler ve Hüsn ü Aşk, İstanbul 1976, s. 32-40; a.mlf., Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 456; Cemal Kurnaz, Hayalî Bey Divanı Tahlili, Ankara 1987, s. 404; Gül Derman, Resimli Taş Baskısı Halk Hikâyeleri, Ankara 1989, s. 19-40, 60-65, rs. 1-180; Hikmet Dizdaroğlu, "Bayburtlu Celâlî'nin Şiirleri: IV", TFA, sy. 131 (1960), s. 2171; Cahit Kavcar, "Hamdullah Hamdi'nin Yusuf ü Züleyha'sı", TDAY Belleten 1968 (1969), s. 157-169; İsmail Ünver, "Mesnevî", TDl, nr. 415-416-417 (1986), s. 430-463.



(Tl Ifflll



"Âh mine'l-aşk ve hâlâtihî / ahraka kal-



nin 500 gadirlik en önemli obası (avul) iken bölgenin 1881'de Ruslar tarafından ele geçirilmesinden sonra şehir haline getirilmiştir. Ruslar'ın önce bir kale inşa ederek burayı yeni kurdukları Zakarpiskaya (Mâverâ-i Hazar, Transcaspia) eyaletinin başşehri yapmaları ve dört yıl sonra, Hazar denizi kıyısındaki Krasnovodsk'u Buhara ve Taşkent'e bağlayacak olan demiryolu hattını buradan geçirmeleri üzerine şehir Rus göçmenlerinin akınına uğrayarak kısa sürede önemli bir ticaret ve hafif endüstri merkezi haline geldi. Aralık 1917'de kurulan Bolşevik yönetim Temmuz 1918'de Beyaz Rus ve Türkmenler'den oluşan karşı devrimcilerin eline geçtiyse de bir süre sonra General Kuybiçev kumandasındaki Kızıl Ordu birlikleri şehri geri aldı ve Aşkâbâd adı, ilk Bolşevik yönetimin kurulmasında etkili olan ihtilâlci Poltoratsk'ın adıyla değiştirildi. Şehir 1924 yılında, Sovyetler'in yapılaşma hareketi sırasında yeni kurulan Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başşehri haline getirildi ve 1927 yılında adı tekrar Aşkâbâd'a çevrildi. Aşkâbâd, 1948'de geçirdiği çok büyük bir deprem sonucu tamamen yıkılmış ve daha geniş bir alan üzerinde aynı plana göre f a k a t daha alçak binalarla yeniden inşa edilmiştir. Bugün bir ticaret, sanayi, kültür ve sanat merkezi durumundadır. Şehirde başlıca cam, motor, karoser, tarım aletleri, pamuklu ve ipekli dokuma, iplik, ayakkabı ve gıda sanayii üzerine çeşitli fabrika ve imalâthaneler bulunmaktadır. M. Gorki Türkmen Üniversitesi başta olmak üzere altı yüksek öğretim kurumu, Türkmen İlimler Akademisi ve özellikle bu akademinin Sovyetler Birliği'nde t e k olan Çöl Enstitüsü ile



MUSTAFA UZUN



bî bi-harârâtihî 1 mâ nazara'l-aynü ilâ gayriküm / uksimü billâhi ve âyâtihî" kıtası ile bunun Türkçe'si olan mütercimi meçhul, "Âh güzelin aşkına hâlâtına / Yandı yürek aşk harârâtına / And içerem gayri güzel sevmezem / Tann'ya



AŞKÂBÂD



(



XX. yüzyıl başlarında Aşkâbâd yöresinden bir Türkmen ailesi fotoğrafı (10 Ktp., Albüm, nr. 91355)



)



Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başşehri.



^



vü Tanrı'nm âyâtına" kıtası pek meşhurdur ve aşk konusunun âyinlerde nasıl



Hazar denizinin doğusunda bulunan



önemli bir yer tuttuğunun da en açık ifa-



Karakum çölünün güneyinde, Sovyetler



desidir. Bu Arapça kıtanın ilk iki mısraı



Birliği ile İran arasında uzanan Kopet-



Şeyh Galib'in, "Ey rûh-ı pâkinde ıyan nûr-ı



dağ silsilesinin kuzey eteklerinde sınır-



zât" matla'lı terciinde vasıta beyti ola-



dan 30 km. içeride yer alır. XIX. yüzyı-



rak kullanıldığından bazılarınca



beytin



lın sonlarına kadar halkını Teke (Tekke)



ona ait olduğu söylenirse de bu yanlıştır.



Türkmenleri'nin teşkil etmesi sebebiyle



21 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASKÂBÂD Güney Türkmenistan Arkeoloji Enstitüsü şehirdeki ilmî kuruluşların başlıcalarını teşkil etmektedir. Kültür ve sanat kuruluşlarının en önemlileri ise bölgede yapılan kazılarda bulunmuş eski eserlerin korunduğu arkeoloji müzesi, Türkmen etnografyası üzerine büyük değer taşıyan eşyaya sahip etnografya müzesi, Farsça yazmaların bulunduğu bir araştırma kütüphanesi, opera, çeşitli tiyatrolar ve şehri bir sinema sanayii merkezi haline getiren film stüdyolarıdır. 1984'te 351.000 olan nüfusun % 30'unu Türkmenler, gerisini Ruslar {% 50) ile diğer Sovyet halkları teşkil eder. Şehrin merkezi olduğu Aşkâbâd ili, Ahal Teke vahalarının ve Karakum çölünün tamamını içine alan 95.400 km 2 araziye ve 440.000 nüfusa ( 1 9 8 3 , tah.) sahip olup nüfusun 3/4'ünden fazlası Aşkâbâd şehrinde, gerisi de yine vahalarda yer alan Bezmein ve Tecen kasabalarıyla daha küçük yerleşim birimlerinde yaşamaktadır. 1962'de yapımı tamamlanan Karakum Kanalı ile sulanan vaha topraklarında pamuk, tahıl, sebze ve üzüm, kavun, karpuz gibi meyveler yetiştirilip hayvancılık yapılır; en önemli hayvancılık ürünü karakul kuzusu postudur (astragan). Bölgede çıkarılan başlıca yeraltı zenginlikleri çinko, kurşun, sülfür ve barittir. Aşkâbâd'ın 7 km. batısında, herhangi bir binası ayakta kalmamış olan Ortaçağ şehirlerinden Nesâ'nın harabeleri, 10 km. doğusunda da Asya'nın en eski yerleşim merkezlerinden birine ait kalıntıların ortaya çıkarıldığı Anav kurganı (höyük) bulunmaktadır. Kuzey-güney yönünde uzanan iki tepeden ibaret Anav kurganında XX. yüzyılın başlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucu dört kültür katından oluşan bir medeniyetin izleri tesbit edilmiştir. Orta Asya ve ona bağlı olarak da Batı Çin tarihi için büyük önem taşıyan Anav'm ilk kültürü kerpiç evlerde oturan, ziraatı, hayvan evcilleştirmeyi ve çanak çömlek yapmayı bilen bir Neolitik devir (yeni taş devri) medeniyetine, son kültürü ise demiri tanıyan bir maden devri medeniyetine aittir. Kronoloji konusunda yapılan son çalışmalarla üçüncü kültürün milâttan önce III. binyılın ortalarına ait olduğu anlaşılmıştır. Birinci kültürün ise milâttan önce VI. binyılın sonlarına veya V. binyılın başlarına ait olduğu sanılmaktadır ki bu durum Orta Asya'da da Ön Asya'dakiler kadar eski medeniyetlerin varlığını göstermektedir. Anav kurganının yakının-



da, kitabesinden Ebü'l-Kisım Bâbür (ö. 861/1457) tarafından yaptırıldığı anlaşılan bir de cami bulunmaktadır. BİBLİYOGRAFYA: C. Schaeffer. Stratigraphie Comparee et Chronologie de l'Asie Occidentale, London 1948, s. 598-599; R. H. Dyson, "Problems in the Relative Chronology of Iran", Chronologies in Old Wodd Archaeology (nşr. R. W. Ehrich), Chicago 1967, s. 247, 512; Shirin Akıner, Islamic Peoples of the Soviet Union, London, 1986, s. 317; "Anav", TA, II, 456-457; W. Barthold, "Ahal Teke", İA, I, 155; a.mlf., "Aşkâbâd", İA, I, 710; a.mlf., "Etek", İA, IV, 398; Mehmed Saray, "Türkmenler", İA, XII/2, s. 661-673; B. Spuler, " c Ashkâbâd", EP (İng.), I, 700-701; a.mlf., "Ashkhabad", Elr., II, 750; Th. Shabad, "Ashkhabad", EAm., II, 436; G. E. Wheeler - A. Sheehy, "Ashkhabad", EBr., II, 572; ABr., II, 471-472. m IHI



F



varır; kıldığı namaza ve tuttuğu oruca değil, Allah'ın lutfuna ve keremine bel bağlar. Bu anlayışa sahip bir kişi hangi tarikata mensup olursa olsun Aşkıyye'ye dahil olmuş kabul edilir. Bir sınıflamaya göre mutasavvıflar dört kısma ayrılırlar: Hulûliyye, İttihâdiyye, Vâsıliyye, Uşşâkıyye. Uşşâkıyye Allah'a aşk vasıtasıyla erme yolunu seçtiği için bu ismi almıştır. Burada Uşşâkıyye ile Aşkıyye aynı mânaya gelmektedir. BİBLİYOGRAFYA : Zebîdî, cİkd, s. 88; a.mlf., İthâful-aşfiyâ', s. 245; Ma'sum Ali Şah, Tam ik, I, 286;' II, 151S



r



SARGON E R D E M



AŞKIYYE ( âjâ^t )



Tayfûriyye'den Şütâriyye'nin bir kolu. Ca'fer es-Sâdık ile başlatılan ve birbirinden farklı şekillerde kaydedilen bu tarikatın silsilesinde Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebü'l-Hasan el-Harakinî gibi sekr*, fenâ* ve aşk konusundaki fikir ve sözleriyle tanınmış büyük sûfîler yer alır. Aşkıyye (Işkıyye), belli birtakım âdâb ve erkânı bulunan bir tarikat olmayıp tamamıyla tasavvufun hususi bir temayülünü ifade eder. Bu temayülde olanlara göre ibadet mutlaka gerekli olmakla birlikte Allah'a ibadetle değil, aşk ve muhabbetle varılır. Bâyezîd-i Bistâmî'ye göre kafileden önce menzile varmak ibadetle değil ancak sevgiyle olur. Bu sebeple hakiki mürid gece yatıp uyuşa bile sabahleyin kafileden evvel menzile



SÜLEYMAN U L U D A Ğ



AŞKİ, Kadîm XV. yüzyıl divan şairi.



Tezkirelerde ve diğer kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Aşkî, aynı mahlası taşıyan daha sonraki birkaç divan şairinden ayırt edilmek için "Kadîm" sıfatıyla anılmaktadır. Sehî Bey, tezkiresinde onun Fâtih Sultan Mehmed devri şair ve musahiplerinden, şiiri iyi bilen ve döneminde rağbet gören bir sanatkâr olduğunu belirtmektedir. Latîfî ise AşkTnin şiirlerinin sade ve "vezne uydurulmuş sözlerden ibaret" olduğunu, padişahtan gördüğü ilginin bu sebeple zamanın şairlerince kıskanıldığını kaydeder. Ayrıca Fenâî adlı bir şairin, Aşkî'nin günde 100 akçe almasını kıskandığı için, yazdığı bir beyiti naklederek yeteneksiz ve hünersiz kişilerin talihleri sayesinde itibar gördüklerinden şikâyetle sözlerini bitirir. Âşık Çelebi de Sehî ve Latîfî'ye uyarak tezkiresinde Aşkî'ye yer verdiğini, ancak onun anılmaya değer bir beytinin bile bulunmadığını söyler.



22 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ASKÎ, Üsküdarlı ni sorunca Aşkî o sıralarda ölen şair Ba-



Tezkirelerin bu değerlendirmesine kıs-



kî Mescidi'nin şair Aşkî tarafından yap-



men katılan S. Nüzhet Ergun,



tırıldığı ve mezarının da orada olduğu



sîrî'nin 10 akçelik ödeneğinin kendisine



kayıtlıdır.



verilmesini talep eden bir kıta nazmet-



Silkü'l-



(bk. AHMED HASÎB EFEND!) aynı



leâl'de



görüşlerin tekrarlandığı bir manzumeyi



miş, padişah bu arzusunu yerine getir-



BIBLIYOGRAYFA: (nşr. Mus-



diği gibi ayrıca ihsanda da bulunmuş-



bilhassa Fâtih'i metheden şairin kudret-



tafa Canpolat), Ankara 1982; Sehî, Tezkire (G.



tur. Böylece maddî sıkıntılardan kurtu-



li bir sanatkâr olarak gösterilemeyece-



Kut), s. 67; Âşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ,



s. 246;



lan şair Üsküdar'da bir yalı satın alarak



ğini; Fâtih'in Aşkî'ye olan teveccühünü



Latîff, Tezkire, s. 243; Kınalızâde, Tezkire, II, 635;



bilgin, sanatkâr ve şeyhlerin toplandığı



onun sahip olduğu başka meziyetlerde



Ayvansarâyî, Hadîkatü'l-cevâmi',



bir mahfil haline getirdiği bu yalıda ya-



nakletmekte, gazellerinde II. Murad ile



aramanın daha uygun olacağını belirtmektedir.



Ömer b. Mezîd, Mecmûatü'n-nezâir



Tuman, Tuhfe-i



Nailî, "Aşkî Kadîm" md., sıra



nr. 2874, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; Ergun, Türk Şairleri,



Ancak AşkFnin Mecmûatü'n-rıezâirve Câmiü'rı-nezâir'de bulunan gazelleri sanat bakımından mecmuadaki diğer şiirlerden daha az değerli değildir. Gerek Mecmûatü'n-n ezdir 'deki on gazel gerekse Fâtih gibi şiir ve edebiyattan anlayan bir padişahın Aşkî'ye verdiği değer, Sehî Bey'den sonraki tezkirecilerin yanıldığını göstermektedir. Nitekim Aşkî'nin şiirleri üzerinde kısa bir değerlendirme yapan V. Mahir Kocatürk, onun dile, duyguya ve mazmunlara hâkimiyet bakımından devrinin iyi bir şairi olduğunu, divan şiirini maddî duygu ve klasik sanat endişesiyle işlediğini, an'anevî mefhum ve mazmunları Türk şiirine mal etmeye çalıştığını, bunda başarı göstermekle birlikte bâriz bir şahsiyet kazanamadığını ifade etmektedir. S. Nüzhet Ergun, şiirlerinin divan halinde toplandığı bilinen Aşkî'nin divanının doksan sayfa hacminde ve 1000 beyit kadar olan bir nüshasının Ankara Es-



I, 196; Nail



Edebiyatı



II, 512; Kocatürk,



Tarihi, s. 225.



Türk



r—ı İSİ



ISMAIL Ü N V E R



şamaya başlamıştır. Latîlî



Tezkiresi'Ti-



den itibaren birçok kaynakta Üsküdarlı nisbesiyle anılması bundandır. Şairle 1535 yılı baharında tanıştığını bildiren Âşık Çelebi eserinde Aşkî'nin bu yalıda



AŞKÎ, Üsküdarlı



r



n



(ö. 9 8 4 / 1 5 7 6 )



geçirdiği debdebeli hayatı uzun uzun anlatmaktadır. Ancak aşırı harcamaları yüzünden bir müddet sonra borçlanan Aş-



Divan şairi.



^



kî, II. Selim'e sunduğu "kerem" redifti bir kaside ile evinin rehin düştüğünü be-



İstanbul'da Rumelihisarı'nda



doğdu.



Asıl adı İlyas Çelebi'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Gençliğinde babası gibi yeniçeri oldu. Âşık Çelebi'nin bildirdiğine göre askerlik mesleğine bir türlü ısınamamakla birlikte çeşitli seferlere katılmış, Alman seferinde öldüğü söylentilerinin çıkması üzerine ulûfesi kesilince Müeyyedzâde Hacı Halife'nin tekkesine kapılanarak derviş olmuştur. Bir müddet sonra Ebü'1-Fazl Çelebi'nin aracılığıyla bir kâtipliğe tayin edilmişse de hastalanarak görevine devam etmediği için yine maaşı kesilmiştir.



lirterek yardım istemiştir. Padişahtan ilgi görüp görmediği bilinmeyen şair tekrar Rumelihisan'na taşınmış ve bir süre sonra vefat ederek Rumelihisarı Mezarlığı'na defnedilmiştir. Bazı tezkirelerde, yeniçerilikten ayrıldıktan sonra Bektaşîlikten Bayramîliğe geçtiği söylendiği gibi Sadettin Nüzhet de divanındaki bir murabbaa dayanarak Mevlevî olduğunu öne sürmektedir. Devrinin güçlü şairlerinden biri olan Aşkî'nin tasavvufî şiirleri de vardır. Sade ve samimi bir dille söylediği şiirleri arasında, günümüzde de tanınan ve bir mu-



Kanûnî'ye sunduğu bir şiirinde yıllar-



hammesinin nakarat beytinde geçen "Gö-



ki Eserler Kütüphanesi'nde bulunduğu-



ca padişah kapısında kulluk ettiğini, pi-



relüm âyine-i devrân ne sûret gösterür"



nu bildirmektedir.



yade olarak seferlere katıldığını ve çe-



mısraı gibi güzel parçalara rastlanmak-



Balat civarın-



şitli fedakârlıklarda bulunduğunu anlat-



tadır.



da bugün de aynı adla anılan Molla Aş-



maktadır. Şiiri beğenen padişah isteği-



Hadîkatü'i-cevâmi'de,



Şiirleri bir divan halinde toplanmıştır. Divanının İstanbul kütüphanelerinde bilinen iki nüshası vardır ( M i l l e t Ktp., A l i Emîrî, M a n z u m , nr. 2 9 7 ; N u r u o s m a n i y e Ktp., nr. 3858). Çeşitli nazire mecmua-' larında eserlerinden örneklere rastlanmaktadır. BIBLIYOGRAFYA:



•t



Sehî, Tezkire



(G. Kut), s. 136; Âşık Çelebi,



Meşâirü'ş-şuarâ,



s. 176-177; Latîff, Tezkire, s.



244; Ahdî, Güişen-i Şuarâ, İÜ Ktp., TY, nr. 2604,



M»' î



! 'i .'



il ^ i o U - a ' ^ j f



-J I [ c / .



*'



'







vr. 246 b ; Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568,



; i ,



vr. 57"; Âlî, Künhü'l-ahbâr,



I ^ U s c U . 4İJ-S"



İstanbul 1277, s.



202; Kafzâde Fâizî, Zübdetü'l-eşar,



1



10 Ktp.,



TY, nr. 1646, vr. 78"; Kınalızâde, Tezkire, II, j_Jj!



fşj&t



636; Riyâzî, Tezkire, 10 Ktp., TY, nr. 761, vr. 53 a ; Keşfü'z-zunûn,



l^Jjl J^tfeSS-jjJaB \



hatname, aJAS;jj-jj^-tj-Aa;



Üsküdarlı Aşkî'nin divanının ilk ve son sayfaları



I, 801; Evliyâ Çelebi, Seya-



I, 335; Müstakimzâde,



Mecelletü'n-



Nisâb, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 628, vr. 3 1 9 ' ; Ergun, Türk Şairleri, II, 515; Nail Tuman, Tuhfe-i



Nailî, "Aşkî İlyas" md., sıra nr.



2869, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; TYDK,



(Nuruosmaniye Ktp., nr. 3 8 5 8 )



S



ISMAIL Ü N V E R



23



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AŞR-ı $ERİF A Ş R - ı ŞERİF



F



n



Jf ı"f- )



(



Kur'ân-ı Kerîm'in bir cemaat içinde sesli olarak okunan ve genellikle orta uzunluktaki on âyet kadar olan bölümlerine Türkler arasında verilen ad. j



Buhârî, " V u d û 3 " , 36). Muhtemelen bu fi-



Kur'an nüshalarında bir kısım âyetlerin



ilî ve kavlî sünnete uymak için mushaf



sonunda görülen "ayın" harfleri bu mak-



yazımında sûreler onar âyetlik bölümle-



satla kullanılmış, on âyetlik bölüm ölçü-



re ayrılmış, buna ta'şîr denmiştir. Ta'şî-



sü (ta'şîr) dikkate alınmamıştır.



re işaret etmek üzere de her on âyet-



Genellikle cemaatle kılınan namazlardan sonra veya çeşitli toplantılarda iba-



lik bölümün sonuna aşr kelimesinin ilk harfi olan "ayın" (



) konmuş, böylece



bu harf bir aşrın bittiğini ve yeni bir aşAşr Arapça'da "on" demektir. Kur'an'ı



rın başladığını gösteren bir işaret ol-



öğrenme ve ezberleme çalışmasının onar



muştur. Bazı mushaflarda ise ayın harfi



âyetlik bölümler halinde yürütülmesiyle



yerine veya ayınla birlikte aşır gülleri ve



ilgili ilk uygulamanın Hz. Peygamber ta-



hatta değişik renkte âyet gülleri kulla-



rafından yaptırıldığı bilinmektedir. Ebû



nılmıştır. Ashap ve tâbiînin ileri gelenle-



Abdurrahman es-Sülemî'nin Hz. Osman,



rinden bazılarının konu üzerinde görüş



Abdullah b. Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b'dan



belirttiklerini bildiren rivayetlere bakı-



rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Pey-



lırsa ( b k . Dânî, s. 3, 14-15), ta'şîrle ilgi-



gamber bu sahâbîlere âyetleri onar onar



li ilk denemelerin daha sahâbîler hayat-



öğretmiş, sadece okumayı değil bu on



ta iken başladığı anlaşılmaktadır. Zer-



âyetteki



öğrenmedikçe



keşî, bu uygulamanın Abbâsî Halifesi



hükümleri



de



diğer on âyetlik bölüme geçmelerine izin



Me'mûn'un veya Haccâc b. Yûsuf es-Se-



vermemiştir (bk. T a b e r î , I, 8 0 ; İ b n M ü c â -



kafî'nin emriyle yapıldığını belirtmekte



hid, s . 6 9 ; Z e h e b î , I, 490). Kur'an'dan on



ise de ( b k . el-Burhân, I, 2 5 1 ) bunun işin



âyet okumanın veya ezberlemenin fazi-



resmiyet kazanma safhası ile ilgili oldu-



letine dair hadisler de vardır. Geceleri



ğu söylenebilir.



on âyet okuyanın gafillerden sayılmaya-



Ta'şîri gösteren "ayın" harfinin mushaf yazımında yaygın hale gelmediği, bir kıssa veya konunun bitip yenisinin başladığını belirtmek ve hatimle namaz kıldıranların yahut namazı uzun tutanların rükûa gidebilecekleri en uygun yeri göstermek üzere daha sonraki asırlarda bir kısım âyetlerin sonuna konan ve "rükû" ( ) kelimesinden alınan "ayın" işaretinin bazı İslâm ülkelerinde onun yerini aldığı anlaşılmaktadır. Özellikle Türk hattatları tarafından yazılan bazı



cağı (bk. D â r i m î , " F e z â ' i l ü ' l - K u r ' â n " , 2 5 ; E b û D â v û d , " Ş a l â t " , 326), Kehf sûresinin başından on âyet ezberleyenin deccal*den korunacağı ( b k . Müsned, V, 196; VI, 449-450; Müslim, "Müsâfirîn", 257; E b û D â v û d , " M e l â h i m " , 14) bu hadislerde işaret edilen hususlar arasındadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in bir gece yarısı namaz için kalkıp önce Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini okuduğu da rivayet edilmiştir ( b k . el-Muvatta',



" Ş a l â t ü ' l - l e y l " , 11;



det maksadıyla yapılan tilâvetlerde, hadislerde yer alan on sayısına itibar ederek okunan on âyet veya orta uzunlukta yaklaşık on âyetlik bir bölüm için Türk muhitlerinde kullanılan "aşr-ı şerif" tabirine öteki müslüman ülkelerde rastlanmamaktadır. BİBLİYOGRAFYA: el-Muvatta\ "Şalâtu 1-leyl", 11; Müsned, V, 196; VI, 449-450; Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 25; Buhârî, "Vudû 5 ", 36; Müslim, "Müsâfirîn", 257; Ebû Dâvûd, "Şalât", 326, "Melâhim", 14; Taberî, Tefsir (Şâkir), I, 80; İbn Mücâhid, Kitâbü's-Seb'a fi'l-kırâ'ât (nşr. Şevki Dayf), Kahire 1972, s. 69; Ebû Amr ed-Dânî, el-Muhkem fî nakti'l-meşâhif(nşr. İzzet Hasan), Dımaşk 1379/ 1960, s. 3, 14-15; Zehebî, A'lâmun-nübelâI, 490; Zerkeşî, el-Burhân, I, 251; Süyûtî, el-ltkân, IV, 160-162; Zürkânî, Menâhilü'l-'irfân, Kahire 1372/1953, I, 402-403; Hind Şelebî, elKırâ'ât bi-İfrîkıyye, Tunus 1983, s. 77. S



MUHAMMED EEOĞLU



ÂŞÛRÂ



F



(Jjpt



n



)



Çeşitli din ve mezheplerin önem verdiği, muharremin onuncu günü. Âşürâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir kelim e kabul edenler olduğu gibi, bu dilde



Seyh Hamdullah hattı Mushaf'ın Enbiyâ sûresinin 21. âyetinden 30. âyetine kadar aşır gülleriyle gösterilen on âyetlik bir bölümü (İÜ Ktp., AY, nr. 6552)



"fâûlâ" vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbrânîce'den geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat âlimlerin çoğu bu görüşe katılmamakta, kelimenin Arapça asıllı olduğunu benimsemektedirler. Âşûrânın menşei hakkında kaynakla-



I



|



j y®



hbyS^&İ}



I j j ^ ü j / p L Z : |



rın belirttiği görüşleri iki noktada toplamak mümkündür, l . Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun'un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla



ı



j



j?-1



mükellef olduğu bir gündür. Daha çok



-L*



müsteşriklerin benimsediği bu görüşe



ö y ^ J C J J ^ ^ ^



göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşûrâ yahudi geleneğine dayanmaktadır. 2. Âşûrâ, Hz. Nûh'tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye devri Araplar'ı arasında da Hz. İbrâhim'den beri önemli görülüp oruç tutulan bir günj



I



dür. Bu görüş, Hz. Âişe ile Abdullah b. Ömer'in rivayetlerine dayanır. Âişe'nin



24 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂŞÛRÂ rivayeti şöyledir: "Âşûrâ Kureyş'in Câhiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlullah da buna riayet ediyordu. Medine'ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır" (Buhârî, "Şavm", 6 9 ; Müsned, VI, 29-30). Abdullah b. Ömer'in aynı konudaki rivaveti de şöyledir: "Âşûrâ Câhiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah'a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, 'Âşûrâ Allah'ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın' buyurmuştur" (Müsned, II, 57, 143). Ashap arasında ilimleriyle temayüz etmiş bu iki sahâbînin rivayetlerinden, âşûrânın Câhiliye devri Araplar'ınca önemli sayıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Âişe'nin âşûrâ gününde Kâbe örtülerinin değiştirildiğini anlatan diğer bir rivayeti de bunu desteklemektedir (Müsned, VI, 244). Araplar'ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kâbe'yi inşa eden ataları Hz. İbrâhim'in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir. Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları'nın Firavun'un elinden âşûrâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nûh'un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudileri Hz. Peygamber'in tekzip etmemesi, hatta, "Biz Mûsâ'ya sizden daha lâyıkız" diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (bk. Buhârî, "Şavm", 6 9 ; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nûh'tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir. Âşûrânın menşeiyle ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan haberler, bu günü Hz. Âdem'in tövbesinin kabul edildiği, Hz. Yûnus'un balığın karnından çıkarıldığı, Hz. Mûsâ ve îsâ'nın doğduğu, Hz. Süleyman'a mülkün verildiği, Hz. Dâvûd'un tövbesinin kabul edildiği, Hz. Peygamber'in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğine dair kendisine Allah tarafından teminat verildiği ve Mekke'den Medineye hicret ettiği gün olarak tavsif ederler (Diyarbekrî, I, 360). Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır. Meselâ Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti 10 Muharrem'de değil 12 Rebîülevvel'de gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki rivayetlerin ise İsrâiliyat* a dayandığı kabul edilmektedir.



Hz. Nûh zamanından beri bütün Sâmî dinlerde makbul sayılan âşûrâ gününde oruç tutmak yahudilere farz kılınmıştı. Onlar, yedinci ayları olan Tişrin'in onuncu gününe rastlayan âşûrâyı bayram telakki ederek birtakım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı (Levililer, 1 6 / 30-34, 23/27). Câhiliye devrinde Kureyş'in de tuttuğu âşûrâ orucunu Hz. Peygamber bi'setten önce tutmuş, sonra bir ara terketmişse de Medine'ye hicret edince Hz. Mûsâ'nın şeriatına uyarak ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bir veya iki sefer o da bu orucu tutmuş ve müslümanlara da tutmalarını emretmiştir. Hatta bu konuda henüz bir emir bulunmamakla birlikte Resûlullah münâdîler çıkararak âşûrâ orucunu halka duyurmuş, geceleyin oruca niyet etmeyenlerin günün yarısında haberdar olsalar dahi o andan itibaren oruca başlamalarını emretmiş (Buhârî, " Ş a v m " , 69), ancak ramazan orucunun farz kılınmasıyla bu orucu isteğe bırakmıştır. Ramazan orucunun farziyetinden önce yirmi dört saat devam eden âşûrâ orucunun bu tarihten itibaren müstehap olduğunda ittifak eden âlimler, Hz. Peygamber'in bu konudaki emrinin ramazan orucundan önceki dönem için vücûb ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ile bazı Şâfiîler âşûrâ orucunun önceleri vâcip olduğunu, fakat bu hükmün ramazan orucu ile neshedildiğini, Hanbelîler ve bir kısım Şâfiîler ise müstehap olduğunu kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber'in âşûrâ orucunu tutmayı yahudilerden öğrendiğini, fakat aralarının bozulması üzerine bu orucu terkedip ramazanı farz kıldığını öne süren müsteşrik Caetani (İslâm Tarihi, III, 207-208) ile VVensinck'in (El2 [Fr.], I, 7 2 6 ) iddiaları son derece sübjektif ve hatta art niyetin bir ifadesidir. Zira, yukarıda da belirtildiği gibi, Araplar'ın Câhiliye devrinde âşûrâ gününe önem verip oruç tuttukları, Hz. Peygamber'in de bi'setten önce bu oruca devam ettiği sahih rivayetlerle sabittir. Esasen Caetani'nin, bu haberin sadece Âişe rivayetiyle yalnız Buhârî'de bulunduğunu söylemesi araştırmalarının eksikliğini gösterir. Çünkü bu haber Hz. Âişe yanında Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Umeyr rivayetiyle de sabit olup bu rivayetler birkaç hadis kitabında mevcuttur (bk. Müslim, " Ş ı y â m " , 134; Tirmizî, " Ş a v m " , 5 0 ; el-Muuatta\ " Ş ı y â m " , 33). Caetani'nin, orucu Allah'ın değil Hz. Peygamber'in farz kıldığını öne sürmesi ise İslâm'a karşı kötü



niyetli bir yaklaşımın tipik örneğidir. Her şeyden önce, ibadetlerin şekil ve zamanının Allah tarafından tayin edildiği hususu, bütün semavî dinlerin kabul ettiği bir gerçektir. Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve îsâ'nın dini üzere gönderilen (bk. e l H a c 2 2 / 7 8 ; eş-Şürâ 4 2 / 1 3 ) Hz. Muhammed'in sadece yahudilere has olmayan âşûrâ orucunu emretmesi tabii bir şeydir. Böyle bir tavsiyeden yahudileri taklit ettiği neticesini çıkarmak, semavî dinlerin aynı kaynağa bağlı olduğunu kabul etmemektir. Kaldı ki Resûl-i Ekrem, yahudileri taklit etmemek ve hurafelerinin İslâm bünyesine girmesine engel olmak için müminleri uyarmış ve sadece âşûrâ günü değil muharremin dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, " Ş a v m " , 6 9 ; Aynî, IX, 190). Âşûrâ orucunda, müslümanların yılın on iki ayı içinde değişen kamerî takvimi, yahudilerin ise kendilerine has şemsî-kamerî karışımı ve sadece eylül-ekim ayları içinde değişen bir takvimi kabul etmeleri, yahudiler kefâret orucu tutup bayram yaparken müslümanların geçmiş peygamberlerin sünnetine uyarak sadece oruç tutması gibi farklar, İslâm ve yahudi telakkilerini birbirinden ayıran hususlardır. Âşûrâda oruç tutmanın fazileti konusunda sahih hadislerin bulunmasına karşılık o gün yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat karışımı aş (aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescidleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih bir rivayete rastlanmamıştır. Hadis olduğu öne sürülen metinlerin birçoğunun gerçekte hadis olmayıp Câhiliye âdetlerine ve yahudi geleneklerine dayanması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu âdetleri Resûlullah'ın ve ashabının yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Meselâ, "Âşûrâ günü sürme çeken helâk olmaz", "Âşûrâ günü gusleden o yıl hasta olmaz" tarzındaki rivayetler son devir kitaplarında yer almış ve İbn Teymiyye'nin ifadesine göre bu gibi hususlar Ehl-i beyt'e buğzeden Nâsibîler tarafından uydurulmuştur (Mecmû'u Fetâvâ, II, 302). Âşûrâ'nın İslâm tarihinde siyasî bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61'de (1 Ekim 6 8 0 ) Kerbelâ'da şehid edilmesinden sonra Şîa için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin'in intikamını alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur. Şiîler'in her yıl dövünerek, kendilerine işkence yaparak tutmaya başladıkları bu matem orucu Şiî-Fâ-



25



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ÂŞÛRÂ tımî devletinin himayesinde devlet merasimleriyle icra edilmiş, daha sonra bu merasimler İran'da gelenek halini almıştır (bk. TÂZİYE). Esasen dinin yasakladığı bu nevi bir matem, Şiî inancın canlı tutulmasında ve mezhep bütünlüğünün sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Âşûrâyı Şîa'nın yas günü ilân etmesine karşılık Emevîler Kerbelâ faciasını unutturmak için bir vesile sayarak o günü âdeta bir bayram kabul etmişlerdi. Hatta Fâtımî Devleti'nin yıkılmasından sonra şenlikler düzenlenmiş, tatlı yiyecekler pişirilmiş ve bu konudaki bid'atların haklı gösterilmesi maksadıyla çeşitli hadisler uydurulmuştur. Müslüman Türkler'in dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan âşûrâ, aynı zamanda, muharremin onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de özel merasimlerle pişirilip dağıtılan tatlıya (aşure) ad olmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi. Helvacıların nezâretindeki aşçılar ve kiler ağaları tarafından hazırlanan aşure, muharremin onundan itibaren "aşure testisi" adı verilen özel kaplarla saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılırdı. Anadolu'da zengin aileler ve esnaf teşkilâtları tarafından pişirilen aşure sebilciler, duagûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi. Günümüzde de âşûrâ orucu tutmak ve aşure tatlısı pişirmek bütün canlılığıyla devam etmektedir. BIBLIYOGRAFYA: Lisânul-'Arab, "'âşûrâ 5 " md.; el-Muvatta*, "Şıyâm", 11, 33; Müsned, II, 57, 143, 359360; VI, 29-44, 244; Buhârî, "Şavm", 69; Müslim, "Şıyâm", 20, 134; Tirmizî, "Şavm", 50; Taberî, Târih (Ebü'l-Fazl), II, 417; Serahsî, elMebsût, III, 67; İbn Kudâme, el-Muğnt, III, 174; İbn Teymiyye, Mecmû'u fetâuâ, II, 295, 302; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l-me'âd, II, 70; Aynî, 'ümdetü'l-kârt, Kahire 1392/1972, IX, 190, 191; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadtr, Bulak 1315-18, II, 47; Diyarbekrî, Târihu'l-hamts, I, 360; L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924-27, III, 207-208; Pakalın, I, 101-102; E. Gugenheim, Le Judaisme dans la u/e quatidienne, Paris 1970, s. 70; Muhammed eş-Şerkâvî, "Fî M e v k i b i 'âşûrâ 5 ", Mecelletü'l-Ezher, XLIV/1, Kahire 1978, s. 25-29; W. Ende, " T h e Flagellations of Muharrem and the Shi'ite Ulamâ", isi, sy. 55 (1978), s. 1936; M. Smith, "'Aşüre and, in particular, the c aşüre of Muharrem", JTS, VIII (1984), s. 229231; İTA, "Âşûrâ", I, 605-613; Zuhur Ahmed Azhar — Murtaza Hüseyin Fâzıl, " c Aşûrâ 5 ", ÜDMİ, XII, 672-676; A. J. Wensinck - Ph. Marçais, "'Âşhürâ 5 ", E!2 (Fr.), I, 726-727; M. Ayoub, "'Âsürâ 5 ", Elr., II, 874-876. H



AŞÛRTYYE ( ^Jp1»11 )



Desûkıyye tarikatının Sâlih Âşûr el-Mağribî'ye nisbet edilen bir kolu (bk. DESÛKıYYE).



L



J



İslâm Öncesi. Tarihten önceki devirlerden beri Asya ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde yabani halde yaşadıkları bilinen türlü cinsten atların ehlîleştirilerek insan hizmetine verilmesi tarihte büyük bir hamle sayılır. Zira ot yiyen hayvanlar arasında adale kuvveti en fazla, tabii zorluklara en dayanıklı, değişik iklimlere tahammül bakımından en güçlü ve sürekli hızda rakipsiz olan at, tarihî ve içtimaî hayatta olduğu gibi din, edebiyat ve sanat alanlarında da büyük gelişmelere imkân vermiştir. İlk defa at sayesinde farkedilen sürat kavramı, mesafelerin kısalması ve kazanılan zaman dolayısıyla insanlığa derin bir zihniyet değişikliği getirmiş, hususi bir maharet ve cesaret isteyen ata binme işi, at üstünde olana, yayalar üzerinde maddîmânevî hâkimiyet kurma yolunu açmıştır. Ülke, nüfus miktarı, idare bakımlarından dar sınırlar içinde kapalı eski sit e devleti sınırlarını aşarak kıtalara yaygın, çok kavimli ve o nisbette hukukî toleransa sahip geniş imparatorluklar kurma şartlarını hazırlamış ve atın bilhassa savaş vasıtası olarak kullanılması dünya harp tarihinde, orduların makineleştirildiği II. Dünya Savaşı'na kadar "at çağı"nın başlangıcı olmuştur. Eski çağların atı ehlîleştirmek ve ata binmek gibi, günümüz feza çalışmaları ayarında tutulan medenî hamlesinin ilk olarak hangi topluluk tarafından gerçek-



At şeklinde mezar taşı - Karabağ / Azerbaycan



71



leştirildiği meselesi, çeşitli milletler arasında âdeta bir rekabet konusu hâline getirildiğinden, henüz kabul edilen kesin bir sonuca ulaşmamıştır. Nitekim atın önce Hint-Avrupalılar'ın gayretiyle ehlîleştirildiği ve dünyada ilk binicilerin onlar olduğu yolundaki iddialar, peşin hükümler mahsulü faraziyeler durumundadır. Atı ilk defa Fin-Ugorlar'ın (Urallı) ehlîleştirdiğine, hatta Türkçe'deki at ile ilgili bazı kelimelerin Fin - Ugorca'dan alındığına dair söylentiler de ciddiyetten uzak görüşlerdir. Çünkü milâttan önce IV. bin ortalarında adı geçen kavimlerin yaşadığı Ural dağları yöresindeki bozkırlar bölgesinde görünen topluluklar, oraya Asya'dan atları ile birlikte gelmişlerdir. Öte yandan at iskeletlerinin Orta Asya'dan önce Dinyepr kıyılarında Tripolie ve Poltavka'daki mezarlarda bulunduğu ve milâttan önce VIII. yüzyılda Orta Avrupa'da demir gem kullanan bir "atlı kavim "in Kafkaslar yolu ile Mezopotamya kültürünün tesirinde atçılıkla ilgilendiği, yine milâttan on dört asır önce Ön Asya'da attan bahseden metinlerin ele geçmesi, meseleyi çözebilecek deliller sayılmamaktadır. Zira Güney Rusya'daki kalıntıların belki de bir yabani ata ait olabileceği ihtimali, Kafkaslar'da atı ilgilendiren eserlerin milâttan önce IX-VIII. yüzyıllardan kalması, Akkad metinlerinin ise Orta Asya'ya nisbetle geç tarihlerin izlerini taşıması, Türkler'ce temsil edilen tarihî-sosyolojik gerçekleri değiştirecek sağlamlıkta görülmemektedir. Vahşi bir hayvanı ehlîleştirmek için her şeyden önce insanları bu faaliyete zorlayacak belirli şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlara ise ne Avrupa, Hint, Mısır, İran ve İç Asya'da, ne Ural dağlan çevresinde, ne Ön Asya ve Mezopotamya'da, ne Çin'de, ne de Baykal'ın kuzeyi ve doğusunda rastlanmaktadır. Buna karşılık bu şartlara sadece Yukarı Asya bozkırlarında tesadüf edilmektedir. Adları geçen kavimlerden bir kısmının köylü, bazılarının göçebe kültüre bağlanmaları, yaşadıkları bölgelerin tabii durumu gereğidir. Halbuki Türkler öz vatanları olan Asya bozkırlarının iklimine uygun bir tarzda hayatlarını sürdürmek zorunda idiler ki bu da binlerce baş hayvanın güdülmesi, mevsimden mevsime otlaklara zamanında sevkedilmesi, su başlarına süratle yetiştirilmesi zaruretini doğurmuş ve onları hızlı ve dayanıklı vasıtalar teminine itmiştir. İşte atın insana kazandırılması gibi fevkalâde bir medenî merhale bu sayede aşılmıştır. O an-



Y U S U F ŞEVKI Y A V U Z



26 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AT dan itibaren de at Türk'ün ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve gücünden, süratinden, etinden, sütünden, kılından, derisinden faydalandığı, gerek et gerekse canlı halde bilhassa Çin'e çok değerli ihraç malı olarak satıp büyük iktisadî destek sağladığı, dolayısıyla hemen bütün varlığını borçlu olduğu bu hayvanı insan ruhlu, icabında konuşabilecek ölçüde zeki, savaşlarda binicisi kadar cengâver, Gök Tann'ya ve atalara sunulacak en makbul kurban, en muteber hediye saymıştır. Eski Türkler'ce gökten indiği kabul edilerek âdeta kutsallaştırılmış olan at, çok kere törenle sahibinin yanına veya hususi mezarlara gömülmüş, bir nevi matem alâmeti olmak üzere veya binicisinin savaşta ölümü halinde kabrine konmak için kuyrukları kesilmiştir. Ayrıca at yarışları, at güreşleri, bozkırların ünlü ilkbahar ve güz bayramlarında tertiplenen atlı top oyunları, cirit ve diğer atlı sporlar, sık sık hakanların ve daha sonra Hârizm'de, İran'da, Anadolu'da, Mısır'da sultanların da katıldığı çevgân ve küre oyunları gibi halk tarafından çok sevilen eğlenceler tertiplenmiştir. Türk halk destanı, masal ve menkıbelerinde mühim rol oynayan at, bir nevi askerî manevra taktiğinde yürütülen sürek avlarında bazan ava katılan binlerce kişinin vazgeçilmez vasıtası olmuş, bilhassa tarihte ilk defa Türk ordusunda kurulan (II. b i n o r t a l a n ) hafif teçhizatlı süvari birlikleri eski Çin, İran, Makedonya, Roma, Bizans, Avrupa, Moğol askerî kuvvetlerine örnek teşkil etmiştir. Halbuki yerleşik veya göçebe diğer toplu-



XI. yüzyıla ait bir Çin resim rülosundaki at tasvirleri (Tayvan Müzesi)



lukların hiçbirinde sosyal, askerî, ekonomik ve dinî bakımdan önemli bir yeri olmayan, yabancı milletlerin faal hayatlarında tamamıyla tesirsiz bir hayvan durumunda kalan at, ancak onların efsaneleriyle bazı iptidai geleneklerinde görünmüştür. Bu tarihî olayları dikkate alan bazı kültür tarihçileri gerçeği ifadeden çekinmemişlerdir. Meselâ W. Koppers, atın ehlîleştirilmesini "atlı - çoban" kültürün sahibi olan ilk Türkler'e atfetmek gerektiğini ve insanlık tarihinde elde edilen bu başarının diğer kavimlerin gelişmesinde de çok önemli sonuçlar doğurduğunu, büyük devlet olabilmek için gerekli şartların bu sayede belirdiğini ifade etmektedir. Öte yandan F. Flor da atın Türkler'in ataları tarafından insanlık hizmetine sokulduğunu belirtmiş, tanınmış Viyanalı din ve kültür tarihçilerinden W. Schmidt ise Orta Asya'da oturan ve çok eski bir zamanda avcılık hayatından hayvanları ehlîleştirmeye geçen ve ata ilk binen kavmin Türkler olduğunu kabul etmiştir. Yine Türkler'in anayurt bölgesi olan Asya bozkırlarını, yeryüzünde mevcut on iki kültür merkezinden biri kabul eden etnolog-tarihçi O. Menghin, bozkırlı halkın biri kemik kültürü, diğeri besicilik olmak üzere iki safhayı aştıktan sonra üçüncü merhalede at yetiştirme kültürü ile en yüksek seviyeye ulaştığını söylemiş, aynı zamanda muharip kimseler olduğunu keşfederek "savaşçı-çoban" dediği bu halkın dünyaya medeniyet yayan ocaklardan birinin sahibi bulunduğunu, bundan dolayı da dünya tarihinde çok önemli bir yer tuttuğunu ifade etmiştir. Bu etnolojik tarihî tesbitler, daha sonraki yıllarda Asya'daki ilmî kazılarda elde edilen arkeolojik ve antropolojik malzeme üzerindeki incelemelerle de desteklenmiştir. Baykal gölünün batısında Minusinsk'te Afanasyevo mevkiindeki mezarlarda ilk defa at kalıntılarına rastlanmış ( m . ö . 2500-1700 arası), aynı bölgede Andronovo adlı kültür merkezinde ( m . ö . 1700-1200) bol miktarda at iskeleti görülmüştür ki atlı defin âdetinin Batı'ya İskit sahasına buradan yayıldığı söylenmektedir. Andronovo kültürünü meydana getiren atlı kavim ise Sarı Moğol'dan ve dolikosefal Akdeniz tipi insandan tamamen farklı olup brakisefal ve beyaz renkli savaşçı bir topluluk idi. Yapılan tavsiflerden de açıkça tesbit edilmektedir ki O. Menghin'in "savaşçı-çoban"lar dediği bu halk, bozkır kültürü-



nün sahibi ve yayıcısı olan proto-Türkler'den başkası değildi. Bu açıklamalardan, atın medeniyet hizmetine verilmesi başarısının Türkler'e ait olduğu anlaşılmaktadır. Buna başka bir delil de Türkler tarafından ilk terbiye edilen at cinsinin, İndo-Germenciler'ce ehlî atın aslı olduğu ileri sürülen ve kalıntılarına Cungarya'da tesadüf edilen "Mequus Prjewalski"den başka oluşudur. Kısa, kalın bacaklı, büyük ve öne doğru eğik kafalı, hantal gövdeli, dolayısıyla savaş yönünden elverişsiz vasıflar taşıyan ve daha ziyade yük hayvanı olan bu İç Asya tipine karşılık bozkır cinsi at uzun ince bacaklı, küçük dik başlı, sert tırnaklı binek atıdır ki savaşlarda serî manevralar için ideal bir beden yapısına sahiptir. Bu sebeple Çinliler, Türk usulünü örnek alarak ıslaha giriştikleri ordularında süvari birlikleri kurarken, Hun atlarının en iyi yetiştirildiği bölge olan Batı Asya'dan "kan terleyen" sıfatı ile tanıtıp "Gök Tanrı atı" (T'ien-ma) diye andıkları bozkır atlarını temin etmek için büyük gayretler sarfetmişlerdir. Attan faydalanabilmek için ihtiyaç duyulan âletlerden biri, binmeyi kolaylaştıran üzengi, öteki de atı istenilen istikamete sevketmeyi sağlayan gemdir. Bu iki âletin keşfi ata hâkim olmayı mümkün kılmıştır. Milâttan önceki tarihlerden beri kullanılması gerektiği kabul edilen ve Avrupa'da Avar Hakanlığı ile yaygınlaştığı bilinen üzenginin kelime olarak Türkçe menşeli olduğu şüphesizdir. Yalnız Osmanlıca'da görülen ve yabancı bir dilden alındığı söylenen gem kelimesi yerine eski Türkçe'de yular, dizgin, kantarma, yükün, tin gibi birçok deyim kullanılmıştır. Bunlardan son ikisi metinlerde nâdiren geçmekle beraber dizgin ve yular kelimelerinin çok yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Kantarma kelimesi ise kantar şeklinde Macarca'ya da geçmiştir. Türkler atı cinsine, cinsiyetine, yaşına, rengine göre çok değişik ve bol sayıda deyimlerle anmışlardır. Bu şaşırtıcı kelime zenginliği arasında en yaygın olanlar at, aygır, kulan, kısrak ve yunddur. Bu şekilde yalnız Asya Hunlan'nda üç, Göktürk çağında on bir cins at sayılmıştır ki Çinceleştirilmiş adların Türkçe asılları bilinmemektedir. Orhun Kitâbeleri'nden beri bugünkü söylenişi ile geçen ve bütün Türk lehçelerinde mevcut olan at kelimesi, bazı Moğolistler tarafından, zaman ve mâna itibariyle farklı ve çoğu faraziyeye dayanan Moğolca



27



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AT sözlerden türetilmek istenmiştir. Bu ya-



BİBLİYOGRAFYA:



kıştırmalar elbette türlü itirazlara yol



Orhun Âbideleri



İslâmî Devir. Medeniyet tarihinde önem-



(nşr. Muharrem Ergin), İs-



açmış ve at kelimesinin, aslı Ana Türk-



tanbul 1970, bk. İndeks; Câhiz, Hilâfet



çe'de bulunması gerekli bir aqta ( â q t a t )



nun Menkıbeleri



köküne bağlanabileceği (aynı k ö k t e n M o ğ o l c a ' y a : a g t a ) düşünülmüştür. Fakat at



ve Türklerin



Ordusu-



Faziletleri



(trc.



Ramazan Şeşen), Ankara 1970, s. 66-68; Dîvâna Lugati't-Türk,



I, 34, 48 vd., 472; 11, 199; III,



217, 423; Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, An-



li bir yeri olan atın İslâm dünyasında da bu mevkiini devam ettirdiği görülmektedir. İslâmiyet'in İspanya'dan Hindistan'a kadar yayılmasında, Anadolu'nun fethinde, Büyük Selçuklu ve Osmanlı dev-



deyimini ihtiva eden ilk belgenin milât-



kara 1977, III, 423, tür. yer.; O. Menghin, Die



letlerinin kurulmasında



tan önce Çin yıllığı Shich'i'de mevcut ol-



ıveltgeschictliche



büyük rolü olmuştur.



Rolle



der Üral-Altais



chen



duğu da söylenebilir. Asya Hunları tara-



Völker, Budapest 1929, s. 55-229; Gy. Nemeth,



fından terbiye edilen yabani



A Honfoglao



atlardan



biri "K'uai-t'i" diye anılmakta ve Çince olmayan bu adın mânası "büyük bir güç ile sıçramaya istekli" olarak açıklanmak-



Magyarsag



Buda-



Kialakulasa,



pest 1930, s. 37, 141-144; A. Berthelot, L'Asie ancienne



centrale et sud-orientale



d'apres Pto-



lemee, Paris 1930, s. 16, 22; F. Flor, Haustiere



atlı



birliklerin



İslâm'ın ilk devirlerinde Arabistan'da attan çok az ölçüde faydalanılmıştır. "Kitâbü'l-hayl" türü eserlerden öğrenildiğine göre Araplar arasında ata sahip olmak bir üstünlük ve zenginlik alâmeti



tadır. Buna göre Çince kaynakta zikre-



Kultur, Viyana 1930; L. Rasonyi,



Baszaraba, Budapest 1933, s. 171; a.mlf., Ta-



idi. Bu bakımdan Necid bölgesinde at



dilen isimde at sözünün ilk şekli belir-



rihte Türklük, Ankara 1971, s. 3-6; a.mlf., "At



cinsleri ıslah edilmekte ve ticareti yapıl-



mekle beraber, belki de kelimenin ilk he-



v e Arabanın Tarih v e Sosyolojik Ehemmi-



cesi olan "ku", Türkçe'de "sarışın, kum-



yeti", II. Türk Tarih Kongresi



ral" mânalarına gelen deyimdir ki bu takdirde bahis konusu adın Türkçe anlamı "kula veya doru at" olabilecektir. XI. yüzyılda ünlü Türk dilci ve etnografyacısı Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânü gâti't-Türk'te



Lu-



at ile ilgili olarak tesbit et-



tiği 180 civarındaki isim, atasözü, tabir vb. yanında, ayrıca, "Kuş kanatın, er atın" (kuş kanadıyla, er atıyla) diyerek belirttiği



und Hirten



Zabıtları



(1937),



İstanbul 1943, s. 858; W. Schmidt, Rassen Völker,



und



II, 1946; R. Grousset, L'Empire



des



Steppes, Paris 1952, s. 22; Bahaeddin Ögel, Is-



maktaydı. Atların ıslah edildiği en eski ve en meşhur yer Hima Der'iyye denilen yerdi. İslâmiyet'te ata verilen önem Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan atla ilgili âyet-



Tarihi, Ankara



lerden de anlaşılmaktadır. Meselâ Âdi-



1962, s. 3-8, 60-66, 68, 128, 196, 389; Nejat



yât sûresinin 1 - 6 . âyetlerinde, "Andol-



Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s. 28,



sun o harıl harıl koşan atlara, o -tırnak-



29, 38-41 vd.; İbrahim Kafesoğlu, Türk



larıyla- çakarak ateş çıkaranlara, sabah-



lamiyetten



Kültürü,



Önce



Türk Kültür



Milli



İstanbul 1982, s. 207-213, 269-275,



284-301; W. Eberhard, "Çin Kaynaklarına Göre Orta A s y a ' d a A t Cinsleri", Ülkü



Dergisi,



leyin baskın yapanlara, tozu dumana katanlara, bununla bir topluluğun tâ orta-



sy. 92, İstanbul 1940, s. 161; W. Koppers, "Ci-



sına girenlere ki, muhakkak insan rab-



han Tarihinin Işığında İlk Türklük v e İlk İn-



bine karşı çok nankördür" buyurulmak-



layan iki unsur sayıldığı hususu, IX. as-



do-Germenlik", TTK Belleten, sy. 20 (1941), s.



ta, aynı şekilde Enfâl sûresinin 60. âye-



rın meşhur İslâm müellifi Câhiz tarafın-



471; DTCFD, V/3 (1947), s. 346 vd.; J. Deer,



tinde de, "Siz de onlara (düşmanlara) kar-



dan da ifade edilmiştir: "Türk'ün silâhı,



"İstep Kültürü", a.e„ XII/1-2 (1958), s. 161; N. Egami, " T h e K'uai-t'i, the T ' a o - y ü and the



şı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve



hayvanı, koşum takımları ile ilgili her-



(I, 34-35), Türk ile atın birbirini tamam-



şeyi yanında bulunur... Öyle at sürer ki onun dışındakiler geride kalır ve Türk



T'an-hsi, the Strange domestic animals of the Hsiung-nu", Toyo-Bunko,



sy. 15, Tokyo



-cihad için- bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanını ve sizin düşmanınızı ve bunlardan başka



hızla koşan at üzerinde dört yana ok



1951, s. 94 vd., 98, 101; A. Caferoğlu, "Türk Onomastiğinde A t Kültü", TM, X (1953), s.



sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer-



atar... Türk atını kendisi terbiye eder,



201-211; Ş. Elçin, "Türklerde A t ı n A r m a ğ a n



lerini korkutasınız" denilmektedir. Öte



yetiştirir, adını söyleyince atı onu takip



Olması", TKA, I (1964); A. İnan, "Altay D a ğ l a -



eder... Türk'ün ömrünün fazlası atı üze-



rında Bulunan Eski Türk Mezarları",



yandan Hz. Peygamber İslâm'ın yayılıp



rinde geçer... Türk hem çoban, hem se-



leler ve İncelemeler,



yis, hem cambaz, hem baytar, hem süvaridir... Hülâsa bir Türk başlı başına bir millettir...".



Maka-



Ankara 1968; J. Ruska,



"Feres", İA, IV, 555; F. Vir ILJI )



Atıyyelerin dağıtımı ve teslimiyle Medine ve çevresinde bizzat Hz. Ömer, di-



bin, muhacir ve ensarın çocukları ile Kâdisiye ve Yermük savaşlarına katılanlara ikişer bin; daha sonraki savaşlara katılanlara biner, geriye kalanlara ise 300 ile S00 dirhem arasında değişen miktarlarda yıllık olarak verilmiştir. Hz. Peygamber'in hanımları dışındaki kadınlardan en fazla miktarda atâ tahsis edilenler, biner dirhem ile ilk muhacir kadınlardır. Diğer kadınlara ise 600, 400, 300 ve 200 dirhem yıllık ödenmiştir. Çocuklara da sütten kesilmelerinden itibaren yüzer dirhem atâ veriliyordu. Ancak çocukların bir an önce ataya hak kaza-



Hz. Ömer'in f e y gelirlerini atıyye şeklinde bütün müslümanlara dağıtması daha sonraki tarihlerde aynı şekilde devam etmemiştir. Müslümanların sayısının artması, mühtedilerin çoğalması, Emevî ve Abbâsîler zamanında askerî usullerin değişmesi ve askerliğin bir meslek haline gelmesi gibi sebepler yüzünden atıyyeler yalnızca halifelerin tercih ettiği bazı kimselere verilir hale geldi. Bilhassa Abbâsîler zamanında Hz. Ali ve Hz. Abbas soyundan gelen bazı ailelere bir lutuf olmak üzere atıyye verilmeye devam edildi. Bunun dışında atâ, yalnızca askerliği meslek olarak seçenlere maaş olarak veriliyordu. Askerler divanlara yazılıyor ve kendilerine belirli bir atâ tayin ediliyordu. Ayrıca Emevîler döneminde asker olanlar dışında mevâlîye atâ verilmemeye başlandı. Abbâsîler zamanında ise atıyyelerin ödenmesine merkezî bir sistemle beytülmâlin kontrolü altında devam



33



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ATA edilmiştir. Hicretin ikinci asrında bir yaya askerin atıyyesi 1000 dirhem veya 70 dinar, süvarininki ise bu miktarın iki katı kadardı. Kumandanların ve diğer özel personelin atıyyeleri ise daha fazla idi. BİBLİYOGRAFYA: Lisânü'l-'Arab, " c atâ = " md.; Tâcü'l-'arûs, " ' a t â ' " md.; Tehânevî, Keşşaf, II, 1076; el-Muvatta', "Zekât", 7; Ebû Yûsuf, el-Harâc, I, 311335; II, 197-203; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 318384, 580-581; İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 296305, 336; İbn Zenceveyh, Kitâbü'l-Emvâl, Riyad 1986, I, 510-612, 941; Taberî, Târih (de Goeje), I, 2412-2418, 2495, 2540; Mustafa Fayda, "Hz. Ömer'in Divân Teşkilâtı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986, II, 133-176; A. S. Tritton, "Notes and Communication", BSOAS, XVI (1954), s. 170-172; Cl. Cahen, " ' A t a ' " , £/ 2 (Fr.), I, 751-752. MUSTAFA FAYDA



r



ATA BEY, Mehmed



n



(1856-1919)



L



Son dönem Osmanlı maliyeci, gazeteci ve tarihçisi.



J



İstanbul'da doğdu. Beyrut naibi Mehmed Galib Bey'in oğludur. Tahsilini İstanbul, Tekirdağ ve Beyrut'ta yaptı. Bu arada özel hocalardan Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca dersleri aldı. Maliye Nezâreti'ne bağlı kalemlerde, Nâfia ve Adliye nezâretlerinde, Edirne, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd ve Manastır vilâyeti Âşâr ve Ağnâm nazırlıklarında çalıştı. Posta ve Telgraf umumi müfettişliği yaptı. 1905 yılında Diyarbekir, ertesi yıl Erzurum valiliğine tayin edildi. Fakat o sıralarda uygulamaya konulan hayvânât-ı ehliyye rüsumu yüzünden çıkan olaylar üzerine padişahın emriyle görevinden alındı. Ardından Şûrâ-yı Devlet Maliye Dairesi âzalığına ve Rumeli vilâyeti umumi müfettişliğine tayin edildi. II. Meşrutiyetin ilânından sonra Posta ve Telgraf nazırlığına getirilmesi düşünüldüyse de jurnalciliği hakkında çıkan bazı söylentiler üzerine tayini gerçekleşmedi. 1909 Ağustosunda Islahât-ı Mâliyye Komisyonu üyeliğine getirildi. 1919'da Tevfik Paşa tarafından kurulan kabinede maliye nâzırı oldu. Fakat o sıralarda yatalak hasta bulunduğundan nâzırlık koltuğuna oturamadan bir hafta sonra 17 Receb 1337 (18 Nisan 1919) tarihinde Cağaloğlu'ndaki evinde öldü. Mezarı Divanyolu'ndaki Sultan Mahmud Türbesi'ndedir. Çok kısa süren nâzırlığı sırasındaki yegâne faaliyeti, yıllardan beri düşündüğü malî ıslahata dair fikirlerini geniş bir rapor



halinde Bâbıâli'ye sunması olmuştur. Dr. Galib Ataç ile Nurullah Ataç Mehmed Atâ Bey'in oğullarıdır. Yukarıda sayılan resmî görevlerinin yanında Atâ Bey Sıbyan Dârülmuallimîni'nde, Sütlüce Rüşdiyesi'nde, Mekteb-i Sultânî'de, Mekteb-i Mülkiyye'de, Dârülfünun'da ve Medresetü'l-vâizîn'de edebiyat, ilm-i ahlâk ve tarih hocalığı yapmıştır. Resmî hayatı boyunca çeşitli nişan ve rütbelerle taltif edilen Atâ Bey, daha çok ilmî ve fikrî çalışmalarıyla tanınmaktadır. Sabah, Musavver Mir'ât-ı Âlem, Diyojen, Tarîk, Mekteb, Servet-i Fünûn ve Pul gibi gazete ve dergilerde çoğu maliye ile ilgili olmak üzere değişik konularda binlerce makale yazmış, bazı yazılarında Mefharî takma adını kullanmıştır. Eserleri. 1. Musavver Elmenah. Batı dillerine almanak şeklinde geçmiş olan bu Arapça kelimenin etimolojisine dair bir risâledir. 2. İktitâf (İstanbul 13131321). Dört ciltlik bir genel edebiyat antolojisidir; uzun yıllar orta dereceli okullarda yardımcı ders kitabi olarak okutulmuştur. 3. Tercüme Mecmuası (İstanbul 1329). İktitâf m tercüme kısımları gibi yabancı dilde yazılmış bazı metinlerin çevirisini ihtiva eder. 4. Güft ü Şenîd (İstanbul 1 3 0 3 r . / 1 3 0 4 ) . Bazı ibretli hikâyelerin toplandığı tarihî ve ahlâkî bir eserdir. S. Usûl-i İntihâb (İstanbul 1329). Raoul de la Grosserie'den yapılmış idarî ve içtimaî konulu bir tercümedir. Atâ Bey'in ayrıca Üç Fistanlı Kız, Leruj Davası, Beyaz Boyun Bağlılar (İstanbul 1307) ve İşret, Kumar, Nisvan Belâsı (İstanbul 1923, 1926) adlı Fransızca'dan çevirdiği tercüme romanları da vardır. Bu eserleri yanında Mehmed Atâ Bey'in adını duyuran asıl çalışması ve en büyük hizmeti, şüphesiz Avusturyalı şarkiyatçı Joseph von Hammer'in Osmanlı tarihine dair meşhur eserini Devlet-i Osmâniyye Târihi adıyla Türkçe'ye kazandırmasıdır. Mütercim bu kitabı, eserin J. J. Hellert tarafından Almanca'dan Fransızca'ya yapılan tercümesinden çevirmiştir. Atâ Bey bu tercümede, müellifin yer yer yaptığı yanlışlıkları ve öne sürdüğü bazı sübjektif yorumları da kaynaklara ve devrinde çıkan en son araştırmalara dayanarak dip notları halinde düzeltmiştir. Atâ Bey, Hammer tarihi tercümesini on beş cilt olarak yayımlamayı tasarlamışsa da 1329-1337 yılları arasında bunun ancak on cildi yayımlanabilmiştir. XI. cildi ise Osmanlı Devleti Tarihi adıy-



la 1947 yılında Maarif Vekâleti'nce yeni harflerle bastırılmıştır. Neşredilen kısımlar Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Köprülüler devrinin ortalarına kadar gelmektedir ( g e n i ş bilgi İçin bk. HAMMER PURGSTALL, Joseph Freiherr von).



Asabî bir mizaca sahip olan Atâ Bey Hoca Atâ ve aşırı derecedeki çalışmalarından dolayı da Deli Atâ diye anılırdı. Yakınlarının ve oğlu Mehmed Galib Bey'in anlattığına göre az yer, az içer ve az uyurdu. Hayatı düzenli değildi. Ömrünün son yıllarını âdeta yatak içinde yazarak ve çalışarak geçirmiştir. BİBLİYOGRAFYA: Vakit, nr. 530, İstanbul 19 Nisan 1919; Osmanlı Müellifleri, III, 110-111; Mehmed Nusret, Târihçe-i Erzurum yahut Hemşehrilere Armağan, İstanbul 1338, s. 57-68; Türkiye Maarif Tarihi, III, 1221-1222; Özeğe, Katalog, I, 277; II, 461, 677; IV, 1812; V, 1967; Babinger (Üçok), s. 435; Gövsa, Türk Meşhurları, s. 49; Mehmet Zeki Pakalın, Mâliye Teşkilâtı Tarihi (14421930), Ankara 1978, IV, 356-370; TA, IV, 79; " e Ata 3 Bey", El2 (Fr.), I, 752.



S



ABDÜLKADİR ÖZCAN



ATÂ BEY, Tayyarzâde



r



n



(ö. 1880'den sonra)



L



Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı.



J



1801'de İstanbul'da doğdu. Atâullah Ahmed adıyla da tanınan Atâ Bey, Enderûn-ı Hümâyun memurlarından Tayyar Efendi'nin oğludur. Enderun'da yetişti ve II. Mahmud'un iradesiyle orada göreve başladı. Ancak babasının ölümü üzerine Enderun'dan ayrılarak sırasıyla Dâr-ı Şûrâ kâtipliği, Giritli Mustafa Nâilî Paşa'nın divan kâtipliği, serasker mektupçuluğu, Dâr-ı Şûrâ âzalığı (1844), Adana ve Halep mal müdürlükleri, İstanbul muhasebeciliği (1850), Ordu müsteşarlığı, Cezâyir-i Bahr-i Sefîd müsteşarlığı (1859) görevlerinde bulundu. Bir süre memuri-



Tayyarzâde Atâ Bey



34



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



ATÂ b. EBÛ REBÂH yetten ayrıldı, daha sonra Karahisar ve Karasi mutasarrıflığı yaptı. Bâlâ rütbesiyle Harem-i şerif müdürü oldu (1876). Bu arada kendisine bazı siyasî meseleleri halletmek üzere Trablus, Girit, Lübnan gibi yerlerde geçici görevler de verildi. Medine'de bulunduğu sırada orada vefat etti. Ölüm tarihi Sicill-i Osmânî'de 1877, Osmanlı Müellifleri'nde 1880 olarak gösterilmişse de bu tarihlerden biraz daha sonra öldüğü tahmin edilmektedir. Atâ Bey, yaptığı devlet hizmetlerinden ziyade beş ciltlik Târih'i ile şöhret kazanmıştır. O zamana kadar kullanılmamış bazı kaynaklardan da faydalanarak kaleme aldığı bu eseri, saray ve bilhassa Enderun teşkilâtı için oldukça önemlidir. Birinci ciltte eserin yazılış sebebi, Osman Gazi'den KanûnTye kadar saray ve Enderun teşkilâtı, kanunları, âdâbı, saray mensuplarının görevleri, teşkilâtla ilgili bazı terimler üzerinde durmuş; ikinci ciltte Enderun ve saraydan yetişen yetmiş dokuz sadrazam, üç şeyhülislâm, otuz altı kaptanpaşa ve diğer bazı rütbe ve makam sahiplerinin biyografilerini anlatmış; üçüncü ciltte



Tayyarzâde Atâ Bey'in tercüme ettiği Tuhfetü'l-fârisîn adlı eserin ilk sayfası (Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi, nr. 1503)



XIX. yüzyılın bazı devlet adamları ile kendisinin bulunduğu memuriyetleri, eserin hazırlanışı sırasında faydalandığı kaynakları ve müelliflerini belirtmiş; dördüncü ciltte Osmanlı padişah ve şehzadeleriyle Enderun'dan yetişen şairlerin hayatlarına dair bilgiler ve şiirlerinden örnekler; beşinci ciltte de padişahlara göre kronolojik kısa bir Osmanlı tarihi ile nazım ve nesir halinde bazı metinler vermiştir. Eserin bilhassa Enderun ve saray teşkilâtı ile II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinden bahseden kısımları önemlidir. Müellif eserinin üçüncü cildinde babasının ve kendisinin tayin edildiği memuriyetler, üstlendiği siyasî görevler hakkında da müstakil başlıklar halinde ayrıntılı bilgi vermektedir. Atâ Bey'in Târih'i beş cilt halinde 1293'te İstanbul'da basılmıştır. Birinci, ikinci ve üçüncü ciltlerin başında devrin tanınmış birçok devlet adamı ve bilgininin takrizleri yer almaktadır. Aynı zamanda şiir de yazan Atâ Bey'in kendi hattı ile bir divanı vardır (Millet Ktp., Ali Emîrî, M a n z u m , nr. 360). Arapça'dan müellifi tesbit edilemeyen Tuhfetü'l-fârisîn fî ahvâli huyûli'l - mücâhidin (Süleym a n i y e Ktp., Bağdatlı Vehbi, nr. 1503) adlı at ve atçılık sanatıyla ilgili bir eser tercüme etmiştir. Ayrıca Râgıb Paşa Mecmuasına zeyil sayılan ve Tayyarzâde Mecmuası adıyla tanınan eserinde çeşitli biyografiler, bir kısım tarihî olaylara ait notlar ve bazı manzum parçalar bulunmaktadır (Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 81-82). BİBLİYOGRAFYA: Atâ Bey, Târih, III, 95-108, 120, 206, 228, 239, 247, 251-254; Sicill-i OsmânT, III, 481482; Osmanlı Müellifleri, III, 108; İbnülemin, Son Asır Türk Şairleri, I, 117-120; Babinger (Üçok), s. 397-398; Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, I, 175; Nihal Erk, "Tuhfetü'l-fârisîn f î ahvâli huyûli'l-mücâhidîn", DTCFD, XVII/3-4 (1959), s. 495-511; "Atâ", TA, IV, 78-79.



.. -"-'Mİ •



V



MEHMET İPŞİRLİ



' ^ A H İ ^



- t l U t ^ i ^ - Sf c ı j »



r



ATÂ b. DİNAR (



bt^jfr&sivy/Jı İs ^rjÂyij) tfi^ı^eJjJv



-s^Çt



üi



M - )



Ebü'z-Zeyyât (Ebû T a l h a ) A t â b. Dînâr el-Hüzelî (ö. 1 2 6 / 7 4 4 ) Mısırlı tefsir ve hadis âlimi.



»İv



h)-Jrıi{>t°llnîi>S!P!iıe-.''rnılu fuptpriı



U&.'oliı.ruitr-.rmpT.HicgiîtıtritTfriîp ırfianpiöflKfrnrpliltılt.'mtfinmııc. prpnıqmat«ıautnnt.rıîprpoinntl/



Latin dünyasının kültürel, siyasî ve iktisadî alanlarda İslâm'ın etkisinde kalması Rönesans hareketlerinin başlama' sında önemli bir sebep teşkil etmiştir. İslâm dünyasının üstün ilim ve medeniyeti bu iki bölgeden Avrupa'ya aktarılmış, İslâm âleminin yetiştirdiği Hârizmî,



152 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



:



'ım&aM&HfafaimtıbHi: auın-rf;'.ın:r4fi!ı.vnu'ıçıft!t!-cnr



muknpmSnm.tnıi aıreırfüm mrm'fciın nehrin rıaltamıaılaııi tttcncıpıtımntıhoflî'inf.lnıftm!



AVRUPA Germen İmparatoru Charlemagne arasında kurulan siyasî dostluk temsil eder. Karşılıklı elçi ve hediye gönderme şeklinde yürütülen bu ilişkilerin bir benzeri, yedi asır sonra Kanûnî Sultan Süleyman ile I. Fransuva arasında tekrarlandı. Hıristiyan Avrupa ile İslâm dünyasını karşı karşıya getiren en önemli olay hiç şüphesiz XI. yüzyılda başlayan Haçlı seferleridir. Haçlı seferlerinin sebep olduğu kin ve düşmanlık iki dünya arasında normal kültürei münasebetlerin kurulması imkânını güçleştirdi. Ancak Avrupa bu seferlerin sonucunda İslâm dünyasında ilmî ve teknik açıdan birçok şey kazandı. İslâm dünyasının ürettiği malların yağmalanarak yoğun bir şekilde Avrupa pazarlarına getirilmesi ziraatta, sa-, nayide ve el sanatlarında yeni usullerin, yeni tekniklerin öğrenilmesine yol açtı. Batı Avrupa-İslâm dünyası ilişkileri, Osmanlı Devleti'nin Orta Avrupa ülkelerine kadar olan yerleri fethetmesiyle siyasî düzeyde devam ederken XVII. yüz-



ibn Sina'nın meşhur eseri el-Kânûn fi't-tıbb'ırı Cerhardo Cremona tarafından yapılan Latince tercümesinden bir Sayfa (Österreichische Nationalbibliothek - Viyana / Avusturya)



yılda başlayan sömürgecilik hareketleriyle Batı Avrupa ülkeleri diğer İslâm ülkeleriyle de ilişkiye geçtiler ve zamanla bu ülkelerden bazılarını hâkimiyetleri altına aldılar. XX. yüzyılın başlarında Batı Avrupa'nın yer yer İslâm dünyasındaki sömürgeciliği devam ederken işçi ve göçmen müslümanların Avrupa ülkelerine göçü başladı. Bu müslümanlar aralarında büyük cemaatler oluşturdular ve çok yabancısı oldukları bu toplumda kendi aralarında ortak dinî, iktisadî, siyasî ve kültürel teşkilâtlar kurdular. İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batı Avrupa ülkelerinde kurulan birçok teşkilât, cemaatlerinin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için yoğun bir çalışmaya girdi. Sayıları yüzleri bulan cami, mescid ve Kur'an kurslarından oluşan İslâm kültür merkezleri kuruldu. Bu merkezler bir yandan da İslâm'ın tanıtılması için faaliyet gösterdiler. Bu faaliyetlerin sonucunda İslâmiyet yerli halk arasında da yayılmaya başladı. Orta ve Doğu Avrupa. Orta Avrupa'nın İslâmiyet'le teması, İslâm'ın batıda Endülüs ve Sicilya'daki varlığının devam ettiği dönemde gerçekleşmeye başlamıştı. X-XII. yüzyıllarda kuzeyden gelen son Türk kavimleri göçü sonunda Tuna nehri boylarında yavaş yavaş ve İslâmî fetih hareketleri dışında müslüman topluluklar oluştu. Bu topluluklar genelde Türk ırkından olan Peçenek, Kuman, Oğuz, Habar ve eski Bulgarlar gibi göçebe kabilelerdi. İslâmiyet'i münasebet kurdukları Arap tüccar, bilgin ve seyyahlardan öğrenen bu kavimlerin yerleşim merkezleri Eflak, Boğdan, Sırbistan, Bosna ve Macaristan'a kadar uzanmıştı; özellikle Macaristan'da çok etkin durumdaydılar.



car öğrencilerden ülkeleri hakkında bilgi aldığını ve orada otuz müslüman köyünün bulunduğundan bahsettiklerini yazmaktadır. Verdiği bilgilere göre, müslümanların güçlenmelerinden korkan Macar kralları yerleşim bölgelerinin surla çevrilmesini yasaklamışlar ve II. Andre müslüman tebaanın devlet işlerinde bulunmasını engelleyici fermanlar çıkarmıştır (1233). Müslümanlar diğer halktan daha kolay ayırt edilmeleri için özel elbise giymeye zorlandılar. Zamanla artan baskılar sonucunda müslümanların etkinlikleri tamamen kayboldu. Bölgede müslümanların varlığının tekrar duyulması, 1526 yılında Osmanlılar'ın Macaristan'ı fethiyle gerçekleşti. Bu hâkimiyet ise ancak 1699'a kadar sürdü. Bugün Macaristan'ın birçok yerinde hâlâ Osmanlı döneminden kalma mimari eserlerine rastlanmaktadır. İslâm'ın Avrupa'nın kuzeydoğusundaki bölgelerle ve Balkanlar'la teması başlangıçta iki dönemde meydana geldi. İlk dönem, bölge halkının müslüman Arap tüccarlarla ilişkide bulundukları dönemdir. IX ve X. yüzyıllarda bu yolla müslüman olan topluluklar görüldü. Bu topluluklar dinî bilgilerini arttırmak için Bağdat'taki Abbâsî Halifesi Muktedir'e başvurarak kendilerine din âlimi gönderilmesini istediler. 922 yılında Muktedir bu isteği yerine getirmek üzere İbn Fad-



Tuleytula'dan (Toledo) bir görünüş - İspanya



Endülüs'ten Macaristan'a göç etmiş ve 11 SO'lerde orada yüksek düzeyde görev yapmış olan Ebû Hâmid el-Gırnâtî Tuhfetü'l-elbâb ve nuhbetü'l-a Ccâb adlı eserinde Macar Krallığı sınırları içerisindeki müslümanlardan söz ederken bunları Mağribîler ve Hârizmliler diye ikiye ayırmıştır. Orta Avrupa'daki bu müslüman varlığı X-XII. yüzyıllarda Macar Devleti'nde önemli bir etkiye sahip olmuştu. Müslümanların özellikle askerî alandaki becerileri Macar krallarının dikkatini çekmiş ve onlara görev verilmesini sağlamıştır. Macaristan'da müslümanların etkinliğini anlatan bir başka İslâm coğrafyacısı Yâküt el-Hamevî'dir ( ö . 1229). Yâkût, Mu'cemü'l-büldûn adlı eserinde, Halep'te rastladığı müslüman Ma-



153 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA lân olarak bilinen kumandanı, Ahmed b. Abbâs'ı görevlendirdi. İbn Fadlân da İran, Buhara, Hârizm yolunu takip ederek Volga Bulgarları'nın ülkesine vardı. Mes'üdFnin bu bölge ile ilgili olarak naklettiği bilgilere göre buradaki müslümanlar hıristiyan ordularla birlikte İdil yakınlarında Rus putperestliğine karşı savaşmışlardı. İkinci dönem ise Tatar kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle başladı. XIII. yüzyılın sonlarında bu bölgede bulunan Cengiz Han'ın torunu Bereket Han'ın müslüman olmasıyla Tatarlar arasında İslâmiyet hızla yayıldı. Müslümanların buradaki hâkimiyeti III. İvan'ın Tatarlar'ı Rus yönetimi altına almasına (1480) kadar devam etti. Doğu Avrupa'daki bu müslümanların varlığı, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da hâkimiyeti sırasında İslâm'ın yayılmasında da faydalı oldu. Doğu Avrupa'da İslâm'ın silinmez etkisini sağlayan Osmanlı Devleti'dir. Osmanlılar'ın Rumeli'ye geçişiyle yayılmaya başlayan İslâmiyet, Endülüs'teki varlığının yok olmaya yüz tuttuğu sırada bir başka yönden Avrupa'yı yeniden etkisi altına alıyordu. Orhan Gazi'nin Edirne'yi zaptıyla gelişen İslâm fetihleri XV. yüzyılda bütün Balkanlar'ı içine alacak kadar yayıldı. Bu yayılmada özellikle, hıristiyanlar arasında Hz. îsâ'nın ulühiyyetini simgeleyen resimlere ve vaftize karşı çıktıkları için sapık ilân edilen Bogomiller'e Osmanlılar'ın yardım etmesinin büyük etkisi olmuştur. Fâtih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşen bu yardım Bogomiller'in müslüman olmasıyla sonuçlandı ve bundan sonra Balkanlar hızla müslümanların hâkimiyetine girdi. 1463'te Sırbistan'ın fethiyle özellikle Bosna ve Hersek bölgesi İslâm'ın güçlü kalesi oldu. 1529 ve 1683'te Viyana'yı kuşatacak kadar Avrupa içlerine sokulan Osmanlılar, hemen hemen Doğu Avrupa'nın tamamına hâkim olmuşlardı. Gittikleri yerlerde birçok cami ve medrese inşa eden Osmanlılar İslâm'ın etkisini sağlayacak eğitim düzenini kurmaya çalıştılar. Bu arada hıristiyan halkın da geniş bir dinî hoşgörü içerisinde yaşamasını sağladılar. Medreseler yüzyıllarca halkın İslâmî eğitim ve öğretiminde görev üstlendiler. Bugün o dönemden kalma Saraybosna'daki (Yugoslavya) Gazi Hüsrev Bey Medresesi'nde eğitim ilâhiyat fakültesi düzeyinde sürmektedir. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasının beraberinde getirdiği askerî yenilgiler ve



Avrupa devletlerinin Doğu Avrupa'daki etnik grupları tahrik etmeleri sonucunda bu bölgedeki üstünlük müslümanların aleyhine bozuldu. Balkanlarda Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya'nın bağımsızlıklarını ilân etmeleriyie bu ülkelerde yaşayan müslümanlar, Arnavutluk devletindekiier hariç azınlık durumuna düştüler. Müslümanlar haklarını korumak için Yugoslavya ve Arnavutluk'ta siyasî örgütlenmeye giderek etkin faaliyetleriyle durumu bir müddet kendi lehlerine çevirdiler. Bulgaristan ve Yunanistan'da ise durum müslümanlar için hiç de iç açıcı değildi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra problemler daha da büyüdü ve müslümanların azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde onlar için güç bir dönem başladı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra özellikle Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk'ta iş başına geçen komünist rejimler müslümanların kimliklerini yok etmeye çalıştılar. Balkanlar'da müslümanlara karşı girişilen bu hareket ferdî ibadetlerini yerine getirmede dahi zorluklar ortaya çıkardı. Daha da ileri gidilerek birçok cami, medrese ve İslâmî eğitim kurumu kapatıldı. Zor durumda kalan müslümanlar Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan gibi ülkelerden göç etmeye başladılar. Yunanistan müslümanlarının durumu da bu ülkelerdekiierden pek farklı değildir. Bugünkü Durum. XX. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa kıtasındaki müslüman nüfusun 16-17 milyona ulaştığı sanılmaktadır. Yüzyılın başında Avrupa'da sayıları son derece az olan müslümanlar II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar önemli bir artış kaydetmemişlerse de özellikle İngiltere ve Fransa gibi devletlerin sömürgeleri olan ülkelerden gelen müslüman göçmenler, kıtadaki müslüman nüfusun belli bir oranda artış göstermesine sebep olmuşlardır. Yüzyılın ortalarından itibaren ise müslümanların sayısındaki hızlı büyüme üç ayrı faktörün etkisi altında gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir yandan yüksek doğum oranıyla tabii çoğalmalarını sürdürürlerken diğer yandan sömürge idaresi altında olan Güney Asya, Batı ve Kuzey Afrika'daki müslüman ülkelerden Avrupa'ya çeşitli sebeplerle gelen göçmenlerde de artış olmuştur. Avrupa'daki müslüman nüfusun kısa zamanda hızla artmasını sağlayan en önemli gelişme ise 1960'lı yıllarda ekonomik amaçlarla İslâm ülkelerinden Batı Avrupa ülkelerine yöne-



len işçi akınıdır. Türkiye, Kuzey Afrika ve diğer İslâm ülkelerinden Federal Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa, Danimarka, İsveç, Norveç, İsviçre ve Avusturya'ya gelen binlerce müslüman işçinin eş ve çocuklarını da yanlarına almalarıyla kıtadaki müslüman nüfus kısa zamanda büyük sayılara ulaşmıştır. Dışarıdan gelenlerin yanında yerli halk içerisinden İslâm dinini benimseyenlerin sayısında da zamanla önemli artışlar olmuştur. Bugün Avrupa'da yaşayan müslümanların çoğu yaşadığı ülke vatandaşı değildir ve bunlardan yaşlı kesimin ülkelerine geri dönme ihtimali yüksektir. Fakat özellikle Avrupa ülkelerinde doğmuş, buralarda öğrenim görmüş ve içinde bulundukları toplumun yapısına nisbeten ayak uydurmuş genç kuşakların geriye dönme ihtimali son derece azdır. Son yıllarda Avrupa'da baş gösteren yabancı düşmanlığı yer yer İslâm düşmanlığı haline gelmiştir ve bu husus geriye dönüşlerde etkili olmaktadır. Müslüman nüfustaki hızlı büyüme beraberinde bir dizi ciddi problem ortaya çıkarmıştır. Özellikle çocukların millî ve dinî eğitimleri, namazların cemaatle kılınabilmesi için ibadet yerlerinin açılması, etnik gruplara kendi dillerinde hitap edecek dinî ve millî yayınların yapılabilmesi, yardım ve dayanışma çalışmalarının teşkilâtlandırılması müslümanların başlıca meseleleridir. Müslümanlar arasında dinî, etnik, siyasî ve kültürel bakımlardan görülen bölünmelerle birlikte mahallî ve etnik düzeyde doğan kuruluşlar problemlerin hallinde önemli hizmetler yerine getirmektedirler. Avrupa'nın pek çok ülkesinde İslâmiyet resmen bir din olarak tanınmamıştır ve bu durum dinî faaliyetlerin yapılabilmesinde çeşitli zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Avusturya ve Belçika'da ise İslâmiyet'in resmen tanınmış olması müslümanlara bazı imkân ve kolaylıklar sağlamıştır. Avrupa'da müslümanların bugünkü durumu ülkelere göre incelenebilir (daha g e n i ş bilgi için bk. ilgili ülke m a d d e l e r i ) . Almanya. Çeşitli İslâm cemaatlerinin yaşadığı Almanya'da II. Dünya Savaşı öncesinde sadece 500 kadar müslüman vardı; bugün bu s^yı 1,5 milyonu Türk olmak üzere 2 milyona yaklaşmaktadır. Savaştan sonra Doğu Avrupa ülkelerinden, özellikle Sovyetler Birliği'nden getirilen tutukluların bir kısmı buraya yerleştirildiler ve bu şekiide 1951'e kadar



154



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA müslümanların sayısı 20.000'e ulaştı. Daha sonra, 1960'tan itibaren Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinden çalışmak amacıyla çıkan işçilerin bu ülkeye akın etmesiyle müslümanların sayısı büyük bir artış gösterdi. Almanya'daki müslümanlar etnik bakımdan başlıcaiarı Türk, Yugoslav, Arnavut ve Kuzey Afrikalı olmak üzere farklı gruplara mensupturlar. Bu gruplar içerisinde çoğunluğu oluşturan Türkler ülkedeki dinî faaliyetlerde oldukça müessirdirler. Müslümanların yoğun oldukları yerler Bayern ve RhenVVestfalya eyaletleridir. Ülkede ilk İslâmî teşkilât 1. Dünya Savaşı'nın sonunda kurulmuştur; bugün ise çeşitli gruplara ait yüzlerce dernek, federasyon ve vakıf gibi kuruluş faaliyet halindedir. Hemen hemen bütün şehirlerde farklı gruplara ait çok sayıda cami ve mescid bulunmaktadır. Müslüman toplulukların kendi içlerinde bölünmüş olmaları bazı imkânların değerlendirilememesine sebep olmaktadır. Çocukların din eğitiminde Türkiye'den gönderilen öğretmen ve din görevlilerinin rolleri büyüktür. Arnavutluk. Arnavutluk, kıtada nüfusunun çoğunluğu müslüman olan tek ülkedir. Ancak 11. Dünya Savaşı'ndan sonra burada kurulan komünist yönetimin dinlere karşı başlattığı mücadeleden en çok müslümanlar etkilenmiştir. Ülkedeki nüfusun % 70-75'i, anayasanın resmen yasaklamasına rağmen müslümandır. Savaştan önce Arnavutluk'taki müslümanlar Tiran'daki başmüftünün başkanlığı altında Arnavutluk İslâm Cemaati adıyla teşkilâtlanmışlardı. 1946'da ilân edilen anayasa ülkede yaşayanların inanç ve din hürriyetlerini garanti altına aldığı halde daha sonra bütün dinî kurumlar ve yayın organları ortadan kaldırıldı. 1976 anayasası ise ateizmi resmî devlet politikası haline getirdi. 1989 yılında Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan reform hareketleri Arnavutluk'u da etkiledi ve bu çerçevede Mayıs 1990'da ülkede daha önce kapatılan ibadet yerlerinin açılması ve ibadet yasağının kaldırılması kararı alındı. Avusturya. Avusturya'da yaşayan 100.000'e yakın müslümanı, 1960'lardan sonra çalışmak amacıyla Türkiye ve Kuzey Afrika ülkelerinden buraya gelen işçilerle aileleri oluşturmakta ve bunun da yaklaşık dörtte üçünü Türkler meydana getirmektedir. İslâm ülkeleri büyükelçilerinin gayretleriyle 1979'da Viyana'da bir İslâm merkezi faaliyete geçirilmiş bulunmaktadır. Aynı yıl İslâmi-



mektedirler. Derneklerin hepsi Brüksel'deki İslâm Kültür Merkezi'nin bünyesinde toplanmıştır. Belçika'da İslâmiyet'in resmen din olarak tanınması müslüman öğrencilerin din eğitimleri konusunda çeşitli kolaylıklar getirmiştir. 1975 yılından bu yana Belçika hükümeti müslüman çocuklara din dersleri verilmesi için finansman sağlamakta ve hükümetin bütün cemaati temsil yetkisi verdiği Brüksel'deki İslâm Kültür Merkezi de bu faaliyetleri organize etmektedir. Müslümanların ülkenin çeşitli şehir ve kasabalarında ibadet yerleri ve camileri bulunmaktadır.



yet'in resmen din olarak tanınması bu ülkede bulunan müslümanlara bazı haklar kazandırmıştır. Müslümanların bir cemaat halinde teşkilâtlanmaları, radyo ve televizyonda dinî konuşma yapmaları, çocukların haftada iki saat din dersi alması ve cemaate ayrı bir mezarlık tahsis edilmesi bu hakların başlıcalarıdır. Belçika. Belçika'da değişik ülkelerden gelen yaklaşık 350.000 kişilik bir İslâm cemaati bulunmakta olup çoğunluğunu Türkler'le (yaklaşık 80.000) Faslılar teşkil etmektedir. Bu ülkeye ilk defa müslümanlar 1. Dünya Savaşı'ndan sonra az sayıda olmak üzere Arnavutluk'tan gelmişler, 1960'lı yıllardan itibaren çalış-



Bulgaristan. Doğu Avrupa ülkelerinden Bulgaristan'da büyük ekseriyeti Türk olan 1,5 milyon civarında müslüman nüfus yaşamaktadır. Osmanlı Devleti zamanında Anadolu'dan getirilerek buraya yerleştirilen müslümanların torunları olan Bulgaristan'daki Türkler'in dışında Pomak ve Çingene müslümanlar da vardır. Ülkenin güneybatı, kuzeydoğu ve Romanya sınırına yakın bölgelerinde oturan müslüman nüfusun yoğun olduğu şehirler Filibe, Razgrad, Şumnu ve Kır-



mak amacıyla Türkiye ve Fas'tan gelenler ise kısa zamanda önemli bir yekûn oluşturmuşlardır. Ülkedeki İslâm cemaati içerisinde yerli müslümanlar varsa da bunların sayısı çok azdır. Müslümanların büyük çoğunluğu değişik iş kollarında çalışan işçilerdir ve aralarında ülke vatandaşı olanların sayısı azdır. Müslümanlar mahallî düzeyde dernekler şeklinde teşkilâtlanarak sosyal ve dinî ihtiyaçlarını karşılamaya gayret et-



-



o



İZLANDA < NORVEÇ



DENİZİ



AVRUPA KITASINDA MÜSLÜMAN NÜFUS YOĞUNLUĞU



X -



Nüfusun çoğunluğu müslüman olan ülkeler



o.



)isaâ| Nüfusun % 10'ûan fazlası müslûmarı olan ülkeler



i;/ :



[ - - | Nüfusun % 1 'den fazlası müslüman olan ülkeler i--:/;-,j Nüfusun % 1 'denazı müslüman olan ülkeler



"



° s)



J







AT



)



i



M



\



,5



'



,J



KUZEYDENİZ!



c \



DANİM^KA;



M



wm



k O



1



Uj



l j



X î -" o



SOVYETLER



BİRLİĞİ



"•-LNGİLTERE} *f



V • -/J < MANŞDENİZT "R'KN^F POLON — . ,x Y & . ) A L M A N Y A^i



f^c/ l ı VA



N f L\ " *







• ıCV O i "ss



İSPANYA /-"• / )|2â



F



ROMANYA U - , VV



r



""S,



.,,—,4 K A R A D E N İ



« j



- /



l\



\



' V • - •-



K



"



f A



J







V 155



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA cali'dir. Bu ülkedeki müslümanlar siyasî gelişmelerden çok etkilenmişlerdir. 1946'da komünist yönetim kurulmadan önceki krallık rejiminde de baskı altında bulunmakla birlikte 1946'dan sonra mâruz kaldıkları baskı, zulüm ve kötü muamele çok daha şiddetli olmuştur. Buradaki müslüman Türkler'in bir kısmı çeşitli tarihlerde Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Özellikle 1984'ten sonra uygulamaya konulan müslümanTürk isimlerinin değiştirilmesi ve Bulgarlaştırma politikası buradaki müslümanları çok zor durumda bırakmış ve özellikle 1989 yılında 350.000 müslüman Türk'ün kitleler halinde Türkiye'ye göç etmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak 1989 yılının sonlarına doğru meydana gelen iktidar değişikliğinin müslümanlara yeniden istedikleri isimleri alma hakkı ile din ve inanç hürriyeti vermesi üzerine 200.000 kadar göçmen geri dönmüştür. Bulgaristan'daki müslümanların oturdukları şehir ve köylerde bulunan cami, mescid ve çeşitli dinî müesseselerin çoğu komünist rejim tarafından kapattırılmış veya başka amaçlara tahsis edilmiş ve bu arada müslümanların yayın organları da susturulmuştur. Büyük şehir merkezlerinde politik amaçlarla ayakta tutulan bazı camiler ise ihtiyaca cevap verecek sayıda değildir. Önceleri bu ülkedeki müslümanlar bir başmüftünün başkanlığında teşkilâtlanmışlar ve kendi bölgelerinde "Meclisü'l-ulemâ" adıyla kuruluşlar meydana getirmişlerse de komünist rejimde bunların geçerliliği olmamıştır. Ancak son zamanlarda Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmeye başlanan reformlar çerçevesinde bu ülkede de müslümanların dinî hürriyetlerine kavuşabileceklerine dair bazı olumlu gelişmeler gözlenmektedir. Bu gelişmeler çerçevesinde Sofya müftülüğü 1990 yılının sonlarına doğru Türkçe Müslümanlar adında bir dergi çıkarmaya başlamıştır. Danimarka. Danimarka'da sayıları 50.000'i bulan müslümanlar Türkler, Pakistanlılar, Yugoslavyalılar ve Araplar'dan oluşmaktadır. Bunun da yarısını Türkler meydana getirmektedir. Genelde işçi, teknik eleman ve küçük esnaf olan müslümanlar, "Islamic Centre Copenhagen" (ICC) adlı bir İslâm birliği altında örgütlenmişlerdir ve çeşitli şehirlerde bu birliğe bağlı kuruluşlar bulunmaktadır. Danimarka'da müslüman çocuklar kamu okullarında din dersleri almaktadırlar. Ayrıca din eğitiminde camilerden de istifade edilmektedir.



Paris Camii ve İslâm Enstitüsü kurulmuştur. İslâm'ın anlatılması ve tanıtılmasında önemli rol oynayan Dünya İslâm Birliği'nin Paris'te bir şubesi bulunmaktadır. Diyanet İşleri Türk İslâm Birliği (DİTİB), Fransa Müslüman Öğrenciler Derneği, İman ve Amel Derneği, Fransa Müslüman Kadınlar Birliği ve İslâm'ın Dostları Derneği diğer önemli İslâmî kuruluşlardır. Paris Camii - Fransa



Fransa. Fransa'da bulunan müslümanları, Fransız sömürgesi olan İslâm ülkelerinden gelen göçmenlerle çalışma maksadıyla diğer ülkelerden gelen işçiler ve yerliler meydana getirmektedir. XX. yüzyılın başında Fransa'da 1000 kadar müslüman varken 1924'te bu sayı 120.000'e, 1950'de 240.000'e ulaştı. Özellikle 19541968 yılları arasında müslüman akınının hızlanması üzerine Fransa 1974'te sınırlarını dışarıdan gelenlere kapattı. Bu tarihten sonra ülkedeki müslüman toplumu büyümesini doğum yoluyla sürdürdü. 1980'lerin sonunda Fransa'daki müslümanların sayısı 3 milyona yaklaşmıştır. Fransa'daki müslümanlar içerisinde Kuzey Afrikalılar'ın oranı büyüktür. Bunları Afrikalı zenciler, Yugoslavya, Arap ülkeleri, İran ve Türkiye'den (yaklaşık 180.000) gelenler takip etmektedir-, 75.000 civarında da yerli müslüman bulunmaktadır. Müslüman kitlenin beşte biri Fransız vatandaşı olup bunlar Fransız ordusunda görevli Cezayirliler'den oluşmaktadır. Ayrıca burada 1963'ten sonra doğanlar aynı zamanda Fransız vatandaşı olduklarından çifte tâbiiyete sahiptirler. Fransa'da müslümanların en yoğun olduğu yerler Paris, Marsilya ve Lyon'dur. Sosyal bakımdan müslümanlar genellikle toplumun en alt tabakasına mensup olup işçi olarak çalışmaktadırlar; az bir kısmının ise daha üst seviyede meslekleri vardır. Ülkede 400'ün üstünde ibadete açık cami ve mescid bulunmaktadır. Fransa'da müslümanlar sayı olarak büyük bir yekûn tutmakla birlikte ne millî bir teşkilâta, ne özel okullara ne de bir konseye sahiptirler. Ancak şehir ve millet temeline dayalı dernekler şeklinde çeşitli kuruluşlar faaliyet göstermektedir. 1. Dünya Savaşı'nda Fransa için kanını döken binlerce müslümana .duyulan minnetin ifadesi olarak 1926'da



Hollanda. Avrupa'nın en eski sömürgeci ülkelerinden biri olan Hollanda'da yarım milyona yakın müslüman bulunmakta ve bunların çoğunluğunu çalışmak amacıyla buraya gelen Türkler'le Faslılar oluşturmaktadır. Ayrıca Endonezya ve Surinam gibi eski sömürge ülkelerinden gelenlerle Pakistan, Hindistan ve diğer İslâm ülkelerinden gelen müslümanlar da vardır; yerli müslümanların sayısı ise 5000 civarındadır. Hollanda'ya iki dünya savaşı arasında eski sömürgelerden gelenlerin sayısı sınırlı düzeyde kalırken 1960'lı yıllarda çalışmak amacıyla Türkiye ve Fas'tan gelenlerin sayısı hızlı bir artış göstermiştir. Yaklaşık 180.000'i Türk olmak üzere 400.000'e yakın müslümanın yaşadığı Hollanda'daki müslümanlar içerisinde bu ülkenin vatandaşı olanların sayısı ancak 50.000 kadardır. Çoğunluğu fabrika işçisi olan müslümanlar ülkenin büyük sanayi merkezlerinde toplanmıştır. 1960'lı yıllarda başlayan milliyet temeline dayalı teşkilâtlanma çalışmalarıyla çeşitli kuruluşlar doğmuştur. Bunlardan Türk-İslâm Kültür Dernekleri Federasyonu Türkler, Hollanda Fas Müslüman Teşkilâtları Birliği Faslılar, Hollanda İslâm Toplumu da Surinamlılar tarafından kurulan en etkili teşkilâtlardır. 1981'de bu ülkede bulunan müslüman teşkilâtlar bir araya gelerek Hollanda Müslüman Teşkilâtlar Federasyonu'nu kurdular. Hollanda'daki İslâmî faaliyetlerin organize edilmesinde bu kuruluş etkili bir rol oynamaktadır. Ayrıca 1982 yılında kurulan Hollanda Diyanet Vakfı, bu ülkedeki Türkler'e ait camilerin büyük bölümünü gerek mülkiyet, gerekse idare açısından çatısı altında toplamayı başarmış, Hollanda çapında kurduğu şubelerle dinî hayatın canlanmasında etkili olmuştur. Halen ülkede İslâmiyet'in resmî din kabul edilmeyişi, müslüman çocukların dinî eğitimlerinde önemli problemlere sebep olmaktadır. Ülkenin çeşitli şehirlerinde bulunan 300'ün üstünde cami ve mescid, ibadetin yanı sıra din eğitimi ve öğreti-



156 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA mi konusunda da önemli hizmetler vermektedir. İngiltere. İngiltere'de yaşayan 1,5 milyondan fazla müslümanın oluşturduğu İslâm cemaati etnik bakımdan değişik gruplara ayrılır. Bu ülkedeki müslümanların çoğunluğunu İngiltere'nin eski sömürgelerinden gelenler oluşturmaktadır. Bunların yanında küçük bir topluluk olarak da İngiliz müslümanları yer almaktadır. Türkiye'den gelen Türkler'in sayısı ise 20.000'e yaklaşmaktadır. Ülkeye ilk gelen müslümanlar Cardiff'e yerleşen Yemenliler'le Adenliler'dir ve burada İngiltere'nin ilk camisi olan Nûrü'l-İslâm'ı inşa etmişlerdir (1870). Daha sonra da Hindistan, Kıbrıs, Mısır ve Irak başta olmak üzere İngiliz yönetimindeki çeşitli ülkelerden gelen müslümanlar değişik şehirlere yerleştiler. II. Dünya Savaşı'na kadar İngiltere'de ancak 50.000 civarında müslüman vardı ; savaştan sonra ise ülkeye gelen müslüman göçmenlerin sayısı hızlı bir artış gösterdi. Özellikle Hindistan, Pakistan ve Bengladeş'ten çok sayıda göçmen gelmesi üzerine İngiliz yönetimi 1970'lerde eski sömürgelerinden gelecek olanlara sıkı kısıtlamalar getirdi. İngiltere'deki müslümanların çoğu bu ülkenin vatandaşı olup içlerinde Güney Asyalılar yüksek nisbete sahiptirler; Kıbrıs, Yemen, Irak ve Filistin kökenliler de önemli bir sayı oluştururlar. Sosyal bakımdan bu ülkedeki müslümanların çoğu işçi ise de aralarında iş verenler, mühendis ve doktor gibi serbest meslek sahibi olanlar da vardır. Ekseriyeti Londra civarında oturan müslümanların yoğun şekilde bulundukları diğer şehirler Lancashire, Yorkshire, Midlands ve Birmingham'dır.



İngiltere'deki müslümanlar diğer Avrupa ülkelerine nisbetle daha iyi teşkilâtlanmışlardır. Ülkede yaklaşık 200 İslâmî teşkilât mevcuttur ve hemen hemen hepsi 1970'te kurulan Müslüman Teşkilâtları Birliği'nin bünyesi içerisinde toplanmış durumdadır. İslâmî yayınlar alanında İslâm Vakfı, kadınlar ve yetim çocuklarla ilgilenen Müslüman Kadınlar Derneği, çocukların dinî eğitimleri konusunda Müslüman Eğitim Vakfı gibi kuruluşlar faaliyet göstermektedirler. Müslümanlar ibadet ve eğitim amacıyla kullandıkları çok sayıda cami ve mescide sahiptirler. Camilerin bir kısmı geçici yerler, bir kısmı ise kiliseden camiye dönüştürülmüş binalardır; bunların 100 kadarı Londra bölgesinde, elli kadarı Lancashire'da, kırkı Yorkshire'da, otuz kadarı da Midlands'tadır.



Kurtuba Ulucamii'nin zengin taş süsleme özelliği gösteren doğu cephesinden bir detay - ispanya



İngiltere'de İslâmiyet'in resmî din sıfatı kazanamamış olması, özellikle müslüman çocukların dinî eğitimleri konusunda ciddi problemler doğurmaktadır. İspanya. Avrupa'nın en eski İslâm kültür merkezi olan İber yarımadasında bugün 20.000 kadarı Portekiz'de, geri kalanı İspanya'da yaşayan 120.000'in üstünde müslüman bulunmaktadır. Bunların tamamı yakın zamanlarda başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere Pakistan, Mısır, Suriye, Lübnan, Irak, Filistin ve diğer İslâm ülkelerinden çalışmak için gelen işçilerle öğrencilerdir. Ülkede eski İslâm toplumlarının uzantısı mevcut değildir. İspanya'daki müslümanların ekseriyeti Madrid'de toplanmış olup ekonomik bakımdan dar gelirli işçilerdir. 1967'de yönetimin dinlere serbestlik tanıyan yasayı kabul etmesinden sonra müslümanların eskisine nisbetle daha rahat yaşamaları mümkün oldu. Ülkedeki müslüman kuruluşlarının başlı-



çaları İspanya İslâm Merkezi ile İspanya Müslüman Derneği'dir. İsveç. İsveç'te Türk, Tatar, Arap, Yugoslav ve yerlilerden oluşan 40.000 civarında müslüman yaşamakta ve bunun yarısını Türkler oluşturmaktadır. Önceleri İsveç İslâm Cemaati adı altında teşkilâtlanan müslümanlar daha sonra İsveç İslâm Cemaati Birliği'ni kurmuşlardır; bu birliğin çeşitli şehirlerde şubeleri bulunmaktadır. Müslümanların oturdukları şehirlerde geçici ibadet yerleri ile Kur'an okulları vardır. İsviçre. İsviçre'de çoğu dışarıdan gelen işçilerin oluşturduğu sayısı 100.000'e varan bir İslâm cemaati mevcuttur. Yarısını Türkler'in meydana getirdiği bu müslüman nüfustan 10.000 kadarı ülkenin vatandaşıdır. İsviçre'de bulunan müslümanların ilk teşkilâtları 1960 yılında Cenevre'de kuruldu. Daha sonra İslâm ülkeleri büyükelçilerinin gayretleriyle yine Cenevre'de bir İslâm enstitüsü açıldı, bir İslâm cemaati merkezi ile bir cami inşa edildi. Zürih ve Lozan'da da müslüman teşkilâtlan bulunmaktadır. İtalya. İtalya'da Somali, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen 200.000'in üstünde müslüman yaşamakta olup bunların çoğu Milan ve Roma ile Sicilya'-



Londra Merkez Camii ve islâm Merkezi ingiltere



nın çeşitli şehirlerinde toplanmıştır. Ülkedeki müslümanlar iyi teşkilâtlanmış değildir. Roma'da müslüman ülke elçilerinin teşebbüsüyle kurulan bir İslâm kültür merkezi bulunmakta, ayrıca bu-



157 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA rada büyük bir caminin inşa edilmesi için de çalışmalar sürdürülmektedir.



den gelen müslüman delegelerin İslâm



Polonya. Polonya'da sayılarının 30.000 civarında olduğu sanılan Tatar kökenli eski bir İslâm cemaati vardır. Bunlar 11. Dünya Savaşı öncesinde ikamet yeri Wilno (bugün Litvanya'nın başşehri Vilnius) olan bir müftünün başkanlığı altında teşkilâtlanmışlardı. Savaştan sonra ise merkezi Varşova'da bulunan Polonya İslâm Teşkilâtı adlı bir teşkilât kurdular. Ülkedeki müslümanlar devlet tarafından bir zulme mâruz kalmamakla birlikte din eğitimi konusunda önemli sıkıntılar içerisindedirler.



lerarası toplantı ve konferanslara katıl-



Portekiz. Portekiz'de sayıları 20.000 civarında olan müslümanlar eski sömürgelerle Kuzey Afrika ülkelerinden gelmişlerdir. Ülkedeki müslümanların her türlü dinî faaliyetleri Lizbon'da bulunan Lizbon İslâm Cemiyeti adlı kuruluş tarafından yürütülmektedir. Burada ve diğer önemli şehirlerde birkaç cami ile mescid bulunmaktadır. Romanya. Romanya'da yaşayan müslümanların sayısı 100.000'in altında olup etnik bakımdan Tatar ve Türk'türler. Dobruca bölgesinde ve Constanta şehrinde yoğun olmak üzere Karadeniz kıyısına yakın yerlerde yaşarlar; genellikle çiftçi ve işçidirler. Ülkedeki müslümanlar Constanta'da oturan bir müftünün başkanlığı altında teşkilâtlanmışlardır. Ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan komünist rejim, müslümanların ibadet ve gelenekleri konusunda müsamahakâr davranmamıştır. Savaştan önce ülkede ibadete açık 100'den fazla cami varken bugün bunlardan ancak birkaç tanesi açık bulunmaktadır. Dinî yayınlar yasaklanmış, medreseler, okullar kapatılmıştır ve yeni nesil artık Türkçe konuşamamaktadır. 1973'lerden itibaren bu ülke-



dünyasında



düzenlenen



çeşitli



millet-



ması dikkat çekmektedir. 1989 yılı sonlarında N. Ceauşescu'nun (Çavusesku) totaliter yönetiminin devrilmesinden sonra ülkede kurulmaya çalışılan liberal rejim içerisinde müslümanların da komünist idarenin ellerinden aldığı haklara yeniden kavuşmaları beklenmektedir. Yugoslavya. Avrupa'da en fazla müs-



Mostar'da tarihî müslüman mezarlığı - Yugoslavya



lüman nüfusun yaşadığı ülke Yugoslavya'dır. Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya federe cumhuriyetleri, etnik bakımdan Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar, Türkler, Çingeneler ve Çer-



Yunanistan. Yunanistan'da, ataları Os-



kezler'den oluşan müslümanların yoğun



manlı Devleti zamanında buraya yerleş-



bulundukları yerlerdir. Sırplar'la Hırvat-



miş 160.000'in üstünde müslüman Türk



lar'ın sayıları diğer gruplara göre daha



yaşamaktadır.



fazladır; çoğunlukla Kosova'da yaşayan



Trakya'da yerleşmiş olmakla birlikte Ro-



Arnavutlar ise federasyondan ayrılmaya



dos ve Sakız adaları ile Atina'da da otu-



çalışmaktadırlar. Makedonya bölgesin-



ranları vardır. Lozan Antlaşması'na gö-



de yaşayan Türkler'in sayısı diğer etnik



re Türkler azınlık haklarına sahiptirler.



Büyük çoğunluğu



Batı



gruplara nisbetle daha az olup 140.000



Ülkede 250'ye yakın ilkokul, dört orta-



civarındadır. İslâm Dinî Birlikleri adı al-



okul ve 300 cami bulunmakta, ayrıca İs-



tında teşkilâtlanmış olan müslümanla-



keçe ve Gümülcine'de İslâmî eğitim ya-



rın en yüksek dinî otoriteleri, seçimle



pan medreseler faaliyetlerini sürdürmek-



iş başına getirilen reîsü'l-ulemâdır ve Sa-



tedirler. Yunan yönetimi müslümanlar



raybosna'da oturur. Ülkede 200'ün üze-



üzerinde sessiz fakat büyük bir baskı



rinde cami ile din görevlisi yetiştiren iki



politikası uygulamakta, çeşitli bahane-



okul (Saraybosna ve Priştine'de) bulunmak-



lerle dinî müesseseler kapatılmakta ve



ta, ayrıca otuz yıl kapalı kaldıktan son-



hatta yapılar tahrip edilmektedir. Son



ra tarihî Gazi Hüsrev Bey Medresesi'nde



yıllarda müslümanların İslâmî isimleri



1977 yılında yeniden açılan İslâm Fakül-



kullanmalarına karşı şiddetli tedbirler



tesi eğitim ve öğretime devam etmek-



alınmış, adında Türk kelimesine yer ve-



tedir. Müslümanların kendi millî dillerin-



ren dernekler kapatılarak yöneticileri



de çıkan çeşitli yayın organları da mev-



mahkûm edilmiş ve özellikle seçim ka-



cuttur. Yugoslavya müslümanları, kom-



zanan Türk adayların parlamentoya gir-



şu Avrupa ülkelerine nisbetle daha iyi



memeleri için anayasaya aykırı faaliyet-



şartlarda ve geniş bir din hürriyeti çer-



lere girişilmiştir. Bu arada hükümet, Lo-



çevesinde yaşamaktadırlar. İslâm dün-



zan Antlaşması'na göre cemaat tarafın-



yası ile olan ilişkileri de giderek artmak-



dan seçilmesi gereken müftüleri doğru-



tadır.



dan tayin etmekte ve bu durum büyük tepkilere yol açmaktadır.



Avrupa'daki en eski Türk-islâm yerleşim merkezlerinden biri olan Mostar'dan bir görünüş Yugoslavya



Diğer Ülkeler. Kuzey Avrupa ülkelerinden Norveç'te çoğunluğu Pakistanlı, Türk ve İranlılar'dan oluşan yaklaşık 25.000 kişilik bir İslâm cemaati bulunmaktadır. Pakistanlılar İ 2.000, Türkler ve İranlılar 5000'er, Fas, Tunus, Cezayir ve Bengladeşliler de toplam 3000 kişilik bir cemaatle temsil edilmekte ve on beşi Türkler tarafından kurulmuş olan yaklaşık otuz derneğin çatısı altında faaliyet göstermektedirler. İrlanda'da çoğu öğrencilerden ibaret olan yaklaşık 5000 kişilik bir İslâm cemaati vardır ve bu cemaat Dublin ve Galvvay'da iki ayrı teşkilât ile bir camiye sahiptir. Tatar kökenli



158 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA TÜCCARI müslümanların yaşadıkları Finlandiya'nın çeşitli şehirlerinde cami, okul ve cemaat merkezleri bulunmaktadır; buradaki müslümanların bir kısmı iş adamı ve bankacıdır. Çok az sayıda müslüman nüfusun yaşadığı Çekoslovakya, Lüksemburg, İzlanda ve Malta'da herhangi bir İslâmî teşkilât yoktur. BİBLİYOGRAFYA: Belâzürî, Fütûh



(Fayda), Ankara



330-339; Aga Khan -



1987, s.



Zaki Ali, L'Europe



et



Vislam, Geneve 1944; J. P. Roux, L'Islam



en



A V R U P A TÜCCARI Avrupa ile müste'min tüccar statüsünde ticaret yapan gayri müslim Osmanlı tebaası. L



_l



XIX. yüzyılın başından itibaren, Avrupa ile ahidnâme*li tüccar statüsünde ticaret yapma müsaadesi bahşedilen Osmanlı tebaası gayri müslim tüccara Avrupa tüccarı adı verilmiştir.



Le Periode Post-Ottomane", St.I, LV (1982),



Osmanlı sınırları içinde, müslüman ve gayri müslim tebaa ile ahidnâmeli devletler tüccarı farklı şartlarda ticaret yaparlardı. Ahidnâmeli tüccarın dış ticarette daha imtiyazlı durumda bulunması yanında, yabancı elçilik ve konsoloslukların kullanacakları tercümanlara cizye vb. t e k â l i f t e n muafiyet gibi hakların da tanınmış olması, gayri müslim tebaaya son derece cazip görünüyordu. İstanbul'daki elçiliklerle diğer şehirlerdeki konsoloslukların resmî makamlarla münasebetleri, öteden beri, lisan bilen gayri müslimler tarafından yürütülmekte ve bu nevi vazifelerin görülebilmesi için tercümanlık beratına sahip olmak gerekmekteydi. Tercümanlar yabancı misyonlar tarafından seçilir ve beratlar da yine onlar tarafından temin edilirdi. Elçilik ve konsoloslukların berat temininden maddî menfaatler sağlamaları, zamanla tercümanlık beratı taşıyanların sayısının artmasına sebep oldu. Hakikatte ise bunların çoğu, tercümanlık beratındaki şehirlere hiç gitmemiş, ticaretle uğraşan ve lisan bilmeyen kimselerdi. Tercümanlık beratı suistimalinin önlenmesi için XVIII. yüzyılda zaman zaman bazı teşeb-



s. 171-186; W. Montgomery Watt, İslâmın



büslerde bulunuldu. III. A h m e d (1722),



Occident:



Paris 1959, s. 33-



Europe-Afrlque,



40; Haydar Bammat, İslâmiyetin



Manevî



ve



(trc. Bahadır Dülger), Anka-



Kültürel Değerleri



ra 1963, s. 67-74, 207-215; Ramazan Şeşen, İbn Fazlan



İstanbul 1975, s.



Seyahatnamesi,



43-46; Anvvar G. Chejne, "Islamization



and



Arabization in al-Andalus: A General View", İslam and Cultural



Change in the Middle



Age



(ed. Speros Vryonis Jr.), Wiesbaden 1975, s. 59-86; Ali Muntasır el-Kettânî, el-Müslimûn Ûrûbbâ







ve Emerîkâ, Zahran 1396/1976, I, 76-



94; a.mlf., Müslim



Minorities



in the World To-



day, London 1986, s. 21-81; Abdülfettâh Mukallid el-Ganîmî, el-İslâm



ve'ş-şekâfetü'l-'Ara-



biyye fî Ûrûbbâ, Kahire 1979; Gallâb, el-Büldârtü'l-Islâmiyye, lims in Europe,



s. 705-758; S. M. Darsh, MusLondon 1980; Hitti, İslâm Ta-



rihi, III, 775-786; Aziz Ahmed, Târîhu yeti'l-lslâmiyye



Şıkılliy-



(trc. Emin Tevfik et-Tayyibî),



Trablusgarp 1399/1980, s. 13-31; T. W. Amold, lntişâr-ı



İslâm



Tarihi (trc. Hasan Gündüzler),



Ankara 1982, s. 141-208; B. Lewis, The Müslim Discouery



of Europe,



New York 1982, s. 17-



56; M. Lombard, İlk Zafer Yıllarında İslâm (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1983, s. 76-89; R. Mantran, "L'Islam en Europe â l ' e p o q u e ottomane", L'Islam



en Europe



a L'Epoque



Moderne,



Paris 1985, s. 13-48; F. Lamand, L'Islam France,



en



Paris 1986, s. 24-25, 35-36; A. Po-



povic, L'Islam



Balkanique,



Berlin 1986, tür.



yer.; a.mlf., "Les Musulmans de Hongrie Dans Av-



rupaya Tesiri (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1986; S. Runciman, "Avrupa M e d e n i y e t i n i n Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler", ŞM, III (1959), s. 1-13; Alaeddin Sâmarrâî, "Some



Geogra-



phical and Political Information on Western Europe in the M e d i e v a l Arabic Sorce", MW, LXII/4 (1972), s. 304-322; Mahmûd İbrâhim, "el - M ü s l i m û n dâhilü '1 - müctema c âti'l -Ûrûbbiyye", Faysal, XVHI, Riyad 1978, s. 134-138; İsmail Balic, "Eastern Europe the Islamic Dimension", JIMMA,



1/1 (1979), s. 29-37; Ah-



med Smajlavic, "Müslim in Yugoslavia", a.e., 11/1 (1980), s. 132-144; J. Slomp, "islam in the Netherlands", a.e., VII/2 (1986), s. 519-522; Mushtak Parker — Mustafa Shirazi, "Müslim Immigrants in VVestern Europe", Arabia,



sy.



31, London 1984, s. 61-70; Muhammad Anvvar, " W h o are the Muslims in West Europe", İmpact International,



XV/14, London 1985, s. 8-



10; J. S. Nrelsen, "Islamic L a w and its Significance for the Situation of M ü s l i m M i n o r i ties in Europe", Research



Papers, sy. 35, Bir-



mingham 1987, s. 1-57. r n LÜL



R I Z A KURTULUŞ



ve nâzırları bulunur, bunlar aralarında yaptıkları seçimin "emr-i âlî" ile tasdikinden sonra vazifeye başlarlardı. İş yerleri ve ticaret yaptıkları devletin ismi, nâzırları tarafından tutulan bir deftere kaydedildiğinden, bunlara "defterli tüccar" ve Eflak-Boğdan'ın fermanlı tüccarı gibi bir takım olduklarından kumpanya tüccarı da deniliyordu. Müste'min tüccar hak ve imtiyazları tanınan Avrupa tüccarı, ticaret yaptıkları memleketin tarifesi üzerinden % 3 gümrük resmi ödüyorlar, avârız, kassâbiyye vb. tekâlîf-i örfiyyeden muaf tutuluyorlar; kıyafet-



Avrupa tüccarlarına verilen II. Mahmud devri beratlarınd a n b i r i (BA, Müzehheb Fermanlar, nr. 6 4 8 / 1 )



III. Mustafa (1758, 1766) ve I. Abdülhamid (1786) bu konuyla ilgilenip yabancı elçilere notalar verdilerse de mesele halledilemedi. 1791 yılında III. Selim devrindeki teşebbüs de istenilen neticeyi vermediğinden Avrupa ile ticaret yapan ve yapacak olan tüccar, kaptan ve gemi sahipleri için özel bir statünün kabulü kaçınılmaz oldu. Bu suretle Avrupa tüccarı denilen sınıf ortaya çıktı (1802). Avrupa ile ticaret yapmak isteyen ve güvenilir bir şahıs olduğunu ispat eden gayri müslimler Avrupa tüccarı beratı alabiliyorlardı. Bunun için, üzerlerine nâzır tayin edilen Dîvân-ı Hümâyun beylikçisinin bir takrir* i ile berat harcı olarak 1500 kuruş ödenmesi ve beratın İstanbul Kadılığı Bâb Mahkemesi'ne kaydı gerekiyordu. Avrupa tüccarının iki yıl süreyle vazifede kalacak bir başbezirgân



159 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVRUPA TÜCCARI lerine karışılmıyor, "mürur tezkiresi" de-



mi sahiplerine büyük menfaatler sağla-



lerdeki ( t o y ) ülüşlerinin ( k o y u n u n y e m e -



nilen seyahat izinlerini kolayca alabili-



dı. Bu sebeplerle, Sultan II. Mahmud dev-



leri için k e n d i l e r i n e t ö r e c e t a h s i s e d i l m i ş



yorlardı. Avrupa tüccarı sınıfına girenle-



rinde h a y r i y e tüccarı* nm ortaya çıkı-



k ı s m ı ) sağ umaca ( k ı s ı m ) olduğunu bil-



re iki hizmetkârlarının bulunması, bun-



şına kadar müslüman Osmanlı tebaası



dirmiştir. Yine aynı müellife göre avşarın mânası "çevik, ava meraklı" demektir.



lardan birinin İstanbul dışında oturabil-



da Avrupa tüccarı adı ile ticaret yaptı.



mesi hakkı da tanınmıştı. Beratlı tücca-



Ancak Tanzimat'tan sonraki uygulama-



Oğuzlar'ın İslâmiyet'ten önceki tarih-



ra hukukî bakımdan da müste'min tüc-



lar bu durumun kısmen bozulmasına se-



lerine dair rivayetlerde Avşar'la ilgili her-



car gibi muamele ediliyor ve yabancı tüc-



bep oldu. Osmanlı tebaası olanlar, müs-



hangi bir hadiseden ve bu boya mensup



carla 4000 akçeyi aşan davaları İstan-



te'min tüccarla olan davalarında, onlar



beylerden bahsedilmez. Fakat İslâmiyet'-



bul'a sevkediliyordu. Aralarındaki dava-



gibi iyi yetişmiş avukatlarla mahkeme-



ten önceki devirde hükümdar sülâlesi çı-



lar gerektiğinde beylikçi tarafından reî-



ye çıkarmamaları ve ticaret davalarının



karmış beş boydan birinin de Avşar ol-



sülküttâba arzediliyor ve eğer "şer'-i şe-



istînaf mahkemelerinde yeniden görül-



duğu bildirilir ( d i ğ e r b o y l a r Kayı, E y m ü r ,



r i f e müracaat lâzım gelirse, çarşamba



mesinin kanunen mümkün olmaması do-



Y a z ı r v e B e ğ d i l i ) . Selçuklu hânedanının



günleri Reîsülküttâb Odası'nda veya Bâ-



layısıyla çoğu davaları kaybettiklerinden,



büyük siyasî başarıları ve Karahıtaylar'ın



bıâli'de Arz Odası'nda bu davalara bakı-



yeniden yabancı himayesine girmeyi ter-



Türkistan'da hâkimiyet kurmaları, Oğuz-



lıyordu (BA, KK, nr. 7538, s. 2). Müste'min



cih etmeye başladılar ( L u t f î , VI, 102).



lar'dan pek kalabalık kümelerin Seyhun



tüccarla olan davalarında ise davalının tâbi olduğu devletin ahidnâmesi



esas



alınıyordu. İçlerinden birinin ölümü halinde terekesi tesbit edilerek varsa vârisine veriliyor, vârissiz ölenlerin malı hazineye kalıyordu. 1839'da Ticaret Nezâreti'nin kuruluşundan sonra ise Avrupa tüccarlarıyla ilgili işlere Ticaret Nezâreti'nce bakılmaya başlandı. Daha önce beylikçinin yaptığı işi artık Ticaret nâzın yüklendi. Yani defterli tüccar arasına girebilmek, diğer tüccarın teklifi üzerine Ticaret nazırı ta-



boylarındaki yurtlarından ve hatta Man-



BİBLİYOGRAFYA : BA, KK, nr. 7538, s. 2; BA, MAD, nr. 21192, s. 2, 3-4; Kesbî Mustafa Efendi, İbretnümâ-yı Devlet, Millet Ktp., Ali Emîrî, Tarih, nr. 484, vr. 15b-16a; Lutfî, Târih, VI, 102; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, 1, 675-681; Pakalın, I, 115-117; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı-İngiliz İktisadî Münâsebetleri 1580-1838, Ankara 1974, I, 71-73; Musa Çadırcı, "II. Mahmud Döneminde Avrupa ve Hayriye Tüccarları", Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920), Ankara 1980, s. 237-241; B. Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu (trc. Metin Kıratlı), Ankara 1984, s. 454456; Ali İhsan Bağış, Osmanlı Ticaretinde Gayr-i Müslimler, Ankara 1983.



rafından yapılacak arzla mümkün olabi-



S



MÜBAHAT S. KÜTÜKOĞLU



lecekti. Ticaret Nezâreti'ne bağlı bir Ticaret Meclisi'nin (BA, MAD, nr. 21192, s. 3-4), 1850'de ise Ticaret Mahkemesi'nin kurulmasıyla Avrupa tüccarının ticaretle ilgili davaları da artık burada görülmeye başlandı. Ticaret Mahkemesi'nin ku-



r



AVŞAR



gışlak ve Balkan (Balhan) bölgelerinden göçüp Orta ve Yakındoğu ülkelerine gelmelerine sebep oldu. Gelen yirmi dört Oğuz boyundan pek azı tarih kaynaklarında akisler bırakabildiler ki bunlardan biri de Avşarlar'dır. 1. Hûzistan'daki Avşar (Afşar) Beyliği. 530 ( 1 1 3 5 - 3 6 ) tarihlerinde İran'ın Hûzistan eyaletinde kalabalık sayıda bir Türkmen topluluğu yaşamaktaydı. Bu Türkmen topluluğu buraya, Karahıtaylar'ın Türkistan'da hâkimiyet kurmaları yüzünden meydana gelen baskılar sonucu göç etmişti. Bu topluluğun içinde Avşarlar'ın kalabalık bir obası vardı. Bu Avşar oba-



1



Türkiye Türkleri'nin ataları olan Oğuz elinin en tanınmış boylarından biri.



sının başında da Arslan oğlu Yâkub bulunmaktaydı. Arslan oğlu Yâkub Hûzistan kasabasında oturuyordu. Avşarlar ile birlikte gelmiş olan kalabalık bir Salur (Salgur) obası da komşu Kûh-gîlûye böl-



ruluşundan sonra yanlış uygulamaları önlemek üzere ticarî mahiyetteki davaların



Bu boyun adı Kâşgarlı Mahmud ( X I .



gesinde yurt tutmuştu. Bunların da ba-



Ticaret Mahkemesi'nde, şer'-i şerife dair



yüzyıl) ve Fahreddin Mübârek Şah'ın (XIII.



şında Mevdûd oğlu Sungur bulunuyor-



olanların şer'î mahkemelerde, müesses



y ü z y ı l b a ş ı ) listelerinde Afşar, Reşîdüd-



du. Sungur 543'te ( 1 1 4 8 - 4 9 ) Şiraz'ı zap-



kanunlara dair olanların da Âlî meclisler-



din (XIV. yüzyıl b a ş ı ) ile ona dayanan Ya-



tederek Salgurlu Devleti'ni kurdu. Avşar



de görülmesi gerektiği hakkında emir-



zıcıoğlu ( X V . y ü z y ı l ) ve Ebü'l-Gâzî (XVII.



beyi Yâkub Fars'ı ele geçirmek veya Sun-



ler verdi ( B A , MAD, nr. 21192, s. 2).



y ü z y ı l ) listelerinde de Avşar şeklinde ge-



gur'u kendisine tâbi kılmak için birkaç



Osmanlı Devleti'nin, gayri müslim re-



çer. Moğol istilâsından önceki vekâyi'nâ-



defa Salur beyinin üzerine yürümüş ise



âyâsını Avrupa devletlerinin himayesin-



melerde Kâşgarlı ve Fahreddin Mübâ-



de başarı elde edememişti. Yâkub Bey-



den kurtararak onlara müste'min tüccar



rek Şah'ı teyiden Afşar şekline rastlan-



den sonra Hûzistan'daki Avşarlar'ın ba-



hak ve imtiyazları tanıması, ahidnâmeli



maktadır. XIV-XVII. yüzyıllarda Anado-



şına Şumla geçti. Şumla bu Avşar beyi-



devletleri memnun etmediyse de teşeb-



lu'da her ikisi de görülmekle beraber



nin adı olmayıp lakabı idi. Şumla'nın asıl



büsü akamete uğratmak hususundaki



Avşar şekli çok daha yaygındır. İran kay-



adının Aydoğdu ve babasınınkinin de Güç



gayretleri neticesiz kaldı. Özellikle, dev-



naklarında bu boyun adı XVI. yüzyıldan



Doğan (Küş T o g a n , Küç T o g a n ) olduğu bi-



letin gayri müslim tüccar hakkında ke-



itibaren sadece Afşar şeklinde yazılmak-



linmektedir. Şumla'nın Yâkub Bey ile ak-



sin tavnnı ortaya koyduğu 1806'dan son-



tadır. Bugün İran'da bu boya mensup oy-



raba olup olmadığı hakkında ise hiçbir



ra yabancı himayesine giren birkaç tüc-



maklar ve köylüler de boylarının adını



kayıt mevcut değildir. Selçuklular'dan



car olduysa da gayri müslim tebaa ar-



aynı şekilde, yani "Afşar" olarak söyle-



Sultan Mesud zamanında Hûzistan'ın bir



tık kendi adlarına ticaret yapmayı ter-



mektedirler. Kâşgarlı ve Reşîdüddin, di-



kısmı ile Lûristan'ın bazı yerlerini idare



cih etti. Bilhassa Avrupa tüccarı imtiya-



ğer Oğuz boyları gibi Avşarlar'ın da dam-



eden Şumla, bu son büyük Selçuklu hü-



zının verilişini takip eden yıllarda Napol-



galarını vermişlerdir. Bundan başka Re-



kümdarının ölümünden sonra Hûzistan'a



yon harpleri, bu statüye dahil olan, ta-



şîdüddin Avşarlar'ın, kendilerine en ya-



döndü ve burayı tamamıyla idaresi altı-



rafsız Osmanlı bayrağı ile Akdeniz'de do-



kın diğer üç boy (Kızık, Beğdili, Karkın) ile



na aldı. Böylece siyasî durumdan da fay-



laşan, ticaret yapan Rum kaptan ve ge-



ortak olan totemlerinin tavşancıl, şölen-



dalanarak Hûzistan'da bir beylik kurma-



160 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞAR ya muvaffak oldu ( 5 5 0 / 1 1 5 5 ) . 571'de ( 1 1 7 5 ) ölen Şumla ve kendisinden sonra 591 ( 1 1 9 4 - 9 5 ) yılına kadar hüküm süren oğulları Hûzistan'da kırk kadar kaleye sahip idiler. Fakat hepsi de babaları gibi dirayetli olmadıklarından ülkelerini Abbâsîler'e kaptırdılar. Onlardan birinin veya bazılarının para kestirdikleri de bilinmektedir. Burada, el-Cezîre ve Suriye'yi idare etmiş olan Zengîler hanedanının Avşarlar'a mensup olmadıkları da belirtilmelidir. 2. Moğol Hâkimiyetinden Sonraki Devirlerde Avşarlar. XV ve XVI. yüzyıl Osmanlı tahrir defterlerinde Avşarlar'a ait pek çok yer adı görülmektedir ki bu yer adları ile Avşarlar Kayılar'dan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Bu da Avşarlar'ın Anadolu'nun bir Türk yurdu haline gelmesinde Kayı ve Kınıklar gibi birinci derecede rol oynadıklarını kesin bir şekilde göstermektedir. Yazıcıoğlu'na göre Karamanoğulları da Avşar boyuna mensuptur. Moğol hâkimiyetinin Anadolu'ya yayılması üzerine Anadolu'dan Suriye'ye 40.000 çadır Türkmen göç etmişti. Bu Türkmenler bilhassa Kuzey Suriye'de pek yoğun bir topluluk teşkil etmişler ve pek geniş bir saha içindeki siyasi hadiselere, göçlere ve parçalanmalara rağmen Bozok ve Üçok şeklindeki eski e! (il) teşkilâtlarını da korumuşlardı. Daha ziyade Halep, Antep ve Antakya bölgelerinde yaşayan bu Türkmenler'in Bozok kolunu meydana getiren boyların başında Avşarlar geliyordu. Türkiye'de ve İran'daki Avşar oymaklarının, Orta ve Batı Anadolu'daki bazı küçük oymaklar müstesna olmak üzere, hepsi bu ana koldan ayrılmışlardır. Ayrıca Dulkadırlı eli arasında İmanlu Avşarı adlı önemli bir Avşar kolu olduğu gibi Kozan yöresinde de kuvvetli bir Avşar kolu vardı. Kuzey Suriye Avşarları ise başlıca üç aile tarafından idare edilmiştir. Bu aileler Köpek oğulları, Gündüz oğulları ve Kut Begi oğulları idiler. Bu ailelerden Köpek oğul-



a) Kaşgarlı'ya (XI. yüzyıl), b) Reşîdüddin'e (XIV. yüzyıl), c) Yazıcıoğlu'na göre (XV. yüzyıl) Avşar boyu damgası



a İ^ rf



cy



larının Antep bölgesinde, Gündüz oğullarının Amik ovasında, Kut Begi oğullarının da Halep bölgesinde yaşadıkları anlaşılmaktadır. 3. XVI ve XVII. Yüzyıllarda Anadolu'da Avşarlar. a) Halep Türkmenleri. Akkoyunlu ve Safevî devletlerinin Türk göçebe teşekküllere dayanması dolayısıyla Anadolu'dan İran'a göç eden Türkmen toplulukları arasında Avşarlar da vardı. Ancak yine de XVI ve XVII. yüzyıllarda Anadolu'da Avşarlar'ın yoğun bir şekilde Halep Türkmenleri içinde bulunduğu dikkati çeker. Nitekim XVI. yüzyılın ilk yarısında yapılan tahrir* de Halep Türkmenleri arasında Köpekli Avşarı ve Gündüzlü Avşarı boyları ile müstakil bir Avşar oymağı görülmektedir. Bunlardan Köpekli Avşarları on beş obaya ayrılmıştı. Bu obalardan Köçeklü, Sekiz, Alplu, Delüler, Aydoğmuş Beglü kayda değer. Bunlardan Köçeklü daha sonra müstakil ve büyük bir oymak haline gelmiş, Sekiz, Suruç'un Şeyh Çoban köyünde yerleşmiş, Alplu'nun bir bölüğü İran'a gitmiş, Delüler ise varlığını son zamanlara kadar sürdürmüştür. Köpeklü Avşan'nın Yeni İl ve Boz Ulus'ta bazı kolları vardır. Gündüzlü Avşan'nın ise nüfusu daha az olup sekiz obadan meydana gelmektedir. Bu husus Gündüzlü Avşan'ndan önemli bir kısmın İran'a gitmiş olması ile izah edilebilir. Müstakil Avşar oymağına gelince, bu oymak XVI. yüzyılın ikinci yarısında 158 vergi hanesinden ibaret idi. Memlükler devrinde dirlik* sahibi olan bu oymak Osmanlı devrinde de bu dirliğini muhafaza etmiştir. XVI. yüzyılın ikinci yarısında özellikle oymakların başlarındaki eski bey ailelerinin ortadan kalktığı görülmektedir. Bunun sonucu oymakların başındaki bey ailelerinin yerlerini obaları idare eden ve "ağa" unvanını taşıyan kethüdâ aileleri almıştır. Nitekim 1581 yılında Avşarlar'ın başında Receb, Bahri ve Küçük Minnet adlı kethüdâlar bulunuyordu. Bunlardan Receb oğulları öyle bir nüfuz ve kudrete sahip olmuşlardı ki, XVII. yüzyılda Avşarlar çok defa Receblü Avşarı adıyla tanınmışlardır. Bu Avşarlar'ın daha XVI. yüzyılın ikinci yansında Zamantı ırmağı boylannda yaylaya çıktıkları da bilinmektedir. Avşarlar 1687 yılında Avusturya'ya yapılan sefere çağırıldıkları gibi, Receb oğulları ile diğer bey ve kethüdaların idaresinde 1690 yılındaki sefere de katılmışlardır. Diyarbekir bölgesindeki Boz Ulus arasındaki Avşar varlığının büyük bir kısmı yahut hepsi Halep Türkmenleri Avşarla-



rı'nın kollarından meydana gelmiştir. 978 ( 1 5 7 0 - 7 1 ) yılında Boz Ulus'taki Avşar kollarından Mehmed Kethüdâ'nın idaresindeki 804 vergi nüfuslu Avşar kolu ile 367 ve 109 nüfuslu Köpeklü Avşarı obaları dikkati çekmektedir. Bunlardan başka diğer kethüdaların idaresinde daha birçok Avşar obaları vardır. Avşarlar'ın Boz Ulus'un her üç kümesindeki obalarından bazıları, Boz Ulus'un XVII. yüzyılın başlarında Orta Anadolu'ya göç eden teşekkülleri arasında bulunmuşlar ve daha çok Karaman eyaletinde yurt tutmuşlardır. Boz Ulus'un bilhassa Şam Türkmenleri'ne mensup bazı Avşar obaları ise Boz Ulus'un bir kısmı ile eski yerlerinde kalmıştır. Vesikalarda "Boz Ulus Mândesi" (Boz Ulus kalıntısı) adı verilen bu kısım, XVIII. yüzyılın sonlarında Rakka bölgesine iskân edilmişse de bu topluluğa mensup obalar birer ikişer Anadolu'nun batı taraflarına gitmişlerdir. 1716 yılında Balıkesir vilâyetinin Mihaliç kazasında görülen Köpeklü Avşarı obası, Boz Ulus'a bağlı olan Köpeklü Avşan'ndan başkası değildir. Diğer taraftan Boz Ulus'a dahil olan Avşarlar'dan bazı obaların diğer birçok Türkmen oymakları gibi Şah Abbas devrinde İran'a gitmiş oldukları anlaşılmaktadır. b) Dulkadırlı Avşarları. Dulkadırlı eli arasındaki Avşarlar aslında Kuzey Suriye Avşarlan'nın bir kolu olup Maraş, Kars (Kadirli), Yeni İl ve hatta Bozok bölgesine dağılmış bir halde bulunuyorlardı. Bu Avşarlar'ın en önemli kolu İmanlu Avşarı olup Maraş bölgesinde yaşamakta idi. XVI. yüzyılın birinci yarısında İmanlu Avşan'nın yirmi yedi obadan meydana geldiği görülmektedir. Bu obalardan bir kısmı Suriye çölünde kışlamakta, Maraş'ın muhtelif yerlerinde de yaylamakta idi. XVI. yüzyılın ikinci yarısında İmanlu Avşarı obalarının çoğu yaylak veya kışlaklarında ve Antep çevresindeki birçok köylerde yerleşerek göçebe hayatı terketmiş, bunlardan kalabalık bir kol da İran'a gitmiştir, c) Yeni İl Avşarları. Sivas-Gürün arasında yaşayan ve Yeni İl adı verilen Türkmen topluluğundaki Avşarlar'dan üç oba (Boynu Kısalu, Delüler, Sekiz) Köpeklü Avşarı'na, diğerleri de (Bidil Avşarı, Tâifî Afşarı, Kızıl Süleyman) İmanlu Avşarı'na mensup bulunuyorlardı. Bunlardan Bidil Avşarı Yeni İl'in çözülmesi üzerine batıya göç etmiş ve Ankara'nın Bâlâ kazası içinde yurt tutmuştur. Ankara'nın Mugan gölü yakınlarındaki bir yer bu oymağın adını taşımaktadır. d) Sis (Kozan) Avşarları. 1519 yılında Sis yöresindeki Avşar kolu yir-



161 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞAR mi sekiz obaya ayrılmıştı. Bunlardan birkaçı müstesna diğerlerinin çeşitli ekinliklerde çiftçilik yaptıkları görülmektedir. Sis Avşarlan'nın buraya 1375 yılındaki Memlûk fethi sonucunda Suriye'deki ana Avşar topluluğundan gelmiş oldukları şüphesizdir. Çünkü Çukurova'nın fethine Memlûk ordusu yanında Bozoklu ve Üçoklu Türkmenleri de katılmışlardı. Fakat bu Avşarlar'ı, XVIII. yüzyıldan itibaren Halep bölgesine gitmeyip Çukurova'da kışlamaya başlayan ve Zamantı ırmağı kıyılarında yaylayan Avşarlar ile karıştırmamalıdır. Bu sonuncular, daha sonraki yüzyıllarda yaşamış Halep Türkmenleri Avşarlan'dır. Bütün bu Avşar topluluklarından başka, yine XVI. yüzyılda Uşak bölgesinde beş obaya ayrılmış oldukça kalabalık bir Avşar kolu yaşadığı gibi, Sivrihisar ve Aydın bölgelerinde de aynı adı taşıyan, nüfusları çok az oymaklar bulunuyordu. 4. XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Anadolu'da Avşarlar. Ana boyun asıl kalıntısı olan Halep Türkmenleri Avşarlan'nın torunları çeşitli olaylara rağmen 1865'te Fırka-i Islâhiyye gelinceye kadar güçlü bir oymak olarak Anadolu'da varlıklarını sürdürdüler. 1691'de Rakka bölgesine iskânı emredilen Türkmenler arasında bazı Avşar oymakları da vardı. Bunlar, Boz Ulus'un eski yurdunda kalan kısmına bağlı Avşarlar ile Yeni İl'e mensup Avşar oymakları idiler. Rakka bölgesinde sonraları Avşar Bucağı denilen yerin bunların yerleştirildikleri yöre olduğu bilinmektedir. Halep Türkmenleri Avşarları ise Receblü Avşarı, Kara Gündüzlü Avşarı, Bahrili Avşarı ve diğerleri olmak üzere dört beş oymağa ayrılmıştı. Avşarlar XVIII. yüzyıldan itibaren kışlak olarak Halep yerine Çukurova'ya gitmeye başlamıştır. Bunların Çukurova'daki kışlakları Ceyhan kıyılarında idi. Devleti, Zamantı ırmağı kıyılarında yerleşeceklerine inandırmış olmalarına rağmen yerleşmek şöyle dursun sık sık komşu oymak ve köylerin hayvanlarını sürmüşler, bazan da tüccar kafilelerini basmışlardı. Nitekim bu yüzden 1703 yılında Rakka'ya sürüldülerse de fazla kalmayıp oradan kaçtılar ve Çukurova, Kayseri, Elbistan, Maraş yöresinde baskın ve yağmalara devam ettiler. Avşarlar 1856 yılında tekrar yerleştirilmeye çalışıldı ise de yine başarı sağlanamadı. Nihayet İstanbul'dan 1865 yılında Çukurova'ya gönderilen Fırka-i Islâhiyye, onları kışlak veya yaylaklarından birinde yerleşmeye mec-



bur bırakınca, Avşarlar yaylaklarında yerleşmek istediklerini bildirdiler. Fakat bu sırada yaylaklarına Kafkas muhacirleri yerleştirildiği için pek verimsiz topraklarda yerleşmek zorunda bırakıldılar. Bugün Avşarlar Kayseri'nin Pınarbaşı, Tomarza, Sarız kazalarıyla bunlara bağlı yetmişten fazla köye yerleşmiş olup eski oymak teşkilâtlarını henüz unutmuş değildirler. Ünlü Avşar kilimlerini de çok çalışkan Avşar kadınları dokurlar. Türkmenlerin acı ve üzüntülerini ağıt ve bozlak şeklindeki ezgilerle dile getirdikleri bilinmektedir. Avşarlar bunları söylemekte en önde gelen oymaklardan biridir. Bozlak onların mûsiki hayatlarına o derece hâkim olmuştur ki kahramanlık maceralarını anlatan türküleri bile bozlak makamında söylerler. Onların adını taşıyan bir bozlak (Avşar bozlağı), özellikle Yozgat ve Kırşehir yörelerinde okunur. "Avşar beyleri" türküsü ise Burdur, Antalya, Denizli ve Muğla bölgesinin en sevilen türkülerinden biri olarak söylenir. "Avşar zeybeği" aynı yörelerde, "Avşar halayı" ise Kırşehir, Yozgat ve Keskin yörelerinde oynanmaktadır. Avşarlar büyük Türkmen şairi Dadaloğlu'nun da kendi oymaklarından olduğunu söylerler. 5. İran Avşarları (Afşar). Kaynaklarda daima Afşar yazılışı ile anılırlar. Daha XII. yüzyılda İran'ın Hûzistan eyaletinde Arslan oğlu Yâkub, Şumla ve oğulları idaresinde Avşarlar'ın bir beylik kurdukları daha önce görülmüştü (550/1155). Bundan sonra XV. yüzyılın sonlarına doğru bu ülkede yeniden Avşarlar'a rastlanır ki bunlar Akkoyunlu fethi neticesinde Anadolu'dan gelmiş Avşarlar idiler. 1501'de Safevî Devleti'nin kuruluşundan sonra da İran'a yeni Avşar oymakları geldiler. İran'daki büyük Avşar varlığını Anadolu'dan gelen bu Avşar oymakları meydana getirdi. Bu Avşarlar çeşitli bölgelerde yaşamakta ve ayrı ailelerin idaresinde bulunmakta idiler. Bu da daha çok onların İran'a farklı zamanlarda göç etmiş olmalarından ileri gelmiştir. 6. Mansur Bey (Kûh - Gîlûye) Avşarları. Uzun Hasan Bey'in henüz Akkoyunlu hükümdarı olmasından önce, onun yakın adamlarından biri olan ve Kûh - Gîlûye valisi bulunan Avşar Mansur Bey kalabalık bir Avşar grubuna sahipti. Şüphesiz Suriye Avşarları'na mensup olan Mansur Bey daha sonra diğer birçok Akkoyunlu beyleri gibi Safevî Devleti kurucusu Şah İsmâil'e itaatini arzetmiş ve



onun tarafından 1505'te Fars valisi tayin edilmiştir. Akkoyunlular'm yükseliş, çöküş ve nihayet yıkılışına şahit olan ve en sonunda Kızılbaş tacını giyen Avşar Mansur Bey'in oğul ve torunlarının Şah Abbas devrine kadar Kûh-Gîlûye vilâyetini idare ettikleri bilinmektedir. Bunlardan Mansur Bey evlâdından Halil Han 10.000 Avşar'a kumanda ediyordu. Halil Han'ın oğlu Şah Kulı Han ile akrabasından Hasan Han, uzun yıllar Kûh - Gîlûye'de birbirlerine hasım olarak yaşadıktan sonra, Şah Kulı Han 998 ( 1 5 9 0 ) yılında Şiraz'da Şah Abbas'ın teşvikiyle hasmı Hasan Han tarafından öldürüldü. Gelişen olaylar üzerine Avşarlar yurtlarından çıkarıldılar. Onlardan bir bölüğü Horasan'a, bir bölüğü de Urmiye'ye gitti. Böylece Kûh-Gîlûye bölgesi Avşar yurdu olmak vasfını kaybetti. Kûh - Gîlûye Avşarları Gündüzlü ve Araşlu obalarından meydana gelmişti. Gündüzlü obası XIV ve XV. yüzyıllarda Suriye'de yaşayan Gündüzlü Avşan'nın bir kolu olup Akkoyunlu fethi sonucu Mansur Bey'in idaresinde İran'a göç etmişti. Avşarlar'dan bir kol da XVI. yüzyılın birinci yarısında Hûzistan'da yaşamaktaydı. Bu Avşarlar da Gündüzlü Avşarı'ndan olup buraya Akkoyunlu fethi dolayısıyla gelmişlerdi. Bunların başında 946'da ( 1 5 3 9 - 4 0 ) Mehdi Kulı Sultan bulunuyordu ve bu bey, Şah Tahmasb'ın emriyle kardeşi tarafından öldürülmüştü. Bundan sonra Hûzistan Avşarlan'nın başında Haydar Kulı Sultan ile Ebü'l-Feth Sultan bulunmuşlardır. Şah İsmâil ve Tahmasb devirlerinde hangi Avşar obasına mensup oldukları bilinmeyen birçok Avşar beyleri görülmektedir. Şah Tahmasb'ın 1576'da ölümü sırasında Safevî Devleti hizmetinde altı Avşar beyi görülmektedir. Bunlar Tahmasb'ın oğullarından Ahmed Mirza'nın lalası Araşlu Afşan'ndan Aslan Sultan, KûhGîlûye'de 10.000 Avşar'ın başında bulunan Halil Han, Sâve Valisi Mahmud Sultan, Kirman Valisi Yâkub'un kardeşi Yûsuf, Hezârcerîb Valisi İskender, Horasan'da Ferah ve Esfüzar Valisi Yeğen Sultan ile yine Horasan'da bir yerin valisi Köroğlu Hüsrev Sultan idi. Bu beylerin bulundukları yerlere göre Avşarlar'ın Hûzistan, Kûh-Gîlûye, Kirman ve Horasan olmak üzere dört bölgeye dağılmış bir halde yaşadıkları



anlaşılmaktadır. Bu



dört bölgeden Kûh-Gîlûye İran'daki Avşarlar'ın ana kolunun veya en kalabalık kısmının oturduğu yerdi. Şah Tahmasb'ın



162 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞAR halefleri II. Şah İsmail (ö. 985/1577) ve Muhammed (hal'i 995/1587) devirlerinde Avşarlar bu dirlik bölgelerini ve devlet idaresindeki mevkilerini korudular ve Ustacalu, Şamlu, Tekelü ve Türkmen oymakları arasındaki mevki ve ihtiras mücadelelerinin dışında kaldılar. Şah Abbas devrinde (1587-1628) Avşarlar başlıca şu obalara ayrılıyorlardı: Gündüzlü, Araşlu, Usalu (veya Usallu, sonra Usanlu), Eberlü, Alplu, İmanlu Avşarı. Abbas devrinde Kûh-Gîlûye Avşarlan'ndan bir bölük Urmiye yöresine, bir bölük de Horasan'da Ebîverd yöresine gönderildiler. Bu sebeple Kûh - Gîlûye bir Avşar yurdu olma vasfını kaybettiği gibi Hûzistan'daki Gündüzlü Avşarı da pek zayıf bir duruma düştü. Araşlular da Kûh Gîlûyeli, diğer bir ifade ile Mansur Bey Avşarlan'ndan idiler. Şah Muhammed devrinin son yıllarında (1584-1587) Usalu ile birlikte İsfahan taraflarında yaşıyorlardı. Şah Abbas Araşlular'ı Huvâr, Rey ve Simnân taraflarına sürdürdü. Araşlu'dan büyük bir bölüğün daha sonra Urmiye bölgesindeki boydaşlarının yanlarına gittiği görülüyor. Usalular'ın Şah Abbas devrinden önce İsfahan bölgesinde oturdukları bilinmektedir. Abbas devrinde ise İmam Kulı Han'ın idaresinde Batı İran'da Gâverûd yöresinde yurt tutmuşlardır. Eberlü'nün de Şah Abbas devrinden önce Kazvin bölgesinde yaşadıkları görülmektedir. Abbas bunların bir bölüğünü Ebîverd'e göndermiş, sonraları bunlara Gündüzlü'den de bir kol katılmıştır. İşte Afşar Nâdir Şah'ın Kırklu oymağı, herhalde Eberlü veya Gündüzlü'den çıkmış bir obadan başka bir teşekkül değildir. Alplu Avşan'na gelince, bu oymak Halep Türkmenleri arasındaki Köpeklü Avşan'nı meydana getiren kollardan biri idi. Alplu obasının Şah Abbas devrinde İran'a gelmiş olması pek muhtemeldir. Çünkü Alplu'ya dair, özellikle XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı kaynak-



larında bir bilgiye rastlanmadığı gibi Şah Abbas devrinden önce de İran tarihlerinde adı görülmüyor. İmanlu Avşan'na gelince, bu oba Türkiye'deki Duikadırlı eli arasında yaşayan büyük İmanlu Avşarı'nın bir koludur. Bu kolun İran'a Şah Abbas devrinde geldiği kuvvetle ileri sürülebilir. Çünkü daha önce onun da adı İran'da yazılmış hiçbir kaynakta geçmemektedir. Diğer taraftan XVI. yüzyılın sonlarında başlayan ve uzun bir zaman devam eden Celâlî ayaklanmaları yüzünden pek çok oymağın ve köylülerin İran'a gidip Şah Abbas'ın hizmetine girdiği bilinmektedir. Şah Abbas öldüğünde (1037/ 1628) Avşarlar'dan yalnız Horasan'da Ferah ve Esfüzar Beylerbeyi Erdoğdu Han ( A l p l u ' d a n ) , Urmiye hâkimi Kelb Ali Sultan (İmanlu'dan) ve Gâverûd hâkimi İmam Kulı Sultan ( U s a l u ' d a n ) devlet hizmetinde idiler. Bunun sebebi de Şah Abbas'ın Safevî Devleti'ni kuran ve yaşatan Kızılbaş Türk oymaklarının çoğuna ağır darbeler vurarak İran içine dağıtması, buna karşılık Osmanlılar'! taklit ederek meydana getirdiği Kullar Ocağı'na mensup beyleri yükseltip onlara devletin en büyük mevkilerini vermiş olmasıdır. XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında, yani Nâdir Şah'ın siyasî sahnede görünmek üzere bulunduğu sırada Avşarlar'ın dağılışı Şöyle İdi: a) Urmiye Avşarları. Urmiye gölünün batısında Selmas ile Uşnu (Üşniye) arasında bulunan Urmiye şehri ve bölgesi, Avşarlar'ın kalabalık bir halde yaşadıkları yurtlarından biri idi. Burada ilk defa İmanlu Avşarı yurt tutmuştu. Bu oymağın bir kolu sonra Kasımlu adını taşıdı ki bu da Şah Abbas devrinde İmanlu Avşan'nın başında bulunan Kasım Sultan'dan gelmektedir. Urmiye Avşarlan'nın diğer oymakları Gündüzlü ve Araşlu idiler. Bunlar da buraya Kûh - Gîlûye'den gelmişlerdi. Yine bu Avşarlar'dan bir oymak da Mahmudlu adını taşıyordu ki onun da Araş-



lu'dan çıktığı anlaşılmaktadır. Urmiye Avşarlan'nın tarihi, geçen yüzyılın ikinci yarısında Avşar'm Mahmudlu oymağı Boybeyi ailesinden Mirza Reşid tarafınd a n y a z ı l m ı ş t ı r (Târîh-i



miyân -



Afşâr,



nşr. M . Râ-



Ş. Afşar, Tebriz 1345-1346).



b)



Hamse Avşarları. Hamse, Kazvin ile Zencan arasındaki idarî bölgenin adıdır. Bu idarî bölgenin başşehri de Zencan idi. Altı bölük yani kazadan meydana gelen bu idarî bölgede de Avşarlar, bilhassa Kazvin'in güneybatısındaki yöreden başlayıp (bu yöre hâlâ Afşar adını taşır) Sayınkale ve Sultâniye'ye kadar uzanan yerlerde ve kuzeydeki Yukarı Târum ve Aşağı Târum'da ve hatta Halhal çevresinde yoğun bir şekilde yaşamakta idiler. Bunlara genellikle Hamselü Avşarı denilirdi. XVIII. yüzyıla ait kaynaklardan, burayı idare eden Avşar beyleri de Hamselü, Târumî ve Halhalî nisbeleri ile anılırlardı. Hamse Avşarlan'nın çoğunun Eberlü oymağından olduğu bilinmektedir. Yine XVIII. yüzyılda adı geçen Kutulu Avşan'nın Hamse Avşarlan'ndan olması mümkündür. c) Kirman Avşarları. Burada Şah Tahmasb devrinden beri Avşarlar yaşamakla beraber diğer bölgelerdeki gibi siyasî bir varlık gösterememişlerdir. Kirman Avşarlan'nın hangi oba veya obalardan meydana geldikleri de bilinmemektedir. d) Horasan Afşarları. Şah Tahmasb devrinde Horasan'da Herat'ın güneyindeki Esfüzar bölgesi ile Sîstan'daki Ferah bölgesi Avşar beyleri tarafından idare edilmiştir. Fakat daha sonra buradaki Avşarlar'ın ne oldukları bilinmemektedir. Bununla beraber Kirman Avşarları belki bunlar veya bunlardan olabilirler. Asıi Horasan Avşarları, Şah Abbas'ın Kûh - Gîlûye'den Ebîverd sınır bölgesine sürdüğü Gündüzlü ve Araşlu oymaklarına mensup obalar idi. Anlaşıldığına göre Nâdir Şah'ın adını duyurduğu günlerde bu adlar ortadan kalkmış ve onların yerini Köse Ahmedlü ve Kırklu almıştır. Nâdir Şah'ın da bunlardan Kırklu obasına mensup olduğu bilinmektedir. Bu kalabalık Avşar topluluklarından başka Hûzistan'da



(Gündüzlü'den),



Kûh-Gîlûye'de (aynı oymaktan veya Araşlu'dan) ve Fars'ta Kâzerûn bölgesinde çok daha az nüfuslu Avşar oymakları vardı. XVIII. yüzyılın ilk çeyreğindeki İran Avşarlan'nın dağılışına ait bu tablonun pek Bir Avşar ailesi ile Avşar kadınları Pınarbaşı / Kayseri



değişikliğe uğramadan zamanımıza kadar devam ettiği söylenebilir. Avşarlar, Kaçar Feth Ali Şah devrinde İran'ı ziyaret etmiş olan A. Duprâ'nin



163 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞAR eserinde, İran'da Türkçe konuşan oymakların nüfus bakımından başında yer almaktadır. Bu seyyaha göre Urmiye Avşarları Kasımlu ve Araşlu adlı iki kola ayrılmakta, bu kollar da Karaçlu, İmamlu, Dâvudlu, Usallu, Kılıçlu, Gani Beglü, Kileli, Tutmaklu, Adaklu, Kara Hasanlu, Ali Beklü, Terzilü, Şah Buranlu, Yeherlü, Kûh-Gîlûyelü gibi obalardan meydana gelmektedir. Bu Avşarlar'ın nüfusları hakkında da 25.000 rakamı verilmektedir. Yine aynı seyyaha göre Avşarlar'dan diğer kollar Hamse'de 10.000 kişi, Kazvin çevresinde 5000 kişi, Hemedan yöresinde 7000 kişi, Tahran çevresinde 7000 kişi, Hûzistan'da Şüşter yakınlarında 10.000 kişi, Kirman'da 6000 kişi, Horasan'da 8000 kişi, Fars'ta 5000 kişi ve Mâzenderan'da da 5000 kişi yaşamakta idi. XIX. yüzyılın ortalarında İran'ı ziyaret etmiş olan Lady Shell'in eserinde de Avşarlar'ın yurtları, nüfusları ve hayat tarzlarına ait bilgi verilmektedir. Ona göre-, Urmiye yerleşik 7000 ev; Mâzenderan 100 ev; Usanlu, Mâzenderan 50 ev; Kazvin-Tahran arasında 900 çadır; Usanlu, Huvâr ve Demâvend'de 1000 çadır ve ev; Afşar Şah Sevenleri Hamse 2500 çadır, Hamse 200 ev-, Kirman 1500 ev; Kaçar-Afşar (Türk v e L e k l e r ' d e n o l u ş m u ş bir o y m a k ) , Fars 250 Türk evi, 100 Lek evidir. Zamanımızdaki İran Avşarları'nin hemen hepsi yerleşik hayata geçmiş, kendi tabirleriyle "tat" olmuşlardır. Yalnız 30-40 yıl önce Hûzistan'daki Gündüzlü Avşarları, Kûh-Gîlûye'deki Ağaçeri topluluğu arasındaki Afşar oymağı ile Kirman'daki 5000 çadırlık Afşar kümesinde göçebe hayatın özellikleri devam etmekte idi. BİBLİYOGRAFYA: Dîuânü lugâti't-Türk, I, 56; Divânı'i Lugâti'tTürk (Dankoff), I, 101; Divani"ı Lûgati't-Türk Tercümesi, I, 66; Fahreddin Mübârekşah, Târih (nşr. E. Denison Ross), London 1927, s. 47; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, X, tür.yer.; Reşîdüddin, Câmi'u't-tevârîh (nşr. K. Jahn), Wien 1969, tür.yer.; a.e. (nşr. A. A. Alizâde), Moskova 1965, s. 121; Makrîzî, Kitâbü's-Sülûk (nşr. A. Âşûr), Kahire 1971, III, tür.yer.; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'zzâhire (Popper), VI-VII, tür.yer.; İskender Bey Münşi, Târîh-i 'Âlemârâ-yı 'Abbâsî; Tahran 1334-35 hş., I-II; Mirza Mehdî Han, Cihângüşâ-yı Nâdiri, Tebriz 1277, tür.yer.; Ahmed Refik, Anadolu'da Türk Aşiretleri, İstanbul 1930, tür.yer.; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilatı - Destanları, İstanbul 1980, s. 502; a.mlf., Safevî Devletinin Kurulma ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, s. 246; M. Fuad Köprülü, "Avşar", İA, II, 28-38; a.mlf., "Afşhâr", El2 (İng.), I, 239-241; P. Oberling, "Afsâr", Elr., I, 582-586. S



F A R U K SÜMER



AVŞARLILAR



L



1736-1804 tarihleri arasında İran'da hüküm süren bir Türk hanedanı.



J



Hanedanın ilk hükümdarı Nâdir Şah, Oğuz (Türkmen) elinin Avşar (Afşar) boyuna mensup olduğu için bu hânedana İran kaynaklarında Afşariyye (Afşarlılar) denilir. Türk ilim âleminde ise aynı hânedan daha ziyade Afşarlar olarak tanınmaktadır. Nâdir Şah (asıl adı N e d r - N e z r Kulı), Horasan'daki Ebîverd sınır yöresinde yaşayan Avşar'ın Kırklu obasına mensup idi. Kaynakların bazılarında babası İmam Kulı'nın deriden elbise dikicisi (postîn-dûz) olduğu söylenir. Nâdir'in de Kırklu obasının mütevazi bir mensubu bulunduğu tahmin edilmektedir. Soyluluk geleneklerine çok bağlı göçebe topluluklarda da bu gibi şahsiyetlerin yükselmelerinin pek güç olduğu bir vâkıadır. Fakat ne olursa olsun Nedr Kulı yani Nâdir, sahip olduğu birçok yüksek meziyetlerle kendi tarihçisinin bile yazmaktan usandığı sayısız mücadelelerden sonra Horasan'ın tanınmış emirlerinden biri durumuna yükseldi (1137/ 1725). Bu tarihte İran, istilâ ve işgallerle ağır bir buhran içine düşmüş bulunuyordu. Başta Safevîler'in devlet merkezi İsfahan olmak üzere ülkenin büyük bir kısmı Afganlar tarafından idare edildiği gibi Erivan, Gence, Tebriz, Hemedan ve Kirmanşah eyaletleri de Osmanlı hâkimiyetine geçmişti. Ruslar da Şirvan'ı işgal etmişler, Gîlân'a da asker çıkarmışlardı. Çeşitli bölge ve yöreleri idare eden Safevî emirleri de bu buhranı fırsat bilip başlarına buyruk bir şekilde hareket etmekte idiler. Safevî Hükümdarı II. Tahmasb ile yanındaki devlet adamları ise bu sırada Horasan'a çekilmek zorunda kalmışlardı (1139/1727). Avşar Nâdir Kulı Beg, Tahmasb ve yanındakilere kendisinin farklı bir şahsiyet olduğunu tanıtmakta gecikmedi. Aynı yıl Safevî hükümdarının başkumandanı ve Kaçar Devleti'nin kurucusu Ağa Muhammed Şah'ın dedesi Feth Ali Han görevden uzaklaştırıldığı gibi Meşhed de zaptedildi. Şehri Tahmasb değil Nâdir Kulı Beg idaresi altına aldı. Afgan Hükümdarı Eşrefin Simnân'a gelmesi Tahmasb'ı Nâdir Kulı Beg'e çok daha yaklaştırdı. Bu da Avşar reisinin gayelerine uygundu. Onun için işleri eline aldı-, şahın adına hareket ediyor gibi göründü, hatta bu münasebetle Tah-



masb Kulı Han adını taşıdı. Tahmasb Kulı Han, Eşrefi birbiri arkasından ağır yenilgilere uğratarak Afgan hâkimiyetine son verdi ( 1 1 4 2 / 1729). Afgan askerinin geriye kalanlarını kendi büyük gayesinin tahakkuku için hizmetine almaktan çekinmeyen Tahmasb Kulı Han bu şekilde Kızılbaş Türk askerini de daha fazla zaaf içine düşmekten kurtardı. İran'ın kuzeybatı eyaletlerini Osmanlılar'ın elinden geri aldı ( 1 1 4 3 / 1 7 3 0 ) . Fakat başkumandan (sipehsâlâr) Tahmasb Kulı Han batıda daha fazla kalamadı; iktidarının başlıca dayanağı olan Horasan'da bazı hadiseler çıkması üzerine süratle buraya döndü. Horasan'da duruma hâkim olduğu gibi Herat meselesini de arzu ettiği şekilde halletti. Şah Tahmasb ise herkesçe bilinen aczine rağmen başkumandanın ülkenin gerçek sahibi imiş gibi davranmasını hoş karşılamıyordu. Bu sebeple batıdaki bazı eyaletleri yeniden zaptetmiş olan Osmanlılar'a karşı tek başına harekete geçti. Kazanacağı bir zaferin durumunu kuvvetlendireceğine ve başkumandanı da emirlerine itaat etmek zorunda bırakacağına inanıyordu. Fakat Hemedan yakınındaki Kurican'da Bağdat Valisi Ahmed Paşa ile yaptığı savaşı kaybetmesi (Eylül 1731) bütün ümitlerini suya düşürdü; Osmanlı başarılarının devam etmesi üzerine de barış yapmak zorunda kaldı (Ocak 1732). Bu barışı yaparken başkumandanın fikrini almaması Nâdir'e beklediği fırsatı verdi ve yapılan antlaşmayı kabul etmediğini, baharda askeri ile harekete geçeceğini belirten beyannâmesi ile Tahmasb'ı halkın gözünden iyice düşürdü. Ardından İsfahan'a gelip şahı tahttan indirerek yerine oğlu Abbas'ı geçirdi (7 A ğ u s t o s 1732), kendisi de saltanat nâibi oldu. Abbas bu sırada yedi aylık (bir rivayete göre iki aylık) bir bebekti. Bundan sonra Osmanlılar'a savaş açtı ve onları eski sınırlarına çekilmeye mecbur bıraktı. Dağıstan beylerini de itaat altına aldı, sonra İran'ın bütün bölge ve yörelerinin temsilcilerini Azerbaycan'daki Mugan bozkırında topladı (1148/ 1736). Hulefâ-yi Râşidîn'den Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile Hz. Âişe'ye "sebbolunma"sının (sövüp sayma, ilenme) müslümanlar arasında çok kan dökülmesine sebep olduğu belirtilip bundan vazgeçilmesi istendi. Nevruz'un kutlanmasının ve diğer bazı âdetlerin İslâmiyet'e aykırı olduğu ifade edildi. Bunların yasaklanması kabul edildiği gibi saltanat nâibinin de İran şahı ilân edilmesi karar-



164 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞARLILAR laştırıldi; yapılan bir merasimle saltanat naibi Nâdir Şah ad ve unvanı ile hükümdarlık makamına geçirildi (24 Şevval 1 1 4 8 / 8 Mart 1736). Böylece Nâdir Şah'ın, İmam Ca'fer es-Sâdık'a bağlanan daha mutedil bir mezhebi İran halkına kabul ettirmek suretiyle Sünnî ve Şiî müslümanlar arasındaki düşmanlığa son vermek, onları birbirine yaklaştırmak ve kaynaştırmak, diğer bir ifade ile İran'ı yalnızlıktan kurtarmak gayesini taşıdığı açıkça görülmektedir. Ca'ferî mezhebini kabul etmesi, Nâdir Şah'ın Sünnîliğe meyli olduğu iddiasının ortaya atılmasına sebebiyet vermiştir. Nâdir'in şah seçilmesi ile Safevî hânedanının hâkimiyeti de son bulmuş oluyordu. Kendisinde kuvvetli bir kavmî şuurun var olduğu bilinen Nâdir Şah'ın hükümdarlık devri on bir yıl devam etti. Bu süre içinde Delhi'ye kadar giden başarılı bir Hindistan seferinde bulundu ( 1 1 5 1 - 1 1 5 2 / 1 7 3 8 - 1 7 3 9 ) ; Türkistan'ı dolaştı ( 1 1 5 3 / 1 7 4 0 ) ve böylece cihangirler arasına katılmış oldu. Onun İran tarihindeki rolü, bu ülkeyi Rus, Afgan ve Osmanlı devletlerinin eline geçmekten kurtarmasıdır. Bununla birlikte Nâdir Şah sert ve acımasız tutumu ile halkını yoksulluk içine düşürmüştü. Hatta en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün askerî ve mülkî idareciler dahi hayatlarından emin olmayacak bir duruma gelmişlerdi. Nâdir Şah da aleyhindeki bu korku ve nefret havasının farkında idi. Son zamanlarda ülkesinin birçok yerinde ayaklanmalar baş göstermişti. Bunlardan birinin başında bizzat yeğeni Ali Kulı Han bulunuyordu. Nâdir bu ayaklanmalardan birini bastırmaya giderken Horasan'da Habûşân'a iki konak mesafedeki Fethâbâd'da bir gece uyurken emîrler tarafından öldürüldü (21 M a y ı s 1747).



Avsarlı Hükümdarı Âdil Sah adına Kazvin'de basılmış gümüş sikke



Bu emirlerin bir veya ikisi dışında geri kalanları Nâdir'in kendi boyu olan Avşar'a mensup idiler ve suikastı düzenlemelerinin sebebi, sadece kendi hayatlarını tehlikede görmeleri ve amcasının üzerine yürümekte olan Ali Kulı Han tarafından tahrik edilmeleridir. Nâdir Şah'ın öldürülmesi sırasında Herat'a varmış bulunan Ali Kulı Han, suikastçı emîrlerin isteği üzerine süratle Meşhed'e geldi ve duruma hâkim oldu, Nâdir Şah'ın bütün oğulları ve biri müstesna bütün torunları merhametsizce öldürüldüler. Ali Kulı Han, Nâdir Şah'ın öldürülmesinden kısa bir müddet sonra şah ilân edildi (6 T e m m u z 1747) ve aynı zamanda Âdil Şah unvanını da aldı. Amcasının Kelât Kalesi'nde bulunan pek zengin hazinesi Meşhed'e getirilip emîr ve askerlere cömertçe dağıtıldı. Nâdir Şah'ın Horasan'a göç ettirip oturmaya mecbur bıraktığı Bahtiyârî, Zend ve diğer bazı oymaklar memleketlerine döndüler. Zendler'in eski yurtlarına dönmeleri, Kerim Han'ın ortaya çıkmasına ve Zend Devleti'nin kurulmasına sebep oldu. Ali (Âdil) Şah kardeşlerinin en büyüğü İbrâhim Han'ı İrak valiliğine gönderdi, fakat çıkan korkunç kıtlık dolayısıyla kendisi de Horasan'dan Mâzenderan'a gitmek zorunda kaldı ve orada yedi aydan fazla oturdu. Bu sırada kendisine Esterâbâd valiliğini verdiği Kaçar Muhammed Hasan Han'ı Türkmen çölüne kadar kovaladı ise de ele geçiremedi, kızgınlığını onun sekiz yaşındaki oğlunu hadım ettirmekle gidermek istedi. Kaçar Devleti'ni kuran ( 1 1 9 3 / 1 7 7 9 ) Ağa Muhammed Şah işte bu talihsiz çocuktur. Fakat Ali Şah çok geçmeden Irak valiliğine gönderdiği kardeşi İbrâhim Han'ın birçok emîrin desteğini elde edip kendisine isyan ettiği haberini aldı. Kaynaklarda İbrâhim Han'ın ağabeyinden emin olmadığı için böyle bir işe giriştiği belirtilmektedir. Sultâniye civarında yapılan savaşta Ali Şah'ın askerlerinden bir kısmı İbrâhim Şah'ın ordusuna katıldı, bir kısmı da memleketine gitti. Ali Şah ise kolayca yakalandı ve gözlerine mil çekildi (Mayıs 1748). On bir ay hükümdarlıkta kalan Ali Şah yirmi beş yaşlarında güçlü kuvvetli ve güzel yüzlü bir gençti. Fakat merhametsiz, hiddetli ve aynı zamanda güvenilmez bir insan olduğu için kimse tarafından sevilmemiş, aşırı cömertliği 7 de işe yaramamıştır.



(istanbul Arkeoloji Müzesi, Teşhir, nr. 2 4 7 4 )



İbrâhim Han'ın kazandığı başarıda Nâdir Şah'ın halasının oğlu ve Azerbaycan Valisi Aslan Han'ın mühim bir hizmeti



görülmüştü. Ancak Aslan Han'ın savaştan sonra derhal Tebriz'e gitmesi, İbrâhim Han'da onun kendisi için bir tehlike teşkil edeceği fikrini uyandırdı. Bundan dolayı arkasından gidip Aslan Han'ı mağlûp etti ve onu kardeşi Saruhan ile birlikte öldürttü. Avşar hânedanı mensupları biribirierini yiyip bitiriyorlardı. Bu hadiseler üzerine Horasan emîrieri Meşhed'de Nâdir Şah'ın hayatta kalan tek torunu Şâhruh Mirza'yı hükümdarlık makamına geçirdiler (Ekim 1748). Şâhruh bu sırada on üç veya on dört yaşlarında pek genç bir delikanlı olup tahta istemeyerek veya öyle görünerek çıkmıştı. Tebriz'de bulunan İbrâhim Han Şâhruh'a elçi gönderip kendisini hükümdar tanıdığını bildirdi ve ondan Irak'a gelmesini rica etti; fakat ricası yerine getirilmedi. Meşhed'e geldiği takdirde sözlerinin doğruluğuna inanılabileceği bildirildi. Bunun üzerine İbrâhim Han da Tebriz'de şahlığını ilân etti (17 Zilhicce 1 1 6 1 / 8 Aralık 1748). Sonra Şâhruh'la savaşmak üzere Horasan'a yürüdü ise de askeri arasında karışıklık çıktığı için Kum şehrine çekilmek zorunda kaldı. Fakat orada da askerlerinden pek çoğu kendisinden ayrılınca Kazvin ile Sâve arasındaki bir kaleye sığındı, ancak kaledekiler onu Şâhruh'un adamlarına teslim ettiler. İbrâhim Şah'ın gözlerine mil çekildikten sonra Horasan'a götürülürken yolda öldürüldü (1162/1749). Aynı yıl Meşhed'e götürülen ve gözleri görmeyen eski hükümdar Ali Şah'ı ise Nâdir Şah'ın hatunları parça parça ettiler. Şâhruh pek genç olduğu gibi dirayet ve enerjiden de mahrum bir hükümdardı. Mar'aşî şeyhleri ailesinden, Meşhed'deki mukaddes yerlerin mütevellisi Seyyid Muhammed'in annesi tarafından Safevî hanedanına mensup olması, halk ve asker tarafından sevilmesi kendisini rahatsız ediyordu. Seyyid'i ortadan kaldırmak için gizlice, neticesiz kalan bazı hareketlere başvurduktan sonra bu işi gerçekleştirmek için emîrlerinden yardım istedi. Fakat emîrler bilâkis Seyyid'i, Şah Süleyman unvanı ile şahlık makamına geçirdiler (5 Safer 1163/14 Ocak 1750 = Yunt yılı). Yeni hükümdarın emri üzerine Şâhruh'un hayatına dokunulmayarak birkaç kadın ve hizmetçi ile sarayın bir dairesinde yaşamasına izin verildi. Şah Süleyman Kandehar, Zâbülistan ve Herat bölgelerine hâkim olan Afganlar'ı devlete itaat ettirmek için Herat üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Afganlar'ı yenip Herat'ı aldı. Fakat çok geçmeden bü-



165 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVŞARLILAR yük bir kısmı Türk asıllı emirlerden bir zümre Şâhruh'u yeniden hükümdar ilân



zat kendi mensuplarının hazırlamış oldukları şüphesizdir. Nâdir Şah'tan son-



V, s. 545 v d . ) . İslâm adliye teşkilâtı tarihi



ettiler ( R e b î ü l e v v e l 1 1 6 3 / Ş u b a t 1750). Şah Süleyman'ın hükümdarlığı kırk gün sürmüştü. Fakat Şâhruh'un gözleri taht-



ra Avşarlılar arasından yüksek kumandanlık vasıflarını haiz bir kimse çıkmadığı gibi dirayetli bir hükümdar da yetiş-



tı hukukuna Roma hukukundan geçmiş



tan indirildikten sonra kör edildiği ve yetişkin oğlu da olmadığı için Meşhed,



medi. Avşarlılar'ın İran tarihindeki mevkileri, sadece Nâdir Şah'ın büyük siyasî



nüyle Amedroz'un fikirlerine katılmakta



Arap Alemşah'ın eline düştü ( 1 1 6 4 - 1 1 6 6 / 1751-1753). Ardından A f g a n Hükümdarı Ahmed Han Dürrânî'nin saldırısına uğra-



başarılarına münhasır kalmıştır.



ise de müessesenin bütünü bakımından



üzerinde araştırmalar yapan Tyan, Baolan baro teşkilâtının ve bu teşkilâta bağlı avukatların İslâm hukuk tarihinde mevcut olmadığını söylemekte ve bu yö-



Avşarlılar'dan Nâdir Şah ile yeğenleri



Pröbster'in fikirlerini benimsemekte ve



dı (1753-1755). Ahmed Şah 1183'te ( 1 7 6 9 7 0 ) yeniden şehir önünde göründü ise



Ali ve İbrâhim şahlar ve torunu Şâhruh sikke kestirmişlerdir. Avşar hükümdarlarına ait bazı resmî vesikalar olduğu



nıfının varlığını kabul etmektedir (L 'His-



de Meşhed, henüz delikanlılık çağının eşiğinde bulunan Şâhruh'un büyük oğlu Nasrullah Mirza tarafından kahramanca



bilinmekte ise de bunlardan pek azı neşredilmiştir.



müdafaa edildi. Neticede iki taraf arasında barış yapıldı ve Ahmed Şah yanında Şâhruh'un oğullarından Yezdân Şah olduğu halde Kandehar'a gitti ( H a z i r a n 1770). Aslında Nasrullah Mirza da aile mensuplarının çoğu gibi siyasî zekâdan mahrum idi; Horasan'daki emirlere kendisini saydıramadığı gibi, babası tarafından da sevilmiyordu. Bu yüzden Kerim Han'a sığınmak ve orada altı yıl yaşamak zorunda kaldı. Sonra Meşhed'e döndü ve şehri 1198 ( 1 7 8 4 ) yılına kadar idare etti. Fakat XVIII. yüzyılın ikinci yarısına ait İran kaynaklarının kifayetsizliğinden Nasrullah Mirza'nın ne zaman ve nasıl öldüğü bilinemiyor. Şehir daha sonra sultan unvanını taşıyan Nasrullah Mirza'nın kardeşi Nâdir tarafından idare edildi. Nâdir Sultan'm hükümdarlığı 1210 (1796) yılına kadar sürdü; babası Şâhruh da hayatta idi. İran'ın pek büyük bir kısmını idaresi altına almış bulunan Kaçar Ağa Muhammed Şah 1210'da ( 1 7 9 6 ) Meşhed önünde göründü ve yanında bazı oğulları ile ulemâ, fuzalâ ve sâdâd olduğu halde Şâhruh tarafından karşılandı. Ağa Muhammed Şah, Şâhruh'a oğul-



rat'a sığınmıştı; Ağa Muhammed Şah'ın ölümünden ( 1 7 9 7 ) faydalanıp bir müddet Meşhed'e hâkim oldu. Hatta Feth Ali Şah tarafından gönderilen Kaçar kumandanı Muhammed Hüseyin Han'a karşı şehri müdafaaya kalkıştı ise de başaramadı, yakalanıp Abbas ve İbrâhim adlı oğulları ile birlikte hayatına son verildi ( Ş u b a t 1804); Tahmasb Mirza, Muhibb-i Ali Mirza ve Hâlik Virdi Mirza'ların gözle-



toire de Torgarıisation



judiciaire



en



Cemal Türâbî-i Tabâtabâî, Sikkehâ-yı Şâhân-ı Islâmi-i İrân, Tebriz 1350 hş., s. 245-269; a.mlf., Resmul-hatt-ı Uyğürî ve Seyrt der Sikke-şinâsî, Tebriz 1351 hş., s. 27-28, 72-73; Lutf Ali Beg, Âteşkede (nşr. Seyyid Cafer Şehîdî), Tahran 1337 hş., s. 14-17; Hidâyet, Ravzatü'ş-şafâ'VIII; Mirza Muhammed Sâdık, Târîh-i Gîtî-güşâ (nşr. Saîd Nefisî), Tahran 1317 hş., s. 5-16, 32-34; Muhammed Emîn Gülistâne, Mücmelü't-teuârîh (nşr. M. Rezevî), Tahran 1320 hş., tür.yer.; Halîl-i Mar'aşî, Mecmâ'u'ttevârîh (nşr. Abbas İkbâl), Tahran 1328 hş„ s. 84-141; Mirza Mehdî Han, Cihângüşâ-yı hâdirî (nşr. S. A. Envâr), Tahran 1341 hş.; L. Lockhart, Nadir Shah, A Critical Study Based Mainly Upon Contemporary Sources, London 1938; a.mlf., The Fail of the Safavid Dyrıasty and the Afghan Occupation of Persia, Cambridge 1958; Mehdî Bâmdâd, Âşâr-ı -Târîhî-yi Kelât ve Serahs, Tahran 1333 hş.; N. Felsefî, Çigüne Nâdir Kült Nadir Şâh Şud, Çend Makâle-i Târîhî ve Edebî, Tahran 1342 hş., s. 157190; Yekşad u Pencâh Sened-i Târîhî, ez Celâyîr ta Pehlevî (nşr. Cihangir Kâim-makâmî), Tahran 1348 hş., s. 97; M. Hâşim Âsaf, Rüstemü't-tevârîh, Tahran 1348 hş., tür.yer.; M. Hasan 1'timâdüssaltana, Sadrü't-tevârîh, Tahran 1357 hş., s. 13-14, 17-18, 30, 35, 39,"l06-107, 199-200; J. R. Perry, "Afsharids", Elr., I, 587S



F A R U K SÜMER



pays



d'Islam, s. 2 6 2 ) . Türk hukukçularından Sabri Şakir Ansay, Tyan'a benzer bir görüşü benimsemekte (Hukuk



BİBLİYOGRAFYA:



ları ve torunları ile Mâzenderan'da oturma emrini verdi, ancak Şâhruh Mâzenderan'a giderken yolda vefat etti (1210/ 1796). Nâdir Sultan ise yakınları ile He-



İslâm adliye teşkilâtında bir vekiller sı-



Tarihinde



İslam Hukuku, s. 299), Coşkun Üçok ise avukatların bütün vasıflarını haiz olmasalar bile mahkeme önünde tarafların menfaatlerini savunan ve bugün avukatların yaptığı vazifeleri yapan kimselerin var olduğunu ve bunların taraflarca daha çok hukuk bilgisi olan kimselerden seçildiklerini belirtmektedir (Sabri Şakir Ansay'm



Hatırasına



Armağan,



s. 86).



Tarihî gerçekler dikkate alınacak olursa İslâm adliye teşkilâtında avukatlığın bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Tyan'ın da belirttiği gibi belirli bir teşkilâta bağlı avukatlar mevcut değilse de mahkemelerde kişileri temsil edip savunan vekillerin varlığı inkâr edilemez. Nitekim ünlü fakih Serahsî, Resûlullah devrinden beri mahkemelerde vekillerin müvekkillerinin davalarını takip ettiklerini belirtmektedir. Hz. Peygamber'e getirilen bir nafaka davasında taraflardan birisini vekili temsil etmekteydi ( S e r a h sî, X I X , 2, 4 ) . Beyhakî de Resûlullah'ın bir cinayet davasında öldürülenin vârisleri adına vekilini dinlediğini nakleder (es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 81). Bu konuda kaynaklarda İslâm'ın ilk devirlerine ait başka



F



L



AVUKAT



n



Hukukî anlaşmazlıkların çözümünde kişilere yardım eden ve onları mahkemede savunan kimse, vekil.



örnekler de vardır. Hz. Ali'nin genellikle mahkemeye bizzat gitmediği, yerine vekil tayin ettiği bilinmektedir. Öncele-



J



ri Akil b. Ebû Tâlib, o ihtiyarlayınca Abdullah b. Ca'fer Hz. Ali'nin vekilleri idiler



İslâm hukuk literatüründe avukatın



( B e y h a k î , VI, 8 1 ; S e r a h s î , X I X , 3). Talha



bugün ifade ettiği anlamı karşılayacak



b. Ubeydullah (veya Abdullah) ile olan bir



bir kelimeye rastlanmaz. Daha geniş mâ-



arazi davasında Hz. Ali'yi Halife Osman b.



naya gelen vekil terimi avukatın ifade



Affân'ın huzurunda Abdullah b. Ca'fer'in



ettiği anlamı da içine almaktadır. Nite-



temsil ettiği kaynaklarda belirtilmekte-



kim İslâm hukuk tarihinde mahkemeler-



dir ( S e r a h s î , X I X , 3 ; K e t t â n î , 1, 279). Son-



de şahıslar adına davaya iştirak eden



raki dönemlerde vekillerin mahkemelerde müvekkillerini temsil etmelerinin ge-



rine mil çekildi, Rızâ Kulı Mirza ile Mustafa Kulı Mirza da Fars'a götürülüp ora-



kimselere vekil adı verilmiştir.



da ikamete mecbur edildiler. Böylece Avşar hânedanının tarihî hayatı sona ermiş oldu. Hânedanın bu hazin âkıbetini biz-



var olup olmadığı tartışılmıştır. Amedroz



İslâm adliye teşkilâtında avukatların İslâm hukukunda avukatlığın bulunmadığını ileri sürerken (JRAS, s. 668) Pröbster bunun aksini savunmaktadır



(Islamica,



lenekleşmiş bir uygulama olarak devam ettiği görülmektedir. İbn Ferhûn hicrî II. (VIII.) asırda Basra'da mahkeme kapısında faaliyette bulunan vekillerden bahsetmektedir (Tebşıratul-hükkâm,



166 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



I, 3 8 ) .



AVUSTRALYA Mahkeme kapısında çalışan vekillerin varlığına İbn Hacer'in bir kaydında da rastlanmaktadır (Tyan, s. 273), XII ve XIV. asırlarda verilmiş olan kadı beratlarında kadıların vekillere karşı takınacakları tavırlara dair ibareler bulunmaktadır. Bu ibarelerde mahkemeyi yanıltmaya çalışan vekillere karşı kadılar uyarılmaktadır (Kalkaşendı, XI, 197, 413; XII, 52; Tyan, s. 272). Müftülerin vekillere fetva verirken onların hakkı saptırmalarına karşı dikkatli olmalarına dair ikazlara da kaynaklarda rastlanmaktadır (Tyan, s. 273). Şeyzerî de hisbe* teşkilâtına dair eserinde, adaletin tevzii konusunda vekillerin oynadığı rollerden olumsuz bir şekilde bahsetmektedir (Nihayetü'r-rütbe, s. 115). Bütün bunlar bugün avukatların gördüğü vazifelerin önemli bir kısmını yapmış olan vekillerin İslâm adliye teşkilâtları tarihinde mevcut olduğunu ortaya koymaktadır. Yalnız bu vekiller Batı'daki avukatlar kadar teşkilâtlanmış değillerdi. Meselâ baro teşkilâtları olmadığı gibi özel büroları da yoktu; müvekkilleriyle daha çok mahkeme kapısında buluşmakta ve anlaşmaktaydılar. Ayrıca hukukçu olmaları veya belli bir belgeye sahip bulunmaları şartı da yoktu. Bununla beraber dava sahipleri çok defa hukuk kültürü olan kimseleri vekil olarak seçmeye itina göstermekteydiler. İslâm hukukunda, ceza davalarının bir kısmı hariç (meselâ hudûd*), her çeşit dava için vekil tayin edilebileceği kabul edilmiştir. Hukuk davalarında müvekkilin mahkemede hazır bulunması şart olmadığı halde ceza davalarında vekille birlikte onun da hazır bulunması şarttır. Müşteri ile vekil arasındaki ilişkinin umumi vekâlet münasebetleri çerçevesinde mütalaa edildiği söylenebilir. Genel kural bu olmakla birlikte mahkemedeki vekâlet (husumete vekâlet), belirli yönleriyle özellik arzetmektedir. Ebû Hanîfe'ye göre ihtiyar, hasta ve yolcular müstesna diğer şahısların tayin edecekleri vekillerin kabulü hasmın rızasına bağlıdır. Çünkü ihtiyar, hasta ve yolcunun mahkemede hazır bulunmasını şart koşmak onları güç durumda bırakır. Bu ise, "Allah size dinde bir zorluk kılmadı" (el-Hac 22/78) âyetiyle bağdaşmaz. Diğer şahısların vekil tayinlerinin hasmın rızasına bağlanması, bu konuda vekil tayininin ortak bir hak sayılmasından ileri gelmektedir. Zira insanlar diğer konularda olduğu gibi haklarını savunma konusunda da farklı kabiliyetlere sahiptir. Hz. Peygamber, anlaşmazlıklarını kendisine ge-



tirenleri kabiliyet ve ustalıklarını kullanarak haksızlığa yol açmaktan menetmiştir (bk. Müslim, " A k z ı y e " , 4, 5, 6). Böyle bir durumda karşı tarafın zarar görmemesi için mahkemede vekil tayin etme hususu hasmın rızasına bağlanmıştır. Ebû Yûsuf, Muhammed ve Şâfiî ise vekâletin kabulü için hasmın rızasını şart koşmazlar. Çünkü bunlara göre vekil tayin etme yalnız müvekkile ait bir haktır, başkasını ilgilendirmez. Müvekkil bu hakkını her konuda olduğu gibi davada vekâlet hususunda da karşı tarafın rızasını almadan kullanabilir. Mecelle de bu görüşü kabul etmiştir (md. 1516). Sonraki devir hukukçuları içerisinde vekâletin geçerliliğini hâkimin kabulüne bağlayanlar da vardır. Aynı dava için birden fazla kişiye vekâlet verilebilir. Vekâletin hangi konuları içine aldığı ve vekilin yetkileri açıkça ifade edilmelidir. Aksi belirtilmemişse vekilin mahkemede müvekkili aleyhindeki ikrarı geçerlidir. Ne var ki müvekkil vekilini aleyhte ikrardan menedebilir (Mecelle, md. 1517, 1518). Vekâletin mahkemede şahitlerle veya şartlarını haiz yazılı bir belge ile ispat edilmesi gerekir. Vekâlet, feshi kabil (gayr-i lâzım) bir akiddir; vekil dilediği zaman istifa edebileceği gibi müvekkil de onu azledebilir. Yalnız bu istifa veya azil sebebiyle üçüncü şahıslar zarar görmemiş olmalıdır. Böyle bir zarar söz konusu olduğunda azil veya istifa geçerli sayılmaz (Mecelle, m d . 1521, 1522). Vekilin müvekkil tarafından azledilmesi durumunda bu azil ancak vekile bildirildiği andan itibaren geçerlidir.



mederim. Bu şekilde kime kardeşinin bir parça hakkını alıp vermişsem almasın, zira ona ateşten bir parçayı vermişimdir" (Müslim, " A k z ı y e " , 4 ; Tirmizî, " A h k â m " , 2; Nesâî, " Â d â b ü ' l - k u d â t " , 13) buyurulmaktadır. Buradaki ikaz sadece davacı ve davalıyı değil onların vekillerini de ilgilendirmektedir. Bu bakımdan haksız bir davayı savunmak haram olduğu gibi bunun için avukat tutmak da haramdır. BİBLİYOGRAFYA: Müslim, "Akzıye", 4-6; Tirmizî, "Ahkâm", 2; Nesâî, "Âdâbü'l-kudât", 13; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI, 81; Vekî', Ahbârü'l-kudât (nşr. Abdülazîz el-Merâgı), Kahire 1947-50, II, 112; Serahsf, el-Mebsût, XVI, 86;'XIX, 2-16; Kasara, Bedâ'i', VI, 21-37; Şeyzerî, Hihâyetur-rütbe fî talebi'l-hisbe, Kahire 1946, s. 115; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ts., V, 87-148; Nüveyrî, Nihayetul-ereb, Kahire 1923-85, IX, 135-136; İbn Ferhûn, Tebşıratü'l-hükkâm, Kahire 13011302, I, 38, 124-125; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ, XI, 197, 413; XII, 52; Abdülhay el-Kettânf, et-7erâtîbü'l-idâriyye, I, 279; Aynî, el-Binâye, Beyrut 1400-1401/1980-81, VII, 269-273; İbnü'lHümâm. Fethu'l-kadîr, Kahire 1389/1970, VII, 499-515; Mecelle, md. 1516-1518, 1521, 1522; Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara 1958, s. 299; E. Tyan, L'Histoire de l'organisation judiciaire en pays d'lslam, Leiden 1960, s. 262-273; Coşkun Üçok, "Savcılıkların Avrupa Hukukunda Gelişmesi ve Türkiye'de Kuruluşu", Sabri Şakir Ansay'ın Hatırasına Armağan, Ankara 1964, s. 86; Bilmen, Kamus, VI, 319-320, 346-347, 368; H. F. Amedroz, "The Mazâlim Jurisdiction in the Ahkam Sultaniyya of Mawardi", JRAS (1911), s. 668; V. E. Pröbster, "Die Anwaltchaft im islamischen Recht", Islamica, V, Leipzig 1932, s. 545-555. m İMİ



Vekâlet karşılığında ücret istenebilir. Vekil, belirtilmişse bu ücreti, değilse rayiç ücreti (ecr-i misil) talep eder. Vekâletin meşrû kabul edilmesinin sebebi, kişilerin bu müesseseye duydukları ihtiyacı gidermek ve gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Haklı olmadığı halde kişiyi haklı çıkaran veya kişiye hakkından fazlasını kazandıran bir Vekâlet uygulaması İslâm hukuku bakımından meşrû değildir. Bir hadiste, "Bana ihtilâflarınızı getiriyorsunuz. Muhtemeldirki bir kısmınız diğerine göre delillerini daha güzel ortaya koyabilir ve ben dinlediğime göre onun lehinde hük-



AVUSTRALYA



F



Müvekkille vekil arasındaki vekâlet ilişkisinin geçerli olabilmesi için her ikisinin de kendileri için gerekli ehliyet şartlarını haiz olmaları gerekir (geniş bilgi için bk. VEKALET).



FAHRETTIN ATAR



1



Okyanusya kıtasında anakarayı oluşturan ada ve üzerinde yer alan ülke. I. FİZİKÎ ve BEŞERİ COĞRAFYA II. TARİH



L



III. ÜLKEDE İSLÂMİYET



J



Tamamı güney yarım küresinde bulunan Avustralya, güneydoğu ucundaki Tasmanya adasıyla birlikte 10° - 43° güney enlemleri (York Burnu -Tasmanya'nın güneyi) ve 113°-153° doğu boylamları (Steep Point Bumu-Byron Burnu) arasında uzanır. Yaklaşık rakamlarla kuzey-güney doğrultusunda 3900 km. ve doğu-batı doğrultusunda 4500 km. boyutlarında olup bu ölçüsüyle dünyanın en büyük adası veya beşinci bağımsız kara parçası durumundadır.



167



Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Âşık Ömer-Bâlâ Külliyesi Ankara : TDV, 1991. 4. c. (16, 559 s.)



AVUSTRALYA Resmî adı Avustralya Uluslar Toplulu-



kaplı diğer bir havza yer alır. Büyük



iklimi hüküm sürmekte olup yazlar sı-



ğu (Commonvvealth of Australia) olan ülke



Avustralya havzasının hemen batısından



cak ve kuru, kışlar ılık ve nemlidir.



Yeni Güney Galler, Victoria, Queensland,



başlayan platolar kesimi ortalama 200-



Batı Avustralya, Güney Avustralya



ve



600 m. yüksekliği olan genişçe bir böl-



Tasmanya eyaletlerinden meydana ge-



gedir. Plato üzerindeki Musgrave, Mac-



len altı üyeli federal bir devlettir. Ayrıca



donnel, Hamersley ve Stirling 1000 met-



federal bir bölge olan Canberra ile fede-



reyi ancak aşan basık dağ sıralarıdır. Gü-



ral hükümetin yönettiği Kuzey Toprak-



neyde Nullarbor, güneybatıda Svvanland



Doğu kesimleri tropikal ağaçlarla asalak bitki ve sarmaşıklardan oluşan tropik yağmur ormanları, güneydoğu kıyıları okaliptüs ormanları, kuzey kıyıları da tropik ağaç ve mangrov ormanları ile kaplıdır. Merkezî kesimde savanlar, otlaklar ve bozkırlar bulunur; kumlu ve taşlı çöllerde ise dikenli çalılara rastlanır.



ları da (Northern Territory) diğer iki özerk



ovaları yer alır. Kuzeydeki Arnhem ara-



bölgesini oluşturur. Toprak genişliği iti-



zisi denilen bölgeyle Kimberley platoları



bariyle dünyanın altıncı devletidir; yüzöl-



nisbeten silik bir topografyaya sahiptir.



çümü 7.682.000 km 2 (Okyanusya yüzölçü-



Büyük Kum, Gibson, Büyük Victoria ve



münün % 86'sı), nüfusu 15.758.400 (1985),



Tanami ülkenin en büyük çöllerini oluş-



başşehri Canberra (273.600) ve en önem-



turmaktadır.



li şehirleri Sidney (3.391.600), Melbourne



2. İklim ve Bitki Örtüsü. Avustralya'nın



(2.916.600), Brisbane (1.157.200), Perth



iklimi ve bitki örtüsü de yüzey şekilleri



(1.001.000), Adelaide (987.100) ile New-



gibi birkaç bölgede incelenebilir. Merkez-



castle'dır (423.300). İngiliz Uluslar Toplu-



de deniz etkisinin içerilere girememe-



luğu'na dahil olup çift meclisli bir parla-



si sebebiyle az yağışlı kuru bir iklim hü-



mentoya sahiptir; devlet başkanlığı ma-



küm sürer. Kuzey Toprakları tropikal ik-



kamında İngiltere kralını temsil eden bir



lim bölgesine dahil edilebilir. Burada sı-



genel vali bulunur.



caklık oldukça yüksektir ve sıcak aylar-



I. FİZİKÎ VE BEŞERÎ COĞRAFYA



da (özellikle aralık) yağmur çok fazladır;



1. Yüzey Şekilleri. Avustralya'da enge-



sıcaklığın azaldığı aylar ise çok kurak



beli arazi oldukça azdır ve ortalama yük-



geçer. Güneydoğudaki orta iklim bölge-



seklik 200 metreyi geçmez. Karanın te-



sinde ılıman bir iklim göze çarpar; sı-



melini eski bir kütle olan Avustralya kal-



caklıklar orta derecededir ve genellikle



kanı oluşturur. Yüzey şekilleri nisbeten



her mevsim, özellikle de kış aylarında



sadedir; doğuda dağlar, batıda yaylalar,



yağmur yağar. Güneyde Adelaide ve gü-



orta kesimde ise havzalar, çöller ve ova-



neybatıda



3. Nüfus ve Etnik Durum. Nüfus yoğunluğunun ancak 2 / k m 2 civarında olduğu Avustralya'da Avrupalılar'ın gelişinden önce sadece yerliler yaşamaktaydı. Eskiden 500 kadar kabileden meydana geldikleri ve sayılarının en fazla 300.000'e ulaştığı tahmin edilen bu yarı göçebe insanların mevcudu bugün 100.000 civarındadır. Avustralya'nın esas nüfus varlığını beyaz Anglosakson göçmenler oluşturur ve bunların da % 50'sini İngilizler, % 20'sini İrlandalılar, % 10'unu İskoçyalılar teşkil eder. Nüfusun % 20'si ise aralarında Türkiye, Yugoslavya, Arnavutluk Lübnan, Hollanda, Almanya ve Yunanistan'ın da bulunduğu dünyanın pek çok ülkesinden göç etmiş farklı etnik topluluklarla yerliler ve az sayıdaki Asyalı göçmenlerden meydana gelmektedir. Takip edilen beyaz avustralya politika-



Perth çevrelerinde Akdeniz



lar yer alır. Kuzeyde York yarımadasından güneydoğuda Tasmanya adasına kadar ortalama yüksekliği 1500 m. olan Avustralya sıradağları uzanır. Bu sıradağların



İMelville^ u'-;> - * ,



Büyük Okyanus'a bakan kıyı kesiminde, kısmen genişçe şerit halinde bir kıyı ova-



.} ; • koiUENTARİA'' UÖRIV.1:



sı bulunmaktadır. Cordilera Australian veya Eastern Highlands adı verilen do-







.'



rflflli



ğudaki yüksek kesim üzerinde önemli



a



dağ dizilerinden Liverpool sıradağları ve



ttHMMM



Mavi (Karlı) dağlar ile Avustralya Alpleri yer alır; adanın en yüksek noktası bu



i



ıiıstiii, kum ı,tıiıı



bölgedeki Kosciusko dağıdır (2230 m ).



;



lcıpıakları



;



j



Adanın kuzeydoğusundaki Mercan denizinde ise Büyük Mercan Seti denilen kı-



l • ib-rıiı Şilili



yıya paralel mercan kayaları bulunur. Kuzeyde Karpentarya körfezinden güneyde Adelaide şehrinin güneyine kadar



• X



A



V



\



•tap.uMlü U



S



.T



R



A



L.



1



,



"V



Y



IV.İI Avustıalya ', i'u>ük vitit,n,ıoıiıi



uzanan çanak biçimindeki büyük havzaya



-



i ;



«jüııey Aujsir.ıiy.i



^



;



Büyük Avustralya havzası (Great Austra/ / .



lian Basin) adı verilmektedir. Bu havzanın



U>niC,ünc\